D) Mucizeleri.
Sözlükte “benzeri başkalarınca gerçekleştirilemeyen harikulade olay” anlamına gelen mucize peygamberlerin doğruluğunu kanıtlayan yegâne delildir. Ahd-i Atîk’te Hz. Musa’ya, Yeşû, İl-ya ve Elişa’ya. Ahd-i Cedîd’de Hz. îsâ’ya, Kur’an’da Hz. Nûh, İbrahim, Salih, Mûsâ, Ya’küb. Süleyman’a ve îsâ’ya mucizeler nisbet edilmiştir. Hz. Muhammed dünyaya gelmeden önce Zend Avesta, Hint Veda ve Puranalar’ı. Eski Ahid ve Yeni Ahid gibi kutsal metinlerde âhir zamanda bir peygamberin geleceğine ilişkin müjdeler yer almıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de de [567] Tevrat ve İncil’de onun peygamber olarak gönderileceğinin yazılı olduğu bildirilmektedir. Kutsal metinlerin etkilerinin görüldüğü Ortadoğu bölgesinde yaşayanlar arasında yeni bir peygamber beklentisinin mevcut olduğu [568] zaman ilerledikçe beklentilerin daha da arttığı [569] bilinmektedir.
Hz. Muhammed’le ilgili olarak nübüvvet Öncesinde birtakım harikulade olayların meydana geldiği rivayet edilmekte^ dir. Bunların bazıları şunlardır: Âmine’-nin ona hamile iken gördüğü bir rüyada doğuracağı çocuğun önemli bir mevkiye sahip olacağının kendisine bildirilmesi [570] babasının alnında bulunan nurun ona hamile kalması üzerine annesine intikal etmesi [571] doğumu esnasında meleklerin kendisine yardımcı olması [572] sütannesinin yanında iken çevresinde bazı fevkalâde İlklerin görülmesi, Ehl-i kitap âlimlerinin ve kâhinlerin onun son peygamber olacağını keşfetmesi.[573] Ayrıca Duhâ ve İnşirah sûrelerinin muhtevasından Allah Teâlâ’nın Hz. Muhammed’e gençliğinde bazı olağan üstü lütuf ve yardımlarda bulunduğu anlaşılmaktadır.
Resûl-i Ekrem’e peygamberliği döneminde verilen mucizeler farklı şekillerde gruplandırılmıştır. Mucizeler mahiyetleri bakımından aklî (mânevi), hissî (maddî) ve haberi mucizeler, muhatapları yönünden helak ve hidayet mucizeleri, kaynakları açısından Kur”an’la ve sahih rivayetlerle sabit olanlar ve zayıf senedterle rivayet edilenler şeklinde ele alınabilir.[574]
Aklî Mucizeler. Resûlullah’ın en büyük mucizesi Kur’ân-ı Kerîm’dir. Önceki peygamberlere kendi dönemlerinde önemli görülen alanlarda mucizeler verildiği gibi Hz. Muhammed’e de kendi devrinde en çok itibar gören dil, üslûp, hitabet ve edebî sanatlar alanında olağan üstü bir özelliğe sahip Kur’ân-ı Kerîm indirilmiştir. Kur’an’da kendisinin mucize oluşu, benzerinin gerçekleştirilemeyeceğini bildiren meydan okuma (tehaddî) âyet-İeriyle ortaya konmuştur. Bu meydan okuyuş Kur’an’ın tamamının [575] on sûresinin [576] veya bir sûresinin [577] benzerinin meydana getirilmesi hususunda inkarcılara çağrıda bulunma şeklinde ifade edilmiştir. Tehaddî Medine döneminde de sürmüştür.[578] İslâm tarihinde Kur’an’ın benzerini yazmaya kalkışan bazı şair ve edebiyatçıların teşebbüsleri başarısızlıkla sonuçlanmıştır. [579]Kur’an üslûbu, edebî tasvirleri, iç kompozisyonu, muhteva bütünlüğü, farklı seviyedeki insanlara hitabı, gönüllere etkisi, i’câzı ve gayba ilişkin haberleriyle erişilmesi mümkün olmayan bir eserdir.
