“Âkıle”den sigortaya bir türlü gelemedik!
“Âkıle”den sigortaya bir türlü gelemedik!
İnsan olmamız kaderimiz mi?
Anne ve babamızı seçmemiz ve içine gözümüzü açtığımız dünyamız, dinimiz, kültürümüz kader mi?
Ben neden bu kadar hızlı değişimlerin yaşandığı dönemin çocuğuyum da benim büyük büyük… büyük dedem bedavet çadırı içinde dünyaya gelmiş.
Bugünkü durduğumuz yerden baktığımız zaman Cahiliye dönemi dediğimiz devrelere tekabül eden bu dönemlerde insanlar varlıklarını nasıl sürdürüyorlardı?
İslam gelince bu kabilden kurumlara ne kadar müdahale etti?
Türk illerinde durum ne idi? Türk olmamıza rağmen fazla bilgimiz yok. Ama Arab’ın atasına ötesine baktığımızda hayat şöyle yürüyordu.
Bir kabile içinde belki bir çadırda hayata gözünü açıyordu yeni doğan. Cinsiyeti önceden bilinmediği için merakla bekleniyordu. Erkek idi ise sevinç getiriyordu. Kız idiyse yasa boğuyordu. Kız müjdesi alındığında öfkeden mosmor kesilenler az değildi. Diri diri toprağa mı gömsündü, yoksa arıyla bağrına mı bassındı? Çünkü her an çapul olabilirdi ve kızlar/ kadınlar çapulda her zaman kaybedilebilecek üyelerdi. Onlara uzanan eller, namusa uzanırdı, onlar kirlenince tüm kabile kirlenirdi.
Erkek öyle mi? Büyüyecek, at binecek kılıç kuşanacak, kabilenin şerefini koruyacak, ava gidecek avlayacak, ekecek biçecek, dağa çıkacak meyve toplayacak, baskınlar yapacak, çapullara katılacak, öc alacak… kabilenin güvenliği ona emanet edilecek…
Kabilenin erkek üyeleri arasında müthiş bir dayanışma olacak. Olur ya içlerinden biri esir düşerse fidyesini tüm kabilenin erkek üyeleri ödeyecek, hata yoluyla bir öldürme fiili işlerse kan bedelini tüm kabilenin erkek üyeleri üstlenecek, elden ayaktan düşer ve bakıma muhtaç hale gelirse, bakımını (nafaka) tüm kabilenin erkek üyeleri üstlenecek. Her erkeğin durumu böyle olacak.
İşte bu dayanışma ve güvenlik şemsiyesine Araplar “Âkıle” demişler.
Tamamen kabile esaslı ve erkek üyeler (asabe) arasında söz konusu olan bir dayanışma ünitesi.
İslam gelmiş, tamam demiş bu bize uyar! Aynen kabul etmiş ve Âkıle sistemi İslam’ın bir müessesesi oluvermiş.
Hz. Ömer gelmiş bakmış dayanışma kabile üyeleri arasından daha çok Divan’da aynı sayfada kayıtlı olan üyeler arasında. Demiş ki Âkıle divan üyeleri olmalı ve uygulamayı o şekilde sürdürmüş.
Aradan asırlar geçmiş. Esnaf kuruluşları, loncalar ortaya çıkmış. Meslekleri ile ilgili olarak kendi aralarında dayanışma sandıkları oluşmuş. Bugün pek çok oda var ve her oda kendi üyelerini güvenlik altına alma çabasında.
Sonra ülkeler tüm vatandaşlarını güvenlik şemsiyesi altına almanın gayreti içerisine girmişler.
Güvenlik çeşitli sektörler ve iş kolları itibariyle alanlara ayrılmış.
Söz gelimi trafik ayrı bir alanı oluşturmuş ve bütün trafiğe çıkan araçlar arasında bir dayanışma ve riski paylaşma anlayışı fevkalade ince istatistik hesaplara dayalı bir biçimde kurumsallaştırılmış ve trafik sigortası diye bir kurum ortaya çıkmış. Bu mecbur hale getirilmiş. Bugün herhangi bir şekilde trafik kazasına katılan kimsenin verdiği ya da uğradığı zarar tazmin edilebilmektedir. Bütün bu risklerin karşılığında belli bir ücret (prim) ödenmesi yeterli görülmektedir.
