O’nu (sas)Kur’an’dan dinleyelim
Ayın on dördü. Kuzgunî gecenin karanlığında, koyu ve derin sessizlik eşliğinde bir tek güvenilir rehber parlar gökyüzünde. Parlaklığı ve büyüklüğü inşirah verir seyredenin sinesine. Hiçbir eşyadan esirgemez ışığını. Aksi denizin üzerinde yakamoz olur. Ay deyince hale, hale deyince ay düşer zihinlere. Eş yaratılmışlığın cilvesi olarak biri olmadan diğeri de olmak istemez varlık âleminde.
On dört asır önce yine böyle bir zifiri karanlık. Derin ve sessiz bir bekleyiş anı. Kulaklar tetikte. Kalpler en kıymetli misafiri konuk etmek için sabırsız. Gözler ayın ondördünü ve hâlesini gözlemekte. Tam karanlığın en koyu olduğu anda parlayan Kur’an ve Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ise bekleyenlerine müjde. Kur’an ile Allah Resûlü adeta ay ve halesi mesabesinde birbirinin tamamlayıcısı, anlatıcısı. Öyle ki Kur’an tohumsa Efendimiz filizi, İlahî Beyan ay ise Resûlullah onu çevreleyen halesi, biri teoriyse diğeri fikrin pratiği. Efendimiz Yaşayan Kur’an, Kur’an Efendimiz’i Anlatan. Sani-i Zülcelâl’in en güzel iki sanatından biri Âlemlere Rahmet, diğeriyse Kılavuz. Nebiler Serveri, hayat-ı seniyyeleri boyunca bize Kur’an’ı dillendirdiği gibi mahiyetini de anlattı. Peki O’nun dilinden harf harf, hece hece dökülen bu kıymetli Beyan bize kendi cisimleşmiş halini nasıl anlatıyor?
Kelam-ı Ezelî, Allah Resûlü’nü sağanak sağanak yeryüzüne indiği yirmi üç yıl boyunca ahlakından sorumluluklarına kadar pek çok açıdan ele alıyor. İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hidayet Aydar, Efendimiz’i öğrenmenin en iyi yolunun Kur’an-ı Kerim’i okumaktan geçtiğini düşünüyor. Çünkü Furkan-ı Hakîm, Peygamberimiz’e hem yön ve şekil veriyor hem de O’nun hayat-ı seniyyesini tanzim ediyor. Efendimiz’e birtakım görev ve mesuliyetler yüklerken aynı zamanda O’nu toplumun rehberi, insanlığın kurtarıcısı yapıyor. Kendisine “Rasûlüllah’ın ahlâkı nasıldı?” diye sorduklarında Hz. Âişe “Siz Kur’an okumuyor musunuz? Rasûlüllah’ın ahlâkı Kur’an’ın kendisiydi.” diyor. Bu yüzden Allah Resûlü’nü görmek, O’nun ahlakını öğrenmek isteyen, asırlar boyunca hep Kur’an’a müracat ediyor. Zira Konuşan Kur’an, ne yapmışsa Yüce Beyan’a göre yapıyor. Prof. Dr. Hidayet Aydar, Efendimiz’in Kur’an’da yer alışını Mekke ve Medine dönemi olarak iki önemli safhaya ayırarak incelemekte fayda görüyor. Zira Kur’an-ı Kerim’i ya da Peygamberimiz’in hayat-ı seniyyelerine baktığımız zaman net hatlarla bu iki dönemin birbirinden ayrıştığını görebiliyoruz. Mekke döneminde ibadet, muamelat, beşerî ilişkiler, müşriklerle münasebet şekli ön plana çıkarken, Medine sürecinde daha çok ibadet, toplumsal ilişkiler, teşrii incelikler, hükümlerin tafsilatı, medenî, cezaî, iktisadî, siyasî hükümler ile Yahudiler ve münafıklarla kurulan diyaloglar yer alıyor. Fakat her iki dönemde de imanın şart ve niteliğine sürekli vurgu yapılıyor.