Hz. Peygamber’in nübüvvetinin ispatına yer veren âlimler onun risâletle görevlendirildiği zamana ve coğrafyaya da dikkat çekmişlerdir. Milâdî VII. yüzyılın başlarında hemen bütün insanlar o dönemde mevcut dinlerden birine mensup bulunuyordu. Hz. Muhammed, atalarından intikal eden herhangi bir hâkimiyet mirasına sahip olmadığı gibi kırk yaşına kadar bu alanda bir iddia da ileri sürmüş değildi. Nübüvvetini izhar ettiği coğrafya o günkü dünya şartlarında dikkat çekmeyen önemsiz bir yerdi. Mensup bulunduğu kabilenin ileri gelenleri kendisini destekleyecek yerde ona karşı direnmişlerdi. Bu engellere rağmen onun tebliğ ettiği dinin kısa zamanda dünya dinleri içinde yerini alması ve günümüzde müslüman sayısının dünya nüfusunun dörtte birini teşkil etmesi olağan üstü sayılması gereken bir durumdur. Bazı müellifler. Hz. Pey-gamber’in hayatının her safhasında her türlü şartta üstün ahlâkın canlı örneğini ortaya koymasını da bir tür aklî mucize olarak değerlendirmiştir.[580]
Hissî Mucizeler. İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu, Resûl-i Ekrem’e Kur’an dışında da mucizeler verildiği ve bunların başında hissî mucizelerin geldiği kanaatindedir Bazılarına Kur-‘an’da temas edilen, çoğu hadis literatü-ründeki rivayetlere dayandırılan bu tür mucizelerin sayısı Kütüb-i Sitte’öe fazla olmamakla birlikte a’lâmü’n-nübüvve, delâilü’n-nübüvve ve hasâisü’n-nebîtürü eserlerde büyük bir yekûn tutmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de kıyametin yaklaştığını ve ayın ikiye ayrıldığını ifade eden âyetle [581] bazı hadis rivayetlerine dayanan âlimler ekserisi Mekke döneminde müşriklerin Hz. Peygamberden hissî mucize istediğini, bunun üzerine ayın ikiye ayrılıp tekrar birleştiğini kabul eder.[582] Bazı âlimler ise böyle bir mucizenin meydana gelmediğini, âyette sözü edilen olayın kıyametin kopmasından önce bir alâmet olarak vuku bulacağını söylemektedir İsrâ ve mi’rac hadisesinin âlimlerin çoğunluğu tarafından ruh-beden ilişkisi çerçevesinde (cismanî) gerçekleştiği kabul edilirken bazıları onu Hz. Peygamber’in yaşadığı ruhî tecrübe olarak görmektedir Kur’an’da bildirilen hissî mucizelerden biri de Bedir Gazvesi’nde müminlerin meleklerle desteklenmiş olmasıdır.[583] Savaşa katılan meleklerin müminlere manevî destek verirken müşriklerin yüzlerine ve ellerine vurmaları emredilmiştir.[584] Bu destek çerçevesinde savaşa iştirak eden müminlerle müşriklerin sayısı birbirine farklı gösterilmiş [585] müminlerin kalbine sükûnet verilmiş, susuzluk çekmemeleri için yağmur yağdırılmıştır.[586] Ayrıca Kur’an’da Hendek ve Huneyn savaşlarında Cenâb-ı Hakk’ın düşmanlarına karşı fırtına ve görünmeyen ordular gönderdiği, müminlere de sükûnet verdiği bildirilmektedir.[587] Âyetlerde yer alan “destekleme” ve “hezimet verme” kavramlarını maddî veya manevî olarak anlamak mümkündür. Hatta “müjde ve iyimserlik”, “gönül rahatlığı” ifadeleri [588] göz önüne alındığı takdirde manevî destekleme biçimindeki yorumun güç kazanacağı söylenebilir. Bununla birlikte hadis ve siyer kitaplarında Kur’an’in beyanlarını somutlaştıran bazı rivayetler yer almaktadır.[589]
Hz. Peygamber’in hayatı incelendiğinde kendisine daha çok manevî destek verildiği görülür. Nitekim Mekke’de müşriklerin baskısının arttığı, boykot ve öldürme dahil her türlü şiddete başvurulduğu dönemde müsfümanlann bir kısmı Habeşistan’a göç etmiş, İslâm’ı tebliğ etmek amacıyla gittiği Tâifte çeşitli eziyetlere uğrayan Resûlullah’a mi’rac gibi hidayet ve nusret mucizeleri verilmiştir. İnşikâ-ku’1-kamer dışındaki mucizelerin iddia ve talep üzerine değil, Resûl-i Ekrem’in ve müminlerin çaresiz duruma düştüğü zamanlarda desteklenmeleri için vuku bulduğu görülür. Mucizede iddia ve meydan okuma nitelikleri arandığı halde Kur’an’da sözü edilen olaylarda bu nitelikler mevcut değildir.