Garibce nazarında gök kubbe altında yeni bir şey yoktur. Dün adına âkıle denilen sistem adı değil amma işlevi itibariyle bugün de aynısıyla ve de gelişmiş şekliyle vardır. Kurumlaşmıştır. Bunu devletler yapabildiği gibi kâr amaçlı özel sektör de yapmaktadır.
Bizim bazı fukaha hâlâ direniyor ve bu bize uymaz diyor. Niye denilince de çünkü bilinmezlik (garar) vardır, faiz vardır, kumar vardır… gibi beş para etmez argümanlar ileri sürüyor.
Adam hayatında hiç kumar oynamamıştır, haklı olarak kumarı bilmez. Ama bilmediği bir şeye o zaman nasıl benzetir. Sen kumarı oyunda oturduğu evini, altındaki arabasını ve hatta bilmem nesini üttüren adama soracaksın ve diyeceksin ki “Hemşerim, şu sigortaya kumar diyorlar, hele bir de bakalım gerçekten kumar mı?” Adamın cevabını ben tahmin edebiliyorum, ama haydi söylemeyeyim.
Neymiş? Garar (bilinmezlik) varmış… Yanlış yere bakarsan elbette öyle göreceksin. Bir kere doğru yere bakılmalı. Bu akdin konusu tamamen güvence elde etmektir. Hasar olursa tazmin edilecek, edilmezse bir şey lazım gelmeyecek. Her halükarda primler ise ödenecek. Dolayısıyla bu akitte akdin özelliği itibariyle konu “güvence”dir ve bu alınmıştır verilmiştir, sigorta şirketi primlerini almış buna mukabil sigorta yaptıran da güvence almış riski sıfırlayarak mal emniyetini sağlamıştır.
Neymiş? Kadere razı olmamakmış… Tedbir almak ne zamandır kadere rıza göstermemek olmuştur? Dün deve sağlam kazığa bağlanınca ancak gerçek tevekkül yapılıyordu. Bugünün sağlam kazıkları artık güvence veren akitler olmaktadır.
Güvenlik ile ilgili riskler o kadar çoğalmış ve çeşitlenmiştir ki maşallah, tevekkeltü alallah diyerek, yâ hâfız levhası asarak ayetelkürsi okuyarak bu riskler savulmaz olmuştur. İnsanlar yine okusunlar, yine sığınsınlar… ama tedbirlerini aldıktan sonra.
Duran hocanın kızının düğününe gitmiştik. Hafız İhsan hocanın arabasıyla dönecektik. Kerim Abi ile ben önden ilerleyerek daha önce arabanın yanına vardık. Üsküdar sahilinde yol kenarına sırayla park edilmiş arabalar ve hepsinin camına tutuşturulmuş park yasağı ihlali sebebiyle ceza makbuzları var. Kerim Abi hemen göstermeden makbuzu aldı ve arabaya bindik. Kerim Abi takılmaya başladı. İhsan hocaya: “Hocam!” dedi. “Bütün arabaların önünde ceza makbuzu vardı. Bak seninkinde yok. Bu nasıl oluyor?”.
İhsan Hoca kendinden gayet emin: “Biz” dedi “arabayı koyarken ayete’l-kürsiyi okuyoruz, daha kimse dokunmuyor!”.
Kerim Abi ve ben eve varıncaya kadar İhsan hocaya takılmaya devam ettik. “Hocam ne okudun? Kaç defa okudun? Etrafına üfürdün mü…? Daire içine mi aldın?” gibi sorularla tadını çıkardık. Nihayet eve varıp da inince Kerim Abi makbuzu uzattı ve: “Buyur! dedi. Arabanın ceza makbuzu!”
Hepimiz çok gülmüştük.
Belli ki bu kez İhsan Hoca’nın okuyup üfürmesi işe yaramamıştı.
Biz Allah’ın Rezzak olduğuna inanırız. İş yerlerimize “er-Rızku Alallah!” levhası asarız. Ama hiçbirimiz, bu imana güvenle rızkımızı ağzımıza koyması için tembel tembel beklemeyiz.
Neymiş efendim? Bilinmezlik ve cehalet varmış. Bunların hiçbiri âkıle sisteminde, mevlâl-muvâlât akdinde mevcut bulunan bilinmezlikten, garardan… fazla değildir.
Mevla’l-muvalat şudur: Hiç kimsesi olmayan bir kimse size geliyor ve diyor ki: “Gel aramızda bir anlaşma yapalım. Ben bir cinayete karışırsam diyetimi sen öde! Ben ölünce de ne malım olursa varisim sen ol!”
