Peygamberler Tarihi İ.Yiğit

HZ. MUSA (A.S.) HAYATI KISSASI

ONALTINCI
BÖLÜM
1

HZ. MUSA
(A.S.)
1

 

 

 

ONALTINCI
BÖLÜM

 

HZ. MUSA (A.S.)

 

A. Firavun’ün İsrailoğullari’nin Erkek Çocuklarını
Öldürtmesi

 

İsrailoğulları,
önceden geçtiği gibi, yaklaşık M.Ö. 1600 yıl­ları civarında Hz. Yusuf (a.s.)
zamanında onun daveti üzerine ataları Hz. Yakub (a.s.) ile birlikte Mısır’a
gitmişler ve orada Hz Yusuf (a.s.) tarafından kendilerine tahsis edilen bölgeye
yerleş­mişlerdi. Müteakip asırlarda nüfuslarının artmasıyla ülkede ö-nemli bir
unsur haline geldiler. Hz. Yusuf (a.s.)’m ölümünden u-zun bir süre sonra Mısır
iktidarını elegeçiren yeni hanedan fira­vunları,[1]
düşmanlarıyla işbirliği yapmak suretiyle hakimiyetleri­ni tehdit
edebileceklerini düşünerek gittikçe çoğalan İsrailoğulla­rı üzerinde baskı
uygulamaya başladılar. Önce mal ve mülklerini ellerinden aldılar, ayrıca onları
her türlü devlet işlerinden uzak­laştırdılar. Kendilerini Güneş tanrısı Raftın
oğlu kabul eden bu firavunları,[2] putperestliği
ve firavunların ulühiyeti inancını red­deden İsrailoğullari’nı ağır işlerde
çalıştırdılar. Güçlerini bütü­nüyle kırmak için, muhteşem şehir ve saraylarını
yaparken in­şâat işlerini bütünüyle onlara yüklediler.

Hz. Musa (a.s.)’m
doğumundan önceki yıllarda tahtta olan Firavun II. Ramses, kibir ve gurur
sahibi çok zâlim bir hüküm­dardı. Halkı sınıflara ayırmış, kimilerini ezip
sömürürken, kimi­lerine önemli imtiyazlar tanımıştı. Yöneticiler ve
işbirlikçilerin­den meydana gelen zengin sınıf, lüks ve refah içinde yüzüyor;
ülke gelirinin büyük kısmı, nüfusun küçük bir kısmından ibaret bu seçkin
sınıfın cebine akıyordu. Toplumda ekseriyeti teşkil eden ezilen sınıflar ise,
temel insan haklarından dahi mahrum bulunuyordu.

İsrailoğulları
üzerindeki baskı ve zulmü daha da artıran bu zâlim Firavun, bunları yetersiz
görerek sonunda korkunç bir zulme daha başvurdu. Onlardan doğacak erkek
çocukların öldü­rülmesi için bir kanun çıkardı. Bu maksatla görevlendirdiği ca­suslarını,
onların içine saldı. Bu şahıslar, İsrailoğulları’ndaki hamile kadınların doğum
günlerini takip ederler, doğurdukları çocukların oğlan olduğunu
öğrendiklerinde, durumu derhal bu çocukları öldürmekle görevlendirilmiş
memurlara ihbar ederler­di. Ayrıca ebelere de, bu çocukları öldürmeleri emri
verilmişti. Firavun, bu uygulamasıyla, bir taraftan İsrailoğulları’nm erkek
nüfusunu azaltmayı, diğer taraftan da kızlarını sağ bırakıp onla­rı Kıbtî
erkeklerle evlendirmek suretiyle Kıbtî nüfusu arttırmayı hedefliyordu. Allah
Teâlâ, Firavun’un bu uygulamasının safhala­rı hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Gerçekten
Firavun, bulunduğu, ülkede büyüklenip zorbalığa kalkıştı. O yerin halkını,
fırkalara böldü. İçlerinden bir fırkayı za­yıflatıp eziyor, onların oğullarım
öldürtüyor ve kızlarını sağ bırakı­yordu. Şüphesiz ki o, bozgunculardan
biriydi. “[3]

Mısır firavunu, Hz.
Musa (a.s.)’ın peygamberliği sırasında bu zulmü yeniden uygulamaya koymuştur.
Bu ikinci zulmü yeri geldiğinde ele alacağız. [4]

 

B. Allah Teâlâ’nın Ezilmişleri Üstün Kılıma İrâdesi

 

XIX. Hanedan firavunlarından olan II. Ramses, İsrailoğulla-n’nı ezmek ve erkek çocuklarını
öldürerek çoğalmalarını önle­mek suretiyle saltanatını yıkılmaz hale
getireceğini zannediyor­du.[5] Ancak
gerçek güç sahibi Cenab-ı Hak onun gibi düşünmüyor, aksine bu zâlimin
saltanatını zayıf düşürüp, onu bizzat ez­mekte olduğu İsrailoğullan vasıtasıyla
ortadan kaldırmayı arzu ediyordu. Zayıfların kuvvetlileri devirmesi, ancak
Allah’ın yardı­mı ile mümkündü. Bu defa da öyle olacak, her türlü hakları elle­rinden
alınmış zayıflar Allah’ın yardımıyla, gurur ve kibir sahibi zâlim müstekbirlere
üstün gelecekti. Bu gerçek, Hz. Musa (a.s.)’ in hayatına genişçe yer verilen
Kasas süresinin ilk âyetlerinde şöyle dile getirilmiştir:

“Biz ise
istiyorduk ki, o ülkede ezilmekte olanlara lütufta bu­lunalım. Onları dinde
önderler yapalım ve (Firavun’un güç ve kuv­vetinin) mirasçıları kılalım. Ve
onları yeryüzünde kuvvetli hale getirelim. Firavun’a, Hâmdn’a ve askerlerine,
sakındıkları, şeyi, o zayıfların eliyle gösterelim. “[6]

Hz. Musa (a.s.)
kıssası, bir bakıma bu iki âyette özetlenen hakikatin gerçekleşmesinin
anlatımından ibarettir. Uz. Musa (a.s.) ve kavmi, çileli ve sıkıntılı bir sabır
sürecinin ardından Al­lah tarafından desteklenerek bu mutlu sona
ulaştırılmıştır. On­ların mücâdelesi, şu âyette ifade edildiği şekilde
sonuçlanmıştır:

“Hor görülen o
kavmi de, mübarek kıldığımız yerin doğuları­na ve batılarına vârisler yaptık.
Böylece sabretmelerinden dolayı, Rabbinin îsrailoğullan’na olan o pek güzel
va’di yerine geldi. Firavun ve kavminin yapmakta oldukları ve yükselttikleri
şeyleri de yerle bir ettik. “[7]

 

C. Hz. Musa (A.S.)’ın Doğumu Ve Sandık İçinde Nîl’e
Bırakılması

 

Hz. Musa (a.s.)’m
İsmi, Kur’ân-ı Kerim’de, 34 sûrede 136 ayette geçmektedir. Kur’ân’da ismi en
fazla zikredilen peygamber odur. Hz. Musa (a.s.), dinler tarihi kitaplannda da
geniş yer tu­tar. Bu durum, onun peygamberler içindeki önemini ve yürüt­müş
olduğu tevhid mücâdelesinin ehemmiyetini göstermektedir. Bilindiği gibi o,
dünyanın en zâlim ve en güçlü hükümdarların­dan biri zamanında, ilahlık
taslayan bu mağrur hükümdar ve onun zulmü altında ezilen halkı hakka davet için
gönderilmiştir. Ezilmişlik sebebiyle insanî duyguları dejenere olmuş kavmi
îsra-iloğulları’ni hidâyete ulaştırmak ve kaybettikleri değerleri yeni­den
kazandırmakla görevlendirilmiştir. Mısır toplumunun ceha­let ve zulmü çok
şiddetli olduğundan, ona verilen mucizeler de, diğer peygamberlere verilenlere
göre daha kuvvetlidir. Hz. Musa (a.s.)’m tevhid mücâdelesi, aynı zamanda,
mü’minler için örnek bir mücâdeledir. Cenab-ı Hak, Peygamber Efendimiz
(s.a.v.)’e hitaben şöyle buyurmuştur:

“Sana Musa ile
Firavun arasında geçen olayların bir kısmı­nı, iman eden insanlar için, bütün
gerçeğiyle anlatacağız. “[8]

Semavî dört büyük
kitaptan Tevrat Hz. Musa (a.s.)’a veril­miş, bu kitap Hz. İsa (a.s.) dahil
İsrailoğulları’nin bütün pey­gamberleri tarafından tatbik edilmiştir.

Hz. Musa (a.s.)3 Hz.
Yakub (a.s.)’ın oğullarından Levi sıbtı-na mensuptur. Tarihçiler, onun
soyağacını Hz. İbrahim (a.s.)’a kadar şöyle vermektedirler: Musa b. Imrân b.
Lâhib (veya Yashir) b. Âriz (veya Kâhis) b. Levi b. Yakub b. îshak b. İbrahim
(a.s.). Musa (a.s.), M.Ö. XIII. asırda yaşamıştır.

Firavun’un aldığı
tedbir, ileride kendisini tahtından edecek bebeğin hayatta kalmasını
engelleyemedi. Hz. Musa (a.s.), Al­lah’ın kudretini ve kendisine verdiği değeri
gösteren fevkalâde bir şekilde dünyaya geldi, O’nun lütfü ile öldürülmekten
kurtuldu. Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s.)’ı Firavun ve adamlarından korumak bir
tarafa, bizzat onun tarafından sarayda büyütülmesini sağla­dı.
İsrailoğulları’ndan Imran ve hanımı, erkek bir çocukları dün­yaya geldiğinde,
şüphesiz büyük bir korkuya kapılmışlardı. Ci­ğerparelerinin, Firavun’un
adamları tarafından bulunup öldü­rülmesi an meselesiydi; çünkü çıkarılmış olan
kanun bunu ge­rektiriyordu. Bunu engelleyebilecek bir güçleri de bulunmuyor­du.
Ancak yetişen ilâhî yardım, onları bu sıkıntıdan bir ölçüde kurtardı. Şöyle ki,
Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s.)’m annesine, do­ğurduğu bebeğini emzirmeye devam
etmesini, öldürülmesinden korktuğu zaman ise onu bir sandık içinde nehre
bırakmasını vahy/ilham etti. Ayrıca ona, nehre bıraktığı çocuğu dolayısıyla
korkmamasını ve üzülmemesini söyledi. Bebeğini kurtarıp bir süre sonra
kendisine geri göndereceğini ve onu ileride peygam­ber olarak
görevlendireceğini haber verdi. Kendisine gelen bu ilâhî bilgi sayesinde
rahatlayan ve verilen talimata uyan anne, söylendiğine göre, doğumdan yaklaşık
üç ay sonra, küçük yav­rusunu bir sandık içinde Nü nehrine bıraktı. Doğum ve
ilâhî talimat sonunda bebeğin nehre bırakılması, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle
anlatılmaktadır:

“Biz, Musa’nın
annesine şöyle ilham ettik: Çocuğu emzir. Başına bir şey gelmesinden korktuğun
zaman ise, onu hemen sandığa koyup nehre bırak. Sakın (ölecek diye) korkma ve
ayrılı­ğına üzülme. Biz, onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamber­lerden
yapacağız. “[9]

Cenab-ı Hak, Hz. Musa
(a.s.)’m annesine, ayrıca bebeğini zât-ı bârîsine ve bebeğe düşman olan birinin
yanında büyüttüre­ceğini ve iyi bir şekilde bakılmasını sağlayacağını
müjdelemişti. Nitekim Hz. Musa (a.s.)’a hitaben kendisini besleyecek kimsele­rin
sevgisini kazanması için onu sevimli kıldığına işaret ederek şöyle buyurmuştur:

“Hani bir
zaman   Biz, annene önemli hususlar ilham
etmiştik. Ona şöyle demiştik: Musa’yı sandığa koy, nehre bırak da ne­hir onu
sahile atsın, onu benim de, onun da düşmanı oları biri alsın. Seni sevimli
kıldım ki, muhafazam altında yetişesin.”[10]

 

D. Firavun Ailesinin Hz. Musa (A.S.)’ı Nehirden Alması

 

Nil nehri, içinde Hz.
Musa’nın bulunduğu sandığı, Firavun sarayının bulunduğu yere götürmüştü. Bâzı
cariyeler, sandık içinde bir bebek görünce onu nehirden çıkarıp hemen kraliçeye
getirdiler. Kraliçe bebeğin yüzünü açtığında, onun çok güzel bir bebek olduğunu
görmüş ve kalbinde ona karşı kuvvetli bir sevgi hissetmişti. Ancak bir süre
sonra bebeği gören Firavun, hanımı­nın aksine bebeği öldürmekten başka bir şey
düşünmüyordu. Çünkü o ve saray ricali, nehre bırakılmış bu sahipsiz bebeğin,
İsrailoğulları’ndan bir aileye ait olduğunu çok iyi biliyorlardı. Çocuğunu bir
kaç ay gizleyebilen aile, onu daha fazla gizleyeme­yeceğini anlamış, belki biri
sahip çıkar ve ona bakar diye, bir sandık içinde nehre bırakmış olmalıydı.

Ancak Firavun ve
adamlarının bu kötü düşüncesine rağ­men korkulan olmadı. Çünkü kraliçe,
Allah’ın sahiplenümesini kolaylaştırmak ve bu sayede büyütülmesini sağlamak
için se­vimli kıldığı bu bebeği çok sevmiş ve ona candan bağlanmıştı.
Sözlerinden o sırada erkek çocuğu olmadığı anlaşılan bu kadm,[11]
kocası Firavun’a,   “Onu Öldürmeyip
evlât edinelim,  bizim çocuğumuz olarak
büyüdüğü takdirde, umulur ki bize faydası dokunur.” dedi. Firavun, hanımı
Âsiye’nin bu teklifini kabul e-dince, Musa adı verilen bebek[12]
ölümden kurtulmuş oldu. Fira­vun ve yakınları, kaderin kendileri için gizlediği
gerçeği, yani nehirden çıkarıp evlat edindikleri çocuğun, ileride kendileri
için bir düşman ve üzüntü kaynağı olacağını, saltanatlarının onun elinde sona
ereceğini nereden bileceklerdi! Onların hile ve tuzak­ları, ilâhî iradeyi asla
engelleyemezdi. Çocuğun nehirden çıkarı­lıp saraya alınışı, Kur’ân-ı Kerim’de
şöyle anlatılır:

“Firavun ailesi,
ileride kendilerine düşman ve üzüntü sebebi olacak çocuğu bulup getirdiler.
Şüphesiz Firavun, Hâmân ve as­kerleri yanilıyorlardı. Firavun’un hanımı, ıBu
benim için de senin için de sevinç kaynağı bir çocuk. Onu Öldürmeyin; belki
bize fay­dalı olur veya onu evlât ediniriz.’ dedi. Onlar, işin farkında değil­lerdi.”[13]

Diğer tarafta ise, 3
aylık bebeğini bir sandik içinde nehre bırakan anne, Allah tarafından kendisine
teminat verilmesine rağmen, çocuğunun başına gelenlerden habersiz, endişeyle
bir­likte şaşkınlık ve tasa içinde bulunuyordu. Telaş ve acelecilikten,  neredeyse durumun anlaşılmasına yol açacak
davranışlarda bulunup oğlunu ele verecekti. Ancak Allah Teâlâ, ileride oğlunun
peygamberliğine İman ederek mü’minlerden olacak bu anneye dayanma gücü ve sabır
verd\ Bu sayede kendini tutmaya mu­vaffak olan anne, yine de çocuğunu kimin
aldığını öğrenmek istiyordu. Bu maksatla kızma,[14]
sandık içinde nehre saldığı kü­çük kardeşinin peşini takip etmesini ve onu
kimin aldığına dair bir haber getirmesini söyledi. Gizli bir şekilde hiç bir
kimseye görünmemeye çalışarak nehirdeki sandığın peşinden giden kız kardeşi,
bebeğin Firavun ailesi tarafından “saraya alındığını gör­müştü. Henüz
10-12 yaşlarında olduğu bildirilen bu kız, anlaşı­lan oldukça zeki bir çocuktu.
Nitekim o, kardeşinin kimler tara­fından alındığını görmekle yetinmeyip,
Firavun’un sarayına ka­dar girerek, küçük kardeşinin o andaki durumunu
öğrenmeye de muvaffak oldu. O, Firavun ailesinin, nehirde buldukları bebe­ğe
sütanne ve bakıcı aramakta olduklarını, bu maksatla bebek sahibi bâzı kadınları
saraya getirdiklerini görmüştü. Ancak kar­deşi, bu maksatla getirilen hiç bir
kadından süt emmiyordu. Orada bulunanların aralarında onu emzirebilecek tanıdık
kadın­lardan bahsettiklerini duyunca, söze karışarak kendisinin de bunu
yapabilecek bir tanıdığının olduğunu söyledi. Bahsettiği kadın ve ailesinin bu
bebeğe çok iyi bakabileceklerini anlattı. Onu dinleyenler, bahsettiği kadını
denemekte bir beis görmemiş­lerdi. Kız kardeşinin tavsiyesine uyulmuş, böylece
nehirdeki sandıkta bulunan bebeğe süt vermesi için gerçek annesi saraya
getirilmişti. Diğer kadınları emmeyen Musa, hemen onu emmeğe başladı.

Firavun’un eşi Âsiye
buna çok sevinmişti. Tanımadığı bu kadını sütanne olarak kiralamaya karar verdi
ve ona çocuğun sütten kesilmesine kadar sarayda kalmasını teklif etti. Ancak bu
kadın, evdeki çoluk ve çocuğunu yalnız bırakamayacağını, dola­yısıyla bebeğe
ancak kendi evinde bakabileceğini ve bunda bir kusur etmeyeceğini söylemişti.
Âsiye, buna izin verdi ve bebeği aralarındaki yakınlığı aklından dahi
geçirmediği, öz annesine teslim etti. Bu durum, şüphesiz ki, en çok Musa’nın
ailesini se­vindirmişti. Kur’ân-ı Kerim, bu konuyu şöyle anlatmaktadır:

“Musa’nın annesinin
gönlünde, oğlundan başka bir şey yok­tu. Eğer mü’minlerden olması için, kalbini
pekiştirmeseydik, nere­deyse Musa’nın kendi çocuğu olduğunu açığa vuracaktı.
Annesi, Musa’nın kız kardeşine, ‘Onu takip et!’ dedi. O da, Musa’yı uzak­tan
gözetledi. Firavun ve adamlarından kimse işin farkında değil­di.

Biz, annesi gelmeden
Musa’nın başka kadınları emmesine engel olmuştuk. Bunun üzerine, Musa’nın kız
kardeşi, ‘Sizin i-çin,ona bakıp onu yetiştirecek ve şefkatli davranacak bir
aile gös­tereyim mi? ‘ dedi. Böylece biz, Musa’yı annesine geri verdik, se­vinsin,
üzülmesin ve Allah’ın vaadinin hak olduğunu bilsin diye. Fakat insanların çoğu
bunu bilmezler.”[15]

“Bir zaman da kız
kardeşin, Firavun’un sarayına gidip, ‘Si­ze, onu bakıp yetiştirecek birini
buluvereyim mi?’ diyordu. Böylece annen sevinsin, üzülmesin diye Seni, tekrar
ona verdik.”[16]

 

E. Firavun’un Sarayında Büyütülen Hz. Musa {A.S.)’a Hikmet
Ve İlim Verilmesi

 

Çocukluğunun ilk
yıllarını, Firavun tarafından sütanne olarak kiralanan öz annesinin kucağında
hem de kendi evlerinde geçiren Hz. Musa (a.s.), süt emme çağını tamamladıktan
sonra saraya alındı ve orada büyütüldü. Kur’ân-ı Kerim, onun çocuk­luk ve
gençlik yıllarını nasıl geçirdiği konusunda bilgi vermemiş­tir. Yine, Firavun
ailesinin sütanne olarak bildiği gerçek annesiy­le olan ilişkilerinden
bahsetmemiştir. Ancak bu konularda bilgi olmasa da Hz, Musa {a.s.)’ın zulüm
merkezi sarayda bulunmakla, çocukluk yıllarından itibaren ülkede bilhassa
İsrailoğulları’na yapılan zulme yakından vâkıf olduğu ve bundan duyduğu rahat­sızlığı
uzun bir süre gizlemek zorunda kaldığı açıktır. Diğer ta­raftan sütanne
sıfatıyla kendisini emziren öz annesinin, aklı er­meğe başladığı günlerde
Önemli sırrını açıp ona kim olduğunu açıkladığı, zulme mâruz kalan kavmi ve
kavminin dini hakkında bilgi verdiği anlaşılmaktadır.

Firavun’un sarayında
bir prens olarak büyüyen Hz. Musa (a.s.), her türlü olumsuzluklara rağmen,
Allah’ın yardımıyla sa­rayın kokuşmuşluklarından uzakta kalmayı başardı.
Gençlik yıllarında, güzel ahlâk ve üstün faziletler iyi e temayüz etmiş, Al­lah
tarafından mükafatlandırılmaya lâyık muhsinlerden biri ol­muştu. Bedenî ve
zihnî açıdan gelişip rüşdüne erince, Allah ta­rafından kendisine, hikmet ve
ilim verildi. Keskin anlayış ve hükmetme kabiliyetiyle donatıldı; hem dînî hem
de dünyevî ilim­lerle teçhiz edildi. Kur’ân-ı Kerim, bu hususu şöyle açıklar:

“Musa, rüşdüne
erip olgunlaşıaca, ona hikmet ve ilim verdik. Biz, iyileri (muhsinleri) işte
böyle mükaj’atlandırırız.”[17]

 

F. Elinden Çıkan Kaza-Medyen’e Kaçışı Ve Medyen Yılları

 

Hz. Musa (a.s.),
gençlik yıllarında bir gün şehre indiğinde, biri Kıbtî diğeri
İsrâiloğulları’ndan iki adamın kavga ettiğini gör­müştü. İsrâiloğulları’ndan
olan şahıs kendisinden yardım iste­yince, ona yardım etmek için kavgaya
karıştı. Bu davranışından da anlaşıldığı gibi Hz. Musa (a.s.}, Firavun’un
sarayında bir prens olarak büyüse de, kendisinin İsrâiloğulları’ndan olduğunu
biliyor, kavmine akla gelmedik zulümler yapan Firavun ve adam­larına öfke
duyuyordu. Büyük ihtimalle o sırada saraydan ay­rılmış; hatta Firavun ve
adamlarının zulmüne karşı çıkmasıyla meşhur olmuştu. Her ne ise, kavgaya
karışan Hz. Musa (a.s.), Kıbtî’ye bir yumruk atarak onu yere yıktı. Ancak, hiç
istemediği ve beklemediği bir şey olmuş; yumruğu yiyen Kıbtî düşüp ölmüştü. Asla
onu öldürmek gibi bir niyeti olmayan Hz. Musa (a.s.), buna çok üzüldü ve bu
işin şeytanın işlerinden biri oldu­ğunu söyledi. Allah’a sığınarak, elinden
çıkan bu kazadan dolayı kendisini affetmesi için yalvardı. Kavgayı ve
kendisinin Kıbtî’ye vurduğunu yardım isteyen şahıstan başka gören olmamıştı.
Bir daha suçlulara ve günahkârlara destek olmayacağına söz vere­rek hemen olay
mahallinden uzaklaştı. Kur’ân-ı Kerim’de bu hâdise şöyle anlatılmaktadır:

“Musa, halkının
habersiz olduğu bir sırada şehre girdi. Ora­da, biri kendi kabilesinden diğeri
düşman tarafından olan iki çı­damın kavga ettiğini gördü. Kabilesinden olan
adam, düşmanına karşı ondan yardım istedi Bunun üzerine Musa, ötekine bir yum­ruk
indirip ölümüne sebep oldu. (Onun öldüğünü görünce), ‘Bu şeytan işidir. Şeytan,
gerçekten, saptırıcı apaçık bir düşmandır. Rabbiml Doğrusu kendimi ziyana
uğrattım. Beni bağışla!’ dedi. Allah da onu bağışladı. Çünkü Allah, gafurdur,
rahimdir. Musa, ‘Rabbim! Bana lütfettiğin nimetlere andolsun ki, artık
suçlulara asla yardımcı olmayacağım.’ dedi.”[18]

Elinden çıkan kazanın
Mısırlılar tarafından görülmemiş olmasını bir nimet sayan Hz. Musa (a.s.),
geçtiği gibi, büyük bir pişmanlık içinde, bundan sonra asla suçlulara yardım
etmeye­ceğine dair Allah’a söz vermişti. Ancak yine de gönlü rahat değil­di,
geceyi korku ve endişe içinde, etrafı gözetleyerek geçirdi. Sa­bahleyin sokağa
çıktığında, bir de ne görsün, bir gün önce ken­disini yardıma çağıran ve başına
bu sıkıntının gelmesine sebep olan şahıs, yine biriyle kavga ediyor! O, bu
ikinci olaydan yardım ettiği şahsın geçimsiz ve kavgacı biri olduğunu kesin
olarak anlamış ti. Tekrar yardım isteyince, bu defa onun yardım isteğini
reddetmekle kalmayıp, onu suçladı ve ona gerçekten azgın bir kimse olduğunu
söyledi. Ardından onları ayırmak maksadıyla onun kavga etmekte olduğu Mısırlı
şahsı tutmaya çalıştı. Bunun üzerine o Mısırlı, Hz. Musa (a.s.)’ı kendisini
öldürmek niyetinde olmakla itham ederek şöyle dedi: “Ey Musa, dün birini
öldürdün, bugün, de beni mi Öldürmek istiyorsun?” Belli ki o, Hz. Musa
(a.s.)’m kavmine yapılan haksızlıklara tahammülsüzlüğünü bil­diğinden veya
yardım isteyen düşmanının sözlerinden, önceki gün işlenen faili meçhul
cinayetin onun tarafından işlenmiş ol­duğunu tahmin etmişti.[19]
Yine, olayın Hz. Musa {a.s.) dışındaki tek şahidi olan her iki kavganın
kahramanı Benî İsrailli şahıs, sırrını kendi kabilesinden olanlara açmış,
ağızdan ağıza dolaşan bu haber, Kıbtîler tarafından da duyulmuş olabilirdi.[20] Bu
ihti­maller bir tarafa, Kibtî şahsın sözlerini duyan Hz. Musa (a.s.), onu
tutmaktan vazgeçti. Bundan istifade eden bu şahıs ise hemen oradan ayrılarak,
kavmi Kıbtîler’e koştu, Musa’yı ihbar edip onun bir Mısırh’yı öldürdüğünü
söyledi.

Mısır eşrafından bir
grup, bu olayı duyunca Hz. Musa (a.s.)’ı öldürmeye karar vermişler ve
aralarında onu ne şekilde öldüreceklerini konuşmaya başlamışlardı.
İsrailoğullan’ndan bi­ri, onların bu konuşmalarını duymuştu. Hemen Hz. Musa
(a.s.)’a gelerek, durumu ona anlattı ve canını kurtarması için mümkün olan en
kısa zamanda şehirden kaçmasını söyledi. Bu haber üzerine Hz. Musa (a.s.),
kendisini zâlimlerden kurtarması için Allah’a dua ederek, vakit kaybetmeksizin
korku ve endişe içinde gizlice şehirden ayrıldı. Hayatî tehlikeyle yüz yüze
geldiği bir an­da Allah’ın lütfuyla bu tuzaktan haberdar olmuş ve kurtulmayı
başarmıştı. Kur’ân-ı Kerim, onun başından geçen bu hadiseyi şöyle anlatır:

“Şehirde korku
içindeydi ve etrafı gözetleyerek sabahladı. Sabahleyin bir de ne görsün! Daha
dün kendisinden yardım iste­yen kimse, feryat ederek yine kendisinden yardım
istiyor. Musa ona dedi ki: ‘Doğrusu sen besbelli bir azgınsın!’ Derken Musa,
kendisinin ve yardım isteyen şahsın ortak düşmanları olan öbür adamı yakalamak
istedi. Bunun üzerine o adam, ‘Ey Musa! Dün birini öldürdüğün gibi, şimdi de
beni mi öldürmek istiyorsun? De­mek arabuluculardan olmak istemiyor da, bu
yerde yaman bir zorba olmayı arzüluyorsun sen!’ dedi.

