HâlHakkında Derlenen Bilgiler : Hâl’i NASB eden âmil, fiildir veya şibhi fiildir veya mânayı fiildir. Şartı, hâlin nekre olması ve hâl_sahibinin de mârife olmasıdır. Hâl, cümle-i haberiye olur ve âmilinin hazf edilmesi câizdir.
Hâl; lafzi fâil, zamir veya lafzi mefulün bih veya mânevi mefulü bihin heyetini (durumunu) beyan eden mensubtur, mamuldur. Hâl’in nekire bir isim olması şarttır. Hâl sahibine zilhâl denir. Hâl sahibinin şartı ise, genellikle marife, bazan da nekire-i muhassasa olmasıdır. Çünkü hâl sahibi, mânada mübtedâdır.
Hâl, cümleyi haberiye olabilir. Bu takdirde cümleyi hâl sahibine bağlayacak bir rabıta (meselâ hâl vavı) gereklidir. Hâl vavından sonra gelen fiil cümlesi veya isim cümlesi, NASB mahallinde hâl cümlesidir ve cümleyi haberiyedir. Örnek, 2/75 : “Şimdi onların (Yahudi vasıflarını taşıyanların) size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Halbuki (gerçekte) onlardan bir grub Ellah’ın Kelâmını işitiyor, (iyice anlayıp) akıl erdirdikten sonra, onlar bile bile (bilerek) tahrif ediyor (sözün lafzını veya mânasını değiştirip, bozuyor).”
Ayet-i Kerimesindeki ( … وَقَدْ كَانَ فَرِيقٌ مِنْهُمْ يَسْمَعُونَ كَلَامَ اللَّهِ … ) Hâl vavı ve sonraki fiil cümlesi, NASB mahallinde hâl cümlesidir ve cümleyi haberiyedir. NASB mahallinde oldukları için, “Yahudi vasıflarını taşıyanların sergiledikleri davranışlar, basın yayın yoluyla herkes tarafından apaçık görülür ve bilinir. Ancak kendileri bu gerçeği fark edemez.” bilgisi saklıdır.
Ayet-i Kerimesindeki ( وَهُمْ يَعْلَمُونَ … ) Hâl vavı ve sonraki isim cümlesi de NASB mahallinde hâl cümlesidir ve cümleyi haberiyedir. NASB mahallinde oldukları için, “Yahudi vasıflarını taşıyanların düşünceleri basın yayın yoluyla herkes tarafından apaçık görülür ve bilinir. Ancak kendileri bu gerçeği fark edemez.” bilgisi saklıdır.
( أَعْبُدُ ) fiili muzari nefsi mütekellim ve fâili, tahtında müstetir ( أَنَا ) zamiridir. ( اللهَ ) lafzı, muzari fiilin mefulü bihi olmak üzere lafzen mensubtur. ( خَائِفاً ) lafzı birinci hâl olmak üzere lafzi bir fetha ile lafzen mensubtur. ( رَاجِياً ) lafzı ikinci hâl olmak üzere lafzi bir fetha ile lafzen mensubtur. ( أَنَا ) zamiri ise zilhâl (Hâl sahibi)’dir.
Zamir veya lafzi mefulün bih-hâl‘a örnek: ( ضَرَبْتُ زَيْداً قَائِماً ) “Kâim olduğu hâlde
Zeyd’i dövdüm.” Örneğinde ( قَائِماً ) lafzı, lafzi fâil olan mütekellim zamirinden veya lafzi meful olan ( زَيْداً ) lafzında bir hâl olabilir. Bu belirsizlik Ayet-i Kerimelerde yoktur.