Bu akdi fukaha caiz görüyor.
Onlar o gün için nasıl caiz idiyse, bugün de bu kurumlaşmış yapılar caiz olacaktır. Bir kurumun adı ya da şekli çok da önemli değildir. Önemli olan onun işlevidir, icra ettiği fonksiyondur.
Dün olduğu gibi bugün de insanlarımızın huzurlu ve güven içinde olmasını sağlıyorsa, dünün kurumlarını benimseyip sahiplenen İslam, bugünün kurumlarını neden yok saysın, hatta mahkum etsin.
Bize lazım olan huzur ve güven. Bunu dün büyük büyük babalarımız âkıle kurumu ile elde etmişler ve benimsemişler. Biz de bugünün çocukları olarak âkılemizi asabe ile nasıl belirleyebiliriz. Asabe mi kaldı. Kabile mi var?
Allah kimseyi yoksul düşürmesin. İçimizden biri yoksul düşse yakınlarından hiçbiri elini uzatmıyor, gene yükü devlet ve devletin oluşturduğu sosyal kurumlar üstleniyor. Gerçeklik bu. Nice zengin insanların yakınları yoksulluk içinde hayatlarını yaşıyorlar.
Hal böyle iken dünkü işlevleri daha rafine edilmiş kurumlar olarak ortaya çıkan ve üstlenen sigorta vb. kurumları mahkum etmek esasen burada anlatmaya çalıştığımız aşamaları takip edememek ya da hesaba katmamak anlamına gelir.
Dün güvenlik önemliydi ve bunun için erkeklerin kavvamlığına ihtiyaç vardı.
Bu gün de güvenlik aynı derecede önemlidir. Ancak artık bu kurumlar yoluyla karşılanıyor. Askeriye ve emniyet teşkilatı profesyonel güvenlik hizmetlerini üstlenmiş durumdalar. Bunlar artık para ile satın alınan hizmetler olmuştur/ olmalıdır. Bunların yetişemediği yerlerde özel güvenlik şirketleri devreye girmiş bulunmaktadır. İnsanlar bunlara önemli aidatlar ödüyorlar. Ne için? Güvenlik için?
Peki bu caiz oluyor da aynı güvenlik saikıyla sigortaya prim adıyla ödenen meblağlar niye caiz olmuyor?
Görüldüğü gibi deveye neden boynun eğri demişler, nerem doğru ki demiş.
Doktorlar tanı koyacakları zaman kitaplardan değil, hastadan hareketle tanı koyarlar ve reçete yazarlar.
Bizim bir kısım fukaha ise kitapta ne yazdığına bakıyor. Hareket noktası olarak onu görüyor. Oysa gerçeklik dışarıda, karşımızda, hayatın içinde hem de çırılçıplak bir vaziyette duruyor.
Biz sağlıklı tanıyı, işe hastadan başlayan doktor gibi olgudan hareketle başlarsak koyabiliriz. Verdiğimiz hükümler hayat içinde karşılığı olacağı için kabul görür. İnsanları İslamlık dairesi içinde o zaman daha kolay tutabiliriz.
İslamlığı, yapıp ettiklerimizin ahlakîliği ile ortaya koyamazsak, dar kalıplar içinde birtakım görünürlüklere indirgemek gibi bir sonuca müncer oluruz.
Sadece görünürlük üzerinden ortaya konulan bir İslam bize huzur getirmez.
Hz. Peygamber kendi çağının genel geçer kurumlarını ipka etti. Ne pazara karıştı, ne dinar ve dirheme.
Buna mukabil “Verdiğiniz sözlere riayet edin!” dedi.
“Kimseyi aldatmayın. Ölçü ve tartıda hile yapmayın!” dedi.
Ölçü ne idiyse gene o oldu. Tartı ne idiyse gene o olarak kaldı.
“Bizi aldatan bizden değildir!” dedi.
Hayatın içinde öteden beri yürümekte olan kurumların işlerliğine ahlakîliği getirdi.
Haddizatında insanlığın vicdanında mahkum olmuş zulümlere yol vermedi. Onları kaldırdı. Kan davasını ayaklar altına aldı. Sömürüye yol açan tefeciliğe son verdi. “Ne zulmedin ne de zulme uğrayın!” dedi.