Hadis ve siyer literatüründe Hz. Pey-gamber’e ait çeşitli hissî mucizelere yer verilmiş, bunun için listeler düzenlenmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır: Ağacın hareket ederek Resûlullah’ın yanına gelmesi, çakıl taşlarının kendisine selâm vermesi, devenin halinden şikâyette bulunması, kızartılmış koyun etinin, zehirli olduğunu Resûl-i Ekrem’e haber vermesi, nübüvvet öncesinde bir bulutun onu devamlı gölgelendirmesi, omuzları arasında nübüvvet mührünün bulunması, karanlık ve yağmurlu bir gecede yolculuk yapma durumunda olan bir sahâbîye verdiği asanın yolunu aydınlatması, az miktarda su ve yiyecekle çok sayıda insanın doyurulması.[590] Bazı kimseler. Hz. Peygam-ber’e ne kadar çok mucize nisbet edilirse nübüvvetinin o derecede ispat edilmiş olacağı kanaatini taşımaktadır.[591] Ancak bu yaklaşım Kur’an’ın ifadeleriyle uyuşmadığı gibi hadis ilmi açısından da sağlıklı görünmemektedir. Kur’ân-ı Kerîm inkarcıların Resûl-i Ekrem’den kaynak fışkırtması, içinden sular akan hurma ve üzüm bağları icat etmesi, altından bir eve [592] veya hazinelere [593] sahip olması, semaya yükselip oradan okuyacakları bir kitap getirmesi, Allah’ı ve melekleri kendilerine göstermesi [594] haber verdiği azabın bir an önce gelmesi [595] şeklinde mucizeler talep ettiklerini, fakat Resûlullah’ın onlara mucizelerin Allah katında bulunduğunu, kendisinin sadece bir uyarıcı olduğunu [596] yanında Allah’ın hazinelerinin bulunmadığını, gaybı bilmediğini ve melek olmadığım [597] söylediğini haber vermektedir. Kur’ân-i Kerîm’de ayrıca peygamberlerden cahil ve inkarcıların mucize istediği [598] onların mucizeleri gördüklerinde yüzlerini çevirip bunun eskiden beri devam edegelen bir büyü olduğunu söyledikleri [599] önceki kavimlerden, istedikleri mucizeler verildiği halde iman etmeyen birçok topluluğun helak edildiği [600] bu sebeple müşriklere bekledikleri mucizelerin gösterilmeyeceği [601]bildirilmektedir. Resûlullah, önceki peygamberlere muhataplarının iman etmesine yardımcı olacak mucizelerin verildiğini bildirmiş, kendisine verilen mucizenin ise ilâhî vahiyden ibaret bulunduğunu, bu sebeple kıyamet gününde tâbilerinin çok olacağını umduğunu ifade etmiştir [602] Âhâd yolla sabit olan bu haberler. Resûl-i Ekrem’den hissî mucizelerin zuhur ettiği konusunda bir kanaat meydana getirirse de (tevâtür-i ma’nevî) bunlar kesinlik derecesine ulaşmadıkları için tek tek iman konuları arasında düşünülmemiştir.
Haberi Mucizeler. Hz. Peygamber’in geçmişe, içinde bulunduğu zamana veya geleceğe ilişkin bazı hususları haber vermesi ve bunların bildirdiği şekilde gerçekleşmesidir. Resûluliah okuma yazma bilmediği, tahsil görmediği ve kimseden özel bilgi almadığı halde geçmiş peygamberlerin mücadeleleri ve Ashâb-ı Kehf kıssası gibi tarihî olayları haber vermiş, başta Ehl-i kitap olmak üzere dönemin âlimleri tarafından herhangi bir itirazla karşılaşmamıştır. Aynı şekilde Bizanslıların İranlılar’ı yeneceğini [603] müşriklerin ileride bozguna uğrayacağını [604]Mekke’nin fethedileceğini ve müslümanların geleceğinin parlak olacağını [605] bildirmiştir. Hz. Peygamber’in düşmanlarının kendisi için kurduğu tuzakları bazı şehir ve ülkelerin fethedileceğini [606] önceden haber vermiştir. Fitne ve savaşların ortaya çıkacağı [607] kıyametin kopmasına doğru bazı alâmetlerin zuhur edeceği [608] gibi sünnet kaynaklı haberler de söz konusudur[609]
