İslam ahkâmında talil ve taabbudîlik (sabitlik ve değişkenlik)
İslam hukuku, kaynak itibariyle ilahîdir. Son dine dayalı olması hasebiyle bu hukukun da (fıkıh) kıyamete dek ve bütün iklimlerde geçerli olması bir önkabuldür.
Zaman ve mekanın değişikliği ve buna bağlı olarak da ortamların, şartların değişik olacağı kaçınılmazdır. Hal böyle iken bir hukukun başkalaşmadan bu değişimlere ayak uydurması ve kendisi kalarak insanların her zaman ve mekandaki ihtiyaçlarına karşılık verebilmesi mümkün müdür?
Bunun için sabitlik ve değişkenliğin kendi bünyesi içinde dengelenmesi ve birini diğeri içinde yok etmeden bunları dengeli bir biçimde gözeterek kıyamete kadar hayatın içinde tutulması için çaba gösterilmesi gereği vardır.
Fıkhın bu mahiyeti alabilmesi için pergel örneğinde olduğu gibi bir ayağının sabit, diğer ayağının ise olabildiğince açılabilen ve gezen bir yapıda olması lazımdır.
İslam ahkamında bu iki özelliği karşılayan karakteristik özellikler vardır. Pergelin sabit ayağına denk düşen kısma taabbudî hükümler, açılım yapan ve dolaşabilen ayağına da talilî hükümler diyebiliriz.
Taabbudî hükümler sabiteleri oluştururken, talilî hükümler de değişime imkan verir. İslamın hayat içinde ahkam olarak kıyamete kadar bekası ancak bu anlayış ve şartlarla mümkündür.
Taabbudîlikten maksadımız, dinin buyurduğu ancak gerekçesini akılla kesin böyledir diyebileceğimiz tarzda ortaya koyamadığımız hükümlerdir.
Talilîlik ile de gerekçesi akılla kavranabilen ve aynı gerekçe sebebiyle emsallerine de uygulanabilir özellik taşıyan, gerekçesi kalmadığı için artık kendisine de mahal kalmayan hükümleri kastederiz.
Mesela abdest ve gusül birer taabbudî hükümlerdir. Çünkü sebebini ve hükümlerini akılla izah etmek mümkün değildir. Söz gelimi abdestte neden yüzümüzü, kollarımızı ve ayaklarımızı yıkarız da başımızı meshederiz. Abdesti gerekli kılan şey namazı kılma iradesidir. Fakat abdestsizliği gerektiren sebep önden ve arkadan çıkan şeylerdir. Bu mahallerin, çıkan şeyler yüzünden yıkanması akılla anlaşılabilir bir durumdur. Maddî anlamda temizlik bunu gerektirir. Bunu yapmayan dinli dinsiz dünyada hiç kimse de yoktur. Yunus “Yetmiş iki millet dahi Elin yüzün yumaz değil” derken muhtemelen bunu kasteder. Fakat buradan çıkan şeyler sebebiyle yüzün, kolların ve ayakların yıkanması, başın da sıvazlanması ve bunun bir (tür) ibadet olması akıl ile izah edilebilecek bir durum değildir.
Öbür taraftan erlik suyunun (meni) gelmesi durumunda bu kez boyabdesti (gusül) gerekli olmaktadır. Eğer gusül, çıkan şeyin necaseti sebebiyle ise, idrar meniden çok daha ağır bir necasettir. İdrar çıkınca abdest yeterli olurken, meni gelmesi halinde boy abdestinin ancak temizlenmiş olmak için yeterli olacağı gerçekten ne kadar akıllı da olsak akıllarımızla izah edebileceğimiz şeyler değildir. Hikmet sahibi Yüce Rab emir buyurmuş, sevgili peygamberimiz bize duyurmuş ve kendi örnekliği üzerinden de bize öğretmiş, artık bir mümin olarak bize onu aynen rol model (üsve-i hasene) peygamberimizden gördüğümüz gibi yapmak düşer.
