Ay: Ocak 2014

  • Cerh Ve Ta’dil Elfazının Hükümleri: Hadis Usulü Online Oku


    Cerh Ve Ta’dil Elfazının Hükümleri:

     

    Cerh ve ta’dil elfazı 12 tabakaya ayrılırsa da
    bunların herbirine ayrı bir hüküm terettüp etmez. Bütün bu elfazdan neticede üç
    hükme ulaşılır:


    1- İhticac:

    Râvi’nin kesinlikle sika olduğuna delalet eden tâbirler, bu râvinin naklettiği
    hadîsin sahîh olduğunu ve dolayısıyla rivâyetiyle âlimlerin âmel edebileceğini,
    o hadisleri delil olarak kullanarak hüküm çıkarabileceğini gösterir.


    2- İtibar:

    Râvi’nin bazı küçük kusurları olduğunu, rivâyeti
    ile tek başına amel edilemeyeceğini ancak bu durumdaki başka hadisleri
    kuvvetlendirebileceğini veya kendisi, başka hadislerle kuvvetlendiği takdirde
    kullanılabilir hâle geleceğini ifade eder. Bazı muhaddisler bir de İhtibar
    mertebesinden bahsetmiştir. Yani, hadîsin bir aslı var mı, yok mu araştırmaya
    değer olduğunu ifâde eder. İtibâr’dan fazla bir farkı yoktur.


    3- Terk:

    Râvi’deki zayıflık’ın fazlalığını ifâde eder.
    Terk’i ifâde eden tabirlerle vasfedilmiş olan râvinin hiçbir rivâyetiyle hiçbir
    surette ihticâc ve hatta îtibâr edilemez. Onun rivâyetleri kizb’tir,
    uydurma’dır. Bu vasıfları belirtilmeden “hadîs” adıyla rivâyet edilmeleri
    “haram”dır.

    [1]


    Mühim Not:

    Bir hadîs hakkında kullanılan “Bu hadîs sahîh
    değildir”, “Bu hadîs sâbit değildir”, “Bu hadîs gayr-ı sâbittir” gibi
    değerlendirmeler, bu tabiri kullanan şahsa veya tabirin geçtiği kitaba göre
    farklı hüküm ifade eder:


    1-

    Bunlar ve bunlara yakın tâbirler zu’afâ ve mevzûat kitaplarında geçiyorsa,
    rivâyetin mevzu yani uydurma olduğuna delâlet eder.


    2-
    Bu
    tâbirler ahkâm kitaplarında geçiyorsa, hadîsten ıstılâhî sıhhat’in nefyini ifâde
    eder. Bu durumda bir hadîs’e sahîh değildir denmesi, hadisin hasen veya zayıf da
    olmadığı mânasına gelmez.


    3-

    Buraya Irâkî’nin İhya’nın hadislerini tahriçte kullandığı “Bu hadis’le ilgili
    bir asl’a rastlamadım” sözü de dahil edilebilir. Araştırıcı onun görmediği
    kitapta rastlayabilir. O halde mevzu’dur diye cezmetmelidir.[2]



     




    [1]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/39.



    [2]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/40.

  • 5- CERH VE TA’DİL LAFIZLARI Hadis Usulü Online Oku

    5- CERH VE
    TA’DİL
    LAFIZLARI

     

    Hadîs ilminin ana gayelerinden biri, Resûlullah
    (aleyhissalâtu vesselâm)’a nisbet edilen sözlerin sıhhat (yani bu nisbetteki
    doğruluk) derecesini ortaya çıkarmak olduğu göz önüne alınınca, mevzuumuz olan
    cerh ve ta’dil elfâzı’nın ehemmiyeti anlaşılır. Çünkü hadîslerin sıhhat durumu
    senede ve dolayısıyla senedde yer alan râvilerin hallerine tâbidir. İşte bu
    haller cerh ve ta’dîl elfazı ile ifade edilir.

    Önceki bahiste bir râvinin hangi noktalardan
    incelendiğini, râvinin güvenilir (sika) sayılması için ne gibi vasıflar
    arandığını belirttik. Bu cümleden olarak Adalet ve Zabt şartları üzerinde
    durduk. Adalet şartının tamamlanması için, akıl, büluğ, diyanet, îtikad vs. gibi
    vasıfları açıkladık.

    İşte cerh ve ta’dîl ile, usûl-i hadîs ile meşgûl
    olan İslam âlimleri, hadîs râvilerini, mezkûr sıfatları taşımadaki derecelerine
    göre bazı tâbirlerle tavsîf etmişlerdir. Bu tabirlere cerh ve ta’dîl elfâzı
    denmiştir. Demek ki bu tabirlerden her biri râvi hakkında ya cerh veya ta’dîl
    ifade edecektir. Keza râviyi, ya adalet yahut da zabt yönünü belirterek
    değerlendirecektir. Mamafih adâlet veya zabt belirtmeksizin sadece güven veya
    güvensizlik ifâde eden tabirler de mevcuttur. Sika veya zayıf tâbirleri gibi.

    Tâbirler sayıca çoktur. Bunda başlıca iki âmil
    rol oynamıştır:   


    1-

    Râvilerin araştırılan yönleri çoktur.


    2-

    Ulema, bu tâbirleri kendi arzularına göre vazetmişlerdir.

    Her biri aynı maksadı ifâde için farklı
    kelimeler kullanmıştır. Arap dilinin zenginliği, İslâm âleminin genişliği,
    ulaşım imkânlarının sınırlı oluşu gibi durumlar mahallî ve ferdî kullanımların
    farklılaşmasında müessir olmuştur. Seyahat bahsinde belirttiğimiz üzere ıstılah
    birliği, zamanla, her tarafta geliştirilen ilimlerin -seyahatler sâyesinde-
    belli merkezlerde toplanmasıyla tahakkuk etmiştir.

    Istılahları, onlardan güdülen maksadlara göre
    tasnif edip derecelemeye tâbi tutan ilk âlimin Abdurrahmân İbnu Ebî Hâtim
    Muhammed İbnu İdris er-Râzî (327/938) olduğu kâbul edilir. İbnu Ebî Hatim’den
    sonra, usûl sâhasında eser verenler, tasnîfi daha da mükemmelleştirip
    zenginleştirerek kitaplarında bu meseleye temâs etmişlerdir: Hatîbu’l-Bağdadî,
    İbnu Salah, el-Irakî, Nevevî, İbnu Hacer gibi.[1]



     




    [1]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/38-39.

