Peygamberler Tarihi İ.Yiğit

HZ. ŞUAYB (A.S.) HAYATI KISSASI

ONBEŞİNCİ BöLÜM1

HZ. ŞUAYB
(A.S.)
1

A. Soykütüğü. 1

B.
Medyenliler Ve Eykeliler
. 2

C. Hz. Şuayb
(A.S.)’ın Peygamber Olarak Görevlendirilişi
3

D. Müşriklerin
Hz. Şuayb (A.S.)’ın Davetini Engellemeleri
4

E.
Müşriklerin Namazla Alay Etmeleri
4

F. Müşrik
Elebaşıların Hz. Şuayb {A.S.) Ve Ashabını Tehditleri
6

G. Şiddete
Başvurma-Ölüm Tehditleri
7

H.
Medyenliler’in Helaki
7

I. Eykelilerin
Helaki
8

İ.
Ashabü’r-Res
. 10

 

 

 

ONBEŞİNCİ
BöLÜM

 

 HZ. ŞUAYB (A.S.)

 

A. Soykütüğü

 

Hz. Şuayb’ın (a.s.)
soyu hakkında ihtilaf edilmiştir. İslâmi kaynaklarda zikredilen şecerelerden
biri İbn İshâk rivayetine dayanır ve şöyledir: Şuayb b. Mikâil b. Yeşcür b.
Medyen b. İb­rahim.[1] Tevrat ise onu, Hz. Musa
(a.s.)’m kayınpederi Midyan kâhini Yetro veya Reuel olarak tanıtır.[2] Ancak
Kur’ân-ı Kerim Hz. Musa (a.s.)’dan ve Hz. Şuayb (a.s.)’dan bahsettiği yerlerde,
Hz. Musa (a.s.)’m Mısır’dan kaçarak, gittiği Medyen’de kızıyla evlendiği bu
şahsın Şuayb peygamber olduğuna dair bir bilgi vermemiştir. Bu hususta
hadislerde de malûmat yoktur. Bu ba­kımdan, Tevrat’taki bu rivayetler, tartışma
konusu olmuştur. Taberi ve İbn Kesir gibi pek çok alim, Hz. Musa (a.s.)’m
kayınpe­derinin Şuayb peygamber olduğunu bildiren rivayetlere itibar
etmemişlerdir.[3]

Ömer Ahmed Ömer de,
Hz. Musa (a.s.)’m kayınpederi olan bu sâlih kişinin Şuayb peygamber olmadığı
kanâatindedir ve görüşünü şöyle delillendirir:

“Biz, o
ihtiyarın, Şuayb peygamber olmadığı görüşünü ter­cih ediyoruz. Çünkü Hz. Şuayb
(a.s.), kendisini yalanlayan kav­minin helakine şahit olmuş, bu felaketten
sonra sâdece O ve mü’minler hayatta kalmıştır. Bu durumda, mü’min olması gere­ken
çobanların, onun kızlarının hayvanlarını sulamalarına engel olmaları mümkün
değildir. Diğer taraftan, bu kaba saba çoban­ların, umûmî felâketten önce onu
yalanlayanlardan olması da imkânsızdır, çünkü bahsedilen bu şahıs, o sırada çok
ihtiyar bir durumdaydı. Eğer bu ihtiyar bir peygamber olsaydı, yanında 10 yıl
yaşayan damadına, kendi dininden bâzı şeyleri öğrettiğini duyardık. Halbuki
Kur’ân’da bu şahıs hakkında söylenen tek şey talihlerden biri’ olduğudur. Yine
Hz. Şuayb (a.s.), kavmine söylediği, ‘Lût kavmi sizden uzak değildir’ 4
sözünden anlaşıldığı gi­bi, Hz. Lût (a.s.)’dan kısa bir süre sonra, yâni Hz.
Musa {a.s.)’dan çok önce yaşamıştır. Çünkü Hz. Lût (a.s.) ve yaklaşık aynı
yıllarda yaşayan amcası Hz. İbrahim (a.s.) zamanı ile Hz. Musa {a.s.) zamanı
arasındaki süre, pek çok tarihçinin kabulüne[4],
asırdan fazladır.”[5] 

 

B. Medyenliler Ve Eykeliler

 

Hz. Şuayb (a.s.),
mensubu olduğu Medyenliler ve komşula­rı Eykeliler’e peygamber gönderilmiştir.
Bâzı rivayetlere göre, Hz. Hûd (a.s.), Hz. Sâlih (a.s.) ve Rasülullah (s.a.v.)
ile birlikte Arap asıllı dört peygamberden biri olan ve fesahati, belagatı ve
kavmi­ni imana davet faaliyetinde gösterdiği nezâketi sebebiyle, “Pey­gamberlerin
hatibi” unvanıyla tanınan Hz. Şuayb (a.s.), önce Medyen halkını, daha
sonra da Eyke halkını veya ikisini birlikte kurtuluşa çağırmıştır. Kur’ân-ı
Kerim, onun, üç yerde Medyen kavmine, bir yerde de Eyke halkına peygamber
gönderildiğini bildirmektedir. Bu farklı bilgi, Medyenlilerle Eykeliler’in aynı
kavim veya ayrı kavimler olduğu hususunda görüş farklılığına yol açmıştır.
İlgili âyetlerde Hz. Şuayb (a.s.)’a “Medyenlüer’in kardeşi”
denilmesine karşılık Eyke halkı için böyle bir ifade kul­lanılmamıştır. Yine,
Kur’ân-ı Kerim’de iki toplumun maruz kal­dığı ilâhî azap farklı tâbirlerle
ifâde edilmektedir. Hz. Şuayb (a.s.)’m bu iki toplumdan sâdece birine nisbet
edilmesi ve iki toplumun çarptırıldıkları azâbm farklı tâbirlerle
anlatılmasından hareket eden ilim adamları, bu iki halkın ayrı iki kavim olduğu­nu
savunurlar.[6] Ancak ilgili âyetlerde bu
iki kavim için zikredi­len ahlâkî hastalıklar ve Hz. Şuayb (a.s.)’m her iki
topluluğa ver­diği mesaj aynıdır. Bu benzerliği esas alanlar ise, onların tek
kavim  olduğu görüşünü  benimsemişlerdir. Klâsik  müfessirler içinde bu görüşü benimseyenlerin
sayısı daha fazladır.[7]