90/4 : ( لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ فِي كَبَدٍ ) “Gerçekten biz insanı bir sıkıntı (zorluk ve meşakkat) içinde yarattık.” İ’râbı ; ( لَ ) : Lâmu cevâbi’l kasemdir. ( قَدْ ) : Tahkik harfidir. ( خَلَقْنَا ) : Fiili mazidir ve fâil olan ( نَا ) muttasıl zamiri REF mahallindedir. ( الْإِنْسَانَ ) : Mef’ulün bih olup mansubdur. ( فِي كَبَدٍ ) : Şibh-i cümlesi (car- mecrur) NASB mahallinde olup sadece ( الْإِنْسَانَ )’dan, yani med’ulü bih’den hâl’dir. Şüphesiz ki, ( نَا ) muttasıl zamirinden hâl değildir. Ayrıca, hâl sahibi için hakikatte devamlı olan bir hâl-i dâime’dir ve âmili ( خَلَقْنَا ) mazi fiilidir.,
HAL ÇEŞİTLERİ
Mânevi meful-hâl‘a örnek: ( هَذَا زَيْدٌ قَائِماً ) İşte bu kâim olduğu hâlde Zeyd’tir. cümlesindeki
( قَائِماً ) lafzı, ( أُشِيرُ ) mânasında olan ismi işaretin mânen mefulü durumundaki ( زَيْدٌ ) lafzından hâl’dir.
1) Hâl-i dâime: ( إِنَّ اللهَ تَعَالَى مَوْجُودٌ قَادِراً ) “Muhakkak ki Ellah’ü Teala, kudreti her şeye yeter olduğu hâlde mevcuttur.” ( قَادِراً ) lafzı, sahibi için hakikatte devamlı olan bir hâl-i dâime’dir ve âmili ( مَوْجُودٌ ) şibhi fiilidir.
2) Hâl-i müntekıle ( ضَرَبْتُ زَيْداً قَائِماً ) “Zeyd’i ayakta olduğum veya ayakta olduğu hâlde dövdüm.” ( قَائِماً ) lafzı, değişebilen bir hâl olup, âmili ( ضَرَبْتُ ) fiilidir ve hâl sahibi genellikle o hâl ile vasıflanır. Hâl sahibi, ya lafzı fâil olan mütekellim zamiridir veya lafzi mefulü bih olan ( زَيْداً ) nin hâlidir.
3) Hâl-i müekkide ( زَيْدٌ أَبُوكَ عَطُوفاً ) “Zeyd acıyıcı olduğu hâlde senin babandır.” ( عَطُوفاً ) lafzı, sahibi mevcut olduğu müddetçe genellikle sahibinden ayrılmayan bir hâl’dir. Buna “Te’kit edici hâl” de denir.
4) Hâl-i mukaddere: ( فَادْخُلُوهَا خَالِدِينَ ) “O cennete sizin için ebedilik takdir edildiği hâlde girin.” ( خَالِدِينَ ) lafzı takdir edilen bir hâl olup, gerçekte bulunmaz ancak onun varlığı takdir edilir.
5) Hâl-i muvattıe: ( إِنَّا أَنْزَلْنَاهُ قُرْآناً عَرِبِياً ) “Biz onu Arabça Kur’an olduğu hâlde indirdik.” ( قُرْآناً ) lafzı, hazırlayıcı bir hâl’dir. Bu hâlin sahibi hariçte, o hâl ile beraber olur ve o hâl, ibarede başka bir şey ile sıfatlanır. Burada ( عَرِبِياً ) sıfatı ile sıfatlanmıştır.
6) Hâl-i müteradife: ( إِذْهَبْ رَاشِداً مَهْدِيّاً ) “Dosdoğru ve hakk yola ulaşıcı olduğu hâlde git.” ( رَاشِداً ) öyle bir hâldir ki, onun sahibi tek kişi olur ve hâli ise, birden fazla olur. Buna “mânada aynı olan hâl” de denir.
7) Hâl-i mütedahile: ( جَاءَ زَيْدٌ رَاكِباً مُنْحَرِفاً ) “Zeyd eğilerek binici olarak geldi.” ( مُنْحَرِفاً ) ikinci hâl, birinci olan ( رَاكِباً) hâlin, zamirinden bir hâl’dir. Buna “birbirine giren hâl” de denir.