İlahiyat Haber

Dinler tarihi de bizim işimiz (di)

 

Moderatörlüğünü –her ne demekse belki bizim müdirin batıdan avdeti de olabilir- Sevgili İsmail Taşpınar hocamızın yapmış olduğu bir konferans ilanı vardı.

Şöyle diyordu: “Kahire Üniversitesi, İslam Felsefesi Bölüm Başkanı ve Dinler Tarihçisi Prof.Dr. Muhammed Şarkawi (Muhammad Sharkawi), Fakültemizde ‘İslam Dünyasında Dinler Tarihi Çalışmaları’ başlığını taşıyan bir konferans verecek. Konferans yarın saat: 13.30’da Kültür Merkezi Konferans Salonu’nda olacak. İlgilenen herkes davetlidir. Selamlar.”

Yapmam gereken bir işim vardı ve onu erteledim. Biraz gecikmeli de olsa katıldım.

Hoca fasahat ve belağat sahibi olduğu kadar hikmetlice de konuşuyordu. Akabinde bir soru üzerine Mısır’ın hali hazırdaki siyasî durumu ile ilgili birkaç kelam da etti. İşleri belli ki zordu. Ama başaracaklarına inançları vardı. Dua istedi.

Bizim öğrenciler her nedense yüksek yapmak üzere hep birinci sırada fıkıh olmak üzere tefsir, hadis gibi alanlara yığılıyorlar.

Şahsen ben kaç tanesine takılmışımdır: “Len oğlum işin mi yok! Ne var burada, başka alanlara gidin. Özellikle de dinler tarihi alanına!” diye. Hatta bizde doktora yapmakta olan çok yetenekli bir öğrencimizin Dinler Tarihine geçtiğini öğrendiğimde çok sevinmiştim. O şimdi doktor ve kendisini çok iyi yetiştirmiş durumda.

Tamam, Temel İslam Bilimlerine çok yetenekli talebeler gelsin, bundan kendi ilim dalım adına ancak şeref duyarım, fakat aynı derecede kabiliyetli öğrenciler dinler tarihi, sosyal bilimler gibi alanlara da gitsinler. Hele hele Arapçası çok iyi olanlar… Çünkü yarın İbraniceyi, Sanskritçeyi… de öğrenmeleri gerekecek.

Garibim bakmaz bilmem nesinin sansağına, odun etmeye gider dağın yükseğine.

El-Birûnî kadar geriye nam bırakmak istiyorsanız siz de gidin Hind’e, Sind’e. Yirmi yıl içlerinde yaşayın. Öğrenin dillerini, dinlerini, örf ve adetlerini. Ondan sonra da yazın Tahkîk mâ li’l-Hind’inizi, on asır sonra adamlar ellerinden düşürmesinler yazdıklarınızı, sizden öğrensinler on asır öncesinin kendi öz tarihlerini, dinlerini ve kültürlerini…

Ya da bir Kadı Abdulcabbâr olun, yazın Tesbîtü delâili’n-nübüvve’nizi asırlar boyu nam salın ilim afakına.

Ya da bir başka iklimden İbn Hazm olun. Hem aşkın kitabını yazın hem de arkanızda Milel ve Nihal gibi muhalled eserler bırakın, dinler tarihi alanında.

Bu ilmin sizin eslafınızın tesis ettiği bir ilim dalı olduğunun bilinciyle, onlardan teslim alacağınız anlı şanlı bayrağınızı taşıyın insanlığın gelecek ufuklarına…

Garibce hep şunu tavsiye etmiştir: Dinimizi dinler tarihi içinde, Tarihimizi dünya tarihi içinde ve tefekkürümüzü de dünya tafekkür tarihi içinde öğrenmek zorundayız. Aksi takdirde öğrendiklerimizi yerli yerince konuşlandıramıyoruz, pek çok şey havada kalıyor.

Üstad Muhammed Şarkawi’nin tabiriyle Müteaddid ve Muhtelif olmak yani çokluk ve farklılık Allah’tan gayrı her şeyin doğasını oluşturuyor. Vahdet yani birlik ve teklik sadece Allah’a mahsus bir şey. O yüzden her bir şeyin çokluğu ve de farklılığı söz konusu. İşte dinler de böyle. Pek çok ve de farklı farklı. ﻞُﻛ ِّ ءْﻲَﺷ ٍ ﺪﻴِﻬَﺷ ] ٌ ﺞﺤﻟا : 17[ نِإ َّ ﻦﻳِﺬﱠﻟا َ اﻮُﻨَﻣآ ﻦﻳِﺬﱠﻟاَو َ اوُدﺎَﻫ ﻦﻴِﺌِﺑﺎﱠﺼﻟاَو َ ىَرﺎَﺼﱠﻨﻟاَو سﻮُﺠَﻤْﻟاَو َ ﻦﻳِﺬﱠﻟاَو َ اﻮُﻛَﺮْﺷَأ نِإ َّ ﻪﱠﻠﻟا َ ﻞِﺼْﻔَﻳ ُ ﻢُﻬَﻨْﻴَﺑ ْ مْﻮَﻳ َ ﺔَﻣﺎَﻴِﻘْﻟا ِ نِإ َّ ﻪﱠﻠﻟا َ ﻰَﻠَﻋ