Ancak yapılan yeni
araştırmalarda elde edilen bâzı bilgiler, bu ihtilafı ortadan kaldırmıştır.
Buna göre, Medyenlilerle Eykelİler, iki ayrı toplum olmakla birlikte, yakın
bölgelerde yaşa­yan aynı soya mensup iki kardeş kabiledir. İnanç sistemleri ve
yaşayış tarzları birbirine çok yakındır. Medyenliler, Hz. İbrahim (a.s.)’m
üçüncü hanımı Katura’dan doğma oğlu Medyen’in, Eykeliler ise yine Katura’dan doğma
diğer çocuklarının soyudur­lar. Medyenliler’in merkezi, Akabe körfezinin doğu
sahillerindeki Medyen şehri, Eykeliler’in merkezi ise Kuzey Arabistan’da bugün
Tebük adını taşıyan Eyke şehridir. Coğrafyacılar, Hicaz bölgesi­nin
kuzey-batısında, Akabe körfezinin doğu sahilinde yer alan Medyen ile Eyke
arasındaki mesafenin, kervanlarla altı günde geçildiğini bildirmişlerdir.[8] Hz.
Şuayb fa.s.), bu iki halkın pey­gamberi olarak görev yapmıştır. Bâzı
kaynaklarda önce Meyden-liler’i, onların helakinden sonra da Eykeliler’i hakka
çağırdığı belirtilsede[9] bu
konuda da bir açıklık yoktur. İki toplumun pey­gamberliğini aynı sırada
yürütmüş olması da mümkündür.

Aynı soydan gelen,
aynı dili konuşan, aynı din ve kültürü paylaşan ve yakın topraklarda yaşayan’
bu iki toplumun, yoğun bir şekilde ticari ve beşerî ilişkiler kurmuş oldukları
kesindir. Her iki toplumun, ticarette ileri gitmesi, her ikisinde ticarî ha­yatta
dürüstlük ve doğruluğun kaybolması ve müşterek ahlâkî çöküntü de bunu
göstermektedir. Bu münasebetle, bu iki kardeş topluma tek peygamber gönderilmiş
olmalıdır.

Medyen şehri,
Kızildeniz sahilini takip eden Yemen-Medine-Suriye ticaret yolu ile Irak’tan
Mısır’a giden yolun kesişme noktasında yer alması sayesinde, ticarî sahada önem
kazanmış, dönemin büyük ticarî merkezleri arasına girmişti.[10]
Tebük şeh­rinde de ticari hayat çok canlıydı. Ancak Hz. Şuayb (a.s.)’m gön­derildiği
dönemde, her iki şehirde, ticari hayatta dürüstlük bü­yük ölçüde kaybolmuş,
ölçü ve tartı işlerinde hilekârlık alıp yü­rümüştü. Fitne ve bozgunculuk son
derece yaygınlaşmıştı.

Önceleri ataları Hz.
İbrahim (a.s.)’m dininde olan Medyen ve Eyke halkı, zamanla bu dini tahrif
etmişler, giderek bütünüy­le batıl inançlara saplanmışlardı. Tevhid inancını
terk etmişler, kendilerine uydurma ilahlar edinerek Allah’a ortak koşmaksizm
inanmaz olmuşlardı. Bilhassa ticarî faaliyetlerde hilesiz iş yap­mıyorlardı.
Ancak onlar, buna rağmen, Müslüman olduklarına inanıyorlar; bâtıl inançlarını
savunarak bunlarla övünüyorlardı. [11]

 

C. Hz. Şuayb (A.S.)’ın Peygamber Olarak Görevlendirilişi

 

Allah Teâlâ, haktan
uzaklaşarak küfre saplanmış Medyen halkına aralarından Hz. Şuayb (a.s.)’i
peygamber olarak gönder­di. Onu delil ve mucizelerle destekledi. Hz. Şuayb
(a.s.), diğer peygamberler gibi, işin başında, onları, uydurmuş oldukları sah­te
ilahları terk edip, tek olan Yüce Allah’a kulluk etmeye çağırdı. Onları, ölçü
ve tartıda dürüst davranmaya davet etti. Maddi ba­kımdan iyi bir durumda
olduklarını hatırlatarak, ölçü ve tartıyı eksik yapma alışkanlığını
bırakmalarını, aksi takdirde bu kötü adet yüzünden büyük bir azaba
çarptırılacaklarını söyledi. Helal kazancın bereket ve haynu işaret etti.
Söyledikleri gibi, gerçek Müslümanlar iseler, yeryüzünde fitne ve fesat
çıkarmayı bıraka­rak kendisine iman etmeleri gerektiğini vurguladı. Kur’ân-ı Ke­rim,
onun sözlerini şöyle aktarmaktadır:

“Medyen halkına
da kardeşleri Şuayb’i peygamber olarak gönderdik. Şuayb onlara şöyle dedi: Ey
kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. İşte size,
Rabbiniz tara­fından apaçık bir mucize (bir delil) gelmiştir. Ölçüyü ve tartıyı
tam tutun, insanların mallarının değerini düşürmeyin. Islah edilme­sinden sonra
yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın. Eğer iman ediyorsanız, bu, sizin için daha
hayırlıdır.”[12]

Hz. Şuayb (a.s.),
onlara kendiliklerinden uydurdukları tan­rıları bırakıp sadece Allah’a kulluk
etmedikleri ve içinde yüzdük­leri maddî refaha rağmen ticari hayattaki
sahtekârlıklarını bı­rakmadıkları takdirde, şiddetli bir azaba
çarptırılmalarından korktuğunu söylüyordu. Mü’minlerin ticarette dürüst davrana­rak
elde edecekleri kazancın kendileri için daha hayırlı olduğunu belirtiyor,
bununla birlikte, onların üzerinde bir gücü olmadığı­nı, onları inanmaya
zorlayamayacağını ifâde ediyordu:

“Medyen’e de
kardeşleri Şuayb’i gönderdik. Şuayb onlara, ‘Ey kavmim, Allah’a kulluk edin,
sizin O’ndan başka hiç bir ilahı­nız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı da eksik
tutmayın; ben sizi bir refah içinde görüyorum ve ben, sizi kuşatacak bir günün
azabından korkuyorum. Ey kavmim! Ölçeği ve teraziyi tam dengi dengine tutun,
insanların eşyasına densizlik etmeyin ve yeryüzünde boz­gunculuk ederek fenalık
yapmayın! Eğer iman etmişler iseniz, Allah’ın helâlinden bıraktığı kâr, sizin
için daha hayırlıdır. Fakat ben, sizin üzerinizde bir gözcü değilim.”[13] 

 

D. Müşriklerin Hz. Şuayb (A.S.)’ın Davetini Engellemeleri

 

Bütün müşrikler
gibi,  Medyenliler de, kendilerini gerçek
kurtuluşa çağıran peygamberlerinin davetini engellemek için harekete geçtiler.
Bilhassa küfrün elebaşıları, sonradan Ebu Ce­hil ve arkadaşlarının yapacağı
gibi, insanların Şuayb peygam­berle görüşmesini engellemek istediler. Ona giden
insanları gö­zetlemek ve onunla görüşmelerini engellemek maksadıyla, yollar
üzerine nöbetçiler yerleştirdiler. Bu gözcüler, ona gitmek isteyen insanların
yollarına çıkarak, onun bir yalancı olduğunu söylerler ve “sizi inancınız
hususunda fitneye düşürür ve atalarınızın di­ninden döndürür” diye
uyarırlardı. Mü’minleri de korkuturlar ve ölümle tehdit ederlerdi. Hz. Şuayb
(a.s.), inkarcıların insanların hak yola ulaşmasını önlemek için yaptıkları bu
davranışı kınıyor, Cenab-ı Hakk’ın kendilerine yaptığı iyilikleri hatırlata­rak,
O’nun bozguncuları nasıl cezalandırdığını düşünmelerini istiyordu. Sonra da,
iman edip kendisini tasdik edenler ile onlar arasındaki hükmü Allah’a bırakmayı
teklif ediyordu:

“Bir de, Allah’a
iman edenleri tehdit ederek, her caddenin başına oturup da, onları Allah’ın
yolundan alıkoymayın ve yolun çarpıklığını arzu etmeyin. Düşünün ki, siz pek az
idiniz, O, sizi çoğalttı ve bakın o bozguncuların sonu ne oldu! Eğer içinizden
bir kısmı, benim gönderilmiş olduğum gerçeğe inanmış, bir kısmı da inanmamışsa,
Allah aramızda hükmünü verinceye kadar sabre­din. O, hüküm, verenlerin en
hayırlısıdır. “[14] 

 

E. Müşriklerin Namazla Alay Etmeleri

 

Müşrikler, Hz. Şuayb
(a.s.)’ı alaya almaya ve kıldığı namaz­la istihza etmeye başladılar. Hz. Şuayb
(a.s.) kendilerini putları terk edip Allah’a ibadet etmeye, ölçü ve tartı
işlerinde adil dav­ranmaya ve bozgunculuğu terk etmeye çağırınca, alay ve
istihza ile karşılık verdiler. Sanki suçluyu da bulmuşlardı: Namaz! Hz Şuayb
(a.s.)’ı küçümseyip alaya alarak, “Babalarımızın tapmış olduğu ilahları
terk etmemizi ve mallarımızda dilediğimiz şekilde tasarrufta bulunmaktan
vazgeçmemizi, sana namazın mı emredi­yor?” diye soruyorlardı.  Kendisinin önceden akıllı ve uslu bir adam
olduğunu söyleyerek, atalarında görmedikleri bu yeni dav­ranışları, onun gibi
akıllı birine yakıştıramadıklarını belirtiyor­lardı. Kur’ân-ı Kerim, onların
dinin direği olan namaza yönelik düşmanlık dolu alaycı sözlerini şöyle
aktarmıştır:

“Onlar şöyle
dediler: Ey Şuayb, atalarımızın taptıklarını terk etmemizi veya mallarımız
hususunda dilediğimizi yapmamamızı sana namazın mı emrediyor? Halbuki sen çok
uslu ve akıllı biri­sin!”[15]

