Ay: Aralık 2013

  • Cahd-ı Mutlak

     

    FİİL-İ MUZÂRİNİN CEZİM YAPILMASIYLA ELDE EDİLEN ZAMANLAR

    I) CAHD-I MUTLAK

    (MAZİ FİİLİN KESİN OLUMSUZ HALİ)

    Muzâri fiilin başına لَمْ takısı getirilip, fiilin son harfinin cezim yapılmasıyla gerçekleşir. Fiilin manasını mâzîde (geçmişte) olumsuz yapar. Bir işin şu ana kadar olmadığını ve bundan sonra da olmayacağını belirtir. Muzârinin başına getirilen bu edatla fiilde üç değişiklik olur:

            a) Anlamı olumsuz olur. Bu olumsuzluk kalıcıdır ve bozulması beklenmez.

            b) Sonu meczûm (cezimli) olur.

            c) Muzâriden yapıldığı halde mâzî manası verir:

    يَكْتُبُ

    yazıyor

    لَمْ يَكْتُبْ

    yazmadı

    يَفْتَحُ

    açıyor

    لَمْ يَفْتَحْ

    açmadı

    يَذْهَبُ

    gidiyor

    لَمْ يَذْهَبْ

    gitmedi

    Tesniye ve cemilerde cahd-ı mutlak; sona eklenen nunların (ن) kaldırılması ile olur. Düşen nun yerine bir elif getirilir:

    يَكْتُبُونَ

      yazıyorlar

    لَمْ يَكْتُبُوا

      yazmadılar

    Müfred müennes muhâtabadaki ( ن ) harfi de kalkar.

    تَكْتُبِينَ

    yazıyorsun

    لَمْ تَكْتُبِي

    yazmadın

    Cemi müennes ( ن ) ları olduğu gibi kalır.

    يَكْتُبْنَ

    yazıyorlar

    لَمْ يَكْتُبْنَ

    yazmadılar

    Cezimli muzâriden harf-i tarife geçiş kesre ile yapılır:

    لَمْ أَكْتُبِ الْواَجِبَ

    Ödevi yazmadım

    لَمْ يَلْعَبِ الْكُرَةَ

    Top oynamadı

    F        كَتَبَ  ماَ şimdi yazmadığınıلَمْ يَكْتُبْ , geçmişte yazmadığını ifade eder. ماَ  dan daha ziyade  لَمْ  kullanılışı yaygındır.

    Cahd-ı Mutlak Sigasının Çekim Tablosu

     

    Cemi

    Müsennâ

    Müfred

     

    لَمْ يَكْتُبُوا

    لَمْ يَكْتُبَا

    لَمْ يَكْتُبْ

    Gâib

    Onlar yazmadı

    O ikisi yazmadı

    O yazmadı

     

    لَمْ يَكْتُبْنَ

    لَمْ تَكْتُبَا

    لَمْ تَكْتُبْ

    Gâibe
             

     

     

    لَمْ تَكْتُبُوا

    لَمْ تَكْتُبَا

    لَمْ تَكْتُبْ

    Muhatap

    Sizler yazmadınız

    İkiniz yazmadınız

    Sen yazmadın

     

    لَمْ تَكْتُبْنَ

    لَمْ تَكْتُبَا

    لَمْ تَكْتُبِي

    Muhâtaba
               

     

    لَمْ نَكْتُبْ

    لَمْ نَكْتُبْ

    لَمْ أَكْتُبْ

    Mütekellim

    Biz yazmadık

    İkimiz yazmadık

    Ben yazmadım

     

                 

    Cümle Örnekleri:

    هَلْ نَفَعَ الْماَلُ صاَحِبَهُ ؟

    Mal sahibine fayda verdi mi?

    لاَ ، اَلْماَلُ لَمْ يَنْفَعْ صاَحِبَهُ.

    Hayır, mal sahibine fayda vermedi.

    لَمْ أَذْهَبْ أَمْسِ إِلَى الْمَدْرَسَةِ.

    Dün okula gitmedim.

    هَلْ نَجَحَ الشاَّباَّنِ فِي حَياَتِهِماَ؟

    İki genç hayatlarında başarılı oldu mu?

    لاَ ، اَلشاَّباَّنِ لَمْ يَنْجَحاَ فِي حَياَتِهِماَ.

    Hayır, iki genç hayatlarında başarılı olmadı.

    هَلْ فَشِلَ الْمُجْتَهِدُونَ فِي عَمَلِهِمْ ؟

    Çalışkanlar işlerinde başarısız oldu mu?

    لاَ ، ألْمُجْتَهِدُونَ لَمْ يَفْشَلُوا فِي عَمَلِهِمْ.

    Hayır, çalışkanlar işlerinde başarısız olmadı.

    أَنْتُمْ لَمْ تَذْهَبُوا أَمْسِ إِلَى الْحَدِيقَةِ.

    Siz dün bahçeye gitmediniz.

    أَنْتِ لَمْ تَغْسِلِي مَلاَبِسَكِ.

    Sen elbiselerini yıkamadın.

    أَ لَمْ تَسْمَعُوا الْخُطْبَةَ ؟

    Hutbeyi işitmediniz mi?

    لَمْ يَذْهَبِ الْوَلَدُ إِلَى الْمَدْرَسَةِ لِأَنَّهُ([1]) مَرِيضٌ.

    Çocuk okula gitmedi çünkü o hastadır.

    طَرَقْتُ الْباَبَ كَثِيراً وَ لَكِنْ لَمْ يَفْتَحْهُ أَحَدٌ.

    Kapıyı çok çaldım fakat onu kimse açmadı.

    أَنْتُمْ لَمْ تَقْرَأُوا كُلَّ الْقِصَّةِ.

    Siz bütün kıssayı okumadınız.

    لَمْ يَكْتُبِ الْواَجِبَ فِي الصَّفِّ.

    Ödevi sınıfta yazmadı.

    Cahd-ı mutlakların meçhûlü: Fiil-i muzârilerin meçhûlleri gibidir. Başına yine  لَمْ gelir. Cemi müennesler hariç nunlar düşer.

    يَكْتُبُ

    yazıyor  →

    لَمْ يُكْتَبْ

    yazılmadı

    يَفْتَحُ

    açıyor  →

    لَمْ يُفْتَحْ

    açılmadı

    لَمْ يُكْتَبُوا إلى الْمَدْرَسَةِ صَبَاحاً.

    Sabahleyin okula yazılmadılar.

    هَلْ شَرِبَتِ الْأُمُّ الدَّواَءَ ؟

    Anne ilacı içti mi?

    لاَ ، لَمْ يُشْرَبِ الدَّواَءُ.

    Hayır, ilaç içilmedi.
  • Meful-u Mutlak

     

    MEF’ÛL-İ MUTLAK

    Fiilin manasını te’kit etmek (pekiştirmek), nev’ini (çeşidini) ya da fiilin kaç kere işlendiğini göstermek üzere sayısını bildirmek için fiille aynı kökten gelen mansûb masdara mef’ûl-i mutlak denir.

    a) Fiilin manasını te’kit (pekiştirmek) için fiilden sonra ve onun kökünden getirilen mansûb (fethalı) masdar müfredtir. Tercüme edilirken; “..öyle, öyle ki, şüphesiz, gerçekten, çok, iyice,” manaları verilir:

    لَعِبَ خاَلِدٌ لَعِباً.

    Hasan öyle bir oynadı ki.

    يَشْرَبُ الطِّفْلُ اللَّبَنَ شُرْباً.

    Çocuk sütü öyle bir içiyor ki.

    يَأْكُلُ الْوَلَدُ الْفاَكِهَةَ أَكْلاً.

    Çocuk öyle bir meyve yedi ki (öyle çok yedi ki) .

    كَلَّمَ اللَّهُ مُوسَى تَكْلِيماً.

    Allah gerçekten (kesin olarak) Musâ ile konuştu.

    b) Fiilin nev’ini (çeşidini) belirtmek için gelen mef’ûl-i mutlak genellikle isim veya sıfat tamlaması halinde olur. Tercüme edilirken “gibi,  şeklinde, aynen, tıpkı, tam.. diye çevrilir.

    يُسَلِّمُ الْغُلاَمُ سَلاَمَ الْجُنْدِيِّ.

    Çocuk asker selamıyla selam veriyor (asker gibi selam veriyor) .

    مَرَّ الْقِطاَرُ مَرَّ السحاَبِ.

    Tren bulutların geçişi gibi geçiyor.

    جَرَى خاَلِدٌ جَرْياً سَرِيعاً.

    Hâlit hızlı bir şekilde koştu.

    فَتُوبُوا إِلَى اللَّهِ تَوْبَةً نَصُوحاً.

    Allah’a samimi bir tevbe ile tevbe ediniz  (Tahrim, 8).

      

    c) Fiilin sayısını belirtmek için gelen mef’ûl-i mutlak o işin kaç defa yapıldığını belirtir. Tercüme edilirken de kere, defa şeklinde çevrilir. Arapça’da tekrar isminin yapıldığı kalıp daha önce masdar-ı binâ-i merre konusunda işlediğimiz gibi (فَعْلَةً) kalıbıdır. Fiilin sülâsi kök harfleri bu kalıba sokulur.

    أَكَلَ عَلِيٌّ أَكْلَةً.

    Ali bir defa yedi.

    أَكَلَ عَلِيٌّ أَكْلَتَيْنِ.

    Ali iki defa yedi.

    أَكَلَ عَلِيٌّ ثَلاَثَ أَكَلاَتٍ.

    Ali üç defa yedi.

    أَكَلَ عَلِيٌّ أَكَلاَتٍ.

    Ali defalarca yedi.

    ضَرَبَنِي ضَرْبَةً.

    Bana bir defa vurdu.

    ضَرَبْتُهُ ضَرْبَتَيْنِ.

    Ona iki defa vurdum.

    Sıfat eklenerek de yapılabilir:

    ضَرَبَنِي ضَرْبَةً شَدِيدَةً.

    Bana şiddetli bir vuruşla vurdu.

    ضَرَبْتُهُ ضَرْبَتَيْنِ شَدِيدَتَيْنِ.

    Ona iki şiddetli vuruşla vurdum.

    Tarz ismi فِعْلَةً kalıbıdır:

    ضِحْكَةً

    gülme tarzı

    يَضْحَكُ

    ضَحِكَ

    خِلْقَةً

    yaratma tarzı

    يَخْلُقُ

    خَلَقَ

    مِشْيَةً

    yürüme tarzı

    يَمْشِي

    مَشَى

    مَشَى عَلِيٌّ مِشْيَةَ اللِّصِّ.

    Ali hırsızın yürüyüşü gibi yürüdü (hırsız gibi yürüdü).

             

     (مَرَّةً) (kere, defa)  kelimesi de mef’ûl-i mutlak olur.

    قَرَأْتُ مَرَّةً.

    Bir kere okudum.

    *Aynı cümledeki mef’ûl-i mutlak kendi fiilinin masdarından yapılır. Aşağıdaki durumlarda ise bu kaidenin dışına çıkılır:

    a) Aynı manaya gelen masdarlarda;

    قَعَدْتُ جُلُوساً.

    Öyle oturdum ki (çok oturdum) .

    b) Aynı kökten olan değişik masdarlarda;

    اِصْطَبَرْتُ صَبْراً.

    Çok sabrettim.

     

     

    Not: Çoğu zaman rubâî fiilin masdarı yerine sülâsi fiilin masdarı tercih edilir:

    ساَفَرْتُ سَفَراً مُتْعَباً.

    Yorucu bir yolculuk yaptım.

     c) Çeşit ve sayı bildirerek mef’ûl-i mutlakın yerini tutan isimlerde;

    نَصَحْتُهُ مَرَّتَيْنِ.

    Ona iki defa nasihat ettim.

    قُلْتُ لَكَ أَلْفاً.

    Sana bin kere söyledim.

    قاَبَلْتُهُ عِدَّةَ مَرَّاتٍ.

    Onunla birkaç kez görüştüm.

    أَكْرَمْتُ الضَّيْفَ ذَلِكَ الْإِكْراَمَ.

    Misâfire bu şekilde ikram ettim.

    d) Bazen mef’ûl-i mutlakın hazfedilip sıfatının onun yerine geçtiği durumlarda;

    فَكَّرْتُ فِي هَذِهِ الْمَسْأَلَةِ كَثِيراً.

    Bu mesele hakkında çok düşündüm.

    (فَكَّرْتُ فِي هَذِهِ الْمَسْأَلَةِ تَفْكِيراً كَثِيراً)

     

    اُذْكُرُوا اللَّهَ ذِكْراً كَثِيراً.

    Allahı çok zikredin (Ahzâb, 41) .

    e) (كُلُّ – بَعْضُ – أَيُّ ) kelimelerinin masdara muzâf olduğu durumlarda;

    أُساَعِدُ عَلِياًّ بَعْضَ الْمُساَعَدَةِ.

    Ali’ye biraz yardım ediyorum.

    تَرَكْتُهُ كُلَّ التَّرْكِ.

    Onu tamamen terkettim.

    يَجْتَهِدُ الطُّلاَّبُ أَيَّ اجْتِهاَدٍ قَبْلَ الْاِمْتِحاَنِ.

    İmtihandan önce öğrenciler yaman çalışırlar.

    O zaman (كُلُّ – بَعْضُ – أَيُّ ) kelimeleri mef’ûl-i mutlak olarak mansûb gelir

    *Fiili hazfolmuş semâî (duyularak bilinen) mef’ûl-i mutlaklar da vardır:

    شُكْراً.

    Teşekkür ederim.  

    سُبْحاَنَ اللَّهِ

    Allah’ı her türlü eksiklikten tenzih ederim.  

    لَبَّيْكَ.

    (Davetine uyup) sana geldim

    حَقاًّ.

    gerçekten

    جِداًّ.

    çok

    رُوَيْداً.

    yavaş

    أَيْضاً.

    ..de, da

    حَمْداً.

    Allah’a hamd olsun

    مَثَلاً.

    mesela, (misal veriyorum)

    هَنِيئاً.

    afiyet olsun

    عَفْواً.

    afedersin

    سَمْعاً وَ طاَعَةً.

    başüstüne
                     

    Örneğin ilk iki cümlenin hazfolmuş fiilleriyle birlikte aslı şöyledir:

    شُكْراً.

    Teşekkür ederim. (Hazfolmuş fiiliyle aslı: أَشْكُرُكَ شُكْراً)

    سُبْحاَنَ اللَّهِ.

    Allah’ı her türlü eksiklikten tenzih ederim.

    (Hazfolmuş fiiliyle aslı:  اُسَبِّحُ سُبْحاَنَ اللَّهِ)

     

           

    OKUMA PARÇASI

    كاَنَتْ ساَرَةُ مَشْغُولَةً بِقِراَءَةِ الْكِتاَبِ. عُنْواَنُ الْكِتاَبِ الَّذِي قَرَأَتْهُ ساَرَةُ “نِساَءُ النَّبِيِّ ” وَ يَتَحَدَّثُ ذَلِكَ الْكِتاَبُ عَنْ زَوْجاَتِ النَّبِيِّ (ص). كاَنَتِ الْمَرْأَةُ تُعاَمَلُ فِي الْجاَهِلِيَّةِ مُعاَمَلَةً سَيِّئَةً. كاَنَ الرَّسُولُ يُعاَمِلُ الْمَرْأَةَ مُعاَمَلَةً حَسَنَةً . لَقَدْ عَلِمَتْ ساَرَةُ مِنْ ذَلِكَ الْكِتاَبِ أَنَّ زَوْجاَتِ النَّبِيِّ (ص) كُنَّ عَظِيماَتٍ ، كَماَ أَدْرَكَتْ أَنَّ النَّبِيَّ كاَنَ عَظِيماً داَخِلَ بَيْتِهِ وَ خاَرِجَهُ.