Bu ve benzeri taabbudî konularda hükmün gerekçesini (illeti) bilemeyişimiz, bu hükümlerin genel olarak hikmetlerini kavrayamayacağıımz anlamına da gelmez. Elbette bu hükümlerin çok genel bir şekilde de olsa kavrayabileceğimiz hikmetleri ve yararları mevcuttur. Nitekim tarafımızdan tercüme edilmiş olan Şah Veliyyullah ed-Dihlevî’nin Hüccetullah’il-bâliğa’sı gibi yazılmış eserler bu gibi konulara dairdir. Ancak bu türden söylenecek sözlerin, hükme kesin bir gerekçe teşkil ettiğini söylemek asla mümkün değildir. O yüzden de bu hükümler, ne kadar emsal de gözükse başkalarına sirayet etmez, sadece mevridine masruf olur.
Öbür taraftan söz gelimi adet halinde iken cinsel ilişkinin hükmü belirtilmiş ve gerekçesinin de “ezâ” olduğu çok açık ve net olarak bizzat nassın kendisi tarafından belirlenmiştir. İlişki yasağının belirlenen bu illete bağlanmış olması akıl ile çok kesin bir biçimde kavranabilecek bir durumdur. Bu durumda biz bu gerekçeden hareketle benzer ezânın söz konusu olduğu durumlara, söz konusu ilişki yasağını taşıyabilir, hükmün sirayetini sağlayabiliriz. Bu anlayıştan hareketle loğusa kadın ile cinsel ilişki hükmünün haram olması sonucunu da çıkarabiliriz. Çünkü adet halinde iken ilişki yasağının illeti olan eza, aynısıyla belki fazlasıyla loğusa kadın ile ilişkiye girme durumunda da mevcut bulunmaktadır.
Konuyla ilgili çok daha yaygın olarak verilen örnek şarabın haramlığı hükmünden, sarhoşluk veren diğer içkilerin de içiminin haram olduğu sonucuna ulaşılmasıdır.
Böylece Şâri’in maksatları arasında belirlenmiş olan insanlığın akıl sağlını koruması maksadı hem yatay boyutta bütün iklimler için, hem de dikey boyutta bütün zamanlar için bu sirayet edici özellik sayesinde gerçekleştirilmiş olur. Eğer Allah sadece “Hamr”ı yani şarabı haram kılmıştır, yasak sadece ona özgedir, başka içkileri kapsamaz deseydik, o takdirde Şari’in asıl maksadını ıskalamış olur ve en son ve bütün insanlığa hitap etmekte olan bu dini ve onun hukukunu sadece doğduğu zamana ve iklime münhasır kılmış olurduk.
Din, amaçları gerçekleşiyorsa vardır. Yoksa ilk nüzul ortamındaki belli birkaç şekli muhafaza ile çağlar üstü bir hal alması mümkün değildir.
Öbür taraftan yine bu anlayıştan hareketle artık gerekçesi kalmadığı için hükümlerin işlevsiz kalması da söz konusudur. Hz. Peygamber’in şahsına ve zevcelerine ait hükümler, müşrik Araplara ilişkin hükümler, müellefe-i kulûb uygulaması gibi örnekler bu meyanda hatırlanabilir.
Yine bu anlayıştan hareketle belli bir amacı gerçekleştirmek için konulmuş olan araç hükümlerin, aynı amacı gerçekleştiren yeni ve daha etkili araçların ortaya çıkması halinde yerlerini bu yeni araçlara bırakması da öyledir. (Deve yerine arabaya binmek, sözün naklinde insanların tekrarlaması yerine mikrofon/megafon kullanmak gibi, savaş teknolojisi olarak at beslemek yerine ya da yanında modern etkin savaş araç gereçleri, atılarak kullanılan füzeler vb. edinmek gibi. Bu gibi örneklere kimsenin itirazı olmadığı için parantez içine alınmıştır ) Kendi aralarında fuhuş suçu irtikap eden kadınların evlerde hapsedilmesi yerine ıslah evlerinde rehabilite edilmeleri, aile içi sorunları çözmede başvurulan araçlar arasında üçüncü sırada yer alan darb aracının yerini aile terapilerinin alışı ve iletişim ile bu gibi sorunların daha güzel bir biçimde çözüldüğünün anlaşılması üzerine darb’da ısrarlı olmamak ve bu gibi yeni araçlara iltifat etmek, hatta artık bu yeni araçları gerekli görmek gibi.