  • Cerh Ve Ta’dil Elfazının Tabakaları: Hadis Usulü Online Oku


    Cerh Ve Ta’dil Elfazının Tabakaları:

     

    Elfazın önce a) Ta’dîl ifade edenler,
    b)
    Cerh ifade edenler diye ikiye ayrılacağı mâlumdur. Ancak bu kaba ayırımda
    kalınmaz. Bunlardan her birine giren elfaz kendi aralarında altışar gruba taksim
    edilmişlerdir. Böylece, bütün cerh ve ta’dil elfazı cem’an on iki tabakaya
    ayrılmış olmaktadır. Ta’dil tabakasından başlayınca en üst tabaka, en ziyade
    güven ifâde eden, en kıymetli tabakayı teşkîl eder. Tedrîcen derecesi düşerek
    devam eder. Sözgelimi ta’dîlin altıncı tabakası cerh’in birinci tabakasına
    yakındır. Cerhin altıncı tabakası zayıflıkta en düşük dereceyi teşkîl eder:
    Yalancıların ve hadîs uyduranların tabakası.[1]



     




    [1]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/39.

  • Muhtelefun Fih Hakkında Ulemanın Kabul Ettiği Umumî Prensib Hadis Usulü Online Oku


    Muhtelefun Fih Hakkında Ulemanın Kabul Ettiği
    Umumî Prensib

     

    Muhtelefun fih hakkında ulemanın kabul ettiği
    umumî prensib’e göre, Cerh ve ta’dîl bir ravide birleşirse cerh öne alınır; ravi
    mecrûh rivayeti de zayıf addedilir. “Çünki, demişlerdir, cerheden kimse (cârih),
    ravinin, ta’dîl eden kimse (muaddil) tarafından bilinmeyen kusurlarını bilmekte
    ve bu kusurlarına binaen cerhetmektedir, yeter ki cerh, müfesser yani cerh
    sebebi açıklanmış olsun. Hatta muaddiller sayıca çok bile olsalar adedlerine
    itibar edilmez. Muaddil zâhire göre ta’dîl etmiştir. Cârih ise, muaddile kapalı
    olan batınî durumunu bilmekte ona göre hükmetmektedir.”

    Hatîbu’l-Bağdadî, bu söyleneni Cumhur’un
    müşterek görüşü olarak bildirir. Hem fakîhler hem de usulcüler bu görüşte
    ittifak etmişlerdir. Ancak fukaha bir kayıt koyar: Onlara göre cerhin takdîmi,
    muaddil’den: “Cârihin zikrettiği kusuru ben de biliyordum; evet o hâl, râvide
    mevcut idi, ancak sonradan tevbe etti ve bir daha da eskiye dönmedi” şeklinde
    bir açıklamanın olmamasına bağlıdır. Böyle bir açıklama gelmiş ise, ta’dîl
    takdîm edilir ve râvi sika addedilir. Ancak bu kusurun kizb olmaması gerekir.
    Zira kizb ithamı yiyen ravi’yi muhaddisler ebediyyen terkederler.


    *

    Keza, cârihin ittihâmını, muaddil muteber bir şekilde reddedecek olursa, yine
    ta’dîl takdîm edilir. Bu hususa Tedrîb’de şöyle bir misal verilir: Cârih’in:
    “Falanca gün o, bir çocuk öldürdü” demesine mukabil muaddil’in: “O çocuğu daha
    sonra sağ gördüm” veya “O gün adamla beraberdik, böyle bir durum olmadı” demesi
    gibi.


    *

    Keza, Ta’dîl edilen kimse hakkında müfesser olmayan mücmel bir cerh gelmişse,
    cerhe itibar edilmez. Çünkü daha önce de açıklandığı üzere buradaki cerh sebebi,
    belki başkaları açısından muteber değildir. Adaleti sâbit olan ravi hakkında
    mücmel cerh’i alim de yapmış olsa nazar-ı dikkate alınmayacağı kabul edilmiştir.


    *

    Alim olmayanın cerhi ise bilicma merduddur.


    *

    Adaleti meşkuk olan hakkında âlimin cerhi, mücmel bile olsa muteberdir ve
    mukaddemdir.


    *

    Cerh ve ta’dîlde fikirlerine baş vurulan büyük otoriteler hakkında cerh makbûl
    değildir, daha önce açıkladık.

    Yukarıda kaydedilenler muhtar görüş dediğimiz
    çoğunluğun görüşüdür. Bu meselede bazı ferdî görüşler de mevcuttur, şöyleki:


    1-

    Cerh ve ta’dîl bir ravide birleştiği zaman muaddiller sayıca çoksa, ravinin
    adaletine hükmedilir.


    2-

    Carih ve muaddillerden hangisi ilimce önde ise (ahfaz), onun görüşü esas alınır.


    3-

    Cerh ve ta’dîl’den hiçbiri tereccüh edemeyeceğinden, hükme gidilmez.[1]


    Mühim Not:

    Cerh ve ta’dîl ilminde, bir ravi değerlendirilirken, şayet bu muhtelefun fih
    ise, hakkında söylenenlerden sadece birini, mesela sadece carihlerin sözünü
    nakledip muaddillerin söylediklerini zikretmemek bu, o şahsa zulüm olduğu gibi
    ilme de ihanettir.

    Bu zulüm ve ihaneti, çeşitli taassubların
    sevkiyle, İmam-ı A’zam Ebu Hânîfe gibi İslamın en büyük şahsiyetlerinden biri
    hakkında işleyen kimselere rastlıyoruz. Hakkında, ona diyaneti, hıfzı, fıkıh ve
    hadis ilmindeki yüce makamı sebebiyle tebcîl eden nice büyükler varken, bunları
    meskut geçip, mahiyeti meşkuk, sıhhat durumu kesin olmayan bazı cerhedici
    sözleri neşredenler var.[2]


    Dikkat:

    Cerh ve ta’dîl bahsinin anlaşılması için şunu da belirteceğiz: Huffâzdan bir
    kısmı nazarında meşhur ve ma’ruf olan pek çok ravi, diğer bazı huffazca meçhul
    ilan edilmişlerdir. Çünkü bunlar onları tanımamaktadır. Sahîheyn’den birkaç
    misal:


    *

    Ahmed an Asım el-Belhî: Buna Ebu Hâtim “meçhuldür” demiştir. Çünkü halini
    bilmemektedir. İbnu Hibban aynı zatı tevsîk eder ve der ki: “Kendisinden
    beldesindeki alimler rivayet etmiştir.”


    *

    İbrahim İbnu Abdirrahman el-Mahzûmî: İbnu’l-Kattân buna meçhul derken, başkaları
    ma’ruf demiştir. İbnu Hibban da ona sika demiş bir cemaat de kendisinden hadis
    rivayet etmiştir.