Resûl-i Ekrem’in mucizeleri kelâm literatüründe önemli bir yer tutmaktadır. Bu konuda Kur’an’ın yaklaşımını esas alan kelâmcılar hissî mucizelerden çok aklî mucizeler üzerinde durmuştur. Ebû Man-sûr el-Mâtürîdî. Hz. Peygamber’den sâdır olan olağan üstü hadiseleri onun erdemli şahsiyeti, hissî ve aklî mucizeleri ve ona duyulan ihtiyaçtan doğan sosyolojik realitelerden hareketle ortaya koymaya çalışmıştır.[610] Eş-‘arî, Resûlullah’ın mucizelerini Kur’ân-ı Kerim ve hissî mucizeler şeklinde ele almış, Kur’an’ın i’câzına dair bilgilere yer verirken bazı hissî mucizelere de temas etmiştir. KâdîAb-dülcebbâr, hissî mucizeleri reddeden Naz-zâm gibi âlimlere karşı çıkarak mucizeleri zaruri (hissî) ve istidlâlî şeklinde ikiye ayırdıktan sonra birincisine çok sayıda insanın az miktarda yemekle doyması, elindeki taşların Allah’ı teşbih etmesi, çağrısı üzerine ağacın hareket etmesi, üzerinde hutbe okuduğu kütüğün inlemesi gibi hadisleri Örnek göstermiş, ikincisi için de Kur’an’ın muhtevasını zikretmiştir [611] Ebü’l-Mu-în en-Nesefî de mucizeleri hissî ve aklî diye ele almakta, birincisini Peygamber’in zatının dışında olanlar, zatıyla ilgili bulunanlar ve güze] ahlâkı olmak üzere üçe, ikincisini de onun hali, nesebi, duaları, haberleri, yaşadığı yer ve zaman, getirdiği kitap ve şeriata dair olmak üzere sekize ayırmaktadır.[612] Kelâm âlimleri genelde bu çerçeveyi korumakla birlikte son dönemlerde kaleme alınan bazı eserlerde Resûlullah’ın şahsında ve çevresinde gerçekleşen bütün olaylar mucize olarak takdim edilmiştir. Halbuki Resûl-i Ekrem’in sîreti incelendiğinde kendisinin fiil ve davranışlarında sebep-sonuç ilişkisine titizlikle riayet ettiği görülür. Meselâ Bedir Gazvesi’n-de düşman hakkında bilgi toplamak üzere keşif kolları çıkarmış, ordusunu savaş bölgesinin coğrafî şartlarına göre yerleştirmiş, ihtiyaç anında kullanılmak üzere yedek kuvvetler ayırmıştır. Bu hazırlıklardan sonra dua ederek Allah’tan dinine ve müminlere zafer vermesini İstemiştir. Hz. Peygamber, Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ ederken öncelikle aklî ve mantıkî delillere başvurmuş, basîret sahibi, ön yargısız insanlar bu öğretilerinden hareketle onun doğru sözlü olduğunu kabul etmiştir. Bazı kişiler de aklî ve mantıkî delillerle yetinmeyerek mucize talebinde bulunmuş, bu sebeple ona hidayet mucizeleri verilmiştir. Art niyetli bir üçüncü grup İse ondan hissî mucize istemiş, ancak Kur’an’da özellikle bu kategoriye giren talepler reddedilmiştir.
Bibliyografya :
Müsned,W, 128, 185; V, 89,95, 105, 139; a. e. [Arnaütl, XXVIII, 395; XXIX, 196; XXXV, 182; XXXVI, 596; Buhârî, “Menâkıb”, 25, 27, “Tefsîr”, 54/1, “Cthâd”, 58, 89, “Tıb”, 47-55, “Megâzî”, 4,”Fe7.â>ilü’l-KuıJân”, l/’î’tişâm”, 1, “Fiten”, 2-8, 24-25; Müslim, “îmân”, 239, “Fiten”. 9-13, 39-84, “Şıfâtü’l-münâfUsîn”, 43-48, “Cihâd”, 58; Tirmizî. “Menâkıb”, 3; İbn ishak. es-Sîre, s. 22, 53-57, 257-264; İbn Hişâm, es-Slretü.’n-nebe-ulyye,Kahire, ts.lDârü’1-fikr], 1,180-183;!!, 672-673;İbnSa’d, e^-Jabakâiü’l-kübrâ,Beyrut 196G, I, 152;Taberî. Târih [Ebü’1-Fazl), II, 166-167; a.mlf., Câmi’u’l-beyân (nşr. Sıdki Cemîl el-At-târl, Beyrut 1415/1995, XXVII, 111-116; Eş’ari, el-Lün\ac, s. 196-197; Mâtürîdî. Kitâbü’t-Teuhîd (nşr. Bekir Topaloğlu-Muhammed Aruçi). Ankara 1423/2003, s. 294-296, 314-332; Kâdî Ab-dülcebbâr, Teşbîlü