B) İbadet Hayatı ve Hukuktaki Yeri.
Hz. Peygamber’in, içinde yetiştiği toplumun dinî telakkilerinin merkezinde yer alan çok tanrı inancından ve putlara tapma gibi ritüellerden baştan beri uzak durduğu, peygamberlik öncesinde Kabe’yi tazim gibi İslâm’daki ibadet anlayışına paralel dinî davranışlarda bulunduğu bilinmektedir. Onun vahiy almadan önceki dönemde geçmiş peygamberlerden birinin dinine göre amel etmekle yükümlü olup olmadığı meselesi İslâm âlimlerince geniş biçimde tartışılmıştır. Hz. Muhammed’in tâbi değil metbû sayıldığı gerekçesiyle buna olumsuz bakanlara karşılık bazı delillerden hareketle ve Âdem. Nûh, İbrahim, Mûsâ, îsâ isimlerini tasrih ederek belirli bir peygamberin dinine uyduğunu ileri sürenler yahut izlediği yolun bütün peygamberlerin dinine uygun olduğunu söyleyenler de vardır. Birçok usulcü ise aklen mümkün görünse de böyle bir mükellefiyetin fiilen varlığı konusunda delil bulunmadığı için bir hüküm belirtmenin doğru olmayacağı kanaatindedir. Resû-lullah’ın hayatını inceleme ve değerlendirme açısından önem taşıması bir yana, muayyen bir naklî bilgiye değil değişik naslardaki ifadelerin yorumuna dayanan bu görüş ve tartışmaların bizzat Resûl-i Ekrem’in yükümlülüğü açısından pratik sonucunun bulunmadığı genellikle kabul edilir. Bu konunun fıkıh usulündeki asıl önemi ise Kitap ve Sünnet’te anılan, fakat yürürlükte bırakıldığı veya kaldırıldığı bildirilmeyen önceki İlâhî dinlere ait hükümlerin müslümanlar bakımından da kaynak değeri taşıyıp taşımamasıyla ilgilidir.[517]
Kur’ân-i Kerîm’de kendisine itaatin Allah’a itaat etmek gibi olduğu ve Kur’an’ı insanlara açıklamakla görevlendirildiği bildirilen Hz. Muhammed’in [518] teşri” içerikli söz. fiil ve onaylarının kitaptan sonra ikinci ana kaynak sayılması, ibadetlerin yanı sıra hukukî İlişkiler alanına ait meselelerin hükümlerini delillerden çıkarma işini üstlenen fıkıh ilminin bütün İslâm âlimlerince kabul gören temel ilkelerinden biri olduğundan, Resûl-i Ekrem’in hayatının peygamberlik sonrası dönemi İslâmiyet’teki ibadet ve hukuk ahkâmı bakımından özel bir önem taşır. Usûl-i fıkıhta bu anlamıyla sünnet delili çok geniş biçimde incelenmiştir. Hadislerin rivayetiyle ilgili meseleler yanında değişik sünnet türlerinden ve özellikle Hz. Peygamberin fiillerinden farklı mânalar çıkarılabilmesi olgusu ve sünnetin kitap delili karşısındaki konumu etrafında gelişen metodolojik tartışmalar bu konuda zengin bir literatürün oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bu arada Resûlullah’ın teşri’ içerikli tasarruflarının peygamber sıfatıyla yahut hâkim veya devlet başkanı gibi bir sıfatla işlenmiş olması da bunlara bağlanacak sonuçlar açısından önemlidir. Doğrudan peygamberlikle ilgisi bulunmayan ordu düzeni, meyve ağaçlarına aşı yapılması gibi konularda Resûl-i Ekrem’in kendi bilgi ve tecrübesine göre kararlar verdiği hususu genel kabul görmekle birlikte onun şer’î hüküm kapsamına giren meselelerde ic-tihad yoluyla -vahiy almadan- açıklama yapmasının mümkün olup olmadığı hususu tartışılmıştır. Şer’î hüküm ve re’y kavramlarının tanım ve kapsamıyla ilgili görüş farklılıklarının etkisi altında cereyan eden bu tartışmalarda iki temel yaklaşımdan biri Hz. Peygamber’in ictihad yoluyla bir şey söylemediği, diğeri de bunun mümkün olduğu yönündedir. Hatta ikinci grupta yer alan Hanefî usulcüleri-ne göre Resûl-i Ekrem gerektiğinde ictihad etmekle görevlidir ve bu konuda ümmetine örnek teşkil etmiştir. Bununla birlikte onun içtihadı vahyin kontrolünde olmasıyla başkalannınkinden ayrılır; diğer bir ifadeyle onun ictihadla ulaştığı sonuçlar vahiyle düzeltilmemişse isabetinde tereddüt kalmaz ve vahiyle sabit hükümler gibi hüccet kabul edilir.[519]