    *

    Üsâme İbnu Hafs el-Medenî: Bu zâtı es-Sâcî ve Ebu’l-Kasım el-Lâlkâ’î meçhul
    addetmiştir. Zehebî: “Meçhul değildir, kendisinden dört kişi hadis almıştır”
    der.

    Tekrar hatırlatıyoruz: Cerh ve ta’dîl içtihadî
    bir ameliyedir.[3]


    Yedinci Kaide:

    Bir kimsenin “Bana sika olan zat rivayette
    bulundu” demesi onu tevsîk sayılmaz. Ancak sayılır diyen de olmuştur. Böyle
    diyen kimse âlim birisi ise, bazı muhakkiklere göre, kendi mezhebine mensûb
    olanlar nezdinde bu bir tevsîktir.


    *

    Mesela: Şâfiî gibi bir zat “Kendisini itham etmediğini birisi bana haber verdi”
    diyecek olsa, bu söz sanki “Bana sika olan zât haber verdi” demektir. Zehebî, bu
    sözün tevsîk sayılmayacağını söyler. “Zira, der bu ifadede töhmet reddediliyor
    ama, onun mutkın veya hüccet olduğu söylenmiyor” İbnu’s-Sübkî de bilhassa Şâfiî
    ayarında olmayanlar hakkında Zehebî’ye hak verir. Sayrafî, Mâverdî, Zerkeşî gibi
    başkaları da aynı görüştedirler.


    *

    İbnu Abdilberr İmam Mâlik’in benzer bir tabiri için şu açıklamayı yapar:

    Mâlik:
     عن الثقة عن بكير
    بن عبداللّه اشج
    şeklinde sunduğu
    bir senetde geçen sika’dan maksad Mahrama İbnu Büheyr’dir

    عن الثقة عن عمرو بن  شعيب
    demişse sika’dan maksadı Abdullah İbnu
    Vehb’dir, ancak Zührî de denmiştir.

    Nesâî ise başka görüşle: “Mâlik, Muvatta’da ne
    zaman
     عن
    بكير
    demişse, sika’dan maksadı
    sanki Amr İbnu’l-Hars’tır.”

    İbnu Vehb’in de şöyle söylediği rivayet edilir:

    “- Mâlik’in kitabında ne zaman “Bana, ehli
    ilimden ittihâm etmediğim biri haber verdi.” demiş ise kastettiği kimse el-Leys
    İbnu Sa’d’dır.”

    Ebu’l-Hasen el-Âburî de şunu söyler: “Bir ilim
    ehlinden işittim, şöyle demişti: Şâfiî hazretleri (rahimehullah)

     اخبرنا الثقة عن
    ابن إلى ذؤيب
    dediği zaman buradaki
    sika’dan kasdı İbnu Ebî Füdeyk’dir. Şayet 

     اخبرنا الثقة عن
    الوليد بن كيثي
    demişse kastettiği
    kimse Ebu Üsâme’dir. Şayet,

    اخبرنا الثقة عن اوزاعي
      demişse kastettiği kimse Amr İbnu Ebî
    Seleme’dir. Şayet 

    اخبرنا الثقة عن ابن جريج
     demişse kastettiği kimse Müslim İbnu
    Hâlid’dir. Şâyet 

    اخبرنا الثقة عن صالح مولى التَوأنة 

    demişse kastı İbrahim İbnu Yahyâ’dır.”

    Suyûtî Tedrîb’te bu ifadelerde gerek Mâlik’in ve
    gerekse Şafiî’nin daha başka şahısları kastetmiş olduğuna dair İbnu Hacer ve
    başkalarından da nakiller verir.

    Sika’nın, bir kimseden hadis rivayet etmesi,
    Âmidî, İbnu’l-Hâcib vs. bazı usulcülere göre o kimse hakkında şu şartla tevsîk
    sayılmıştır:

    Hakkında: “sadece sika olandan rivâyet eder”
    diye rivayet gelmiş olmak. Böyle bir kimsenin bir râviden hadis alması o ravi
    için ta’dîldir. Sehâvî, bu çeşit açıklayıcı rivayetin nadir kimseler hakkında
    vârid olduğunu söylemiştir: Ahmed İbnu Hanbel, Bakiy İbnu Mahled, Harîz İbnu
    Osmân, Süleyman İbnu Harb, Şu’be, eş-Şa’bî, Abdurrahman İbnu Mehdi, İmâm Mâlik,
    Yahya İbnu Saîd el-Kattân. Sadece bunların, yalnızca sika’dan hadis aldıklarına
    dair sarahat mevcuttur.


    Sekizinci Kaide:

    Bir âlimin, rivâyet ettiği, hadisle amel etmiş ve ona uygun fetva vermiş olması
    hadisin sıhhatine delil olmadığı gibi muhalefeti de ne hadise ne de ravisine bir
    cerh sayılmaz. Çünkü ameli, ihtiyat için veya bir başka delile mebni olabilir.
    Ayrıca zayıf hadisle de terğîb ve terhîb gibi bazı hususlarda amel umumiyetle
    benimsenmiş bir keyfiyettir.


    Dokuzuncu Kaide:

    Adaleti zâhiren ve bâtınen meçhul olan ravinin
    rivayeti cumhur nezdinde makbul değildir. Zâhiren adl olup (ki buna mestur da
    denir) bâtınî hali bilinmeyenin rivâyetiyle amel edenler olmuştur. Bunlar daha
    ziyade Şafi’îlerdir. İbnu Salâh, hadis kitaplarının çoğunda, müelliflerin,
    kendilerinden önce yaşamış, hallerini tahkîk etmek mümkün olmayan raviler
    hakkında bu prensiple amel ettiklerini belirtmiştir.


    Onuncu Kaide:

    Ârif olan kadın ile ârif olan kölenin ta’dilleri
    kabul edilir. Mürahik de olsa bülûğa ermedikçe çocuğun ta’dili bilicma
    merduddur. Kadının ta’dilini iltizam eden ulema ifk hâdisesi sırasında Hz.
    Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in Hz. Aişe (radıyallahu anh) hakkında
    câriyesi Berîre’den “Nasıl tanırsın?” diye sormasını delîl göstermişlerdir.


    Not:

    Zehebî, Mizânu’l-İ’tidâl’de kadınlarla ilgili bahse girerken dikkat çekici bir
    tesbit kaydeder: “Kadın ravilerden itham edilen veya alimlerce terkedilen
    birisini tanımıyorum”. İmam Ebû İshâk el-İsferâyînî, kadınların rivayet
    ettikleri ahkâm ve ehâdis, erkeklerin rivâyet ettikleriyle teânuz edecek olursa
    kadınlarınkini erkeklerinkine takdîm etmiştir.