Müşriklerin namazı
dillerine dolamaları, şüphesiz ki, na­mazın dindeki öneminden ve hatta din ile
aynı şey kabul edilme­sinden kaynaklanıyordu. Bu soru, aynı zamanda
inkarcıların, mü’minlerin ibadetlerine karşı besledikleri nefret hislerinin de
açık bir yansımasıydı. Dinin diğer emirlerinin yaşanacağının da en açık
göstergesi olan namaz, mü’minlerin büyük bir eylemi şeklinde görüldüğü İçin,
kâfirler her devirde namaza düşman olmuşlardır. Namazı hakkıyla kılanların
dindarlıklarını kendi yaşantılarıyla sınırlı tutmayacakları, bu hususta
yakınlarına da tesir edecekleri korkusu, din düşmanlarını hep tedirgin
etmiştir. Medyen müşrikleri de, Hz. Şuayb (a.s.) ve ashabını, en kısa şe­kilde
namazla tarif ettikleri için, dinin direği yerinde olan bu önemli ibâdetin,
atalarından kalma inançlarını ve mallarını iste­dikleri gibi harcama
hürriyetini kaldırmasından söz etmektedir­ler. Yine onlar, bu çıkışlarıyla,
dünya hayatını iman ve ibâdet sisteminden soyutlamak eğiliminde olduklarını
göstermişlerdir.

Hz. Şuayb (a.s.) ile
müşrikler arasında geçen bu tartışma-hakkında büyük müfessirlerden Râzî, şöyle
demiştir:

“Hz. Şuayb (a.s.)
onlara iki şey, yani Allah’ı birlemeyi, Ölçü ve tartıda adil davranmayı
emretti. Onlar da, onun emrettiği bu iki şeye, iki söz ile itiraz ettiler:
Birincisi, Allah’ın birliğine inanma emrine karşılık ‘babalarımızın taptığı
şeyleri asla terk etmeyiz’ sözünü, ikincisi de, ölçü ve tartıda eksik yapmayın
sözüne karşı-lık, ‘mallarımızda dilediğimizi yaparız’ sözünü söylediler. Burada
namazdan maksadın ‘din’ olma ihtimâli de vardır. Buna göre mâ­nâ şöyle olur:
‘Bunları sana dinin mi emrediyor?’ Namaz, en açık alâmeti olduğu için
dine,  ‘namaz’ denilmiştir. Rivayete göre
Hz. Şuayb (a.s.) çok namaz kılardı. Kavmi onun namaz kıldığını gö­rünce,
birbirlerine göz kırpar ve gülüşürlerdi. ‘Namazın mı sana emrediyor?’diyerek
eğlenir ve alay ederlerdi.”[16]

Merhum Elmahlı da
şöyle der:

“Hz. Şuayb (a.s.)
çok namaz kılıyor ve öyle tanınıyordu, ibâ­detler içinde dinin direği olan
namaz ise, ‘gerçekten de namaz Allah’tan gerektiği şekilde korkanların
dışındakilere ağır gelir.’ (Bakara, 2/45) âyetinde belirtildiği şekilde huşu
ehlinden olma­yanlara pek ağır gelen, Allah’tan başkasını bir yana bıralçıp, Al­lah
huzurunda divan durmanın, secdelere varmanın zevk ve ulvi­yetini idrak
edemeyenlere boş ve faydasız bir uğraş gibi geldiğin­den, namaz kılanlarla alay
edip eğlenmek, küfrün gereği ve azgın kâfirlerin öteden beri âdetleridir.
Bundan dolayı Hz. Şuayb (a.s.)’ın kavmi de onun tevhid inancını, hukuk ve
ahlâkla ilgili bildirdiklerini doğrudan doğruya red ve inkâr edemedikleri için,
özellikle dolaylı yoldan değersiz göstermek üzere bütün bunları onun kıldığı
namaza bağlayarak, geçersiz ve değersiz göstermeye çalışıyorlar, onun
peygamberliğiyle alay etmek üzere namazıyla alay ediyorlardı.”[17]

Hz. Şuayb (a.s.),
davetini ısrarla devam ettirerek onlara, kendisinin gerçekten peygamber
olduğunu, bu hususta Rabbin-den apaçık ve kesin bir delilinin bulunduğunu,
böyle olunca, putları bırakıp tek Allah’a ibadete ve her türlü kötülükleri terk
edip iyiliklere çağırmak durumunda olduğunu açıklıyordu. Onla­ra ne
emrediyorsa, onları başta bizzat kendisinin yaptığını, vazi­fesinin, gücünün
yettiği ölçüde işleri düzeltmek ve ıslahtan iba­ret olduğunu, başarıyı da
sâdece Allah’tan bekleyip O’na tevek­kül ettiğini bildiriyordu. Kendisine olan
düşmanlıklarının, Hz. Nuh (a.s.), Hz. Hud (a.s.) ve Hz. Salih (a.s.)’m
kavimlerinin başla­rına gelen felâketlerin bir benzerini başlarına
getirmesinden korktuğunu söylüyor ve gerek mekan gerekse zaman bakımın­dan Nuh
kavminin kendilerine yakınlığını dile getirerek dikkatle­rini çekiyordu.
Onları, imana, tevbe ve istiğfara çağırıyor, öğüt almaları için, Cenab-ı
Hakk’in çok esirgeyici ve bağışlayıcı oldugunu. kullarına karşı engin merhamet
ve sevgi beslediğini hatır­latıyordu:

“Şuayb, ‘Ey
kavmim! Ne dersiniz, eğer ben, Rabbimin katın­dan açık bir delil ile gelmişsem,
ve O, bana kendi katından güzel bir rızık vermişse ne yapmalıyım? Size
muhalefet etmemle, sizi menettiğim şeylere kendim düşmek istemiyorum. Ben,
yalnızca gücümün yettiği kadar düzeltmeyi istiyorum. Başarım da Allah’ın
yardımı iledir. Ben, yalnız O’na dayandım ve ancak O’na yöneli­rim. Ey kavmim!
Bana karşı çıkmanız, sakın sizi Nuh kavminin veya Hûd kavminin ya da Salih
kavminin başına gelenler gibi bir felakete sürüklemesin! Ve hatırlayın ki, Lût
kavmi sizden fazla uzak değildir. Rabbinizden affinızı isteyin. Sonra, O’na
tevbe edin. Şüphesiz ki, Rabbim, çok merhametlidir ve çok sevendir.’ dedi
[18]

 

F. Müşrik Elebaşıların Hz. Şuayb {A.S.) Ve Ashabını
Tehditleri

 

Hz. Şuayb (a.s.)’ın
davetini devam ettirdiğini gören müşrik liderler, alay ve hakaretlerinden bir
netice alamayınca, işi tehdit­le halletmek istediler. Ona ve ashabına karşı
büyüklük taslaya­rak, atalarının dinine dönmedikleri takdirde, onları
yurtlarından çıkaracaklarını söylediler. Hz. Şuayb (a.s.}, Allah’ın lütfuyla hi­dâyete
ulaşmışken batüa dönmenin Allah’a karşı büyük bir iftira olacağını ve bunun
kendileri için asla söz konusu olmadığını söyledi. İnananlar olarak,
müşriklerin yapacağı kötülüklere asla’ aldırmayacaklarını, kendilerini Allah’ın
iradesine teslim ettikle­rini ve her şeyin O’nun iradesi dahilinde olduğunu
açıkladıktan sonra, Allah’a sığınıp iki taraf arasında hükmünü vermesini is­tedi.
Buna rağmen kâfirler, onu ve ona inananları tehdide devam ettiler:

“Kavmin ileri
gelenlerinden büyüklük taslayanlar dediler ki: ‘Ey Şuayb! Seni ve seninle
beraber iman edenleri, mutlaka ülke­mizden çıkaracağız. Yahut da bizim dinimize
döneceksiniz.’ Şuayb da, şöyle dedi: ‘İstemesek de mi? Eğer, Allah bizi sizin
di­ninizden kurtarmışken, tekrar ona dönecek olursak, Allah’a yaları yere
iftirada bulunmuş oluruz. Rabbimiz olan Allah’ın dilemesi müstesna, sizin
dininize dönmemiz mümkün değildir. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz,
sadece, Allah’a dayanınrz. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hak İle
hükmünü ver. Sen, hüküm verenlerin en hayırlısısın.’

Kavminin ileri gelen
kâfirleri şöyle dediler: Yemin olsun ki, eğer Şuayb’a uyarsanız, andolsun ki, o
takdirde mutlaka zarara düşersiniz!”[19]

Bir toplumda
liderlerin önemi ve onların oynadığı rol, bu âyetlerden de açıkça
anlaşılmaktadır. Toplumu idare edenler, toplum üzerinde büyük etkiye
sahiptirler. Toplumu kendi dü­şünceleri istikametinde şekillendirip,
istedikleri mecraya sevk edebilirler. Halk, toplumda mutlak iktidar sahibi olan
bu sınıfın peşinden gider ve her şeyi onlardan bekler hale gelir. Düşünce ve
kavramlar hâkim sınıf tarafından oluşturulur ve toplum onla­rın istedikleri
kalıba sokulur. Yöneticiler, yürüttükleri vazifenin büyük bir sorumluluk
olduğuna inanan ve icraatlarında Allah rızasını gözeten kimseler olurlarsa,
toplumun işlerini düzeltir, her türlü kötülükleri en aşağı seviyeye
indirebilir, toplumda sulh ve sükunu sağlayabilirler. Böyle bir toplumda
kötülükler fazla gelişemez. Ancak, yöneticiler Medyen kavminde olduğu gibi, hak
yoldan uzaklaşıp nefis ve arzularına teslim olmuş, isyan ve fesa­dın elebaşısı
haline gelmiş kimseler olurlarsa, o ülkede, hukuk ve ahlâk kuralları felç olur,
ahlâksızlık, terör ve fuhuş yaygınla­şır. Anarşi ve bozgunculuk günden güne
şiddetlenir. Böyle bir çöküşün sonu, eski toplumlarda genellikle umumî felaket
ol­muştur. [20]

 

G. Şiddete Başvurma-Ölüm Tehditleri

 

Hz. Şuayb (a.s.) ve
ashabının kararlılığını gören müşrikler, tehditlerini gittikçe
şiddetlendirdiler. Aralarında onu zayıf bir şahıs olarak bildiklerini, meramını
anlatmaktan dahi aciz oldu­ğunu, kendilerinden üstün hiçbir yönünün
bulunmadığını söy­leyerek hakarete devam ederken, sonunda onu taşla öldürmekten
bahsettiler. Onu aslında öldürmek istediklerini, ancak kav­minin kan davasına
kalkışmasından çekindikleri için bunu yapmadıklarını söylediler. Hz. Şuayb
(a.s.), onlara aşiretinden değil, Allah’tan çekinip korkmaları gerektiğini
söyledi ve asıl güç sahibinin Allah olduğunu O’nun ilminin yaptıkları şeylerin
ta­mamını kuşattığını hatırlattı. Onların tehditlerine aldırmadığını ve Allah
tarafından kendisine verilen tebliğ vazifesini her ne pa­hasına olursa olsun
devam ettireceğini açıklayıp onlara meydan okudu. İleride rezil ve rüsvay edici
azaba kimlerin uğrayacağını ve yalancıların kimler olduğunu birlikte
göreceklerini söyledi:

“Bunun üzerine
kavmi şöyle cevap verdi: ‘Ey Şuayb, biz, senin söylediklerinin çoğunu
anlamıyoruz. Ve aramızda seni çok zayıf bir kimse olarak görüyoruz. Eğer
kabilen olmasaydı, seni taşlayarak öldürürdük. Esasen bizim aramızda bir
itibarın da yoktur.