Şehrin öbür ucundan
bir adam koşarak geldi ve şöyle dedi: ‘Ey Musa! Şehrin ileri gelenleri seni
öldürmek için hakkında mü­zakere ediyorlar. Derhal buradan çık! İnan ki, ben
senin iyiliğini isteyenlerdenim.’ Musa, korka korka, etrafı gözetleyerek
şehirden ayrıldı, ‘Rabbim, beni zâlimler güruhundan kurtar!’ dedi.”[21]

Yüce Allah, zâlim
Firavun’dan koruduğu ve ona büyüttür­düğü Hz. Musa (a.s.)’ı başına gelen bu
sıkıntıdan da kurtarmış ve kendisine bir kötülük ulaştırılmasına izin
vermemişti. Yakın­larından biri vasıtasıyla, Firavun ve adamlarının kendisini
öl­dürmek için plân hazırladıklarını öğrenen Hz. Musa (a.s.), vakit kaybetmeden
şehirden çıktı ve Mısır’dan ayrılarak bir haftayı aşan yorucu bir yolculuktan
sonra, Kızıldeniz’in Akabe körfezi sahilinde yer alan Medyen şehrine ulaştı. Bu
şehir, Mısır İmpa­ratorluğu sınırlarının dışında kalan en yakın merkezdi. Bulun­duğu
bölgenin sınırları, Akabe körfezinin kuzeyinden Sînâ yarı­madasının içlerine ve
Ölü Deniz’in doğusunda Moab dağına ka­dar uzanıyordu. Şehrin sakinleri, Arap
Amur/Anıorite kabilesi idi. Hz, Musa (a.s.), Medyen suyuna vardığında, orada
sürülerini sulamakta olan bir grup insanla karşılaştı. Uzak bir yerde bekle­yen
ve su kaynağına gitmek isteyen sürülerini o tarafa bırakma­yan iki kadm onun
dikkatini çekmişti. Koyunların suya gitmesi­ni 
engellemelerinin  sebebini  sorduğunda, 
erkeklerin  izdihamı sebebiyle
suya yaklaşamadıklarını, erkek çobanların sürülerini sulama işini bitirmelerine
kadar beklediklerini ve hayvanlarını ancak onların ayrılmasından sonra
suladıklarım söylediler. Ayrı­ca, evlerinde erkek olarak sadece ihtiyar
babalarının bulundu­ğunu ve onun çobanlık yapacak bir durumda olmadığını, bu
yüzden kadın olmalarına rağmen çobanlık yapmak zorunda kal­dıklarını ilâve
ettiler. Onlara acıyan Hz. Musa (a.s.), yardım için harekete geçti ve
sürülerini su tarafına götürerek sulayıverdi. Daha sonra orada bulunan bir
ağacın gölgesine çekildi ve bu sırada hiç kimseyi tanımadığı bu yabancı diyarda
Allah’ın yar­dımına ne kadar muhtaç olduğunu düşünerek, kendisine yar­dım
etmesi için Allah’a dua ve niyazda bulundu. Kur’ân-ı Kerim, Medyen’e vardığı
sırada onun başından geçenler ve bu duası hakkında şöyle demektedir:

“Musa, Medyen
tarafına yönelince, ‘Umanm, rabhim, bana doğru yolu gösterir!’ dedi. Medyen
suyuna, vardığında, orada hayvanlarını sulayan bir çok insan buldu. Onların
gerisinde de, hayvanlarının suya gitmesini engellemeye çalışan iki kadın gör­dü.
Onlara, ‘Derdiniz nedir?’ dedi. Şöyle cevap verdiler: ‘Çobanlar sülayıp
çekilmeden biz (onların içine sokulup hayvanlarımızı) su­lamayız. Babamız da
oldukça yaşlıdır.’ Bunun üzerine Musa, on­ların hayvanlarını sulayıverdi. Sonra
gölgeye çekildi, ‘Rabbim! Göndereceğin yardıma ve nzka çok muhtacım! ‘
dedi”[22]

Beklediği yardım
gecikmedi. Hz. Musa (a.s.), ağacın gölge­sinde oturmuş durumunu düşünüp
Allah’ın yardımını dilerken, biraz önce hayvanlarını sulayıverdigi kızlardan
biri ona gelerek, utangaç bir vaziyette, babalarının kendilerine yapmış olduğu
yardımın mükâfatını vermek için kendisini evlerine çağırdığını söyledi. Uzun
yolculuğu sebebiyle oldukça yorgun bir durumda ve yabancı bir ülkede bulunmanın
garipliği içinde olan Hz. Musa (a.s.), bu nazik daveti kabul ederek, genç kadın
ile birlikte onla­rın evine gitti. Kızların babası,[23] onun
başından geçenleri dinle­dikten sonra, zâlimlerden kurtulmuş olması dolayısıyla
onu teb­rik etti. Boylu-boslu bir genç olan Hz. Musa (a.s.)’daki ahlâkî
olgunluk, ihtiyar baba ve iki kızını çok etkilemişti. Bu iki kızdan keskin
ferâsetiyle meşhur olanı, onun dürüst ve emin bir kişi ol­duğunu söyleyerek,
babasına, onu çoban tutması teklifinde bu­lundu. Kızının teklifini yerinde
bulan ihtiyar, bu işi daha uygun gördüğü bir şekilde çözmek istedi. Hz. Musa
(a.s.)’a, kabul eder­se, sekiz yıl çobanlık yapması karşılığında, iki kızından
hangisiy­le isterse evlenebileceğini söyledi. Eğer süreyi on yıla tamamla­mak
isterse, bunun kendileri İçin bir ikram olacağını hatırlattı. Yabancı bir
ülkede kendisine bir barınak arayan Hz. Muşa (a.s.), ihtiyarın bu teklifini
kabul ederek onun sürülerini gütmeye baş­ladı. Yıllar birbirini kovaladı,
rivayete göre, çobanlık süresini, kayınpederine daha uygun gelecek şekilde on
yıla tamamladı. Bu sürenin sonunda, kızlardan istediğiyle evlendi ve onu alıp
Medyen’den ayrıldı. Kur’ân-ı Kerim, bu safhayı şöyle anlatmak­tadır:

“O sırada, o iki
kızdan biri, utana utana yürüyerek ona gel­di ‘Babam, hayvanlarımızı sulamanın
karşılığını ödemek için seni çağırıyor.’ dedi. Bunun üzerine Musa, kızların
babasına gelip, başından geçenleri ona anlatınca, ihtiyar şöyle dedi: ‘Korkma !
Artık, o zâlim kavimden kurtuldun.’

İhtiyarın iki kızından
biri, ‘Babacığım, onu ücretle çoban tut! Çünkü, ücretle çoban tutacağın en iyi
kimse, bu güçlü ve güvenilir adamdır.’ dedi

Kızların babası dedi
ki: ‘Bana sekiz yıl çalışmana karşılık, şu iki kızımdan birini sana nikahlamak
istiyorum. Eğer süreyi on yıla tamamlarsan, o da senden bir lütuf olur; yoksa
sana ağırlık vermek istemem. înşaallah, beni iyi kimselerden bulacaksın.’

Musa şöyle cevap
verdi: ‘Bu seninle benim aramda yapılmış kesin bir sözleşmedir. Bu iki süreden
hangisini doldurursam dol­durayım, demek ki, bana karşı husumet yok.
Söylediklerimize Allah vekildir.’ Musa, hizmet süresini doldurunca, (oradan
ayrıl­mak üzere) ailesiyle birlikte yola çıktı. “[24]

 

G. Medyen’den Ayrılış-Peygamberlik Görevinin Verilişi

 

Çobanlık süresini
tamamlayıp uşak durduğu ihtiyarın kı­zıyla evlendikten sonra ailesiyle birlikte
Medyen’den ayrılan Hz. Musa (a.s.), epeyce bir yol katettikten sonra bir gece
Sînâ dağı tarafında bir ateş gördü. Bu esnada, o ve hanımı şiddetli soğuk
sebebiyle üşümüş ve karanlıktan dolayı yollarını da kaybetmiş bir durumda
bulunuyorlardı. Hz. Musa (a.s.}, hanımına, ateşin yanına gidip oradan bir haber
veya ısınmak için bir ateş getire­ceğini söyleyerek, ondan geri dönene kadar
kendisini bulunduk­ları yerde beklemesini istedi. Ateşi görmüş olduğu yere
geldiğin­de,[25] orada bulunan vadinin sağ
yanındaki bir ağaçtan kendisi­ne, “Ey Musa! Bil ki, ben, bütün âlemlerin
rabbi olan Allah’ım.” diye seslenildiğini duydu. Ardından, aynı ses
tarafından ayağın­daki nalınları çıkarması ve elindeki asayı bırakması
emrolundu. Bu emir üzerine elindeki asayı bıraktığında, bir de ne görsün, asa
canlanmış, bir yılan gibi hareket ediyor! Bu manzara karşı­sında korkuya
kapılan Hz. Musa (a.s.), arkasını dönüp kaçmaya başlayınca, aynı ses
korkmamasını söyledi ve ona güvende oldu­ğunu bildirdi. Devam ederek, elini
koynuna sokmasını ve elini koynundan dışarı çıkardığında elinin bembeyaz
olduğunu göre­ceğini haber verip, artık korkmaktan vazgeçmesini istedi. Daha
sonra da ona, asa ile beyaz el mucizelerinin, Firavun ve adamlarina karşı  kullanılmak üzere  Rabbinden kendisine verilen  iki delil, iki önemli mucize olduğu
hatırlatıldı.

Bu mübarek gece ve bu
kutsal mekânda böylece peygam­ber olarak görevlendirilen Hz. Musa (a.s.)’a,
tebliğ için Firavun’a gitmesi emredilmişti. Bunun üzerine o, Firavun’un
kavminden birini öldürdüğünü ve bu yüzden Firavun ve adamlarının kendi­sini
öldürmelerinden korktuğunu söyledi. Ayrıca Firavun ve hal­kının  kendisini yalanlamalarından  çekindiğini belirterek daha düzgün ve daha
etkili konuşan kardeşi Hz. Harun (a.s.)’ı kendi­sine yardımcı olarak
görevlendirmesini istedi. Onun bu isteğini kabul eden Allah Teâlâ, ikisine
büyük bir güç ve kuvvet vereceği­ni, dolayısıyla Firavun ve diğer kâfirlerin
onlara bir şey yapama­yacaklarını, neticede kendilerine iman edenlerle birlikte
Firavun’ a karşı üstünlük sağlayacaklarını müjdeledi. Hz. Musa (a.s.)’m
Medyen’den ayrılışı ve Sînâ dağında peygamber olarak görevlen­dirilip tebliğ
için Firavun’a gitmekle emrolunması, Kur’ân-ı Ke-rim’de bir kaç defa
anlatılmıştır. Bu konu Kasas sûresinde şöyle geçmektedir:

“Artık Musa,
hizmet süresini doldurunca, ailesiyle birlikte yola çıktı. Yolda Sînâ dağı
tarafında bir ateş gördü. Ailesine, ‘Siz burada bekleyin; ben bir ateş gördüm,
belki oradan size bir ha­ber, yahut ısınmanız için bir ateş parçası getiririm.’
dedi. Ateşi gördüğü yere gelince, o mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısından,
-oradaki ağaç tarafından kendisine şöyle seslenildi: ‘Ey Musa! Bil ki, ben,
bütün âlemlerin Rabbi olan Allah’ım.’

Ve, ‘Asanı at!’
denildi. Musa, yere attığı asayı yılan gibi dep-renir görünce, dönüp arkasına
bakmadan kaçtı/Ey Musa! Beri gel, korkma, çünkü sen, emniyette olanlardansın.’
buyuruldu. ‘Elini koynuna sok, kusursuz bembeyaz çıkacaktır. Korkudan açılan
kollarını kendine çek. îşte bu ikisi, Firavun ve adamlarına karşı rabbin
tarafından iki kesin delildir. Çünkü onlar, yoldan çıkan bir kavim
olmuşlardır.’ diye seslenildi. Musa dedi ki: ‘Rab-bim! Ben onlardan birini
öldürmüştüm, beni öldürmelerinden kor­kuyorum. Kardeşim Harun’un konuşması
benimkinden daha düz­gündür.  Onu
da,  beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle
birlikte gönder. Zira bana yalancılık ithamında bulunmalarından endişe
ediyorum.’

Allah buyurdu: Seni
kardeşinle destekleyeceğiz ve size Öyle bir kudret vereceğiz ki, âyetlerimiz
sayesinde onlar size erişeme­yecekler. Siz ve size tâbi olanlar üstün
geleceksiniz.”[26]

Hz. Musa (a.s.)’ın
peygamber olarak görevlendirilmesiyle il­gili bu önemli mülakat, Tâhâ sûresinde
biraz daha geniş bir çer­çevede anlatılmış bulunmaktadır:

“(Ey Muhammedi)
Musa’nın kıssası sana ulaştı mı? Hani o, bir vakit bir ateş gördü de, ailesine,
‘Siz burada durun, benim gözüme bir ateş ilişti, belki size ondan bir yalın kor
getiririm veya ateşin yanında bir kılavuz bulurum.’ dedi.

Ateşin yanına vardığı
zaman, kendisine şöyle seslenildi: ‘Ey Musa! Haberin olsun, şüphesiz ben, senin
Rabbinim. Ayakkabıla­rını çıkar, çünkü sen mukaddes vadi Tuvd’dasın! Ben, seni
pey­gamber olarak seçtim, şimdi vahyedilecekleri dinle! Şüphesiz ki, ben,
Allah’ım! Ben’den başka hiçbir İlâh yoktur. Onun için Bana ibâdet et ve Beni
anmak için namaz kıl! Çünkü Kıyamet mutlaka kopacaktır. Onun vaktini gizliyorum
ki, herkes yaptığının karşılı­ğını görsün. O halde Kıyamete inanmayıp da
nefsinin peşine tab­lan kimse, sakın seni ona iman etmekten alıkoymasın; yoksa
he­lak olursun. Sağ elindeki nedir, Ey Musa!? Musa şöyle dedi: ‘O benim
asamdır. Ona dayanırım ve onunla davarlarıma yaprak çırparım. Benim daha başka
ihtiyaçlarımı da görür.’ Allah şöyle buyurdu: ‘Onu yere bırak!’ Musa elindeki
asayı yere bıraktı. Bir de ne görsün, bir yılan gibi koşuyor!

Allah şöyle buyurdu:
‘Tut onu, korkma. Biz, onu yine evvelki şekline çevireceğiz. Bir de elini
koynuna sok da, diğer bir mucize olmak üzere, kusursuz bembeyaz olarak
çıkıversin. Böylece sana en büyük mucizelerden bir kısmını göstermiş olalım.
Firavun’a git, hakikaten o çok azdı.’

Musa dedi ki: ‘Ey
Rabbim! Göğsüme genişlik ver, işimi ko-laylaştır. Dilimden de düğümü çöz ki,
sözümü iyi anlasınlar.[27]

Bana kendi ailemden
bir de vezir/yardıma ver. Yani kardeşim Harun’u. Onunla beni güçlendir. Onu,
vazifemde bana ortak kıl Tâ ki, Seni çok teşbih edip, çok analım. Şüphe yok ki,
Sen bizi hakkıyla görensin.’ Allah, ‘Ey Musa! Dilediğin sana verildi’ de­di”[28]

Bu muazzam olay, Neml
sûresinde ise kısa bir şekilde ifâde edilmektedir:

“Hani bir zaman
Musa, ailesine, ‘Ben bir ateş gördüm, size ondan bir haber getireceğim, yahut
yalın bir kor getireceğim, belki onunla ısınırsınız.’ demişti. Ateşin yanına
gelince, kendisine şöyle seslenildi: ‘Ateşin bulunduğu yerdeki de, çevresindeki
de, müba­rek kılınmıştır. Alemlerin Rabbi olan Allah, her türlü noksanlıktan
münezzehtir. Ey Musa! Gerçek şu ki, ben, Aziz ve Hakim olan Al­lah’ım. Asanı
bırak!’ Musa, bıraktığı asasının bir yılan gibi kıvrılıp hareket ettiğini
görünce, arkasına bakmadan dönüp kaçtı. (Allah şöyle buyurdu): ‘Ey Musa!
Korkma, Benim huzurumda, peygam­berler asla korkmaz. Ancak kim haksızlık yapar,
sonra da yaptığı kötülüğü iyiliğe çevirirse, Ben, onu da bağışlayıcıyım,
merhamet edenim. Bir elini koynuna sok; Firavun ve kavmine dokuz mucize­den
biri olarak, kusursuz bir beyazlıkta bembeyaz olarak çıksın. Çünkü onlar,
yoldan çıkmış bir toplum oldular. Bu şekilde ayetle­rimiz, hakikati gözlerine
sokarak, onlara vardığı vakit, ‘Bu apaçık bir büyüdür!’ dediler. [29] 

 

H. Hz. Musa (A.S.) Ve Hz. Harun (A.S.) Firavun’la Yüzyüze

 

Allah Teâlâ, Sînâ dağında
Hz. Musa (a.s.)’ı peygamber ola­rak görevlendirmiş, ona doğrudan hitap ederek
sadece kendisine kulluk etmesini, Âhiret gününe inanmasını ve namaz kılmasını
emretmişti. Kıyametin muhakkak kopacağını, insanların daima hazırlıklı
olmalarını sağlamak için onun zamanım gizli tuttuğu­nu  bildirmiş,  
Kıyamet gününde  herkesin dünyada
yaptığının karşılığını bulacağını haber vermişti. Ona ayrıca Firavun ve
a-damlarına karşı kullanması için iki büyük mucize lütfetmiş, yardım isteğini
de kabul ederek, kardeşi Hz. Harun(a.s.)’ı ona yardımcı yapmıştı.

Cenab-ı Hak, Hz. Musa
(a.s.) ve kardeşi Hz. Harun (a.s.)’i peygamber olarak görevlendirdikten ve
onları mucizelerle donat­tıktan sonra, Firavun’a gitmelerini emretmiş, o
ikisini, emirlerini insanlara tebliğ hususunda, gevşek davranmaktan
sakındırmış-ti. Ayrıca, Firavun’a gittiklerinde, ona karşı yumuşak bir üslub
ile konuşmalarını emrederek Firavun’un yumuşak ve güzel söz­lerden etkilenip
nasihat dinleyebileceğini hatırlatmıştı. İki kar­deş, Firavun’un kendilerine kötülük
yapmasından korktuklarını söylediklerinde, Yüce Allah, onlarla beraber olduğunu
ve onları Firavun ve adamlarının kötülüklerinden koruyacağını bildirdi.
Firavun’a giderek, Allah’ın iki elçisi olduklarını açıklayıp, onu
İsraüoğulları’na baskı ve işkence yapmaktan vazgeçmeye çağır­malarını ve
İsrailoğulları ile birlikte Mısır’dan ayrılmalarına izin istemelerini emretti.
Ve Allah tarafından kendilerine verilen mu­cizelerle geldiklerini bildirerek;
peygamberlere inananların hidâ­yete ulaşacaklarını, onları yalanlayanların ise
mutlaka azaba uğrayacaklarını hatırlatmalarını söyledi. Allah Teâlâ, bu konuda
şu bilgiyi vermektedir:

“Ey Musa! Sen ve
kardeşin, mucizelerimle gidin. İkiniz de, beni anmada ve emirlerimi tebliğde
gevşeklik göstermeyin. İkiniz Firavun’a gidin; çünkü o, hakikaten azdı. Ona
varınca, yumuşak sözler söyleyin; umulur ki, Öğüt alır veya korkar.

Musa ve Harun, dediler
ki: ‘Ey Rabbimiz! Firavun’un bize saldırmasından, yahut aşın gitmesinden
korkuyoruz.’ Allah da şöyle buyurdu: ‘Korkmayın! Zîrâ ben sizinle beraberim.
Her şeyi işitir ve görürüm. Hemen gidin de ona şöyle deyin: Biz, Rabbinin iki
elçisiyim. Artık îsrailoğulları’nı, bizimle gönder. Onlara işkence etme. Biz,
sana Rabbinden bir mucize ile geldik. Selâm hidâyete iâbi olanlaradır. Bize vahyolunmuştur
ki, peygamberleri yalanla­yıp onlardan yüz çevirenlere mutlaka azap
vardır.”[30]

Kur’ân-i Kerim, Hz.
Musa (a.s.) ve Hz. Harun (a.s.)’m Fira-vun’a gönderilişini bir başka yerde şu
sözlerle dile getirmektedir: “Bir vakit de Rabbin Musa’ya nida edip, ‘O
zalimler güruhu­na; Firavun’un kavmine git Hâlâ (başlarına gelecekten) sakınma­yacaklar
mı onlar?’ diye seslenmişti.

Musa şöyle dedi:
‘Rabbim, doğrusu beni yalanlamalarından korkuyorum. Bu durumda göğsüm daralır,
dilim dönmez, onun için Harun’a da elçilik ver. Hem onların bana isnat
ettikleri bir suç var. Ondan dolayı, korkarım ki, hemen beni öldürürle?-.’

Allah, şöyle buyurdu:
Hayır, (seni asla öldüremezler), haydi ikiniz, mucizelerimizle ona gidin.
Şüphesiz ki, biz sizinle berabe­riz. Her şeyi işitiriz. Doğruca Firavun’a
varın. Ona, ‘Biz alemlerin Rabbi olan Allah’ın peygamberiyiz. îsraüoğullan’m
serbest bırak bizimle beraber gönder.’ deyin.”[31]

Doğduğu günden
itibaren Allah Teâlâ tarafından korunan, can düşmanı olacak Firavun’un
sarayında büyüttürülen ve daha sonra Medyen’de güven içinde yaşatılan Hz. Musa
(a.s.), artık peygamber olarak da görevlendirilmiş, mucizelerle ve kendisi gibi
peygamber seçilen kardeşi Hz. Harun (a.s.)la takviye edil­mişti. Allah (c.c),
Firavun’a gönderdiği iki peygamberine, kendi­leriyle birlikte olduğunu ve
onları düşmanlarına karşı koruyaca­ğını da bildirmişti.

Hz. Musa (a.s.}, Sînâ
dağında ilâhî mesajı aldıktan sonra Mısır’a doğru yola çıktı. Oraya varınca
yıllardır hasretlerini çek­tiği annesi ve kardeşi Hz. Harun (a.s.Jla buluştu.
Ardından O ve Hz. Harun (a.s.), Allah’ın emrine uyup sarayına giderek Fira­vun’un
huzuruna çıktılar ve peygamber olarak görevlendirildik­lerini söyleyip ilâhî
mesajı ona tebliğ ettiler. Ayrıca ondan İsrailoğuliarı’nı kendileriyle birlikte
serbest bırakmasını ve ülke­den ayrılmalarına izin vermesini istediler. Hz.
Musa (a.s.), bu esnada kendisinin ancak doğruyu söylediğini belirterek şöyle
demişti:

“Musa dedi ki:
‘Ey Firavun! Ben, âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından gönderilen bir
peygamberim. Bana gereken, Allah’a karşı ancak doğruyu söylememdir. Gerçekten
ben, size Rabbinizden bir mucize getirdim. Artık İsrailoğuliarı’nı benimle
birlikte gön­der.”[32]

İlâhlık taslayan bir
kral için, sarayında besleyip büyüttüğü bir gencin peygamberliğine iman etmek veya
onun talebini kabul ederek kavmini onunla birlikte göndermek kolay değildi.
Nitekim o, Hz. Musa {a.s.)’in davetini, üzerinde düşünmeye bile gerek görmeden
şiddetle reddetti ve önceden yapmış olduğu iyilikleri onun başına kaktı.
Ardından onu halkından birini öldürmekle suçladı ve nankörlükle itham etti. Hz.
Musa (a.s.) ise, o adamı öldürmek gibi bir niyetinin bulunmadığını, onun ölmesi
üzerine de böyle bir olaya sebep olmaktan duyduğu üzüntü içinde kor­kup
kaçtığını belirtti. Aradan yıllar geçtikten sonra ise Rabbinin kendisini
peygamber olarak görevlendirdiğini açıkladı. Başına kaktığı nimet hususunda da
gerekli cevabı verdi. Yapmış olduğu iyiliğin sebebinin, İsrailoğuliarı’nı
kul-köle edinmesi ve onların erkek çocuklarını öldürmesi olduğunu söyledi. Zîrâ
böyle bir uygulama olmasaydı kendisi bir sandık içinde Nil nehrine atıl­mayacak
ve Firavun tarafından büyütülmeyecekti. Yaptıklarının bu zulmün bir neticesi
olduğunu belirterek, iyilik sandığı şeyin gerçekte zulümden ibaret olduğunu
hatırlattı:

“Firavun şöyle
dedi: ‘Seni çocukken himayemize alıp yanı­mızda büyütmedik mi? Hayatının birçok
yılını aramızda geçirme-din mi? Sonunda, o yaptığın (kötü) işi de yaptın; sen
nankörlerden birisin!’

Musa, ‘Ben, o suçu o
vakit bilmeyerek, istemeyerek işledim. Sizden korkunca da hemen aranızdan
kaçtım. Nihayet Rabbim bana bir hikmet verdi ve beni peygamberlerden yaptı.
Başıma kaktığın o nimete gelince, gerçekte îsrailoğuUarı’m kul-k’öle edin­miş
olmandır.’ dedi.[33]

Firavun, daha sonra
Hz. Musa (a.s.)’a ”Âlemlerin Rabbi de nedir? “sorusunu sordu. Hz. Musa
(a.s.), O’nun bütün kâinatın Rabbi olduğunu, hakikati görenlerin bunu bildiğini
söyleyince, duyduklarına şaşırdığını gösteren alaylı bir tavır içinde etrafın­daki
adamlarına yönelip,. “Onun cevabını duymuyor musunuz?” diye sordu.
Sözlerini devam ettiren Hz. Musa (a.s.), “Alemlerin Rabbi olan Allah,
sizin de atalarınızın da Rabbidir.” diyerek, Al­lah’ın bir sıfatını daha
zikretti. Bu açıklama, Firavun’u öfkelen­dirmişti, yine etrafındakilere
dönerek, “Size gönderilen bu pey­gamberiniz mutlaka delidir.” dedi.
Hz. Musa (a.s.), onun şiddetli öfkesine ve ağır iftirasına aldırmadan,
âlemlerin Rabbi olan Al­lah’ı tanıtmaya devam etti. O’nun doğunun, batının ve
araların­da bulunan şeylerin Rabbi olduğunu, aklını doğru bir şekilde kullananların
bunu bildiğini söyledi. Ancak Firavun ve adamla­rının bu hakikatler üzerinde
düşünmek bile istemedikleri belliy­di. Kur’ân-ı Kerim, bu tartışmayı şöyle
anlatmaktadır:

“Firavun,
‘Âlemlerin Rabbi de nedir?’ diye sordu. Musa, ‘B-ğer gerçekten doğruyu öğrenmek
ve onu yürekten benimsemek is­tiyorsanız, O, göklerin, yerin ve aralarında
bulunan şeylerin Rab­bidir. ‘ dedi.

Firavun,
etrafındakilere, ‘işitmiyor musunuz?’ dedi. Musa şöyle dedi: ‘O, sizin de
Rabbiniz, daha Önceki atalarınızın da Rabbidir.’