    Onbirinci Kaide:

    Zâtı ve adaleti bilinmekle beraber ismi bilinmeyen ravi ile ihticâc edilir.
    Bununla ilgili teferruatı daha önce Şöhret bahsinde açıkladık.


    Onikinci Kaide:

    Ravi her ikisi de adl olan ravilerden “Bana
    falanca veya falanca rivayet etti” diye şekk’li şekilde ifade etse, bu rivayetle
    ihticâc olunur. Ancak bunlardan biri zayıf ise veya “falan yahut başkası rivayet
    etti” diyerek meçhul birisine atıfta bulunursa, ihticâc salih olmaz.


    Onüçüncü Kaide:

    Bid’ası sebebiyle tekfir edilenle bilittifak
    ihticâc olunmaz. Tekfîr olunmayanlar üzerinde farklı görüşler var ise de
    çoğunluk onlardan hadis alınabileceğini söylemiştir. Adalet-itikad bahsinde
    teferruatlı olarak açıkladık.


    Ondördüncu Kaide:

    Fıskından tevbe eden kimsenin rivayeti, tıpkı
    şehâdetinde olduğu gibi makbuldür. Ancak hadiste kizbe tevessül eden kimse tevbe
    de etse rivayeti makbul olmaz. Bu hususta Ahmed İbnu Hanbel, Buhari’nin şeyhi
    el-Humeydî, es-Sayrafî… hep bu görüştedirler es-Sem’ânî: “Bir kimse tek bir
    hadiste yalan söylese önceki rivayetlerini de terketmek vacibtir” der.

    Hadiste kizb meselesine ulemanın gösterdiği bu
    titizliği Suyûtî, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hakkında yalandan şiddetle
    zecretmek gayesine müteveccih olduğunu belirtir. “Çünkü, bunun sebep olacağı
    zarar büyüktür, hadislere giren bir yalan kıyamete kadar takip edilecek bir yol
    olur” der.


    Onbeşinci Kaide:

    Sika bir râvi, sika bir şeyhten rivayette
    bulunsa, ancak şeyh “Ben ona böyle bir rivayette bulunmadım” diye cezm sigasıyla
    rivayeti inkâr etse, bu rivayetin reddi gerekir. Ancak sikanın o şeyhten yaptığı
    diğer rivâyetleri makbuldür. Bu vak’a ravinin cerhini gerektiren bir husus da
    değildir. Çünkü şeyhin reddinde, râvînin de şeyhi reddetme manası vardır.
    Böylece iki sikanın birbirine muhâlefeti söz konusu olur: Teârazâ-tesâhatâ ikisi
    de o meselede birbirini amelden düşürür. Bilâhare şeyh aynı hadisi rivayet etse
    veya bir başka sika rivayet ettiği halde şeyh reddetmese o rivayet sahih
    addolunur.

    Bu meselede başka görüşler de ileri sürülmüştür.


    Onaltıncı Kaide:

    Birisi bir hadis rivayet etse, bilahare de böyle
    bir rivayet yaptığını unutsa, sahih kavle göre, onunla amel caiz olur.
    Hanefilerden bir kısmı caiz olmaz demiştir. Hatta Hanefiler bu prensipten
    hareketle, Ebu Davud, Tirmizi ve İbnu Mace’de gelen bir Ebu Hüreyre rivayetiyle
    ameli reddetmişlerdir. Reddedilen bu hadis Resûlullah (aleyhissalâtu
    vesselâm)’ın şahidle birlikte yemine dayanarak hüküm verdiğini bildirmektedir.
    Redde sebep olan unutma hâdisesi, hadisin ravilerinden olan Süheyl İbnu Ebî
    Salih’de vâki oluyor. Süleyman İbnu Bilâl anlatıyor: “Süheyl ile karşılaştığım
    zaman kendisinden bu hadisi sordum. Bilmiyorum dedi. Senin rivâyetin olduğunu
    Rebî’atu’r-Re’y söyledi dedim. Eğer bunu benden Rebia rivayet ettiyse sende
    Rebîâ’dan Rebî’a’nın da benden rivâyet ettiğini belirterek rivâyet et dedi.”

    Belirtildiğine göre Süheyl hâfızasını zayıflatan
    bir hastalığa duçar olduktan sonra bu hadisi rivayet ettiğini unutur.

    Dikkat edilirse Süheyl, cezmederek rivâyeti
    reddetmiyor. “Rebî’a söylediyse doğrudur, yalnız ben hatırlıyamıyorum” mealinde
    konuşuyor.

    Bu çeşitten yaptığı rivayeti zamanla unutanlara
    sıkça rastlanmıştır. Hatîbu’l-Bağdâdî ve Dârakutnî’nin Ahbâru men Haddese ve
    Nesiye (Tahdîs Edip Unutanlar) adında te’lifleri bile vardır.

    İmam-ı Şafi’î de rivayet ettiği bir kıssayı
    talebesi Muhammed İbnu’l-Hakem rivayet edince önce inkâr etmiş, sonra
    hatırlayınca ikrar etmiş, Şu’be ve Ma’mer gibi hayatta olanlardan rivayeti
    mahzurlu bularak İbnu’l-Hakem’e şu tavsiyede bulunmuştur: “Hayatta olan kimseden
    hadis rivayet etme. Zira ona unutma ârız olup (seni tekzîb etmiyeceğinden) emin
    olunamaz”.


    Onyedinci Kaide:

    Ücret mukâbili hadis rivayet eden kimsenin
    rivayeti Ahmed İbnu Hanbel, İshak İbnu Râhuye ve Ebu Hatim er-Râzi’ye göre
    makbul değildir. Ancak Buharî’nin şeyhi Ebu Nuaym Fazl İbnu Dükeyn, Ali İbnu
    Abdilaziz el-Bağavî gibi diğer bazılarına göre makbuldür. Ebu İshak eş-Şirazî
    “Hadis rivayetine kendini vererek, ailesinin geçimi için kazanç imkânı
    bulamayanlar için caizdir” diye fetva vermiştir. Fetvasını da, yetime bakan
    vasînin, fakir ise, yetimin malından alabileceğine dair Kur’ân-ı Kerîm’de gelen
    cevaza dayandırmıştır (Nisa: 4/6).