     

    Tercüme:

    Sâra kitap okumakla meşguldü. Sâra’nın okuduğu kitabın adı “Peygamber’in Hanımları”dır ve bu kitap Peygamber’in zevcelerinden bahsetmektedir. Câhiliyede kadına kötü muamele ile muamele ediliyordu. Peygamber

  • Yasin Suresi İrabı

     

    سورة يس (36)

    بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

    (36-YÂSÎN SÛRESİ)  Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla

    يس{36/1} وَالْقُرْآنِ الْحَكِيمِ{36/2} إِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ{36/3} عَلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ{36/4}

    1. Yâsîn, 2. Hikmet dolu Kur’ân’a and olsun ki, 3. Sen şüphesiz peygamberlerdensin. 4. Doğru yol üzerindesin.

    حَكِيمٌ

    hikmetli, hikmet dolu

    وَ

    vâvu’l- kasem: yemin vâvı: andolsun ki ,..hakkı için
       ism-i mef’ûl: gönderilenler, peygamberler

    مُرْسَليِنَ

    göndermek

    أَرْسَلَ  يُرْسِلُ  إِرْساَلاً

    dosdoğru, düzgün, ölçülü

    اَلْمُسْتَقيِمُ

    eğri ve kıvrımlı olmayan doğru yol

    اَلصِّراَطُ

                   

    تَنْزِيلَ الْعَزِيزِ الرَّحِيمِ {36/5} لِتُنْذِرَ قَوْمًا ماَ أُنْذِرَ آبَاؤُهُمْ فَهُمْ غَافِلُونَ {36/6}

    5. 6. (Bu Kur’ân) ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için üstün ve çok merhametli (Allah) tarafından indirilmiştir.

      uyarmak

    أنْذَرَ  يُنْذِرُ  إِنْذاَراً

    indirmek

    نَزَّلَ  يُنَزِّلُ  تَنْزيِلاً

    babalar, atalar

    آباَءُ

    ism-i fâil: gafil olanlar

    غاَفِلُونَ  (غَفَلَ يَغْفِلُ)

                   

     لَقَدْ حَقَّ الْقَوْلُ عَلَى أَكْثَرِهِمْ فَهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ {36/7}

    7. Andolsun ki onların çoğunun üzerine (azab) söz(ü) hak oldu (onların çoğu gafletlerinin cezasını hak etmişlerdir). Çünkü onlar iman etmiyorlar.

    iman etmek, inanmak

    آمَنَ  يُؤْمِنُ  إِيماَناً

    hak olmak, gerçek olmak, hak etmek

    حَقَّ  يَحِقُّ

    إِنَّا جَعَلْنَا فِي أَعْنَاقِهِمْ أَغْلاَلاً فَهِيَ إِلَى الأَذْقَانِ فَهُمْ مُقْمَحُونَ {36/8}

    8. Biz, onların boyunlarına halkalar geçirdik. O halkalar çenelere kadar dayanmaktadır. Bu yüzden kafaları yukarı kalkıktır.

    halkalar, bağlar

    أَغْلالٌ

    yarattı, icat etti, yaptı, kıldı

    جَعَلَ  يَجْعَلُ

    boyun

    عُنُقٌ  ج  أَعْناَقُ

     

     

    başını yukarı kaldırdı

    أَقْمَحَ  يُقْمِحُ  إِقْماَحاً

    çene

    ذَقَنٌ  ج  أَذْقاَنٌ

    ism-i mef’ûl: başları yukarı kaldırılmışlar

     

    مُقْمَحُونَ

                 

    وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ أَيْدِيهِمْ سَدًّا وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدًّا فَأَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لاَ يُبْصِرُونَ {36/9}

    9. Önlerinden bir set ve arkalarından bir set çektik de onları kapattık, artık göremezler.

    önleri, dünya işleri

    أَيْديِهِمْ

    arkaları, ahiret işleri

    خَلْفَهُمْ

    set, mani, engel

    سَدٌّ

    görmek

    أَبْصَرَ  يُبْصِرُ

      perdelemek

    أَغْشَي  يُغْشِي

     

                 

    وَسَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنْذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ {36/10}

    10. Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar.

    ….san da  …masan da

    ءَ…. أَمْ لَمْ….

    eşittir, birdir, aynıdır

    سَواَءٌ

    إِنَّمَا تُنْذِرُ مَنِ اتَّبَعَ الذِّكْرَ وَخَشِيَ الرَّحْمَنَ بِالْغَيْبِ فَبَشِّرْهُ بِمَغْفِرَةٍ وَأَجْرٍ كَرِيمٍ {36/11}

    11. Sen ancak zikre (Kur’ân’a) uyan ve görmeden Rahmân’dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte böylesini, bir mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele.

    korktu, haşyet duydu

    خَشِيَ   يَخْشَي

    zikir (Kuran)

    ألذِّكْرُ

    uydu, tabi oldu

    إِتَّبَعَ  يَتَّبِعُ  إِتِّباَعاً

    ücret , mükafat

    أَجْرٌ

    emir: müjdele

    بَشِّرْ

    müjdeledi

    بَشَّرَ  يُبَشِّرُ  تَبْشيِراً

    cömert, büyük, ikramı bol

    كَريِمٌ

                 

    إِنَّا نَحْنُ نُحْيِي الْمَوْتَى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَآثَارَهُمْ وَكُلَّ شَيْءٍ أحْصَيْنَاهُ فِي إِمَامٍ مُبِينٍ {36/12}

    12. Şüphesiz ölüleri ancak biz diriltiriz. Onların yaptıkları her işi, bıraktıkları her izi yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (levh-i mahfuz’da yada amel defterlerinde) sayıp yazmışızdır.

    takdim etti, getirdi, sundu

    قَدَّمَ  يُقَدِّمُ  تَقْديماً

    ölüler

    اَلْمَوْتَي

    diriltti

    أَحْيَي  يُحْييِ  إِحْياَءً

    saydı, kavradı

    أَحْصَي  يُحْصيِ

    eser, iz

    أَثَرٌ ج آثاَرٌ

    apaçık bir asıl  

    إماَمٌ مُبيِنٌ

                   

    وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلاً أَصْحَابَ الْقَرْيَةِ إِذْ جَاءَهَا الْمُرْسَلُونَ {36/13}

    13. Onlara, şu şehir halkını misâl getir: Hani onlara elçiler gelmişti.

    arkadaş, halk

    صاَحِبٌ ج أصْحاَبٌ

    köy, şehir halkı

    أَصْحاَبَ الْقَرْيَةِ

    misâl verdi

    ضَرَبَ مَثَلاً

    إِذْ أَرْسَلْنَا إِلَيْهِمُ اثْنَيْنِ فَكَذَّبُوهُمَا فَعَزَّزْنَا بِثَالِثٍ فَقَالُوا إِنَّا إِلَيْكُمْ مُرْسَلُونَ {36/14}

    yalanladı

    كَذَّبَ يُكَذِّبُ تَكْذيِباً

    güçlendirdi, takviye etti

    عَزَّزَ  يُعَزِّزُ

    14. İşte o zaman biz, onlara iki elçi göndermiştik. Onları yalanladılar. Bunun üzerine üçüncü bir elçiyle takviye ettik. Onlar: “Biz size gönderilmiş Allah elçileriyiz!” dediler.

    قَالُوا مَا أَنْتُمْ إِلاَّ بَشَرٌ مِثْلُنَا وَمَا أَنْزَلَ الرَّحْمَنُ مِنْ شَيْءٍ إِنْ أَنْتُمْ إِلاَّ تَكْذِبُونَ {36/15}

    15. Elçilere dediler ki: “Siz de ancak bizim gibi birer insansınız. Rahmân, herhangi bir şey indirmedi. Siz ancak yalan söylüyorsunuz”.

    yalan söyledi

    كَذَبَ  يَكْذِبُ

    indirdi

    أَنْزَلَ  يُنْزِلُ  إِنْزاَلاً

    قَالُوا رَبُّنَا يَعْلَمُ إِنَّا إِلَيْكُمْ لَمُرْسَلُونَ {36/16} وَمَا عَلَيْنَا إِلاَّ الْبَلاَغُ الْمُبِينُ {36/17}

    16. 17. (Elçiler) dediler ki: “Rabbimiz biliyor; biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz. Bizim vazifemiz, açık bir şekilde Allah’ın buyruklarını size tebliğ etmekten başka bir şey değildir” dediler.

     

     

    tebliğ

    اَلْبَلاَغُ

    قَالُوا إِنَّا تَطَيَّرْنَا بِكُمْ لَئِنْ لَمْ تَنْتَهُوا لَنَرْجُمَنَّكُمْ وَلَيَمَسَّنَّكُمْ مِنَّا عَذَابٌ أَلِيمٌ {36/18}

    18. (Bunun üzerine onlar:) “Doğrusu siz bize uğursuz geldiniz. Eğer bu işten vazgeçmezseniz, andolsun sizi taşlarız. Ve bizden size mutlaka fena bir kötülük dokunur” dediler.

    uğursuzlandı, uğursuz geldi,

    تَطَيَّرَ يَتَطَيَّرُ

    taşladı

    رَجَمَ  يَرْجُمُ

    bitirdi, vazgeçti

    إِنْتَهيَ  يَنْتَهيِ

    acıklı, kötü, fena

    أَليِمٌ

    dokundu

    مَسَّ  يَمَسُّ

                     

    قَالُوا طَائِرُكُمْ مَعَكُمْ أَئِنْ ذُكِّرْتُمْ بَلْ أَنْتُمْ قَوْمٌ مُسْرِفُونَ {36/19}

    19. (Elçiler) şöyle cevap verdiler: “Sizin uğursuzluğunuz sizinle beraberdir. Size nasihat ediliyorsa bu uğursuzluk mudur? Bilakis, siz aşırı giden bir milletsiniz”.

    uğursuzluk

    طاَئِرٌ

    hatırlattı, nasihat etti

    ذَكَّرَ  يُذَكِّرُ  تَذْكيِراً

    ism-i fâil: aşırı giden

    مُسْرِفٌ

    aşırı gitti, israf etti, orta yolu aştı

    أَسْرَفَ  يُسْرِفُ  إِسْراَفاً

             

    وَجَاءَ مِنْ أَقْصَى الْمَدِينَةِ رَجُلٌ يَسْعَى قَالَ يَا قَوْمِ اتَّبِعُوا الْمُرْسَلِينَ {36/20} اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْأَلُكُمْ أَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ {36/21} وَمَا لِيَ لاَ أَعْبُدُ الَّذِي فَطَرَنِي وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ{36/22} أَأَتَّخِذُ مِنْ دُونِهِ آلِهَةً إِنْ يُرِدْنِ الرَّحْمَنُ بِضُرٍّ لاَ تُغْنِ عَنِّي شَفَاعَتُهُمْ شَيْئًا وَلاَ يُنْقِذُونِ {36/23} إِنِّي إِذًا لَفِي ضَلاَلٍ مُبِينٍ {36/24} إِنِّي آمَنْتُ بِرَبِّكُمْ فَاسْمَعُونِ {36/25}

     

    20 – 25. Derken şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve: “Ey kavmim! Bu elçilere uyun! Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbi olun, çünkü onlar hidâyete ermiş kimselerdir. Bana ne olmuş ki, beni yaratana ibadet etmeyecekmişim! Halbuki, hepiniz O’na döndürüleceksiniz. O’ndan başka tanrılar mı edineyim? O çok esirgeyici Allah, eğer bana bir zarar dilerse onların (putların) şefâati bana hiçbir fayda vermez, beni kurtaramazlar. İşte o zaman ben apaçık bir sapıklığın içine gömülmüş olurum. Şüphesiz ben, Rabbinize inandım, beni dinleyin. Şüphesiz ben, Rabbinize inandım, beni dinleyin.” dedi.

     en uzak yer

    أَقْصيَ

    koştu, hızlıca yürüdü

    سَعَي  يَسْعيَ

    şehir

    اَلْمَديِنَةُ

    hidâyete erdi, doğru yolu buldu

    إِهْتَديَ  يَهْتَديِ

    ism-i fâil: hidâyete eren, doğru yolu bulan kimse

    اَلْمُهْتَديِ

    döndürdü

    أَرْجَعَ  يُرْجِعُ

    yarattı

    فَطَرَ  يَفْطُرُ

    ibadet etti

    عَبَدَ  يَعْبُدُ

    ondan başka

    مِنْ دُونِهِ

    edindi, yaptı, ortaya koydu

    إِتَّخَذَ  يَتَّخِذُ  إِتِّخاَذاً

    istedi

    أَراَدَ  يُريِدُ

    zarar

    ضُرٌّ

    ilah, tanrı

    إِلَهٌ ج آلِهَةٌ

    Kurtardı

     

     

     

    أَنْقَذَ  يُنْقِذُ

    fayda verdi

    أغْنيَ  يُغْنيِ

                               

    قِيلَ ادْخُلِ الْجَنَّةَ قَالَ يَا لَيْتَ قَوْمِي يَعْلَمُونَ {36/26} بِمَا غَفَرَ لِي رَبِّي وَجَعَلَنِي مِنَ الْمُكْرَمِينَ {36/27}

    26. 27. Ona: “Cennete gir” denilince, “Keşke kavmim Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını bilseydi!” dedi.

    ikram etti, nimetlendirdi, kadrini yüceltti

    أَكْرَمَ  يُكْرِمُ  إكْراَماً

    keşke

    يَا لَيْتَ

    ism-i mef’ûl: ikram edilen

    مُكْرَمٌ

    bağışladı

    غَفَرَ  يَغْفِرُ

             

    وَمَا أَنْزَلْنَا عَلَى قَوْمِهِ مِنْ بَعْدِهِ مِنْ جُنْدٍ مِنَ السَّمَاءِ وَمَا كُنَّا مُنْزِلِينَ {36/28}

    28. Biz ondan sonra, onun milletini helâk etmek için üzerlerine gökten herhangi bir ordu indirmedik ve indirecek de değildik.

    إِنْ كَانَتْ إِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَإِذَا هُمْ خَامِدُونَ {36/29}

    29. (Onları helâk eden) korkunç sesten başka bir şey değildi. Birdenbire sönüverdiler.

    korkunç gürültü, sayha, çığlık, azab

    صَيْحَةٌ

    sönen, sönüp giderek ölen

    خَامِدٌ

    يَا حَسْرَةً عَلَى الْعِبَادِ مَا يَأْتِيهِمْ مِنْ رَسُولٍ إِلاَّ كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِؤُون {36/30}

    30. Ne yazık şu kullara! Onlara bir peygamber gelmeyegörsün, ille de onunla alay etmeye kalkışırlar.

    kul

    عبْدٌ ج عِباَدٌ

    ne yazık, ne kadar yazık, yazıklar olsun

    يَا حَسْرَةً

    alay etti, dalga geçti

    إِسْتَهْزَأَ  يَسْتَهْزِءُ  إِسْتِهْزاَءً

    geldi

    أَتَي  يَاْتيِ

             

    أَلَمْ يَرَوْا كَمْ أَهْلَكْنَا قَبْلَهُمْ مِنَ الْقُرُونِ أَنَّهُمْ إِلَيْهِمْ لاَ يَرْجِعُونَ {36/31}

    31. (Müşrikler) görmüyorlar mı ki, onlardan önce nice nesiller helâk ettik. Onlar tekrar dönüp de bunlara gelmezler.

    gördü

    رَأَي  يَريَ

    nice, kaç

    كَمْ

    helâk etti

    أَهْلَكَ  يُهْلِكُ

    nesil, aynı zamanın insanları

    قَرْنٌ ج  قُروُنٌ

    kendilerinden önce

    قَبْلَهُمْ

                     

    وَإِنْ كُلٌّ لَمَّا جَمِيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ {36/32}

    32. Elbette onların hepsi (kıyâmet gününde) karşımızda hazır bulunacaklar.

    getirdi, hazır oldu, hazır bulundu

    أَحْضَرَ  يُحْضِرُ

    hepsi

    جَميِعٌ

     
     

     

    zarf: katında, yanında, karşısında

    لَدَي

               

    وَآيَةٌ لَهُمُ الْأَرْضُ الْمَيْتَةُ أَحْيَيْنَاهَا وَأَخْرَجْنَا مِنْهَا حَبًّا فَمِنْهُ يَأْكُلُونَ {36/33}

    33. (Bu hususta) ölü toprak onlar için mühim bir delildir. Biz ona (yağmurla) hayat verdik ve ondan dane çıkardık. İşte onlar bundan yerler.

    ölü

    اَلْمَيْتَةُ

    toprak, yer, yeryüzü (müennes kelime)

    اَلْأَرْضُ

    çıkardı

     

    أَخْرَجَ  يُخْرِجُ  إِخْراَجاً

    tane, taneler

    اَلْحَبُّ

    diriltti

    أَحْييَ  يُحْيىِ  إِحْياَءً

                   

    وَجَعَلْنَا فِيهَا جَنَّاتٍ مِنْ نَخِيلٍ وَأَعْنَابٍ وَفَجَّرْنَا فِيهَا مِنْ الْعُيُونِ {36/34}

    34. Biz, yeryüzünde nice nice hurma bahçeleri, üzüm bağları yarattık ve oralarda birçok pınarlar fışkırttık.

    fışkırttı

    فَجَّرَ  يُفَجِّرُ  تَفْجيِراً

    ağaçlı bahçe, bahçeler, cennet

    جَنَّةٌ ج جَنَّاتٌ

     
    üzüm, üzüm bağı

    عِنَبٌ ج أَعْناَبٌ

    pınar, su pınarı

    عيْنٌ  ج  عُيُونٌ

    hurma

    نَخِيلٌ

                     

    لِيَأْكُلُوا مِنْ ثَمَرِهِ وَمَا عَمِلَتْهُ أَيْدِيهِمْ أَفَلاَ يَشْكُرُونَ {36/35}

    35. Ta ki, onların meyvelerinden ve elleriyle bunlardan imal ettiklerinden yesinler. Hâla şükretmeyecekler mi?

    meyve, meyveler

    ثَمَرٌ

    şükretti, teşekkür etti

    شَكَرَ  يَشْكُرُ

    yaptı, işledi

    عَمِلَ  يَعْمَلُ

     سُبْحَانَ الَّذِي خَلَقَ الْأَزْوَاجَ كُلَّهَا مِمَّا تُنْبِتُ الْأَرْضُ وَمِنْ أَنْفُسِهِمْ وَمِمَّا لاَ يَعْلَمُونَ {36/36}

    36. Yerin bitirdiklerinden, insanların kendilerinden ve (henüz mahiyetini) bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan (Allah) her türlü kusur ve noksanlıktan uzak ve yücedir.