delâ*UVn-nübûUve[r\şT. Ab-dülkerîm Osman), Beyrut 1386/1966, 1,46-59; II, 403-405, 509-510; a.mlf., Şerhıt’l-U$ûli’l-hamse (nşr. Abdülkerîm Osman], Kahire 1988, s. 585-597; a.mlf.. el-Muhtaşar fi uşûti’d-dîn mşr. Muhammed İmâre, Resâ’ilü’l-‘adi oe’t-teü-hid içinde), Kahire 1971, s. 239; Ebû Nuaym el-İsfahânî, Delâ’Uü ‘n-nübûvve, Halep 1397/ 1977,1, 46-48, 96, 535-537; Mâverdî, A’iâmü’n-nübüvue (nşr. Muhammed el-Mu’tasım-Billâh el-Bagdâdî), Beyrut 1407/1987, s, 222-242; Bey-haki, Deiâ’ilü’n-nübüvve ınşr. Abdurrahman Muhammed Osmanl, Kahire 1389/1969, 1, 103-
107; NeseH. Teb$ıratü’l-edİite[Sa\ame), 1,487-502; KSdîİyâz, eş-Şifâ’, I, 341-533; Fahreddin er-Râzî. Kitâbü’l-Erbacîn[T\şr Ahmed Hicâzîes-Sekkâl, Kahire 1406/1986, II, 76-101; Zehebî. Târîhu ‘l-İslâm: es-Sîretü ‘n~nebeüiyye, s. 57-59; İbn Kesir, es-Sîre, I, 247; Süyûtî. ei-Haşâ’i$ü’l-kübrâ, Beyrut 1405/1985,1,78-100, 141-146; Ali ei-Kâri.Meuzû’âi, istanbul 1289, s. 109; Nû-reddin el-Halebî, /nsânüVuyûn, Kahire 1308,1, 46; Meclisî.Bıhârü’f-enuâr, Beyrut 1403/1983, XVII, 342-362; Seffârînî. Leuâ’ilyu’l-enuâr, RH yad 1994, II, 278-279; Muhammed el-Hût. Es-ne7-metâ/ıö fi elıâdlşi muhtelifeti’l-merâtib (nşr. Halîl el-Meys], Beyrut 1403/1983, s. 375; Yûsuf b. İsmail en-Nebhânî. Hüccetullâh “ale’f-‘â/emîn, Diyarbakır, ts. (el-Mektebetü’l-lslâmiy-ye), s, 254-260;Şiblî Nu’mânî, islâm Tarihi: Asr-ı Saadet {trc. Ömer Rıza [Doğrul[), İstanbul 1346/ 1928,1, 188-189, 199-202; Süleyman Nedvî, İslâm Tarihi; Asr-ı Saadet [trc. Ömer Rıza [Doğrul]),İstanbul 1347/1928,111, 1306, 1317-1318, 1364, 1394; IV, 1557-1558, 1605, 1655-1677, 1772-1777; Reşîd Rızâ. Tefslrü’i-menâr, IV, 113; Ahmed Cevdet Paşa. Kısas-ı Enbiyâ ve Teuârih-i Hulefâ, İstanbul 1386/1966.1, 75-80;5eyyid Ku-tub. FıZıiâli’i-Kur’ân,Beyrut, ts. |Dâru ihyâi’t-türâsil-Arabî], IV, 2237; Hamîdullah. İslâm Peygamberi,], 24, 51, 135-138; Hasan Ziyâeddin Itr, Nübüvvetti Muhammed ft’l-Kur’ân, Halep 1393/1973, s. 236; Abdülazîz es-Seâlibî. Muc-cizü Muhammed ResülUlâh, Beyrut 1986, s. 114-116; Muhammed Abduh. Rîsâtetü’t-Teu-hîd, Beyrut 1986, s. 88-129; Muhammed Ahmed Gl-Gamrâvî, ei-islâm /”fa.sn”l-[f7m, Kahire 1987, s, 122-132; Gülgün Uyar, Hz. Muham-med’İn Risalet Öncesi Hayatına Dair Bazı Ri-uayet Farklarının TesbİÜ (yüksek lisans tezi, 1993), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 65-66; İlyas Çelebi, İslam İnancında Gayp Problemi, İstanbul 1996, s. 103-109, 123-142; a.mlf.. İslâm İnanç Sisteminde Akılcılık üe Kadı Ab-dülcebbar, İstanbul 2002, s. 318-322; Yusuf Şevki Yavuz v.dğr., İslâm’da İnanç Esasları, İstanbul 1998, s. 195-206.
IV. İslam Kültüründe Hz. Muhammed
A) Tasavvuf.
1 (VII) ve II. (Vlll.) yüzyıllarda âbid ve zâhidlerin Resûl-i Ekrem’i algılayış tarzı, diğer müslümanlara nis-betle kendilerini daha fazla ibadete verme ve daha çok âhirete yönelme şeklinde ortaya çıkıyordu; bu da teorik olmaktan ziyade pratik bir farklılıktı. Bu tür anlayışlar Hz. Peygamber döneminde Ebû Zer el-Gıfârî, Abdullah b. Ömer. Abdullah b. Amr b. Âs, Ebü’d-Derdâ ve Osman b. Maz’ûn gibi İbadet ve zühd hayatı ile tanınan sahâbîler arasında da mevcuttu. Hz. Osman’ın son döneminde başlayan ve Emevîler devrinde devam eden karışıklıklar ve iç savaşlar bazı müslümanları kendilerini İbadete vermeye, dünyadan el etek çekmeye sevketmiş, bu da söz konusu farkların belirgin hale gelmesine sebep olmuştur.
