Gün gelir yokluktan varlık âlemine çıkar insan. Nice âdemoğulları, havvakızları anne karnındaki dokuz aylık serüvenini tamamlar ve beden elbisesini giyerek gözlerini açar dünyaya. Sonrasında bu imtihan dünyasında sınavdan sınava koşturur. Bu koşturmaca sırasında kendisi için seferber olan kâinatı görmeden edemez: Her gün doğup batmaktan bıkmayan güneş, intizamla hareket eden ay, yıldız ve bulutlar, meyve veren ağaç, bal yapan arı, sütünü esirgemeyen inek… Hepsi “Allah’ın göklerde olanları da, yerde olanları da sizin istifadenize sunduğunu ve sizi nimete boğduğunu görmüyor musunuz?” (Lokman, 20) ayetini hatırlatmak istercesine hizmet eder durur. Kısacası kul, Halık’a muhtaç olduğu gibi mahlûka da muhtaçtır. Nitekim Allah’ın ifadesiyle “İnsan zayıf yaratılmıştır.” (Nisa, 28)
Hiç şüphesiz Mevlâ-yı Müteâl, bizi en güzel sûrette yaratmış, diğer varlıklardan ayıran zihinsel fonksiyonlarla donatmış. Ancak bu akıl üstünlüğüne rağmen korunmaya muhtaç bir bedene sahibiz. Örneğin birkaç gün yiyip içmesek veya uyumasak perişan oluyoruz. Küçücük bakteriler, mikroplar bizi hasta etmeye yetiyor. Ya da 37 derece olan vücut ısımız 35 dereceye düştüğünde kalp ritmimiz yavaşlıyor, tansiyonumuz düşüyor, damarlarımız büzülüyor, bilincimiz bulanıklaşıyor. Sadece 2 derecelik bir düşüş bile ne kadar aciz olduğumuzu idrak etmemizi sağlıyor. Kaldı ki ağrıdan, sızıdan, envai çeşit hastalıktan habersiz olabilirdik. Ancak Rahman, türlü rahatsızlıklarla kula acziyetini hissettirerek onu, kendine yöneltiyor. Bedenindeki hastalıklara engel olamayan mümin, böyle anlarda Allah karşısındaki zayıflığını hatırlayıp şifa verenlerin biriciği olan Şafi’ye sığınıyor. İhtiyaç sahibi olduğunu, güç ve kuvvetin Yaradan’dan olduğunu itiraf ediyor. Bu itirafın en güzel hali ise “Lâ havle ve lâ kuvvete illa billâh (Gerek ibadet için gerek dünyevi işlerim için muhtaç olduğum) bütün güç ve kuvvet Allah’tandır.” duasında saklı. Zira bizi gücün kaynağına bağlayan bu veciz ifade, her işimizde Kudreti Sonsuz’a dayandığımızı, O’nun yardım ve dilemesine ihtiyaç duyduğumuzu özetliyor. Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) de la havle’nin ebedî cennet hayatında bir hazine olduğunu buyuruyor.
Allah’a dayanan telaşa kapılmaz
İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem) Miraç gecesi Hz. İbrahim’in yanına uğruyor. Hz. İbrahim, Cebrail’e yanındakinin kim olduğunu soruyor. O, “Muhammed” cevabını verir. Hz. İbrahim, “Ya Muhammed ümmetine emret, cennete çok fazla fidan diksinler. Çünkü cennetin toprağı verimli ve geniştir.” diyor. Allah Resûlü bu fidanın ne olduğunu merak edince Hz. İbrahim, “‘Lâ havle ve lâ kuvvete illa billâh’tır.” yanıtını veriyor.
Bu güzel dua sadece ahiretimizi değil, dünyamızı da güzelleştiriyor. Veciz ifade üzerine bir makale kaleme alan Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Abdülhakim Yüce’ye göre bu cümle, yeis ve ucub gibi manevî hastalıkları tedavi ediyor. Zira olup biten hâdiselerin ve şeytan gibi aldatıcı varlıkların serbest olduğunu zanneden veya ülfetten dolayı hâdiselerin gerçek failini göremeyen insanın ümidi kırılıyor, bazen hayatını zehir ediyor. Diğer taraftan, yapılan bazı hayır-hasenata vesile olduğunu gören insan, bunları kendi kuvvetiyle yaptığını zannediyor, hakikî failin kendisi olduğunu düşünüyor. Oysa mahiyeti itibarıyla unutkan, aceleci, bencil, korkak, muhtaç olan insan daha çok kusurlu, hatalı ve noksan işler yapıyor. İşte bu cümle diyor ki: “Ey insan, isyan, belâ ve musibetlere maruz kaldığında ümitsiz olma, Allah’tan güç ve kuvvet iste. Diğer taraftan mehâsin (güzellik) ve kemâlata karşı malikiyet davasından da vazgeç.” Ve kul bu inanç sayesinde kendi nefsinde ve şuuru derecesinde, Hakiki Müessiri görüyor. Bu cümlenin ruhunu kavrarsa menfi hâdiselere karşı telaşa kapılmayıp kalbindeki huzuru muhafaza ediyor. Hatta dehşet salan bir hâdise ile karşılaşsa bile “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler.” diyerek, ibret nazarı ile seyrediyor. Ayrıca, bu cümlede dile getirilen inanç, kusurlu ve aciz olan insana, haddini bildiriyor. Onu gerçek kulluğa, Allah’ın sonsuz kuvvet ve kudretini itirafa davet ediyor.
Bu virdin tevekkülle ilişkisi de akla geliyor tabii. Öyle ya, Cenâb-ı Hakk’a bel bağlama anlamına gelen tevekkülü dile getirmenin en güzel şekli de “Lâ havle ve lâ kuvvete illa billâh” duası. Yani her durumda Allah’a sığınmanın, O’na güvenmenin dayanılmaz hafifliğini hissetmenin yolu ‘lâ havle’ virdinden geçiyor. Genellikle öfkelendiğimizde ‘lâ havle’ diyoruz. Bu dua, öfkeyi yenme yolunun Rabb’e dayandığını da dile getiriyor aslında. Yaradan’ı bütün noksanlıklardan tenzih etmek, gereğine uygun O’na hamd etmek, bütün güç ve kuvvetin O’na ait olduğunu itiraf etmek, musibetlere karşı en büyük kalkanımız, sizce de öyle değil mi?
Hemra Köse
Yenibahar