    Allah her türlü kusur ve noksanlıktan uzak ve yücedir

    سُبْحاَنَ

    çift, eş

    زَوْجٌ ج أَزْواَجٌ

    şeylerden

    مِمَّا = مِنْ+ ماَ

    kendi, nefis, can, öz, ruh, asıl

    نَفْسٌ ج أَنْفُسٌ

    bitirdi, mahsul verdi

    أَنْبَتَ  يُنْبِتُ  إِنْباَتاً

     وَآيَةٌ لَهُمُ اللَّيْلُ نَسْلَخُ مِنْهُ النَّهَارَ فَإِذَا هُمْ مُظْلِمُونَ {36/37}

    37. Gece de onlar için bir ibret alâmetidir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çekeriz de onlar karanlıklara gömülürler.

    karanlıkta kaldı, karanlığa gömüldü

    أَظْلَمَ  يُظْلِمُ

    ayet, mucize, ibret, alâmet, işaret

    آيَةٌ

     

     

    sıyırarak çekti, soydu, çekip aldı, ayırdı

    سَلَخَ  يَسْلَخُ

               

    وَالشَّمْسُ تَجْرِي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ {36/38}

    38. Güneş, kendisi için belirlenen yerde akar (döner). İşte bu, azîz ve alîm olan Allah’ın takdiridir.

    karar kıldı, yeri belirlendi, yerinde durdu

    اِسْتَقَرَّ  يَسْتَقِرُّ

    koştu, aktı, döndü

    جَريَ  يَجْريِ

    takdir etti, tayin etti, ölçüp biçti

    قَدَّرَ يُقَدِّرُ تَقْديِراً

    kendisine ait kılınan (belirlenen) yerde

    مُسْتَقَرٍّ لَهاَ

                 

    وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتَّى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ {36/39}

    39. Aya da birtakım menziller (yörüngeler) tayin ettik. Nihayet o, eski ve eğri hurma dalı gibi (hilâl şeklinde) geri döner.

    döndü

    عاَدَ  يَعوُدُ

    menzil, yörünge

    مَنْزِلٌ ج مَناَزِلُ

    Eski

     

     

     

    اَلْقَديِمُ

    kuru ve eğri hurma dalı

    اَلْعُرْجوُنُ

             

    لاَ الشَّمْسُ يَنْبَغِي لَهَا أَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلاَ اللَّيْلُ سَابِقُ النَّهَارِ وَكُلٌّ فِي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ {36/40}

    40. Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzerler.

    geçti

    سَبَقَ  يَسْبَقُ

    yetişti, ulaştı

    أَدْرَكَ  يُدْرِكُ

    yüzdü

    سَبَحَ  يَسْبَحُ

    boşluk, yörünge

    فَلَكٌ

             

    وَآيَةٌ لَهُمْ أَنَّا حَمَلْنَا ذُرِّيَّتَهُمْ فِي الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ {36/41}

    41. Onların zürriyetlerini dopdolu bir gemide taşımamız da onlar için büyük bir ibrettir.

    gemi

    اَلْفُلْكُ

    taşıdı

    حَمَلَ يَحْمِلُ

    dolu,yüklü,dopdolu

    اَلْمَشْحوُنُ

    zürriyet, nesil

    ذُرِّيَّةٌ

    وَخَلَقْنَا لَهُمْ مِنْ مِثْلِهِ مَا يَرْكَبُونَ {36/42}

    42. Onlar için, bunun gibi binecekleri başka şeyler de yarattık.

    bindi

    رَكِبَ  يَرْكَبُ

    bunun gibi, buna benzer

    مِنْ مِثْلِهِ

    وَإِنْ نَشَأْ نُغْرِقْهُمْ فَلاَ صَرِيخَ لَهُمْ وَلاَ هُمْ يُنْقَذُونَ {36/43}

    43. Dilesek onları suda boğarız. O zaman ne onların imdadına koşan olur, ne de onlar kurtarılırlar.

    boğdu

    أَغْرَقَ  يُغْرِقُ

    diledi, istedi

    شاَءَ  يَشاَءُ

    imdada gelen veya imdada gelme

    صَريِخَ

    kurtardı

    أَنْقَذَ يُنْقِذُ إِنْقاَذاً

    إِلاَّ رَحْمَةً مِنَّا وَمَتَاعًا إِلَى حِينٍ {36/44}

    44. Ancak bizim tarafımızdan bir rahmet ve belli bir zamana kadar dünyadan faydalandırmamız müstesnadır.

    rahmet, merhamet olarak

    رَحْمَةً

    faydalandırma, nimetlendirme

    مَتاَعاً

    belli bir zamana kadar, belli bir müddete kadar

    إِلَى حِينٍ

    وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّقُوا مَا بَيْنَ أَيْدِيكُمْ وَمَا خَلْفَكُمْ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ {36/45}

    45. Onlara yapmakta olduğunuz ve yapıp arkada bıraktığınız işlerde Allah’tan korkun; umulur ki size merhamet olunur denildiğinde (aldırmazlar).

    korktu, sakındı

    إِتَّقَي   يَتَّقيِ

    dendiği zaman

    إِذاَ قيِلَ

    umulur ki, belki

    لَعَلَّ

    meçhûl fiil: merhamet olunursun

    تُرْحَمُ    (أَرْحَمَ يُرْحِمُ)

             

    وَمَا تَأْتِيهِمْ مِنْ آيَةٍ مِنْ آيَاتِ رَبِّهِمْ إِلاَّ كَانُوا عَنْهَا مُعْرِضِينَ {36/46}

    46. Onlara Rablerinin âyetlerinden bir âyet gelmeyedursun, ille de ondan yüz çevirmişlerdir.

    yüz çevirdi

     

     

     

     

    أَعْرَضَ  يُعْرِضُ عَنْ

    geldi

    أَتَي  يَأْتيِ

    وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ أَنْفِقُوا مِمَّا رَزَقَكُمُ اللَّهُ قَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِلَّذِينَ آمَنُوا أَنُطْعِمُ مَنْ لَوْ يَشَاءُ اللَّهُ أَطْعَمَهُ إِنْ أَنْتُمْ إِلاَّ فِي ضَلاَلٍ مُبِينٍ {36/47}

    47. Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden hayra sarfediniz, denildiğinde, kâfirler müminlere dediler ki: “Allah’ın dilediği takdirde doyuracağı kimseleri biz mi doyuracağız? Siz gerçekten apaçık bir sapıklık içindesiniz”.

    kafir oldu, inkar etti, nankörlük etti

    كَفَرَ  يَكْفُرُ

    harcadı

    أَنْفَقَ يُنْفِقُ إِنْفاَقاً

    doyurdu

    أَطْعَمَ  يُطْعِمُ

    rızık verdi, rızıklandırdı

    رَزَقَ   يَرْزُقُ

    وَيَقُولُونَ مَتَى هَذَا الْوَعْدُ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ {36/48}

    48. Onlar: “Eğer gerçekten doğru söylüyorsanız, bu tehdit ne zaman gerçekleşecektir?” derler.

    doğru söyledi, doğru oldu

    صَدَقَ يَصْدُقُ

    vaad, söz

    اَلْوَعْدُ

    مَا يَنْظُرُونَ إِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً تَأْخُذُهُمْ وَهُمْ يَخِصِّمُونَ {36/49}

    49. Onlar, birbirleriyle çekişip dururken kendilerini ansızın yakalayacak korkunç bir sesi bekliyorlar.

    aldı, yakaladı

    أَخَذَ  يَأْخُذُ

    baktı, bekledi

    نَظَرَ يَنْطُرُ

    tartıştı, çekindi

    اِخْتَصَمَ يَخْتَصِمُ

    aslı (يَخْتَصِمُونَ) dur.

    يَخِصِّموُنَ

    فَلاَ يَسْتَطِيعُونَ تَوْصِيَةً وَلاَ إِلَى أَهْلِهِمْ يَرْجِعُونَ {36/50}

    50. İşte o anda onlar ne bir vasiyyette bulunabilirler, ne de ailelerine dönebilirler.

     

     

    tavsiye etti, vasiyet etti

    وَصَّي  يُوَصّيِ   تَوْصِيَةً

    وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَإِذَا هُمْ مِنَ الْأَجْدَاثِ إِلَى رَبِّهِمْ يَنْسِلُونَ {36/51}

    51. Nihayet Sûr’a üfürülecek. Bir de bakarsın ki onlar kabirlerinden kalkıp koşarak Rablerine giderler.

    koştu, akın etti

    نَسلَ  يَنْسِلُ

    kabir

    جَدَثٌ ج أَجْداَثٌ

    üfledi

    نَفَخَ  يَنْفُخُ

    قَالُوا يَا وَيْلَنَا مَنْ بَعَثَنَا مِنْ مَرْقَدِنَا هَذَا مَا وَعَدَ الرَّحْمَنُ وَصَدَقَ الْمُرْسَلُونَ {36/52}

    52. (İşte o zaman:) “Eyvah, eyvah! Bizi kabrimizden kim kaldırdı? Bu, Rahmân’ın vâdettiğidir. Peygamberler gerçekten doğru söylemişler!” derler.

    ism-i mekân:  yatılan yer

    مَرْقَدٌ  (رَقَدَ  يَرْقُدُ)

    yazık bize, yazıklar olsun bize

    يَا وَيْلَناَ

    vaad etti, söz verdi

    وَعَدَ  يَعِدُ

    diriltti, kaldırdı

    بَعَثَ يَبْعَثُ

             

     إِنْ كَانَتْ إِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَإِذَا هُمْ جَمِيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ {36/53}

    53. Olan müthiş bir sesten ibarettir. Bunun üzerine onların hepsi hemen huzurumuzda hazır bulunurlar.

    hepsi, topu

     

    جَميِعٌ

    getirdi, bulundurdu, hazırladı

    أَحْضَرَ يُحْضِرُ إِحْضاَراً

    İsm-i mef’ûl: hazır bulundurulan getirilen

    (ism-i mef’ûllerin meçhûl muzâri gibi tercüme edildiğini hatırlayınız.)

    مُحْضَرٌ

             

     فَالْيَوْمَ لاَ تُظْلَمُ نَفْسٌ شَيْئًا وَ لاَ تُجْزَوْنَ إِلاَّ مَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ {36/54}

    54. O gün hiçbir kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz. Siz orada ancak yaptıklarınızın karşılığını alırsınız.

    karşılık verdi

    جَزيَ  يَجْزيِ

    haksızlık etti, zulmetti

    ظَلَمَ  يَظْلِمُ

    إِنَّ أَصْحَابَ الْجَنَّةِ الْيَوْمَ فِي شُغُلٍ فَاكِهُونَ {36/55}

    55. O gün cennetlikler, gerçekten nimetler içinde safa sürerler.

    meşgul oldu, meşgul etti

    شَغَلَ  يَشْغُلُ   شُغْلاً

    cennet halkı

    أَصْحاَبُ الْجَنَّةِ

    meşguliyet

    شُغُلٌ

    ism-i fâil: memnun, hoşnut, neşeli, zevki safada olan

    فاَكِهٌ

               

    هُمْ وَأَزْوَاجُهُمْ فِي ظِلاَلٍ عَلَى الْأَرَائِكِ مُتَّكِؤُونَ {36/56}

    56. Onlar ve eşleri gölgeler altında tahtlara kurulurlar.

    koltuk,yatak,divan, üzerine oturulan her çeşit eşya

    أَريِكَةٌ ج أَراَئِكُ

    eş, zevce

    زَوْجٌ ج أَزْواَجٌ

    yaslandı, kuruldu

    إِتَّكَأَ  يَتَّكِئُ

    gölge

    ظِلٌّ ج ظِلاَلٌ

    لَهُمْ فِيهَا فَاكِهَةٌ وَلَهُمْ ماَ يَدَّعُونَ {36/57} سَلاَمٌ قَوْلاً مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ {36/58}

    57. 58. Orada onlar için her çeşit meyve vardır. Bütün arzuları yerine getirilir. Onlara merhametli Rabb’in söylediği selâm vardır.

    temenni etti, gönlü çekti

    إِدَّعيَ  يَدَّعيِ

    meyve, meyveler

    فاَكِهَةٌ

    merhametli, acıyan

    رَحيِمٌ

    söz olarak

    قَوْلاً

             

    وَامْتَازُوا الْيَوْمَ أَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ {36/59}

    59. “Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!”

    suç işledi, günah işledi

    أَجْرَمَ  يُجْرِمُ  إِجْراَماً

    ayrıldı, seçildi

    إِمْتاَزَ  يَمْتاَزُ

    أَلَمْ أَعْهَدْ إِلَيْكُمْ يَا بَنِي آدَمَ أَنْ لاَ تَعْبُدُوا الشَّيْطَانَ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبِينٌ {36/60} وَأَنِ اعْبُدُونِي هَذَا صِرَاطٌ مُسْتَقِيمٌ {36/61}

    60. 61. “Ey Adem oğulları! Size şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır ve bana kulluk ediniz, doğru yol budur ” demedim mi?

    açık, apaçık

    مُبيِنٌ

    düşman

    عَدُوٌّ

    tavsiye ederek dedi, emretti

    عَهَدَ  يَعْهَدُ

    وَلَقَدْ أَضَلَّ مِنْكُمْ جِبِلاًّ كَثِيرًا أَفَلَمْ تَكُونُوا تَعْقِلُونَ {36/62}

    62. Şeytan sizden pek çok milleti kandırıp saptırdı. Hâla akıl erdiremiyor musunuz?

    akıl erdirdi, akıllandı, akıl etti

    عَقَلَ   يَعْقِلُ

    saptırdı

    أَضَلَّ  يُضِلُّ

     

     

    nesil, insan topluluğu, millet

    جِبِلٌّ

               

     هَذِهِ جَهَنَّمُ الَّتِي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ {36/63}

    63. İşte, bu size vâdedilen cehennemdir.

    اِصْلَوْهَا الْيَوْمَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ {36/64}

    64. İnkârınız sebebiyle bugün oraya girin!

    (ateşe) atılmak, ateşe maruz bırakılmak, (ateşe) yaslanmak

    صَلِىَ يَصْلَى صِلِياًّ

     

     

    yaslanın, girin (emir)

    إِصْلَوْا

           

    اَلْيَوْمَ نَخْتِمُ عَلَى أَفْوَاهِهِمْ وَتُكَلِّمُنَا أَيْدِيهِمْ وَتَشْهَدُ أَرْجُلُهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ {36/65}

    65. O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şahitlik eder.

    kazandı

    كَسَبَ يَكْسِبُ كَسْباً

    ağız

    فاَهٌ ج  أَفْواَهُ

    mühürledi, damga bastı

    خَتَمَ   يَخْتِمُ

    inkar etmiş olmanız sebebiyle

    بِماَ كُنْتُمْ  تَكْفُرُونَ

    (o) şey (sebebiy)le

    بِماَ

    şahitlik etti, hazır oldu, bildi

    شَهِدَ  يَشْهَدُ

    ayak

    رِجْلٌ  ج  أَرْجُلٌ

    konuştu

    تَكَلَّمَ  يَتَكَلَّمُ

                           

    وَلَوْ نَشَاءُ لَطَمَسْنَا عَلَى أَعْيُنِهِمْ فَاسْتَبَقُوا الصِّرَاطَ فَأَنَّى يُبْصِرُونَ {36/66}

    66. Dilesek onların gözlerini büsbütün kör ederdik. O zaman doğru yolu bulmaya koşuşurlar, ama nasıl göreceklerdi?

    göz

    عَيْنٌ  ج  أَعْيُنٌ

    silmek, söndürmek, ışığını gidermek

    طَمَسَ  يَطْمِسُ طَمْساً

    nereden, nasıl

    أَنَّى

    yarıştı, koşuştu

    إِسْتَبَقَ  يَسْتَبِقُ  إِسْتِباَقاً

               

     وَلَوْ نَشَاءُ لَمَسَخْنَاهُمْ عَلَى مَكَانَتِهِمْ فَمَا اسْتَطَاعُوا مُضِيًّا وَلاَ يَرْجِعُونَ {36/67}

    67. Eğer dilesek oldukları yerde onların şekillerini değiştirirdik de ne ileriye gitmeye güçleri yeterdi ne de geri gelmeye!

    oldukları yerde

    عَلَى مَكاَنَتِهِمِ

    şeklini değiştirip daha çirkin hale getirdi

    مَسَخَ  يَمْسَخُ

     

     

    ileri gitti, geçip gitti

    مَضَي يَمْضِيمُضِياًّ

               

    وَمَنْ نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِي الْخَلْقِ أَفَلاَ يَعْقِلُونَ {36/68}

    68. Kime uzun ömür verirsek biz onun yaratılışını (ihtiyarlıkta şeklini) tersine çeviririz. Hiç akletmiyorlar mı?

    yaratma, yaradılış

    خَلْقاً (خَلَقَ  يَخْلُقُ)

    ömür verdi, yaşattı

    عَمَّرَ يُعَمِّرُ  تَعْميِراً

     

     

    tersine çevirdi

    نَكَّسَ  يُنَكِّسُ تَنْكيِساً

             

    وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِي لَهُ إِنْ هُوَ إِلاَّ ذِكْرٌ وَقُرْآنٌ مُبِينٌ {36/69} لِيُنْذِرَ مَنْ كَانَ حَيًّا وَيَحِقَّ الْقَوْلُ عَلَى الْكَافِرِينَ {36/70}

    69. 70. Biz ona (Peygamber’e) şiir öğretmedik. Zaten ona yaraşmazdı da. (Onun söyledikleri) ancak diri olanları uyarsın ve kâfirlere (ceza) sözü gerçekleşsin diye Allah’tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kur’ân’dır.