Firavun, ‘Size
gönderilen bu peygamberiniz mutlaka delidir.’ dedi. Musa, ‘Şayet aklınızı
kullansanız anlarsınız ki, O, doğunun,-batının ve ikisinin arasında
bulunanların Rabbidir.’ karşılığını verdi. [34]

Hz. Musa (a.s.) ve Hz.
Harun (a.s.), Firavun ve adamlarını ikna etmeye çalıştılar, onları kâinat ve
ondaki intizamı düşün­meye sevketmek için çok uğraştılar, ancak onların buna
asla yanaşmadıklarını gördüler. Bu defa, peygamberlerini yalanlayan kavimlerin
azaba çarptırıldığını hatırlatarak onu ve adamlarını ikaz ettiler. Firavun ise,
tartışmayı davet dışında bâzı konulara çekmek istiyordu. Konuyu değiştirmek
niyetiyle, Hz. Musa (a.s.)’ a geçmiş milletlerin durumunu sordu. Hz. Musa
(a.s.), bunun bilgisinin sadece Allah katında olduğunu söyledikten sonra, Fi­ravun’u
düşünmeye sevkedeceğini sandığı bâzı hakikatleri sıra­ladı. Allah’ın hata
etmediğini ve hiçbir şeyi unutmadığını, yeryü­zünü yaratıp, orayı insanların
yaşayabileceği şekle getirdiğini, insanların ihtiyaçlarını karşılamak için
yağmur indirerek yeryü­zünde çeşitli bitkiler bitirdiğini, bütün bunlarda akıl
sahipleri için yeterli ibretin bulunduğunu söyledi. İnsanların aslının top­rak
olduğunu, öldükten sonra yine toprağa döneceklerini ve Kı­yamet gününde tekrar
oradan çıkarılacaklarını hatırlattı:

“Gerçekten bize
vahyolundu ki, şüphesiz azap, peygamber­leri yalanlayanların ve haktan yüz
çevirenlerin üzerinedir. Fira­vun şöyle dedi: ‘O halde, sizin Rabbiniz kimdir
ey Musa?’ Musa, ‘Bizim Rabbimiz, herşeye hilkatini veren, sonra da yolunu göste­rendir.
‘ dedi. Firavun, ‘Öyle ise, geçmiş asırlar halkının hâli ne­dir?’ diye sordu.
Musa şöyle dedi: ‘Onların hakkındaki bilgi, Rabbimin katındaki bir
kitapta/Levh-i Mahfuz’dadır. Benim Rab-bim, hata da etmez, unutmaz da. O ki,
yeryüzünü, size bir döşek yaptı. Orada, sizin için yollar açtı. Gökten bir
yağmur indirdi’

îşte bu yağmur ile
türlü bitkilerden çiftler çıkardık. Hem siz yiyin, hem de hayvanlarınızı
otlatın. Şüphe yok ki, bunda akıl sahipleri için elbette ibretler vardır. Biz,
sizin aslınızı topraktan yarattık, öldükten sonra sizi oraya döndürürüz.
Kıyamet günü de, oradan tekrar çıkaracağız.[35]

 

I. Fıravun’un İlahlık İddiası

 

Hz. Musa (a.s.)
tebliğini ısrarla devam ettirerek, akl-ı selim sahiplerini düşünmeye sevkedecek
bâzı hakikatleri dile getiriyor ve Allah’ın kendisine lütfettiği mucizeleri
gösteriyordu. Onun bu tutumu karşısında Firavun, meclisinde bulunan devlet
ricalinin Hz. Musa (a.s.)’dan etkilenmesinden ve bu yüzden onların üze­rindeki
nüfuz ve otoritesinin sarsılmasından korktu. Ülkesinde kendisinden başka bir
otorite tanımak niyetinde olmayan bu zâlim, yanındaki adamlarına dönerek,
onların rabbi olduğunu ve onlar için kendisinden başka bir ilâh tanımadığını
söyledi:

“Musa, Firavun’a
en büyük mucizeyi gösterdi. Fakat Fira­vun, onu yalanladı ve âsi oldu. Sonra
yüz çevirip fesat çıkarmaya girişti. İnsanları topladı ve haykırarak şöyle
dedi: ‘Ben, sizin en yüce rabbinizim!’ Bunun üzerine Allah, onu, ahiret ve
dünya aza­bına uğrattı. Bunda Allah’tan korkan için büyük bir ibret vardır.)[36]

İlahlik iddiasında bulunan
Firavun, ayrıca veziri Hâmân’a, kendisi için yüksek bir kule inşâ etmesini, bu
kuleye çıkıp, ya­lancılardan biri saydığı Hz. Musa (a.s.)’m Rabbine
ulaşabileceği­ni sandığını söyledi:

“Firavun, ‘Ey
ileri gelenler! Ben, sizin için, benden başka i-lûh tanımıyorum. Ey Hâmân!
Haydi benim için, çamuru pişir (tuğ­la imal et de) bana bir kule yap ki,
Musa’nın ilâhına çıkayım; ama sanıyorum, o, mutlaka yalan söyleyenlerdendir.’
dedi.”[37]

Firavun’un bu sözleri
ve onun gafleti, Kur’ân-ı Kerim’de bir başka yerde şöyle aktarılmıştır:

“Firavun, veziri
Hâmân’a, ‘Ey Hâmân! Benim için yüksek bir kule yap. Belki, onunla yollara,
göklerin yollarına ulaşırım da Mu­sa’nın ilâhını görürüm. Çünkü ben, Musa’nın
yalancı olduğunu sanıyorum.’ dedi İşte Firavun’un kötü ameli, kendisine böylece
güzel gösterildi ve doğru yoldan alıkonuldu. Firavun’un tuzağı hüsrandan başka
bir şeye yaramadı.[38]

Kur’ân-ı Kerim,
Firavun’un inşaatını emrettiği bu kulenin yapılıp-yapılmadığından
bahsetmemiştir. Muhtemelen o, halkı kandırmak maksadıyla böyle söylemiştir.
Ancak bâzı rivayetler­de, böyle bir kulenin yapıldığı ve hatta Firavun’un
maksadını gerçekleştirmek arzusuyla yani Hz. Musa (a.s.)’ın Rabbini gör­mek
niyetiyle kulenin üzerine çıktığı, oradan inişinde kana bu­lanmış bir ok
getirip, Hz. Musa (a.s.)’ın ilahını öldürdüğünü ve ok üzerindeki kanın onun
kanı olduğunu söylediği zikredilmiş­tir.[39]

 

I. Hz. Musa (A.S.)’ın Mucizeleri-Sihirbazlarla Müsabaka

 

İman etmek niyeti
taşımayan ve Hz. Musa (a. s.)’in söyledik­lerini reddedecek deliller bulmaktan
da aciz kalan Firavun onu davetten vazgeçirmek için kuvvete başvurdu. Hz. Musa
(a.s.)’i kendisinden başka birini ilah kabul etmeye devam ettiği takdirde
tutuklamakla tehdit etti. Bu sırada Hz. Musa (a.s.), peygamber olduğunu ve
doğru söylediğini gösteren apaçık deliller getirse de mi aynı şeyi yapacağını
sordu. Fîravun’un meydan okurcasına, “Doğrulardan isen delilini
getir!” demesi üzerine, asa ve beyaz el mucizelerini gösterdi. Ancak
Firavun, bu açık deliller karşısında da, ona inanmak yerine, aksine onu sihirbazlıkla
itham etti. Si­hir yoluyla kendilerini ülkelerinden çıkarmak için çalışmakla
suçladı. Hz. Musa (a.s.)’a ne yapılması gerektiğini, huzurunda bulunan devlet
adamlarına sordu. Yüksek devlet ricali, kendisi­ne ülkedeki meşhur sihirbazları
toplamasını, onlarla Hz. Musa (a.s.)’ı karşı-karşıya getirmesini tavsiye
ettiler. Hz. Musa (a.s.) ile Firavun ve yakınları arasında geçen bu konuşmalar,
Kur’ân-ı Kerim’de şöyle nakledilmektedir:

“Firavun, ‘Yemin
olsun ki, eğer benden başkasını ilâh edi­nirsen, seni zindana atılanlardan
ederim.’ dedi.

Musa, ‘Sana apaçık bir
delil getirmiş olsam da mı?’ dedi.

Firavun, ‘Eğer doğru
söyleyenlerden isen, getir onul’ dedi. Bunun üzerine Musa, asasını yere
bırakıverdi. Bir de ne görsün­ler, apaçık bir ejderha! Elini de (koynundan)
çekip çıkardı, bir de ne görsünler! Bakanlara bembeyaz görünen, nur saçan bir
el!

Firavun, çevresindeki
ileri gelenlere, ‘Gerçekten bu, çok bilgi­li bir sihirbaz. Büyüsüyle sizi
yurdunuzdan çıkarmak istiyor, ne emredersiniz?’ dedi.

Onlar ise, ‘Onu ve
kardeşini alıkoy, şehirlere sihirbazları toplayacak kimseler gönder. Ne kadar
çok bilgili sihirbaz varsa sana getirsinler.’ dediler.”[40]

Yönetimde önemli bir
yeri olan devlet ricali de, anlaşıldığı gibi Hz. Musa (a.s.) ve Hz. Harun
(a.s.)’ın   dâvetine, Firavun’un bakışıyla
bakıyorlar, onun zıddına hiçbir şey düşün emiyorlardı. Apaçık mucizeleri sihir
olarak niteleyen Firavun ve yakınları, İsrailoğulları ile birlikte Mısır’dan
ayrılmalarına izin verilmesini isteyen iki peygamberi, sihirleriyle ülkelerini
ve iktidarlarını elle­rinden alacak iki sihirbaz olarak görüyorlardı. Onların
bu dü­şüncesi ve Hz. Musa ile aralarında geçen konuşma, Kur’ân-ı Ke­rim’de bir
başka yerde şöyle zikredilir:

“Sonra o
peygamberlerin arkasından Firavun ve topluluğuna mucizelerimizle Musa’yı
gönderdik Fakat onlar, mucizelerimize karşı haksız davrandılar. Bozguncuların
akıbeti nasıl olurmuş bir bak!

Musa dedi ki: ‘Ey
Firavun! Şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından gönderilmiş bir
peygamberim. Bana, Allah’a dâir ancak gerçeği söylemem yaraşır. Rabbinizden
size apaçık bir delil getirdim. Artık İsrailoğullan’m benimle beraber salıver.’

Firavun, ‘Şayet doğru
söyleyenlerden isen ve bir delil getir-diysen, onu ortaya koy!’ dedi.

Bunun üzerine Musa,
asasını yere attı. Asa, hemen apaçık bir yılan oluverdi. Elini koynundan
çıkardı. Bir de ne görsünler, bakanlara nur saçan bembeyaz bir el!

Firavun kavminin ileri
gelenleri şöyle dediler: ‘Şüphesiz bu, çok bilgili bir sihirbazdır. Sizi
yurdunuzdan çıkarmak istiyor.’ Fi­ravun, onlara, ‘O halde ne emredersiniz?’
dedi.

Onlar, ‘Onu ve
kardeşinin işini şimdilik ertele ve şehirlere sihirbazları toplayacak adamlar
gönder. Ne kadar bilgili sihirbaz varsa, hepsini sana getirsinler.’ dediler.”[41]

Firavun ve adamları,
büyük ihtimalle, Hz. Musa (a.s.)’m a-sa ve beyaz el ile ilgili olarak
gösterdiklerinin mucize olduğunu anlamışlardı. Fakat gerçeği kabul etmek
çıkarlarına aykırı olun­ca, halkı Hz.Musa (a.s.)’a inanmaktan alıkoymak ve ona
karşı kışkırtmak için, onun bir sihirbaz, maksadının ise sihir yoluyla
ülkelerini ve saltanatlarını ellerinden almak ve kendilerini ülke­lerinden
sürüp-çıkarmak olduğunu söylemeyi gerekli gördüler. Böyle olunca, iki kardeşi,
ancak daha üstün sihirbazlarla mağ­lup edebilirlerdi. Bu düşünce ile Hz. Musa
(a.s.)’dan sihirbazlarla yapacağı toplantı ve müsabaka için kendilerine   bir gün ve yer belirlemesini istediler:

“Şüphesiz ki,
Firavun”a mucizelerimizin hepsini gösterdik. Buna rağmen Firavun onları
yalanladı ve iman etmemekte diren­di. Musa’ya şöyle dedi: ‘Sihrinle bizi
yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin ey Musa!? Biz de mutlaka sana, senin sihrin
gibi bir sihir getireceğiz. Şimdi sen, bizimle senin aranda bir buluşma zamanı
ve yeri tayin et. Ondan ne biz cayalım ne de sen. Buluşacağımız yer münasip bir
yer olsun.’

Musa, ‘Buluşma
zamanımız insanların süslenip kuşluk vak­tinde toplandıkları bayram günü
olsun.’ dedi.”[42]

Firavun, Hz. Musa
(a.s.)’m bu zaman tayinini kabul etmiş­ti. Hz. Musa (a.s.) ile Mısır’ın en
meşhur sihirbazları arasındaki buluşma ve müsabaka, bayram günü, bayram yerinde
kalabalı­ğın en yoğun olduğu kuşluk vaktinde yapılacaktı. Böylece büyük bir
kalabalık, gözlerinin önünde cereyan edecek olayları bizzat müşahede etmiş
olacaktı.

O dönemde Mısır’da
sihir çok yaygındı. Bilhassa firavunlar ve devlet adamları, sihire büyük önem
verirler, sihirbazları taltif ederlerdi. Bu sebeple ülkede çok sayıda sihirbaz
bulunuyordu. Firavun’un gönderdiği adamlar, ülkenin muhtelif şehirlerinde
yaşayan meşhur sihirbazları bir bir arayıp buldular ve onları bu önemli yarışma
için başkente getirdiler.

Bu sihirbazlar, Hz.
Musa (a.s.) ile karşılaşacakları bayram günü, bayram alanına getirildiler.
Diğer taraftan halkın yoğun bir şekilde katılımını sağlamak için gereken her
şey yapılmıştı. Görevlilerin teşvikiyle bayram yerine koşan insanlar,
aralarında, sihirbazlar galip gelirse onlara uyacaklarını konuşuyorlardı. Ga­lip
geleceklerinden emin görünen sihirbazlar ise, devlet ricalinin ortasında
tahtına kurulmuş oturan Firavun’a, galip geldikleri takdirde alacakları
mükâfatı soruyorlardı. Firavun da, onların üstün geleceğinden emindi, bu
takdirde sadece maddî mükafat vermekle yetinmeyeceğini, onları aynı zamanda
yakın adamları arasına alacağını vâdediyordu. Yüce Allah, onların bu durumu­nu
şöyle açıklamıştır:

“Böylece
sihirbazlar, belli bir günün tayin edilen vaktinde bir araya getirildi. Halka,
‘ Siz de toplanıyor musunuz? (haydi çabuk olun!)’ denildi.

İnsanlar, ‘Üstün
gelirlerse herhalde sihirbazlara uyarız.’ de­diler. Sihirbazlar geldiklerinde,
Firavun’a, ‘Şayet biz galip gelir­sek, muhakkak bize bir ücret var, değil mi?’
dediler. Firavun ce­vaben, ‘Evet, o takdirde hiç şüphe etmeyin^ gözde kimselerden
olacaksınız.’ dedi.”[43]

Müsabakanın başlaması
için artık her şey hazırdı. Ancak Hz. Musa (a.s.), müsabakaya başlamadan önce
karşısında top­lanan sihirbazları uyarmak ve onları bu işten vazgeçirmek
istedi. Allah adına yalan ve hileye başvurmaları durumunda büyük bir azaba
çarptırılacaklarını hatırlattı. Onun bu sözlerinden etkilen­dikleri anlaşılan
sihirbazlar, aralarında fısıldaşarak yaptıkları konuşmada, Hz. Musa (a.s.) ve
Hz. Harun (a.s.)’m Mısır halkının dinini değiştirmek, Firavun ve kavmini
yurtlarından çıkarıp ikti­darı ellerine geçirmek için çalışan iki sihirbaz
olduğunda görüş birliğine vardılar. Daha sonra mücadeleye başlamak için saflar
halinde ilerlediler ve Hz. Musa (a.s.)’a İster sen başla, ister biz
başlayalım!’ dediler. Hz. Musa (a.s.), ‘Siz başlayın!.’ deyince, si­hirlerini
ortaya koydular. Sihir malzemesi olarak kullandıkları iplerini ve bastonlarını
yere bıraktıklarında, bunlar canlanıp yılanlara dönüşmüştü. Hz. Musa (a.s.) da
diğer insanlar gibi, bu yılanları hareket eder bir halde gördü. Kur’ân-ı Kerim,
yarışın başlaması anını şöyle anlatmıştır:

“Bunun üzerine
Firavun, dönüp tedbir almaya girişti. Ne ka­dar sihirbaz varsa onlan topladı ve
sonra buluşma yerine getirdi.

Musa, sihirbazlara,
‘Vay halinize! Sakın Allah’a karşı yalan uydurmayın. Yoksa sizi azabıyla helak
eder. İftira atanlar mutla­ka hüsrana uğrar!’ dedi. Onlar aralarında
durumlarını tartıştılar ve gizlice fısildaştılar. Dediler ki: ‘Şüphesiz bunlar,
iki sihirbazdır; sizi yerinizden çıkarmak ve sizin üstün yolunuzu (dosdoğru
dini­nizi) ortadan kaldırmak istiyorlar. Onun için, siz hilenizi toplayın,
sonra saflar halinde gelin. Bugün galip gelen mutlaka zafere er­miş olacak!’

Sihirbazlar, ‘Ey Musa!
Ya sen at, veya önce biz atalım.! de­diler.

Musa, ‘Hayır, siz
atın.’ dedi. Bir de ne görsün, attıkları ipleri ve bastonları, onların
sihirleri dolayısıyla, Musa’ya gerçekten ha­reket ediyorlarmış gibi
görünüyor!”[44]

Sihirbazların yapmış
olduğu bu sihirle ortaya çıkan görün­tüler, Firavun ve adamlarını
sevindirmişti. Onların galip gelece­ğinden son derece emindiler. Bu ürkütücü
manzara, gözleri bü­yülenmiş olan halkı ise çok korkutmuştu. Kur’ân-ı Kerim,
onla­rın gözlerinin büyülenmesine ve korkularına şöyle işaret etmek­tedir:

“Sihirbazlar
şöyle dediler: ‘Ey Musa! Hünerini önce sen mi ortaya koyacaksın, yoksa ilk
başlayanlar biz mi olalım?’ Bunun üzerine Musa, ‘Önce siz atın.’ dedi.
Sihirbazlar marifetlerini orta­ya koyup sihirlerini yapınca, insanların
gözlerini büyülediler ve onlan korkuttular. Böylece büyük bir sihir getirmiş
oldular.”[45]

Bu dehşet verici
manzara, Hz. Musa (a.s.)’ın gönlünde de bir korku husule getirmişti. Belki de
onun asıl korkusu, halkın, sihirbazların sihir ve büyüsüne aldanacağı
endişesinden kay­naklanıyordu. İşte tam bu esnada, Allah Teâlâ yardımına
yetişti, ona korkmamasını söyledi ve sihirbazlara karşı mutlaka üstün
geleceğini müjdeleyerek elindeki asasını yere atmasını emretti. Sihirbazların
yaptığının ancak bir sihirbaz tuzağı olduğunu ve asanın onları yutacağını,
nereye giderlerse gitsinler sihirbazların asla iflah olmayacaklarını bildirdi.
Hz. Musa (a.s.), Allah (c.c.)’ dan aldığı emir üzerine asasını yere bırakınca,
büyük bir ejder­haya  dönüşen   asa 
bütün  yılanları yu tu vermiş
ti.   Bu 
müthiş manzara karşısında sihirbazlar onun yaptığının bir sihir olmadı­ğını
anlayıp derhal secdeye kapandılar ve bir ağızdan, “Musa ile Harun’un
Rabbine iman ettik.” dediler. Kur’ân-i Kerim, bu anı şöyle açıklamaktadır:

“Musa, içinde bir
korku hissetti. Biz, ona şöyle dedik: ‘Korkma! Üstün gelecek mutlaka sensin,
sen! Sağ elindeki asanı at da, onların yaptıklarını yutsun. Çünkü onların
yaptıktan, ancak bir sihirbaz tuzağıdır. Zâten sihirbaz, her ne isterse istesin
asla felah bulmaz.’ Musa’nın asası, bütün sihirleri yutunca, sihirbaz­lar,
secdeye kapandılar ve, ‘Biz, Harun ve Musa’nın Rabbi’ne i-man ettik.’ dediler.”[46]

Hz. Musa (a.s.)’m
asası, Yüce Allah’ın lütfuyla büyük bir yı­lana dönüşmüş, sihirbazların yılan
şeklinde görünen ip ve sopa­larını bir bir yutmuştu. Toplanmış olan kalabalık,
gözleri önünde cereyan eden bu müthiş manzarayı büyük bir hayretle seyretti.
Böylece, Hz, Musa (a.s.)’a verilen mucize, sihirbazların büyüleri­ni ortadan
kaldırmış, açık bir şekilde hak bâtıla üstün gelmişti. Kendilerine son derece
güvenen meşhur sihirbazlar, bütün ma­haretlerini kullanarak gerçekleştirdikleri
sihrin bir anda yok olduğunu görünce şaşırmışlar, Hz. Musa (a.s.)’ın
yaptığının, kendilerinin yaptığı gibi bir sihir değil; aksine İlâhî bir güç
oldu­ğunu anlamışlardı. Bu müthiş mucize karşısında hemen secdeye kapanarak,
âlemlerin Rabbi olan, Hz. Musa (a.s.) ve Hz. Harun (a.s.)’m rabbine iman
ettiklerini söylediler. Bir kaç saniye önce­sine kadar Firavun’un kendilerine
vereceği bahşişi düşünen bu insanlar, öfkeden köpürmüş bir vaziyette
kendilerini Hz. Musa (a.s.)’ın talebeleri olmakla itham edip ölümle tehdit eden
Fira­vun’un sözlerine hiç aldırmadılar, öldürülmekten korkmadıkla­rını; aksine
iman etmiş olmakla Allah tarafından affedilme ümidi taşıdıklarını ve bu yüzden
rahat olduklarını açıkladılar. Kur’ân-ı Kerim, müsabaka ve onların tavrını
şöyle açıklamaktadır:

“Musa,
sihirbazlara, ‘Ortaya koyacağınız ne varsa koyun.’ dedi Onlar, sihir iplerini
ve asalarını atıp, ‘Firavun hakkı için mut­laka galip gelecek olanlar biziz.’
dediler.

Musa da, asasını
bırakıverdi. Bir de ne görsünler, asa onla­rın uydurdukları şeyleri hep
yutuyor! Bunun üzerine sihirbazlar secdeye kapandılar. ‘Alemlerin Rabbine,
Musa’nın ve Harun’un Rabbine iman ettik.’ dediler.

Firavun, ‘Ben size
izin vermeden, ona iman mı ettiniz? Meğer o, size sihir öğreten büyüğünüzmüş!
Yakında göreceksiniz, mutla­ka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama
kestireceğim, hepinizi astıracağım!’ dedi.

İman eden sihirbazlar,
‘Zaran yok, bizim için fark etmez nasıl olsa biz, Rabbimize döneceğiz! îman
edenlerin ilki olduğu­muzdan, Rabbimizin hatalarımızı bağışlayacağını kuvvetle
ümit ederiz!’ dediler”[47]

Sihirbazların Hz. Musa
(a.s.) karşısında mağlup düşmekle kalmayıp, onun gerçek peygamber olduğunu
kabul ederek ona iman ettiklerini söylemeleri, Firavun’u öfkeden çıldıracak
hale getirmişti. Rivayete göre, bilgileri sayesinde gerçeği gören bu si­hirbazların
peşinden İsrailoğulları’nm pek çoğu da Hz. Musa (a.s.)’a iman etmişti. Firavun,
sihirbazlarının kendisinden izinsiz Hz. Musa (a.s.)’a iman etmelerine akıl
erdiremiyordu. Şüphesiz ki, bunun, kamu oyunda Hz. Musa (a.s.) lehine çok güçlü
bir delil kabul edilmesinden de çok korkmuştu. Allah’a ve peygam­berine iman
edilince, tahakküm ve zulüm yollarının kapanaca­ğını bildiği için, kamuoyunu
yanıltarak, Hz. Musa (a.s.) lehine gelişen olumlu havayı ortadan kaldırmak
istedi. Sihirbazları, kendisini ve kavmini ülkeden çıkarmak maksadıyla Hz. Musa
(a.s.) ile işbirliği yapmak ve bu tuzağı birlikte hazırlamakla itham etti.
Onların, İsrailoğulları’nm desteğiyle iktidarı ellerine alıp, Mısır’ın yerli
halkı Kıbtiler’i ülkeden çıkarmak niyetinde oldukla­rını söyledi. Halbuki o,
ülkesinin muhtelif şehirlerinden toplatmış olduğu bu sihirbazların uzun bir
süre Medyen’de kalan Hz. Musa (a.s.) ile tanışmadıklarını çok iyi biliyordu.
Maksadı, vatan elden gidiyor telâşına düşürerek halkı galeyana getirmekti. Geç­tiği
gibi, sihirbazları öldürüp cesetlerini astıracağına yemin et­mişti. Ancak
gerçeği görüp samimi bir şekilde iman etmiş olan sihirbazlar, bu tehditlere hiç
aldırmadılar. Cenab-ı Hakk’a duâ ederek, kendilerine sabır vermesini ve
müslümanlar olarak öl­meyi nasip etmesini istediler. Kur’ân-ı Kerim, hadiseyi
bir başka yerde şöyle dile getirir; “Biz, Musa’ya, ‘Asanı bırak!’ diye
vahyettik. Bir de ne gör­sünler, asa, onların büyü ile uydurdukları şeyleri
yutuyor. Artık hak meydana çıktı ve onların bütün yaptıklarının gerçek olmadığı
anlaşıldı. Artık orada yenilmişler ve küçük düşmüşlerdi. (Gördük­leri gerçek
karşısında) sihirbazlar, secdeye kapandılar ve şöyle dediler: ‘Alemlerin
Rabbine Musa ve Harun’un Rabbine iman et­tik.’

Firavun şöyle dedi:
‘Ben size izin vermeden ona iman ettiniz ha! Şüphesiz bu, halkı ülkeden
çıkarmak için şehirde kurmuş ol­duğunuz bir tuzaktır. Yakında başınıza
gelecekleri göreceksiniz: Yemin olsun ki, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama
kestireceğim! Sonra da, topunuzu astıracağım!’

Sihirbazlar ise ona,
‘Şüphesiz biz, Rabbimize döneceğiz. Se­nin bize kızman ve bizden intikam alman
da, sırf Rabbimizin âyet­leri gelince onlara iman etmemizden dolayıdır.’
dediler (ve sözleri­ni şu duâ ile tamamladılar) Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır
yağdır ve bizi müslüman olarak öldür.”[48]

Firavun’un öfke ve
tehdidi, gerçeği anlayınca hemen iman eden sihirbazları hiç etkilememişti.
Çünkü onlar, artık gerçeği görmüşler ve samimi bir şekilde iman etmişlerdi.
İnançları uğ­runda çarptırılacakları her türlü cezayı göze alabilirlerdi. Nite­kim,
kendilerini yoktan var eden Allah’a karşı asla Firavun’u tercih
edemeyeceklerini söylediler. Firavun’un vereceği cezanın sadece bu dünyada
geçerli olacağını belirterek, o anda kendileri­ne düşenin Allah’a sığınarak,
yapmış oldukları kötülükleri ve bilhassa Firavun’un zorlaması sonucu yaptıkları
sihrin günahını affetmesini dilemek olduğunu ifade ettiler. Bu tür tehditler,
Al­lah’a ve Ahiret gününe gerçekten inanan mü’minleri dinlerinden döndürmek
şöyle dursun; aksine her defasında olduğu gibi i-manlarmı güçlendirmeye
yaramıştı. Çünkü imanın kuvveti ve samimiyeti ancak bu tür zorluklar karşısında
ortaya çıkıyordu. Sihirbazlar, iman ettikten sonra bambaşka bir dünyanın insanı
olmuşlardı, artık sadece yaşamakta oldukları geçici dünya haya­tını değil,
ebedî hayat olan âhireti de düşünüyorlardı. Kendilerini en korkunç bir şekilde
öldüreceğini söyleyen Firavun ve adamlarina, âhirette kötülerin ve iyilerin
karşılaşacakları durumları hatırlatarak, bundan sonra bütün davranışlarında,
orada karşı­laşacakları durumu dikkate alacaklarını bildiriyorlardı.
İmanla-rındaki samimiyetlerinde en küçük bir şüphe dahi bırakmayan ibret dolu
cevaplan şöyle olmuştu:

“Firavun,
sihirbazlara, ‘Ben izin vermeden Musa’ya inandı­nız ha! O, size sihri öğreten
büyüğünüzdür. Öyleyse, ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama
keseceğim ve sizi hurma dal­larına asacağım! O zaman hangimizin azabı daha
şiddetli ve da­ha sürekli imiş, bileceksiniz!’ dedi.

îman etmiş olan
sihirbazlar dediler ki: ‘Biz, seni, bize gelen açık delillere ve bizi yaratana
tercih edemeyiz. Yapacağını yap, sen ancak bu dünya hayatında (istediğini)
yapabilirsin. Biz, Rabbimize inandık ki O, bizim günahlarımızı ve senin bizi
yapma­ya zorladığın sihiri bağışlasın. Allah, daha hayırlı ve O’nun müka­fat ve
cezası daha süreklidir.’