İlk zâhid ve sûffler gerek dünyaya karşı mesafeli durup âhirete yönelme, gerekse daha çok ve daha nitelikli ibadet etme bakımından Resûlullah’ı örnek alıyor ve bu tutumlarını ahlâkî davranışlarında da sürdürüyorlardı. Allah’ı görüyormuş gibi ibadet eden takva sahibi bir mümin ol-mak [613] onların gayeleriydi. Zühd ve fakrı tercih edip Allah’a çok şükreden bir kul olmak için gecenin bir bölümünü ibadetle geçiren Hz. Peygamber’i [614] örnek alıyor, onun izinden giderek kurtuluşa ereceklerine inanıyorlardı. Bundan dolayı farzların yanı sıra nafile ibadetleri de yerine getirmeye çalışıyor, ayrıca hak hukuk gözetmede hassasiyet gösteriyorlardı.
Kur’an’da Allah’ı sevmek ve O’nun tarafından sevilmek için Peygamber’e itaat şart koşulduğundan [615] ilk sûfîler Resûl-i Ekrem’in daha çok Allah’ın sevgili kulu (habîbullah) olma [616] niteliği üzerinde durmuştur. Allah’ı, resulünü ve Allah yolunda mücâhedeyi her şeye tercih etme konusunda Kur’an’da yer alan uyanlar [617] ve iyi bir müminin Peygamber’i kendisinden daha çok sevmesi gerektiğini belirten hadisler [618] onlar üzerinde etkili olmuştur. II. (VIII.) yüzyılın ikinci yansından itibaren Basra’da Râbia el-Adeviyye’-nin öncülük ettiği bir grup sûfî daha çok ilâhî sevgi üzerinde durmaya ve sevgi unsurunu öne çıkarmaya başladı. Cenâb-ı Hakk’ın Hz. Muhammed’e yönelik ezelî sevgisi olmasaydı hiçbir şeyin var olmayacağına inanan sûfîler için kutsî hadis olarak kabul ettikleri, “Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım” ifadesi [619] büyük bir önem taşır.
Sûfîler arasında sıkça görüldüğü nakledilen kerametler Resûl-i Ekrem’in yolundan gitmenin bir semeresi olarak kabul edilmiş, her ne kadar onun vefatıyla vahiy sona ermişse de rüya, ilham ve fi-râset yoluyla bazı bilgilere sahip olmak mümkün görülmüştür. Sûfîlerin kendilerini Peygamberin vârisi saymalarının sebebi, onun yaşadığı manevî ve ruhanî hayatı devam ettirdiklerine dair inançlarından kaynaklanmaktadır.
III. (IX.) yüzyılda Ebû Saîd el-Harrâz ve Sehl b. Abdullah et-Tüsterî tarafından Resûl-i Ekrem Kur’an gibi bir nur olarak [620] algılanmaya başlanmış, onların ardından Hallâc-ı Mansûr Kitâ-bü’i-Tavâsîn’ûe bu anlamda nur üzerinde genişçe durarak nûr-ı Muhammedi teorisini geliştirmiştir. Buna göre Allah ilk önce Hz. Muhammed’in nurunu, bu nurdan da diğer varlıkları yaratmıştır. Bu görüşle ilgili olarak, “Allah’ın ilk yarattığı kalemdir” [621] “Âdem ruhla beden arasında iken ben peygamber idim “Allah’ın ilk yarattığı şey akıldır” [622] gibi hadisler rivayet edilmiştir. Burada akıl ve kalemden maksat Hz. Peygamber’in nuru olup onun manevî hüviyeti anlamına gelen bu nura hakîkat-i Muhammediyye de denilmiştir. Hz. Âdem’den başlayıp bütün peygamberlerde tecelli eden bu nurun en son Resûlullah’ta gerçek sahibiyle buluştuğu kabul edilmiştir.[623]
Gizli bir hazine olan Cenâb-ı Hak bilinmeyi murat etmiş ve ilk defa taayyün-i hubbî şeklinde, yani Hz. Peygamber’in nuru ve sevgisi olarak tecelli etmiş, ardından diğer varlıkların hepsini bu nurdan yaratmıştır. Onun âlemlere rahmet oluşunun [624] anlamı budur.[625] Buna göre evrenin var oluş sebebi Allah’ın Hz. Muhammed’e duyduğu sevgidir. Süleyman Çelebi, “Gel habîbim sana âşık olmuşam / Cümle halkı sana bende kılmışam”; “Ben sana âşık olunca ey şerîf / Senin olmaz mı dü âlem ey latîf” gibi beyitlerde bu muhabbeti aşk olarak niteler.
Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Hakk’ın Resûl-i Ekrem’in nurunu ve bu nurdan halkı yaratmasını ayna misaliyle anlatır. Ona göre âlem Hakk’a nazaran bir aynadır; Hak İsim. fiil ve sıfatlarıyla bu aynada tecelli eder. Fakat insan yaratılmadan önce bu ayna cilâlı olmadığından ilâhî tecellileri net olarak yansıtmıyordu. Âdem (insan) bu aynanın cilâsı olmuş, her şeyde tecelli eden Hak en mükemmel şekilde insanda tecelli ettiğinden ona halife adı verilmiştir. Âleme göre insan yüzüğün kaşı, göze göre ise göz bebeği gibidir.[626] Şeyh Galib, “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen / Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” beytinde bunu anlatır. Hak, diğer insanlara nazaran Hz. Muhammed’-de en mükemmel şekilde tecelli ettiğinden mutlak anlamda insân-ı kâmil odur. Onun vârisleri olmaları sebebiyle velîlere de insân-ı kâmil denir. Aziz Mahmud Hü-dâyî, “Âyînedir bu âlem her şey Hak ile kâim Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim” derken Hz. Peygamber’in bu Özelliğini dile getirmiştir.
Hakîm et-Tirmizî, Kur’an’da geçen “hâ-temü’n-nebiyyîn” son peygamber ifadesinden [627] hareketle “hâte-mü’1-evliyâ” teorisinin temelini atmış, daha sonra bu görüşü İbnü’l-Arabî geliştirmiştir.[628] Bu telakki daha çok İbnü’l-Arabî’nin izleyicileri veya onun etkisinde kalan mutasavvıflar tarafından benimsenmiştir. Hz. Muhammed’in son peygamber olması sûfîlere son velî telakkisini, onun mi’racı da ruhanî mi’rac fikrini ilham etmiştir. Ruhanî mi’rac yaptığını ilk defa söyleyen ve bunu uzunca anlatan Bâyezîd-i Bistâmî’dir. İbnü’l-Arabî, eî-Fütûhâtü’l-Mekkiyye ve Kitâbü’l-İsrâ’da manevî mi’raclarını anlatır.
Sûfîler, kendilerine doğrudan ve dolaylı olmak üzere iki yoldan feyiz ve İlham geldiğini söylerler. Allah’tan vasıtasız aldıkları bilginin yanı sıra tarikat silsilesine dahil bulunan meşâyih aracılığı ile de Hz. Peygamber’e ulaştıklarını, ondan bilgi aldıklarını ve her iki bilginin de kendilerine has olduğunu ifade ederler. Telkin yoluyla Allah’tan Cebrail’e, ondan Hz. Muham-med’e, ondan Hz. Ali’ye [629] intikal eden özel bilgi ve manevî mirasın tarikatın silsilesinde yer alan velîler aracılığıyla şeyhlere ulaştığını kabul ederler. Bundan dolayı sûfîler nezdinde Hz. Peygamber özel anlamda marifet ve ilham kaynağıdır.
Tasavvufta Resûl-i Ekrem’in şefaati, ona sığınma ve ondan yardım talebinde bulunma önemlidir. Mutasavvıflar “dahî-lekyâ Resûlellah” sana sığındım ey Allah’ın elçisi, “şefaat yâ Resûlellah” deyip onun ruhundan yardım ve şefaat umarlar. Aynı şekilde mutasavvıflar, fıkıh âlimleri mekruh saydıkları halde dua esnasında “bi-hakki resûlike” peygamberin yüzü suyu hürmetine demekte bir sakınca görmezler ve bu tarzda dua etmeye önem verirler. “Fena” kelimesi tasavvufta Allah’la ilgili olarak kullanıldığı gibi fena fillâh “Allah’ta fâni olmak” Hz. Peygamber için de fena fi’r-resûl kullanılması âdettir. Onlara göre Peygamber’de fâni olmak Hak’ta fâni olmanın mukaddimesidir. Sû-fî şairler mahbûb-i hudâ olması itibariyle Resûl-i Ekrem’i güle benzetir, hilye-i şerifleri gül şeklinde yaparlar; buna “gül-İ Muhammedi” denir.
“Rüyada beni gören gerçekten görmüş olur, çünkü şeytan benim suretime giremez” mealindeki hadise [630] dayanan bazı mutasavvıflar Hz. Peygamber’i rüyada gördüklerini söylemiş ve onun gördükleri tavrından çeşitli mânalar çıkarıp hayatlarını buna göre düzenlemişlerdir.[631] Bu konuda birçok menkıbe anlatılır. Felç olan İmam Bûsîrî’nin rüyasında Resûl-i Ekrem’i gördüğü, hastalığının iyileşmesi için ondan öğüt aldığı, Peygamber sevgisini terennüm eden Kaşîdetü’l-bürde’sin’ı bunun üzerine yazdığı rivayet edilir. Ahmed er-Rifâî’nin de Resûlullah’ın kabrini ziyaret ettiğinde böyle bir hal yaşadığı kaydedilmektedir.