     

    öğüt, zikir, söz, şeref, şan,indirilmiş kitaplar

    ذِكْرٌ

    öğretti

    عَلَّمَ  يُعَلِّمُ  تَعْليِماً

    diri, hayatta olan, yaşayan

    حَيٌّ

    şiir

    اَلشِّعْرُ

    sabit ve vacip olmak, gerçekleşmek

    حَقَّ يَحِقُّ حَقاًّ

     أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّا خَلَقْنَا لَهُمْ مِمَّا عَمِلَتْ أَيْدِينَا أَنْعَامًا فَهُمْ لَهَا مَالِكُونَ {36/71}

    71. Görmüyorlar mı ki, biz kudretimizin eseri olmak üzere onlar için birçok hayvan yarattık. Bu sayede onlar bunlara sahip olmuşlardır.

    el: Allah’ın elinden kasıt O’nun kudretidir.

    يَدٌ ج أَيْدٍ – أَيْدِي

    sahip olmak, hüküm ve söz sahibi olmak

    مَلَكَ يَمْلِكُ

    (büyükbaş) hayvan

    نَعَمٌ  ج  أَنْعاَمٌ

             

    وَذَلَّلْنَاهَا لَهُمْ فَمِنْهَا رَكُوبُهُمْ وَمِنْهَا يَأْكُلُونَ {36/72}

    72. Bu hayvanları onların emrine verdik. Onların bazısını binek olarak kullanırlar, bazısını (besin olarak) yerler.

     

    boyun eğdirdi, emrine verdi

    ذَلَّلَ  يُذَلِّلُ  تَذْليِلاً

    وَلَهُمْ فِيهَا مَنَافِعُ وَمَشَارِبُ أَفَلاَ يَشْكُرُونَ {36/73}

    73. Bu hayvanlarda onlar için nice faydalar ve içilecek (sütler) vardır. Hâla şükretmezler mi?

    içecek

    مَشْرَبٌ ج مَشاَرِبُ

    fayda, menfaat

    مَنْفَعَةٌ ج  مَناَفِعُ

    وَاتَّخَذُوا مِن دُونِ اللَّهِ آلِهَةً لَعَلَّهُمْ يُنْصَرُونَ {36/74}

    74. Onlar, yardım göreceklerini umarak Allah’tan başka ilâhlar edindiler.

    ilahlar

    آلِهَةً

    …dan başka

    مِنْ دُونِ…

     لاَ يَسْتَطِيعُونَ نَصْرَهُمْ وَهُمْ لَهُمْ جُنْدٌ مُحْضَرُونَ {36/75}

    75. Halbuki ilâhların onlara yardım etmeye güçleri yetmez. Aksine kendileri bunlar için yardıma hazır askerlerdir.

    ism-i mef’ûl: hazır bulundurulan, getirilmiş

    مُحْضَرُونَ (أَحْضَرَ)

    yardım etmek

    نَصْرٌ (نَصَرَ يَنْصُرُ)

     فَلاَ يَحْزُنْكَ قَوْلُهُمْ إِنَّا نَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ {36/76}

    76. (Resûlüm!) O halde onların sözleri sakın seni üzmesin. Kuşkusuz biz, onların gizlemekte olduklarını da, açığa vurduklarını da biliyoruz.

    ilan etti, açığa vurdu

    أَعْلَنَ   يُعْلِنُ

    gizledi, belli etmedi

    أَسَرَّ  يُسِرُّ

    üzdü

    حَزِنَ  يَحْزُنُ

    أَوَلَمْ يَرَ الْإِنْسَانُ أَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَإِذَا هُوَ خَصِيمٌ مُبِينٌ {36/77}

    77. İnsan görmez mi ki, biz onu meniden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş.

    (mübâlağalı ism-i fâil) hasım, kavgacı, çekişen, taraf tutan

     

     

     

    خَصيِمٌ

    meni

    نُطْفَةٌ

    وَضَرَبَ لَنَا مَثَلاً وَنَسِيَ خَلْقَهُ قَالَ مَنْ يُحْيِي الْعِظَامَ وَهِيَ رَمِيمٌ {36/78}

    78. Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misâl getirmeye kalkışıyor ve: “Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?” diyor.

    diriltti

    أَحْيَي  يُحْييِ

    unuttu

    نَسِيَ  يَنْسيَ

    kemik

    عَظْمٌ  ج  عِظَامٌ

    çürümüş, parçalanmış

    رَميِمٌ

    قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِي أَنْشَأَهَا أَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ {36/79}

    79. De ki: “Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.

    yarattı, yoktan meydana getirdi, inşa etti, yoktan yarattı

    أَنْشَأَ يُنْشِئُ إِنْشَاءً

    ilk defa

    أَوَّلُ مَرَّةٍ

    mübâlağalı ism-i fâil:  herşeyi hakkıyla bilen

    عَليِمٌ

             

     الَّذِي جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ الْأَخْضَرِ نَارًا فَإِذَا أَنْتُمْ مِنْهُ تُوقِدُونَ {36/80}

    80. Yeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran O’dur. İşte siz ateşi ondan yakıyorsunuz.

    tutuşturdu, yaktı

    أَوْقَدَ  يُوقِدُ  إيِقَاداً

    yeşil ağaç

    اَلشَّجَرُ الْأَخْضَرُ

    ne baksınlar, bir de bakmışsın, işte, bunun üzerine

    فَإِذَا

    أَوَلَيْسَ الَّذِي خَلَقَ السَّموَاتِ وَالْأَرْضَ بِقَادِرٍ عَلَى أَنْ يَخْلُقَ مِثْلَهُمْ بَلَى وَهُوَ الْخَلاَّقُ الْعَلِيمُ {36/81}

    81. Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir? Evet! Elbette kadirdir. O, her şeyi hakkıyla bilen yaratıcıdır.

    bilakis, elbette (olumsuz soruya verilen cevabın başında söylenir)

    بَلَى

     

     

    mübâlağalı ism-i fâil: yaratan

    خَلاَّقٌ

           

    إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ {36/82}

    82. Bir şey yaratmak istediği zaman Onun yaptığı “Ol” demekten ibarettir. Hemen oluverir.

     

     

    emretti

    أَمَرَ  يأْمُرُ  أَمْراً

    فَسُبْحَانَ الَّذِي بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ {36/83}

    83. Her şeyin mülkü kendi elinde olan Allah’ın şanı ne kadar yücedir! Siz de O’na döndürüleceksiniz.

    hakimiyet, hükümdarlık

    اَلْمَلَكُوتُ

    yücedir O ki

    فَسُبْحاَنَ الَّذِي

     

     

    döndürdü

    أَرْجَعَ  يُرْجِعُ إِرْجاَعاً

               

     

     

     

  • Mezid Fiillerden İnfial Babı

     

    B) SÜLÂSÎ MÜCERREDE İKİ HARF İLAVESİYLE KURULAN MEZÎD FİİLLER

    Sülâsî mücerrede iki harf ilavesiyle kurulan 5 harfli fiiller 5 ayrı şekilde gelir:

    اِنْفِعَالاً

    يَنْفَعِلُ

    اِنْفَعَلَ

    اِنْكِسَاراً

    يَنْكَسِرُ

    اِنْكَسَرَ

    kırılmak

    kırılıyor

    kırıldı

    اِفْتِعاَلاً

    يَفْتَعِلُ

    اِفْتَعَلَ

    اجْتِمَاعاً

    يَجْتَمِعُ

    اِجْتَمَعَ

    toplanmak

    toplanıyor

    toplandı

    اِفْعِلاَلاً

    يَفْعَلُّ

    اِفْعَلَّ

    اِحْمِرَاراً

    يَحْمَرُّ

    اِحْمَرَّ

    kızarmak

    kızarıyor

    kızardı

    تَفَعُّلاً

    يَتَفَعَّلُ

    تَفَعَّلَ

    تَعَلُّماً

    يَتَعَلَّمُ

    تَعَلَّمَ

    öğrenmek

    öğreniyor

    öğrendi

    تَفَاعُلاً

    يَتَفَاعَلُ

    تَفَاعَلَ

    تَبَاعُداً

    يَتَبَاعَدُ

    تَبَاعَدَ

    uzaklaşmak

    uzaklaşıyor

    uzaklaştı

    Bunların sırasıyla çekimleri ve örnekleri şöyledir:

    1) İNFİÂL (اِنْفِعَالٌ) BÂBI

    Sülâsi mücerredin başına إنْ harflerinin eklenmesiyle yapılır. Şekil olarak malûm, anlam olarak meçhûldür.

    Masdar

    Muzâri

    Mâzî

    اِنْفِعَالاً

    يَنْفَعِلُ

    اِنْفَعَلَ

    اِنْكِسَاراً

    يَنْكَسِرُ

    اِنْكَسَرَ

    kırılmak

    kırılıyor

    kırıldı

    Gayesi: Bu fiilin kuruluşu mutâvaat içindir. Mutâvaat; müteaddî fiilin mef’ûl üzerinde meydana getirdiği tesiri kabullenmesidir. Genellikle bu ölçüde gelen fiiller lâzım olur ve dâima hissî yani maddî bir oluşu ifade eder. Örnek:

    كَسَرْتُ الزُّجاَجَ فَانْكَسَرَ.

    Camı kırdım o da kırıldı.

    قَطَّعْتُ الْحَبْلَ فَانْقَطَعَ.

    İpi parça parça kestim o da kesildi.

    اِنْفِعَالٌ  bâbından örnekler:

    كَسَرَ

    kırdı

    أَكْسَرَ

    kırdırdı

    اِنْكَسَرَ

    kırıldı

    فَتَحَ

    açtı

    اَفْتَحَ

    açtırdı

    اِنْفَتَحَ

    açıldı

    غَلِقَ

    kapadı

    أَغْلَقَ

    kapattı

    اِنْغَلَقَ

    kapandı

     

    Mâzî Çekimi

     

     

     

    اِنْكَسَرُوا

    اِنْكَسَرَا

    اِنْكَسَرَ

    kırıldı

    Gâib

     

    اِنْكَسَرْنَ

    اِنْكَسَرَتَا

    اِنْكَسَرَتْ

     

    Gâibe

     

     

    اِنْكَسَرْتَ

     

    Muhâtab

     

     

    Muzâri Çekimi

     

     

     

    يَنْكَسِرُونَ

    يَنْكَسِرَانِ

    يَنْكَسِرُ

    kırılır

    Gâib

     

    يَنْكَسِرْنَ

    تَنْكَسِرَانِ

    تَنْكَسِرُ

     

    Gâibe

     

     

    تَنْكَسِرُ

     

    Muhâtab

     

                                           

    اِنْفِعَالٌ  bâbının kendisi meçhûl mana verdiği için mâzî ve muzâri meçhûlu yoktur.

    Emr-i Hâzırı: يَنْكَسِرُ   kırılır               اِنْكَسِرْ kırıl                

    اِنْكَسِرُوا

    اِنْكَسِرَا

    اِنْكَسِرْ

    kırıl

    اِنْكَسِرْنَ

    اِنْكَسِرَا

    اِنْكَسِرِي

     

    İsm-i Fâili:     يَنْكَسِرُ dan     مُنْكَسِرٌ kırılan

    İsm-i mef’ûlü kullanılmaz.

    *Bu kalıptaki fiillerin ilk harfi hemze-i vasıl olduğundan geçiş halinde okunmaz.

    وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ.

    Ve ay yarıldı

    كُسِرَ الْقَلَمُ. (kalem kırıldı)

    اِنْكَسَرَ الْقَلَمُ. (kalem kırıldı)

    Yukarıdaki iki cümle arasındaki fark: Sülâsî meçhûlde söyleyenin zihninde işin ne ile nasıl ve kim tarafından yapıldığı mevcuttur. İnfial bâbında ise bunlar dikkate alınmaz, önemli olan meydana gelen iştir.

     

    Muzaaf Fiillerin İnfial Kalıbı:

    Nâkıs İnfiâl Kalıbının Çekimi:

    Mâzî

    اِنْشَقَّ   yarıldı

    Mâzî

    اِنْبَغَى  yakıştı, uydu

    Muzâri

    يَنْشَقُّ

    Muzâri

    يَنْبَغِي

    Mansûb H.

    يَنْشَقَّ

    Emir 

    اِنْبَغِ

    Meczûm H.

    يَنْشَقَّ – يَنْشَقِّ – يَنْشَقِقْ

    İsm-i Fâil

    مُنْبَغٍ

    İsm-i Fâil

    مُنْشَقٌّ

    İsm-i Mef’ûl 

    مُنْبَغىً

    İsm-i Mef’ûl 

    مُنْشَقٌّ

    Masdar

    اِنْبِغاَءً

    Masdar

    اِنْشِقاَقٌ

  • İsm-i Tasgir – Küçültme İsmi

     

    İSM-İ TASGİR (KÜÇÜLTME İSMİ)

    Küçüklüğü, azlığı göstermek, sevgi ifade etmek veya horlamak için kullanılan isimdir.

    a) Üç harfli isimler için فُعَيْلٌ kalıbında gelir:

    قَلَمٌ

    kalem →

    قُلَيْمٌ

    kalemcik, küçük kalem

    جَبَلٌ

    dağ →

    جُبَيْلٌ

    dağcık, küçük dağ

    عَبْدٌ

    kul →

    عُبَيْدٌ

    kulcağız, kulcuk

    نَصْرٌ

    yardım etmek →

    نُصَيْرٌ

    azıcık yardım etmek

    حَسَنٌ

    Hasan →

    حُسَيْنٌ

    Hasan’cık

    b) Dört harfli isimler için فُعَيْعِلٌ kalıbında gelir:

    دَفْتَرٌ

    defter →

    دُفَيْتِرٌ

    küçük defter, deftercik

    مَنْزِلٌ

    ev →

    مُنَيْزِلٌ

    küçük ev, evcik

    بُلْبُلٌ

    bülbül →

    بُلَيْبِلٌ

    küçük bülbül, bülbülcük

    مَسْجِدٌ

    mescid →

    مُسَيْجِدٌ

    mescidcik, küçük mescid

    c) Beş harfli ve daha fazla isimler için; فُعَيْعِيلٌ kalıbında gelir. Harf-i illetli olan kelimelerin illet harfleri yâ (ي)’ya çevrilir.

    مِفْتاَحٌ

    anahtar →

    مُفَيْتِيحٌ

    küçük anahtar, anahtarcık

    عُصْفُورٌ

    serçe →

    عُصَيْفِيرٌ

    küçük serçe, serçecik

    قَنْدِيلٌ

    kandil  →

    قُنَيْدِيلٌ

    küçük kandil, kandilcik

    İsm-i Tasgirle İlgili Ayrıntılar:

    Temel bilgiden sonra aşağıdakilerin de bilinmesi faydalı olur.

    *Dörtten çok harfli isimlerin dörtten sonraki harfi düşer.

    عَنْدَلِيبٌ

    bülbül →

    عُنَيْدِلٌ

    küçük bülbül, bülbülcük

    سَفَرْجَلٌ

    ayva →

    سُفَيْرِجٌ

    küçük ayva, ayvacık

    * İsm-i tasgiri yapılacak kelimenin sonunda bulunan müenneslik alâmeti (ة  اء  ي), veya özel isim ve sıfatlardaki (آنِ)  ekleri aynen kalır:

    قَلْعَةٌ

    kale →

    قُلَيْعَةٌ

    küçük kale, kalecik

    هِرَّةٌ

    kedi →

    هُرَيْرَةٌ

    kedicik

    بُشْرَى

    müjde →

    بُشَيْرَى

    müjdecik

    حَمْراَءُ

    kırmızı →

    حُمَيْراَءُ

    kırmızıcık

    سَمْراَءُ

    esmer, Semra →

    سُمَيْراَءُ

    esmercik, Semracık, küçük Semra

    سَلْماَنُ

    Selman →

    سُلَيْماَنُ

    Selman’cık

    عُثْماَنُ

    Osman →

    عُثَيْماَنُ

    Osman’cık

    سَكْراَنُ

    sarhoş →

    سُكَيْراَنُ

    biraz sarhoş

    كَسْلاَنُ

    tembel →

    كُسَيْلاَنُ

    biraz tenbel
             

    *Semâî müennes kelimelerin tasgiri yapılınca müenneslik alâmeti olan kapalı ta (ة) ortaya çıkar:

    شَمْسٌ

    güneş →

    شُمَيْسَةٌ

    Güneşcik

    أَرْضٌ

    yer →

    أُرَيْضَةٌ

    yercik

    عَيْنٌ

    göz →

    عُيَيْنَةٌ

    gözcük

    *(فاَعِلٌ) ve (فاَعِلَةٌ) veznindeki elifler vâv’a çevrilir:

    عاَلِمٌ

    âlim →

    عُوَيْلِمٌ

    âlimcik, küçük âlim

    جاَرِيَةٌ

    câriye →

    جُوَيْرِيَةٌ

    küçük câriyecik, kızcağız,

    * Orta harfi illetli isme örnek;

    باَبٌ

    kapı →

    بُوَيْبٌ

    kapıcık, küçük kapı

    خاَلٌ

    dayı →

    خُوَيْلٌ

    dayıcık

    *Son harfi illetli isme örnek (esmâu’l-hamse’nin hazfedilmiş harfli kelimelerinde hazfedilen vâv’lar geri gelip yâ’ya çevrilir);

    أَبٌ

    (أَبَوٌ)  →

    أُبَيٌّ

    babacık

    أَخٌ

    (أَخَوٌ)  →

    أُخَيٌّ

    kardeşcik

    Cümle Örnekleri:

    سَبَحَ الْأَوْلاَدُ فِي نُهَيْرٍ نَظِيفِ الْماَءِ.

    Çocuklar suyu temiz nehircikde yüzdü.

    اَلْوَرْدَةُ الْحُمَيْراَءُ مُنْتَشِرَةٌ عِنْدَناَ.