    Onsekizinci Kaide:

    Hadisi tahammül esnasında olsun edâ esnasında
    olsun gevşek ve lâübali olan kimselerden hadis alınmaz. Sözgelimi tahammül
    sırasında veya rivayet etmiş olduğu hadisleri talebesi mukabele kasdıyla okurken
    uyuklaması, tashîh edilmemiş bir asıldan rivâyet etmesi, hadiste telkîn’i[4]
    kabul ettiğinin bilinmesi, elinde sahih bir asl’ı olmadığı için rivayetlerinde
    çokça hata yapması, rivayetlerinde şaz ve münkerlerin çokluğu gibi haller hep
    ravinin gevşekliğine delildir. İbnu’l-Mübârek, Ahmed İbnu Hanbel, el-Humeydi,
    İbnu Hibbân ve başkaları demişlerdir ki: “Kim bir hadiste hata yapar ve hatası
    da kendisine bildirilirse buna rağmen ravi, hadisi rivayette ısrar ederse bütün
    hadisleri sâkıt olur; kendisinden artık hadis yazılmaz”. İbnu Mehdi Şu’be’ye
    sorar: “Kimin hadis rivayeti terkedilir?” Şu cevabı verir: “Galat olduğunda icma
    edilen bir hadisi rivayette devam edip muhalif rivayette başkaları icma ettiği
    halde nefsini itham etmeyen kimseden”[5]



     




    [1]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/30-32.



    [2]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/32.



    [3]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/32.



    [4]

    “Şu hadisi sen rivayet etmiştin” dendiğinde, rivayet etmemiş olduğu halde
    -farkedecek durumda olmadığı için- “evet” demesidir. (İbrahim Canan)



    [5]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/32-37.

  • Cerh Ve Ta’dîl Caizdir Hadis Usulü Online Oku


    Cerh Ve Ta’dîl Caizdir

     

    Cerh ve ta’dîl, ilk nazarda, İslamın şiddetle
    yasakladığı gıybet ve tecessüs’e benzemektedir. Bu sebeple, cerh ve ta’dîl
    âlimlerini “insanları gıybet ediyorsunuz, günaha giriyorsunuz” şeklinde tenkîd
    edenler bile çıkmıştır. Ancak, ulema, dinin yalandan korunması için girişilen bu
    işe Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’dan örnek göstermiştir. Tedrîbu’r-Ravî’de
    açıklandığı üzere, ta’dîl’in örneği, Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhüma)
    hakkında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın ifâde buyurdukları: “Abdullah
    sâlih bir kişidir”
    sözüdür. Cerh’e örnek de Uyeyne İbnu Hısn (veya Mahreme
    İbnu Nevfel) hakkında, huzura girmek üzere izin isteyince, Hz. Aişe (radıyallahu
    anha)’ye, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın söylemiş oldukları “Kavminin
    kötü kardeşi, kavminin kötü evlâdı”
    sözüdür.

    Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın verdiği
    bu örneği esas alan bir çok Sahâbî ve Tâbiîn ve Etbauttâbiîn (radıyallahu anhüm)
    rical hakkında cerhedici söz sarfetmiştir. Bazı rivayetlerde gelmiş olan: “Raviler
    hakkında (cerhedici) ilk söz sarfeden Şu’be’dir, onu Yahya İbnu Saîd el-Kattân,
    onu da Ahmed ve İbnu Maîn takib etmiştir” açıklaması, bu işi sistematik olarak
    ilk ele alanın Şu’be olduğunu gösterir.

    Ebu Bekr İbnu Hallâd, Yahya İbnu Saîd’e:
    “Hadislerini terkettiğin şu kimselerin seni Allah’a şikayet etmelerinden
    korkmuyor musun?” der. Yahya: “Onların beni şikâyet etmelerini, Resûlullah (aleyhissalâtu
    vesselâm)’ın hadisimden yalanı niye defetmedin?” diyerek şikayetçi olmasından
    çok daha iyidir.” cevabını verir.

    Ebu Turâb en-Nahşebî, Ahmed İbnu Hanbel’e:
    “Ulemayı gıybet etme!” demiş, Ahmed (radıyallahu anh) da “Bak hele! Bizim
    yaptığımız gıybet değildir, ümmetin hayrına bir iştir” cevabını vermiştir.

    Sûfilerden biri de İbnu’l-Mübârek’e: “Sen
    gıybete giriyorsun!” diye ihtar etmek isteyince: “Kes sesini! Biz bu adamları
    açıklamasak, hakla batıl nasıl bilinecek?” diye çıkışır.

    Ancak, İbun Dakîku’l-Îd’in de parmak bastığı
    gibi, cerh ve ta’dilde ölçüyü kaçırma, hissiyata düşme ihtimali her an vâriddir.
    Şöyle der: “Mü’minlerin şerefleri (a’râz), cehennem çukurlarından bir çukurdur,
    ulemadan iki tâife (düşmek üzere) uçurumun kıyısında durmaktadır: Muhaddisler ve
    hâkimler”.

    Maalesef, imamlardan bir çoğu, bir kısım
    sikaları bile, cerhi gerektirecek hiçbir sebep olmadan cerhetmekten
    çekinmemişlerdir. Nesâî’nin Ahmed İbnu Sâlih el-Mısrî hakkındaki cerhi gibi.
    Onu: “Gayr-ı sikadır, güvenilmez de!” diyerek cerhetmiştir. Halbuki Ahmed İbnu
    Sâlih sika’dır, imam ve hâfız birisidir. Kendisiyle Buhârî ihticâc etmiş,
    alimlerin ekserisi ta’dil etmiştir. Ebu Ya’la el-Halilî: “Huffâz, Nesâî’nin
    sözünde haksız bir yüklenme olduğunda ittifak etmiştir, böylelerinin onun
    hakkındaki sözü muteber bir cerh sayılmaz” der. İbnu Adiy de: “Nesâî’nin böyle
    demesinin sebebi şudur” diyerek açıklar: “Nesâî onun meclisine katılmıştı,
    kovdu. Bu hadise onu Ahmed İbnu Sâlih hakkında konuşmaya sevketti”. İbnu Salâh
    da: “Kinli nazar kötülükleri ortaya çıkarır” diyerek meseleyi izâh etmiştir.

    İbnu Dakîku’l-Îd’e göre, sika râvileri de
    cerhetmeye sevkeden beş sebep vardır:


    1-

    Hissiyât ve garazdır. En kötüsü de budur. Müteahhirin arasında sıkça görülen bir
    âfettir.


    2-

    Akîde ve inanç ayrılığı.


    3-

    Mutasavvife ve ehl-i ilmi’z-zâhir arasındaki ihtilâf.