Şüphesiz, kim Rabbine
suçlu olarak gelirse, onun için Ce­hennem vardır; orada ne ölür, ne de yaşar.
Kim de Rabbinin hu­zuruna sâlih ameller işlemiş bir mü’min olarak gelirse, işte
onlar için yüksek dereceler vardır. İçinde ırmaklar akan Adn cennetleri vardır.
Orada sürekli kalırlar. İşte kendisini günahlardan arındı­ranın mükafatı
budur.”[49]

Hz. Musa (a.s.)’a iman
eden bu sihirbazlar, bâzı rivayetlere göre, Firavun tarafından hemen o gün
öldürülmüşlerdir. İbn Ke­sir, olayların akışından, onların aynı gün şehid
edildiğinin anlar sildiğini belirtir.[50]
Ancak Kur’ân-ı Kerim, bu konuda bilgi ver­memiştir. Buna bakarak, onların idam
edilmemiş olabileceğini düşünenler de olmuştur.  [51]

 

K. İkinci Defa İsrailoğulları’nın Erkek Çocuklarını Öldürme
Kararı-Zâlimlerin Akıbeti

 

Firavun, Hz. Musa
(a.s.)’ın göstermiş olduğu mucizeleri gö­rünce, onların gerçek olduğunu
anlamıştı. Ancak o ve adamları, sırf zalimlikleri ve kendilerini büyük
görmeleri yüzünden, vic­danlarının doğruluğuna kesin kanaat getirdiği bu
mucizeleri in­kâr ederek onların sihir olduğunu söylemeye devam ettiler. Ger­çeği
kabul edip ona boyun eğmeyi hiç mi hiç düşünmediler. Yüce Allah, bu gerçeği
şöyle açıklamıştır:

“Bu şekilde
âyetlerimiz/mucizelerimiz, hakikati gözlerine sokacak tarzda açık-seçik
gelince, (Firavun ve avânesi), ‘Bu apa­çık bir sihirdir!’ dediler. Ve
vicdanları bunların doğruluğuna kesin kanaat getirdiği halde, sırf zulüm ve
kendilerini büyük görmeleri yüzünden, bu mucizeleri inkâr ettiler. Fakat bak, o
bozguncuların âkibeti nasıl oldu!”[52]

Gerçeği görüp
anladıkları halde kibir ve zalimlikleri sebe­biyle iman etmeyen Firavun ve
adamları, halkın Allah’ın dinine girmesini engellemekte de kesin kararlıydılar.
Atalarının dinine sahip çıkmak ve başka bir dinin yayılmasını önlemek
gerekçesiy­le, insanları Hz. Musa (a.s.)’a inanmaktan alıkoymaya çalıştılar. Bu
konuda baskı ve şiddete başvurdular. Firavun’un zulmü, halkı gerçekten
korkutmuştu. Bu korku yüzünden, kendi kavmi İsrailoğulları’ndan az bir grup
hariç, insanlar Hz. Musa (a.s.)’a iman etmekten çekindiler:

“Bu ilk
peygamberlerin ardından da Musa ve Harun’u âyet­lerimizle Firavun ve erkanına
gönderdik. Ama onlar büyüklük tasladılar ve suçlu bir millet oldular.
Katımızdan onlara hak gelin­ce, ‘Doğrusu bu apaçık bir büyüdür.’ dediler.

Musa ‘Size gelen
gerçeğe dil mi uzatıyorsunuz? Bu sihir mi­dir? Sihirbazlar zaten başarı kazanamazlar.3
dedi. Onlar, Mu­sa’ya, ‘Sen, bizi, babalarımızı üzerinde bulduğumuz dinden çe­virmek
için ve yeryüzünde üstünlük ikinizin olsun diye mi geldin? Her ne olursa olsun
biz size inanmıyoruz.’ dediler.

Firavun ‘Bütün bilgin
sihirbazları bana getirin.’ dedi Sihir­bazlar gelince Musa onlara, ‘Atacağınızı
atın!’ dedi. Attıklarında, Musa, ‘Yaptığınız sihirdir, fakat Allah onu boşa
çıkaracaktır. Allah bozguncuların işini elbette düzeltmez. Suçlular istemese de
Allah sözleriyle hakkı gerçekleştirecektir.’ dedi.

Firavun ve devlet
ricalinin kendilerine fenalık yapmasından korktukları için, Musa’ya kavminden
az bir topluluk dışında iman eden olmamıştı. Çünkü Firavun o yerde çok üstün ve
gerçekten aşırı gidenlerdendi.

Musa kendine iman
edenlere, ‘Ey milletim! Siz, Allah’a ger­çekten iman etmiş ve teslim olmuşsanız
O’na güvenin!’ dedi.

Onlar, ‘Biz Allah’a
güvendik. Ey Rabbimiz! Bizi, o zâlim kavmin fitnesine düşürme! Ve rahmetinle
bizi o kafir kavimden kurtar!’ dediler.”[53]

Firavun ve adamları,
üzerinde bulundukları bâtıl inançla­rını savunmak için, bütün müşrikler gibi,
ata dinine sahip çık­ma edebiyatına başvuruyorlar, bu yolla vicdanları baskı
altında tutmaya çalışıyorlardı. Atalarından, Hz. Musa (a.s.) ve Hz. Harun
(a.s.)’m söylediklerine benzer bir şey duymadıklarını iddia ederek iki
peygamberi bozgunculuk ve bölücülükle suçluyorlardı. Onlar İnatlarında
dİrenseler de, Hz. Musa (a.s.), kimin hidâyet üzere olduğunu Allah’ın daha iyi
bildiğini, zâlimlerin ise asla felaha eremeyeceğini söylüyor; uydurma sihirdir
diyerek Allah’ın, ayet ve delillerini yalanlayanların, ancak zâlimler olduğunu
belirti­yordu:

“Musa onlara,
apaçık mucizelerimizi getirince, ‘Bu, uydu­rulmuş bir sihirden başka bir şey
değildir. Biz, atalarımızdan hiç böyle bir şey işitmedik.’ dediler. Musa,
‘Rabbim, kendi katından, kimin hidâyet rehberi getirdiğini ve hayırlı akıbetin
kime nasip olacağım en iyi bilendir. Muhakkak ki, zâlimler kurtuluşa eremez­ler.
‘ dedi.”[54]

Firavun’un
engellemesine rağmen, Hz. Musa (a.s.)’a iman edenlerin sayısı, az da olsa,
günden güne artıyordu. Bu durum karşısında ileri gelenler, bu gelişmeyi, büyük
bir tehlike sayarak, Firavun’u, Hz. Musa (a.s.) ve ona iman edenleri serbest bı­rakmakla
suçlamaya başladılar. Bunun üzerine Firavun, Hz. Musa (a.s.) ve ashabına
yapılan baskının arttırılacağını ve İsrail-oğulları’nın doğacak erkek
çocuklarının da doğumdan hemen sonra öldürüleceğini açıkladı. Kur’ân-ı Kerim,
bu korkunç karar hakkında şu bilgiyi vermektedir:

“Kavminin ileri
gelenleri, Firavun’a şöyle dediler; ‘Musa ve kavmini, yeryüzünde bozgunculuk
yapsınlar, seni ve ilâhlarını terk etsinler diye mi serbest bırakıyorsun?’
Firavun, şöyle cevap verdi: Onların oğullarını Öldüreceğiz, kadınlarını sağ
bırakacağız. Elbette, onların üzerinde kahredici bir güce sahibiz.”[55]

Mısır’ın idarî ve
askerî erkânı, mevcut statünün devamını sağlamak hususunda Firavun’dan da
kralcı kesilmişlerdi. Âyette işaret edildiği gibi, Hz. Musa (a.s.) ve
mü’minleri takipte onu ılımlı buluyorlar, ona bu tavrı bırakıp şiddet
politikasına baş­vurmayı teklif ediyorlardı. Onu atalarının dinine ve
ilahlarına daha ciddî bir şekilde sahip çıkmaya çağırıyorlardı. Ne Fira­vun’un
ne de onların, hiç bir işlerine karışmayan sahte ilâhla­rından herhangi bir
şikayetleri vardı. Buna karşılık, o ilâhları terkederek hayatlarına yön verecek
bir Allah ve peygamberlerine inanmayı ve işlerini onlara teslim etmeyi
istemiyorlardı.

Firavun, verdiği karar
doğrultusunda, Musa kavminin er­kek çocuklarını öldürtmeye başladı. Hz. Musa
(a.s.)’m doğu­mundan önce İsrailoğulları’nın Firavun’un tahtını tehdit edebile­cekleri
korkusuyla uygulanan bu zulüm, bu defa, insanları onun dinine girmekten
alıkoymak veya girenleri dininden döndürmek için tatbik ediliyordu. Firavun’un
bu zulmü, ilk günlerde, sâdece mü’minlerin imanlarını kuvvetlendirmeye ve Firavun’a
olan düşmanlıklarını arttırmaya yaramıştı. Hz. Musa (a.s.) da bu zulüm
karşısında, ashabını sabretmeye çağırıyor, gösterecekleri sabrın sonunda mutlak
bir zafer kazanacaklarını vâdediyordu. Allah dilemeyince hiç kimsenin bir şey
yapamayacağını, kuvvet ve kudretin sadece O’nun elinde olduğunu ve yeryüzünde
üstün­lüğü dilediğine vereceğini açıklıyordu. Ancak İsrailoğulları, bir süre
sonra bu baskıdan usandılar ve şikâyetlere başladılar. Ön­ceden de çeşitli
sıkıntılara uğratıldıklarını söyleyerek, içinde bu­lundukları durumdan dert
yanıyorlardı. Hz. Musa (a.s.), Allah Teâlâ’nın düşmanlarını helak edip
kendilerini hakim kılacağını müjdeleyerek, onların ümitsizliklerini gidermeye
çalışıyordu:

“Musa. kavmine,
‘Allah’dan yardım isteyin, sıkıntılara kat­lanın, şüphesiz ki, yeryüzü
Allah’ındır. Kullarından kimi dilerse, yeryüzüne onu mirasçı yapar.’ dedi.

İsrailoğulları şöyle
dediler: ‘Sen bize peygamber olarak gel­mezden önce de, geldikten sonra da biz
işkenceye uğratıldık.’

Musa, şöyle cevap
verdi: Umulur ki, Rabbiniz, düşmanları­nızı helak edecek, yeryüzüne sizi vâris
kılacak ve nasıl hareket ettiğinize bakacaktır.”[56]

Firavun’un Hz. Musa
(a.s.) ve ashabına yaptığı bu zulüme, Mü’min sûresinde de işaret edilmiştir:

“Andolsun ki,
Musa’yı ayetlerimizle ve açık bir delil ile, Fira-vun’a, Hâmân’a ve Karun’a
gönderdik. Onlar dediler ki: ‘Bu bir sihirbaz, bir yalancıdır.’

Bunun üzerine,
kendilerine tarafımızdan gerçeği getirince de, ‘Onunla beraber iman etmiş
olanların oğullarını öldürün, ka­dınlarını sağ bırakın!’ dediler. Kâfirlerin
düzeni, hep boşa çıkma­ya mahkumdur.”[57]

Firavun’un bu zulmü
karşısında Yüce Allah, Hz. Musa (a.s.) ve kardeşi Hz. Harun (a.s.)’a Mısır’da
İsrailoğulları için ken­dilerine mahsus bir mahalle kurmalarını, orada ibadet
edecekle­ri evler edinmelerini ve mü’minlere namazlarını bu evlerde kıl­malarını
söylemelerini emretti. Ayrıca inananların er geç kurtu­lacaklarını müjdeledi:

“Biz de, Musa ile
kardeşine şöyle vahyettik: ‘Kavminiz için Mısır’da bir takım evler hazırlayın,
bu evleri de kıbleye yönelenznamazgahlar yapın,   namazı  
dosdoğru   kılın.’ Aynca  Musa’ya, ‘Mü’minleri müjdele1.’ dedik.”[58]

Firavun ve devlet
ricali, gerçeği gördükleri halde, gurur ve kibirlerini terk edip bir peygambere
iman etmeyi hiç mi hiç dü­şünmüyorlardı. Çünkü bu sonuç, onları sıradan
insanların mer­tebesine, hatta önceden köle ve hizmetçi olarak kullandıkları
İsrailoğulları’nin seviyesine indirecek ve onlarla eşit yapacaktı. Halbuki
onlar, insanlar üzerinde kurmuş oldukları hâkimiyet ve saltanatı asla terketmek
istemiyorlardı. Bu üstünlüklerini devam ettirebilmek için bütün güçlerini
kullanmaya ve her yola baş­vurmaya hazırdılar. Mevcut şartlar da bütünüyle
kendilerinin lehine görünüyordu. Ancak, hiç akıllarına getirmeseler de kibir ve
gurur sahibi bütün münkir zâlimlerin sonu gibi, onların sonu da hüsran
olacaktı. Zâlimlerin akıbeti hakkındaki bu değişmez gerçek, Kur’ân-ı Kerim’de,
Firavun ve yakınlarıyla İlgili olarak da dile getirilmiş ve şöyle
buyurulmuştur:

“Sonra bir takım
âyetlerimiz ve açık bir ferman ile Musa’yı ve kardeşi Harun’u, Firavun ve
halkının ileri gelenlerine gönder­dik. Fakat onlar, kibirlerine yediremediler
ve zaten onlar büyük­lük taslayan bir topluluk idiler.

Onlar, ‘Musa ve
Harun’un kavimleri bize kölelik edip durur­ken, şimdi biz, kalkıp bizim gibi
iki insana iman eder miyiz?!’ de­diler. Musa ve Harun’u yalanladılar da bu yüzden
helak edilen­lerden oldular.”[59]

“Musa, Firavun’a
en büyük mucizeyi gösterdi. Fakat Fira­vun, onu yalanladı ve âsi oldu. Sonra
yüz çevirip fesat çıkarmaya girişti. İnsanları topladı ve haykırarak şöyle
dedi: ‘Ben, sizin en yüce Rabbinizim!’ Bunun üzerine Allah, onu, Ahiret ve
dünya a-zabına uğrattı. Bunda Allah’tan korkan için büyük bir ibret var­dır.[60]

Cenab-ı Hak, Sevgili
Peygamberimiz (s.a.v.)’e hitaben, yer­yüzünde büyüklük taslayan ve Allah’a
döndürülmeyeceklerini  zanneden Firavun
gibi zâlimlerin sonu hakkında şöyle buyur­maktadır:

“Firavun ve
askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tas­ladılar. Bize
döndürülmeyeceklerini sandılar. Biz de, Firavun’u ve askerlerini yakalayıp
denize attık. Ey Muhammedi Zâlimlerin akı­beti nasıl oldu bir bak! Biz, onlan
dünyada insanları Cehennem ateşine çağıran önderler yaptık. Kıyamet günü de
yardımsız bira-kılacaklardır. Bu dünya hayatında onları lanete uğrattık.
Kıyamet günü de onlar, hor ve hakir görülen kimselerden olacaklardır.”[61]

Firavun ve Mısır
eşrafı, büyük servetlere sahip İdiler. Onlar arasında Firavun’a yakınlığıyla
bilinen Karun’un hazinelerinin sâdece anahtarlarını, ancak güçlü kuvvetli bir
topluluk taşıyabi­liyordu. Kur’ân-ı Kerim’de onun azgınlığı, kibri ve serveti
hak­kında şöyle denilmektedir:

“Şüphesiz ki,
Karun, Musa’nın kavmindendi. Fakat, onlara karşı kibirlenip azdı. Bİz ona, öyle
hazineler vermiştik ki, onların anahtarlarını, güçlü-kuvvetli bir topluluk
zorlukla taşıyabiliyordu. Bir vakit, kavmi ona şöyle demişti: Şımarma, şüphesiz
ki Allah, şımaranlan sevmez. Allah’ın sana verdiği nimetlerle Ahiret yur­dunu
da gözet! Dünyadan nasibini de unutma! Allah’ın sana ih­san ettiği gibi sen de
başkalarına iyilik et! Yeryüzünde bozguncu­luk isteme. Çünkü Allah bozguncuları
sevmez.”[62]

Malı ve mülküyle
şıınarıp böbürlenenlerin başında, hiç şüphesiz, tanrılık taslayan Firavun
geliyordu. Üstünlüğün dün­ya malında ve dünyevî iktidarda olduğunu sanan bu
zâlim, ser­vetiyle övünür, maddî sıkıntılarla karşı-karşıya kalan Hz. Musa
(a.s.) ve kavminin durumuyla alay ederdi:

“Firavun,
kavminin içinde bağırıp şöyle dedi: ‘Ey kavmim! Mısır krallığı ve sarayımın
altından akan şu nehirler benim değil mi? Artık gözünüzü açsanıza! Yoksa, ben
hem zavallı hem de ne­redeyse meramını anlatmaktan aciz olan şu adamdan daha ha­yırlı
değil miyim? Eğer o, dediği gibi ise, üzerine altın bilezikler atılsa veya
beraberinde melekler gelip onu destekleseler ya!’

Firavun, kavmini
tahkir etti. buna rağmen onlar, ona itaat ettiler. Doğrusu onlar, yoldan çıkmış
fâsık bir kavim idi.[63]

Firavun ve devlet
erkanının bu zenginliğine karşılık, halkın büyük bir ekseriyeti geçim sıkıntısı
içindeydi. Ancak onlar, dün­yalıklarına bakıp, Firavun’u Hz. Musa (a.s.)’dan
daha üstün ve buna bağlı olarak haklı zannediyorlar veya korkularından öyle
görünüyorlardı. Ayette işaret edildiği gibi, kendilerini aşağılama­sına rağmen
bu fâsıka itaate devam ediyorlardı. [64]

 

L. Firavun Ve Kavminin Çeşitli Sıkıntılara Uğratılması

 

Hz. Musa (a.s.)’m getirmiş
olduğu açık mucizeler ve verdiği güzel öğütler, Firavun ve yakınlarının
akıllarını başlarına getirmeye yetmemişti. Aksine onlar, küfür ve inatlarını
devam ettiri­yorlar, kendileri inanmaya yanaşmadıkları gibi, halkın inanma­sını
engelliyorlar ve inananları dinlerinden döndürmek için her yola başvuruyorlar,
şiddetlerini gittikçe artırıyorlardı. Bu durum karşısında, onların sahip
oldukları zenginlik ve kuvvete güvene­rek böyle davrandıklarını bilen Hz. Musa
(a.s.) ve Hz. Harun (a.s.), Allah’a yalvararak, onları mallarını ellerinden
almakla im­tihan etmesini istediler. Umulur ki, sahip oldukları mallar yü­zünden
şımaran bu azgınlar, servetlerini kaybedince akıllarını başlarına toplarlar,
içine düşecekleri maddî sıkıntılar, onların kalbî duygularını harekete geçirir
de, onları mü’minlere işkence yapmaktan alıkoyar; hatta müslüman olmalarına
zemin hazır­lardı. Yüce Allah, kabul ettiğini bildirdiği bu duayı, Hz. Musa
(a.s.)’m dilinden şöyle hikaye etmektedir:

“Musa, şöyle duâ
etti: ‘Rabbimiz! Şüphesiz ki sen, Firavun ve kavminin ileri gelenlerine dünya
hayatında ziynetler ve nice nice mallar verdin. Rabbimiz! Neticede bu
dünyalıklar, onları yo­lundan saptırsın diye mi? Rabbimiz! Onların mallarını
yoket! Kalplerini sıktıkça sık, çünkü onlar, can yakıcı azabı görmedikçe iman
etmeyecekler.’

Allah, ‘İkinizin duası
da kabul edildi. Doğru yolda yürümeye devam edin. Kendilerini bilmeyenlerin
yoluna uymayın.’ dedi. “[65]

Cenab-ı Hak, Hz. Musa
(a.s.) ile Hz. Harun (a.s.)’m, Fira­vun ve kavminin kıtlıkla imtihan edilmesi hususundaki
duaları­nı kabul etmişti. Dolayısıyla akıllarını başlarına almaları, küfür ve
zulümden vazgeçip iman etmeleri için, ilâhî bir uyarı olan fiilî âyetler
gönderdi. Mısır’da şiddetli bir kuraklık ve bunun sonun­da kıtlık başladı.
Ancak onlar, bu sıkıntıların, mü’minlere yap­makta oldukları kötülükler ve
işledikleri günahlar sebebiyle gel­diğini bir süre farkedemediler. Daha sonra
ise, ansızın başlayan şiddetli yağmurlar sebebiyle yükselen sular, ovalan ve
yerleşim yerlerini kapladı. Malları ve hayvanları telef etti. Bu ikinci felâket
sebebiyle, sanki akıllarını başlarına toplamışlardı. Hz Musa (a.s.)’a gelerek,
ondan yağmurları durdurması için rabbine duâ etmesini istediler. Duâsıyla
yağmurlar kesildiği takdirde kendisine iman edeceklerine ve İsrailoğullarıyla
birlikte Mısır’dan ay­rılmasına izin vereceklerine söz verdiler.  Hz. 
Musa (a.s.) Yüce Allah’a yalvarmca, 
duası kabul  edildi ve yağmurlar
bir anda durdu, sular çekildi, toprak zirâat edilebilir hâle döndü. Hatta o
yıl, toprak çok bol ürün verdi. Ancak onlar verdikleri sözü tut­madılar ve Hz.
Musa (a.s.) ile mü’minlere kötülük yapmaya de­vam ettiler. Cenab-ı Hak, bu defa
onları çekirge ile imtihan etti. Ortaya çıkan çekirge sürüleri,  bütün mahsulü yiyip bitirmiş, yenilmedik   ekin  
bırakmamıştı.   Sözlerini   tutmayan  
Mısırlılar, tekrar Hz. Musa (a.s.)’a geldiler ve yine söz vererek
rabbine duâ etmesini istediler. Hz. Musa (a.s.), onları bu defa da geri çevir­memiş
ve duası sonucu çekirgeler kaybolmuştu. Bu sayede tek­rar bol ürün elde eden Mısırlılar,
ahidlerini yine bozmuşlar, yeni bir cezayı haketmişlerdi. Onlar üçüncü olarak
haşerât ile cezaya çarptırıldılar. 
Ekinleri yiyen böcekler veya insanlara musallat olup onları rahatsız
eden ve uykudan alıkoyan bitler olarak an­latılan bu haşerât, onların dünyasını
karartmıştı. Tâkatları tü­kenince, tekrar Hz. Musa (a.s.)’a gittiler,
kendilerine acımasını isteyerek yine duasına başvurdular. Onun duasının
bereketiyle bu kere de belâdan kurtulmuşlardı. Ne var ki onlar, yine ahdi
bozmakta gecikmemişlerdi. Allah Teâlâ, bu hâin topluma, bu defa kurbağaları
musallat kıldı.  Her yer kurbağalarla
dolup-taşmiştı. Evlerini, elbiselerini ve yemek kaplarını kurbağalardan temizle
-yeriliyorlardı.  Bir kimse,  elbisesini veya yemek kabını açacak olsa,
içinde muhakkak bir çok kurbağa buluyordu. Ağız­larını açanlar, bir anda
kurbağaların ağızlarına sıçradığını görü­yorlardı. Çaresizlik, onları tekrar
Hz. Musa (a.s.)’a götürmüştü. Onun duasının bereketi, Firavun ve kavmini, ancak
az bir süre rahat ettirdi. Çünkü onlar, yine ihanet etmişlerdi. Bu defa, onlar
kan ile sıkıntıya uğratıldılar;  suları
bütünüyle kana bulandı. Nehir veya kuyulardan aldıkları sular, anında kana
dönüşüyor­du. Firavun ve kavmi, bütün bu ilâhî cezalara rağmen, bir türlü
uslanmıyor ve bu olaylardan alınması gereken ibreti almıyordu. Hatta onlar, bu
sıkıntıların   Hz. Musa (a.s.) ve ashabı
yüzünden yaşandığını iddia ediyorlardı. Kur’ân-ı Kerim, bu cezalar ve onla­rın
tutumlarını şöyle anlatmaktadır:

“Şüphesiz biz,
düşünüp ibret alsınlar diye, Firavun kavmini senelerce kıtlık ve ürün-meyve
azhğıyla cezalandırdık. Fakat ken­dilerine iyilik ve bolluk geldiği zaman,
‘İşte bu bizim hakkımızdır, bize aittir.’ dediler. Başlarına bir kötülük
geldiği takdirde ise, bu­nu, Musa ve beraberindekilerin uğursuzluğuna
yorarlardı. İyi bilin ki, onların uğursuzluk saydıkları şey, Allah katındandır.
Fakat çoğu bunu bilmez.

Firavun kavmi,
Musa’ya, ‘Bizi büyülemek için ne kadar mu­cize getirirsen getir, sana inanacak
değiliz.’ dediler. Bunun üzeri­ne onlara açık mucizeler olarak tufan, çekirge,
haşerât, kurbağa ve kan gönderdik. Yine de büyüklük tasladılar ve suçlu bir
kavim oldular. Üzerlerine azap inince, şöyle dediler: ‘Ey Musa! Sana verdiği
ahde binâen bizim için Rabbine duâ et. Eğer bu azabı biz­den kaldırırsan, yemin
olsun ki, sana iman eder ve İsrailo-ğulları’nı seninle beraber göndeririz.’

Ne zaman ki,
varacakları bir süreye kadar üzerlerinden a-zabı kaldırdık, hemen yeminlerini
bozmaya giriştiler. Bunun üze­rine onlan cezalandırdık. Ayetlerimizi
yalanladıkları ve onlardan gafil oldukları için denizde boğduk.![66]

Anlaşıldığı gibi
Firavun ve kavmi, sıkıntıların kalkması du­rumunda iman edeceklerine söz
vererek Hz. Musa (a.s.)’dan bu­nun için duâ istiyorlar, ancak sıkıntılar
kalkınca sözlerinden dönüyorlardı. Peş peşe yaşadıkları büyük sıkıntılar ve bu
sıkıntı­ları ortadan kaldıran mucize ve delillere rağmen, gafletten
u-yanmamışlardı. Aksine onlar, mucizelerle alay ediyorlar ve onları Hz. Musa
{a.s.)’in sihri olarak niteleyip bozgunculuklarını arttı­rarak devam
ettiriyorlardı:

“Andolsun ki,
Musa’yı, mucizelerimizle, Firavun ve kavmine gönderdik. Musa, ‘Haberiniz olsun,
ben bütün âlemlerin Rabbinin peygamberiyim.’ dedi.

Onlara böyle
mucizelerimizle vardığında, onlar hemen bu mucizelere gülüverdüer. Onlara
gösterdiğimiz her mucize, diğerin­den daha büyüktü. Belki vazgeçerler diye
tuttuk onlan azaba çek­tik. Bu halde iken bile, diyorlardı ki, ‘Ey sihirbaz!
Sende olan ahdi hürmetine bizim için duâ et, çünkü artık biz yola geleceğiz’
Bunun üzerine, kendilerinden azabı kaldırdığımız zaman hemen cayıverdiler.[67]

Firavun, peşpeşe
gönderilen bu dokuz büyük fiilî mucizeye rağmen, hâlâ Hz. Musa (a.s.)’ı
sihirbaz olarak nitelemeye devam ediyordu. Nitekim Yüce Allah, Peygamberimiz
(s.a.v.)’e hitaben şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz ki biz,
Musa’ya apaçık dokuz mucize vermiştik. Ey Peygamber! İsrailoğulları’na sor,
Musa kendilerine geldiğinde Firavun, ‘Ey Musa! Öyle sanıyorum ki, sen
büyülenmiş birisin.’ demişti.

Musa da, ‘Ey Firavun!
Biliyorsun ki, bu mucizeleri göklerin ve yerin Rabbi olan Allah’tan başkası
indirmemiştir. Onlar, benim doğruluğumu açıkça ortaya koymaktadır. Ben de
sanıyorum ki, ey Firavun, sen helak olacaksın.’ dedi.[68]

Hz. Musa (a.s.)’a bu
âyette işaret edilen dokuz mucizeden başka mucizeler de verilmiştir. Yeri
geldikçe bunlara da işaret edeceğiz. Bu âyetteki dokuz mucize, Firavun ve
kavminin müşa­hede ettiği mucizelerdir. Ne var ki, onlar, bunların sihir oldu­ğunda
diretmişler, asla imana yanaşmamışlardır. [69]

 

M. Fîravun’un, Hz. Musa’yı Öldürme Kararı-Ona Karşı İman
Ettiğini Açıklayan Ve Hz. Musa’yı Savunan Mü’min

 

Firavun, Hz. Musa
(a.s.)’ı davetten vazgeçirmek ve insanları ondan uzaklaştırmak maksadıyla
aldığı ve giderek sertleştirdiği tedbirlerin işe yaramadığını gördükçe çileden
çıkıyordu. Hz. Mu­sa (a.s.)’ı sihirbaz olarak nitelemesi, ona İman edenleri
ölümle tehdit etmesi ve İsrailoğulları’nm yeni doğan erkek çocuklarım öldürme
kararı alması, ne onu davetten vazgeçirmiş, ne de ona katılımı durdurmuştu. Bu
durum karşısında Firavun, meseleyi temelden halletmek için Hz. Musa (a.s.)’ı
öldürmeye karar verdi. Bunun için de bir gerekçe uydurmuştu: Halkının dinini
değiş­tirmesinden ve yeryüzünde fesat çıkarmasından korkması!

“Firavun dedi ki:
‘Bırakın beni, Musa’yı öldüreyim. Varsın o Rabbine yalvarsın! Çünkü ben, onun,
dininizi değiştirmesinden veya yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum.”[70]

Firavun, Hz. Musa
(a.s.)’m kavminin dinini değiştirmesin­den korktuğunu söylerken uykularını
kaçıran gerçeği dile getiri­yordu. Çünkü Hz. Musa (a.s.), onun ve kavminin
bâtıl dini put­perestliği ortadan kaldırmakla görevlendirilmişti. Ancak, yeryü­zünde
fesat çıkarmak, Hz. Musa (a.s.)’ın değil, ona bu ithamda bulunan Firavun’un
işiydi. Çünkü Hz. Musa (a.s.}, yeryüzüne ıslah için gönderilmişti ve görevi
bunu gerçekleştirmekti. Firavun gibi bozguncular ise, nefislerinin emrinde
sadece kendi durum­larını düzeltmeye çalışıyor, halkı sömürmelerini
engelleyecek hidayet rehberlerine iftira atarak onları fesat çıkarmakla suçla­ma
yoluna gidiyorlardı.