    Kırmızı gül bizde yaygındır.

    سُمَيَّةُ أَوَّلُ شَهِيدَةٍ فِي الْإِسْلاَمِ.

    Sümeyye İslâmda ilk şehittir.

    شاَهَدْتُ أَباَ الْوُلَيْدِ فِي السُّوقِ.

    Çocukcağızın babasını çarşıda gördüm.

    قَفَلَ الْخاَدِمُ الْباَبَ بِقُفَيْلٍ جَدِيدٍ.

    Hizmetçi kapıyı yeni bir kilitcikle kitledi.

    قَفَلَ الْخاَدِمُ الْباَبَ بِقُفَيْلَيْنِ جَدِيدَيْنِ.

    Hizmetçi kapıyı iki yeni kilitcikle kitledi.

    عُبَيْدَةُ بْنُ الْجَراَّحِ قاَئِدٌ عَظِيمٌ.

    Ubeydetü’bnu Cerrâh büyük bir komutandır.

     

  • Hal

     

    HÂL

    Hâl; fiil işlenirken, fâilin, mef’ûlün veya her ikisinin durumunu gösteren mansûb ve nekre isimdir. Tekil ve illet harfi bulunmayan bir kelime olduğu takdirde hâl, üstün tenvinli olarak gelir.

    Türkçe’deki durum zarfı karşılığıdır. Fiile sorulan “Nasıl” sorusuna cevap teşkil eder. Fiil yapılırken onu işleyenin durumu açıklanan hâl Türkçe’ye (…rek, ..rak) ekleriyle veya (…dığı halde), (..ken, …mış olduğu halde) kelimeleriyle tercüme edilir. Durumları açıklanan fâil ya da mef’ûlün bih’e de sâhibu’l-hâl veya zü’l-hâl denir. Sâhibu’l-hâl genellikle marife olur. Özel isimlerin ise harfi tarif almasa da marife olduğu açıktır:

    جاَءَ خاَلِدٌ راَكِباً.

    Hâlit binerek (binmiş olarak) geldi.

    جاَءَتْ عاَئِشَةُ راَكِبَةً.

    Aişe binerek (binmiş olarak) geldi.

     

    Burada راَكِباً ve  راَكِبَةً kelimeleri fâil olan Hâlit ve Aişe’nin durumunu açıklamaktadır.

    لَقِيَ خَالِدٌ مَحْموُداً راَكِبَيْنِ.

    Hâlit Mahmut’la ikisi de (ata) binmiş olarak karşılaştı.

    Burada راَكِبَيْنِ kelimesi hem fâil olan Hâlid’in hem de mef’ûl olan Mahmud’un durumunu açıklamaktadır  ve tesniyenin mansûb hâli (olan yâ-nûn) ile gelmiştir.

    رَكِبْتُ الْفَرَسَ مُسْرَجاً.

    Ata eğerlenmiş olarak bindim.

    إِشْتَرَيْتُ الْكِتاَبَ مُجَلَّداً.

    Kitabı ciltli olarak satın aldım.

    Burada مُسْرَجاً  ve مُجَلَّداً kelimeleri mef’ûl olan atın binilirken ve kitabın satın aldığı zaman ki durumlarını açıklamaktadır.

    Görüldüğü gibi isimlerin, sıfatların ve özellikle ism-i fâillerin mansûb haldeki yapıları, fiilin yapılma tarzını veya fiil işlendiği andaki durumlarını gösteren zarf olarak kullanılır.

    *Hâl, sahibul hale müfred, tesniye, cem ve müzekkerlik, müenneslik bakımından uyar.

    ماَتَ تاَئِباً لِرَبِّهِ.

    O Rabb’ine tevbe ederek öldü.

    ماَتاَ تاَئِبَيْنِ لِرَبِّهِماَ.

    O ikisi Rabb’lerine tevbe ederek öldü.

    ماَتُوا تاَئِبِينَ لِرَبِّهِمْ.

    Onlar Rabb’lerine tevbe ederek öldüler.

    إِنَّهاَ ذَهَبَتْ ماَشِيَةً إِلَى بَيْتِهِاَ.

    Gerçekten o (müe.) evine yürüyerek gitti.

    إِنَّهُماَ ذَهَبَتاَ ماَشِيَتَيْنِ إِلَى بَيْتِهِماَ.

    Gerçekten o ikisi evlerine yürüyerek gitti.

    إِنَّهُنَّ ذَهَبْنَ ماَشِياَتٍ إِلَى بَيْتِهِنَّ.

    Gerçekten onlar evlerine yürüyerek gittiler.

     

     

    *Hâl müfred (tek bir kelime) olarak geldiği gibi, cümle (isim cümlesi, fiil cümlesi) veya şibh-i cümle (harf-i cer ya da zarflı cümle parçası) olarak da gelebilir. O zaman hâl; mahallen mansûb olur.

    a) Hâl Müfred İsim:

    أَكَلَ السَّائِلُ الطَّعاَمَ حاَراًّ.

    Dilenci yemeği sıcak olarak yedi.

    لاَ تَأْكُلِ الطَّعاَمَ حاَراًّ.

    Yemeği sıcakken (sıcak olarak) yeme.

    شَرِبَ الْمَريِضُ الْحَليِبَ باَرِداً.

    Hasta sütü soğuk olarak içti.

    دَخَلَ الطِّفْلُ إِلَى الْغُرْفَةِ باَكِياً.

    Çocuk odaya ağlayarak girdi (müz).

    دَخَلَتِ الطِّفْلَةُ إِلَى الْغُرْفَةِ باَكِيَةً.

    Çocuk odaya ağlayarak girdi (müe) .

    نَزَلَ عَلِيٌّ فِي الْفُنْدُقِ مُتْعَباً.

    Ali otele yorgun olarak indi.

    نَزَلَ الصَّدِيقاَنِ فِي الْفُنْدُقِ مُتْعَبَيْنِ.

    İki arkadaş otele yorgun olarak indi.

    عاَدَتْ التِّلْمِيذاَتُ مَسْرُوراَتٍ.

    Kız öğrenciler sevinçli bir halde döndüler.

    جاَءَ الطُّلاًّبُ مُسْتَعِدِّينَ لِلْإِمْتِحاَنِ.

    Öğrenciler imtihan için hazırlıklı bir halde geldiler.

    نَجَحَ مَحْمُودٌ فاَهِماً دَرْسَهُ.

    Mahmud dersini anlayarak başardı.

    نَجَحَ الْمَحْمُودُونَ فاَهِمِينَ دُرُوسَهُمْ.

    Mahmud’lar derslerini anlayarak başardılar.

    جَلَسَ الْمُجْرِمُ مُعْتَذِراً عَنْ ذَنْبِهِ.

    Suçlu suçundan özür dileyerek oturdu.

    خُلِقَ الْإِنْساَنُ ضَعِيفاً.

    İnsan zayıf olarak yaratıldı (Nisâ, 27)

    b) Hâl İsim Cümlesi:

    Hâl isim cümlesi ya da fiil cümlesi olarak geldiğinde, bu cümleyi asıl cümleye bağlayan vâvu’l-hâl (hâl vâvı) denen bir vâv  ( ( وَ  bulunur. Veya yalnız zamir veya hem vâv hem zamirden oluşan bir bağlayıcı bulunur.

    حَضَرَ الضُّيُوفُ وَ الْمُضِيفُ غاَئِبٌ.

                                                                       Haber   Mübtedâ  Vâvü’l-hâl  Fâil        Fiil

                                                                                  Hâl: İsim cümlesi                           

    Ev sahibi (misafir eden) yok olduğu hâlde misafirler geldi.

    فَرَّ الْجُنُودُ أَسْلِحَتُهُمْ مَتْرُوكَةٌ.

    Askerler silahları bırakılmış (terkedilmiş) halde kaçtılar[1].

    ساَرَ الْجَيْشُ وَالْقاَئِدُ أَماَمَهُ.

    Ordu komutan önlerinde olduğu halde yürüdü.

    قاَتَلَ الضاَّبِطُ وَ هُوَ عَطْشاَنُ.

    Subay susamış olarak savaştı.

    عَرَفْتُهُ وَأَنَا صَغيِرٌ.

    Onu küçükken tanıdım.

    لاَ تَأْكُلُوا الْفاَكِهَةَ وَ هِيَ فِجَّةٌ.

    Meyveyi ham iken (ham olduğu halde) yemeyiniz.

    قَطَفْتُ الْوَرْدَةَ وَ هِيَ مُفَتِّحَةٌ.

    Gülü açılmış bir halde iken kopardım.

    وَصَلَ إِلَى الْغاَبَةِ وَ هُوَ مَسْرُورٌ.

    Sevinçli bir halde ormana geldi.

    دَخَلَ يُوسُفُ السِّجْنَ وَ هُوَ مَظْلُومٌ.

    Yusuf mazlum (suçsuz) bir halde hapishaneye girdi.

    كُنْتُ ناَئِماً وَ أَنْتَ قاَدِمٌ.

    Sen geldiğinde ben uyuyordum.

    مَرَّ عُمَرُ وَ هُوَ راَكِبٌ السَّياَّرَةَ.

    Ömer arabaya binmiş halde geçti.

    اِحْتَرَسْتُ مِنَ الشَّمْسِ وَ الْحَراَرَةُ شَدِيدَةٌ.

    Sıcak şiddetli halde iken güneşten korundum.

    لاَ آكُلُ الطَّعاَمَ وَ أَناَ شَبْعاَنُ.

    Tok olduğum halde yemek yemem.

    تَعَلَّمْ وَ أَنْتَ صَغِيرٌ.

    Küçük iken (küçük olduğun halde iken) öğren.

    فَلاَ تَجْعَلُوا للَّهَ أنْداَداً وَ أَنْتُمْ تَعْلَمُونَ.

    Bildiğiniz halde Allaha eşler (benzerler) kılmayın (Bakara 22) .

    c) Hâl Fiil Cümlesi:

    1) Bazen olumlu mâzî hâl cümlesinin başında (وَ قَدْ) bulunur. Böylece fiilin oluşmasından daha önceki zamanda oluşan bir eylemi belirtir:

    غاَبَ أَخُوكَ وَ قَدْ حَضَرَ جَمِيعُ الْأَصْدِقاَءِ.

    Bütün arkadaşlar geldiği halde kardeşin gelmedi.

    2) Olumlu muzâri ile başlayan hâl cümlesi genellikle önünde vâv-ı hâliye ve başka bir ön takı almaksızın sâhibu’l-hâle bağlanır.

    سَمِعْتُ الْمُؤْمِنَ يَدْعُو رَبَّهُ.

    Mü’mini Rabbine dua ederken işittim.

    رَأَيْتُ الْوَلَدَ يَبْكِي.

    Çocuğu ağlarken gördüm.

    ذَهَبَ الْجاَنِي تَحْرُسُهُ الْجُنُودُ.

    Askerler onu koruduğu halde cani gitti.

    خَرَجَ فَرِيدٌ يَضْحَكُ مِنَ الْبَيْتِ.

    Ferid gülerek evden çıktı.

    فَجَاءَتْهُ إِحْداَهُماَ تَمْشِي عَلَى اسْتِحْياَءٍ.

    (Kızlardan) biri, utandığı halde yürüyerek ona geldi (Kasas 25) .

     

     

     

    3) Olumsuz mâzî ve muzâri ile başlayan hâl cümlesinin başında bazen vâv-ı hâliye bulunur, bazen bulunmaz:

    ذَهَبَ الْعاَمِلُ إِلَى الْمَصْنَعِ لَماَّ يَأْكُلْ سَيْئاً.

    İşçi fabrikaya hiçbirşey yemeden gitti.

    قَطَفَ الْأَوْلاَدُ الْأَزْهاَرَ وَلَماَّ تَتَفَتَّحْ.

    Henüz açmamış olduğu halde çocuklar çiçekleri kopardı.

    إِسْتَيْقَظْناَ مِنَ النَّوْمِ وَ ماَ طَلَعَتِ الشَّمْسُ.

    Güneş doğmadığı halde (doğmadan) uykudan uyandık.

    كاَنَ خَالِدٌ يَبْكِي ماَ ضَرَبَهُ أَحَدٌ (=كاَنَ خَالِدٌ يَبْكِي وَ ماَ ضَرَبَهُ أَحَدٌ ) .

    Hâlid’i kimse dövmediği halde ağlıyordu.

    d) Hâl Şibh Cümle (Zarf Cümlesi ):

    Şibh-i cümle olan hâl arada vâv-ı hâliye olmaksızın doğrudan bağlanır:

    طَلَعَ الْبَدْرُ بَيْنَ السَّحاَبِ.

    Ay (dolunay) bulutların arasında doğdu.

    مَيَّزْتُ صَوْتَ صَدِيقِي خَلْفَ الْباَبِ.

    Dostumun sesini kapı arkasında olduğu halde tanıdım.

    شاَهَدْتُ الْخَطِيبَ فَوْقَ الْمِنْبَرِ.

    Minberin üstündeki hatibi gördüm.

    Hâl Şibh Cümle (Câr-mecrûr):

    تَأَلَّمَ الطاَّئِرُ فِي الْقَفَصِ.

    Kuş kafeste acı duydu.

    قَرَأَتِ التِّلْمِيذَةُ الرِّساَلَةَ فِي فَرَحٍ.

    Öğrenci mektubu sevinç içinde okudu.

    بِعْتُ الثَّمَرَ عَلَى شَجَرِهِ.

    Meyveyi ağacının üzerinde olduğu halde (ağacının üzerinde iken) sattım.

    Hâl ile İlgili Diğer Özellikler:

    * Genellikle hâl nekre, sahibu’l-hâl marife olarak gelir.

    أَقْبَلَ الْمَظْلُومُ باَكِياً.

    Mazlum (zulme uğrayan) ağlayarak geldi.

    عاَدَ الْجَيْشُ ظاَفِراً.

    Ordu zafer kazanarak döndü.

    بِعْتُ الْقُطْنَ مَحْلُوجاً.

    Pamuğu atılmış olarak sattım.

    *Hâl birden fazla olabilir, hepsi de atıfsız olarak ana cümleye bağlanabilir:

    جاَءَ اللاَّعِبُ هاَدِئاً ، مُبْتَسِماً ، لاَبِساً ثِياَبَ اللاَّعِبِ.

    Futbolcu sakin olarak gülümseyerek ve oyun elbiselerini giyerek geldi.

    يَقْفِزُ الْبَطَلُ لاَ خاَئِفاً وَ لاَ مُتَرَدِّداً.

    Kahraman ne korkarak ne de tereddütlü olarak sıçrıyor.

    ذَهَبَ مَحْمُودٌ باَكِياً ماَشِياً.

    Mahmut ağlayarak ve yürüyerek gitti.

    * Hâl fâilin ya da mef’ûlün durumunu belirttiği gibi muzafun ileyhin durumunu da belirtebilir:

    أَ يُحِبُّ أَحَدُكُمْ أَنْ يَأْكُلَ لَحْمَ أَخِيهِ مَيْتاً.

    Hiç biriniz kardeşinin etini ölü olduğu halde (ölü olarak) yemeyi sever mi? (Hucurât 12)

    * وَ (Vâvu’l-hâl) şart edatları olan إِنْ  ve  لَوْ in önlerinde geldiğinde cevap cümleleri bulunmazsa vâvu’l-hâl olur. (وَإِنْ) (وَلَوْ) ise vasıl edatı olup …se bile, ..sa bile, …ise de, ..dığı halde, ..mesine rağmen gibi manalara gelir[2].

    صَلِّ وَ إِنْ عَجَزْتَ عَنِ الْقِياَمِ.

    Ayakta durmaktan aciz olsan bile namaz kıl.

    نَذْهَبُ وَلَوْ كاَنَ بَعِيداً.

    Uzak olsa bile gideriz.

    * Hâl, Sıfat ve Sıla cümlelerinin farkı:

    Hâl, sıfat ve sıla cümleleri arasında mana bakımından büyük fark olmasa da gramer yönünden farklıdırlar.

    Marife isimden sonra gelen cümleye hal cümlesi,

    Nekre isimden sonra gelen cümleye sıfat cümlesi,

    İsm-i mevsûlden sonra gelen cümleye sıla cümlesi denir.

     

    حَضَرَ الرَّجُلُ أَراَهُ.

    Gördüğüm adam geldi.

     

    حَضَرَ  رَجُلٌ أَراَهُ.

    “              

     

    حَضَرَ  الرَّجُلُ الَّذِي أَراَهُ.

    “              

     

    رَأَيْتُ الرَّجُلَ يَحْضُرُ.

    Gelen adamı (adamı gelirken) gördüm (Hâl Cümlesi) .

     

    رَأَيْتُ رَجُلاً يَحْضُرُ

    Gelen (bir) adam gördüm (Sıfat Cümlesi) . 

     

    رَأَيْتُ الرَّجُلَ الَّذِي يَحْضُرُ

    Gelen adamı gördüm (Sıla Cümlesi) .

     

    سَلَّمْتُ عَلَى الرَّجُلِ رَأَيْتُهُ

    Gördüğüm adama selâm verdim (Hâl Cümlesi) .

     

    سَلَّمْتُ عَلَى رَجُلٍ رَأَيْتُهُ

    Gördüğüm adama selâm verdim (Sıfat Cümlesi) .

     

    سَلَّمْتُ عَلَى الرَّجُلِ الَّذِي رَأَيْتُهُ

    Gördüğüm adama selâm verdim (Sıla Cümlesi) .

