Yıl: 2012

  • Çareyi bakın neyde buldu!

    Çareyi bakın neyde buldu!

    Araştırmacı yazar Kenan Çamurcu , Habertürk’te yayınlanan bir programa konuk oldu. Program’da Çamurcu’nun, Medine halkının Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (S.A.V)’in cenazesine büyük oranda katılmadığını iddia etmesi İlahiyat Profesörü Mehmet Çelik ‘in tepkisine sebep oldu.

    Çamurcu’nun kaynak göstermesini isteyen Çelik, tüm ısrarlarına rağmen kaynak ismi alamayınca ‘Hazreti Muhammed’e ve Medine halkına iftira atıyorsun’ diye tepki gösterdi.

    İddiasının altından kalkamayan Çamurcu ise; çareyi canlı yayını terk etmekte buldu.

  • İslam aleminde takvim devrimi

    Avrasya İslâm Şurası’nın ilk gününde takvim sorunu masaya yatırıldı…

     

    Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, 8. Avrasya İslâm Şurası’nın “Avrasya’da Kadim Bilgi ve Hikmetin Temelleri” başlıklı ilk oturumunun başkanlığını yaptı.
    8. Avrasya İslâm Şurası’nın ana temasının “Gelenekten Geleceğe Avrasya’nın İslâm Ufku” olarak belirlendiğine işaret eden Başkan Görmez, gelenek ile gelecek arasında köprülerin kurulması için din bilginlerine büyük görev düştüğünü belirtti. Başkan Görmez, “Gelenekten geleceğe köprüyü kurabilecek heyet burada, Avrasya İslâm Şurası’ndadır. Gelenekle gelecek arasındaki ilgiyi kuracak dini idareler, bu idarelerin başında bulunan çok değerli isimler, bugün bu şurayı şereflendiriyorlar.” diye konuştu.
    Diyanet İşleri Başkanı Görmez, takvim birliğinin sağlanması konusunda önümüzdeki süreçte Diyanet İşleri Başkanlığının yeni adımlar atacağını dile getirdi. 2013 yılında takvimde birlik konusunda çalıştaylar düzenlenmesinin planlandığını ifade eden Başkan Görmez, şöyle konuştu:

    “Takvim birliği konusunda Mısır, Suudi Arabistan, Pakistan, Malezya, Endonezya ve İran gibi ülkelerin takvim konusunda karar veren mekanizmalarıyla birlikte bir çalıştay yapmaya karar verdik. İlkini ocak ayında Ankara’da, ikincisini de İstanbul’da yapacağız. Bu çalıştayları gerçekleştirirken, Ramazan öncesinde İslâm dünyasında takvim birliği konusunda karar sağlamayı hedefliyoruz. Artık bu garip durumdan kurtulmamız lazım.”

    Dini liderlerden ortak çağrı: Takvimde birlik sağlanmalı
    Avrasya İslâm Şurası’nın ilk gününde Avrupa, Orta Asya, Balkanlar ve Rusya’yı temsil eden dini liderler ve bilim adamları tarafından İslâm dünyasının dini, tarihi, sosyal, kültürel ve eğitim alanındaki gelişmeler ele alındı. İslâm dünyasında birlik ve beraberliğin sağlanması için İslâm medeniyetinin birleştiricilik ilkesiyle hareket edilmesi gerektiği vurgulandı.

    Takvimde birliğin sağlanmasının gerekli olduğunu dile getiren dini temsilcilerden Romanya Müslümanları Müftüsü Yusuf Murat, Romanya’da Müslümanların azınlık olarak yaşadığını kaydetti. Takvim konusundaki ihtilaf nedeniyle Romanya’da 50 bin Müslümanın farklı diğer 10 bin Müslümanın da farklı bir tarihte bayram yaptığını ifade eden Murat, “Bu durum hiç iyi bir durum değildi. Avrasya İslâm Şurası üyeleri olarak, bu konuda belli bir fikir birliğine varalım. Türkiye takvimi nasıl belirliyorsa, diğer ülkelerin de aynı şekilde takvimi belirlemesi gerektiğini düşünüyorum.”

    “Ayrı ayrı günlerde bayrama başlamak bizi çok üzüyor”
    Rusya Federasyonu Merkezi Dini İdare Başkanı Talat Tacettin de dini, kültürel ve tarihsel birlikteliğe işaret etti. “Ortak bir dini, medeniyeti ve tarihi paylaşıyoruz.” diyen Tacettin, şöyle konuştu: “Ayrı ayrı günlerde bayrama başlamak bizi çok üzüyor. Birliğimiz ve beraberliğimiz için çok üzüldük. Avrasya İslâm Şûrası’nda bu konu üzerinde bir karara varılmasını bekliyoruz.”

    Şûranın ilk gününde Azerbaycan Dini Kurumlarla İş Üzere Devlet Komitesi Başkanı Elşad İskenderov, Kırgızistan Din Komisyonu Başkanı Abdullatif Cumabayev, Kazakistan Devlet Din Ajansı Başkan Yardımcısı Galym Shoikin, Arnavutluk İslâm Topluluğu Başkanı Selim Muça, Makedonda İslâm Birliği Başkanı Süleyman Recebi, Bulgaristan Müslümanları Başmüftüsü Mustafa Hacı Aliş, Çeçenistan Müftüsü Sultan Mirzayev, Litvanya Müslümanları Müftüsü Romas Jakubauskas, Belçika Müslümanları Temsil Kurulu Başkanı Şemsettin Uğurlu, Batı Trakya Gümülcine Müftüsü İbrahim Şerif, Hırvatistan Müslümanları Müftüsü Aziz Hasanoviç, Dağıstan Müslümanları Müftüsü Abdullah Hacı Abdullayev ve Kırgısiztan Müftüsü Rahmetulla Egemberdiyev de söz alarak birer konuşma yaptı.

  • F. Beşer:İdamı istemek şeriatı istemek midir?