Hz. Muhammed’in sîreti. ibadet kavramının “Allah’ın hoşnutluğunu kazanma çabası içinde olma ve bu maksatla yapılan iradî davranışlar” şeklindeki geniş anlamı esas alınarak incelendiğinde onun bütün yaşantısının bu amaca yönelik olduğu görülür. İbadetin “yaratana saygı, sevgi ve itaatin simgesi olan belirli davranış biçimleri” mânası esas alındığında ise onun başta namaz, oruç, zekât ve hac olmak üzere bu kapsama giren ibadetlerle ilgili söz. uygulama ve davranışlarının özünü ve amacını Allah’a tam bir teslimiyetle, içtenlikle, sırf O’nun rızasını gözeterek, vahiyle bildirilenlere sadık kalarak kulluk yapma ve ruhu arındırma çabası içinde olma şeklinde ifade etmek mümkündür. İbadetin şekli konusunda Resûlullah’ın kendisinin örnek alınmasını istemesi [520] dar anlamıyla ibadetin vahyin sınırları içinde kalması gerektiği hususunda bir uyandır. Resûl-i Ekrem cemaatle namazı teşvik etmiş ve ashabına bizzat imamlık yaparak bu konudaki örneklik misyonunu hayatı boyunca sürdürmüştür. Birçok hadisinde genel olarak temizliğin ve manevî arınmanın önemini vurguladığı gibi bazı ibadet şekillerinde beden, elbise ve ibadet mahallinin maddî temizliğinin, ayrıca bir çeşit ibadet temizliğinin (hükmî temizlik) şart olduğunu bildirmiştir.[521] Hz: Peygamber’in günlük yaşayışını inceleyen eserlerde ibadetlere ilişkin uygulamalarına da geniş yer verilmiş olup bunların müslümanlar açısından ne anlam ifade ettiğini belirlerken onun İbadet hayatını bir yandan peygamberlik görevinin, öte yandan şükreden bir kul olabilmenin [522] icapları arasında dengeleyerek düzenlediği göz ardı edilmemelidir. Nitekim Hz. Muhammed’in bu alandaki bazı uygulamalarının ümmeti için bir ölçü sayılmadığı veya aynı hükmü taşımadığı naslarda ifade edilmiştir. Meselâ visal orucu ümmeti için caiz değildir ve ona farz olan teheccüd namazı ümmeti bakımından nafile ibadetlerdendir. Diğer taraftan Resûlullah’ın ibadetlere ve günlük yaşantıya ilişkin uygulamalarından bunların dinî bildirim içermekle birlikte vücûb düzeyinde bağlayıcı olmadığı sonucuna ulaşılanlar teklifi hüküm terminolojisinde mendup kavramıyla, Hz. Peygamber’in verdiği önem derecesine göre de sünnet-i müekkede, sünnet-i gayri müekkede, mendup. müstehap gibi kavramlarla ifade edilir. Fakat hacdaki bir kısım uygulamalarında görüldüğü gibi bir ibadetle ilişkili olan bazı fiilleri bir kısım âlimlerce ibadet amaçlı sayılırken bazıları tarafından başka gerekçelerle açıklanmıştır. Bu arada Resûl-i Ekrem’in teşrîî otoritesi ibadetler kapsamında mütalaa edilen helâl-haram meseleleri açısından değerlendirilirken kendisinin dünya nimetlerinden haz alan ve buna bağlı tercihlerde bulunan bir beşer olduğu da [523] göz ardı edilmemelidir. Bu sebeple usul âlimlerince, onun sırf beşer olarak İşlediği fiillerin yükümlülük ifade eden