     

     

    جاَءَ الرَّجُلُ ذاَهِباً إِلَى الْمَدْرَسَةِ

    Okula giden adam geldi[3].

     

     

    جاَءَ الرَّجُلُ الذاَّهِبُ إِلَى الْمَدْرَسَةِ

                        “ 

     

    جاَءَ الرَّجُلُ الَّذِي يَذْهَبُ إِلَى الْمَدْرَسَةِ

                        “

     

                 

     

    Genel Cümle Alıştırmaları:

    1- كُلِ الْفاَكِهَةَ ناَضِجَةً – وَجَدْتُهُمْ يَعْبُدُونَ اللَّهَ – خَرَجَ عَلَى النَّبِيِّ كاَفِراً – صَلَّى الْمُسْلِمُونَ الظُّهْرَ جَماَعَةً.

     2- كَيْفَ وَصَلَ الْمُشْرِفُونَ فِي يَوْمِ الرِّحْلَةِ ؟ وَصَلَ الْمُشْرِفُونَ مُبَكِّرِينَ فِي يَوْمِ الرِّحْلَةِ. أُنْظُر ، هَؤُلاَءِ الْمُشْرِفُونَ قَدْ وَصَلُوا. نَعَمْ لَقَدْ وَصَلُوا مُبَكِّرِينَ.

    3- كَيْفَ أَسْرَعَ اللاَّعِباَنِ فِي يَوْمِ الْمُباَراَةِ ؟ أَسْرَعَ اللاَّعِباَنِ نَشِيطَيْنِ فِي يَوْمِ الْمُباَراَةِ. أُنْظُرْ ، هَذاَنِ اللاَّعِباَنِ قَدْ أَسْرَعاَ . نَعَمْ ، لَقَدْ أَسْرَعاَ نَشِيطَيْنِ.

    4-كَيْفَ حَضَرَ التَّلاَمِيذُ فِي يَوْمِ الْاِمْتِحاَنِ ؟ حَضَرَ التَّلاَمِيذُ هاَدِئِينَ فِي يَوْمِ الْاِمْتِحاَنِ. أُنْظُرْ، هَؤُلاَءِ التَّلاَمِيذُ قَدْ حَضَرُوا. نَعَمْ ، لَقَدْ حَضَرُوا  هاَدِئِينَ.

    5- وَصَلَ الْمُشْرِفُ مُبَكِّراً – وَصَلَ الْمُشْرِفُونَ مُبَكِّرِينَ – جَرَى اللاَّعِبُ نَشِيطاً – جَرَى اللاَّعِبُونَ نَشِيطِينِ – وَصَلَتِ الْمُساَفِرَةُ مُتَأَخِّرَةً – وَصَلَتِ الْمُساَفِرَاتُ مُتَأَخِّرَاتٍ – صَلَّى الْمُسْلِمُ مُؤْمِناً – صَلَّى الْمُسْلِمُونَ مُؤْمِنِينَ .

    6- تَكَلَّمَتِ الْأُسْتاَذَةُ صاَدِقَةً – تَكَلَّمَتِ الْأُسْتاَذَاتُ صاَدِقَاتٍ – عاَشَ الصَّدِيقُ مُخْلِصاً – عاَشَ الْأَصْدِقاَءُ مُخْلِصِينَ.

    7- ذَهَبَتِ التِّلْمِيذاَتُ ماَشِياَتٍ إِلَى الْمَدْرَسَةِ – عاَدَ التَّلاَمِيذُ إِلَى مَناَزِلِهِمْ وَ هُمْ يُغَنُّونَ[4] – عاَدَ أَحْمَدُ إِلَى بَيْتِهِ سَعِيداً .

    8- ذَهَباَ مَسْرُورَيْنِ إِلَى مَدْرَسَتِهِماَ- اِنْطَلَقَ حَزِيناً إِلَى عاَئِلَتِهِ -اِنْطَلَقْنَ حَزِيناَتٍ إِلَى قَرْيَتِهِنَّ – اِنْطَلَقُوا سُعَداَءَ إِلَى مَنْزِلِهِمْ – اِنْطَلَقُوا نَشِيطِينَ إِلَى مَنْزِلِهِمْ.

    9- كَيْفَ تَجْلِساَنِ فِي الصَّفِّ ؟ تَجْلِساَنِ فِي الصَّفِّ مُتَجاَوِرَتَيْنِ – كَيْفَ عُدْنَ[5] إِلَى الْمَنْزِلِ؟  عُدْنَ إِلَى الْمَنْزِلِ مَسْرُوراَتٍ.

    10- كَيْفَ وَدَّعْتَ واَلِدَكَ ؟ وَدَّعْتُ واَلِدِي حَزِيناً – كَيْفَ اِسْتَلَمَتاَ النَّتِيجَةَ ؟ اِسْتَلَمَتاَ النَّتِيجَةَ سَعِيدَتَيْنِ -كَيْفَ سِرْتَ فِي اللَّيْلِ ؟ سِرْتُ فِي اللَّيْلِ خاَئِفاً – كَيْفَ تَحَدَّثَ الرَّجُلُ؟ تَحَدَّثَ الرَّجُلُ غاَضِباً.

    11- رَأَيْتُ أَخِي وَ عاَئِلَتَهُ فِي صاَلَةِ الْاِسْتِقْباَلِ يَنْتَظِرُونَ – شاَهَدْتُ لاَعِباَتِ الْفَرِيقِ يَلْعَبْنَ الْكُرَةَ .

    12- وَصَلَتِ الصَّدِيقَتاَنِ مُبَكِّرَتَيْنِ -وَصَلَتِ التِّلْمِيذَتاَنِ مُبَكِّرَتَيْنِ  – اِسْتَيْقَظَتِ الْخاَدِمَتاَنِ الْجَدِيدَتاَنِ مُتَأَخِّرَتَيْنِ -رَأَيْتُ التَّلاَمِيذَ جاَلِسِينَ .

    13- ذَهَبَ التَّلاَمِيذُ إِلَى الْمَدْرَسَةِ مَمْلُوئيِنَ نَشاَطاً ، ثُمَّ عاَدُوا مِنْهاَ وَ قَدْ بَدَتْ عَلَيْهِمْ آثاَرُ التَّعَبِ

    Tercüme:

    1- Meyveyi olgun olarak ye. Onları Allah’a ibadet eder halde buldum. Peygamber’in karşısına kâfir olarak çıktı. Müslümanlar öğleni (öğle namazını) cemaat olarak kıldılar.

    2- Yöneticiler gezi gününde nasıl geldiler (vardılar)? Yöneticiler gezi gününde erken geldiler. Bak, bu yöneticiler gelmişler. Evet, gerçekten erken gelmişler.

    3- İki oyuncu maç günü nasıl koştu? İki oyuncu maç günü dinç bir halde koştu. Bak, bu iki oyuncu gerçekten hızlı koştu[6]. Evet, gerçekten dinç bir halde koştular.

    4- İmtihan günü öğrenciler nasıl geldi? İmtihan günü öğrenciler sakin bir halde geldi. Bak, bak bu öğrenciler gelmiş. Evet gerçekten sakin olarak gelmişler.

    5- Yönetici erken geldi. Yöneticiler erken geldi. Oyuncu hızlı koştu. Oyuncular hızlı koştular. (Bayan) Yolcu geç geldi. Yolcular geç geldiler. Müslüman mü’min olarak namaz kıldı. Müslümanlar mü’min olarak namaz kıldılar.

    6- Hoca doğru konuştu. Hocalar doğru (olarak) konuştular. Arkadaş ihlâslı bir halde yaşadı. Arkadaşlar ihlâslı bir halde yaşadılar.

    7- Kız öğrenciler okula yürüyerek gittiler. Öğrenciler evlerine şarkı söyleyerek döndüler. Ahmet eve mutlu bir şekilde döndü.

    8- İkisi sevinçli bir halde okullarına gittiler. Üzüntülü bir halde ailesine gitti. (Bayanlar) Üzüntülü bir halde köylerine gittiler. Mutlu bir halde evlerine gittiler. Neşeli olarak evlerine gittiler (yürüdüler).

    9- (İkiniz) sınıfta nasıl oturuyorsunuz? Sınıfta yan yana (komşu olarak)[7] oturuyorsunuz. (Bayanlar) eve nasıl döndüler? Sevinçli bir halde döndüler.

    10- Babana nasıl veda ettin? Babama hazin bir şekilde veda ettim. (O iki bayan) neticeyi nasıl (teslim) aldılar? Mutlu bir şekilde teslim aldılar. Geceleyin nasıl yürüdün? Geceleyin korkarak yürüdüm. Adam nasıl konuştu? Adam kızgın konuştu.

    11- Kardeşimi ve ailesini karşılama salonunda bekler halde buldum. Takımın (kız) oyuncularını top oynarlarken gördüm.

     12- İki arkadaş erken vardılar. İki öğrenci erkenden geldiler. İki yeni (bayan) hizmetçi geç uyandılar. Öğrencileri otururken gördüm.

    13- Öğrenciler okula canlılık dolu[8] bir halde gittiler sonra oradan üzerlerinde yorgunluk izleri görünür olduğu halde döndüler.

    OKUMA PARÇALARI

    1-كاَنَ الْوَلَدُ عاَئِداً مَعَ واَلِدِهِ مِنَ السُّوقِ فِي الظُّهْرِ بِالسَّياَّرَةِ وَ كاَنَ الْحَارُّ شَدِيداً. شاَهَدَ الْوَلَدُ رَجُلاً عَجُوزاً فِي الطَّرِيقِ يَحْمِلُ حَقِيبَةً كَبِيرَةً. طَلَبَ الْوَلَدُ مِنْ واَلِدِهِ أَنْ يأْخُذَ الرَّجُلَ إِلَى الْمَكاَنِ الَّذِي يُرِيدُهُ. كاَنَ الرَّجُلُ الْعَجُوزُ ذاَهِباً لِزِياَرَةِ وَلَدِهِ وَ قَدْ انْتَظَرَ الْحاَفِلَةَ طَوِيلاً. رَكِبَ الرَّجُلُ الْعَجُوزُ السَّياَّرَةَ، وَ عِنْدَماَ وَصَلَ إِلَى مَنْزِلِ وَلَدِهِ شَكَرَ الْوَلَدَ وَ واَلِدَهُ. كاَنَ الْوَلَدُ سَعِيداً لِأَنَّهُ ساَعَدَ ذَلِكَ الرَّجُلَ الْعَجُوزَ .

    2- عِنْدَماَ أَصِلُ إِلَى الْمَرْعَى أَتْرُكُ أَغْناَمِي تَرْعَى وَ أَذْهَبُ إِلَى شَجَرَةٍ كَبِيرَةٍ ، أَجْلِسُ تَحْتَهاَ لِأَتَناَوَلَ طَعاَمِي ثُمَّ أَتَناَوَلُ مِزْماَرِي وَ أُغَنِّي بَعْضَ الْأَلْحاَنِ الْجَمِيلَةَ ثُمَّ أَناَمُ قَلِيلاً وَ أَسْتَيْقِظُ لِأَتَفَقَّدَ أَغْناَمِي وَ عِنْدَ الْعَصْرِ أَجْمَعُ أَغْناَمِي وَ أَعُودُ بِهاَ إِلَى الْقَرْيَةِ سَعِيداً.

    Tercüme:

    1-Çocuk sıcağın çok (şiddetli) olduğu bir öğle vakti (öğlende) babasıyla beraber arabayla çarşıdan dönüyordu. Çocuk yolda büyük bir çanta taşıyan yaşlı bir adam gördü[9]. Çocuk babasından adamı istediği yere götürmelerini istedi. Uzun (süre) otobüs beklemiş olan yaşlı adam oğlunu ziyaret için gidiyordu[10]. Yaşlı adam arabaya bindi ve oğlunun evine ulaştıkları zaman çocuğa ve babasına teşekkür etti. Çocuk o yaşlı adama yardım ettiği için mutluydu.

    2- Otlağa vardığım zaman koyunlarımı otlar halde (otlamak üzere) salarım (bırakırım) ve büyük bir ağaca gider, yemeğimi yemek için altına otururum. Sonra kavalımı alır bazı güzel şarkılar söylerim[11]. Sonra biraz uyur, koyunlarımı araştırmak[12] için uyanırım. İkindi vakti koyunlarımı toplar mutlu bir şekilde onlarla köye dönerim.

      

    HÂL İLE İLGİLİ AYETLER

    1- اَلَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّموَاتِ وَالأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ .

    (3/ALİ-İMRAN, 191). Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru !

    2- وَلاَ تَمْشِ فِي الْأَرْضِ مَرَحًا إِنَّكَ لَنْ تَخْرِقَ الْأَرْضَ وَلَنْ تَبْلُغَ الْجِبَالَ طُولاً .

    (17/İSRÂ, 37). Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de boy bakımından dağlara ulaşabilirsin (ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin).

    3- فَنَادَتْهُ الْمَلآئِكَةُ وَهُوَ قَائِمٌ يُصَلِّي فِي الْمِحْرَابِ أَنَّ اللّهَ يُبَشِّرُكَ بِيَحْيَى مُصَدِّقًا بِكَلِمَةٍ مِنَ اللّهِ وَسَيِّدًا وَحَصُورًا وَنَبِيًّا مِنَ الصَّالِحِينَ .

    (3/ÂL-İ İMRÂN, 39). Zekeriyyâ mâbedde durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle nida ettiler: Allah sana, kendisi tarafından gelen bir Kelime’yi tasdik edici, efendi, iffetli ve sâlihlerden bir peygamber olarak Yahyâ’yı müjdeler.

    4- وَاذْكُرْ رَبَّكَ فِي نَفْسِكَ تَضَرُّعاً وَخِيفَةً وَدُونَ الْجَهْرِ مِنَ الْقَوْلِ بِالْغُدُوِّ وَالآصَالِ وَلاَ تَكُنْ مِنَ الْغَافِلِينَ .

    (7/A’RÂF, 205). Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbini an. Gafillerden olma.

    5- إِنَّ الَّذِينَ يَأْكُلُونَ أَمْوَالَ الْيَتَامَى ظُلْمًا إِنَّمَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ نَارًا وَسَيَصْلَوْنَ سَعِيرًا .

    (4/NİSÂ, 10). Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler şüphesiz karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar; zaten onlar alevlenmiş ateşe gireceklerdir.

    6- وَكَذَلِكَ أَخْذُ رَبِّكَ إِذَا أَخَذَ الْقُرَى وَهِيَ ظَالِمَةٌ إِنَّ أَخْذَهُ أَلِيمٌ شَدِيدٌ .

    (11/HÛD, 102). Rabbin, haksızlık eden memleketleri (onların halkını) yakaladığında, onun yakalayışı işte böyle (şiddetlidir). Şüphesiz onun yakalaması pek elem vericidir, pek çetindir!

    7- وَمَا أُمِرُوا إِلاَّ لِيَعْبُدُوا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ حُنَفَاءَ وَيُقِيمُوا الصَّلاَةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ وَذَلِكَ دِينُ الْقَيِّمَةِ .

    (98/BEYYİNE, 5). Halbuki onlara ancak, dini yalnız O’na has kılarak ve hanifler olarak Allah’a kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emrolunmuştu. Sağlam din de budur.

    8- وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنْتَ فِيهِمْ وَمَا كَانَ اللّهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ .

    (8/ENFÂL, 33). Halbuki sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildir. Ve onlar mağfiret dilerlerken de Allah onlara azap edici değildir.

     

    9- أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَعْلَمِ اللّهُ الَّذِينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ وَيَعْلَمَ الصَّابِرِينَ .

    (3/ÂL-İ İMRÂN, l42). Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?

    10- وَكَذَلِكَ زَيَّنَ لِكَثِيرٍ مِنَ الْمُشْرِكِينَ قَتْلَ أَوْلاَدِهِمْ شُرَكَآؤُهُمْ لِيُرْدُوهُمْ وَلِيَلْبِسُوا عَلَيْهِمْ دِينَهُمْ وَلَوْ شَاءَ اللّهُ مَا فَعَلُوهُ فَذَرْهُمْ وَمَا يَفْتَرُونَ .

    (6/EN’ÂM, 137). Bunun gibi ortakları, müşriklerden çoğuna çocuklarını (kızlarını) öldürmeyi hoş gösterdi ki, hem kendilerini mahvetsinler hem de dinlerini karıştırıp bozsunlar! Allah dileseydi bunu yapamazlardı. Öyle ise onları uydurdukları ile başbaşa bırak!

    11- فَفَهَّمْنَاهَا سُلَيْمَانَ وَكُلاًّ آتَيْنَا حُكْمًا وَعِلْمًا وَسَخَّرْنَا مَعَ دَاوُودَ الْجِبَالَ يُسَبِّحْنَ وَالطَّيْرَ وَكُنَّا فَاعِلِينَ .

    (21/ENBİYA, 79). Böylece bunu (bu fetvayı) Süleyman’a biz anlatmıştık. Biz, onların her birine hüküm (hükümdarlık, peygamberlik) ve ilim verdik. Kuşları ve tesbih eden dağları da Davud’a boyun eğdirdik. (Bunları) biz yapmaktayız.

    12- وَيَوْمَ يَحْشُرُهُمْ وَمَا يَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ فَيَقُولُ أَأَنتُمْ أَضْلَلْتُمْ عِبَادِي هَؤُلَاءِ أَمْ هُمْ ضَلُّوا السَّبِيلَ .

    (25/FURKÂN, 17). O gün Rabbin onları ve Allah’tan başka taptıkları şeyleri toplar da, der ki: Şu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa kendileri mi yoldan çıktılar?

