22. KUREYŞİN ÎLERİ GELENLERİ
Peygamber (s.a.v.)’e
tabi olanlar sürekli bir artış gösteriyordu, fakat yeni dine girenlerin hemen
hemen hepsi ya köle, ya azatlı, ya da Mekke dışındaki Kureyşlilerden
oluşuyordu. İslâm’a girenler Vadi Kureyşlilerinden olsa bile, nüfuzlu bir
aileden gelen fakat kendileri nüfuzlu olmayan ve İslâm’a girişleriyle
ailelerinin ve akrabalarının düşmanlığını üzerlerine çeken zayıf kişiler
oluyordu. Aba ur-Rahman, Hamza ve Erkana istisna idi, fakat onlar da lider
konumunda olmaktan uzaktılar. Bu nedenle Peygambeı (s.a.v.) hiçbirinin, hatta
amcası Ebu Talib’in bile kendisine uymaya yanaşmadığı Kureyş ileri
gelenlerinden biç ol mazsa bir kaçını kazanmak istiyordu. Eğer Ebu Cehil’in
amcası Velid gibi güçlü bir şahsiyetin -Velid hem Mahzu nülerin şefi, hem de
Kureyş’in gayri resmi şefi idi- desteğini kazanırsa, davetini daha kolay bir
şekilde yapabileceği inanandaydı Velid aynı zamanda diğer Kureyş liderlerine
göre daha anlayışlı ve tartışmaya açık bir kimseydi ve bir gün Peygamber
(s.a.v.) Velid’le yalnız konuşabileceği bir fırsat buldu. Fakat onlar sohbete
dalmış bir haldeyken henüz İslam’a girmiş kör bir adam yanlarından geçti;
Peygamber (s.a.v.)*in sesini duyunca orada duru*, kendisine Kur’an’dan bir
bölüm okumasını rica ettfc Bira; sabırlı olmasını ve uygun bir zaman beklemesi
söylendiğinde kör adam o kadar ısrar etti ki, sonunda-Peygamber hiddetlendi ve
yüzünü çevirdi. Sohbeti yarıda kesilmişti;
fakat bu bölünme hiç
bir kayıba sebep olmadı, çünkü Velid zaten, mesaja, ümitsiz denebilecek
derecede kapalıydı O anda şu sözlerle başlayan yeni bir sûre nazil oldu-
«Surat astı ve yüz
çevirdi; kendisine o kör geldi diye». Vahy şöyle devam ediyordu:
«Fakat kendini
müstağni (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan) gören İse, işte sen, onda “yankı
uyandırmaya çalışıyorsun.’ Oysa, onun temizlenip arınmasından sana ne} Ama
koşarak sana gelen ise, kt o ‘içi titreyetek korkar’ bir ‘durumdadır, sen ona
aldırış etmeden oyalanıyorsun.» (Abese: 5-10).
Bundan kısa bir süre
sonra Velid kendini beğenmişliğini şu sözlerle ortaya koyuyordu: «Ben
Kureyş’in en üstünü ve şefi olduğum halde, bana gelmiyor da Muhammed’e mi
vahiy geliyor? İkimiz de iki şehrin iki büyüğü olduğumuz halde o ne bana ne de
Taif in reisi Kbu Mes’-t gelmiyor da ona mı geliyor?» (Zubruf: 31). Ebu
Cehil’in karşı çıkışı ise daha az cüretli fakat daha tutkulu idi. «Biz ve
Abdu’l-Menaf oğullan aramızda şeref konusunda yarış ederiz. Onlar başkalarını
doyururlar ve korurlar, biz de aynısını yaparız. Onlar verirler, biz de onlarla
aynı yansta burun buruna giden atlar gibi eşit oluncaya dek veririz. Şimdi
onlar «Bizim adamlarımızdan biri Pey gam-ber’dir, ona gökten vahiy geliyor»
diyorlar. Biz onun bir eşini ne zaman elde edeceğiz? Tanrıya andolsun ona hiç
bir zaman inanmayacağız ve onun gerçeği söylediğini kabul etmeyeceğiz.»
Şems’li Utbe’nin tutumu daha az olumsuzdu, fakat değerlendirmede onlarla aynı
hataları yapıyordu. Çünkü onun ilk düşüncesi ‘eğer Muhammed gerçekten
Peygamber’se ona uyulmalıdır’ değil, ‘onun Peygamberliği Abdu’l-Menaf
oğullarına şeref getirecek’ olmuştur. Bir gün Ebu Cehil bu konudaki
kızgınlığını belirterek Utbe’ye: «Ey Abdu’l-Menaf oğulları, işte sizin
Peygamber’iniz var- dediğinde Utbe şiddetle şu karşılığı verdi: Biz bir krala
veya bir Peygambere sahip olduğumuz için siz gücenmek zorunda mısınız?»