Firavun tuzağını kura
dursun, Allah Teâlâ’nm onun hilesi­ni başına yıkarak Hz. Musa (a.s.)’ı onun
tuzağından kurtaracağı muhakkaktı. Çünkü Hz. Musa (a.s.), onun gibi
raüstekbirlerin zulmünden Allah’a sığmıyor ve onları Allah’a havale ediyordu:

“Musa da
Firavun’a ve kavmine şöyle dedi: Ben, hesap gü­nüne inanmayan her kibirliden,
benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a sığındım.”67

Hz. Musa (a.s.)’ı
Öldürmeye karar veren Firavun, yakın a-damlarıyla onu nasıl öldüreceğini
konuşacaktı. Ancak, konuyu açtığında hiç beklemediği bir itirazla karşılaştı.
Kendi ailesinden ve onun önemli devlet adamlarından olan bir şahıs Hz. Musa
(a.s.)’a iman etmiş, bu durumu o ana kadar gizlemişti. Fira­vun’un bu teklifi,
önceleri iman ettiğini gizleyerek bâzı tedbirlerle bir süre Firavun’u oyalamaya
çalışan bu adamı harekete geçirdi. Büyük bir cesaretle Firavun’un yüzüne, Hz.
Musa (a.s.)’a iman ettiğini açıkça söyledi. Ona karşı Hz. Musa (a.s.)’ı
savundu, o-nun öldürülmesine karşı çıkarak bildiği gerçekleri korkmaksızm dile
getirdi. Hz. Musa (a.s.)’m ölüm cezasını gerektirecek bir suç işlemediğine
dikkat çekerek, “Rabbim Allah’dır” diyen ve doğru­luğunu İspat için
açık mucizeler getiren bir kimsenin öldürül-memesi gerektiğini söyledi. Hz.
Musa (a.s.)’m söylediği şeylerde yalancı olduğu farzedüse bile, bu yalanın
sadece kendisine zarar vereceğini, şayet doğru söylüyorsa, haber verdiği azabın
başları­na gelebileceğini hatırlattı. Sahip oldukları güç ve kuvvetin Al­lah’ın
azabını kendilerinden uzaklaştıramayacağını ifade etti. Geçmiş kavimlerin
işledikleri kötülükler yüzünden Allah’ın ga­zabına uğradıklarını hatırlatarak,
kendilerinin başına da böyle bir azabın gelebileceğini söyledi ve bilhassa
Ahiret gününün a-zâbmdan sakınmalarını istedi.

Ayrıca Hz. Musa
(a.s.)’m getirdiği mesajın yeni olmadığını, Önceden Hz. Yusuf (a.s.)’m da
atalarına aynı mesajı getirmiş ol­duğunu vurguladı. Ancak Firavun, inadında
direniyordu. Onun kesin tavrı üzerine bu cesur mü’min, ölümü de göze alarak,
onu ve avenesini sapıklıktan uzaklaşmaya ve yalancı dünyaya al-danmamaya
çağırdı. Ebedî olan ahiret yurdu için çalışıp hazırlık yapmalarını Öğütledi.
Orada iyilik ve kötülük yapanların, yaptık­larının karşılığını aynen
bulacaklarını, mü’minler kurtulurken kafirlerin azaba duçar olacaklarını
söyledi. Daha sonra, kendisi­nin onları kurtuluşa çağırdığını, onların ise
kendisini ateşe davet ettiklerini hatırlattı. Tapmakta oldukları sahte
ilâhların ne dün-, yada ne de ahirette bir fayda verebileceklerini söyleyip,
dönüşün Allah’a olduğunu açıkladı.

Bu cesur ve bahtiyar
kişi, zâlim Firavun’un karşısında gös­terdiği üstün cesaret ve fedakarlığının
dünyadaki mükafatını, kavminin uğradığı kötü azaptan kurtularak almıştı.
Şüphesiz asıl mükafatını, ebedî âlemde alacaktı. Cenab-ı Hak, onun du­rumu
hakkında şu bilgiyi vermiştir:

“Firavun
ailesinden, imanını gizleyen mü’min bir adam, kavmine hitaben şöyle dedi: ‘Bir
adamı, Rabbim Allah’dır, dediği için öldürecek misiniz? Halbuki o size,
Rabbinizden apaçık deliller getirmiştir. Eğer yalancı ise, yalanının vebali
sadece kendisinedir.

Eğer doğru söylüyorsa,
size vadettiği azabın bir kısmı mutlaka başınıza gelir. Şüphesiz ki Allah,
haddi aşan yalancıyı, hiç bir zaman hidâyete eriştirmez.

Ey kavmim! Yeryüzünde
galip olarak bugün hâkimiyet si­zindir. Eğer bize Allah’ın azabı gelip çatarsa,
bizi O’nun azabın­dan kim kurtarabilir?’ Firavun şöyle dedi: ‘Ben, size sadece
kendi görüşümü söylüyorum. Ben, sizi ancak doğru yola sevkediyorum.’

Firavun ailesinden
imanını gizleyen o mü’min adam şöyle dedi: ‘Ey kavmim! Doğrusu, peygamberlerine
karşı gelen topluluk­ların uğradıkları azap günleri gibi bir günün başınıza
gelmesinden korkuyorum. Nuh, Âd, Semüd ve onlardan sonra gelen kavimlerin azabı
gibi. Yoksa Allah, kullarına zulmetmeyi asla istemez. Ey kavmim! Sizin için,
insanların birbirlerine bağnşıp-çağnşacaklan o Kıyamet gününden korkuyorum. O
gün, arkanızı dönüp Allah’ın azabından kaçmak isteyeceksiniz. Fakat hiç kimse,
sizi Allah’ın azabından koruyamayacaktır, Allah, kimi doğru yoldan saptırır-sa,
artık onu hidâyete erdirecek hiç bir kimse yoktur. Andolsun ki, daha önce Yusuf
da, size apaçık delillerle gelmişti. Onun getirdik­lerinden de devamlı şüphe
etmiştiniz. Yusuf ölünce de, ‘Allah, bundan sonra hiç bir peygamber
göndermeyecek.’ demiştiniz. İşte Allah, haddi aşan şüphecileri böyle saptırır.

O şüpheciler,
kendilerine verilmiş bir delil bulunmadan Al­lah’ın ayetleri üzerinde münakaşa
ederler. Onların bu hareketleri, Allah’ın nezdinde de, mü’minlerin yanında da,
büyük bir gazap vesilesidir. Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte
böyle mühürler.[71]

Hz. Musa (a.s.)’a iman
ettiğini açığa vurup onun uğrunda Firavun’a başkaldırmaktan çekinmeyen bu cesur
mü’min, ko­nuşmasını devam ettirdi. Firavun ve maiyetine, kendisine uy­dukları
takdirde, onlara doğru yolu göstereceğini söyleyerek, dünya hayatının geçici
olduğunu ve buna aldananların kaybede­ceğini, asıl ebedî yurdun ahiret olduğunu
hatırlattı. Dünyada peygamberlere inanarak iyilik yapanların âhirette cennetle
mü-kafatlandırılacaklarmı, kötülük yapanların ise bu kötülüklerin karşılığını
göreceklerini söyledi. Onlarla kendisi arasındaki du­ruma hayret ettiğini
belirtip, ‘Ben sizi kurtuluşa çağırırken, siz beni ateşe, cehenneme
çağırıyorsunuz.’ diyerek, üzerinde bulun­dukları şirk inancının yanlış
olduğunu, Allah’a ortaklar koşma­nın bu dünyada veya âhirette hiç bir
faydasının olmayacağını ifade etti. Sonunda Allah’a dönüleceğini, haddi
aşanların cehen-nem’e gideceğini ve orada bu söylediklerini hatırlayacaklarını
söyledi. Allah’ın bütün bunları bildiğini vurguladı. Kur’ân-ı Ke­rim, onun bu
nasihatini aktardıktan sonra, Allah’ın onu Fira­vun’un elinden kurtardığını,
Firavun ve kavmini ise helak ettiği­ni ve âhirette de onları şiddetli azaba
çarptıracağını bildirmekte­dir:

“Firauun’Un
ailesinden imanını gizleyen o mü’min, sözlerini şöyle devam ettirdi: ‘Ey
kavmim! Bana uyun, size doğru yolu gös­tereyim. Ey kavmim! Muhakkak bu dünya
hayatı gelip geçici bir geçimlikten ibarettir. Âhiret ise, şüphesiz karar
kılınacak ebedî bir mekandır. Kim bir kötülük yaparsa, ancak yaptığı kötülük
kadar ceza görür. Kim de, erkek olsun, kadın olsun mü’min olarak bir sâlih amel
işlerse, işte onlar, cennete girerler ve orada hesapsız nimetlerle
rızıklandınlırlar.

Ey kavmim! Nedir, bu
başıma gelen? Ben, sizi kurtuluşa da­vet ediyorum, siz ise, beni ateşe
çağırıyorsunuz. Siz, beni Allah’ı inkâr etmeye ve mahiyetini bilmediğim bir
şeyi O’na ortak koşma­ya davet ediyorsunuz. Ben ise sizi, her şeye galip ve çok
affedici olan Allah’a davet ediyorum. Şüphesiz ki, sizin beni davet ettiği­niz
şey, ne bu dünyada ne de âhirette çağrılmaya lâyık bir şeydir. Bizim
dönüp-varacağımız yer, Allah’ın huzurudur. Haddi aşanlar, işte onlar,
cehennemliklerin ta kendileridir. İleride size söylediklerimi
hatırlayacaksınız. Ben, işimi Allah’a bırakıyorum. Şüphesiz ki Allah, kullarım
çok iyi görendir.’

Allah, o mü’min adamı
Firavun ve adamlarının kötülükle­rinden korudu. Firavun’un taraftarlarını ise
kötü bir azap kuşatı-verdi. O azap, onların sabah akşam mâruz kalacakları
ateştir. Kıyamet kopunca, ‘Firavun’un taraftarlarını azapların en şiddetli­sine
sokun!’ denilecektir. “[72]

 

N. Mısır’dan Çıkış-Firavun Ve Ordusunun Denizde Boğulması

 

Hz. Musa (a.s.)
davetini yürütmek için, Firavun ve kavmi­nin kötülüklerine karşı sabır zırhına
bürünerek bütün güç ve gayretini kullanmış ve bir süre sonra kendisine
samimiyetle ina­nan bir mü’minler cemaati oluşturmuştu. Ona inananlar, inanç­larını
korumak hususunda, kendilerine yapılan kötülüklere sa­bırla göğüs germişler,
imanlarmdaki samimiyetlerini ispat ede­rek, Allah tarafından kurtarılmayı
haketmişlerdi.

Diğer tarafta ise
gördüğü bütün açık delillere ve iman eden malum şahsın ikazlarına rağmen
Firavun ve yakınları düşman­lıklarından vazgeçmiyorlardı. Firavun, Hz. Musa
(a.s.)’ı öldürmek ve taraftarlarını şiddetle cezalandırmakta kesin kararlıydı.
Bu yüzden başına nelerin gelebileceğini hiç mi hiç düşünmüyor, Hz. Musa (a.s.)’ı
öldürmek için çeşitli plânlar hazırlıyordu. İnananla­ra yapılan zulmün had
safhaya ulaştığı bu günlerde Allah Teâlâ, Firavun ve adamlarının zulmünden ve
onların ölüm tuzakların­dan kendisine sığman Hz. Musa(a.s.)’a mü’minlerle
birlikte bir gece gizlice Mısır’dan ayrılmasını emretti. Peşlerine düşecek olan
Firavun ve askerlerinin denizde boğulacaklarını haber verdi. Asâsıyla vurarak
denizde açacağı yolu kendi halinde bırakmasını emretti ve arkalarından gelen
Firavun ve ordusunun orada bo­ğulacağını bildirdi:

“Andolsun ki,
onlardan önce Firavun kavmini de imtihan etmiştik. Onlara, çok şerefli olafı
Musa peygamber gelmiş ve şöyle demişti: ‘Allah’ın kullarını bana teslim, edin;
çünkü ben size gön­derilmiş emin bir peygamberim. Allah’a karşı büyüklük taslama­yın.
Ben size apaçık bir mucizeyle geldim. Ve haberiniz olsun ki, beni taşlayarak
öldürmenizden, benim de, sizin de Rabbiniz olan Allah’a sığınmışımdır. Eğer
bana iman etmiyorsanız, bari benden uzaklasın.’ Sonra Musa, Rabbine, ‘Bunlar
gerçekten günaha bat­mış suçlu bir kavimdir!’ diyerek duâ etti.

Rabbi de ona şöyle
dedi: Hemen geceleyin kullarımı yola çıkar.

Siz mutlaka Firavun ve
askerleri tarafından takip edileceksiniz.

Asanı vurarak (yol)
açtığın denizi o sakin halinde bırak. Çünkü onlar, orada boğulmaya mahkum bir
ordudur.”[73] Hz. Musa (a.s.)’a verilen
emir, Kuran-ı Kerİm’de bir başka yerde şöyle geçmektedir:

“Gerçekten biz,
Musa’ya, ‘Sana iman eden kullarımızı gece­leyin al götür. Asam denize vurarak
onlar için kuru bir yol aç. Düşmanlarının yetişmesinden korkma,
boğulacaklarından da en­dişelenme!’ diye vahyettik.”[74]

Hz. Musa (a.s.),
aldığı ilâhî emre uyarak, bir gece kavmiyle birlikte gizlice Mısır’dan
ayrılarak Filistin’e doğru yola çıktı. Ne var ki, alman tedbirlere rağmen,
durum düşman tarafından he­men farkedildi. Bundan haberdar olan Firavun, hemen
askerî hazırlıklara başladı. Seferberlik ilan ederek, bütün şehirlerden asker
toplanmasını emretti. Niyeti, hazırladığı bu büyük orduyla İsrailoğulları’nm
peşine düşmek, yakalayınca onları toptan kat­liama tabi tutmaktı. Onları
küçümsüyor; ancak önemsiz bir top­luluk olmalarına rağmen, kendilerinin
rahatını kaçırdıklarını söylüyordu. Kur’ân-ı Kerim, onun bu andaki düşünce ve
hissiya­tını şöyle açıklar:

“Musa’ya,
‘Kullarımı yola çıkar, mutlaka takip edileceksi­niz. ‘ diye vahyettik. Bu arada
Firavun, şehirlere asker toplamak üzere adamlar gönderdi. Onlara şöyle dedi:
‘Bunlar (îsrailoğullan), basit ve sayısı çok az bir topluluktur. Ne var ki,
bizi öfkelendiriyorlar. Biz ise, gerçekten ihtiyatlı ve uyanık bir kitleyiz.[75]

Hazırlıklarını
tamamlayan Firavun ve ordusu, müreffeh bir hayat sürmekte oldukları şehri,
oradaki evlerini, bağlarını, bos­tanlarını, hazinelerini ve diğer kıymetli
varlıklarını geride bırakarak, büyük bir Öfke içinde, Hz. Musa (a.s.) ve
îsrailogulları’nm peşine düşmüştü. Şüphesiz onlar, başlarına gelecek büyük
a-zaptan habersizdiler; bu nimetlerin tümünü ebediyen terk ettik­lerinin de
farkında değillerdi. Firavun, bir sabah vakti, Kızıldeniz sahilinde Süveyş
körfezi yakınında, İsrailoğulları’na ulaştı. Onun kalabalık ordusuyla
kendilerine yetiştiğini gören İsrailoğullan, çok korktular. Çünkü önlerinde
deniz, arkalarında ise Firavun ordusu vardı. Beşerî güçler dikkate alındığında,
imha edilmekten kurtulmaları, hiç mümkün görünmüyordu. Bu zor durumda katliâma
mâruz kalacaklarını sanmışlar, korkudan gözleri ye­rinden oynamış, yürekleri
ağzına gelmişti. İşte tam bu esnada, Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s.)’a elindeki
asa ile denize vurmasını emretti. Hz. Musa (a.s.) asâsıyla denize vurunca,
deniz -yarılıp sular kenara çekilmiş ve denizin ortası geçmeleri için düzgün ve
kuru bir yol haline gelivermişti. O ve kavmi, açılan bu yoldan Kızıldeniz’in
karşı sahiline doğru yürüdüler. Arkalarından yeti­şen Firavun da, onları
kaçırmaktan korkarak peşlerinden ordu­suyla birlikte denizdeki yola girdi.
Ancak Hz. Musa (a.s.) ve kav­mi bu yolu takiben karşı sahile ulaştıktan hemen
sonra, kenara çekilmiş olan sular dev dalgalar halinde Firavun ve ordusunun
üzerini kaplayıverdi. Firavun ve askerlerinin tamamı denizde boğuldu ve
onlardan kurtulan olmadı. Böylece, Cenab-ı Hak, peygamberlerini yalanlayan
Firavun ve kavmini şiddetli bir aza­ba çarptırmış; buna karşılık inananları
kurtararak, yeryüzünde hükümranlık hakkını onlara vermişti.

Firavun ve ordusunun
helaki, buna karşılık mü’minlerin kurtuluşuyla sonuçlanan bu muazzam mucize,
Kur’ân-ı Ke-rim’de birkaç yerde, çeşitli üslup ve ifade tarzıyla anlatılmıştır.
Şuarâ sûresinde şöyle geçmektedir:

“Nihayet biz,
Firavun ve kavmini, bahçelerden, bağlardan, akarsulardan, hazinelerden ve
şerefli makamlardan çıkardık. İşte böyle yaptık. Onların sahip olduğu bu nevi
imkanlara îsrailoğulla-n’nın kavuşmasını sağladık.

Firavun ve adamları,
güneş doğarken onların ardına düştü­ler. İki topluluk yaklaşıp birbirini
görünce, Musa’nın taraftarları, İşte yakalandık!’ dediler. Musa, ‘Hayır!
Şüphesiz Rabbim, benimledir. Bana mutlaka kurtuluş yolunu gösterecektir.’ dedi.
Bunun üzerine biz, Musa’ya, ‘Asanı denize vur!’ diye vahyettik. (Asasını denize
vurunca) bir anda deniz yanlıverdi; yükselen suların her bir kısmı, kocaman bir
dağ gibiydi. Geriden gelen Firavun ve a-damlannı da oraya yanaştırdık. Musa ve
beraberindekilerin hep­sini sağ-sâlim kurtardık. Sonra diğerlerim suda
boğuverdik. Şüp­hesiz ki, bunda büyük ibret vardır. Fakat çokları, gene de iman
et­mediler. Şüphesiz, senin Rabbin, azizdir, rahimdir, her şeye galip­tir, çok
merhametlidir. “[76]

Firavun ve kavminin,
içinde yüzdükleri nimetlerden bu bü­yük helake gidişleri, Kur’ân-ı Kerim’de bir
başka yerde şöyle an­latılır:

“Onlar,
bağlardan, pınarlardan, ekinlerden, süslü mahfeler­den, güzel konaklardan,
içinde sefa sürdükleri o nimetlerden nice şeyleri geride bıraktılar. îşte öyle
oldu ve o nimetlerin tamamını, başka bir topluluğa miras kıldık! Sonuçta, ne
gök ne yer üzerleri­ne ağladı. Ne de kendilerine bir mühlet verildi. Andolsun
ki biz, İsrailoğullan’nı o horlayıcı azaptan kurtarmıştık. Firavun’dan da;
çünkü o Firavun, haddi aşanlardan bir mütekebbirdi.[77]

Kur’ân-ı Kerim, zâlim
Firavun ve kavminin helakine karşı­lık,Yüce Allah’ın kendisine iman eden ve bu
yolda çeşitli sıkıntı­lara sabırla göğüs geren Hz. Musa (a.s.) ve kavmini nasıl
kurtar­dığını bir başka yerde şöyle hatırlatır:

“Hakaretlere
mâruz bırakılmış olan kavmi de, feyizli ve be­reketli kıldığımız ülkenin
doğusuna ve batısına mirasçı kıldık. Ve Rabbinin, İsrailoğulları’na olan güzel
va’di, sıkıntılara sabretmele­ri sebebiyle tamamen gerçekleşti. Firavun ile
kavminin yapmış olduğu eserleri ve yükselttikleri binaları ise yere
serdik.”[78]

Kur’ân-ı Kerim,
boğulacağını anladığı sırada Firavun’un, Allah’a iman ettiğini söylediğini
haber vermiş; ancak yeis anın­daki tevbe ve imanın geçerli olmadığını ve
sahibine hiçbir fayda vermeyeceğini hatırlatarak, onun durumunun, bu muazzam
olayı yaşayanlara ve daha sonrakilere ibret olması için cesedinin deniz tarafından
sahilde yüksekçe bir yere atıldığını bildirmiştir:

“îsraİloğuttannı
denizden geçirdik. Firavun ve ordusu, onla­rın ardından, şiddetli bir saldırıya
geçmişlerdi. Firavun, boğulaca­ğı anda şöyle dedi: ‘İsrailoğullan’nın iman
ettiği ilâhtan başka ilâh olmadığına iman ettim. Ve ben, müslümanlardamm.’

Önceden ömrün boyunca
isyan etmiş ve daima fesatçılardan olmuşken şimdi mi iman ediyorsun? Biz de,
ardından gelenlere bir ibret olman için, bugün seni, cansız bir beden olarak
denizin dışı­na atıp cesedini koruyacağız. Şüphesiz ki, insanların çoğu, buna
rağmen delillerimizden gafildirler. “[79]

 

Firavun’un Cesedi

 

Müfessirlerin
anlattığına göre, Firavun ordusuyla birlikte denizde boğulduğu halde, yıllarca
onun zulmü altında ezilmiş olan İsrâloğulları, bu zâlimin öldüğüne
inanamamışlardı. Bunun üzerine, olayın şahidi oldukları halde, onun öldüğüne
inanmak­ta güçlük çeken îsrailoğulları için kesin bir delil, sonrakiler için de
bir ibret tablosu olmak üzere, sadece onun cesedi, Allah’ın emriyle deniz
tarafından sahilde yüksekçe bir yere atıldı.[80]
Allah Teâlâ, belki de, aynı zamanda onun tanrı olduğunu kabul eden ve ölüsünü
görmedikçe onun öldüğüne inanmayacak olanlara, onun da bir insan olduğunu ve
ilâhlık taslayan bu zâlimin aciz­liğini anlatmak istemişti. Yüce Allah, denizde
boğulan binlerce insan cesedi içinden, sadece halkına karşı “ben sizin en
büyük rabbinizim” diyen firavunun cesedini çıkarmakla her şeye kadir
olduğunu da göstermiş oluyordu.[81]

Firavun Mineptah’m
deniz tarafından dışarı atılan cesedi, zamanımız müfessirleri arasındaki yaygın
görüşe göre günümüze kadar gelmiştir. Ancak ona ait olduğu söylenen iki
cesetten bah­sedilmektedir. Bu iki cesetten biri, 1900 yılında Uksur’da yapı­lan
kazılar esnasında, diğer firavun mumyalarıyla birlikte II. Amenhotep Mâbedi’nde
bulunmuştur. Büyük bir itinâ ile hazır­landıkları açıkça görülen ve her biri
bir sanat şaheseri olan diğer kabirlerin aksine, sadece onun mezarının, kısa
sürede aceleyle hazırlanan bir kabir özelliği taşıması dikkat çekmektedir.
Mineptah’m mezarının bu durumu, âyette belirtildiği şekilde, deniz tarafından
sahile atılmış cesedinin, Mısırlılarca oradan alı­nıp mumyalandıktan sonra
alel-acele hazırlanan mezarına ko­nulduğuna bir delil sayılmıştır. Mezarın bu
durumu beklenme­yen bir ölümün izlerini taşımaktadır. Ona ait bu ceset, yakın
bir zamanda, bu mezardan alınarak Kahire Müzesi’ne nakledilmiş ve orada koruma
altına alınmıştır.[82]

Boğulan firavuna ait
olduğu söylenen ikinci ceset ise, bo­ğulma hadisesinden 13 asır sonra, 19001ü
yıllarda İngiliz arkeo­loglar tarafından Sînâ yarımadasının batısındaki Cebelü
Fir’avn dağının yanında Ebu Zuneyme denilen mevkide bulunmuştur. Üzerinde
mumyalama işlemi yapılmamış bir vaziyette olduğu belirtilen bu ceset, bugün
Londra’da British Museum’dadır. Bâzı araştırmacılar, âyette ibret için
korunacağı bildirilen ve boğulan firavuna ait olan cesedin, bu ikinci ceset
olduğunu ileri sürmüş­lerdir.[83]
Ancak Hz. Musa (a.s.)’m muasırı olarak bilinen iki fira­vuna ait cesetlerin
Uksur’da II. Amenhotep Mâbedi’nde mumya­lanmış bir halde günümüze ulaşmış
olması; Kızıldeniz sahilinde mumyasız bir halde bulunan bu cesedin o ikisinden
birine ait olması ihtimalini zayıflatmaktadır. Ayette geçen ibret için ko­runma
sözünü bir işaret olarak düşünsek de, bu cesedin firavu­na ait olduğunu ispata
yetmez. Çünkü, onun cesedinin mumya­lanmış bir halde kalması durumunda da,
ibret için saklanması gerçekleşmiş demektir. Zîrâ bu durumda, onunla birlikte
boğu­lan komutan ve askerlerinin cesetleri arasından, üzerinde zırh olduğu
halde sadece onun cesedi, deniz tarafından dışarı atıla­rak ibret için kalması
sağlanmış olmaktadır. Orduda bulunma­dıkları için sağ kalan Mısır erkanının,
bunun hikmetinden gâfıl bir halde, onun cesedini mumyalayıp kısa sürede
hazırladıkları mezara koymaları mümkündür. Doğrusunu şüphesiz Yüce Allah bilir.

Denizden geçiş yerine
gelince, bu mevki kesin olarak bi­linmemektedir. Tevrat’ta İsrailoğulları’nın
uğradığı mevkilerin isimleri sayılsa da, bu bilgilerin doğru olup olmadığı bir
yana, bugün bu mevkiler başka isimlerle bilinmektedir. Kızıldeniz’de Süveyş
körfezinde Birketü Fir’avn olarak isimlendirilen bir mevki bulunmaktadır.
Gemiciler, burayı geçiş yere olarak kabul eder­ler. Abdülhâlim en-Neccâr, akşam
vakti Süveyş’ten hareket eden buharlı gemilerin, ancak gece yarısından sonra
buraya ulaşabil­diğini belirterek, geçiş noktasının Süveyş’ten bu kadar uzak ol­maması
gerektiğini söylemektedir. Ona göre, Süveyş körfezi o dönemde Acı göllere
(el-Buhayratül-mürre) veya ona yakın bir mevkie kadar uzanıyordu. Hz. Musa
(a.s.) ve îsrailoğullan işte körfezin bu noktasından geçmiş olmalıdır. Diğer
bir ifadeyle, Uyünu Musa diye bilinen mevkiinin kuzey kısmından, Süveyş şehrine
uzak olmayan bir mıntıkadan, şehir ile Acı göllerin ara­sından geçmişlerdir.[84] Bâzı
kaynaklarda, denizden geçiş noktası olarak, Mısır’ın Akdeniz sahillerinde bir
koy gösterilmiştir.[85]

Firavun ve kavmi,
rivayete göre Muharrem ayının onuncu günü yani Âşura günü boğulmuşlardı.
Nitekim İbn Abbas’tan, şöyle nakledilmiştir:

Rasülullah (s.a.v.),
Medine’ye geldiğinde, orada yaşayan ya-hudilerin Âşûrâ günü oruç tuttuklarını
görmüştü. Onlara, “Bunun sebebi nedir?” diye sordu. Yahudiler,
“Bugün Allah’ın İsrail-oğullan’nı düşmanlarından kurtardığı mübarek bir
gündür. Bu münasebetle, Hz. Musa (a.s.) o gün oruç tutmuştur.” dediler.

Bunun üzerine
Rasülullah {s.a.v.J, “Ben Musa (a.s.)’a siz­den daha yakınım.” dedi
ve Âşûra günü oruç tuttu, ashabına da o günde oruç tutmalarını tavsiye etti.[86]

Firavun, yeryüzünde
büyüklük taslayıp azgınlık gösterenler için bir ibret oldu. Kur’ân-ı Kerim, ibret
alınması için, onun kor­kunç sonunu ve onun gibi inkarcı liderlere ve bu
liderlere uya­rak doğru yoldan uzaklaşan kâfirlere dünya ve âhirette verilecek
müthiş azabı, tekrar tekrar haber vermiştir:

“Ey Muhammedi
Sana, Musa’nın haberi geldi mi? Hani Rab-bi, Tuvâ denilen mukaddes vadide ona
şöyle hitap etmişti: ‘Fira-vun’a git! Çünkü o azdı. Ona şöyle de: Temizlenmeye
arzun var mı? Sana Rabbini tanıma yolunu göstereyim ki, O’ndan korkasın!’