    Birkaç hafta önce idam cezasıyla ilgili bir yazı yazmış, bu cezanın suçbilim açısından olması gerektiğini söylemiş ayrıca İslam’daki yerine de değinmiştim. Anlaşılan Sayın Başbakan da idam cezasının olması gerektiği fikrini bir yılı aşkın bir zamandır dile getiriyormuş. Ama bakabildiğim kadarıyla hiçbir konuşmasında, İslam’da kısas diye bir ceza var, bu yüzden idamı geri getirmeliyiz, anlamına gelecek bir kelam eylememiş, yürütmenin başı olarak toplum düzenine katkısı açısından idamdan yana olduğunu açıklamış. Bundan daha doğal bir şey olamaz.

    Kaldı ki, bu gün dünyada ABD başta olmak üzere pek çok ülkede idam cezası vardır ve harıl harıl uygulanmaktadır. ABD’nin hem ekonomik, hem bilimsel ve teknolojik, hem insan haklarına saygılı olma açısından bizden çok çok ileri olduğunu hesaba katarsak, idamın geri kalmışlıktan ve insan haklarına saygısızlıktan kaynaklanmadığını da anlamış oluruz.

    Hal böyle iken Sayın Sedat Ergin geçen hafta Hürriyet’teki peş peşe dört yazısında niyet okuma yöntemiyle başbakanın sözlerini din kurallarını geri getirme düşüncesi olarak yorumladı.

    Söylediklerini iki açıdan isabetli bulmuyoruz.

    1.Laiklik anlayışı ve Başbakanın konuşmalarından böyle bir anlam çıkarması,

    2.İslam hukuku yani şeriat adına söylediklerinin onun dediği gibi olmaması.

    Birincisini ele alıp Sayın Başbakanın niyeti konusunda söylediklerini bir hukuk kuralı ile açıklayalım: “Lazım-ı kavil kavil değildir”. Yani bir sözü söyleyen sadece o sözü söylemiş olur. Bundan şu lazım gelir denecek yorumları söylemiş sayılamaz.

    Sayın Ergin diyor ki, “Tartışma Başbakan’ın dini inançlarını pozitif hukukun tanımladığı bir alan için öne sürdüğü noktada patlak veriyor. O zaman karşımıza çıkan soru şudur: Laik bir düzende dini kaynaklar hukuk düzenine eklemlenebilir mi?”.

    Cümle, ifade açısından da problemli, ama onu bırakalım. Pozitif hukuk her hangi bir zamanda yürürlükte olan hukuktur. Buna eskiden mer’î hukuk derlerdi. Sanırım pozitif hukuk derken bunu pozitivizmle, deneycilikle yani bilimsellikle ilişkilendiriyor. Oysa her ülkenin geçerli hukuku pozitif hukuktur. Şeriatı uygularsanız pozitif hukukunuz Şeriat olmuş olur.

    Eklemlenme meselesine gelince, öncelikle eklemlenme bir şeyi değiştirme değildir, onu eklemlenen şeyle takviye etmedir. İkinci olarak, eklemlenecek şey doğru ise bu eklemlemenin olmamasını gerektiren şey nedir? Üçüncü olarak eklemlenecek şey olsa olsa normlar olabilir, kaynaklar olamaz.

    Devam ediyor:

    “Laiklik ilkesi açısından ana kuralı baştan koyalım. Pozitif hukuk düzeninin kurallarını koyan yasalar dini kaynakları esas almamak durumundadır…”.

    Dikkat edilirse bir defa kuralı baştan koyanlar bizleriz.

    Bu cümlenin de problemli olmasını bir tarafa bırakarak anlatmak istediğinin de doğru olmadığını ifade etmeliyiz. Çünkü laiklik en iyimser anlamıyla bilimselliktir. Bu sebeple Arapçası ilmaniyye’dir. İlmaniyye, ilmilik yani bilimsellik demektir. Anlaşılan bizimkiler buna munis bir karşılık bulamadıkları için kabulü de zorlaşmış.

    Akılcı ve bilimsel laiklik şunu söyler: Kanun koyucu toplumu düzenleyen normları yaparken dini sadece din olduğu için esas almaz. Onun tek ölçüsü akıl ve bilimdir. Ama dinin söylediği bir şey aklın ve bilimin de kabulü olabilir. O zaman onun alınmasında da bir sakınca yoktur. Çünkü bizatihi akıl ve bilim bunu reddetmez.

    Bizim açımızdan hakikatin yegâne ölçüsü akıl ve bilim olmadığı için bunun kabul etmemiz mümkün olmasa da böyle bir laiklik anlayışı kendi içinde tutarlıdır ve namusludur.

    Oysa şöyle bir laiklik anlayışı öyle değildir: Kanun koyucu dinin söylediği bir şeyi asla bir hukuk normu haline getiremez.

    Çünkü bu anlayış her şeyden önce akılcı ve bilimsel değildir, jakobendir, ideolojiktir ve sübjektiftir. Dine bütün olarak düşmanlığı ihsas eder. Sanırım böyle bir laiklik anlayışı Türkiye’den başka bir de Bin Ali’nin Tunus’unda vardı. Belki Beşşar’ın Suriye’sini de buna eklemleyebiliriz.

    Sonra din kurallarında da bulunan bir şeyi istemek bütün olarak din kurallarını istemekse; mesela mülkiyet hakkını, hane dokunulmazlığını, zinanın boşanma sebebi olmasını savunmak da şeriatı esas almak olur.

    Diğer yönden, bu söylediklerimizden Sayın Başbakan’ın din kurallarına ya da Şeriata karşı olduğu anlamını çıkarmak da yine niyet okumadır.

    İkinci eleştiri noktasına gelince, onu da Pazar yazımızda ele alacağız.