  • Tekid Lamı ve Tekid Nunu

     

    TE’KÎD LÂMI VE TE’KÎD NÛNU

    Menfî olmayan muzârilerin başına manayı kuvvetlendirmek ve pekiştirmek için getirilen fethalı (لَ) harfine te’kit lâmı denir.

    إِناَّ  لَنَنْصُرُ رُسُلَناَ..

    Şüphesiz biz peygamberlerimize muhakkak yardım ederiz (Mü’min, 51).

    Tekidi artırmak için sonuna bir de fethalı şeddeli nûn (نَّ) (te’kid nûnu) getirilir. Böylece duygu yönünden şiddetli/belağatı yüksek olan ifadelerde kullanılır:

    لَنَكْتُبَنَّ

    elbette (muhakkak, mutlaka) yazacağız.

    كَلاَّ لَيُنْبَذَنَّ فِي الْحُطَمَةِ.

    Hayır! Andolsunki o mutlaka, Hutame’ye atılacaktır (Hümeze, 4).(meçhûl fiil).

     

    *Te’kit nunları eklendikleri muzârinin zamanını müstakbele (gelecek zamana) tahsis eder:

    لَيَقْرَأَنَّ

    elbette okuyacak

    لَيَنْجَحَنَّ

    mutlaka başaracak

    *Te’kit nûnu sonuna eklendiği müfred muzârinin son harfini fetha yapar. Cemi vâvı düşerek ötre, müfred muhâtaba yâ’sı düşerek yerine esre kalır. Cemi müennes nûnu hariç diğer tesniye ve ceme mahsus nunlar da te’kîd nûnu getirilince düşer. Cemi müennes nûnuyla te’kîd nûnu arasına bir elif getirilir:

    Muzâri’nin Şeddeli Te’kit Nûnu’yla Çekim Tablosu

     

    Müfred

    Tesniye

    Cem

    Gâib

    لَيَفْعَلَنَّ

    لَيَفْعَلاَنِّ

    لَيَفْعَلُنَّ

     

    Elbette o

    yapacak

    Elbette o ikisi yapacak

    Elbette onlar

    yapacak

    Gâibe

    لَتَفْعَلَنَّ

    لَتَفْعَلاَنِّ

    لَيَفْعَلْناَنِّ

             

     

    Muhâtab

    لَتَفْعَلَنَّ

    لَتَفْعَلاَنِّ

    لَتَفْعَلُنَّ

     

    Elbette sen

    yapacaksın

    Elbette ikiniz

    yapacaksınız

    Elbette sizler

    yapacaksınız

    Muhâtaba

    لَتَفْعَلِنَّ

    لَتَفْعَلاَنِّ

    لَتَفْعَلْناَنِّ

     

    Mütekellim

    لَأَفْعَلَنَّ

    لَنَفْعَلَنَّ

    لَنَفْعَلَنَّ

     

    Elbette ben

    yapacağım

    Elbette ikimiz

    yapacağız

    Elbette biz

    yapacağız

     

     

    Görüldüğü gibi te’kîd nûnu’nun harekesi müsennâ ve cemi müenneslerde “kesre” diğerlerinde fethadır. 2. şahıs müfred müennesdeki ve cemi müzekkerlerdeki uzun sesliler kısaltılır. Yani (ين) ve (وا)  kalkar. Cemi müenneslerde ise fiilin sonuna elif eklenir.

    *Te’kit lâmı tek başına bulunabilir fakat te’kit nûnu [(إِماّ)(..se, sa), لَ ] edatlarından biri beraberinde olmadan bulunmaz:

    فَإِمَّا تَثْقَفَنَّهُمْ[8] فِي الْحَرْبِ…

    Eğer savaşta onları yakalarsan…(Enfal, 57)

    يَا بَنِي آدَمَ إِمَّا يَأْتِيَنَّكُمْ[9] رُسُلٌ مِنْكُمْ…

    Ey Ademoğulları! Size kendi içinizden peygamberler gelirse… (A’râf, 35)

    … إِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ أَحَدُهُمَا أَوْ كِلاَهُمَا[10]…

    Eğer o ikisinden (anne ve babandan) biri veya her ikisi senin yanında yaşlılığa ulaşırsa…(İsrâ, 23)

    * Nûnu te’kidli muzârinin başında لَ harfi kullanılırsa mutlak kararlılığı gösterir:

    لَأَقْتُلَنَّكَ !

    Seni (muhakkak) öldüreceğim!

    لَنُؤْمِنَنَّ لَكَ.

    Sana kesinlikle inanıyoruz.

    …وَلَنَسْأَلَنَّ الْمُرْسَلِينَ.

    …muhakkak ki peygamberlere (de) soracağız (sorguya çekeceğiz)(A’râf, 6) .

      * لاَ ile kuvvetli bir olumsuz emir (nehiy) hali oluşturur:

    لاَ يَحْسَبَنَّ.

    sakın sanmasın!

    لاَ يَغُرَّنَّكُمُ[11] الشَّيْطاَنُ.

    Asla (hiçbirşekilde) şeytan sizi aldatmasın! 

    يَا بَنِي آدَمَ لاَ يَفْتِنَنَّكُمُ[12] الشَّيْطَانُ…

    Ey Adem oğulları! Şeytan (ana-babanızı cennetten çıkardığı gibi).. sakın sizi de şaşırtmasın (A’râf, 27) .

     

    (Nûn-u Muhaffefe): (Te’kîd Nûnunun hafifletilmiş şekli): Muzâri fiillerin sonunda anlamı kuvvetlendirmek için şeddeli nun getirildiği gibi cezimli nun da getirilebilir. Tesniyelerde ve müennes çoğullarda kullanılmaz.

    لَيَقْرَأَنْ

    elbette okuyacak

    لَيَنْجَحَنْ

    mutlaka başaracak

     

                     

    Muzâri’nin Şeddesiz Te’kit Nûnu’yla Çekim Tablosu

     

     

    Müfred

     

    Tesniye

     

    Cem

    Gâib

    لَيَفْعَلَنْ

    ——

    لَيَفْعَلُنْ

     

    Elbette o

    yapacak

     

    Elbette onlar

    yapacak

    Gâibe

    لَتَفْعَلَنْ

    ——

    ——

     

    Muhâtab

    لَتَفْعَلَنْ

    ——

    لَتَفْعَلُنْ

     

     

    Elbette sen

    yapacaksın

     

    Elbette sizler

    yapacaksınız

    Muhâtaba

    لَتَفْعَلِنْ

    ——

    ——

     

     

    Mütekellim

    لَأَفْعَلَنْ

    ——

    لَنَفْعَلَنْ

     

     

     

    Elbette ben

    yapacağım

     

    Elbette biz

    yapacağız

               

    * Kur’ân’da bazen hafifletilmiş te’kit nûnu tenvin olarak gelir:

    لَيُسْجَنَنَّ وَ لَيَكُوناً (لَيَكُونَنْ) مِنَ الصاَّغِرِينَ.

    Şüphesiz ki o kesinlikle hapsedilecek ve muhakkak ki küçük düşenlerden olacak (12/Yûsuf, 32).

     

    كَلاَّ لَنَسْفَعاً (لَنَسْفَعَنْ) بِالناَّصِيَةِ.

     

     

    Asla (öyle değil), muhakkak ki onu alnından yakalayacağız (96/Alak, 15) .

     

     

    لَيَكُوناً[13] كَذَلِكَ.

    O elbette öyle olacak.

     

           

    *Te’kitli muzâriler yerine göre gereklilik de ifade edecek şekilde tercüme edilir.

    لَتَفْعَلَنَّ كَذاَ

    Böyle yapmalısın.

     

    TE’KÎD NÛNUNA BİTİŞİK FİİL İLE İLGİLİ AYETLER

    1- ثُمَّ            لَتُسْأَلُنَّ          يَوْمَئِذٍ         عَنِ          النَّعِيمِ .

    Mecrûr isim

    H. cer

    Zarfu zaman

    F. muz. meçhûl

    Atıf harfi

     

     

     

    (لَ) Harfu Kasem (yemin harfi)

    (نَّ) te’kîd nûnu

    (102/TEKÂSÜR, 8) Sonra o gün (dünyada yararlandığınız) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.

    2- كَتَبَ اللَّهُ لَأَغْلِبَنَّ أَنَا وَرُسُلِي إِنَّ اللَّهَ قَوِيٌّ عَزِيزٌ .

    (58/MÜCÂDELE, 21) Allah “Elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz” diye yazmıştır.  Allah güçlüdür, üstündür.

    غَلَبَ  يَغْلِبُ غَلَباً   

    galib geldi, üstün geldi

    رَسُولٌ ج رُسُلٌ

    peygamber, elçi

    قَوِيٌّ

    kudret sahibi, güçlü

    عَزِيزٌ

    aziz, üstün, kuvvetli, güçlü

             

    3- لَقَدْ صَدَقَ اللَّهُ رَسُولَهُ الرُّؤْيَا بِالْحَقِّ لَتَدْخُلُنَّ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ 

    (48/FETİH, 27) And olsun ki Allah, elçisinin rüyasını doğru çıkardı. (Allah dilerse) siz mutlaka (güven içinde) Mescid-i Harama gireceksiniz.

    صَدَقَ يَصْدُقُ صِدْقاً

    doğru söz söylemek, doğru olmak, doğru olduğunu bildirmek

    الرُّؤْيَا

    rüya.

  • Mefulun Lieclih – Mefulun Leh

     

    MEF’ÛLÜN LİECLİH (MEF’ÛLÜN LEH)

    Fiilin oluş sebebini bildiren mef’ûle mef’ûlün lieclih denir. Bir adı da mef’ûlün leh’tir. Fiile niçin sorusunu sorduğumuzda aldığımız cevap mef’ûlün lieclih’tir. Türkçe’ye “..için, -mek için, -mak için, sebebiyle, -den dolayı” manalarıyla tercüme edilir. Ya masdarla ya da harf-i cerle olmak üzere iki şekilde gelir.

    a) Masdar olarak Mef’ûlün lieclihi:

    Bu masdar niçin sorusuna cevap veren, (masdarın) fâili ile fiilin fâilinin -zaman ve şahıs bakımından- aynı olduğu muzâfa birleşmeyen mansûb ve nekre (üstün tenvinli) bir masdardır:

    أَعْطَيْتُ الْفَقِيرَ خُبْزاً أَمَلاً[1] رِضاَ اللَّهِ.

    Allâh’ın rızasını arzu ettiğim için fakire bir ekmek verdim.

    حَضَرْتُ فِي الساَّعَةِ الثاَّلِثَةِ مُساَعَدَةً لِأُمِّي.

    Anneme yardım etmek için saat üçte geldim.

    يُساَفِرُ الطُّلاَّبُ إِلَىأَُورُباَّ طَلَباً لِلْعِلْمِ.

    Öğrenciler ilim için Avrupa’ya gidiyorlar .

    قُمْ اِحْتِراَماً لِأُسْتاَذِكَ.

    Hocana saygı için (ayağa) kalk.

    عاَقَبَ الْقاَضِي الْمُجْرِمَ تَأْدِيباً لَهُ.

    Hâkim suçluyu terbiye için cezalandırdı.

    تَرَكَ الدِّراَسَةَ طَمَعاً[2] فِي الْماَلِ.

    Mâla rağbet ettiği için ilmi terketti.

    سَجَدْتُ لِلَّهِ حَمْداً وَ شُكْراً.

    Hamd ve şükür (etmek) için Allah’a secde ettim.

    Yukarıdaki şartları taşımayan masdar mef’ûlün lieclih olmaz. Önemli olan bu masdarın fiilin sebebini teşkil etmesidir. Sebebi değilse (fiile sorulan niçin sorusuna cevap veremiyorsa) mef’ûlün lieclih olmaz ve mansûb da gelmez. Bu şartları taşımaz da gene niçin sorusuna cevap verirse o zaman harf-i cerli olarak gelir.

    b) Harf-i Cerli Mef’ûlün lieclih

    (لِ), (مِنْ) ve sebeplilik ifâde eden (بِ) harf-i ceriyle ifade edilen mef’ûllerdir.

    ضَرَبْتُكَ لِلتَّأْدِيبِ.

    Seni terbiye için döğdüm.

    بَكَى الطِّفْلُ مِنَ الْوَجْعِ فِي بَطْنِهِ.

    Çocuk karnı ağrıdığı için ağladı.

    جَزاَءً بِماَ كَسَبُوا.

    Yaptıkları şeyler sebebiyle ceza olarak.

     

     

     

    Meselâ birinci cümledeki mef’ûlün lieclih masdar olarak (ضَرَبْتُ تَأْدِيباً لَهُ) şeklinde de söylenebilirdi. Yani aslında birbiri yerine masdarını ya da cerini koyabileceğimiz mef’ûller mef’ûlün lieclih olmaktadır.

    Mef’ûlün lieclihî özetle şu durumlarda harf-i cer alır:

    Mef’ûlün lieclih;

    a) Bir fiilin masdarı değilse;

    أَتَيْتُكَ لِحاَجَةٍ.

    Sana bir ihtiyaç için geldim.

    جِئْتُ لِلدَّرْسِ.

    Ders için geldim.

    b)Ma’rife olursa;

    حَضَرْتُ الْكُلِّيَّةَ لِلتَّدْرِيسِ.

    Fakülteye eğitim için geldim.

    c) (Masdar olsa da) Fiilin fâili ile mef’ûlün lieclihî’nin fâilleri farklı ise;

    أَكْرَمْتُكَ لِإِكْراَمِكَ لِي.

    Senin bana ikram etmen için ben sana ikram ettim

    d)Fiil ile mef’ûlün lieclihî’nin oluş zamanları farklı ise;

    جِئْتُ الْيَوْمَ لِوَعْدِي أَمْسِ.

    Dün va’d ettiğim için bugün geldim.

    Not: Mef’ûlün lieclihi izâfet terkibi halinde gelirse, harf-i cerli veya harf-i cersiz gelebilir[3]:

    تَصَدَّقْتُ ابْتِغاَءَ مَرْضاَةِ اللَّهِ (تَصَدَّقْتُ لِابْتِغاَءِ مَرْضاَةِ اللَّهِ) .

    Allah’ın rızasını elde etmek (istemek) için sadaka verdim.

    يَتَّبِعُ الْمُناَفِقُونَ ماَ تَشاَبَهَ مِنَ الْقُرْآنِ ابْتِغاَءَ الْفِتْنَةِ وابْتِغاَءَ تَأْوِيلِه.

    Münafıklar fitne çıkarmak ve te’vil ederek saptırmak için Kur’ân’ın müteşâbihlerine takılırlar (Âl-i İmran, 7).

  • Sülasi Mezid Fiillerden Müfaale Babı

     

    3) MÜFÂALE (مُفَاعَلَة) BÂBI

    Sülâsî mücerred fiilin fâe’l-fiili ile ayne’l-fiili arasına elif ( ا ) eklenmesiyle olur.

    كَتَبَ yazdı           كَاتَبَyazıştı

     

    Masdar

    Muzâri

    Mâzî

    فِعاَلٌ

    مُفَاعَلَةً

    يُفَاعِلُ

    فَاعَلَ

    كِتاَبٌ

    مُكَاتَبَةً

    يُكَاتِبُ

    كَاتَبَ

     

    yazışmak

    yazışıyor

    yazıştı

             

    Mezîd fiiller içinde iki masdar kullanan tek kalıptır. Hangisinin daha yaygın olduğu zamanla öğrenilir.

    Gayesi: Daha ziyade bir şahsın diğeri üzerindeki etkilerini belirten müteaddî (geçişli, mef’ûl alan) bir kalıptır. Genel olarak şu manaları gösterir:

    1-Fâlin mef’ûle karşı gösterdiği özelliği belirtir.

    حَسُنَ

    iyi oldu

    حاَسَنَ

    birine iyi muamele etti

    2-Mef’ûlüne harf-i cerle bağlanan fiiller bu kalıba geçtiğinde harf-i cersiz bağlanır. Bazen karşılıklı iş yapmayı da ifade eder.

    قاَمَ عَلَى

    birşeye karşı kalkmak 

    قاَوَمَ

    direnmek

    شَرِكَ

    ortak olmak, katılmak 

    شاَرَكَ

    biriyle ortaklık kurmak

     

     

     

     

    3-Sülâsî fiil bir nesneyi doğrudan etkiliyorsa bu kalıb bu fiilin manasının nesne üzerine yapılma çabasını ve bu mücâdeleyi gösterir.

    سَبَقَ

    geçti

    سَابَقَ

    yarıştı, geçti

    غَلَبَ

    yendi

    غَالَبَ

    yenmeye çalıştı

    فَرَقَ

    ayırdı

    فَارَقَ

    ayrıldı

    دَفَعَ

    kovdu

    دَافَعَ

    savundu

    حَرَبَ

    harbetti

    حَارَبَ

    savaştı

    غَادَرَ

    ayrılıp gitti

    صَافَحَ

    tokalaştı, müsafaha yaptı

    قَتَلَ

    öldürdü

    قاَتَلَ

    öldürmeye çalışmak, savaşmak

             

    4-Bu fiil iki kişi arasında beraberce yapılan bir işi bildirir.  Örnek:

    يُكَاتِبُ خَالِدٌ جَمَالاً.        Halid Cemal’le yazışıyor.

    يُضَارِبُ خَالِدٌ جَمَالاً.      Halit Cemal’le dövüşüyor.