şer’î hükümlere dayanak kılınamayacağına, ancak mubahlık hakkında özel delil sayılabileceğine, bütün terklerinden de haramlık sonucunun çıkarılamayacağına dikkat çekilir. Hz. Peygamber’in, sofradaki yemeğin kızarmış bir keler olduğunun açıklanması üzerine yemekten vazgeçtiğini farkeden ve onun haram mı olduğunu soran sahâbîye, “Hayır, bizim yörede bulunmaz, hoşuma gitmediği için yemiyorum” cevabını vermesi [524] bu hususu desteklemektedir. Resûlullah’ın bu alandaki bildirimlerinden ve ümmetine örnek olmak üzere yaptığı uygulamalardan çıkan önemli bir sonuç da şudur: İbadet hükümlerinde insana gücünün üstünde bir görev yüklenmemesi, kolaylık ve kolaylaştırma temel ilke olmakla birlikte kişinin de belirtilen çerçevede kalan yükümlülüklerin aşkın bir kaynaktan geldiği, yüksek hakikat ve hikmetler içerdiği inancını koruyarak tam bir teslimiyet içinde bulunması ve bunların meşakkatini bir külfet değil yüce varlığa kul olma hazzını tattıran görevlerin tabii uzantısı şeklinde telakki etmesi gerekir. Nitekim Hz. Peygamber, bazı dinî yükümlülükleri ağır bulan ve İslâmiyet’e şartlı olarak girmek isteyen kişilere ve gruplara tâviz vermemiş, sadece onların içinde bulunduğu şartlara göre geçici kolaylıklar sağlamıştı.[525]
Diğer taraftan müslümanların Resûl-i Ekrem’e karşı vecîbeleri kapsamında bazı özel hükümler vardır ki bunların bir kısmı onun hayatından sonrası için de yürürlüktedir. Meselâ Peygamber’e itaat ve sevgi ilkesi sahâbîleriyle sınırlı olmayıp bütün müminler için geçerli ve önemlidir. Salavat getirerek onun İçin dua edilmesi ve ona olan sevgi ve bağlılığın değişik vesilelerle tazelenmesi emir ve tavsiye edildiği gibi [526] fıkhî hükmü hakkında mezhepler arasında farklılıklar olsa da- namazların her oturuşunda diğer sâ-lih kullarla birlikte Peygamber’in özel olarak selâmlanmasın! içeren Tahiyyat duasının okunması [527] ve bazı namazların ilk oturuşuyla bütün son oturuşlarda Resûlullah’ın yanı sıra İslâmiyet’in tebliğinde seçkin bir yere sahip olan ailesine salât okuyarak [528] minnetle anılması namazın tâli unsuru sayılmıştır. Bu kapsamdaki hükümlerin bir kısmı ise sadece belirli bir süre uygulanmış veya onun yakın çevresindeki müminleri muhatap almıştır; ancak bunlardan çıkan sonuçlar da bütün müslümanlar için önem taşır. Meselâ Hz. Peygamber’le özel görüşme yapmak isteyenlerden hali vakti yerinde olanların fakirlere bağışta bulunması emrinin [529] asıl hedefi gerçekleşince tasadduk hükmünün bir kural halinde işletilmesine gerek kalmamıştır. Fakat müslümanların böyle bir tecrübe yaşamaları, geride bir yandan Resûl-i Ekrem’in nezaketine ve insanları incitmemek için gösterdiği hassasiyete dikkat çeken, öte yandan imkânı olanların ihtiyaç sahiplerini sürekli gözetme vecîbesine vurgu yapan öze! bir mesaj bırakmıştır. Resûlullah’ı ziyaret ederken, onun hu-zurundayken ve ona hitap ederken âdâb-ı muaşerete uyma hususunda daha özenli davranılmasını emreden, onu üzecek hareketleri yasaklayan ve onu incitmeyi Allah’ı incitme gibi niteleyen âyetler de [530] şeklen onun hayatıyla sınırlı hükümler içermekle birlikte, bunların bütün müminler için peygamberlik makamına ve Resûl-i Ekrem’in hâtırasına gösterilmesi gereken saygı hususunda dikkatli olunması mesajı taşıdığı açıktır.