  • E. Sifil:İsrailin Gazze saldırısı ve Suriye meselesi üzerine

    Bir kere şunu hatırlatalım: İsrail 1967 savaşında sınırlarını hayli genişletti ve bu cümleden olarak Golan tepelerini de işgal etti. 1970’ten bugüne kadar 40 küsür yıldır Suriye’yi yöneten Esed ailesi bu işgali sona erdirmek ve kaybettikleri vatan toprağını geri almak için hiçbir şey yapmamıştır.

    İkinci olarak İsrail 2008 yılında “Dökme Kurşun” adıyla düzenlediği, hafızalarımızda hâlâ canlılığını koruyan kanlı Gazze saldırısında 1000 Filistinliyi şehid etti. Binlerce Filistinlinin de yaralandığı o saldırılarda, Gazze şeridi baştanbaşa yıkıldı. Suriye’de herhangi bir iç karışıklığın olmadığı o tarihte iktidarda bulunan Beşşar Esed Filistin için, Gazze için kılını dahi kıpırdatmadı.

    Bu gerçekler gün gibi ortadayken bize ne oluyor böyle?

    Suriye’de olup bitenler hakkında bizi sağlıklı analiz yapmaktan mahrum bırakan ve “saflık” sınırlarına varan iyi niyet, Müslümanda bulunması gereken “firaset”le asla bağdaşmıyor!

    İran’ın yürüttüğü propagandanın gücüne bakın: Bütün liderlik kadrosu ve mücahidleriyle Hamas ve diğer örgütler Amerikancı, Yusuf el-Karadâvî ve Dünya Müslüman Alimler Birliği Amerikancı, Suriye’de el-Bûtî dışındaki bütün ulema Amerikancı, bütünüyle Suriye muhalefeti ve -laik kesimlerle Hristiyanlar dışında- bütünüyle Suriye halkı Amerikancı, hatta kendi halkına kurşun sıkmayı reddederek Beşşar’ın ordusundan kaçan askerler de Amerikancı; buna mukabil Beşşar ve sırtını dayadığı İran, İslam Ümmeti’ni temsil ediyor!!!

    Bunun adı nedir Allah aşkına?!

    Suriye’de yönetime karşı silahlı mücadele yürüten muhalefetin Batı ve ABD tarafından desteklendiği iddiası, muhalefeti karalamaya dönük İran propagandasıdır ve kocaman bir yalandır. Bunun en büyük delili de Suriye’de muhalefetin silahlı mücadele aşamasına geçmesinin üzerinden 1 yıldan fazla bir süre geçmiş olmasına rağmen Beşşar Esed yönetiminin hâlâ ayakta durabiliyor olmasıdır.

    Libya’yı hatırlayın: Batı’nın resmen Libya muhalefetini destekleme kararının üzerinden sadece 6 ay geçtikten sonra Kaddafi feci bir şekilde öldürülmekten kurtulamamıştı. Ancak Suriye’de aradan 1 yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen Beşşar halkını bombalamaya, kan akıtmaya, can almaya devam ediyor.

    Bir an için farz edelim ki, Batı Suriye muhalefetini destekliyor ve muhalefetin elindeki silahları ABD’nin sağladığı doğru! Beşşar Esed Rus yapımı ağır silahlar, uçaklar, tanklar ve daha bilmem neler kullanırken bu insanlar kendilerini nasıl savunacak?

    Suriye’de işler bu aşamaya gelmeden önce muhalefet silah kullanmama kararında ısrarlıydı ve sadece reform istiyordu. Beşşar maskesini çıkarıp gerçek yüzünü gösterdiğinde ve gözü dönmüş psikopat şebbihaları vasıtasıyla sivil insanların üzerine ölüm kusmaya başladığında muhalefetin elinde nasıl bir seçenek kalmıştı?

    Bir kere daha tekrar edeyim: ABD’nin de canı cehenneme, İsrail’in de, Batı’nın da! Benim mazlumun yanında olmaktan başka bir derdim yok. Suriye ve Filistin’de kaybedilen canlar, bomba seslerine karışan kadın ve çocuk feryatları canımı yakıyor! Bu kıyımların altında her kimin imzası varsa Allah’ın, meleklerin ve lanet edicilerin laneti onlara…