Dinî bilginin kaynağına ulaşma konusunda zahir ulemâsından farklı bir yol takip eden mutasavvıfların hadis âlimlerin-ce sahih kabul edilen bazı rivayetleri sahih saymadıkları, zaman zaman da hadis kitaplarında yer almayan bazı ifadeleri, “Hz. Peygamber’in sözü olduğu keşfen sabittir” gerekçesiyle sahih kabul ettikleri, hatta bu nitelikteki metinlere büyük önem verdikleri görülmektedir. Ahmed b. Mübarek es-Sicilmâsî’nin el-İbrîz’ın-de İbnü’l-Arabi’nin el-Fütûhâtü’1-Mek-/fiyye’sinde hadislerin keşf açısından değerlendirilmesine ve yorumlanmasına sıkça rastlanır. Bununla beraber hadis âlimlerinin usulünü esas alıp hadis öğrenen ve rivayet eden mutasavvıflar da vardır.
Sûfîler, insân-ı kâmil olarak gördükleri ve Allah’a giden yolda rehber edindikleri Hz. Peygamber’in sîretine, sünnetine, her türlü tutum ve davranışına büyük önem vermiş, her vesile ile ona olan bağlılıklarının mutlak ve tam olduğunu ifade etmişlerdir. Şâtıbî, el-İHişârri da (I, 88-99) sûfîlerin her hususta Resûl-i Ekrem’i örnek aldıklarını, sünnetine bağlı kaldıklarını ve hadislere önem verdiklerini vurgulamak için onların bu konuda söyledikleri sözleri nakletmiştir. Sûfîler sahih hadis-lerdeki salavat örneklerini esas alıp sala-vatlar düzenlemişlerdir. Çoğu nesir, bir kısmı manzum olan bu salavatlann günlük vird şeklinde okunması tarikat âdabı olarak uygulanagelmiştir.
Bibliyografya :
VVensinck, el-Mu’cem, “hbb” md.; Müsned, IV, 66; Buhârî. “Teheccüd”, 6, “Münafikin”, 79, “îmân”, 37, “Ta’bîr”, 10; Müslim, “îmân”, 1, “Rü’yâ”. 11, 87, “Münâfikin”, 79;Tirmizî, “Me-nâkib”, 1, “Tefsir”, 68/1; Serrâc, el-Lüma’, s. 130-146; Muhammed b. Ali es-Sehlegî, en-Nûrmin kelimâü Ebi’L-Jayfûr {r\şr. Abdurrah-man Bedevî, Şatahâtü’ş-şû.fıyye içinde). Kahire 1949, s. 111, 123, 164; Gazzâlî. !hyâ\ Kahire 1939, II, 351-388; Aynülkudât el-Hemedânî. TemMdât (nşr. Afîf Useyrân), Tahran 1962, s. 254; İbnü’l-Cevzî, Şıfatü’ş-şafue, I, 46-234; İb-nü’l-Arabî. Fuşûş (AfîFÎ), s. 48, 63-64, 184; a.mlf., et-Fütühâtü’i-Mekkiyye, Kahire 1293,
I, 151, 244; [[, 9; [V, 442; Necmeddîn-i Dâye, Mi’rşâdü7-C(‘£ıâd{nşr. M. Emîn Riyâhî), Tahran 1352 hş., s. 2, 21, 30; ‘tekıyyüddin ibn Teymiy-ye, Mecmü’atü’r-resâ’ili’l-kübrâ, Beyrut 1392/ 1972, II, 353-362; İbrahim b. Mûsâ eş-Şâtıbî, el-İ’tişâminşr. M. Reşîd Rızâ), Kahire 1332,1, 88-99, 260; Teftazânî. Şerhu’l-Makâşıd, İstanbul 1307, II, 187; Münâvî. el-Keuâkib, I, 14-27; Ahmed b. Mübarek es-Siciimâsî, el-İbrîz, Kahire 1961, s. 64; Aclûnî, Keşfü’i-hafâ\ I, 148, 263; II, 164; İsmail Fenni. Vahdet-i Vücûd ueMuh-yiddîn-i Arabi İstanbul 1928, s. 16, 21; R. A. Nicholson. Fi’t-Taşavüufı’l-İslâmt ve târîhih (trc. Ebü’l-Alâ Afîfî), Kahire 1969, s. 108-120; Ebü’l-Alâ Afîfî. Muhyiddin İbnü’l-Arabt’nin Tasauuuf Felsefesi (trc. Mehmet Dağ), Ankara 1975, s. 83; A. Schimmel, İslam’ın Mistik Boyutları (trc. Er-gun Kocabıyık). İstanbul 2001, 5. 212-225.