İslâm tebliğinin temel ilkelerinden olan tedrîcîlik uyarınca hukukî ilişkiler alanındaki bozuk yapının ıslahı için önce inanç ve ahlâk temellerinin hazırlanmasına ağırlık verilmiş, bu alanda toplu bir düzenleme yapma cihetine gidilmemiştir. Hz. Peygamber’in Medine’ye yerleşirken oradaki yetkililerin katılımıyla oluşturduğu esas teşkilât içerikli metin, bir yandan dışa karşı tek bîr yönetici tarafından temsil edilecek siyasî birliği tescil ederken öte yandan müslümanların kendi içinde bağımsız bir sosyal yapı teşkil ettiklerini, dolayısıyla Mekke dönemindekinden farklı olarak hukukî yaptırımları olan kurallar döneminin başladığını gösteriyordu. Günümüze ulaşan bu yazılı belgeden Hz. Muhammed’in, yeni kurulan siyasî birliğin başkanı ve içeride farklı gruplar arasında çıkabilecek ihtilâfların nihaî yargı mercii olduğu anlaşılmaktadır ve uygulama da bu yönde gerçekleşmiştir. Müslümanlar bakımından yapılacakyeni hukukî düzenlemelerin vahye dayanması esas olduğundan teşri” erkinin merkezinde Resûlullah’ın yer alması tabii idi. Kaldı ki. Hz. Peygamber’in ve onun sağlığında sahabenin ictihad ettiğini kabul edenlere göre de, Resûl-i Ekrem’in bu içerikteki İcti-hadî görüşleri doğrudan ilâhî vahiyle ve Peygamber’in muttali olduğu sahabeye ait ictihadlar onun tarafından düzeltil-memişse neticede vahiy kapsamında sayılmaktadır. Yargı ve yürütme erklerinin işletilmesi ise Resûlullah’ın bizzat yetki kullanması veya başkalarını yetkilendirmesi yoluyla gerçekleşmekteydi.