    Not: Bazen bir kişi için de kullanıldığı olur:

    [15]   Allah onları öldürdü kahrettiقَاتَلَهُمُ اللهُ.

    Mâzî Malûm Siygası

    دَافَعُوا …

    دَافَعَا

    دَافَعَ

    savundu

    Mâzî Meçhûl Siygası

    دُوفِعُوا …

    دُوفِعَا

    دُوفِعَ

    savunuldu

    Muzâri Malûm

    يُدَافِعُونَ..

    يُدَافِعَانِ

    يُدَافِعُ

    savunuyor

    Muzâri Meçhûl

    يُدَافَعُونَ..

    يُدَافَعَانِ

    يُدَافَعُ

    savunuluyor

    Emr-i Hâzır

    دَافِعْ

    savun

     

    İsm-i Fâil

    مُدَافِعٌ

    savunan

     

    İsm-i Mef’ûl

    مُدَافَعٌ

    savunulan

     

                 

    Not: a) Müfâale bâbının mâlum ve meçhûl mâzîlerinin uzatmasına dikkat edilmelidir.

     

    b) Ortası illetli ve Muzaaf Müfâale bâbının mâzî çekimi: (ضاَرَّ) zarar verdi

     

    ضاَرُّوا

    ضاَرّاَ

    ضاَرَّ

     

    ضاَرَرْنَ

    ضاَرَّتاَ

    ضاَرَّتْ

     

     

    ضاَرَرْتَ

     

    Ortası illetli ve Muzaaf Müfâale Bâbınının çekimi:

    Sonu Nâkıs (illetli) Müfâale kalıbı:

     

     

    ضاَرَّ   zarar verdi

    ناَدَى  seslendi

     

    Mâzî

    ضاَرَّ

    Mâzî

    ناَدَى

    Muzâri

    يُضاَرُّ

    Muzâri

    يُناَدِي

    Meczûm Hali  

    يُضاَرَّ – يُضاَرِّ

    Mansûb Hali

    يُناَدِيَ

    İsm-i Fâil

    مُضاَرٌّ

    Meczûm Hali  

    يُناَدِ

    İsm-i Mef’ûl  

    مُضاَرٌّ

    Emir Hali    

    ناَدِ

    Masdarlar

    مُضاَرَّةٌ – ضِراَرٌ

    İsm-i Fâil

    مُناَدٍ

     

     

    İsm-i Mef’ûl  

    مُناَدىً

     

     

    Masdarlar

    مُناَدَةً – نِداَءاً

     

     

    Mâzî Meçhûl

    نُودِيَ

     

     

    Muzâri Meçhûl

    يُناَدَى

     

     

    Mansûb Meçhûl

    يُناَدَ

                   

    Not: Bu kalıp (ضاَرَّ), Arapça’da uzun bir sesi takip eden şeddeli harfe ait tek fiil kalıbıdır. Sadece uzun â sesi kendinden sonra şedde alır. Mâzî meçhûl çekiminde şeddeli harfler açılır. Diğer bütün çekimlerde mâlum ve meçhûl arasındaki fark belirsizdir. Cümlenin siyak ve sibakından (konunun seyrinden, gelişinden) anlaşılır.

    Cümle Örnekleri:

    1- خَديِجَةُ تُراَجِعُ دُروُسَهاَ – هُوَ يُراَجِعُ دُروُسَهُ -عُمَرُ يُراَجِعُ دُروُسَهُ – نَحْنُ نُراَجِعُ دُروُسَناَ.

    2- مَنِ الْمُساَفِراَنِ إِلَى الْمَديِنَةِ؟  اَلْواَلِدُ وَ الْخاَلُ مُساَفِراَنِ إِلَى الْمَديِنَةِ.

    3- هَل يَسْتَطِيعُونَ أَنْ يُقاَبِلُوا الْوَزِيرَ – شاَهَدَتِ الْمُدَرِّساَتُ الْمَسْرَحِيَّةَ.

    4- كَيْفَ نُعاَمِلُ الْمَرْأَةَ ؟ ماَ واَجِباَتُ الْمَرْأَةِ وَ حُقُوقُهاَ ؟

    5- أَ كُنْتُمْ تُرِيدُونَ أَنْ تُشاَهِدُوا الْمُباَراَةَ ؟ لاَ لَمْ نَكُنْ نُرِيدُ مُشاَهَدَتَهاَ.

    6- أَ كُنْتِ تُرِيدِينَ أَنْ تُقاَبِلِي الْمُدَرِّساَتِ ؟ لاَ ، لَمْ أَكُنْ أُرِيدُ مُقاَبَلَتَهُنَّ .

    7- كَيْفَ كاَنَتِ الْمَرْأَةُ تُعاَمَلُ قَبْلَ الْإِسْلاَمِ ؟ كَيْفَ تُعاَمَلُ الْمَرْأَةُ فِي الْإِسْلاَمِ ؟

    8- لَدَيَّ داَئِماً أَكْثَرُ مِنْ يَوْمٍ بِدوُنِ واَجِبٍ كُلَّ أُسْبُوعٍ – أَحْياَناً لاَ أَعْمَلُ واَجِبِي فَيُعاَقِبُنِي الْمُعَلِّمُ.

    9- سَتُساَعِدُ الْبِنْتُ أُمَّهاَ فيِ اعْداَدِ الْماَئِدَةِ  –هُوَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ بِرَسُولِ اللَّهِ.

    10- يُحِبُّ جَعْفَرُ الْمُراَسَلَةَ وَ لَهُ أَصْدِقاَءُ كَثيِروُنَ -سَأَذْهَبُ إِلَى الْحَديِقَةِ لِمُشاَهِدَةِ الْحَيَواَناَتِ.

    11- شاَهَدَ عُمَرُ عَدَداً كَبيِراً مِنَ الْمُصَلِّينَ .

    12- ماَذاَ يَفْعَلُ بَعْضُ الناَّسِ فيِ الْإِجاَزاَتِ الطَّوِيلَةِ ؟ يُفَضِّلُ بَعْضُ الناَّسِ السَّفَرَ لِمُشاَهَدَةِ بِلاَدٍ جَدِيدَةٍ  -يُساَفِرُ بَعْضُ الناَّسِ فيِ الْإِجاَزاَتِ الطَّوِيلَةِ  إِلَى بِلاَدٍ جَدِيدَةٍ.

    13- مِنْ فَضْلِكَ ياَ زَوْجِي . ساَعِدْنِي فِي اعْداَدِ الْماَئِدَةِ . هَلْ تُساَعِدُنِي فِي إِعْداَدِ الْماَئِدَةِ ؟

    14- هَلْ تَقْضِي وَقْتاً سَهْلاً أَمْ صَعْباً ؟هَلْ يُساَعِدُكَ الْواَلِداَنِ فِي عَمَلِ الْواَجِبِ ؟

    15- شاَهِدْنِي أَثْناَءَ مُباَراَةِ الْيَوْمِ . شاَهِدِينِي أَثْناَءَ مُباَراَةِ الْيَوْمِ .

    16- عاَقِبْنِي إِذاَ لَمْ أَسْمَعْ كَلاَمَكَ . عاَقِبِينِي إِذاَ لَمْ أَسْمَعْ كَلاَمَكِ .

    Tercüme:

    1- Hatice derslerini gözden geçiriyor. O derslerini gözden geçiriyor. Ömer derslerini gözden geçiriyor. Biz derslerimizi gözden geçiriyoruz.

    2- Medîne’ye iki yolcu kimdir? Baba ve dayı Medîne’ye yolcudur.

    3- Bakanla karşılaşabilirler mi? Bayan öğretmenler tiyatroyu gördü.

    4- Kadına nasıl muamele ediyoruz? Kadının görevleri ve hakları nelerdir?

    5- Maçı seyretmek istiyor muydunuz? Hayır, onu seyretmek istemiyorduk.

    6- Öğretmenlerle görüşmek istiyor muydun? Hayır, onlarla görüşmek istemiyordum.

    7- Kadın İslâm’dan önce nasıl muamele görüyordu? Kadın’a İslâm’da nasıl muamele ediliyor?

    8- Her hafta ödevsiz birden fazla günüm daima vardır. Bazen ödevimi yapmam. Bu sebeple öğretmen beni cezalandırır.

    9- Kız annesine sofra hazırlamada yardım edecek. O Allah Rasûlü’ne inananlardandır.

    10- Ca’fer mektuplaşmayı seviyor ve onun birçok arkadaşı var. Hayvanları görmek için bahçeye gideceğim.

    11- Ömer çok sayıda namaz kılan gördü.

    12- Uzun tatillerde bazı insanlar ne yapıyor? Yeni ülkeler görmek için bazı insanlar yolculuğu tercih ediyor. Bazı insanlar uzun tatillerde yeni ülkelere yolculuk yapıyor.

     13- Lütfen ey eşim! Sofranın hazırlanmasında bana yardım et. Sofranın hazırlanmasında bana yardım eder misin?

    14- Kolay mı yoksa zor mu vakit geçirirsin? Anne ve baba ödevin yapımında sana yardım ediyor mu?

    15- Bugünün maçı esnasında (bugünkü maçta) beni seyret. (Aynı mana müennes hali).

    16- Sözünü dinlemezsem beni cezalandır. 

    ¯¯¯¯¯¯¯¯¯¯¯¯

    MÜFÂALE BÂBI İLE İLGİLİ AYETLER

    1- يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا …

    (3/ÂL-İ İMRÂN, 200). Ey iman edenler! Sabredin; (düşman karşısında) sebat gösterin; (cihad için) hazırlıklı ve uyanık bulunun …

    sabırda ileri gitmek, sabır hususunda üstün gelmeye çalışmak

    صَابَرَ يُصاَبِرُ مُصاَبَرَةً

    muhafaza etmek, gözetmek, salih amel işlemeye devam etmek

    رَابَطَ يُراَبِطُ مُرَابَطَةً

    2- وَلَنْ تَسْتَطِيعُوا أَنْ تَعْدِلُوا بَيْنَ النِّسَاءِ وَلَوْ حَرَصْتُمْ فَلاَ تَمِيلُوا كُلَّ الْمَيْلِ فَتَذَرُوهَا كَالْمُعَلَّقَةِ 

    (4/NİSÂ, 129). Üzerine düşüp uğraşsanız da kadınlar arasında âdil davranmaya güç yetiremezsiniz; bâri birisine tamamen kapılıp da diğerini askıya alınmış gibi bırakmayın.

    adil davranmak, adalet, etmek, denk tutmak

    عَدَلَ يَعْدِلُ عَدْلاً

    üzerine düşmek, hırs göstermek

    حَرَصَ يَحْرِصُ حِرْصاً

    askıya alınmış, (ne dul ne de kocalı ne evli ne bekar (bir köşeye itilmiş) kuma.. gibi manalar verilebilir).

    اَلْمُعَلَّقَةُ

    meyletti

    ماَلَ يَمِيلُ مَيْلاً

    bırakmak, ilgilenmemek, alakayı kesmek

    وَذَرَ يَذَرُ وَذْراً

           

    3- فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ …

    (3/ÂL-İ İMRÂN, 159). O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; …

    yumuşak davranmak, yumuşak olmak

    لاَنَ يَلِينُ لِيناً

    katı, sert, ağır, sağlam

    اَلْغَلِيظُ

    katı kalpli, taş yürekli, kaba, sert, haşin

    اَلْفَظُّ

    affetmek

    عَفاَ يَعْفُو عَفْواً عَنْ

    dağılmak, dağılıp gitmek

    اِنْفَضَّ يَنْفَضُّ اِنْفِضاَضاً

                   

    4- اَلَّذِينَ يُكَذِّبُونَ بِيَوْمِ الدِّينِ .

    (83/MÜCÂDELE, 11). Ki onlar, ceza gününü yalan sayarlar.

    5- إِنَّ الْمُنَافِقِينَ يُخَادِعُونَ اللّهَ وَهُوَ خَادِعُهُمْ وَإِذَا قَامُوا إِلَى الصَّلاَةِ قَامُوا كُسَالَى يُرَآؤُونَ النَّاسَ وَلاَ يَذْكُرُونَ اللّهَ إِلاَّ قَلِيلاً .

    (4/NİSÂ, 142). Şüphesiz münafıklar Allah’a oyun etmeye kalkışıyorlar; halbuki Allah onların oyunlarını başlarına çevirmektedir. Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah’ı da pek az hatıra getirirler.

    tuzak kurmak, aldatmak (Fâil Allah olursa; cezalandırmak)

    خاَدَعَ  يُخَادِعُ  مُخاَدَعَةً

    tembel

    كَسْلاَنُ ج كُسَالَى

    mürâîlik, riyakarlık yapmak, gösterişte bulunmak

    راَءَى  يُرَائِي رِءاَءً مُراَءاَةً

         

    6- لاَ يُؤَاخِذُكُمُ اللّهُ بِاللَّغْوِ فِي أَيْمَانِكُمْ وَلَكِنْ يُؤَاخِذُكُمْ بِمَا عَقَّدْتُمُ الأَيْمَانَ فَكَفَّارَتُهُ إِطْعَامُ عَشَرَةِ مَسَاكِينَ مِنْ أَوْسَطِ مَا تُطْعِمُونَ أَهْلِيكُمْ أَوْ كِسْوَتُهُمْ أَوْ تَحْرِيرُ رَقَبَةٍ فَمَنْ لَمْ يَجِدْ فَصِيَامُ ثَلاَثَةِ أَيَّامٍ ذَلِكَ كَفَّارَةُ أَيْمَانِكُمْ إِذَا حَلَفْتُمْ وَاحْفَظُوا أَيْمَانَكُمْ كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ .

    (5/MAİDE, 89). Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da keffâreti, ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on fakire yedirmek, yahut onları giydirmek, yahut da bir köle azat etmektir. Bunları bulamıyan üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin keffâreti işte budur. Yeminlerinizi koruyun (onlara riayet edin). Belki şükredersiniz diye Allah size âyetlerini açıklıyor!

    sağlama almak, sağlamlaştırmak

    عَقَّدَ يُعَقِّدُ مُعَقَّدَةً

    cezalandırmak

    آخَذَ يُؤاَخِذُ مُؤاَخَذَةً

    sıkı sıkıya yemin etmek,

    (ayette; kasten yemin etmek)

    عَقَّدَ الْأَيْمَانَ

    yemin etmek

    حَلَفَ يَحْلِفُ حَلْفاً

     

  • Nefyi Hal Fiili Muzari

     

    FİİL-İ MUZÂRİNİN OLUMSUZU

    NEFYİ HAL (ŞİMDİKİ ZAMANIN OLUMSUZU ماَ)

    Muzâri fiilin başına ماَ getirilmek suretiyle şimdiki yani şu andaki geçici, uzun sürmeyecek olan bir olumsuzluk yapılmış olur.

    يَشْرَبُ

    içiyor

    مَا يَشْرَبُ

    içmiyor

    يَكْتُبُ

    yazıyor

    مَا يَكْتُبُ

    yazmıyor

    أَذْهَبُ

    gidiyorum

    ماَ أَذْهَبُ

    gitmiyorum

    Cümle Örnekleri:

    1- لِماَذاَ ماَ نَذْهَبُ إِلَى مَلْعَبٍ ؟ – لِماَذاَ ماَ نَذْهَبُ إِلَى الْغُرْفَةِ ؟

    2- هَلْ تَدْخُلُ الْأُخْتاَنِ الْمُتْحَفَ ؟ لاَ ، اَلْأُخْتاَنِ ماَ تَدْخُلاَنِ الْمُتْحَفَ.

    3- هَلْ يَلْبَسُ الْأَوْلاَدُ الْمَلاَبِسَ ؟ لاَ ، اَلْأَوْلاَدُ ماَ يَلْبَسُونَهاَ.

    4- هَلْ تَدْخُلُ التِّلْمِيذاَتُ الصَّفَّ ؟ لاَ ، اَلتِّلْمِيذاَتُ ماَ يَدْخُلْنَهُ.

    5- هَلْ يَكْتُبُ الصَّحَفِيُّونَ الْقِصَّةَ ؟ لاَ ،  هُمْ ماَ يَكْتُبُونَهاَ.

    6- هَلْ يُوَزِّعُ الْمُدِيرُونَ الْجَواَئِزَ[9] ؟ لاَ ، هُمْ ماَ يُوَزِّعُونَ الْجَواَئِزَ.

    7- ماَ أَقْرَأُ الدَّرْسَ فيِ الْحَديِقَةِ.

    8- ماَ يَسْمَعُ التِّلْميِذُ الْجَرَسَ وَ ماَ يَدْخُلُ الصَّفَّ.

    9- أَنْتُماَ ماَ تَعْمَلاَنِ  واَجِبَكُماَ.

    Tercüme:

    1- Niçin bir oyun sahasına gitmiyoruz? Niçin odaya gitmiyoruz ?

    2- İki kız kardeş müzeye giriyor mu? Hayır, iki kızkardeş müzeye girmiyor.

    3- Çocuklar elbiseleri giyiyor mu? Hayır, çocuklar onları giymiyorlar.

    4- Kız öğrenciler sınıfa giriyor mu? Hayır, kız öğrenciler ona (oraya) girmiyor.

    5- Gazeteciler hikayeyi yazıyor mu? Hayır, onlar onu yazmıyor.

    6- Müdürler ödülleri dağıtıyor mu? Hayır, onlar ödülleri dağıtmıyor.

    7- Dersi bahçede okumuyorum.

    8- Öğrenci zili duymuyor ve sınıfa girmiyor.

    9- İkiniz ödevinizi yapmıyorsunuz.