ALLAH, HABİBİ’Nİ TESELLİ EDİYOR
Mekke döneminde Kur’an Efendimiz’i ‘3T’ ile anlatıyor. Bu tanımlamayı yapan Prof. Dr. Aydar, ‘3T’ kavramını açarak Mekke’de inen ilk ayetler aracılığıyla Efendimiz’in bizzat Rabb’i tarafından tahdir, te’dib ve terbiye aşamalarından geçirildiğini düşünüyor. Allah, Kelam’ı ile en başta Resûlü’ne şekil veriyor. ‘Tahdir’ (hazırlama) ile Efendimiz’e omzunda nasıl bir sorumluluk taşıdığını ve ümmeti için ne anlam ifade ettiğini öğretiyor. Bazı ayetler ise Peygamberimiz’i ahlaken, davranışları itibarıyla en mükemmel hale getirebilme adına ‘Te’dib’ ediyor, yani edep öğretiyor. Bu şekilde Habibi’ni (sallallahu aleyhi ve sellem) İlahî ‘terbiye’ye mazhar kılan Zat-ı Zülcelal, O’nu kâmil insan mertebesine yükseltiyor. “Eddebenî Rabbî fe ahsene te’dîbî/ Beni Rabb’im terbiye etti; terbiyemi, edebimi ne güzel eyledi.” hadisi de buna işaret ediyor.
Allah-u Teâlâ, öncelikle İnsanlığın İftihar Tablosu’nu manen ve maddeten vazifesine hazırlıyor: Duha Sûresi’nde geçen “Ve muhakkak ki, Sana Rabb’in ihsan buyuracak, Sen de hoşnut olacaksın. Seni yetim bulup barındırmadı mı? Seni, yol bilmez iken (doğru) yola koymadı mı? Seni muhtaç bulup ihtiyacını gidermedi mi?… Rabb’inin nimetini durmaksızın anlat.” ayetleriyle Cenâb-ı Hakk, Resûlullah’ı önce korkutmadan peygamberlik sorumluluğuna hazırladıktan sonra, O’nu risaletinden önce nasıl yalnız bırakmadı ise bu zor vazifede de inayetiyle yanında olacağını müjdeliyor.
Sonra Efendimiz’e, vazifesinin keyfiyeti anlatılıyor. “İnnâ erselnâke/ Biz seni gönderdik” diye başlayan ayetlerle İrsal ve tebliğ ile görevlendiriliyor. “İnneke leminel mürselîn/ Sen gerçekten gönderilen Resûllerdensin” beyanıyla da kendisinden önceki peygamberler gibi insanlara emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i an’il münker perspektifinde irşatta bulunması isteniyor. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah’ın Elçisi de son nefesine kadar vazifesini hakkıyla yerine getirme gayretine giriyor. Fakat yaşadığı toplum tarafından şiddetli şekilde tepkiyle karşılanıyor. Kavmi O’nu “Bu sözleri kendin uyduruyorsun, Allah Sana bir şey indirmemiş, başkasından öğrenip bize anlatıyorsun, peygamberlik iddiasını menfaatin için yapıyorsun.” diyerek yalanlıyor. “Peygamber olacaksa gökten inmeli, hiç olmazsa güçlü, zengin biri olmalıydı.” gibi anlamsız tepkiler karşısında Resûlullah, elbette ki direnip mantıklı cevaplar veriyor. Fakat zaman zaman da üzülüp sarsılıyor. İşte bu durumlarda teselli ayetleri Efendiler Efendisi’nin imdadına yetişiyor, O’na nefes aldırıyor. Prof. Dr. Aydar, teselli ayetlerinin Mekke döneminde daha çok indiğine dikkat çekiyor. Kur’an’da geçen peygamber kıssaları da teselli ayetleri arasında kabul ediliyor. Nuh, Hud, Salih, Şuayb, Eyüp, Musa peygamberlerin (aleyhimüsselam) başlarından geçen sıkıntıları ve kazandıkları muvaffakiyetleri anlatarak Allahu Teâlâ En Sevgilisi’ni adeta teselli ediyor. Rabb’i anlattıkça O moral buluyor.
Mekke döneminde ayetler ağırlıklı olarak Allah’la değil de Elçisi’yle problemi olan müşriklere karşı Efendimiz’i savunmak, korumak ve tasdik etmek üzere iniyor. Mesela bir müşrik Nebiler Serveri’ne gelip “Galiba sen şairsin, mecnunsun. Cinlerin sana bu sözleri söyletiyor. Sen aklî dengeni yitirdin.” gibi birtakım çirkin yakıştırmalarda bulunuyor. Bu yakışıksız ifadelere cevap yine Kur’an’dan geliyor ve Efendimiz’in ne bir şair ne de cinlenmiş ve aklî sorunu olan bir insan olduğunu ifade ediyor (Kalem, 2). Aksine O’nun hak ve doğru olduğunu, verdiği mesajın İlahî bir Beyan olduğunu aktarıyor. Mekkelilerin iddialarını çürütmek için erken dönemde inen ayetlerde Rehber-i Ekmel’in daha çok ahlak-ı hasenesi öne çıkarılıyor. Rabb’in övdüğü “Ve inneke alâ hulukın azîm / Şüphesiz sen azim bir ahlak/yaratılış üzeresin” dediği o muhteşem ahlak Yüce Beyan’da muhtelif yerlerde zikrediliyor.