“Şüphesiz, iman edenler, Yahudiler, Sâbiîler, Hıristiyanlar, Mecûsiler ve Allah’a ortak

koşanlar var ya; Allah, onların aralarını mutlaka kıyamet günü ayıracaktır. Çünkü

Allah, her şeye şahittir. (el-Hacc 22/17)

Belli ki bunların arasını ayırma işi Allah’a aittir. Bizim ise her birini tanımamız ve onları kendi yerlerine koymamız lazımdır. Bizde bir kural vardır: “Bir mezhep, başka mezheplerden öğrenilmez” diye. Çünkü taassup olabilir, karalama olabilir. Aynı din içindeki mezhepler hakkında durum böyle olunca dinler de aynı şekilde başka dinlerin müntesipleri vasıtasıyla hiç öğrenilemez.

Küreselleşen bir dünyada insanlar artık o kadar iç içe ki, aynı apartmanda çok sayıda farklı dinlere sahip aileler oturabilmektedir. Dinler, tevarüs edilerek öğrenilir ve yaşanır. Biz Müslümanlar nasıl dinimizi içinde doğduğumuz aileden tevarüs ettiysek, o yüzden mezhebimiz ve meşrebimiz bile ailenin mensubu olduğu mezhep ve meşrep ise, bu durum herkes için aynısıyla geçerlidir.

“Her doğan fıtrat üzere doğar” hadisindeki fıtratı da “yatkınlık” olarak anlamak lazımdır. Kimilerinin sandığı gibi fıtrattan maksat İslam değildir. İslam’ı olduğu kadar diğer dinleri kabule de yatkınlıktır. O yüzden kişi üzerinde içine doğduğu ailenin etkisi büyüktür; aile Yahudi ise çocuk Yahudi, Hıristiyan ise Hıristiyan, Müslüman ise Müslüman… olmaktadır. Aksi durumlar ise istisnai bir hal arzetmektedir.

Hal böyle olunca sonuçta hepsi de Allah’ın kulları olan bu insanları Cehennem Zebanisi imişiz gibi Cehenneme doldurmaya kalkışmak bize düşmez. Bize düşen İslam’ı söz olarak hiç anlatmadan, edebiyatını hiç yapmadan onun yapıp etiklerimizde, davranışlarımızda temessül etmesine çalışmak, temsili tebliğe öncelemek olmalıdır.

Çünkü İslam’ın sözünü etmek, ama sözünü ettiğimiz şeyleri bir davranış olarak ortaya koyamamak insanları sadece İslam’dan uzaklaştırmaya sebep olmaktadır.

Davete evet; ama bunun basiretle ve en güzel biçimde olması gerekmektedir. Ve de tebliği yapan peygamber de olsa asla “Dinde zorlama yoktur”. Din baskı kurularak olacak bir şey değildir.

Dinde öne çıkan şey her zaman için örnekliktir.

Söz gelimi İsviçre’de yaşıyorsanız İslam’ı hiç anlatmayın, ondan asla söz etmeyin; ama çoğu yaşlı ve yalnız yaşamaya mahkum bu insanları evlerinde ziyaret edin, onlarla sohbette bulunun, bazı ihtiyaçlarını karşılamaya çalışın, hastane ziyaretleri yapın, dini bayramlarını kutlayın… Onlar sizin bu davranışlarınızın saikini hep merak edecekler ve vakti geldiğinde de soracaklar: Cevabınız sadece “Ben bir müslümanım ve bu yaptıklarım benim inancımın bir gereğidir” deyin. İşte o zaman sizi bu türden erdemli davranışlara iten gerçek saik hakkında kendilerinede müthiş bir merak uyanacak ve edebiyatını yaparak asla elde edemediğiniz bir başarı, davranışlarınızın her birinin uçlarında açan tomurcuklar gibi sizi mutlu edecektir.

Üstad tabii Arapça konuşuyordu. Ben galiba bunları anladım.

Mısır’ın yeri büyük. Kur’an’da bile kaç yerde geçiyor, diyor.

Mısırlıların bu yeni oluşumda çok sancılar çekeceği anlaşılıyor. Belli ki bu kardeşlerimizin duaya çok ihtiyaçları var.

Allah tüm Müslümanlara ve insanlığa yardım etsin.

İhtiyaçlarımızı ihtiraslarımıza kurban etmemize fırsat vermesin.

Bu vesile ile İsmail Taşpınar hocamıza da ayrıca teşekkürler.

Tabi bir teşekkür de mütercim olarak Yılmaz Özdemir’e.

Dua ile!

GARİBCE

İlgili Makaleler