İnsanlar bu konuda gereğinden fazla hassastırlar. Kimileri bu gibi araç değerlere şiar anlamı yükleyerek İslam ile bunları özdeş hale getirirler ve bunlar varsa İslam da var, bunlar yoksa İslam da yoktur gibi bir tavır içinde olurlar.
Furuun usulün yerine geçmesi sorunsalı/ sendromu da denilebilir buna.
Söz gelimi hırsızlık suçu işleyene ceza olarak tek seçenek el kesme diyorsan, şeriatçı, yok mesela Osmanlı’nın yaptığı gibi “At, katır ya da merkep uğurlayanın elin keseler yahut şu kadar akça cürüm alına!” diyorsan yani buna bir araç değer olarak bakıp onun yanına ya da onun yerine başka şeylerin de ikame edilebileceğini, bunu zaman ve zeminin, Müslümanların genel maslahatının belirleyebileceğini söylüyorsan işte o zaman senin din ve imanla hiç bir ilişkin kalmıyor demektir.
Tabii, biz İslam fıkhını hayatın içinde yaşamıyoruz, kitaplarda okuyoruz. Kitaplar da daha çok hicrî altıncı yedinci asırlara ait. Daha öceki ve sonraki tarihlere ait olanları da var. O vakit aynı zamanda hayatın içindeki hukuk da olan hükümler, kitaplara derc edilmiş ve satırlarda aynen yazıldığı gibi duruyor. Oysa hayat hariçte devam etmiş. Olguların kimisi sabit kalmış, kimisi değişmiş. En yakınımıza ait Osmanlı dönemi altı yüz yıllık bir huzur ve istikrarın adı olmuş. Peki, bunca farklı coğrafyada ve asırlar boyu bunlar bu işi nasıl götürmüşler. el-Mergînânî’nin yazdığı hal üzere mi? Hayır. Yeri geldiği zaman “elin keseler yahut…” diyerek evet yahut diyerek bunu başarmışlardır.
Bugün hayatın mesulleri biz olsaydık o zaman bizim bakışlarımız da elbette farklı olurdu. Çok uzağa gitmeyin. On dokuzuncu asrın son çeyreği ile yirminci asrın ilk çeyreği arasında cereyan eden bizzat kaynağı şeriat olmak üzere Kanunlaştırma faaliyetlerine, söz gelimi Mecelle’ye ve hemen arkasından Mecelle Tadil Komisyonunun kararlarına ve özellikle de 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnamesi’ne ve arkasından aynı çizgide olan 1923 ve 1924 tarihli her ikisi de Şeriyye ve Adliye encümenlerinden geçmiş ve meclise kadar gelmiş olan Aile Hukuku ile ilgili Kanun Tasarıları’na bakın.
Eğer gerçekten bu uygulamalara ibretle bakarsak nasıl, giderek ivme kazanan bir biçimde değişikliklerin yaşandığını ve fıkhımızın yeni kisvelere büründüğünü göreceğiz.
Keşki o süreç devam edeydi! Ama etmedi.
Bunun tek suçlusunun Batı yanlısı güçlü siyasî irade olduğunu söylemek, suçu biraz da başkalarının üzerine atmak demek olur.
İşin bu hale gelmesinde ulemanın hiç mi kusuru yoktu.
Hayatında hiç köyünden çıkmamış bir Anadolu genci İstanbul’a gelmiş ve ilk kez denizi görmüş. Arkadaşlarına tarif ediyormuş: “Emmimgilin kazanıyla ben diyeyim kırk kazan sen de elli kazan!”
Galiba bize lazım olan biraz da ufuk!
Uygulamaların tarihi ve bu arada Osmanlı uygulamalarının çok iyi bilinmesi gerçekten ufuk açıcı olması bakımından çok değerli. Türk illerinde ve Hint kıtasında yaşanmış tecrübelerden tamamen habersiziz.
Bu alanlarda da yeterli çalışmalar yapılmalı ve sürdürülmeli.
Kitaplar artık, içine gömülerek okunmamalı.
Arada bir kafa kaldırılıp, ne olup bittiğine dair, okuduklarımızın hayatta karşılıklarının bulunup bulunmadığına dair bakışlar da yapılmalı.
Garibce