TEBLİĞİN VAZGEÇİLMEZİ: YUMUŞAK ÜSLUP
Mekke toplumunda bir şeyin çok önemli olduğunu belirtmek için sıkça başvurulan yemin etme âdetine bir gönderme mahiyetinde Cenâb-ı Hakk da Kelam-ı Ezelî’sinde bazı yerlerde yemin ifadeleri kullanıyor. Örneğin Yasin Sûresi’nin başında Efendimiz’in hak olduğunu belirtirken yemin ediyor. “Hakîm olan Kur’an’a yemin olsun ki Sen peygambersin ve dosdoğru yol üzeresin. (Yasin, 1-4)” denerek arşdan arza teselli verilmeye devam ediliyor.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) tüm bu yıldırma politikalarına hep alttan alma, sineye çekme ve müsamaha ile karşılık veriyor. İtirazcılara ayetlerin de desteğiyle akıl, mantık ve iradeyi kullanarak ikna edici cevaplar vermeye çalışıyor. Aynı zamanda çok iyi bir baba, dürüst ve çevresindekilerle seviyeli, sağlam münasebet kuran bir insan olmayı ihmal etmiyor. Bu yüzden Mekkeliler, aldığı vahyin intikalini tekzib etmeleri dışında hiçbir konuda Efendimiz’i eleştiremiyorlar. “Senin bu dediklerin Allah’ın sözleri değil” deseler bile aslında O’nun yalan söylemeyeceğini çok iyi biliyorlar.
Kur’an-ı Kerim, peygamber kıssalarından sadece Allah Resûlü ve O’nun nezdinden ümmetine moral desteği vermekle yetinmiyor. Rehber-i Ekmel Efendimiz’e tebliğ sürecinde karşılaşacağı zorluklar karşısında takınacağı tavırları öğretme adına ders veriyor. Mesela Rabb’imizin Hz. Musa’ya (aleyhisselam) “Ey Mûsâ! Firavun’a karşı yumuşak söz söyle, ona yumuşaklık göster!” buyurması aracılığıyla O’na ‘kavl-i leyyin’i öğretiyor. İrşatta seçilmesi gereken ve üslup ve dilin önemine dikkat çekiyor. Bu öğretinin ışığında Kendisinin üstüne gelen, zaman zaman ibadetine engel olan, hakaret ve alay eden Ebu Cehil, Ebu Lehep, Ümeyye bin Halef, As bin Vahid gibi azılı düşmanlara Efendimiz sükûnetle ve yumuşak bir üslupla karşılık veriliyor. Zaten Nahl Sûresi’nde Nebiler Serveri’ne “Onlarla en güzel şekilde mücadele et” tavsiyesinde bulunuluyor. Asr-ı Saadet’te gerçekleşen tek bir savaşı dahi Efendimiz’in başlatmayışı ve Müslümanların hep savunan taraf olması da bu duruşu ispat ediyor. Medine döneminde inen ayetlerden de Allah Resûlü’nün Yahudilere karşı son derece müsamahalı davrandığını, onları incitmediğini ve ötelemediğini anlıyoruz.
Rabb’imizin, Kitab’ında Peygamberimiz’den şekil-şemail, soy-sop, mal-mülk yönüyle bahsetmemesini Prof. Dr. Hidayet Aydar, kimsenin malı, serveti, rütbesi ve mensubiyetinin Allah katında kurtuluş gerekçesi olmamasına bağlıyor. İslâm’a göre insanın kıymeti imanı ve ameliyle ölçülüyor. Bakara Sûresi’ndeki “Yâ eyyühellezîne âmenû/ Ey iman edenler…!” diye başlayan ayette kıyamet gününde dostluğun şefaatinin olmadığı, mal-mülkün fayda vermediği, yalnız içerisinde ihlasın olduğu bir kalp, iman ve salih amellerle kurtuluşa erilebileceği anlatılıyor. Zira Hz. Nuh’un oğlu, Hz. Lut’un eşi iman etmezken, Ebu Cehil’in oğlu İkrime iman ediyor, Firavun’un sarayında yetişen Asiye’den ise Allah örnek bir kadın olarak bahsediyor. Toplumda maddî bakımdan değersiz görülen Hz. Zeyd ve Hz. Bilal-i Habeşî’yi Kur’an en üstün noktaya çıkarıyor. Fakat bu dış görüntümüze hiç önem vermeyeceğimiz anlamına gelmiyor. Allah, yine Efendimiz nezdinde bize insanların karşısına üstümüz başımız tertemiz olarak çıkmamız gerektiğini öğretiyor.