Buradaki kral kelimesi Kusayy için kullanılıyor ve Manzum ilere, Abdu’I-Menafın
Kusayy’ın oğlu olduğu, halbuki Mahzum’un sadece Kusayy’ in yeğeni olduğu
hatırlatılmak isteniyordu. Peygamber (s.a.v.î, bu söylenenleri duyacak kadar
yakındaydı, hemen yanlarına geldi ve onlara: «Ey Utbe, sen ne Allah, ne de onun
rasulü için tartışıyorsun. Sana gelince ey Ebu Cehil sana bir felâket gelecek
ve sen çok ağlayıp az güleceksin- (Tab.
X203, 3.).
Kureyş’in çeşitli
boyları arasında rekabet sürüyor ve en güçlü olanlar sürekli değişiyordu. O
zamanlar en güçlü iki boy Abdu’ş-Şems ve Mahzum idi. Utbe ve kardeşi Şeybe,
Şems boyunun bir bölümünden sorumluydular. Kuzenleri Umeyye kolunun lideri
Harb ölmüş, yerine Utbo’-nin kızı Hind’le evlenen Ebu Süfyan geçmişti. Onun hem
politikada hem de ticarette başarılı olması bir bakıma adaleti korumasına,
soğukkanlılığına ve bir avantaj kazanacağına inandığında sabırlı olmasına
bağlanabilirdi. Onun bu soğukkanlılığı, çok çabuk sinirlenen ve aceleci olan
Hind’in sık sık kızmasına neden oluyordu, fakat Ebu Süfyan kararını verdikten
sonra onun fikirlerini çok az dinlerdi. Beklendiği gibi, o Peygamber*e karşı
Ebu Cebirden daha az düşmanlık besliyordu.
Bununla birlikte,
Kureyş liderlerinin Peygamber (s.a v) ‘e karşı tutumları farklı olsa da, hepsi
de mesajı reddetme konusunda aynı fikirdeydiler. Hayatta belirli bir başarı
kazanmış olarak, hepsinde tüm Arabistan’da kabul edilen, bir insanın hamiyeti
ideali hakimdi. Zenginlik bu şerefin bir yönü değildi, fakat bu amaca ulaşmak
için zenginlik gerekliydi. Şerefli ve kerem sahibi-bir adam bir koruyucu ve
müttefik olmalıydı, yani kendisinin de dayandığı bazı müttefikler varolmahydı.
Bunu da kendi evlilikleri, ki7İ_n ve oğullarının evlüikleriyle kurduğu bağlar
sayesinde başarabilirdi. Fakat böyle bir konumu kazanmada en önemli etken
zenginlikti, çünkü şerefli bir «dam iyi bir ev sahibi olmak zorundaydı.
Birtakım iyi özelliklere sahip olmak
sözkonusu idealin gerçekleşmesi
için gerekliydi:
Özellikle cömertlik bu
idealde büyük bir rol oynuyordu, fakat bu iyi davranışların hiçbiri ahirette
karşılık almak için yapılmıyordu. Tüm Arabistan’da, çok cömert, cesaretli ve
koruma, ittifak, garanti veya başka herhangi bir şey için verdiği sözde duran
biri olarak tanınmak ve öldükten sonra da böyle anılmak, onlar İçin yaşama
asıl anlamını veren büyük bir şeref ve ölümsüzlük idi. Velid gibi adamlar
böyle bir şerefe sahip olduklarından emindiler; bu da onların, bu hayatın -yani
onların basan ve şeref kazandıkları Hayatin- geçiciliğini vurgulayan bir mesaja
kulaklarını kapatmalarına neden oluyordu. Onların şereı ve ölümsüzlükleri
Arabistan’ın aynı kalmasına, Arap ideallerinin geçmişten geleceğe sürekli
aktarılmasına bağlıydı. Hepsi de değişik derecelerde Vahyin diline ve üslubuna
karşı duyarlıydılar. Fakat anlamına gelince, aşağıdaki gibi babalarının hiçbir
şey kazanmadığını ve onların tüm çabalarının boşa gittiğini vurgulayan
âyetlere gönüllerini kapatmışlardı: «Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve (eğlence
türünden) ‘tutkulu bir oyalanmadır’ Gerçekte ahiret yurdu ise, .asıl hayat
odur. Bir bilselerdi.» (Ankebut: 64).