Musa, Firavun’a en
büyük mucizeyi gösterdi. Fakat Firavun onu yalanladı ve isyan etti. Sonra yüz
çevirip fesat çıkarmaya gi­rişti. İnsanları topladı ve haykırarak şöyle dedi:
‘Ben, sizin en yü­ce rabbinizim.’ Bunun üzerine Allah, onu ahiret ve dünya
azabına uğrattı. Bunda, Allah’tan korkanlar için büyük bir ibret vardır.[87]

“Haberiniz olsun!
Biz size üzerinize şahit olacak bir peygam­ber gönderdik; tıpkı Firavun ve
kavmine gönderdiğimiz gibi. Fira­vun, o peygambere isyan etti. Bunun üzerine,
biz de onu şiddetli bir azapla yakaladık. Eğer siz de inkâr ederseniz,
çocukları ihti­yarlatan o günün azabından nasıl kurtulacaksınız? O günün şid­detinden
gök parçalanır ve Allah’ın vaadi mutlaka yerine gelir. Doğrusu, bu âyetler,
birer öğüttür. Dileyen Rabbine giden bir yol tutar. [88]

“Bunun üzerine,
onları (Firavun ve kavmini) cezalandırdık. Ayetlerimizi yalanladıkları ve
onlardan gafil oldukları için denizde boğduk.[89]

Firavun’un kıyamet
gününde kendisine tabî olan kavminin önüne düşeceği ve onları cehenneme
götüreceği hakkında da şöyle denilmektedir:

“Şüphesiz ki biz,
Musa’yı mucizelerimizle ve apaçık bir kuv­vetle Firavun ve kavmine peygamber
olarak gönderdik. Fakat halkı, Firavun’a uydu. Oysa Firavun’un emri, doğruya
ülaştıncı değildi. Firavun, Kıyamet gününde kavminin önüne düşecek ve onlan
ateşe götürecektir. Varılacak o yer ne kötü bir yerdir! Onlar, hem bu dünyada
hem de kıyamet gününde lanete uğramışlardır. Bu, paylarına düşen ne kötü bir
paydır.”[90]

“Firavun ve
askerleri, yeryüzünde haksız yere böbürlendiler ve büyüklük tasladılar. Bize
döndürülmeyeceklerini sandılar. Biz de Firavun’u ve askerlerini yakalayıp
denize attık. Ey Muham­medi Zâlimlerin akıbeti nasıl oldu bir bak!

Biz, onlan, dünyada
cehennem ateşine çağıran önderler yaptık. Kıyamet günü de yardımsız
kalacaklardır. Bu dünya ha­yatında biz, onları lanete uğrattık. Kıyamet günü de
onlar, hor ve hakir görülen kimselerden olacaklardandır.[91]

“Allah onu
kavminin şeytanî tuzaklarından korudu. Firavun ailesi ise şiddetli bir azabın
pençesine düştü. O ateş ki, onlar sa­bah akşam ona sokulurlar. Kıyamet günü
gelince de, ‘Firavun ailesini en şiddetli azaba sokun!’ denilir.[92]

Büyüklenme ve
peygamberleri yalanlamanın akıbeti hep helak olmuştur:

“Bir de Musa’nın
kıssasında da ibret verici deliller vardır ki, onu açık bir delille Firavun’a
göndermiştik. Firavun, saltanatına güvenerek, Musa’ya iman etmekten yüz
çevirmiş, ‘O bir sihirbaz­dır veya bir delidir.’ demişti. Bunun üzerine biz de,
Firavun ve ordusunu kıskıvrak yakalayıverdik. Ve Firavun kınanmış bir hal­deyken
onlan denize atıverdik.[93]

“Biz, Karun’u,
Firavun’u ve Hâmân’ı helak ettik. Doğrusu Musa kendilerine mucizelerle gelmişti
de, yeryüzünde büyüklük taslamışlardı. Onlar azabımızdan kaçıp kurtulamazlardı.
Biz, on-lann her birini günahları yüzünden cezalandırdık. Kiminin üstüne taş
yağdıran kasırga gönderdik, kimini korkunç bir çığlık yakala­dı, kimini yerin
dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Aslında Allah onlara zulmetmedi; fakat
onlar kendi kendilerine zulmetti­ler.[94]      

 

O. Allah (C.C.) Mülkü Dilediğine Miras Kılar

 

Nemrut ve Firavun gibi
nice saltanat sahipleri, ellerindeki mülkün ebedî sahipleri olduklarını
sanmışlar; hatta kavimleri arasında ilâhlık iddiasına kalkışmışlardır. Ancak
gurur ve kibir sahibi bu zâlimlerin mülk ve saltanatı, hiç tahmin etmedikleri
bir anda, hem de çoğu kere küçümseyip hakir gördükleri ve zu­lüm altında
ezdikleri toplulukların eline geçmiştir. Mülkün asıl sahibi Yüce Allah, mülkünü
onların elinden alarak, istediği top­lumlara vermiştir. Nitekim, Firavun’un
saltanatı tarihe karışır­ken, onun baskı ve zulmü altında yaşayan İsrailoğullan
bir süre sonra güç ve kuvvetlerini artırarak Filistin ve civarına hâkim
olmuşlardır:

“Firavun, Musa’yı
ve İsrailoğulları’nı yeryüzünden silip sü-pürmek istedi. Biz de onu ve
beraberindekilerin hepsini suda bo-ğuverdik. Bundan sonra İsraüoğullan’na şöyle
dedik: ‘Haydin artık yeryüzünde güvenlik içinde siz yerleşin. Vâdedilen Kıyamet
günü gelince, sizleri bir araya toplarız’[95]

“Hor görülen o
kavmi de mübarek kıldığımız ülkenin doğu­suna ve batısına vârisler yaptık.
Böylece sabretmelerinden dolayı, Rabbinin İsraüoğullan’na olan o pek güzel
va’di yerine geldi. Fira­vun ve kavminin yapmakta oldukları ve yükselttikleri
binaları da yerle bir ettik. [96]

“Nihayet biz,
Firavun ve kavmini bahçelerden, akarsular­dan, hazinelerden ve şerefli
makamlardan çıkardık. İşte böyle yaptık ve onların kaybetmiş olduğu
dünyalıkların benzerlerine İsrailoğulları’nı mirasçı kıldık.”[97] 

 

Ö. İsrailoğulları’nın Hz.
Musa’dan Put İstemesi

 

Hz. Musa (a.s.},
Firavun ve ordusunun boğulmasının ar­dından Filistin istikâmetinde yürüyüşünü
devam ettirdi. Ancak çok geçmeden, kavminin garip bir teklifiyle karşılaştı.
İsrailoğullan, bir peygamber jle birlikte olmalarına, Firavun’un zulmünden
büyük bir mucize neticesinde kurtularak Allah’ın sınırsız kudretini açıkça
görmelerine rağmen, bu olaydan kısa süre sonra peygamberleri Hz. Musa (a.s.)’a
kendileri için bir put yapmasını teklif ettiler. İnsanı hayrete düşüren bu
garip olay şöyle yaşanmıştı: Onlar, Kızıldenizi geçtikten sonra yola devam
ederken putperest bir kavmin yurduna uğramışlardı. Putperest olan bu kavmin putlarını
gördüklerinde[98] onlardan hoşlanıp, bü­yük
bir cahillik göstererek Hz, Musa (a.s.)’dan kendileri için on­ların putlarına
benzer putlar yapmasını istediler. İsrailoğullan’ nın kurtuluştan sonra küfre
ilk meyilleri olan ibret dolu bu ger­çek, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılır:

aİsrailoğulları’nı
denizden geçirdik. Onlar bir kavme uğradık­larında, halkı kendilerine ait bir
takım putlara tapmakta iken gör­düler. Bunun üzerine Musa’ya şöyle dediler: ‘Ey
Musa! Bunların nasıl ilâhtan varsa, bizim için de öyle ilâhlar yap!’

Musa, ‘Şüphesiz ki
siz, cahillik eden bir kavimsiniz. Çünkü şu gördüğünüz putlara ibadet
edenlerin, üzerinde bulundukları din yıkılmaya mahkumdur. Ve yaptıkları ameller
batıldır. Ben, size Allah’tan başka bir ilâh mı isterim! Halbuki O, sizi
âlemlere üstün kılmıştır.’ Dedi.[99]

İsrailoğulları’nın put
isteği, Hz. Musa (a.s.)’m da söylediği gibi, bu kadar yaşananlara rağmen, hâlâ
ne kadar cahil oldukla­rını açıkça göstermektedir. Demek ki onlar, Hz. Musa
{a.s.) ile birlikte olmalarına ve ona verilen mucizelerle Firavun’un zul­münden
kurtulmalarına rağmen, ruhlarında kök salmış Mısır putperestliğinin etkisini
zihinlerinden çıkaramamışlar ve kabul etmiş oldukları hak dinin tevhid
anlayışını gerektiği şekilde kav­rayamamışlardı. Çünkü, böyle bir isteğin,
sadece Allah’a iman ve sadece O’na ibadet ederek hiç bir şeyi O’na ortak
koşmayan mü’minlerden gelmesi mümkün değildi. Şuurlu iman ve ibâdet, sahibini
her türlü şirk bataklığına düşmekten korurdu.

Hz. Musa {a.s.)’ı çok
uğraştıran İsrailoğullan, arkası gelme­yecek ihanetler silsilesini böylece
başlatmışlar, tek Allah inancını hâkim  
kılmak   için   görevlendirilen   peygamberlerinden,   Allah Teâlâ  
dışında   ilâhlar   edinmesini  
istemişlerdi.   Halbuki  Allah Teala, Hz. Musa (a.s.)’a inanmaları
sebebiyle onları, o dönemde yaşayan diğer insanlara, yani bütün müşriklere
tercih etmiş ve üstün duruma getirmişti. Ne gariptir ki, İsrailoğulları, bütün
bu nimetlere ve Hz. Musa (a.s.)’ın 
aralarında 20 yıldan fazla süredir davette bulunmasına rağmen, böylesine
şaşırtıcı bir teklifte bu­lunmuşlardı. 
Aydınlığa kavuşmuşken,  karanlık
ve cehaleti ne kadar kısa sürede özlemişlerdi! Onlar, cahillikleri, hıyanetleri
ve hamâkatlerinin eseri olan bu tür isteklerini, sonraları da sık sık tekrar
edeceklerdi. Bu durumlarda Hz. Musa {a.s.) ise, Allah’ın nimetlerini tekrar
tekrar hatırlatır, onları nankörlükten vazge­çirmeye çalışırdı:

“Hani bir zaman,
Musa kavmine şöyle demişti: ‘Allah’ın siz­lere verdiği nimeti hatırlayın!
Allah, bir zamanlar sizi, size da­yanılmaz işkenceler yapan, oğullarınızı
boğazlayıp kadınlarınızı sağ bırakan Firavun ailesinden kurtarmıştı. Bütün
bunlarda, sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan vardır.’

Yine bir zaman
Rabbiniz, size şunu bildirmişti: ‘Yemin olsun ki, şükrederseniz, size olan
nimetlerimi mutlaka artırırım. Şayet nankörlük ederseniz, şüphesiz ki, azabım
çok şiddetlidir,’

Musa şöyle demişti:
‘Sizler ve yeryüzündeki bütün insanlar, Allah’ın nimetlerine nankörlük etseniz,
Allah’a hiç bir zarar vere­mezsiniz. Çünkü Allah, ğaniyy’dir, hamîd’dir, hiç
bir şeye muhtaç değildir, övülmeye lâyıktır.”[100]

 

P. Hz. Musa (A.S.)’a Tevrat’ın Verilmesi

 

Firavun’un zulmünden
kurtulup bağımsızlıklarına kavuş­tukları sırada, henüz Hz. Musa (a.s.)’a
kavminin tâbi olacağı şeriat gönderilmemişti. Bundan kısa bir süre sonra, bu
şeriatın talimi için, Hz. Musa (a.s.) Allah Teâlâ tarafından Sînâ dağına mîkata
çağrıldı.

Bu davet üzerine
kavminin başında kardeşi Hz. Harun (a.s.)’ı yerine vekil bırakan Hz. Musa
(a.s.), buluşma yerine git­mek için onlardan ayrıldı.[101] Yola
çıkarken Hz. Harun (a.s.)’a bâzı nasihatlerde bulundu, daha sonra Sînâ dağının
sağ eteğine tır­mandı ve dağın tepesinde bulunan mağaraya ulaşarak Allah
tarafından verilen emir doğrultusunda, vahye hazırlık olmak üzere 30 gününü
orada oruç tutarak ve ibadet yaparak geçirdi. 30 gün dolduğunda kendisine 10
gün daha oruç tutması emre­dildi.

Hz. Musa (a.s.)
va’dedilen 40 günü ibâdetle tamamlayınca, Cenab-ı Hak,  meleklere olan kelâmı gibi,  doğrudan doğruya, ancak perde arkasından
olmak üzere hitap ederek, ezelî kelâ-mıyla ona ihsanda bulundu. Bu ilâhî hitap,
perde arkasından olmakla birlikte, onu son derece heyecanlandırmıştı. Bu esnada
onda Yüce Allah’ın mukaddes cemâlini görme arzusu arttı ve O’nu görmek
istediğini söyledi. Allah Teâlâ, Musa’ya kendisini görmesinin imkansız olduğunu
bildirdi. Bu İmkansızlığı bir Ör­nekle açıklamak için, ona tecellî edeceği dağa
bakmasını, şayet bu esnada dağ yerinde durabilirse o zaman onun da kendisini
görebileceğini haber verdi. Ardından Allah dağa tecellî edince, dağ parçalanıp
yerle bir oluverdi. Hz. Musa (a.s.), gördüğü man­zaranın dehşetinden bayılarak
yere düştü, kendisine gelince Al­lah’ı şanına lâyık bir şekilde tenzih
ettiğini, O’nun, gözlerin idra­kinden yüce olduğunu anladığını, görmeyi
istemekle haddi teca­vüz etmiş olmaktan dolayı tevbe edip kendisine sığındığını
ve bu yüce tecellîye iman eden mü’minlerin ilki olduğunu söyledi.

Allah Teâlâ, bundan
sonra, kendisini vahyi ve kelâmıyla seçtiğini bildirerek İsrailoğulları’nın
muhtaç bulunduğu bütün hükümleri ve öğütleri ihtiva eden mukaddes kitap
Tevrat’ı Hz. Musa (a.s.)’a verdi. Kavmine Tevrat’ın hükümlerine uymalarını ve
isyandan kaçınmalarını emretmesini, aksi halde azapla karşı­laşacaklarını
bildirmesini emretti. Allah’ın âyetlerini yalanlayan­ların amellerinin boşa
gideceğini bildirdi. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Musa (a.s.)’m mîkata çağrılışı,
Cenab-ı Haklan ona doğrudan hitabı ve Tevrat’ı vermesi hususunda şöyle
denilmektedir:

“Musa’ya, otuz
gece va’dettik. Sonra, buna on gece daha i-. lâve ettik. Böylece Rabbinin tayin
ettiği süre kırk geceye tamam­lanmış oldu. Musa, kardeşi Harun’a, ‘Bana vekil
olarak kavmimin başına geç, onlan ıslah et ve bozguncuların yoluna uyma!’ dedi.

Musa, tayin ettiğimiz
vakitte gelip Rabbi kendisiyle konu­şunca, şöyle dedi: ‘Rabbim! Bana kendini
göster, seni göreyim!’ Allah, ‘Beni göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o dağ
yerinde durabilirse, o zaman sen de beni görebilirsin.’ dedi. Rabbi o dağa
tecellî edince dağı yerle bir etti. Bunu gören Musa, baygın düştü. Aydınca
şöyle dedi: ‘Rabbim! Seni tenzih ederim. Sana tevbe et­tim. Ben, (Sen beni
göremezsin’ tecellisine) iman edenlerin ilki­yim. ‘

Allah şöyle dedi: ‘Ey
Musa! Vahyettiğim şeylerle ve seninle konuşmamla sana insanlar arasında üstün
bir yer ayırdım. O halde sana verdiklerimi al ve şükredenlerden ol!’

Onun için levhalara
her konuda bir öğüt ve her şey hakkın­da yeterli açıklamalar yazdık. Ve ona,
‘Onlara sıkıca sanl. Kav­mine de emret, en güzel hükümlerini alsınlar, size
ileride ofâsıklann yurdunu göstereceğim.’ Dedik.[102]

Yeryüzünde haksız yere
böbürlenenleri ayetlerimden uzak­laştıracağım. Onlar, her ayeti görseler, yine
ona iman etmezler. Doğru yolu gördükleri zaman onu kendilerine yol edinmezler.
Fa­kat azgınlık yolunu gördüklerinde onu kendilerine yol edinirler. Bunun
sebebi, ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil kalma­larıdır.
Ayetlerimizi ve ahiret gününe kavuşmayı yalanlayanların amelleri boşa
gitmiştir. Çünkü onlar, yaptıklarından başka şeyle mi ödüllendirileceklerdi ?”[103]

Bu ayetlerde verildiği
bildirilen levhalar, Tevrat’ı içine alı­yordu. Hz. Musa (a.s.)’a gönderilen bu
kutsal kitap, Kur’ân-ı Kerim’de pek çok yerde zikredilmektedir. Birkaç örnek
şöyledir:

“Sonra iyilik
işleyenlere nimetimizi tamamlamak ve her şeyi geniş bir şekilde açıklamak için
bir hidâyet ve rahmet olmak üzere Musa’ya Kitab’ı verdik ki, Rablerine
kavuşacaklarına iman etsin­ler.[104]

“Musa’ya
(vahyetmek üzere) kırk gece söz vermiştik. Sonra haksızlık ederek buzağıyı tann
edindiniz. O davranışlarınızdan sonra akıllanıp şükredersiniz diye sizi
affettik. Doğru yolu bulaşı­nız diye, Musa’ya Kitab’ı ve hak ile bâtılı ayıran
hükümleri ver­dik.[105]

“Biz, Musa’ya
Kitab’ı vermiştik. Onu İsrailoğüllan’na bir hi­dâyet rehberi yapmıştık. Onlara,
‘Benden başkasını kendinize vekil edinmeyin.’ demiştik.”[106]

“Yemin olsun ki,
biz, Musa’ya ve Harun’a, hakkı batıldan ayıran, muttakiler için bir nur ve öğüt
olan Furkan’ı verdik. Muttakiler, kendisini görmedikleri halde Rablerinden
korkarlar. Onlar, kıyâmet’in dehşetinden ürperirler.”[107]

“Yemin olsun ki,
biz, Musa’ya Kitab’ı verdik. Kardeşi Ha­run’u da kendisine vezir yaptık.
Onlara, ‘Ayetlerimizi yalanlayan Firavun kavmine gidin!’ dedik. Sonunda o kavmi
tamamen helak ettik.”[108]

“Şüphesiz ki,
biz, ilk nesillleri helak ettikten sonra Musa’ya insanların basiretlerini
açacak deliller, hidayet rehberi ve rahmet kaynağı olarak, düşünsünler diye,
Kitab’ı verdik.”[109]

“Şüphesiz ki biz,
Musa’ya bir hidâyet rehberi verdik. İsrail-loğulları’na da, Kitab’ı miras
bıraktık. Tevrat, akil sahipleri için bir hidâyet rehberi ve bir öğüttür.”[110]

“Kendisine
Rabbinin âyetleri hatırlatılıp da, onlardan yüz çevirenden daha zâlim kim
olabilir? Biz, mutlaka suçlulara lâyık olduktan cezayı vereceğiz. Şüphesiz biz,
Musa’ya Kitab’ı vermiş-, tik. Ey Muhammedi Sakın Musa’nın o kitaba kavuşması
husu­sunda şüpheye düşme. Biz, onu İsrailoğüllan’na bir hidâyet reh­beri
kılmıştık.”[111] 

 

R. İsrailoğulları’ndan Buzağıya Tapanlar-Tevbeleri

 

Hz. Musa (a.s.),
Cenab-ı Hak ile mîkat için Sînâ dağına gi­derken, önce geçtiği gibi, kavminin
başında yerine kardeşi Hz. Harun (a.s.)’ı vekil bırakmış, önceden vâdedilen
otuz güne, on gün daha ilâve edilince 40 gün müddetle kavminden uzak kal­mıştı.
Onun mîkat için Sînâ’da bulunduğu bu süre içinde, İsrai-loğulları’nın
ekseriyeti, büyük bir fitneye düştü. Kızıldeniz’i geçtikten hemen sonra yola
devam ederken putperest bir toplu­ma uğradıklarında Hz. Musa (a.s.)’dan
kendileri için o kavmin putuna benzer put yapmasını isteyen İsrailoğulları, bu
defa onun gıyabında, içlerinden Sâmirî adındaki bir sapığın yapmış olduğu altın
buzağıyı tanrı edindiler. Bu esnada kendilerini uya­ran ve bu sapıklığa
düşmemeleri için büyük çaba sarfeden Hz. Harun (a.s.)’m ikazlarına kulak
kabarttılar. Çünkü onlar, henüz cahillikten kurtulup, inançlarını muhafaza
etmelerini sağlayacak bir bilgi ve kültür seviyesine ulaşamamışlardı.

Allah Teâlâ ile
mîkatta bulunmak üzere kendilerinden ayrı­lan Hz. Musa (a.s.)’m dönüşünün
uzaması, İsrailoğulları arasın­da bir takım sıkıntıların çıkmasına sebep
olmuştu. Bu sırada Sâmirî isimli bir şahıs, kadınlarının Mısır Kıbtîleri’nden
almış oldukları mücevheratı bir arada toplayıp ateşte eriterek altından bir
buzağı heykeli yaptı.[112]
Onun yaptığı buzağı heykeli, rüzgâr ağzından karnına girerken, inek sesine
benzer bir ses çıkarıyor­du. Sâmîrî, inek sesi çıkaran bu altın buzağının
tanrılığını iddia ederek İsrailoğulları’na ona tapmalarını emretti. Bu durum
kar­şısında, Hz. Musa {a.s.)’m vekili sıfatıyla başlarında bulunan Hz. Harun
(a.s.), onları uyardı. Sâmirî’yİ dinlememeleri için elinden gelen her şeyi
yaptı; ancak onları bir türlü buzağıya tapmaktan vazgeçiremedi. Sâmirî’ye
uyanlar, kendileriyle konuşmaktan ve en küçük bir hareket yapmaktan dahi âciz,
hiç bir fayda ve zarar getiremeyecek bu buzağının Hz. Musa (a.s.)’ın ilâhı
olduğunu id­dia ederek, ibâdet niyetiyle onun etrafında neşe ve sevinç içinde raks
e diyorlardı.  Hz.  Harun 
(a.s.),  içlerinden ancak küçük
bir grubu   onlara   uymaktan  
vazgeçirebilmişti.   Buzağıya   taparak Sâmirîye tâbi olan ekseriyet, onu
ağır bir şekilde tehdit etmiş­lerdi; hatta neredeyse öldüreceklerdi. Allah
Teâlâ, doğrudan hi­tap ettiği ve Tevrat’ı verdiği Hz. Musa (a.s.)’a, Sînâ
dağında bu­lunduğu sırada Sâmiri’nin İsrailoğulları’m dinlerinden
döndür-mesiyle ilgili bu olayı da haber vermişti. Dolayısıyla Hz. Musa
(a.s.),  kavmine bu sapıklıkları yüzünden
duyduğu büyük bir öfke ve üzüntü ile döndü.

Kavmine ulaştığında,
Allah’ın kendilerine hidâyet ve nur kaynağı  
olan   Tevrat’ı  vermeyi 
vâdettiğini   ve  yanlarından  
bu maksatla ayrıldığını hatırlatarak, buna rağmen küfre dönmeleri­ne
hayret ettiğini söyledi. Bunun sebebinin kendilerinden ayrı kalışının uzaması
mı, yoksa Allah’ın gazabını gerektirecek bir iş yapmak mı olduğunu ve
verdikleri sözü bu yüzden mi bozdukla- . rım sordu. Buzağıya tapanlar ise, bu
sapıklığa kendi iradeleriyle değil, ancak inançlarını bozan Samirî tarafından
kandırılmaları sebebiyle düştüklerini söylediler. Sâmirî adını taşıyan bu şaıs,
erittiği mücevherattan inek sesi çıkaran bir buzağı heykeli yap­mıştı. Bu
heykelin, kendilerinin ve Sînâ dağına Rabbini aramaya giden Hz. Musa (a.s.)’m
Rabbi olduğunu iddia ettiğini açıkladılar. Onları dinleyen Hz. Musa (a.s.),
büyük bir üzüntü ve kız­gınlık içinde, kardeşi Hz. Harun (a.s.)’a yöneldi. Saç
ve sakalın­dan yakalayarak, niye buna engel olmadığını, niye arkasından gelerek
durumu kendisine bildirmediğini sordu. Bu gelişmeler dolayısıyla aynı şekilde
son derece üzgün olan Hz. Harun (a.s.), kardeşinden kızgınlığı yüzünden
kendisini de zâlimlerle ortak kabul etmemesini istedi. Onları uyardığını, ancak
kendisini din­lemediklerini belirterek, kavmini ikiye ayırdığı takdirde, onları
böldüğü ve bir kısmının uzaklaşmasına sebep olduğu için kendi­sini
azarlamasından çekindiğini, aralarında bir çatışma çıkma­sına yol açtığı zaman,
vasiyetini tutmayıp onları düşmanlar ha­line getirdiğini söylemesinden
korktuğunu ve bu yüzden istediği tedbirlerin tamamını alamadığını, onları
bölmemek ve onları bir­birine kırdırmamak için böyle davranmak zorunda
kaldığını be­yan etti.

Hz. Musa (a.s.), bu
defa Sâmirî’ye döndü ve ona bütün bunları niçin yaptığını sordu. Sâmirî,
önceden Hz. Musa (a.s.)’ın dinine tabi olduğunu ancak sonra dinini terkederek,
nefsinin hoş gösterdiği altın buzağıya tapmaya başladığını söyledi. Onu
dinlerken öfke ve üzüntüsü daha da artan Hz. Musa (a.s.), bu sapığı huzurundan
kovdu. Bu esnada ona âhirette çekeceği bü­yük azap dışında, bu dünyadaki hayatı
boyunca da “bana do­kunmayın” demekle cezalandırıldığını haber verdi.
Artık bundan sonra o, herhangi bir kimsenin kendisine dokunmasından son derece
rahatsızlık duyuyor, bir kimseyle karşılaşınca, dokunma­sından korkarak
“Bana dokunma!” diyerek feryat ediyordu.

Kardeşi Hz. Harun
(a.s.)’m açıklamalarından işin iç yüzünü öğrenen Hz. Musa (a.s.), kardeşinin
özrünü kabul etti. Sert dav­ranışı yüzünden gönlünü almak niyetiyle, ellerini
açarak onun ve kendisinin affı için Allah’a yalvardı. Diğer taraftan, altın bu­zağıyı
ateşte eriterek parçalarını denize savurdu. Kur’ân-ı Kerim, bu önemli
gelişmeleri şöyle açıklamaktadır:

“Allah, Musa’ya
şöyle haber verdi: ‘Şüphesiz biz, senin ayrı­lışından sonra, kavmini imtihan
ettik. Sâmirî, onları saptırdı.’

Musa, büyük bir öfke
ve üzüntüyle kavmine döndü: ‘Ey kav­mimi Rabbiniz size güzel bir vaadde
bulunmadı mı? Yoksa ayrılı­şımın üzerinden çok mu zaman geçti? Yahut Rabbinizin
gazabına uğramayı mı istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız?’ dedi.

Şöyle cevap verdiler:
‘Biz, sana verdiğimiz sözden kendi irâ­demizle caymadık. Fakat Mısır’dan
çıkarken o kavmin mücevher­lerinden yükler dolusu alıp getirmiştik. Bu
mücevherleri ateşe at­tık; Sâmiri de, mücevherleri oraya atmıştı.’

Nihayet Sâmiri,
onlara, içinden rüzgâr geçtikçe höğürür gibi ses çıkaran bir buzağı heykeli
yapmıştı. Sâmiri ve taraftarları, İşte sizin de Musa’nın da rabbi budur. Fakat
Musa bunu unuttu.’ dediler.

Onlar, bu heykelin
kendilerine sözle hiç bir mukabelede bu­lunmadığını, bir zarar veya bir fayda
vermek kudretinde olmadı­ğını görmüyorlar mıydı? Doğrusu, daha önce Harun,
onlara şöyle demişti: ‘Ey kavmim! Siz bununla İmtihan edildiniz. Muhakkak ki,
sizin Rabbiniz, rahman olan Allah’tır. Haydi sözlerimi dinleyin, benim emrime
itaat edin.’

Kavmi ise, ‘Musa bize
dönünceye kadar, bu heykele tap­maktan vazgeçmeyeceğiz.’ dediler.