    4-

    İlimlerin mertebeleri hususundaki cehâlet. Bu da çoklukla müteâhhirîn’de
    görülmektedir. Zira eskilerin ilimleriyle meşgul olmaktalar. Bu ilimler arasında
    hesap, hendese, tıb gibi hak olanlar olduğu gibi, tabiatla, uluhiyetle,
    müneccimlikle ilgili bâtıl olanlar da var.


    5-

    Verâ yokluğu sebebiyle zanla amel etme…[1]



     




    [1]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/37-38.

  • Cerh ve Ta’dilin Önemi: Hadis Usulü Online Oku


    Cerh ve Ta’dilin Önemi:

     

    Cerh ve ta’dil, İslam Dini’ni yabancı
    tesirlerden koruyabilmek için ortaya konmuştur. Şöyle ki:

    Önce Kur’an-ı Kerim’de itimat edilemiyecek
    kimselerin verdikleri haberlerin doğru olup olmadığının araştırılması emredilir.


    “Ey iman edenler! Size yoldan çıkmış (fasık)
    birisi bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir
    topluluğa karşı kötülük edersiniz. Sonra da yaptığınıza pişman olursunuz.”

    (Hucurat: 49/6)

    Bu hale göre özellikle dini esasları
    nakledenlerin hallerinin araştırılması gerekir. Meşhur tabiin Muhammed b.
    Sirin’in şu sözü de bunu gösterir. “Sahih hadisler dinin ta kendileridir. Bu
    itibarla kişi, dinini kimden aldığına dikkat etmelidir.”

    Öte yandan cerh ve ta’dil dini esasları kapsayan
    hadislerin sağlam bir şekilde rivayetini sağlamıştır. Özellikle hüküm bildiren
    hadislerin kusursuz bir şekilde tesbit edilebilmesi isnaddan başka cerh ve
    ta’dille mümkün olabilmiştir. Gerçekten bir dini hükmün hatasız olarak
    verilebilmesi ilk olarak o dini hükmü taşıyan ya da tatbik şeklini gösteren
    hadislerin sağlam olarak tesbit edilmesine bağlıdır. Hadis sağlam olmalıdır ki
    uygulama, dolayısıyla hüküm hatasız olsun. Sağlam bir hadisi de ancak güvenilir
    raviler rivayet edebilirler. Zayıf ravilerin naklettiği yalan yanlış haberler
    müslümanları hatalı yollara sürükler.

    Bir ravinin güvenilir olup olmadığı ancak cerh
    ve ta’dille anlaşılır. Şu hale göre cerh ve ta’dil, sağlam rivayetler elde
    edebilmek bakımından son derece önemlidir. Bu konuda en-Nevevi şunları söyler:
    “Ravilerin cerhi, İslam şeriatını korumaktır. Hadis rivayeti dinle ilgili bir iş
    olduğundan ravilerin cerhedilmesi lüzumsuz ve haram olan gıybet değildir.
    Dedikodu da sayılamaz. Aksine vacip bir iştir.”[1]



     




    [1]

    Talat Koçyiğit, Mücteba Uğur, İ. Hakkı Ünal, İmam-Hatib Liseleri İçin Hadis
    Usulü, 12. sınıf: 63.

  • Cerh Ve Ta’dîl Bir İçtihaddır: Hadis Usulü Online Oku


    Cerh Ve Ta’dîl Bir İçtihaddır:

     

    Cerh ve ta’dîlle alâkalı bazı meselelerin
    kavranmasında yardımcı olacağına inandığımız bir hususu, kısa bir istitradla
    açıklayacağız, bu husus cerh ve ta’dîl işinin içtihâdî bir ameliye olması’dır.

    Ulemâ, cerh ve ta’dîl işi bir içtihad
    ameliyesidir demekte müttefiktir. Yani, cerh veya ta’dîl’de bulunan kimse, ravi
    hakkında edinmiş bulunduğu şahsî bilgilerine dayanarak, bir değerlendirme yapar,
    bir hüküm verir: “Zayıftır”, “çok zayıftır”, “vehim sâhibidir”, “sikadır”, “evsaktır”,
    “vasattır”, “zabtı iyidir”, “zabtı bozuktur” gibi. Nitekim içtihad da böyledir;
    müçtehid, bir mevzu ile alâkalı bilgilerine dayanıp gayretinin son haddini
    ortaya koyarak gerçeği belirtmek maksadıyla bir hükme varır.


    *

    Müçtehid hükmünde isâbet de etmiş olabilir, yanılmış da.


    *

    Yanılmasından dolayı mes’ûl değildir.


    *

    Aynı meselede, -bilgileri, nokta-i nazarları, dayandıkları prensipleri farklı
    olduğu için- iki müçtehid farklı hükümlere gidebilir.


    *

    Farklı hükme ulaşan iki müçtehidden birinin hükmü diğerini bağlamaz, ikisi de
    isabet ve hata’da eşit şans sahibidir.

    Cerh ve ta’dîl alimleri de -ravi hakkında
    edindikleri şahsî bilgilere göre hüküm verdiklerinden- ihtilafa düşebilirler.
    Bunlardan birine haklı diğerine haksız denemez.

    İşte bazı alimlerce zayıf, bazı alimlerce sika
    kabul edilmiş ravilere muhtelefun fih denir.

    Şimdi asıl konumuza gelmiş oluyoruz: Muhtelefun
    fih râvînin ve rivâyetinin durumu nedir?[1]



     




    [1]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/30.

  • Cerh Ve Ta’dîl’in Bir Ravide Birleşmesi Hadis Usulü Online Oku


    Cerh Ve Ta’dîl’in Bir Ravide Birleşmesi

     

    Yukarıda açıkladığımız cerh ve tadilin sübut
    bulması meselesi, bizi bu bahsin hassas bir meselesine getirmiştir: Cerh ve
    ta’dil bir ravide birleşmişse; yani, ravi hakkında hem cerh ve hem de ta’dil
    vâki olmuş ise hükmümüz ne olacak? Raviyi mecrûh mu addedeceğiz, adl mi?

    Bu meseleyi “hassas” olarak vasıflandırmamız
    mevzuun biraz çetrefilli oluşundandır. Çünkü sorumuz bir kelimelik cevap
    aramaktadır: “mecruhtur” veya “adildir” diye. Halbuki, bu durumda verilecek
    hüküm, bazı hususların nazar-ı dikkate alınmasını gerektirmekte ve farklı
    şekillerde tecellî edebilmektedir.