Şuayb, ‘Ey kavmim,
benim yakınlarım sizin için Allah’tan daha mı önemli ki, O’nu arkanıza atıp
unuttunuz. Bilin ki, Rabbim, bütün yaptıklarınızı ilmiyle kuşatmıştır. Ey
kavmim! Bü­tün gücünüzle yapacağınızı yapın, ben de yoluma devam edece­ğim!
İleride rezil ve rüsvay edici azabın kime dokunacağını ve kimin yalana olduğunu
bileceksiniz. Bekleyin bakalım, ben de sizinle beraber bekliyorum!’ dedi.
[21] 

 

H. Medyenliler’in Helaki

 

Kur’ân-ı Kerim, Medyen
ve Eyke halkının uğratıldığı azap­tan çok kısa bahsetmiş, teferruata
girmemiştir. Bu hususta ver­diği bilgi, Medyen halkının korkunç bir gürültüyle
birlikte mey­dana gelen şiddetli bir depremle, Eyke halkının ise gölge azâbıyla
helak edildiği, Hz. Şuayb (a.s.) ve ashabının ise Allah’ın rahme-tiyle her iki
azaptan hariç tutulduğunun bildirilmesinden ibaret­tir.

Medyen halkına
gönderilen bu azap, A’raf ve Ankebut sûre­lerinde şiddetli bir deprem (=recfe)
olarak zikredilir. Bu deprem sonucu inkarcı zâlimlerin tamamı, bulundukları
yerlerde ölmüşler ve cansız eşyalar haline gelmişlerdi. Sanki onlar, daha önce
bu yurtlarında ikâmet edip, orayı şenlendirmemişlerdi. Müşrik­lerin bu korkunç
sonunu gören Hz. Şuayb (a.s.), geçmişin bir muhasebesini yaparak, onlara karşı
üzerine düşeni yaptığını, Allah’ın mesajını onlara ulaştırdığım ve öğüt
verdiğini söyledik­ten sonra sözlerini şöyle tamamlamıştı: “Şimdi kâfir
bir kavme nasıl acırım?” Merhum Elmalılı’nm ifadesiyle, “Hz. Şuayb
(a.s,), ilk önce kavminin helak olmasından dolayı bir üzüntü duydu, fa­kat onların
üzülmeye lâyık olmadıklarını ve küfürleriyle azabı hak et-tiklerini düşünerek,
onlarla olan bütün manevî ilgisini kesti. Kısacası ‘oh olsun!’ demedi; ancak
‘vah’ etmenin de caiz olmaya­cağını düşünerek ve böyle söyleyerek onlardan
tamamen yüz çe­virdi,”[22]
Onların basma gelen korkunç deprem, A’râf sûresinde şöyle anlatılmaktadır:

“Derken onlan
şiddetli bir deprem (=recfe) yakalayıverdi de evlerinde dizüstü çökekaldılar.
Böylece Şuayb’ı yalanlayanlar, sanki orada hiç safa sürmemiş gibi oldular. Asıl
hüsrana uğra­yanlar, Şuayb’ı yalanlayanlar olmuştu. Şuayb onlardan öteye döndü
ve, ‘Ey kavmim, Allah biliyor ki, size Rabbimin mesajını ilettim, size öğüt de
verdim; şimdi kâfir bir kavme nasıl acınm?’ dedi.[23]

Ankebût sûresinde de
şöyle denilmektedir:

“Medyen kavmine
de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik; vardı dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a ibadet edin
de son güne ümit besle­yin; bozgunculukla yeryüzünü berbat etmeyin!’ Buna karşı
onu yalanladılar, derken, onları şiddetli bir deprem (=recfe) yakalayı­verdi de
yurtlarında dizleri üstü çökekaldılar.”[24]

Hud sûresinde ise,
Medyenliler’in helakinin, korkunç bir gürültü sonucu olduğu ve Allah Teâlâ’dan
bir lütuf olarak Hz. Şuayb (a.s.) ve ashabının bu azaptan kurtulduğu
bildirilmiştir:

“Emrimiz
geldiğinde, Şuayb’ı ve beraberinde iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle
kurtardık. O zulmedenleri ise, dehşet verici bir ses (=sayha) yakaladı ve
yurtlarında çöküp kaldılar.

Sanki orada şenlik
kurmamışlardı. Bak işte Semûd gibi Medyen de defolup gitti.”[25]

Medyen kavminin helaki
hakkında biri şiddetli bir deprem, diğeri korkunç bir gürültü olarak iki
felâketten bahsedilmesi, bu iki 
hâdisenin  birlikte  vuku 
bulduğunu  göstermektedir.   Buna göre, korkunç bir gürültüyle birlikte
şiddetli bir deprem meyda­na gelmiş olmalıdır.
[26]

 

I. Eykelilerin Helaki

 

Hz. Şuayb (a.s.}, az
önce açıkladığımız gibi, bazı tarihçilere göre Medyenliler’in helakinden sonra
Eyke halkına peygamber olarak gönderilmişti.[27]
Eykeliler de, Medyenliler gibi, şirke düş­müşler, ölçü ve tartı işlerinde
dürüstlükten tamamen ayrılmış­lardı. Hz. Şuayb (a.s.), onlara da, kendisinin
Allah tarafından görevlendirilen bir elçi olduğunu söyleyerek onları Allah’a
ibâde­te çağırdı. Kendisine uyarak Allah’ın emirlerini dinlemelerini istedi.
Yürüttüğü görev karşılığında onlardan herhangi bir ücret istemediğini,
hizmetinin karşılığını yalnızca Allah’tan beklediğini söyledi. Medyen halkının
başına gelen felâketten ibret alarak fesat ve bozgunculuktan kaçınmalarını,
ölçü ve tartıyı doğru bir şekilde yapmalarını ve Allah’tan korkmalarını emretti.