  • Denkleştirici Adalet Bağlamında Kadın Hakları


    “Hak ve vazife, yetki ve sorumluluk, emek ve ücret, liyakat/ehliyet ve vazife, zarar ve tazmin sorumluluğu, suç ve ceza… arasında denge kurmayı amaçlayan adalete denkleştirici adalet (tevzinî adalet) denilmektedir… Kişilerin eşit olmaları, herkesin insanlıkta ve hukuk karşısında eşit sayılması esası bu çeşit adalet anlayışının bir sonucu olmaktadır. Bu anlayışın bir sonucu olarak dil, din, cins, ırk gibi hiçbir gerekçe ile ayırımcılık yapılamaz.
    Daha sonra değişik ayetlerden örnekler vermiştik. Bu arda örnek olarak kullandığımız bir ayet de şuydu:
    وَلَهُنَّ مِثْلُ الَّذٖى عَلَيْهِنَّ بِالْمَعْرُوفِ وَلِلرِّجَالِ عَلَيْهِنَّ دَرَجَةٌ وَاللّٰهُ عَزٖيزٌ حَكٖيمٌ
    “Kadınların, yükümlülükleri kadar meşru hakları vardır. Yalnız erkeklerin kadınlar üzerinde bir derece farkı vardır. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir”. (el-Bakara 2/228)
    Kadın hakları üzerinde modernitenin baskısı ile o kadar çok vurgu vardır ki bazı şeylerin dengesi kadın lehine çoğu kez bozulur gözükmekte, ama sonuçta lehlerinde gibi gözüken şeyler aleyhlerinde olabilmektedir. Zira her ne zaman denge bozulsa, sonuç ya ifrat (aşırılık) ya da tefrit (gevşeklik) olmakta, her iki durum da olumsuz olduğu için aleyhe dönüşmektedir.
    Bu âyet ile ilgili de bir yanlış anlamaya mahal vermemek için ilave bir açıklama ihtiyacı duyulmuştur.
    Bu âyet gerçekten hak ve vazifenin ince bir denge üzerinde olduğunu ifade etmekte ve ne kadar aleyhte bir şey varsa tamı tamına onun kadar karşılığında lehte bir şey olması gereğinden bahsetmektedir.
    Aleyhte olan, kadının sorumluluğu, evliliğe olan katkısı, taşın altına onun da elini koyması, evlilik birliğinin hem vücut bulması hem de oluşturulan yuvanın bir huzur ve mutluluk hanesi olması için çaba sarf etmesidir.
    Lehinde olan ise bu kabilden sorumluluklarına karşılık tamı tamına dengi bir yetki, karşılık ve haklar olmaktadır.
    Yüce Allah, bu âyette erkek ve kadını karşılaştırarak erkeğin ne kadar hakkı varsa kadının da o kadar hakkı var, erkeğin ne kadar yükümlülüğü varsa kadının da o kadar sorumluluğu var demiyor. Erkekle kadını haklar ve sorumluluklar açısından karşılaştırmıyor. Fıtratı dikkate alıyor ve bunların birbirlerini tamamlayan varlıklar olduğunu ama sonuç itibariyle de birbirinden farklı olduklarını bize söylemiş oluyor. Kadını kendi kendisi ile karşılaştırıyor, ne kadar üzerine yük almışsa, o kadar da mukabil hakkı olacağını anlatıyor.
    Bunun sonucunda şöyle bir manzara ortaya çıkar:
    Bir kadın, nikah akdi sırasında tâlip değil matlup, hâtıb değil mahtûbe olursa, mehir alırsa, evlilik için gerekli yuvanın kurulmasına maddî anlamda en ufak bir katkı sağlamazsa, akit sonrasında kendisine tahsis edilen meskende oturur ve emre itaat eder, buna mukabil nafakasını maruf ölçüde alır, hasbelkader çocuk doğurur ancak bu çocuğu –nesep nikah bağını elinde tutan kocaya ait olduğu için- emzirmez, hukuken buna mecbur olmadığını bilir ve o doğrultuda hareket ederse, akit konusu olan milk-i müt’a’nın[1] teslimi dışında evliliğe yemek yapmak, temizlik yapmak, çamaşır yıkamak vb. gibi çoğu geleneksel olarak kadınlar tarafından yapılmakta olan hiçbir hizmeti yapmaz ve bu tür hizmetlerin koca tarafından satın alınarak yapılmasını isterse… kısaca evliliğe katkısı milk-i müt’a ile sınırlı olursa, koca da bu hakkını istediği şekilde –karşı bir rızaya bakmaksızın- kullanır ve istediği zaman da bu hakkından feragat eder, elinde tutmuş olduğu nikah bağını bırakıverir ve kadını kendi kaderi ile baş başa bırakır (yani boşar). Kadının da hiçbir diyeceği olamaz. Sadece kendisine sebep beklemesi gerekecek süre içinde (iddet) kadının nafakasını vermeye devam eder ve hâlâ ödememiş olduğu mehir borcu varsa onu öder, hepsi bu kadar.
    Ne kadar katkı o kadar yetki; adaletin gereği.
    Yok öyle değil, kadın da aynı şekilde evlilik birliğinin tesisine bir aktif özne olarak katılır, eş olarak evlilik için gerekli olan her türlü masrafın altına erkekle birlikte girer, evini yuva yapar, dokuz ay karnında taşıdığı çocuklarını bağrına basar, iki yıl emzirir ve kucağında taşır, ömrü billah da yüreğinde taşırsa, saçını süpürge eder yuvasını süpürür, her işin altına girer, kocanın ve çocukların her türlü hizmetini görür, veli olarak onların sağlığı ve eğitimi ile ilgilenir, okula götürür okuldan getirir, hasta olunca doktora götürür, doktordan getirir… kısaca evliliğin her türlü yükünü omuzlamada eşine müzahir olur, bir hayat boyu kaydıyla altına girilen bu muazzam yükün taşınmasında bir ucundan da o tutarsa, taşın altına en az eşi kadar o da koymuşsa… işte bu kadının evliliğe katkısı kadar yetkisi de olur.
    Böyle bir evliliği kocanın tek taraflı olarak boşadım demesiyle bitiriyor olması ne adalete uyar ne de hakkaniyete sığar. Ne de böyle bir sonucu o kadın kabul eder. Mücâdele suresinin inmesine sebep Havle’nin tavrı bu meyanda hatırlanabilir[2].
    Bu sonuç, kadının erkeğe her yönden mutlak anlamda eşit olduğu iddiasının bir gereği değil, kadının evliliğe katkısının bir gereği olarak böyledir.
    Evet, kadın erkeğe insaniyetlikte eşittir. O yüzden fıkhımız bir kadını öldürmesi halinde erkeğin kısas yoluyla öldürüleceğini ilke olarak benimser. Bu erkek ve kadının birer insan olmaları itibariyle aralarında farkın olmadığı konusunda son derece açıktır. Erkeğin canı, kadının canından daha kıymetli değildir. Erkeğin canının korunması ilkesi, kadının canının korunması ilkesinden daha öncelikli değildir. Bu konuda hiçbir kuşkuya mahal yoktur.
    Ama iş iktisadiyat alanına taşındı mı Fıkhımız diyor ki kadının diyeti erkeğin diyetinin yarısıdır. İnsaniyetlikte her ikisini de aynı şekilde birbirine eşit gören fıkıh, iktisadiyat alanında onları eşit görmemekte, aynı kefeye koymamaktadır.
    Askerlik gibi güvenlik hizmetleri hâlâ bütün dünyada erkeklerin güçlü omuzlarındadır. Çünkü işin ucunda savaş vardır; savaşta şiddet vardır, ölme ve öldürme vardır, kan akıtma vardır. Savaş özünde kötü bir şeydir ama sulhu selamet için, huzur ve barış için, esenlik için savaş gereklidir. Tarih boyunca her zaman olmuş, barış dönemleri ancak büyük kanlı savaşların sonucu olarak tesis edilebilmiştir. Bu ağır yük için uygun olan erkektir. Şari de bu yükü erkeklerin boynuna yüklemiştir. Kadınları cepheye, ölümün soğuk yüzüne karşı sürmemiş, onları kollamıştır.
    Buna mukabil de üremeyi ve neslin bekasını onların müşfik ellerine bırakmıştır.
    Bir çocuğa şefkatle kanından kan, canından can vermek, emzirmek, sabahlara kadar usanmadan ninni söylemek, sevgi ve şefkatle büyütmek ve insanlığın geleceğini onlarla inşa etmek ancak kadınların sanatkar ellerinin yapabileceği bir şeydir. Onu da onlara vermiş. Eşit davranmamış, birini birine öbürünü de diğerine özgülemiş. Her şeyi yerli yerince kılmış, taşı gediğine koyar gibi yükleri dağıtmış, vazifeleri belirlemiş. el-Adl isminin gereğini yapmış. Bize de bütün bu olup bitenleri temaşa edip büyük bir hayranlıkla Sübhânallah! diyerek hayranlığımızı ifade düşmüş.
    Allah’ın sen büyüksün. Sen el-Hakîm”sin, sen el-Adl’sin ve senin eserin mahza adalettir.
    Senin taksimini beğenmemek mahza dalalettir.
    Yolun yolumuzdur.
    Hep yolda olmak nihaî arzumuzdur.

    Dua ile!

    GARİBCE

  • İslam Üniversitesi, İslama Yeni Bir Bakış Açısı Getirecektir

    8. Avrasya İslam Şurası’nda konuşan Dr. Nejat Crabus, bugünün dünyasında özellikle kimlik konusunda çok büyük sıkıntıların yaşandığını ifade etti.

    Crabus, ‘Hepimiz kendi çalışma alanımız içerisinde bütün Müslümanları ilgilendiren konular var. Kur ‘an ve Hadislerde dini çoğulculuk, tolerans ve hoşgörü Müslümanlar ve Müslüman olmayan topluluklar arasında olması gereken değerler olarak dile getirilmiştir. İşte bu sebepten dolayı İstanbul ‘da bu konferansta birçok yerde yapılan konferansların sonuçlarını değerlendiriyoruz. ‘ şeklinde konuştu.

    Nejat Crabus sözlerini şöyle sürdürdü: ‘Biz Türkiye toplumunu dışarıdan gözlemlerken kendimize şu soruyu soruyoruz; hem ekonomik, hem toplumsal, hem eğitim hem de ruhani değişiklikler açısından Türkiye bu başarısını neye borçludur? Bu soruya verilebilecek en iyi cevabı Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan tarafından zaten verilecektir. Kendi değerlendirmelerime göre aslında burada bir mantalite değişikliğinden bahsediyorsunuz. Yüce Allah ‘ın elçileri peygamberlerin dile getirdiği şeyleri bu dünya içerisine uygulamaya başlamak mükemmel şeyleri bize getirmiştir. Yanlış değerler takip edildiği sürece hiçbir ilerleme kaydedilemeyecektir. ‘ Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kendileri için çok önemli bir emsal teşkil ettiğini kaydeden Crabus, ‘Diyanet İşleri Başkanı Sayın Mehmet Görmez’in de bahsettiği gibi İstanbul ‘da açılabilecek bir İslam Üniversitesi İslam ‘a yeni bir ışık, yeni bir bakış açısı getirecektir. ‘ ifadelerini kullandı.

  • Bangladeşte Müslüman Cemaat Yok Ediliyor

    Bangladeş’te neler oluyor?

    Şeyh Hasina hükümetinin Cemaati İslami’yi ortadan kaldırmaya yönelik planı olarak Bangladeş kamuoyuna duyurulan projeye göre Bangladeş Uluslararası Suç Mahkemesi önümüzdeki Aralık ayı içerisinde gizli ve özel bir oturum yaparak Cemaati İslami’nin önde gelen 4 liderini idama mahkûm edecek.

    Bu kararın alınmasının ardından Bangladeş’in bağımsızlığını kazandığı 26 Mart 2013 tarihinde ise bu idam kararları infaz edilecek.

    Cemaat-i İslami Partisinin gelişmeleri protesto için ülke genelinde başlattığı önceki haftaki yürüyüşte polisin kurşun yağdırdığı kalabalık içerisinde ön sıralarda yer alan Bangladeş İslami Çatro Şibir Öğrenci Hareketi’ne mensup 10 üniversiteli öğrenci hayatını kaybetti. 500 kişi ise çeşitli yerlerinden yaralanmış, 1000 civarında kişi ise tutuklanarak hapse atılmıştı.

    Hükümet ve polisin ortak operasyonuyla pek çok şehirde bulunan Cemaati İslami Partisi ile İslami Çatro Şibir Öğrenci Hareketi’nin il başkanlık binaları da basılarak kullanılmayacak hale getirilmişti

    400’den fazla yönetici hapiste

    Cemaati İslami üyesi 400’den fazla yöneticiyi yıllardır hapiste tutan Bangladeş Hükümeti, geçtiğimiz günlerde yapılan protesto gösterisini de kanlı bir şekilde bastırarak binlerce insanı tutuklamış, 10 üniversiteli genç de polisin kurşunlarıyla hayatını kaybetmişti.

    Karamollaoğlu uyardı: Haksız idamlar olabilir!

    Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Temel Karamollaoğlu, Saadet Partisi Genel Merkezinde bir basın toplantısı düzenleyerek Filistin, Bangladeş ve Suriye konusundaki acil gelişmeleri masaya yatırdı.

    Bangladeş’teki acil gelişmelerin, Gazze’deki İsrail saldırılarının gölgesinde kalmaması gerektiğine de işaret eden Karamollaoğlu, “Bangladeş bir kanayan yaradır. Şu anda Şeyh Hasina Hükümeti Harp Mahkemeleri kuruyor. Bangladeş’e hizmet etmiş 91 yaşındaki insanları idama mahkum edip, onları darağacına götürmeye çalışıyorlar. Elbette biz bunu da göz ardı edemeyiz. Bangladeş’teki idare dış baskılardan arınıp kendine çeki düzen vermelidir” diye konuştu.

    Karamollaoğlu, Bangladeş’in Müslümanların yaşadığı en büyük kalabalık İslam nüfusuna sahip bir kardeş ülke olduğuna dikkat çekti.

    Milligazete

  • Bekir Bozdağ:İslamı Terörizmle Özdeş Göstermek En Büyük İftiradır

    Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, İslam’ı terörizm ve şiddetle yan yana koymanın İslam’a yapılmış en büyük iftira olduğunu belirterek, “Bu iftiranın karşısında yapmamız gereken İslam’ı doğru temsil etmek, doğru bir dille anlatmak ve mesajlarını dünyanın her yerine doğru bir biçimde ulaştırmak” dedi.

    Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da katıldığı Avrasya İslam Şurası’nda konuştu. Bozdağ, bugün Müslümanların pek çok alanda ciddi sorunlar yaşadığını belirterek, “Müslümanlar sorun yaşıyorsa bunun yüzlerce sebebi olabilir ama en önemli sebeplerinden biri de birbirlerinden kopuk ve habersiz olmaları, birbirleriyle tanışıp, işi kolay kılmanın yollarını aramamaları ve yeterince istişare edememeleridir” diye konuştu.

    Bugün Müslümanlarına karşı karşıya olduğu en ciddi sorunların başında İslam’ın doğru anlaşılması ve anlatılmasının geldiğini aktaran Bozdağ, “İslam’ın doğru öğrenilmesi ve anlatılması gelmektedir. İslam’ı doğru anlamanın tek yolu Allah’ın kitabı Kuran’ı doğru anlamaktan, Kuran’ı doğru anlamanın ise Kuran’a ilk muhatap ve onu insanlara ilk tebliğ eden, sözleri ve yaşantısıyla Kuran’ın en büyük müfessiri olan peygamberimizi tanımak, anlamak, örnek almak ve ona uymaktan geçmektedir. Peygamberi tanımadan Kuran’ı tanımak ve anlamak, Kuran’sız da peygamberi anlamak ve tanımak mümkün değildir” ifadelerini kullandı.

    Bozdağ, pek çok ayet ve hadise rağmen Kuran ile Peygamber veya Peygamber ile Kuran’ın arasını ayırmak veya aralarına mesafe koymak isteyenlerin asla iyi niyetli olmadıklarını vurgulayarak, “Bunu yapmak isteyenler İslam’ın ana kaynakları Kuran ve sünneti yorum yoluyla tahrip ederek kendilerine göre İslam’ı dönüştürmek isteyenlerdir” dedi.

    “Hiçbir insanın düşüncesi Kuran’ın ve sünnetin yerine ikame edilemez” diyen Bozdağ, şöyle devam etti:

    “Mezhepler Kuran ve sünneti doğru anlama çalışmalarının ürünlerdir. Ama hiçbir mezhep, hiçbir anlayış Kuran ve sünnet değildir, Kuran ve sünnet yerine ikame edilemezler. Müslümanlar mezhepleri yarıştırarak, bir mezhep için ölerek veya öldürerek değil, Kuran’ın kitabı Kuran’ı, Allah’ın peygamberi Resulullah’ın sünnetini doğru anlayarak, Allah’ın emrettiği ve Resulünün yaşadığı gibi yaşayarak ancak başarılı olabilirler. Bunun dışındaki yol ve yöntemler sonuç itibariyle İslam’a ve Müslümanlar’a zarar vermekten başka sonuçlar doğurmamıştır. Bu noktada İslam alimlerine çok büyük görevler düşmektedir.”

    İslam dininin ırkçılığı reddettiğini vurgulayan Bekir Bozdağ, “Onun yerine kardeşliği, dinde kardeşliği ikame eder. Bütün inananları kardeş olarak kabul eden bir anlayışın mensupları, ırkçılığı reddeden ilahi mesaja iman eden insanlar renklerin, dillerin farklılığı ve başka nedenlerle birbirinin karşısında durmayı ve bu noktada üstünlük yarışı içine girmeyi de men eder. Rengi ve dili farklı diye terör örgütleri kurmayı, başkalarını ötekileştirmeyi, ırkçılık nedeniyle ölme veya öldürmeye gitmeyi de men eder. Çünkü İslam yaşatma dinidir ve bütün insanlara tarağın dişleri gibi eşit gözle bakmayı esas almıştır. Bugün dünyanın bazı yerlerinde yaşanan ırkçılık hadiseleri İslam coğrafyasının değişik yerlerine sirayet etmiş, değişik terör olaylarına vesile olmuşsa, Kuran’ın bu mesajlarının, Peygamber Efendimizin mesajlarının ve yaşantısının yeteri kadar bil inmediğinin ve sindirilmediğinin somut göstergesidir. O nedenle İslam a bilginlerine bu noktada büyük görevler düşmektedir” şeklinde konuştu.

    Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, bugün dünyanın değişik yerlerinde birilerini bilerek veya bilmeyerek, ya da hesapla, İslam ile şiddeti, terörü yan yana getirdiklerini vurgulayarak, “İslam’ı terörle, şiddetle özdeş olarak takdim etme gayreti içerisindeler. Şunu herkes bilmelidir ki İslam ile terörü ve şiddeti yan yana koymak İslam’a yapılmış en büyük iftiradır. İslam’ı terörizm ve teröristle özdeş göstermek İslam’a yapılmış en büyük iftiradır. Bu iftiranın karşısında bizim yapmamız gereken İslam’ı doğru temsil etmek, doğru bir dille anlatmak ve İslam’ın mesajlarını her alanda, dünyanın her yerine doğru bir biçimde ulaştırmak. Hak, adalet, eşitlik, hukuk, paylaşım, yardımlaşma, dayanışma, insan hakları, bütün bu evrensel kavramların tamamı İslam’ın yücelttiği kavramlar ve Peygamberin uğruna mücadele ettiği kavramlar. Ama Müslümanlar’ın itham edildiği noktalara baktığınızda bu ana noktalarda sanki İslam, sanki Müslümanlar buna karşıymış gibi bir hava oluşturulmak, bir algı yaratılmaktadır. Bu algıyı değiştirecek, bu havayı bozacak İslam alimleridir” diye konuştu.

  • 28 Şubat İmam Hatiplere yapılan bir darbedir

    Manisa’da Ensar Vakfı Manisa Şubesi’nin açılışına katılan Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, 28 Şubat süreci ile ilgili çarpıcı açıklamalarda bulundu. 28 Şubat sürecinde birilerinin emir ve talimatıyla kabul edilen 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitimin aslında imam hatip okulları ve onun orta kısımlarına yönelik bir operasyon olduğunu belirten Arınç, bu operasyonun aynı zamanda Kur’an kursları ve hafızlık eğitimini de içine aldığını söyledi.

    Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, Ensar Vakfı Manisa Şubesi’nin açılışını gerçekleştirdi. Açılışta yaptığı konuşmada, “28 Şubat sürecinde birilerinin emir ve talimatıyla 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim aslında imam hatip okulları ve onun orta kısımlarına yönelik bir operasyondu. Aynı zamanda Kur’an kurslarını ve hafızlık eğitimini de içerisine alıyordu. Çok gözyaşı döktük, çok üzüldük, çok ağladık. Çocuklarımız perişan oldu. Onunla birlikte yine üniversitelerdeki kılık kıyafet ayrımcılığı, yine başka şeylerle karşımıza çıktı. Sabrettik, milletimizden gücümüzü aldık, hiç bir zaman küsmedik. Elbet bir gün günümüz gelirse bu yanlışlıkları düzelteceğimize de Allah’ın önünde söz verdik. Çok şükür ki bugün 10 yıl geçtikten sonra yeni bir eğitim sistemiyle karşı karşıyayız. Bu kod adı 444 olan 4+4+4 olan yeni bir sistem. Aslında bizim temelimizde bu var. Çünkü ben okurken de ilkokul vardı, ortaokul vardı ve lise vardı. Ama 1997-98’lerde gelen zorunlu temel eğitimin 8 yıla çıkarılması bir öğrenciyi 8 yıl aynı sınıfta okumaya mecbur ediyor. Yönlendirmeyi ortadan kaldırıyor, kademeyi yok sayıyordu. Şimdi kademeli, kabiliyetine göre isteğine göre yönlendirmeli bir eğitim sistemini getirdik” dedi.

    “Bütün engellemelere rağmen…”

    Bütün engellemelere rağmen milletin imam hatip liselerine olan sevgisinin hiç bitmediğini, her yerde bu okulun binalarını içindeki sıralara varıncaya kadar yaptığını belirten Arınç, Milli Eğitim Bakanlığı’nın hükümet olarak öğretmenini atadığını, müfredat programını tespit ettiğini söyledi. Korkulacak bir şeyin olmadığını belirten Arınç, “Aslında korkulacak, endişe edilecek bir şey yoktu. Lisede ne varsa, imam hatipte de o vardı” dedi.

    “Yaşantıma bakarak imam hatiplidir dediler”

    Parlamentoya 1995 yılında girdiğini hatırlatan Arınç, o dönemde bazı dergilerin her yerde bir irtica korkusu yaymaya çalıştığını ifade ederek, “Parlamentoya 158 kişi girmiştik. Bunların hangisi imam hatipli diye kafalarına göre bir araştırma yapmışlar. Birinci sıraya da beni yazmışlar. Ben imam hatip lisesi mezunu değilim, Manisa Lisesi mezunuyum. Düz lise mezunuyum ama lafıma bakmışlar, ibadetime bakmışlar olsa olsa bu imam hatipli demişler” dedi.

    “Meslek liseleri bahane edildi”

    Meslek liseleri bahane edilerek ima hatip okullarının önünün kesilmeye çalışıldığını ifade eden Arınç, “Yıllarca bunun mücadelesi yapıldı. İmam hatipte okuyanlara, imam hatipte okumak isteyenlere cenaze yıkayıcıları sözünden başka bir etiketi layık görmeyenler ve o okulları itilmiş, kakılmışların veya fakir ve yoksul insanların çocuklarının ancak okuyabildiği bir okul olarak görenlerin daha sonra bu okul mezunlarının Siyasal’dan, Ortadoğu’dan, Boğaziçi’nden mezun olduktan sonra çok başarılı birer bürokrat, birer bilim adamı olarak Türkiye’ye kazandırıldığını gördükten sonra büyük bir zorbalıkla önleri kesildi. Bu olayları yaşadık. Geriye dönecek değilim. Biz intikamcı değiliz. Hiç bir zaman bunu yapanlara beddua da etmedik. Bu bir sınavdı. Ama imam hatipler bugün aynı isimle yollarına daha güçlü bir şekilde devam ediyor” dedi.

    “İsmine uygun çalışmalar yapmak üzere kuruldu-“

    Ensar Vakfı’nın Türkiye’de uzun yıllardır çok önemli hizmetler yaptığını belirten Başbakan Yardımcısı Arınç, hizmet eden herkese teşekkür etti. Arınç, “Ensar, Mekke’den gelenlere başta Peygamberimiz olmak üzere kucağını açan ve her şeyini onlarla paylaşan, güzel insanların bize bıraktıkları hatıralar. Muhacir ne kadar önemli, Allah için hicret etmişse Ensar da o kadar önemli, Peygamberimizi karşılamış, bağrına basmış, sahip çıkmıştır. Ensar Vakfı gerçekten ismine uygun, arkadaşlarımızın ilmi, ahlaki çalışmalar yapmak üzere kurdukları bir vakıf. Aslında imam hatip neslinin de Türkiye’de sürdürmesi ve o neslin ilelebet Türkiye’de bir ışık gibi parlaması için kuruldu. Yani adı Ensar da olsa Türkiye’de bir zaman hor görülen, alay edilen, yolu, önü kesilen bir neslin aslında bu memleket için ne kadar önemli olduğunu, o insanların Türkiye’ye ne büyük hizmetler yaptığını, eğitim açısından, bilim, ahlaki çalışmalar bakımından imam hatim mezunlarının, orada okuyanların ve okuyacak olanların Türkiye için ne kadar lüzumlu olduğunu göstermeye matuf bir vakıf olarak kuruldu. Ben şahsen böyle biliyorum” dedi.

    Manisa’ya İHL müjdesi verdi

    Arınç, kürsüde konuşurken, bir öğrencinin pankart açarak Manisa’ya yeni bir imam hatip lisesi istediklerini dile getirmesi üzerine de Manisa’ya yakışır çok güzel bir imam hatip lisesi yapacaklarının da müjdesini verdi.

  • Başbakan Erdoğan Avrasya İslam Şurasında konuştu

    Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Avrasya islam Şurası toplantısında konuştu
    Erdoğan’ın konuşmasının satır başları
    Bundan 17 yıl önce Avrasya İslam Şurası ilk kez toplandığında bazı şeyleri engelleyen sistem sona ermişti. Yıldırmalar nedeniyle din eğitiminde ciddi sorunlar bulunuyordu. Avrasya İslam Şurası’nın da katkılarıyla bu sorunların önemli bir bölümünün ortadan kalktığını görüyoruz. Bu yılki şura da siz değerli düşünürlerin coğrafyamızdaki sorunlara kapı aralayacak çözümler üretmesine vesile olmasını umuyorum.

    Jeopolitik ve stratejik dengeleri alt üst eden bu süreçte kritik coğrafyaların Avrasya’nın önemi her zamankinden fazla arttı. Küreselleşen dünyada daha merkezi bir konum kazanıyor. Enerjiden güvenliğe kadar sayısız alanda önemli iş birliği imkanlarına sahibiz. Aynı hissiyatı paylaşan insanlar olarak beşeri boyutta önemli bir avantaja sahibiz. Bizler aynı zamanda ortak bir tarihi geçmişe ve dini referanslara da sahibiz. Bu avantajlardan ortak bir barış vizyonu oluşturmak için faydalanabiliriz. Bunun için Avrasya’daki çatışmaların sona ermesi gerekiyor. Bu sorunlar bölgenin gelişimine engel teşkil ediyor. Türkiye olarak biz bu anlayışla çatışmaların barışçı yollarda çözümü için çaba sarfediyoruz.

    Yakın zamanda Kafkasya bölgesindeki sorunların diyalogla çözüme kavuşturulması hedefiyle başlatılan Kafkasya İstikrar Platformu girişi önemli bir adımdı. Yine Afganistanv e Pakistan’la birlikte barış için başlattığımız üçlü adım da önemli bir adımdı. Sizlerin de bölgedeki sorunların çözümü için çabalarınızı esirgemediğinizi biliyorum. Bölgemizde barışı ve refahı kalıcı hale getirmeliyiz.

    Egemen güçler batılı güçler nerede?

    İsrail savunma hakkını kullanıyor demek nasıl bir adalet. Hem kendisi bombalıyor, hem de savunma hakkını kullanıyor.

    Başımız önümüzde eğik durmayacağız. Biz dik duracağız. Omurgalı olacağız.

    Özellikle bu dayanışmanız şuradan çıkacak ortak kararlar çok önemli. Biz hala İslam dünyasında bayramlarımızı beraber aynı günde yapamıyoruz. Birçok meselede hükümlerde çok farklı bir durum var. Niye çünkü kaynaklar çeşitlendiriliyorç. Öyleyse bizim kaynağımız kitabımız Kur’an ve onun yanında sünnet ortadaysa biz niye böyle darmadağın durumdayız, savrulmuş durumdayız? İnsanın savrulmasından öte fikrin savrulması çok tehlikeli bunu toparlamalıyız. Bunu başarmamız lazım. Bilgide ilimde bunu yaptığımız da sıratı müstakim oluruz.

    Son dönemlerde İslam’a ve Hz. Peygambere (S.A.V) tüm İslam dünyasında yol açtığı infial ve sonrasında meydana gelen hadiselerin bize acı bir ders olarak görülmesi gerekir. Bu ne ilk ne sondur. Bu kıyamete kadar devam edecek. Ama buna karşı da hazırlıklı olacağız.

    2006 yılında Peygamber efendimizle ilgili karikatürlerin çizilmesiyle de gördük. İnanç ve değerlere hakaret edilmesini önleyecek yasal çerçevenin ortaya çıkarılması için elimizden gelen çabayı gösterememiz gerekiyor. Uluslararası toplantılarda dile getiriyorum, peki BM’ye ne kadar güveniyorsunuz? Onu da söyleyeyim güvenmiyorum. Çünkü savaş şartlarının oluşturduğu bir yapının tezahürü bugün adil değildir. BM Güvenlik Konseyi’nin üyeleri arasında bir tek müslüman ülke yok. Bunlardan bir tanesi hayır deyince iş bitiyor. Bizim lehimize çıkan bir şey var mı?