Hz. Peygamber’in hukukî ilişkiler alanında tebliğ ettiği ilke ve hükümlerle ortaya koyduğu Örnek uygulamaların ortak hedefi daha çok belli kişi ve grupların menfaatlerini korumaya yarayan, bilgisizlikten beslenen, taklide dayalı bozuk yapının değişmesi yönünde bir zihniyet inkılâbı gerçekleştirmek; ilâhî iradeye aykırılık taşımamak şartıyla adalet ve maslahatın dengelenmesine dayalı bir meşruiyet anlayışı tesis etmek; İnsanın insan olmaktan kaynaklanan değerlerini korumak: yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkilerde hukuku hâkim kılıp keyfîliği önlemek; barışı, zulüm ve zorbalığa karşı tavır koymayı esas alan bir milletlerarası ilişkiler düzeni kurmak şeklinde özetlenebilir. Eskiye ait her şeyin sökülüp atılması amaçlanmadığından Resûlullah’ın getirdikleriyle İslâm öncesi döneme ait olanlar arasındaki ilişki hep ilga yönünde olmamış, İslâm teşriinin ilkeleriyle çatışmayan, toplumda köklü yer tutmuş kural ve kurumların önemli bir kısmına dokunulmamış veya değişiklikler yapılarak korunmuştur. Bazı kavâid müelliflerinin İbadetler ve hukukî ilişkiler alanındaki bütün sonuçlan kuşatıcı nitelikte kabul ettiği beş temel prensip, kitabın yanı sıra Hz. Peygamber’in birçok söz ve uygulamasından destek alır. Bunlardan Me-celle’öe, “Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir [531] “Zarar izâle olunur [532] şeklinde ifade edilenler özellikle Resûlullah’ın cevâmiu’l-kelimden (veciz sözler) sayılan, “Ameller ancak niyetlere göredir” “Zarar vermek de zarara zararla mukabele etmek de yoktur [533] mealindeki hadislerine dayandırılır. Hakkında özel düzenleme bulunmayan durumlarda örf ve âdetin hakem rolü üstleneceğini belirten, “Âdet muhakkem-dir” kaidesi de [534] yukarıda temas edilen sosyal gerçekliklerin dikkate alınması yönündeki teşri” siyasetinin özlü bir ifadesidir. Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği hükümlerin ve gerçekleştirmeyi hedeflediği zihniyet inkılâbının doğru anlaşılabilmesi açısından onun olumsuz bulduğu davranışlar hakkındaki sözlerini bizzat kendisinin onları yapmama şeklindeki uygulamalarıyla pekiştirmesinin ayrı bir önemi vardır. Meselâ kölelik bir hamlede ve kesin biçimde kaldırılmamakla birlikte Kitap ve Sünnet’te bu kurumun tedricen kalkmasını sağlayacak düzenlemelere yer verilmiş, Resûl-i Ekrem de kölelere iyi muamele edilmesini, hatta onlara ailenin bir ferdi gibi davranılmasını ısrarla istemiştir.[535] Bizzat kendisinin peygamberlik öncesinde hediye edilen köleyi azat etmesi ve daha sonra bu tavrına sahip çıkması, Medine döneminde köle edinme imkânları varken bu yola tevessül etmediği gibi hukukî yollarla mülkiyetine geçen köle ve cariyelerini de uzun süre bu statüde tutmayıp tamamını hayatta iken azat etmesi [536] onun insanın özgürlüğüne verdiği değer hakkında önemli mesajlar içerir. Yine, evlilikte karşılıklı hak ve ödevlere riayetin önemini belirtmekle birlikte sosyal gerçeklik olarak kadının mağduriyetini dikkate alan Resûl-i Ekrem erkekler hakkında en iyi olmanın ölçütünü eşine iyi davranma şeklinde belirlemiş, kendisi de birçok evlilik yapmış olmasına rağmen hiçbir eşine nezaket sınırlarını aşan bir muamelede bulunmamış [537] aile kurumunun kadına değer verilmesi esasına dayalı olması gerektiği hususunda kesin bir tavır ortaya koymuştur. Aynı şekilde öç almanın tutku haline geldiği bir toplumda yetişmesine, kendisini intikam almaya yöneltecek şartların bulunmasına rağmen hayatı boyunca kişisel bir öç alma yoluna girmemiş, intikam konusundaki olumsuz bakışını.[538]