Musa kavmine dönünce,
‘Ey Harun! Bunların sapıttıklarını gördüğün zaman, bana uymana ne mani oldu?
Yoksa benim em­rime isyan mı ettin?’dedi

Harun şöyle cevap
verdi: ‘Ey anamın oğlu ! Sakalımı ve ba­şımı tutma! Doğrusu ben, îsraüoğulları
arasında ayrılık çıkardın, sözümü dinlemedin, demenden korktum’

Musa, Sâmiri’ye, ‘Ey
Sâmiri! Ya senin yaptığın şey nedir?’ dedi.

Sâmiri, ‘Ben,
İsrailoğullan’nın görmediklerini gördüm. Bina­enaleyh, elçinin (Cebrail’in)
izinden bir avuç toprak alıp onu erimiş mücevheratın içine attım. îşte böyle,
nefsim, bana bunu hoş gös­terdi. ‘ dedi.

Musa, Sâmiri’ye şöyle
dedi: Haydi git! Hayatın boyunca, (insanlardan kaçacak) bana dokunmayın,
diyeceksin. Dünyadaki bu ceza yanında, âhirette de sana kaçıp kurtulamayacağın
vâdedilmiş bir azap vardır. Tapıp durduğun ilahına şimdi ne ya­pacağız bir bak!
Onu muhakkak yakacağız, sonra onu parçalar halinde denize savuracağız.  Sizin ilâhınız,  ancak, 
kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah’tır. Onun ilmi her şeyi
çepeçevre kuşatmıştır.[113]

îsrailoğullari’nın
önemli bir kısmının buzağıya tapmaları ve Sînâ dağından dönen Hz. Musa (a.s.)
ile aralarında geçenler, Kur’ân-ı Kerim’de bir başka yerde şöyle
anlatılmaktadır:

“Musa’nın
(Allah’ın va’dine uyarak Sînâ dağına gitmesinin) ardından, onun kavmi, ziynet
eşyasından böğüren bir buzağı heykeli yapmışlardı. O buzağının kendileri ile
konuşamadığını ve kendilerine bir yol göstermediğim görmemişler miydi? Onlar
buza­ğıyı tann edinmekle zâlimler oldular. Ne zaman ki, saptıklarını anlayıp
şiddetli bir pişmanlığa düştüler, ‘Yemin olsun ki, eğer Rabbimiz bize acımaz ve
bizi bağışlamaz ise, muhakkak hüsrana uğrayanlardan oluruz!’ dediler.

Musa kızgın ve üzgün
olarak kavmine döndüğü vakit, onlara şöyle dedi: ‘Benden sonra arkamdan ne kötü
işler yaptınız! Rabbinizin emrini beklemeyip acele mi ettiniz?’ Levhaları yere
attı ve kardeşinin başından tutup kendisine doğru çekmeye başladı. Bunun
üzerine kardeşi Harun şöyle cevap verdi: ‘Ey anamın oğlu! Bu kavim, beni
küçümseyip hırpaladı; onlar neredeyse beni öldü­rüyorlardı. Bana karşı
düşmanları sevindirecek , onları bana gül­dürecek bir şekilde davranma, beni bu
zâlim kavimle bir tutma!’

Musa, Allah’a şöyle
yalvardı: ‘Ey Rabbimİ Beni ve kardeşimi bağışla ve bizi rahmetinin içine koy.
Merhametlilerin en merha­metlisi şüphesiz sensin.’

Buzağıyı ilâh
edinenlere, şüphesiz rablerinden bir gazap ve dünya hayatında da zillet
erişecektir. İşte biz, iftira edenleri böyle cezalandırırız. Kötü ameller
işleyip de ardından tevbe ve iman edenler bilsinler ki, Rabbin kötü amelden
sonra tevbe edenler için çok affedici ve çok merhamet edicidir.

Musa, kızgınlığı geçip
sakinleşince, yere attığı levhaları aldı. Levhalardaki yazıda, Rablerinden
korkanlar için bir rahmet ve hidâyet vardı. “[114]

İsrailoğulları, Hz.
Musa (a.s.)’ın uyarıları sonucu hataların­dan dolayı pişman olduklarını
belirterek Allah’tan af ve mağfiret dilediler. Bunun üzerine Yüce Allah, Uz.
Musa (a.s.)’a onların tevbelerinin, ancak nefislerini öldürmeleri, yani
nefislerini şeh­vetlerden uzak tutmaları, günah ve kötülüklerden temizlemeleri,
her türlü süfli arzu ve istekten arındırmaları durumunda kabul edileceğini
bildirdi: :

“Ve bir vakit
Musa, kavmine şöyle dedi: Ey kavmim! Cidden siz, o buzağıya tapmakla kendinize
zulmettiniz. Gelin tevbe ede­rek yaratanınıza dönün ve nefislerinizi Öldürün.
Böyle yapmanız, yaratanınız yanında sizin için daha hayırlıdır.’ Böylece
tevbenizi kabul buyurdu. Gerçekten o, tevbeleri çok kabul eden, çok mer­hamet
edendir.”[115]

İsrailoğulları,
kendilerini şirke düşüren bu büyük günah­tan tevbe etmeye karar vermişlerdi.
Hz. Musa (a.s.), bu tevbenin içlerinden seçeceği 70 kişi ile birlikte, Sînâ
dağında yapılacağını açıkladıktan sonra, bu maksatla seçtiği şahıslara, oruç
tutmala­rını, nefislerim ve elbiselerini temizlemelerini emretti. Ardından
onları  Sînâ  dağına 
götürdü.   Orada  Cenab-ı 
Hak,   Hz.   Musa (a.s.)’a tekrar hitap etmişti. Fakat
yanındaki adamlardan bazıla­rı, Allah’ı açıkça görmedikçe ona seslenenin Allah
olduğuna i-nanmayacaklarım söylediler. Bu haksız ısrarları yüzünden onla­rı
korkunç bir sarsıntı sarıverdi. Hepsi bir anda düşüp bayıldı­lar, hatta bir
rivayete göre öldüler.[116]
Bunun üzerine Hz. Musa (a.s.), Allah’a tazarru ve niyazda bulunarak, onları
yeniden haya­ta döndürmesini, içlerindeki sefihler yüzünden kavmin tamamını
cezalandırmamasını istedi. Yanında bulunanlar arasında buza­ğıya tapan kimse
olmadığını söyledi. Onun duasını kabul eden Yüce Allah, onları bağışladığını
haber verdi. Hz. Musa (a.s.)’m kavmi için rahmet ve mağfiret dilemesi üzerine
ise, bunun irâde ve dilemesine bağlı olduğunu, rahmetini âyetlerine iman eden,
zekatım veren ve günahlardan sakınanlara vâdetmiş olduğunu bildirdi:

“Musa, tayin
ettiğimiz o vakit için kavminden yetmiş kişi seçmişti. Onlan kuvvetli bir
sarsıntı yakalayınca, Musa şöyle de­di: ‘Ey Rabbiml Eğer dileseydin, bunları ve
beni daha önce helak ederdin. İçimizdeki beyinsizlerin yaptıkları yüzünden bizi
helak mı edeceksin? Bu olanlar ancak senin bir imtihanındır. Sen, bu imtihanla
dilediğini saptırır, dilediğini de hidâyete erdirirsin. Sen bizim velimizsin.
Arak bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bağış­layanların en hayırhsısın.

Bize, hem bu dünyada
hem de âhirette iyilik yaz. Biz, sade­ce sana yöneldik.’ Allah şöyle buyurdu:
Azabıma, kimi dilersem onu uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır.
Rahmetimi, Al­lah’tan korkanlara, zekâtını veren ve âyetlerimize iman eden kim­selere
yazacağım.”[117] 

 

S. Tevrat’a Bağlı Kalacaklarına Dair Söz Alınması

 

Hz. Musa (a.s.)
levhaları kendilerine arzedince, onlarda ya­zılı yükümlülükleri ağır bulan
İsrailoğulları, bunları kabul et­mekten kaçındılar. Ancak bu sırada ilâhî bir
ikazla karşılaştılar. Cenab-ı Hak tarafından Sına dağı başlarının üzerine
kaldırıldı ve onlara levhalardaki hükümleri kabul etmedikleri takdirde dağın
üzerlerine bırakılacağı bildirildi. Onlar dağın başlarına düşeceği korkusuyla
levhalarda yazılı bütün yükümlülükleri kabul ettiklerini ve onlara bağlı
kalacaklarını bildirerek secdeye kapandı­lar:[118]

“Hani bir vakit
dağı gölgelik gibi İsrailoğulları’nın üzerine kaldırmıştık da onu üzerlerine
düşecek zannetmişlerdi. Ve onlara, ‘Size verdiğimiz kitabı kuvvetle tutun ve
ondaki hükümleri düşü­nün. Belki Allah’tan gerektiği şekilde korkarsınız.’
demiştik. “[119]

İsrailoğulları,
Tevrat’taki bütün kuralları kabul edecekleri­ne ve onlara tâbi olacaklarına
dair Allah’a söz verdikleri halde, bu sözlerini yine tutmadılar. Tehlikelerden
kurtuldukları ve du­rumları iyileştiği zamanlarda ahitlerini tekrar tekrar bozmayı
alışkanlık haline getirdiler:

“Bir zaman sizden
Tevrat ile amel edeceğinize dâir kesin söz almıştık. Üzerinize Sînâ dağını
kaldırmış ve demiştik ki: ‘Size verdiğimiz kitabın hükümlerim kuvvetle tutun.
Onda olanlarla amel etmek şartını hatırlayın. Ta ki günahlardan sakınasınız.’
Ama siz, bunun ardından yine sözünüzden döndünüz. Eğer size Allah’ın lütfü ve
merhameti olmasaydı, şüphesiz hüsrana uğra­yanlardan olurdunuz.”[120]

“Şüphesiz Musa,
size apaçık delillerle geldi. Sonra siz, onun ardından zâlimler olarak buzağıyı
ilâh edindiniz. Bir vakit sizden kesin bir söz almıştık. Sînâ dağını üzerinize
kaldırmış, ‘Size ver­diğimiz Tevrat’a kuvvetle sanlın ve dinleyin.’ demiştik.
Onlar ise, ‘Dinledik, ama itaat etmiyoruz’ dediler. İnkârlarından dolayı
buzağının sevgisi kalplerine işlemişti. Ey Muhammedi Onlara de ki: ‘Eğer
inanıyorsanız, imanınız size ne kötü şey emrediyor!”[121]

İsrailoğulları,
Tevrat’ı insanlara açıklayacaklarına ve onda olan hiçbir şeyi
gizlemeyeceklerine söz vermişlerdi. Ancak onlar, zamanla Allah’a verdikleri bu
sözü de bozdular, Tevrat’ta bulu­nan hükümleri gizlemeye ve az bir para
karşılığında ondaki ger­çekleri tahrif etmeye başladılar.

“Bir zaman Allah,
kendilerine kitap verilenlerden, onu insan­lara açıklayacaklarına, onda
olanları gizlemeyeceklerine dair ahid almıştı. Onlar ise, bu taahhütlerini
kulak arkasına attılar ve onu küçük bir kazançla değiştirdiler. Bu alış
verişleri ne kötüdür!”[122]

Yahudi âlimleri, az
bir dünyalık karşılığında Tevrat’ta baş­lattıkları bu tahrifleri, giderek
alışkanlık haline getirdiler. Yüce Allah, Hz. Peygamber (s.a.v)’e hitaben,
onlann bu tavırları yü­zünden lanetlendiğini, onların çoğundan hainlik
göreceğini ve içlerinden pek azının müslüman olacağını haber vermiştir:

“Verdikleri sözü
bozdukları için onlan lanetledik ve kalpleri­ni katüaştirdık. öyle ki, onlar,
kelimelerin yerlerini değiştirirler (kitaplarını tahrif ederler), kendilerine
öğretilen ahkâmın önemli bir bölümünü de unutmuşlar. İçlerinden pek azı hariç,
onlardan daima bir hainlik görürsün. Yine de sen onlan affet ve yaptıkları­na
aldırış etme. Şüphesiz ki Allah, iyilik yapanları sever.”[123]

“Yahudilerin bir
kısmı, kelimelerin yerlerini değiştirerek: 7-şittik, isyan ettik, dinleyin ama
kulak asmayın’ derler. Yine dille­rini eğip bükerek, ‘râinâ’ diyorlar. Böyle diyeceklerine:
‘İşittik itaat ettik, dinle ve bizi gözet.’ deselerdi, kendileri için daha
hayırlı ve daha doğru olurdu. Fakat Allah, inkârları yüzünden onlara lanet
etmiştir. Onun için onlar, pek azı dışında, imana gelmezler.”[124]

“Nihayet onların
ardından yerlerine kötüler gelip kitaba vâ­ris oldular. Onlar, şu dünyanın
geçici menfaatini alırlar ve ‘İleride affolunuruz.’ derler. Aynı menfaatle
karşılaştıkları zaman onu yine alırlar. ‘Allah hakkınd.a gerçekten başka bir
şey söylemeyin diye Tevrat’ta kendilerinden söz alınmamış mıydı? Ve orada olan­ları
okumamış mıydılar? Allah’tan korkanlar için âhiret yurdu daha hayırlıdır. Hiç
aklınızı kullanmaz mısınız?”[125]

“Onların size
uyacaklarım mı umuyorsunuz? Oysa onlardan bir cemâat, Allah’ın kelâmını
dinleyip iyice anladıktan sonra onu bile bile tahrif ediyorlar!”[126]

Yahudiler, toplu azabı
gerektirecek bu ağır suçu tekrar tekrar İşlediler. Ancak Allah’ın va’diyle,
azapları kıyamete erte­lenmişti:

“Şüphesiz ki biz,
Musa ‘ya Kitab ‘ı vermiştik. Onun hakkında ihtilafa düşmüşlerdi. Eğer
azaplarının Kıyamet gününe kadar ertelenmesi hususunda rabbinin önceden
verilmiş bir va’di olma­saydı, onlar hakkındaki hükmünü çoktan verirdi. Doğrusu
onlar, Tevrat hakkında şüphe ve tereddüt içindedirler.”[127]

Yahudiler, işi daha da
ileri götürmüşler, hattâ Hz. Musa (a.s.)’dan sonra gönderilen Benî İsrail
peygamberlerinden bâzı­larını yalanlamışlar, bâzılarını da öldürmüşlerdi.
Halbuki bu peygamberler, onları Tevrat’ın hükümlerine uymaya çağırmak­tan başka
bir şey yapmıyorlardı:

“Şüphesiz ki biz,
Musa’ya Tevrat’ı verdik. Ve ondan sonra birbiri ardınca peygamberler gönderdik.
Meryem oğlu isa’ya da açık mucizeler verdik. Ve onu Ruhülkudüs İle te’yid
ettik. Ey Ya­hudiler! Her peygamber, size nefislerinizin istemediği şeyleri ge­tirdiği
zaman büyüklük taslayıp bir kısmını yalanlıyor, bir kısmını da öldürüyor
musunuz? (Onlar cevap olarak), ‘Kalplerimiz perde-lenmiştir.’ dediler. Hayır,
Allah onlan inkârlarından dolayı lânet-lemistir. Ne de az iman ederler.”[128]

Yahudiler, ‘Allah
insana bir şey indirmedi.’ diyerek, Allah’ı gereği gibi tanıyamadılar. Ey
Muhammed, de ki: ‘Musa’nın insan­lar için bir nur ve hidâyet olmak üzere
getirdiği kitabı kim indirdi? Siz, onu parça parça kâğıtlar haline getirip
işinize gelenini açıklıyor, çoklarını da gizliyorsunuz. Sizin de atalarınızın
da bilmediğiniz şeyler, size o kitapta öğretilmişti.’ De ki: ‘O kitabı Allah
indirdi.’ Sonra bırak onlan daldıkları sapıklıkta oyalanadursun-lar.”[129]

Yahudiler,
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’e karşı da düşmanca bir tavır takındılar.
Halbuki, Tevrat ve ellerinde bulunan diğer dînî kitaplarda verilen bilgilerden,
onun sıfatlarını öğrenmişlerdi. Hatta kendilerinden olacağını zannettikleri bu
peygamber sayesinde güç ve kuvvet kazanacaklarını söyleyerek İslâm öncesinde
onunla Yesrib/Medine Araplarını tehdit ediyor­lardı. Ancak özelliklerini çok
iyi bildikleri o peygamber, sandıkla­rının aksine Araplar arasından seçilince,
bunu kıskanarak ona düşman kesildiler. Kur’ân-ı Kerim, onların bu durumunu
şöyle açıklamaktadır:

“Onlara, Allah
katından ellerinde bulunan Tevrat’ı tasdik etmek üzere bir kitap (Kur’ân)
gelince; önceden inkâr edenlere karşı yardım isteyip dururlarken, o tanıdıkları
(peygamber) kendi­lerine gelince, tuttular onu inkâr ettiler. Allah’ın laneti
kâfirlerin üzerine olsun. Allah’ın, kullarından dilediğine lütfundan bir şey
indirmesini kıskanarak, O’nun indirdiklerini inkâr etmekle, karşı­lığında
kendilerini harcamaları ne çirkindir! Bu yüzden onlar, ga­zap üstüne gazaba
uğradılar. Kâfirler için hor ve hakir kılıcı bir azap vardır.”[130]

Yahudi âlimleri,
Rasülullah (s.a.v.)’i dinlerken, ona gönde­rilen vahyi yalanlamak maksadıyla,
aynı konularda Tevrat’ta bulunan bilgileri tahrif ederek aktarırlar,
münafıkları bu yanlış­ları kabule çağırırlardı:

“Ey Peygamber!
Kalbleri inanmadığı halde ağızlarıyla, ‘iman ettik’ diyen münafıklardan ve
yahudilerden inkârda yarışanlar­dan dolayı üzülme. O münafiklar, her türlü
yalanı can kulağıyla dinlerler, sana gelmeyen başka bir kavme çokça kulak
verirler.

Yahudiler ise, kitabın
kelimelerini asıl yerlerinden değiştirip, ma­nalarım tahrif ederler,
kendilerine uyanlara, ‘Bu değişik şekliyle size verilirse alın, verilmezse
kaçının.’ derler. Allah, bir kimsenin fitneye düşmesini dilerse, senin Allah’a
karşı yapacak hiçbir şe­yin yoktur. İşte onlar, Allah’ın, kalplerini temizlemek
istemediği kimselerdir. Dünyada onlar için zillet, âhirette de büyük bir azap
vardır.”[131]

Medine yahudileri,
bâzı suçların cezası ellerindeki Tevrat ta yazılı olduğu halde, onu bilmezden
gelerek Rasülullah (s.a.v.)’e giderler ve ondan bu suçların cezasını takdir
etmesini isterlerdi. Ancak niyetleri kötü olduğu için, Rasülullah (s.a.v.)’in
verdiği hükme uymazlardı. Onların bu sahtekârlığı da Cenab-ı Hak ta­rafından
yüzlerine çarpılmıştır:

“Allah’ın hükmü,
yanlarında bulunan Tevrat’ta yazılı olduğu halde, nasıl oluyor da seni hakem
tayin ediyor, sonra da verdiğin hükümden yüz çeviriyorlar? İşte onlar gerçek
mü’min değildirler. Doğrusu biz içinde hidâyet ve nur bulunan Tevrat’ı
indirdik. Ken­dilerini Allah’a teslim etmiş peygamberler, yahudüere onunla
hükmederlerdi. Rablerine samimi olarak kulluk edenler ve bilgin­ler de Allah’ın
Kitabı’ndan elde mahfuz kalanla hükmederlerdi. Tevrat’ın hak olduğuna şahit
idiler. O halde insanlardan korkma­yın, benden korkun, âyetlerimi hiçbir
değerle değiştirmeyin. Al­lah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar
kafirlerdir. Biz, Tev­rat’ta onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa
kulak, dişe dişle kısas yapıldığını yazdık. Yaralarda da karşılıklı kısas
vardır. Kim kısas hakkından vazgeçerse, bu onun günahlarına keffâret olur.
Allah’ın indirdiği ile hükmetmey enler, işte onlar zâ­limlerdir.”[132]

Medine yahudilerinin
küstahlığı, Rasülullah (s.a.v.)’den kendilerine gökten bir kitap getirmesini
teklif etme noktasına kadar varmıştı:

“Kitap ehli,
senin kendilerine gökten bir kitap indirmeni is­terler. Onlar, Musa’dan bundan
daha büyüğünü istemişlerdi ve ona, ‘Bize Allah’ı apaçık göster.’ demişlerdi.
Zulümlerinden ötürü onlan yıldırım çarpmıştı. Kendilerine apaçık deliller
geldikten son­ra da,, buzağıyı tanrı olarak benimsediler, fakat bunları
affettik ve Musa’ya apaçık bir hüccet verdik. Söz vermeleri için Sina dağını
üzerlerine kaldırdık ve onlara, ‘Kapıdan secde ederek girin.’ dedik ve onlara,
‘Cumartesi günü yasağını çiğnemeyin!’ dedik, onlardan sağlam bir söz aldık.”[133] 

 

Ş. Hz. Musa (A.S.) Ve Hz. Hızır (A.S.)

 

Kur’ân-ı Kerim, Hz.
Musa (a.s.) ile ondan daha bilgili sâlih bir kul olarak tanıttığı bir şahsın
yolculuklarını anlatmış; ancak bu kul hakkında bu yolculukta geçenler dışında
bilgi vermemiş­tir. Hz. Peygamber (s.a.v.) ise buna ilâve olarak, bu sâlih
kulun oturduğu kurak ve otsuz yerlerin derhal yeşillendiğini ve adının Hızır
olduğunu söylemiştir.[134]

Kur’ân-i Kerim’de Hz.
Musa (a.s.) ile bu arkadaşının yolcu­luklarının başlangıç sebebi hakkında bilgi
bulunmamaktadır. Ancak bu konuda bâzı hadisler nakledilmiştir. Bu rivayetlerden
birine göre, Hz. Musa (a.s.) bir gün kavmine hitap etmiş, etkili konuşmasıyla
herkesi ağlatmiştı. Bu sırada kendisine insanların en bilgilisinin kim olduğu
soruldu. Hz. Musa (a.s.), fazla düşün­meden, en bilgili insanın kendisi
olduğunu söyleyivermişti. Bu­nun üzerine Cenab-ı Hak, bu cevabının doğru
olmadığını haber vererek onu uyardı. Çünkü cevabını kesin olarak bilmediği bu
soruyu Allah’a havale etmesi gerekiyordu. Onu uyaran Cenab-ı Hak, şöyle
vahyetti; “Aksine, senden daha bilgili bir kulum vardır, O kul iki denizin
birleştiği yerdedir.”[135] Bu
konuda aktarılan diğer bir habere göre ise, Hz. Musa (a.s.), Yüce Allah’a
kendisinden daha bilgili bir kul olup olmadığını sormuş; eğer var ise kendisi­ni
o kula götürmesini istemişti.[136]

Neticede Hz. Musa
(a.s.)’a Allah tarafından bir balık alıp sepete koyarak yola çıkması, balığı
nerede kaybederse, o bilgili kulu orada bulacağı bildirildi. Bunun üzerine Hz.
Musa (a.s.), bir balık alıp sepete koydu, hizmetkârı olan genç (Yûşâ b. Nün)[137] ile
birlikte yola koyuldu. İki denizin birleştiği yere geldiklerinde, istirahat
için bir kayanın üzerine oturmuşlardı. Bu esnada Hz. Musa (a.s.) uykuya
daldı.Tam o sırada hareketlenmeye başlayan balık, hizmetkârın gözlerinin önünde
denize düştü ve sür’atle denizin derinliklerine daldı.

Hz. Musa (a.s.)
uykudan uyanınca, kendisine sepetteki ba­lığın canlanarak denize daldığını
söylemeyi unutan hizmetkârı ile birlikte yoluna devam etti. O ikisi, günün
kalan kısmını ve geceyi yürüyerek geçirdiler. Ertesi gün Hz. Musa (a.s.),
hizmet­kârına yorulduklarını söyleyerek ondan yiyecek torbasını getir­mesini
istedi. Efendisinin yiyecek torbasını İstemesi üzerine de­likanlı, sepetteki
balığın canlanarak denize daldığını hatırladı ve bunu unutmuş olduğu için çok
üzüldü. Pişmanlık içinde önceki oturdukları yerde balığın denize kaçmış
olduğunu söyledi. Du­rumu olay yerinde uykusundan uyandığı anda haber vermeyi
düşündüğünü, ancak şeytanın bunu kendisine unutturduğunu söyleyerek ondan özür
diledi. Fakat korktuğu başına gelmemişti. Aksine duyduklarından memnun kalan
Hz. Musa (a.s.), “Bizim istediğimiz de buydu!” diyerek hizmetkârıyla
birlikte balığın kay­bolduğu yere geri döndü. Balığın denize atlamış olduğu
kaya­ya[138] geldiklerinde, bir adamın
o kayanın üzerinde elbisesine bürünmüş bir halde oturduğunu gördüler. Kur’ân-i
Kerim, Hz. Mu­sa {a.s.) ile hizmetkârı olan gencin yola çıkmaları ve kaya üze­rinde
kendilerini bekleyen bu sâlih kul ile buluşmalanyla ilgili olarak şu bilgiyi
vermektedir:

“Musa, genç
arkadaşına, ‘Ben iki denizin birleştiği yere u-laşmaya, yahut yıllarca yürümeye
kararlıyım.’ demişti. İkisi iki denizin birleştiği yere ulaşınca, balıklarını
orada unutmuşlardı. Balık bir delikten kayıp denizi boylamıştı. Oradan uzaklaştıkla­rında
Musa, yanındaki gence, ‘Azığımızı çıkar, andolsun bu yolcu­luğumuzda yorgun
düştük.’ dedi.

O genç, ‘Bak sen!
Kayalığa vardığımızda baliği unutmuş­tum. Bana onu hatırlamamı unutturan ancak
şeytandır. Balık şaşılacak şekilde denizde yolunu tutup gitti.’ dedi.

Musa, ‘İstediğimiz
zaten buydu.’ dedi. Hemen geldikleri yol­dan izleri üzerinde geri döndüler.
[139]

Selamlaşma ve
tanışmanın ardından, Hz. Musa (a.s.), ka­yanın üzerinde buldukları adama, yanma
kendisine verilen ilim­den öğrenmek için geldiğini söyledi. Sâlih kul (Hızır
a.s.), şöyle cevap verdi:

“Ey Musa! Ben bir
ilim üzereyim ki, o ilmi bana Allah Öğret­miştir, sen onu bilmezsin. Sen de
Allah’tan verilen, O’nun öğrettiği bir ilim üzeresin ki, onu da ben
bilemem.”

Hz. Musa (a.s.), ona
ilim öğrenmek maksadıyla bir süre yanında kalacağını ve bu süre boyunca
kendisine tabi olacağını söylemişti. Ancak o, kendisiyle birlikte olduğu
takdirde müşahe­de edeceği bâzı şeylerin hikmetini anlayamayacağını ve bunlara
sabredemeyeceğini hatırlattı. Hz. Musa (a.s.), Allah’ın izniyle gördüklerine
sabredeceğine ve onun hiçbir işine itiraz etmeyece­ğine söz verince, ikisi
birlikte yola çıktılar. O sırada sahile yakla­şan bir gemiye binmişlerdi. Hz.
Hızır (a.s.), bir süre sonra, gemi­cilere fark ettirmeden geminin bâzı yerlerini
tahrip edip delmeye başladı. Gördükleri karşısında dehşete kapılan Hz. Musa
(a.s.), ona verdiği sözü unutarak, gemilerine almak suretiyle kendileri­ne
iyilik yapan gemicilere nasıl olup da kötülük yapabildiğini sordu. Ancak onun
yola çıkarken yapmış oldukları sözleşmeyi hatırlatması üzerine pişman olup
ondan özür diledi. Gemiden in­dikten sonra, oyun oynamakta olan bir kaç çocuğa
rastlamışlar­dı. Hz. Musa (a.s.)’in arkadaşı bu çocuklardan birini aldı ve uzakça
bir yere götürüp onu öldürdü. Gördüğünden dehşete kapı­lan Hz. Musa (a.s.), bu
defa da kendisini tutamamıştı; arkadaşı­na suçsuz bir çocuğu öldürmekle çok
kötü bir iş yaptığını söyle­di. Sâlih kul, tekrar başta söylediklerini
hatırlatınca, Hz. Musa (a.s.), yine pişman olduğunu açıkladı. Bunun son olacağını,
ar­tık bundan sonra bir şey sorarsa, kendisini terkedebileceğini söyledi. Sonra
yürümeye devam ettiler. Yorgun ve aç bir vaziyet­te bir köye girdiler.
Köylülerden yiyecek şeyler istediler. Ancak köylüler onlara hiç bir şey
vermedi. Bu köyden çıkarlarken, yı­kılmak üzere olan bir duvar görmüşlerdi.
Sâlih kul, hemen işe girişip duvarı düzeltti, onu sağlam hale getirdi. O sırada
yiyecek bir şeyler satın alabilmek için paraya çok ihtiyaçları olduğu hal­de
yaptığı bu iş karşılığında bir ücret de istememişti. Onun bu haline hayret eden
Hz. Musa (a.s.), yine kendisini tutamadı ve, “Keşke bu iş karşılığında bir
ücret olsaydın, onunla yiyecek bir şeyler satın alırdık!” deyiverdi.
Arkadaşı, bu üçüncü itirazından sonra yollarının ayrıldığını söyleyip, yapmış
olduğu üç anlaşıl­maz işin hikmetlerini açıkladı:

Bindikleri geminin
yoksul bir aileye âit olduğunu, sağlam gemilere el koyan hükümdarın bu gemiyi
almasını engellemek niyetiyle gemide tamiri mümkün bir delik açtığını belirtti.
Böyle­ce zâlim hükümdarın beğenip almadığı gemi, sahiplerinin elinde kalacaktı.
Öldürdüğü çocuğa gelince, kötü mizaçlı ve kötü ah­laklı azgın biri olan bu
çocuğu, mü’min ve hayırlı birer insan olan anne ve babasını da küfre
sevketmesinden korktuğu için öldürdüğünü söyledi. Tamir ettiği duvarın ise iki
yetime ait oldu­ğunu ve altında bir hazine bulunduğunu belirtti. Allah’ın o
hazi­nenin bu iki yetimin menfaati için korunmasını istediğini, bu maksatla,
duvarın yıkılması durumunda ortaya çıkacak hazineyi, iki yetim büyüyüp ergenlik
çağına geldiklerinde çıkarsınlar diye, duvarı tamir ederek gizlediğini söyledi.
Ayrıca bütün bu yaptıklarını, doğrudan kendi düşüncesi ve görüşüyle değil, ken­disine
gönderilen bir ilimle yaptığını açıkladı. Kur’ân-i Kerim, Hz. Musa (a.s.) ve
bilgisine başvurduğu arkadaşi/sâlih kul arasında geçen konuşma hakkında şunları
aktarmaktadır:

“Musa ve
hizmetkârı kayaya vardıklarında, katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve
kendisine ilim öğrettiğimiz sâlih kullarımızdan birini buldular. Musa ona,
‘Allah’ın sana öğ­rettiği hayra götüren ilim ve hikmetten bana öğretmen için
peşin­den gelebilir miyim?’ dedi.