Ancak Eykeliler de,
komşuları Medyenliler gibi, onun sözle­rine kulak asmadılar. Peygamberlerini
yalanlayıp, ona kendileri gibi bir beşer, üstelik büyüye mâruz kalmış bir insan
olduğunu söylediler. Daha da ileri giderek, eğer doğru söylüyorsa, hemen gökten
üzerlerine bir azap indirmesini istediler. Hz. Şuayb (a.s.), “Rabbim
yaptıklarınızı daha iyi bilir” diyerek onları Allah’a havale etti.
Sonunda, Hz. Şuayb (a.s.)’ı yalanlayan bu kavim de azaba uğratıldı. Onların
üzerine gönderilen azap, “azâbu yevmi’z-zulle/gölge gününün azabı”
adını taşıyan bir azap idi. Kur’ân-i Kerim, bu azap hakkında şu bilgiyi
vermektedir:

“Eyke halkı da,
gönderilen peygamberleri yalanladı. Şuayb o zaman onlara şöyle demişti: ‘Siz,
Allah’tan korkmaz mısınız?

Haberiniz olsun, ben
size gönderilmiş bir peygamberim. Gelin Allah’tan korkun ve bana itaat edin.
Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım âlemlerin Rabbine
aittir. Ölçeği tam ölçün ve hak yiyenlerden olmayın. Ve doğru terazi ile
tartın! Halkın eşyalarını değerinin altına düşürmeyin ve yeryü­zünü anarşi ile
fesada vermeyin. Sizi ve sizden önceki nesilleri yaratan Yaratıcı’dan korkun!’

Şöyle dediler: ‘Sen
muhakkak büyülenmişlerdensin. Sen de bizim gibi bir beşerden başka nesin!
Doğrusu biz, seni yalancılar­dan sayıyoruz. Üzerimize gökten bir parça
düşürüver, eğer doğru söyleyenlerden isen!’

Şuayb, ‘Rabbim
yaptıklarınızı daha iyi bilir.’ dedi. Hülâsa onu yalanladılar, kendilerini de o
gölge gününün azabı yakalayı-verdi. O, cidden büyük bir günün azabı idi.
Şüphesiz, bunda alı­nacak bir ibret vardır; ne var ki çoğu yine de iman
etmediler.[28]

Rivayete göre, Allah,
onlara şiddetli bir sıcaklık musallat etmişti. Sıcaktan bunaldıklarında,
rüzgarda serinlemek arzusuy­la kırlara çıktılar. Bu esnada gönderilen bir
bulut, onları sevin­dirmişti. Çünkü onun gölgesine sığınarak sıcaktan
kurtulabilir­lerdi. Bu maksatla bulutun altında toplandılar. Ancak bulut, bir
anda şimşek ve ateş yağdırmaya başladı ve hepsini helak etti.[29]

Kur’ân-ı Kerim’de Eyke
halkının helakinden üç yerde daha söz edilmiştir. Onların cezalandırılma
sebeplerinin de zikredildiği bu âyetlerde şöyle buyurulmaktadır:

“Eyke sakinleri
de, doğrusu ıslah olmaz zâlim kimselerdi. Ve bu yüzden, onları da hakettikleri
cezaya uğrattık. Gerçek şu ki, Lüt kavmi ve Eyke halkı, geride bıraktıkları
harabeleri (bugün dahi) görülebilen bir ana yol üzerinde yaşamaktaydılar.[30]

“Semüd kabilesi,
Lüt kavmi ve Eyke sakinleri de aynı şekil­de hakikati yalanlamışlardı. Onların
tümü inkârda birleştiler. Hepsi de peygamberleri yalanladılar ve bu nedenle
cezamızı hak ettiler.[31]

“Ve Eykeîüer ve
Tubba’ halkı, onların hepsi peygamberleri yalanladılar ve bunun üzerine onları
uyardığım şey başlarına geldi.[32]

Eykelüer’in helakinden
sonra, bu azaptan da kurtulan Hz. Şuayb (a.s.) ve ona iman edenlerin nereye
gittikleri ve nasıl bir hayat sürdükleri hakkında kaynaklarda bilgi yoktur.
Ancak bâzı rivayetlerde, onun ve arkadaşlarının Mekke’de vefat ettikleri ve Mescid-i
Haram’da Darünnedve ile Benî Sehm kapısı arasındaki bir bir yere
defnedildikleri bildirilmiştir.[33]

 

İ. Ashabü’r-Res

 