    Bu mesele, oldukça da mühim bir meseledir.
    Çünkü, raviler çoğunluk itibariyle bu durumdadır. Diyebiliriz ki, “adalet”i veya
    “zayıflık”ı hususunda âlimlerin ittifak ettiği raviler çok azınlıkta kalır. Geri
    kalan büyük çoğunluk muhtelefun fih’tir, yani haklarında bazıları “sika” derken
    bazıları “zayıf” demiştir. Üstelik Buharî, Müslim, İmam Şâfiî, Ebu Hanîfe vs.
    gibi. İslâmın en yüce şahsiyetleri bile cerh’e mâruz kalan çoğunluk içinde yer
    alır. Şu halde bu mevzuun noksan anlaşılması çok yanlış neticelere
    götürebilecektir.

    Biz, konunun yanlışlığa meydan verilmeden
    kavranılması için, öncelikle belirtmek isteriz ki, bu durumda verilecek hüküm
    dört ayrı şeye bağlıdır:


    1-

    Cerh veya ta’dîl eden,


    2-

    Cerh veya ta’dîl edilen,


    3-

    Cerh veya ta’dîl edenlerin sayısı,


    4-

    Cerh ve ta’dîl’in mahiyeti.[1]



     




    [1]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/29-30.

  • Rivâyet Ve Şehadet Arasındaki Farklar Hadis Usulü Online Oku


    Rivâyet Ve Şehadet Arasındaki Farklar:

     

    Daha çok fıkhın konusuna giren şehâdet’le,
    öncelikle hadisin konusuna giren rivayet bahisleri birbirine yakınlık arzettiği
    için aralarındaki benzeyen ve benzemeyen noktaları belirtmeye hadîs usulcüleri
    ehemmiyet vermişlerdir. Bir kısım zevatı: “ikisi de birdir” demeye sevkedecek
    kadar, birçok noktada aralarında müştereklik varsa da, İbnu Hacer gibi
    müdakkiklerin gözünden kaçmayacak bazı farklı noktaları da mevcuttur. Biz,
    Tedrîb’de tâdad edilen yirmibir aded ahkâm farklarını aşağıya aynen
    kaydediyoruz.


    1-

    Şehâdette aded şartı var, rivayette yok. (Şehâdet’in ihbarını sahîh kabûl etmek
    için -tek şâhidin de muteber olduğu bazı meseleler dışında- zina için dört,
    diğer meseleler için iki şahit şart koşulur). Halbuki, sıhhat şartlarına uygun
    olarak tek tarîk’ten gelen rivayetle hüküm sâbit olur. Bunun sebebi üçtür.


    Birincisi:

    Müslümanlar, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hakkında yalan söylemekten,
    daha çok korku hissederler, halbuki yalancı şahitlikten bu kadar korku
    duymazlar, binaenaleyh şehâdette yalan ihtimalini azaltmak için aded şart
    koşulmuştur.


    İkincisi:

    Bir çok durumda rivayeti bir tek ravi yapmaktadır. Eğer bu rivayet, münferid
    diye reddedilecek olsa, bu rivayetin getirdiği zenginlik, dinde olmayacak.
    Halbuki şehâdette aded şartı sebebiyle hukuk kaybolsa zararı bir kişiyi
    ilgilendirir.


    Üçüncüsü:

    Müslümanlar arasında birbirlerine karşı düşmanlık mevcuttur, bu durum yalan yere
    şehâdete sevkedebilir, bu imkânı azaltmak için şehâdette aded gereklidir.
    Halbuki mümini Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a karşı yalana sevkedecek
    sebep mevcut değildir, tek kişinin rivâyetine itimâd edilebilir.


    2-

    Şehâdette bazı yerlerde şâhidin erkek olması gerekir, rivayette bu aranmaz.


    3-

    Şehâdette hürriyet şarttır, rivayette şart değildir.


    4-

    Bir kavle göre rivayette büluğ şart değildir.


    5-

    Hattâbiye’den başka herhangi bir ehl-i bid’a’nın şehâdeti -dâî (militan) bile
    olsa- makbuldür. Halbuki ehl-i bid’a’nın mezhebi lehine yaptığı rivâyet, dâî
    olsa da, olmasa da kabûl edilmez.


    6-

    Kizb’ten tevbe eden yalancının şehâdeti tevbeden sonra makbûldür, rivayeti
    makbûl değildir.


    7-

    Bir tek hadiste yalanı tesbit edilen ravinin daha önceki rivayetleri de
    reddedilir. Yalancı şehâdeti görülen kimsenin önceki şâhitlikleri iptal olunmaz.


    8-

    Bir kimsenin şehâdeti kendisine bir menfaat sağlayacak veya zararı defedecek
    ise, bu şehâdeti makbul değildir. Bu durumdaki rivâyet kabûl edilir.


    9-

    Kişinin usûl ve füru’u veya kölesi lehine yapacağı şehâdeti dinlenmez. Rivayet
    ise makbuldür.


    10, 11, 12-

    Şehâdetin sahîh olması için, şâhitliğin geçmiş bir vak’a üzerine olması,
    talebedilmesi ve hâkim huzurunda cereyan etmesi gerekir. Rivayette bu şartlar
    aranmaz.


    13-

    Âlim, ilmine dayanarak râvi hakkında kesin bir cerh veya ta’dil hükmüne varma
    yetkisine sâhiptir. Şehâdette durum böyle değildir, burada üç ihtimal
    mevzubahistir, en doğrusu da hududullah’a girenle diğerlerini tefrîktir.


    14-

    Sahîh görüşe göre, rivâyette, tek bir âlimin hükmü ile cerh ve ta’dîl makbûldür,
    şehadette değildir.


    15-

    Rivâyetle âlimden vâki olan gayr-ı müfesser bir cerh veya ta’dil hükmü
    makbuldür, şehâdette cerhin kabûlü müfesser olmasına bağlıdır.


    16-

    Rivâyete mukabil ücret almak caizdir, şehadette ise, şâhitliğin edâsı için yol
    parası ödenmişse masraf alınabilir.


    17-

    Şehâdeti esas alarak hükmetmek şâhid hakkında bir ta’dildir. Hatta Gazâlî, “Sen
    âdilsin” demekten daha kavî olduğunu söyler. Halbuki, esah olan kavle göre,
    âlimin rivâyet ettiği şeyle amel etmesi ve buna dayanarak fetva vermiş olması
    rivayetin sıhhatine delil olamaz.