İbadetlerde olduğu gibi hukuk alanında da Hz. Peygamber’e özgü birtakım hükümler bulunduğu ve naslarda onun konumuna özel atıflar yapıldığı görülür. Kendisine bir imtiyaz tanınmasının söz konusu olmadığı bu hüküm ve atıflarla onun peygamber veya devlet başkanı sıfatına, dolayısıyla görevinin yüklediği ağır sorumluluğa yahut bu konumunun müminler tarafından iyi algılanması gereğine dikkat çekmenin amaçlandığı anlaşılmaktadır. Nitekim torununun zekât hurmalarından bir tane almasına bile müsaade etmeyip zekât gelirlerinin kendisine ve ailesine helâi olmadığını belirtirken [539] aynı zamanda yönetimi kendisine verilen kamu mallarının şahsî serveti olmadığını da anlatmış oluyordu. Yine zekât dışındaki devlet gelirlerinden pay alma konusunda yetkisini kullanırken asgari geçim şartlarını esas almış ganimeti, diğer peygamberler gibi o da ailesine zikre değer maddî bir miras bırakmamıştır. Buna karşılık kamu malına göz dikenlerin yüklendiği ağır vebale dikkat çektiği, aldatma yoluyla kazanç sağlayanları şiddetle kınadığı [540] bilhassa malî konularda keyfîliği önleyıp şeffaf yönetim ilkesini titizlikle uyguladığı halde bunu idrak edemeyen ve Resûlullah’ı üzecek tavırlar ortaya koyan kişiler uyarılmış, onun konumuna ve görevinin bir parçası olan takdir yetkisine saygı gösterilmesi istenmiştir.[541] Dörtten fazla hanımla evlenmesine izin verilmesi ve daha sonra eşlerini boşayıp yeni evlilikler yapmasının yasaklanması da [542] Hz. Peygamber’e has olup evlilik hayatının büyük bölümünü tek eşli geçirdiği dikkate alındığında bunların bazı hikmetlere dayalı istisnaî hükümler olduğu anlaşılır.
Resûlullah’ın asıl görevi ilâhî mesajı tebliğ etme ve açıklama olmakla beraber konumu ve içinde bulunduğu şartlar onun topluma liderlik yapması, dolayısıyla sadece kendisinin değil ailesinin de ilgi odağı olması sonucunu beraberinde getirmişti. Bu konumun aslî görevin lâyıkıyla yerine getirilebilmesi açısından taşıdığı önemi ve ilgililerin bu husustaki ağır sorumluluğunu hatırlatmak üzere Kur’ân-ı Kerîm’de, Peygamber ailesi hakkında toplumsal refahtan pay alma arzusunu sınırlamaktan aile üyeleri dışında kalanlarla görüşme usulüne varıncaya kadar bir dizi özel hüküm ve uyarıya yer verilmiştir. Re-sûlullah’ın eşlerinden, ya peygamber hanımı olarak kalma yahut dünya nimetlerinden yararlanan sıradan bir fert olma arasında seçim yapmalarının istenmesi onları bilinçli bir statü tercihine yöneltirken bunun şeref yönü ve külfetiyle birlikte çok özel bir statü olduğu ifade edilmiştir.[543] Resûl-i Ekrem’in müminlere kendilerinden daha yakın ve eşlerinin de onların anneleri olduğunu, vefatından sonra Peygamber eşleriyle evlenmenin ebedî olarak yasaklandığını, buna karşılık Hz. Muhammed’in eski evlâtlığı Zeyd’in veya -öz çocukları dışında- hiçbir erkeğin babası olmadığını bildiren âyetler [544] beraber değerlendirildiğinde Resû-lullah ile müslümanlar arasında hukukî sonuçları bulunan bir akrabalık bağının tesis edilmesinin değil onunla müminler arasındaki manevî yakınlık bağının vurgulanması yanında eşlerine özel bir saygı gösterilmesi gerektiğini zihinlere yerleştirmenin hedeflendiği ve bu amaçla da somut bir yasaklık hükmünün konduğu anlaşılmaktadır.