BİZE BİZDEN DAHA YAKIN
Kur’an, Efendimiz’i anlatırken sadece O’na vazifesini hatırlatmıyor. Bizim Rehber-i Ekmel’i nasıl görmemiz gerektiğini de anlatıyor. “Ennebiyyü evla bil mü’minîne min enfüsihim/ Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır” (Ahzab 6) diyerek O’nun mü’minler için nefislerinden daha evla, canlarından daha yakın olduğunu gösteriyor. Bizzat Cenâb-ı Hakk bize hem O’nun hem diğer peygamberlerin örnek, üsve-i hasen olduğunu ve onlara uymamız gerektiğini öğretiyor. Hatta Âlemlerin Rabb’i, Habibini yüceltme sadedinde çok açık bir şekilde Resûl’e tabi olmayı kendine itaatten hemen sonra zikrediyor (Enfal, 20). Allah katında sevilmenin şartı olarak peygambere itaati emrediyor. (Âl-i İmran, 31) Tefsir Profesörü Aydar’a göre Hucurat Sûresi’ndeki “Allah’ın ve Resûl’ün önüne geçmeyiniz.” ayetinin ışığında Allah kullarına “Peygamberin önüne geçersen Allah’ın önüne geçmiş olursun.” ikazında bulunuyor. Efendimiz’in ışık gibi etrafını aydınlattığı (sirâcen munîrâ-Ahzab,46), Âlemlere gönderilmiş peygamber, Âlemlere Rahmet, Müjdeleyen (Beşir), Uyaran (nezir) olması gibi vasıfları pek çok ayette geçiyor. Zira O’nun ümmetine olan merhametini “Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz O’na çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe, 128) ayetinden anlıyoruz.
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Murat Sülün, İlahî Beyan’da kullanılan ‘irsal’ (risalet) kelimesiyle birlikte kullanılan ‘baas’ (diriliş) kelimesine dikkatlerimizi çekiyor. Zira Efendimiz, risaletiyle toplumu adeta diriltiyor. Prof. Dr. Sülün, Fetih Sûresi’nin son ayetinde İslâm’ın bir ağaca benzetilmesinin ehemmiyetine dikkat çekiyor. Bu ayette toprağa atılan tohum Allah Resûlü, filizler Sahabe Efendilerimiz şeklinde tezahür ediyor ve böylece İslâm ağacı oluşuyor.
KUR’AN, KULLUKLA RİSALETİ DENGELİYOR
Kur’an, Efendimiz’den bahsederken risalet ve kulluk dengesini göz ardı etmiyor. Prof. Dr. Murat Sülün, Nebiler Serveri’nin beşeri yönünün de Kur’an’da sıkça bahsedilmesini bu dengeye bağlıyor. İlahi Beyan, bir yandan Efendimiz’i ulvî bir konuma yerleştirirken bir yandan da O’na (sallallahu aleyhi ve sellem) “Kul innemâ ene beşerun mislukum/ De ki: Ben sizin gibi sadece bir beşerim. (Kehf, 18)” hitabında bulunuyor. Peygamber’e itaat ya da saygısızlık Allah’a itaat ya da saygısızlıkla bir tutulurken de bu düstur unutulmuyor. Çünkü Allah Resûlü’nden önceki toplumlarda peygamberlerini ilah seviyesine çıkaranların olduğu biliniyor. Müslümanların da aynı hataya düşmemesi için Allah, Habibi’ne devamlı bir kul olduğunu hatırlatıyor. Prof. Dr. Hidayet Aydar, Kur’an-ı Kerim’de şahsına özel inen birkaç ayet dışında O’na hitap eden tüm ayetlerin, aslında bütün müminleri muhatap aldığına dikkat çekiyor.
Yaşamının her zerresini insanlık için yaşamış âlemlere rahmet olarak gönderilen Nebiler Serveri’ni adeta yaşam kılavuzu olan Ezelî Kelam rehberliğinde anlatabilmek elbette mümkün değil. Fakat imtizac etmiş İlahî Beyan ve Habibullah’ı birbirinden ayrı düşünemiyouz. Nasıl ki Efendimiz’de yaşayan bir Kur’an görüyorsak, Kur’an-ı Kerim ile muhatap olduğumuzda da Allah Resûlü’nün adeta tüm hayatını seyredebiliyoruz. Belki de her ikisini de hakkıyla anlayabilenlerden olma isteğimizi bu bereketli günlerde her el açışımızda dilimizden ve kalbimizden eksik etmemek gerek.
Elif Kaya
Yenibahar