    18-

    Ölüm, gaybûbet ve bunlara benzer bir sebeple asıl görgü şâhidini dinlemenin
    imkansız hale geldiği durumlar dışında şâhidin şâhidi’ne itibar edilmez, asıl
    şâhit dinlenir. Rivâyet bunun aksinedir; çoğunlukla, hayatta kalanlar ölenlerden
    rivâyet ederler.


    19-

    Bir râvi rivâyet ettiği bir şeyden rücu edebilir. Bu durumda o rivâyet amelden
    düşer. Hüküm verildikten sonra şehâdetten dönülemez, dönülse, hüküm bozulmaz.


    20-

    İki kişi, katli gerektiren bir meselede şahitlik yapıp ölüme sebep olduktan
    sonra: “Biz âmden (kasten) yalan söyledik” diyerek şehâdetten rücû etseler,
    kısâsen katledilirler. Halbuki bir meselede hüküm vermede hâkim zorlukla
    karşılaşarak tevakkuf edip duraklasa, bir kişi meseleye müteallik Hz. Peygamber
    (aleyhissalâtu vesselâm)’den bir hadis rivayet etse, Hâkim rivayete dayanarak
    ölüm kararı verdikten sonra ravi gelip: “Âmden yalan söyledim” diye rivayetinden
    rücû etse ravinin durumu hakkında ihtilaf edilmiştir. Bağavî’nin el-Fetâvâ’sında
    “Tıpkı şâhidde olduğu üzere râvi, kısasla öldürülür” der. er-Râfiî’nin nakline
    göre, el-Fetâvâ ve’l-İmâm”da Kaffâl: “Şehâdetin aksine burada kısas uygulanmaz”
    der. Zira şehâdet muayyen bir hâdiseyle ilgilidir. Rivâyet ise o hadiseye has
    olmaz.


    21-

    Dörtten az sayıda şâhid zina hususunda şâhitlikte bulunsalar, râcih kavle göre
    hadd-i kazf’e (iftira cezası’na) mâruz kalırlar. Tevbe etmedikleri müddetçe
    şâhitlikleri de kabûl edilmez. Bu kimselerin rivâyetlerini kabûl hususunda iki
    görüş var: Meşhur olan kavle göre kabul edilir. (Bu meseleyi Mâverdî el-Hâvî’de
    zikretti, ondan da İbnu’r-Rüf’a el-Kifâye ve’l-İstivâ fi’l-Elfâz’da nakletti).[1]



     




    [1]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/26-29.

  • 4- Sû’i’l-Hıfz: Hadis Usulü Online Oku


    4- Sû’i’l-Hıfz:

     

    Ravinin hafızasının pek parlak olmaması,
    hatasının isâbetinden çok olması, unutma sonucu sık sık yanılması halidir.
    Hâfızası böyle olan raviye seyyi’ül-hıfz denir. Hâfıza bozukluğu ravinin sabit
    bir vasfı, değişmez bir hali olduğu gibi, bazan da geçici bir durum, bir
    ârızadır. Yaşlılık, hastalık gibi durumlarla arız olur. Önceden hep kitaptan
    rivayet etmiş, buna alışkanlık kazanmış birinin kitabını kaybetmesinden sonra
    ezberden rivayet etmeye başlamasıyla da sû-i hıfz ortaya çıkar. Sonradan ârız
    olan hafıza bozukluğuna ihtilât denir. İhtilât’a duçar olan raviye de muhtalit
    denir.

    Muhtalit raviler muhaddislerce malûmdur.
    Ravilerin tercüme-i halleri yapılırken, muhtalit oldukları belirtilir. Bunların
    ihtilattan önceki rivayetleri -başka kusurları olmadığı takdirde- makbuldür.
    İhtilattan önce kendilerinden hadis almış olan raviler de bu sebeple
    kusurlanamazlar. Muhtalit’ler hakkında dikkat edilmesi gereken husus, ihtilattan
    önceki rivayetleri ile ihtilattan sonraki rivayetlerini bilmektir, kimler
    ihtilattan önce kendisini dinledi, kimler ihtilattan sonra veya her iki devrede
    de ondan hadis aldı? Bunun bilinmesi mühimdir. İhtilattan sonraki rivayetleri
    merduddur. Evvel mi sonra mı rivayet ettiği bilinemiyenler hakkında tevakkuf
    esastır.

    Muhtalit olmayıp vasf ı sâbiti sû’i’l-hıfz olan
    ravilerin bütün rivayetleri merdûddur. Muhtalit oldu mu, olmadı mı? diye ravi
    hakkında tereddüt edilirse bunun rivayetlerinde de tevakkuf edilir.

    Kitabını kaybettikten sonra alışkanlığının
    hilâfına ezberden rivâyete devam eden kimse de muhtalit sayılır ve onlarla
    ilgili ahkâma tâbi olur. Bunlardan, kitaplarının kaybolmasından önce kimler
    hadis aldı, kimler sonradan aldı? bilinmesi gerekir. Sonradan alanların rivayeti
    haliyle merduddur, terkedilir. Bu gruba girenlerden İbnu Lehî’a (V.174/790),
    meşhurdur. Kendisi Mısırlı olup büyük bir muhaddistir. İbnu’l-Mübârek, İbnu Vehb,
    Ebu Abdirrahman el-Mukri, Evzâî, Süfyan, Şu’be gibi büyükler ondan hadis
    almışlardır. Ancak bir ara yanan evinde kitapları kül olur. Bundan sonra
    ezberden rivayete devam eder. Fakat vehmi artınca gözden düşer. Ahmed İbnu
    Hanbel’in: “Çok hadis rivayet etmede, zabt ve itkan’da İbnu Lehî’a gibi bir
    başka Mısırlı var mı?” takdirine rağmen, İbnu Lehî’a’nın hadisleriyle ihticâc
    edilmez, sadece mütabaatta kullanılır.

    İhtilât’a uğrayan meşhurlardan birkaçı:
    Abdurrahman İbnu Abdillah el-Mes’ûdî (v.160/776), Atâ İbnu’s-Sâib (136/753),
    Saîd İbnu Ebî Arûbe (v.156/772), Süfyân İbnu Uyeyne (v.198/813), Abdurrezzâk
    İbnu Hemmâm es-San’ânî (v.211 /826), Ebu Bekr Ahmed İbnu Ca’fer el-Katî’i
    (v.368/978).

    Bunların hayat hikayeleri okunduğu zaman,
    ihtilatları zâhir olunca etrafındakilerin, hadis rivayetlerini önlemek için
    ciddî tedbirler aldığı, alanlar oldu ise bunların derhal mimlendiği, kimlerin
    kendilerinden ihtilat zamanında hadîs aldığı vs. görülebilir.[1]



     




    [1]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/20-21.