Bibliyografya :
el-Muuatta’, “Akzıye”, 1; Müsned, I, 200, 201; V, 73, 395, 424; Dârimî, “Şalât”, 42; Bu-hârî,”Bed’ü’l-vahy”, 1, “îmân”, 22, “Hayız”, 1, 7,”Zebâ:ih ve’ş-şayd”, 33, “TeFsîr”, 48/2, “Ezin”, 148,150,”Enbiyâ'”, 10, Da’avât”, 32, “Menâkıb”, 23, “Edeb”, 80; Müslim, “Taharet”. 1, 2, “İmân”, 43; İbn Mâce. “Ahkâm”, 17,”Ce-tıâMz”, 64, “Nikâh”, 51, “Cihâd”, 34; Ebû Dâvûd.”Şalât”, 73, 178-179,”Büyü1″, 5;Tirmİzî, ‘Taharet”, 3, “Edeb”, 41, “Vitir”, 21, “Da’avât”, lOO/’Radâ”, 11; Nesâî. “Menâsik”, 220, “İs-ti’âze”, 13, 65; ibn Sa’d. et-Jabakâtü’i-kübrâ, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), VIII, 52-150, 164-205; Cessâs, e!-Fuşûl fi’l-uşûl (nşr. Uceyl Câsim en-Neşemî), Kuveyt 1405/1985, III, 35-244; IV, 289-291; İbnü’t-Tallâ1, AkZıyetü Resûüllâh (nşr. M. Nizâr Temîm – Heysem Nizâr Ternîm), Beyrut 1418/1997, tür.yer.; Gazzâlî, e!-Müstaş-fâ, Bulak 1324, I, 129-173; il, 212-227; Ebû Şâme el-Makdisî, el-Muhakkak min ‘tlmi’l-uşûl Lnşr Ahmed el-Küveytîl. Amman 1409/1989, tür.yer,; Karâfî. el-Furuk, Kahire 1347 -> Beyrut, ts. [Âlemül-kütüb). I, 205-209; Abdülazîz el-Buhârî. Keşfü’l-esrâr, İstanbul 1308, II,359-
404; İH, 2-104, 199-217; İbn Kayyım el-Cevziy-ye, Zâdü’i-me’âd, I-V, tür.yer.; Şâtıbî, ei-Muvâ-fakât, 1, 118; 111, 308-345; IV, 3-86; Şah Veliyyul-lah ed-Dihİevî, Hüccctuitâhi’i-bâliğa (nşr. Sey-yid Sabık), Kahire, ts. (Dârü’l-kütübi’l-hadîsel, I, 262-416; II, tür.yer.; Mecelle, md. 2, 20,36; R. Blachere. Le probleme de MahomeL, Paris 1952, tür.yer.; W. Montgomery Watt. Muhammad at Madina, Karachi 1981, s. 221-302; Muhammed el-Arûsî Abdülkâdir. Ef-Mü’r-Resûl ve delâietü-ha ‘aie’i-aljkâm, Cidde 1404/1984, tür.yer.; Nâ-diye Şerif el-Ömerî, İctihâdü’r-Resût, Beyrut 1405/1985,tür.yer.; M. Süleyman el-Eşkar. Efâ-lü’r’Resûl ue delaletiihâ ‘ate’l-ahkâmi’ş-şerty-ye, Beyrut 1408/1988, [-11, tür.yer.; E. Rabbath. Mahomet: Prophete arabe et fondateur d’etat, Beyrouth 1989, s. 243-337; Hamîdullah, İslâm Peygamberi iTuğl, 1-11, tür.yer.; Abdurrahman b. Abdullah ed-Dervîş, eş-Şerâ’İcıt’s-sâbık.a ue medâ hücciyyetihâ /Tş-şenta£n-/s/âmıyye, (baskı yeri yok] 1410, s. 239-251; İbrahim Kâfi Dönmez, “Hz. Peygamberin Tebliğine Hakim Olan Başlıca Hukuk Prensipleri”, Ebedî Risalet, İzmir 1993, 1. 161-181; Celâl Yeniçeri, Peygamber, Deulet Başkam, Aile Reisi Hz. Muhammed ue Yaşadığı Hayat, İstanbul 1420/2000, tür.yer.; M. Abdülhay el-Kettânî. Hz. Peygamber’in Yönetimi: et-Terâtîbu’i-idâriyye tire. Ahmet Özeli. İstanbul 2003, 1-11, tür.yer.