O kul, ‘Sen doğrusu,
benimle arkadaşlığa ve benim yaptıkla­rıma dayanamazsın, hikmetini
kavrayamadığın bir şeye nasıl dayanabilirsin?’ dedi

Musa, ‘Allah dilerse
sabrettiğimi göreceksin, sana hiç bir iş­te karşı gelmeyeceğim,’ dedi.

O ise, ‘O halde, eğer
benim peşimden geleceksen, ben sana anlatmadıkça yaptığım herhangi bir şey
hakkında bana soru sormayacaksın.’ dedi. Bunun üzerine kalkıp gittiler; sonunda
bir gemiye bindiklerinde, sâlih kul, gemiyi deliverdi.

Musa, ‘Gemiyi
içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu şaşılacak bir şey yaptın!’ dedi.

Sâlih kul, Musa’ya,
‘Ben sana yaptığım işlere dayanamaz­sın demedim mi?’ dedi.

Musa, ‘Unuttuğum için
bana çıkışma, şu işimde bana zorluk çıkarma!’ dedi.

Yollarına devam
ettiler, sonunda bir erkek çocuğa rastladı­lar. Sâlih kul hemen çocuğu öldürdü.

Musa, ‘Bir cana
karşılık olmaksızın masum bir cana mı kıy­dın? Doğrusu pek kötü bir şey
yaptın!’ dedi

Sâlih kul, ‘Ben sana, yaptığım
işlere dayanamazsın deme­dim mi?’ dedi.

Musa, ‘Bundan sonra
sana bir şey sorarsam benimle arka­daşlık etme. Artık ondan sonra benden
ayrılmakta mazur sayılır­sın. ‘ dedi.

Yine yola koyuldular;
sonunda vardıkları bir kasaba halkın­dan yiyecek istediler. Kasaba halkı, bu
ikisini misafir etmek iste­medi. İkisi, şehrin içinde yıkılmak üzere olan bir
duvar gördüler. Musa’nın arkadaşı hemen o duvan doğrultuverdi Musa,
‘Dilesey-din buna karşı bir ücret alabilirdin!’ dedi

O şöyle cevap verdi:
İşte bu, seninle benim ayrılmamızı ge­rektiriyor. Şimdi sana dayanamadığın
işlerin hikmetlerini anlata­cağım: O deldiğim gemi, geçimini denizden sağlayan
birkaç yok­sula aitti; ona hasar vermek istedim, çünkü peşlerinde her sağlam
gemiye zorla el koyan bir hükümdar vardı. Öldürdüğüm erkek çocuğuna gelince;
onun anası ve babası inanmış kimselerdi Ço­cuğun onları azdırmasından ve o
ikisini de inkâra sürüklemesin­den korktuk. Rablerinin o ana-babaya bu çocuktan
daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermesini istedik. Ücretsiz
düzelttiğim duvar ise, şehirde iki yetim erkek çocuğa aitti. Duvarın altında
onların bir hazinesi vardı; babalan da iyi bir kimseydi Rabbin onların ergenlik
çağına ulaşmasını ve Rabbinden bir rah­met olarak hazinelerini bizzat
çıkarmalarını istedi. Dolayısıyla ben, bütün bunları kendiliğimden yapmadım.
İşte sabredemediğin şeylerin iç yüzü budur.”[140]

Musa-Hızir kıssası,
burada sona ermektedir. Bu şekilde sona eren kıssada, ilme verilen önem, ilim
ve ilim öğrenmek için gösterilen fedâkârlık dikkat çekmektedir. Hz. Musa
(a.s.), bir peygamber olduğu halde, bu sâlih kuldan ilim öğrenmek için büyük
zahmete katlanmış, kendisini hayrete düşüren durumla­ra rağmen sonuna kadar
sabretmesini bilmiştir. O, talebede bu­lunması gereken edep ve ilim tahsilinde
gururun terki hususun­da da örnek olmuştur. Diğer taraftan bu kıssanın
muhtevasında, iki zarardan büyüğünü küçüğüyle gidermenin, daha büyük kö­tülüklere
yol açılmaması için onları önleyecek bâzı yasaklan yapmanın, malın tamamını
kurtarmak için bir kısmını tahrip etmenin cevazı vardır. Yine sâlih ana-babamn
çocuklarına; ha­yırlı evlâdın da onlara faydası açıkça görülmektedir. [141]

 

T. İnek Kurbanı Meselesi

 

Bu konuda aktarılan
bâzı rivayetlere göre, İsrailoğulları i-çinde zengin bir adam vardı. Çocuğu
olmayan bu adamın fakir bir yeğeninden başka mirasçısı bulunmuyordu. Bu yeğen,
mira­sına bir an önce konmak için yaşlı amcasını öldürüp cesedini yola attı.
Ardından Hz. Musa (a.s.)’a gelerek, amcasının meçhul bir şahıs tarafından
öldürülüp cesedinin yola atılmış olduğunu haber verdi; bir peygamber olarak
katili ancak kendisinin bilebi­leceğini söyledi ve ondan katili bulmasını
istedi.

Bunun üzerine Hz. Musa
(a.s.), bu olayın içyüzünü ortaya çıkarabileceklerin kendisine gelmelerini
istemişti. İnsanlar etra­fında toplandığı sırada, Cenab-i Hak ona, katili
ortaya çıkarmak için, kavmine bir inek boğazlamalarını emretmesini vahyetti.
Allah’ın emrini onlara aktaran Hz. Musa (a.s.), beklemediği bir tavırla
karşılaştı. İsrailoğulları, inek kesmemek için bahaneler aramaya başladılar.
Anlaşılan onlar, Mısırlılar’dan etkilenerek benimsemiş oldukları ineğin
kudsiyeti ve ineğe tapma İnancını henüz kafa ve gönüllerinden çıkaramamışlardı.
Tevhid inancını gerektiği şekilde benimseyip-benimsemediklerini de ortaya koya­cak
bu imtihanda onlar, önce Hz. Musa (a.s.)’m kendilerini alaya aldığından şikayet
ettiler. İşin ciddî olduğunu öğrenince İse ince ayrıntılara girdiler ve ineğin
rengini, yaşını ve diğer özelliklerini sayıp dökmeye başladılar. Her yeni soru,
hoşlarına gitmeyecek bir özellik getirdi ve sonunda Allah tarafından o dönemde
özel­likle tapınmak için seçilen altın sarısı renginde bir inek kurban etmeleri
emredildi. Kur’ân-ı Kerim, bu konuda yaşananları şöyle dile getirir:

Musa kavmine, ‘Allah,
muhakkak bir sığır boğazlamanvzı emrediyor.’ demişti ‘Bizi alaya mı alıyorsun?’
dediklerinde de, ‘Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım.’ dedi.

Onlar, ‘Rabbine bizim
adımıza yalvar da ineğin özelliklerini bize bildirsin.’ dediler. Musa, ‘O, onun
ne çok yaşlı, ne de çok genç, ikisinin ortası bir sığır olduğunu söylüyor, size
emrolunanı yapın.’ dedi.

‘Rabbine bizim adımıza
yalvar da ineğin rengim bize bildir­sin!’ dediler. Musa, ‘Rabbim, onun,
bakanların içini açan parlak san renkli bir sığır olduğunu söylüyor.’ dedi.

‘Rabbine bizim adımıza
yalvar da, mahiyetini bize bildirsin, çünkü sığırlar, bizce, birbirine
benzemektedir. Allah dilerse biz şüphesiz doğruyu bulmuş oluruz.’ dediler.

Musa şöyle dedi: ‘Yeri
sürüp, ekini sulayarak boyunduruk altında ezilmemiş, kusursuz, alacasız bir
sığır olduğunu söylüyor.’ ‘Şimdi gerçeği bildirdin.’ deyip sığırı boğazladılar;
az kalsın bunu yapmayacaklardı.

Hani siz bir kimseyi
öldürmüş ve suçu birbirinize atmıştınız; oysa Allah gizlemekte olduğunuzu
ortaya çıkaracaktı. ‘Sığırın bir parçasıyla ölünün cesedine vurun.’ dedik. İşte
böylece Allah ölüle­ri diriltir ve aklınızı kullanasınız diye size ayetlerini
gösterir. Bu mucizeden sonra, kalpleriniz yine katılaştı, taş gibi, hatta daha
da katı oldu. Zîrâ taşlar arasında kendisinden ırmaklar fışkıran vardır; yarılıp
su çıkan vardır; Allah korkusundan yuvarlananlar vardır. Allah yaptıklarınızdan
habersiz değildir. “[142]

Anlaşıldığı gibi, en
yakın bir akrabasını malı için öldürmek suçunu işleyen cânî, kendisini
töhmetten kurtarmak maksadıy­la, Allah’ın elçisinden katili ortaya çıkarmasını
istemekle, aslın­da kendisini ele verecek bir yola girmişti. Diğer insanlar
ise, bir inek kesmelerini isteyen Hz. Musa (a.s.)’ı kendilerini alaya al­makla
itham etmişler, bundan kurtulmak için bahane üstüne bahane aramışlardı. Halbuki
peygamberlerinin emrine uyarak herhangi bir ineği kesiverseler maksat hasıl
olacaktı. Ancak on­lar, her defasında ineğin çeşitli özelliklerini Allah’tan
sormasını isteyerek işi uzattılar.

Sonunda âyetlerde
tarif edilen bir inek bulunup boğazlan­dı. İnekten alınan bir parça ile
öldürülmüş olan sahsm cesedine vurulunca, ceset canlanıp ayağa kalktı ve
kendisini malına kon­mak için şikâyet sahibi yeğeninin öldürdüğünü söyledikten
son­ra tekrar öldü. Bunun üzerine katil yeğen, göz koyduğu ve uğru­na amcasını
öldürdüğü maldan hiçbir fayda görmeden kısas gereği öldürüldü. Böylece ineğin
kurban edilmesi neticesinde gizli cinayet meydana çıkmış, âyette belirtildiği
gibi, insanların bu cinayet sebebiyle birbirini 
suçlamaları yüzünden başlayan fitne ve tartışmalar sona ermişti.
Kesilmiş olan ineğin bir parça­sıyla vurulan cesedin mucize olarak yeniden
canlanması, aynı zamanda ölülerin Cenab-ı Hak tarafından diriltilmesine bir ör­nek
olmuş, ölümden sonra dirilmeyi inkâr etmenin yanlışlığı bu olayda da ortaya
konmuştu. Ne var ki, İsrailoğulları’nın taştan daha katı kalpleri bu büyük
mucizelerden hiç mi hiç etkilenmi­yordu. [143]

 

U. İsrailoğulları’nın Hz. Musa (A.S.)’ı Düşman Karşısında
Yalnız Bırakması

 

Hz. Musa (a.s.),
Mısır’dan ayrıldıktan sonra kavmini Allah tarafından kendilerine va’dolunan
topraklara (=Filistin ve civarı) doğru götürüyordu. Onlara, zaman zaman
Allah’ın kendilerine verdiği nimetleri ve faziletleri anlatıyor, aralarından
peygamber­ler göndererek doğru yola ulaştırdığını, başkalarına boyun eğ­mekten
kurtararak hürriyetlerine kavuşturduğunu ve güzel rızıklar verdiğini
hatırlatıyordu. O kavmiyle birlikte bir yılı aşkın bir süre Sînâ dağı civarında
kaldı. Sonra Allah tarafından kendi­sine İsrailoğullan’nı Filistin’e götürüp
orayı fethetmesi emredildi. Bu emir üzerine onların başında yola çıkan Hz. Musa
(a.s.), böl­geye yaklaştıklarında, Allah’ın aralarından peygamberler gön­dermek
ve kendilerini Mısır’da yaşadıkları esaret hayatından kurtararak hürriyetlerine
kavuşturmak suretiyle o ana kadar hiçbir topluma nasip olmayan ihsanlarda
bulunduğunu hatırla­tıp, Allah’ın Kudüs ve civarını Levh-i mahfuz’da kendileri
için yazdığını söyleyip, onları korkaklıktan ve cihadı bırakıp geriye kaçmaktan
sakındırdı ve ısrarla o bölgeye girmelerini emretti. Geriye dönüp kaçtıkları takdirde
yeniden zillete düşeceklerini belirtti:

“Musa, kavmine,
Ey milletim! Allah’ın size olan nimetini ha­tırlayın; hani içinizden
peygamberler çıkarmış ve sizi melikler yapmış, dünyada kimseye vermediği
nimetleri (kölelikten kurtarıp kendi işinize hükümran olmayı) size vermişti. Ey
kavmim! Allah’ın size yazdığı mukaddes topraklara girin, ardınıza dönüp
cihaddan kaçmayın, yoksa kaybedenler olarak dönersiniz.’ demişti.”[144]

Kudüs’e
yaklaştıklarında, Hz. Musa (a.s.), kavmini tanzim etti, her bir s ıb ti/kabileyi
müstakil bir grup halinde düzenledi ve oniki kabileden her birinin başına bir
sorumlu/nakîp tayin etti. Sonra onlardan iman ve tevhid üzerine bağlılık yemini
aldı:

“Andolsun ki
Allah, İsraüoğullan’ndan söz almıştı. Biz, onla­ra içlerinden oniki başkan göndermiştik.
Allah, onlara şöyle de­mişti: ‘Ben sizinle beraberim. Eğer namazı dosdoğru
kılar, zekâtı verir, peygamberlerime inanır, onlara yardım ederseniz ve Allah’a
güzel borç verirseniz, muhakkak ki sizin günahlarınızı örterim ve sizi,
zemininden ırmaklar akan cennetlere koyarım. Bundan son­ra, içinizden kim inkâr
ederse, şüphesiz doğru yoldan sapmış olur.”[145]

Kabilelerinden sorumlu
bu başkanlar emredilenleri yerine getirmek hususunda onlara kefil
olmuşlardı.  Kabileleri adına bağlılık
yemini, onlar tarafından yapılmıştı. Hz. Musa (a.s.}, da­ha sonra bu nakipleri,
Kudüs halkı Ken’ânîler hakkında bilgi toplamaları için keşif kolu olarak
gönderdi. Nakipler bu topluma ulaştıklarında onların güçlü kuvvetli insanlar
olduklarını görün­ce onlardan korktular ve korku içinde geriye döndüler.
Kadeş’te kendilerini beklemekte olan Hz. Musa (a.s.)’a raporlarını sundu­lar.
Onlardan duydukları korku yüzünden savaştan vazgeçme teklifinde bulundular.
Ancak içlerinden ikisi yani Yûşa ile Kâleb, Allah’a verdikleri sözü bozmaktan
korkarak, kesinlikle savaşılmasını istediler ve şehre nasıl girileceği
hususunda tekliflerini açıklayıp, sonrası için Allah’a güvenmelerini
söylediler.[146] Diğer on nakib ise,
Ken’ânîler şehirde bulunduğu sürece oraya asla girmeyeceklerini açıklayarak, Hz.
Musa (a.s.)’a şöyle demişlerdi: “Sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada
oturacağız!”

İsrail oğulları’nın
düşman karşısında peygamberlerini yalnız bırakması, Kur’ân-i Kerim’de şöyle
anlatılmaktadır:

“Ey Musa! Orada
zorba bir millet vardır, onlar oradan çık­madıkça biz oraya girmeyeceğiz. Eğer
şehirden çıkarlarsa, biz de hemen gireriz.” dediler. Allah’tan
korkanlardan, Allah’ın kendile­rini nimete erdirdiği iki adam, ‘Onların üzerine
kapıdan yürüyün, oraya girdiniz mi, şüphesiz galip gelirsiniz. Eğer inanıyorsanız,
sadece Allah’a güvenin,’ demişlerdi.

Diğer nakibler, ‘Ey
Musa! Onlar orada oldukça biz asla ora­ya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin
savaşın, doğrusu biz bura­da oturacağız.’ demişlerdi.”[147]

 

Ü. İsrailoğulları’na 40 Yıl Sürgün Cezası=Tih/Çöl Hayatı

 

Nakipleri dinleyen
İsrailoğulları’nın savaşmayı reddetmeleri üzerine, Hz. Musa (a.s.) onları ikna
etmeye çalıştı. Bu toprakla­rın Allah tarafından kendilerine yazıldığını,
savaşı göze aldıkları takdirde orayı muhakkak fethedeceklerini söyledi. Ne var
ki, onu destekleyen Yûşâ ile Kâleb, çoğunluğun tepkisine mâruz kaldı­lar.
Savaşmamakta kararlı olan çoğunluk, bu iki nakibİ taşa tutmaya kalkıştılar. Bu
durum karşısında onları ikna edemeye­ceğini anlayan Hz. Musa (a.s.), Cenab-ı
Hak’tan, kendisiyle fâsık kavminin arasını ayırmasını istedi. Bunun üzerine
Allah Teâlâ, İsrailoğulları’nın kırk yıl süre ile Arz-ı mukaddes’e girmelerinin
yasaklandığını ve bu müddet içinde yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklarını
bildirdi;  ayrıca Hz.   Musa (a.s.)’ı  teselli 
ederek yoldan çıkmış bu toplum için üzülmemesini tavsiye etti:

“Musa, ‘Rabbim!
Ben ancak kendime ve kardeşime söz geçi-rebiliyorum; artık bizimle bu yoldan
çıkmış toplumun arasını ayır.’ dedi. Allah, ‘öyleyse orası onlara kırk yıl
haram kılındı; bu müd­det içinde yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Artık
sen, yol­dan çıkmış millet için tasalanmaf’ dedi.”[148]

İsrailoğulları, bundan
sonra geriye İzlerine döndüler. Allah tarafından cezalandırılmanın bir sonucu
olarak 40 yıl boyunca çölde evsiz-yurtsuz bir vaziyette şaşkın şaşkın
dolaştılar. Her sabah bir yurt seçmek niyetiyle yola çıkıyorlar; ancak bir
yerde karar kılamıyorlardı. Bu yıllarda Amâlikalılar, Amorîler, Moablar,
Edomitler ve Medyenliler’in saldırılarına mâruz kaldı­lar. Bu müddet içinde,
çok garip haller yaşadılar.[149]

Bu ceza, korkaklıkları
ve Hz. Musa (a.s.)’ı düşman karşı­sında yalnız bırakmaları yüzünden
İsrailoğulları’na, akıllarını başlarına almalarını sağlamak ve onları terbiye
etmek için veri­len sürgün hayatı veya sahrada geçirilen müebbet hapis mahiye­tindedir.
Onlar, zulüm altında ezilmiş olmanın ruhlarında tabiat haline getirdiği
zilleti, korkaklığı, ihaneti ve dönekliği üzerlerin­den atmaları İçin, böyle
bir imtihana tabi tutulmuşlardır. Bu sayede, 
irade gücü, verilen vazifeyi kararlılıkla yerine getirme kabiliyeti ve
davete icabet gibi üstün hasletler kazanmaları is­tenmiştir.

Çok kalabalık bir
halde Sînâ yarımadasına girdiklerinde, başlarını sokabilecekleri evleri ya da
çadırları olmadığı gibi, ora­da gölgesinde serinleyebilecekleri ağaçlar dahi
bulunmuyordu. Bu durumda, Allah’ın yardımı olmaksızın çölün yakıcı sıcağın­dan
kurtulmaları, yiyecek ve içecek maddelerini temin etmeleri mümkün değildi. Benî
İsrail, çölde başlarında bulunan iki pey­gamber sayesinde, kendilerine verilen
terbiye maksatlı bu sür­gün cezası esnasında da, çeşitli mucizevî nimetlerden
istifâde ettiler. Allah Teâlâ, yapmış oldukları itaatsizliklere rağmen, onla­ra
burada da çeşitli ikramlarda bulundu. Gerek kendilerinin gerekse hayvanlarının
su içmesi için pınarlar, onları gölgeleye­cek bulutlar, yiyecek maddesi olarak
kudret helvasıyla bıldırcın­lar ihsan etti. Ancak onlar, bu nimetlere nankörlük
etmekten de çekinmediler, yine zulme başvurdular:

“Biz, onlan
(İsrailoğullan’nı) oniki sıbta/kabileye, oniki top­luluğa ayırdık. Kavmi
kendisinden su istediğinde, Musa’ya, ‘Asa­nı taşa vur.’ diye vahyettik. Taştan
oniki pınar kaynayıp aktı. Böylece bu topluluklardan her biri, su içeceği yeri
öğrenmiş oldu. Onların üzerine bulutla gölge çektik ve onlara kudret helvasıyla
(el-menn) bıldırcın (es-selvâ) indirdik. Sonra da şöyle dedik: ‘Size rızık
olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyiniz.’ Onlar (gü­nahkâr
davranışlarıyla} bize zulmetmiyorlar; fakat kendi kendile­rine zulmediyorlar.”[150]

İsrailoğulları’nm
çoğu, yine şükretmesini bilmiyordu. Bu nimetlerle yetinmeyerek Hz. Musa
(a.s.)’a geliyorlar ve kendileri­ne ikram edilen bu nefis yiyeceklerden
bıktıklarını açıklayıp, önceden yedikleri bakliyat cinsinden yiyecekler vermesi
için Al­lah’a dua etmesini istiyorlardı:

“Musa, milleti
için su aramıştı. ‘Asanla taşa vur!’ dedik; taş­tan oniki pınar fişkırdı her
kabile su içeceği yeri bildi. Allah’ın rızkından yiyin, için, yalnız yeryüzünde
bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.

‘Ey Musa! Bir çeşit
yemeğe dayanamayacağız, bizim için Rabbine yalvar, bize, yerin bitirdiği sebze,
hıyar, sarımsak, mer­cimek ve soğan yetiştirsin.’ demiştiniz de, Musa, ‘Hayırlı
olanı daha düşük şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? (öyleyse utanç ve zillet
içinde) Mısır’a dönün, şüphesiz orada istediğiniz vardır.’ de­mişti. Onlara
yoksulluk ve zillet damgası vuruldu, Allah’ın gaza­bına uğradılar. Bu, Allah’ın
âyetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmelerindendi. Bu,
isyan etmelerinden ve taşkınlık yapmalarından ileri gelmekte idi.[151]

 

V. Hz. Musa Ve Hz. Harun’un Vefatları

 

İsraüoğulları’ndan Tîh
sahrasında girdikleri sırada yirmi yaşını aşmış olanların çoğu, bu sahrada
şaşkın şaşkın dolaş­makla geçirilen kırk yıllık sürede vefat etmişlerdi.
Rivayetlere göre, onlarla birlikte olmalarına rağmen Cenab-ı Hakk’ın lütfuyla
sürgün hayatı kendilerine kolaylaştırman Hz. Musa (a.s.) ve kar­deşi Hz. Harun
(a,s.) da ölenler arasında idi. O ikisi dağdaki bir mağaraya gitmişler, Hz.
Harun (a.s.) orada vefat etmişti. Onu defnedip İsrailoğullan’nın yanma yalnız
başına dönen Hz. Musa (a.s.), rivayete göre, kardeşini öldürmekle itham edildi.
İftiracılar, onun bu cinayeti, halkın Hz. Harun (a.s.)’ı daha fazla sevmesi
yüzünden kıskançlık sebebiyle işlediğini söylüyorlardı. Onların bu iftirasını
Allah’a arzeden Hz. Musa (a.s.), onları kardeşinin kabrinin bulunduğu yere
götürmekle emrolundu. Kabrin başına vardıklarında Allah’ın izniyle canlanan Hz.
Harun (a.s.), onlara normal bir ölümle öldüğünü söyledi.[152]

Hz. Musa (a.s.),
kardeşi Hz. Harun (a.s.)’dan 3 veya 6 yıl sonra vefat etti. Geçtiği gibi O,
Allah tarafından kendilerine va’dolunan Filistin’e girmek için harekete geçmiş,
orada kuvvetli bir kavim gören İsrailoğulları, savaşmaktan kaçınmışlardı. Son
günlerde Arz-ı mukaddes’e yaklaşmak için Doğu Ürdün’deki Moab dağına doğru
giden Hz. Musa (a.s.), Allah’a yalvararak, Kudüs’e yakın bir yerde ölmek
istediğini bildirmişti. O sırada Moab ve civarını fethederek Heşban ve Ş itim’e
ulaştı. Neticede, Erîha civarındaki Abanm dağında öldü ve kırmızı kumlarla
kaplı bir tepenin alt tarafında yol kenarına defnedildi. Rasülullah (s.a.v.),
onun kabrinden bahsederken,   “Orada
olsaydım,  onun kırmızı kum tepesinin alt
tarafında yolun kıyısında kalan kabrini sizlere gösterirdim.’ demiştir.[153]

Musa (a.s.), rivayete göre,
120 yıl yaşamıştı. [154]

 

Y. Hz. Musa’nın Kavminden Gördüğü Eziyetler

 

İsrailoğulları,
peygamberleri Hz. Musa (a.s.)’a yaptıkları e-ziyetlere son vermiyorlar,
peygamber olduğunu bildikleri halde, onu rahatsız etmek için bahane üstüne
bahane buluyorlardı. Kur’ân-ı Kerim, onların bu küstahlığına şöyle işaret eder:

“Hani bir zaman
Musa, kavmine, ‘Ey kavmim,! Allah’ın sizle­re gönderdiği bir peygamber olduğumu
bildiğiniz halde, niçin ba­na eziyet ediyorsunuz?’ demişti. Onlar, doğrudan
sapınca, Allah da onların kalplerini saptırmıştı. Allah, doğru yoldan çıkan bir
kavmi hidâyete erdirmez.”[155]

Cenab-ı Hak, onların
bu durumunu örnek vererek, biz müslümanları, yahudiler gibi olmaktan men
etmiştir:

“Ey iman edenler!
Musa’ya eziyet edenler gibi olmayın. Al­lah, Musa’yı onların iftiralarından
temize çıkarmıştır. Musa, Allah nezdinde değerli bir kul idi.”[156]

Rasülullah (s.a.v.)
de, Hz. Musa (a.s.)’ın kavminden gördü­ğü bu eziyetlere ve onlara karşı
gösterdiği sabıra işaret etmiştir. İbn Mesud’dan nakledildiğine göre, Huneyn
ganimetlerinin tak­simi sırasında, bir şahıs, bu taksimde haksızlık yapıldığını
ve dağıtımda Allah rızâsının gözetilmediğini söylemişti. İbn Mesud, onun bu yu
yakışıksız sözlerini Rasülullah (s.a.v.)’e aktarınca, öfkesinden yüzünün rengi
değişti ve şöyle buyurdu:

“Allah’ın rahmeti
Musa’nın üzerine olsun! Şüphesiz o, bun-dan daha fazla  eziyet görmüş,   buna 
rağmen  sabretmiştir.”[157]

 

 

İlgili Makaleler