Kur’ân-ı Kerim’de Nuh
kavmi, Âd ve Semüd kabileleriyle birlikte iki yerde adı zikredilen ve bu
toplumlar gibi peygamber­lerini yalanlamaları yüzünden helak edildikleri
bildirilen Asha-bü’r-res hakkında ihtilâf edilmiştir. Bu toplumun kimler
olduğu, nerede ve ne zaman yaşadığı hususunda farklı rivayetler nakle­dilmektedir.
Onların Yemâme’de Felç denilen beldede yaşamış olan bir toplum olduğu, Yasin
sûresinde bahsedilen Ashabül-karye olduğu veya Azerbaycan’da yaşayan ve
peygamberlerini öldüren bir kavim olduğu rivayetleri yanında, Şuayb kavmi ol­duğunu
bildiren rivayetler de vardır.[34]
Kimlikleri meçhul kalan bu toplum hakkındaki âyetlerin meali şöyledir:

“Ve Âd toplumunu,
Semüd toplumunu ve Ress halkını ve bunların arasında gelip geçen daha nice
günahkâr nesilleri toplu­ca cezalandırdık. Oysa her birine uyana dersler,
örnekler vermiş­tik; ama bunlara aldırmamaları üzerine hepsini yerle bir ettik.[35]

“Onlardan önce
Nuh kavmi, Ashâbu’r-res ve Semüd kavmi de hakikati yalanladı. Âd kavmi, Firavun
kavmi, Lût kavmi de. Ve Eykeîüer ve Tubba’ halkı, onların hepsi peygamberleri
yalanladı­lar ve bunun üzerine onları uyardığım şey başlarına geldi.[36]

 

 



[1] Salebi,126.

Hz. Şuayb (a.s.)’ın ismi Kur’ân-ı Kerim’de 10 defa geçmektedir. Onun
isminin geçtiği âyetler şunlardır: A’râf sûresi,7/85., 88, 90, 92; Hûd sûresi,
1İ /84, 87, 90, 95; Şuarâ sûresi, 26/177; Ankebut sûresi, 29/36.

[2] Çıkış, 2/18; 3/1.

[3] Bu konudaki rivayetler için bkz. Neccâr, 202-205.

[4] Hud sûresi, 11/89.

[5] Ö. Ahmed Ömer, I, 173.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 374-375.

[6] Mukaddesi, el-Bed’ ue’t-târih, III, 76; Îbnül-Cevzî,
el-Muntazam, Beyrut  1358, I, 324-325.

[7] Bu görüşte olanlardan Ibn Kesir, Medyen adının hem
kabile hem de şehire verilen bir isim olduğunu, halka Ejke de denildiğini
söyler (Muhtasam İbn Kesir, 11,53).

[8] Eyke, sık ve ağaçlan birbirine girift ormanlığa denir
{Muhtüru’s-sıhah, I, 14; hisûnül-arab, VI, 192; X, 394). Bölgede sık bir orman
bulunduğu için halkına, “Ashab-ı Eyke” denmiştir. Yakut, Eyke^i
anlatırken, Medyen ile Tebük arasında­ki mesafenin 6 fersah olduğunu ve Tebük
halkının şehirlerinin eski adini Eyke olarak bildiklerini; ancak kendisinin
tefsir kitaplarında böyle bir bilgiye rastla­madığım söyler [Mu’cem, I, 291;
II, 14). Ruşâtî ise şöyle.der: “Eyke, Hz. Şuayb (a.s.)’m gönderildiği deniz
sahilinden Medyen’e varıncaya kadar devam eden böl­gedir. Bu mıntıkanın ağaçlan
Mukil, yani Zamk-ı Arabî üretilen ağaçtır.” Tecrid-ı Sarih Tercemesi, IX,
154 ).

[9] îbn Asâkir, Tarihu Dımaşk, XXIII, 75.

[10] Sonraki asırlarda da önem kazanan Medyen’in adı,
İslâmî dönemde ilk olarak, Rasülullah (s.a.v.)’în Zeyd b. Harise komutasında bu
şehir üzerine tertiplediği bir seriyye dolayısıyla geçer. Eyke’den Medine’ye
giden hacıların takip ettikleri hac yolu üzerinde ikinci konak durumunda olan
bu şehir, IX. asırda Önemli bir tica­ret merkezi idi. Ancak zamanla önemini
kaybettiği, hatta XIV. asırda harabe ha­line geldiği bildirilir.

[11] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
Yayınları: 375-377.

[12] A’raf sûresi, 7/85.

[13] Hud sûresi, 11/84-86.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 377-378.

[14] Araf sûresi, 7/86-87.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 377-378.

[15] Hud süresi, 11/ 87.

[16] Tefsir, XVIII, 42.

[17] Hak Dini, IV, 561.

[18] Hud sûresi, 11/88-90.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 379-382.

[19] A’raf sûresi, 7/88-90.

[20] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
Yayınları: 382-383.

[21] Hud sûresi, 11/91-93.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 383-384.

[22] Hak Dini, IV, 81.

[23] A’raf sûresi, 7/91-93.

[24] Ankebut sûresi, 29/36-37.

[25] Hud sûresi, 11/92-93.

[26] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
Yayınları: 384-386.

[27] İbn Asâkir, Tarihu Dımaşk, XXIII, 75.

[28] Şuara süresi, 26/176-189.

[29] Eykeliler’e verilen bu azapla ilgili rivayetler için
bkz. îbn Asâkir, XXIII, 76-78.

[30] Hıcr sûresi, 15/78-79.

[31] Sâd sûresi, 38/13-14.

[32] Kâf sûresi, 50/14.

[33] Bu rivayetler için bkz. İbn Asâkir, XXIII, 80.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 386-388.

[34] Âlûsi, Tefsir, XIII, 32;
Harman, “Ashâbü’r-res”, DİA,
III, 469.

[35] Furkan sûresi, 25/38-39.

[36] Kâf sûresi, 50/12-14.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 388.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu