İlahiyat Fakültelerinde yürürlükte olan müfredata üst düzeyde yapılan müdahale infiale neden oldu. Verili müfredatın niteliği ve mevcut durumun nasıl geliştirilebileceği konusunda bir hayli zengin sayılabilecek bakış açıları da bu gerilim modunda ortaya çıktı.
Gerçi müfredat değişimi şimdilik askıya alınmış gibi görünüyor ancak ortaya çıkan “gerilim”in tarafları, beslendikleri dini, siyasi ve kültürel geleneklere bağlı olarak daha şimdiden kendi söylemlerine, ilke ve üsluplarına kilitlenmiş durumdalar. Öte yandan merkezin değişimle murad ettiğinin gerçekte ne olduğunu kestirmek de mümkün değil. Dahası bu müdahalede operasyonel görevi üstlenenlerin kim(lerden) olduğu, hangi mecra(lar)dan geldikleri, ufuk ve tahayyüllerinin ne olduğu da dedikodu ve söylenti düzeyindeki bilgi akışlarına yansıdığı ölçüde ancak kestirilebiliyor. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın süreci yöneten buna karşılık sonuçlarını hesaba katmakta pek de başarılı olamayan bir aceleci heyecan kümesinin varlığı kesin. Yanı sıra kendi arzularını gerçekleştirme konusunda yeterli destek bulmakta kısmen acze düşmüş ilginç bir “iyi niyet” organizasyonuyla karşılaşıldığı da açık. Nihayet, müdahale gücünü kendine tevdi edilmiş sayan ve bu hakkını kullanırken müstağni davranan hiçbir aktör de kamuoyu önünde söz almıyor, aksine “işine bakmakla” yetiniyor.
Ama her halükârda ilgili tarafların birbirlerinin iyi niyetinden emin olduklarını vurgulamaktan geri durmadıklarını; bu durumun, üzerinde bir türlü ilerlenemeyen hassas bir iyimserlik doğurduğunu da belirtmek gerek. Garip bir diplomatik dille işleyen yeni bir zihniyet refleksi kendine alan açıyor. Dolayısıyla ilgili aktörler ve bu aktörlerin dayandığı sosyal temsillere bakmak yerine müdahale ve karşı müdahale refleksleriyle içselleştirilmeye çalışılan zihniyet yapılarına odaklanmak gerekiyor. Aksi takdirde muhtelif kanaat kestirimleri ve sınır tanımayan niyet okumalarıyla nüfuz edilebilen bu tartışmadan sahici bir sonuca ulaşmak oldukça zor görünüyor.
Tanıdık hesaplaşmalar
Bu çerçevede düzenleyici bir “ekip” hatta bir “ekip ruhu”ndan söz edildiği kadar bu durumdan rahatsız olan hatta doğrudan etkilenen bir yapıdan da söz etmek gerekir. Bütün bu sarsıcı anaforda tarafların öne sürdüğü yaklaşımlarını, görüş ve düşüncelerini temellendirirken kullandıkları argümanlar dikkatle takip edildiğinde aslında olup bitenin hiç de yabancısı olmadığımız bir gerilimin yeni bir tekrarından ibaret olduğunu anlamak zor değil. Varlığını Müslüman geleneği içinde değişik form ve içeriklendirmelerle şekillendiren bu tartışmanın modern zamanlara taşınmış yeni bir atağı ortalığı ayağa kaldırmış görünüyor. Bir farkla ki bugün alelade usul ve yöntemlerle talihsiz bir şekilde başlatılan tartışma, ne “murad-ı ilahi”yi, ne “zamanın ruhu”nu, ne de teoloji tartışmalarını hesaba katma derdi taşıyor.
Son tahlilde İlahiyat Fakültelerine yönelik müdahaleler ilk olmadığı gibi son olma ihtimali de taşımıyor. Aslında kuruluş fikriyatından hareket edildiğinde bugün mevcut müdahaleci perspektiflere karşı koyan eğilimlerin de sıkı bir şekilde tartışılmasını gerektiren yeni bir zihniyet yapısıyla karşı karşıyayız. Bu bağlamda İlahiyat müfredatını ulvi bir amaç uğruna değiştirmeyi amaçlayanlarla aynı müfredatı canhıraş çığlıklarla yüceltenler arasındaki ortaklık tam da bu nedenle, tartışılması, anlaşılması ve terkedilmesi gereken özel bir duruma işaret ediyor. İlahiyat alanının bugün başta gündeme yansıyan boyutları olmak üzere hemen her yönünün, soğukkanlılığı elden bırakmadan, hem geçmişi hem de günümüzdeki fiili durumu karşılaştırmayı göze alan, gerekli özen ve dikkati ihmal etmeyen dinamik bir anlama çabasıyla masaya yatırılması gerekiyor. Ne yazık ki modern Cumhuriyet’in gereklilikleri içinde formüle edilen Türk laikliğinin özel bir halkası olarak kurumsallaşan “Türk İslamı”, farklı düzeydeki çıkar alanları ve bir türlü göze alınamayan derinlik kaygıları nedeniyle çözümü sık sık ertelenen kadim bir problem alanı olarak kemikleşmiştir. Buna bağlı olarak şekillendirilen İlahiyat fakülteleri de gerek disipliner ağları gerekse memleket meselelerinin birer parçası olarak taşıdığı niteliğiyle, Türkiye’nin daha başlangıç itibariyle kendisi için belirlediği yol ve istikametlerden bağımsız olarak ele alınamaz.
Tipik düzeydeki bir eğitim tarihi okumasıyla bile açıkça fark edilebileceği gibi modernleşme sürecinin radikal adımlarla ilerlediği Türkiye etaplarında din alanının nasıl ve ne şekilde tanzim edilmesi gerektiği konusu eğitim/öğretim alanını da içine katan geniş bir muhayyilenin parçası olarak ele alınmıştır. Şaşırtıcı olsa da din alanının gözardı edilmesinden söz etmek hiçbir şekilde mümkün değildir. Din konusunda kayıtsızlıktan, nefret ya da öfkeden söz etmek pekâlâ mümkündür ancak dinin sosyolojik gerçekliği Türk modernleşmesinin hemen her etabında hesabı tutulan özel bir tercih olmuştur. Dinin belli katmanlarına yönelik müdahale çabalarının her birinde içkin olan reformist karakterde asıl belirleyici amaç, dini, yeni rejimin bekasıyla ilişkilendirecek bir şekilde gözden geçirmekti. Gerçekte ihmal edilen Osmanlı siyasi geleneğinin ayrılmaz bir parçası olarak görülen dinselliğin yeni dönemdeki tanımıyla ilişkilidir. Bugün gerek içerik gerekse işlevleri açısından yeri ve pozisyonu sıklıkla gündeme getirilen din alanının, sonuçta devletin beklentileri açısından bir hizmet envanteri mi yoksa her durumda esaslı bir açıklayıcı ve anlamlandırıcı mı olduğuna karar vermek zordur.
Dini bürokrasi ve organizasyon şemasının mütemmim cüzü olarak klasik medrese geleneğinden uzaklaşıldığında ilahiyatın ideolojik işlevinin ne yönde etki yarattığı kolaylıkla anlaşılacaktır. Bugün bütün bir referans ağıyla birlikte tasfiye edilen medrese geleneğine paralel olarak onun güçlü bir şekilde irtibatlandırıldığı devlet aygıtı da tasfiye edilmiştir. Gündemde olan ilahiyat alanı Türk laikliğiyle eşzamanlılık içinde kurgulanan yeni bir projeye işaret etmektedir.
Bugün ilahiyat alanını konuşmak her zamankinden daha zordur. Palyatif tedbir ve önerilerle mevcut yapısı sürekli gözden geçirilen ilahiyatın pedagojik ve entelektüel kronolojisi incelendiğine devletle Müslümanlar arasındaki kontratların hangi güzergahlarda işlediğini görmek açısından önem kazanmaktadır. Ne ilahiyat alanının ne de din konusunda ayrıcalıklı statüye sahip belli başlı kurumların temelli bir analize, köklü bir eleştirel katkıya açık bir şekilde inşa edildikleri söylenebilir. Karizmatik katkılarla sık sık yön değiştirdiği farzedilen bu alan(lar)ın son tahlilde Müslüman toplumun uzlaşma kapasitesinin sınırlarını göstermekte pekâlâ verimli doneler sunduğu söylenebilir.
Operasyonel müdahale
İşin aslına bakılırsa din alanındaki düzenleyicilik iddiası, rejimin korunması ve güçlendirilmesine yönelik olarak hemen her düzeyde/düzlemde mütemadiyen hatırlanmış ve böylece başta ilahiyat alanı olmak üzere, imam hatip okulları ve okullarda din dersleri gibi alanlar da ancak ara dönem stratejileri içinde hesap edilebilir birer pratiğe dönüşmüştür.
Bugün İlahiyat alanına yönelik operasyonel müdahalenin Türk laikliğinin hassas savunucularından gelmediği kesin. Dindarlığı muhafazakâr bir retorik içinde temellendiren bir yönelim, gündelik hayatta ortaya çıkan ve genel geçer düzeyde sekülerleşmeyle sonuçlanan yapısal farklılaşmaların müsebbibi olarak ilahiyat alanını görmekte, bu alandan beslenen hegamonik dilin kırılmasıyla sahih dindar kuşağına ulaşılabileceğini murat etmektedir. Bu perspektife göre ilahiyat alanı kendi içinde hazmettiği çoğulcu bakış açılarıyla aslında din alanını tahrif etmekte, buna bağlı olarak da geleneksel format içinde takdim edilebilecek ideal bir dindar tipine bu disiplinlerle ulaşmak mümkün olamamaktadır. Süreç içinde söz konusu disiplinlerin devletin organik birer parçası olma yönündeki kısmen heveskâr sayılabilecek aktörlerle yollarını ayırmayı başaran akademik/entelektüel protokol ise bu yeni müdahale biçimini her şeyden önce Türkiye ve dünya gerçeklerine karşı hazımsızlık, kayıtsızlık hatta üretilen insan malzemesine karşı da tam bir hakaret olarak okumaktadır. Öte yandan toplumu din konusunda aydınlatmakla görevli Diyanet İşleri Başkanlığı da dinselliğin sahici taleplerini göz ardı eden bu müdahalecilik ruhunu teenniyle karşılamakta, mevcut gelişmeler karşısında din ve toplumsal gerçeklik arasındaki ilişkiselliğin hiçbir şekilde ihmal edilmemesi gerektiğine işaret etmektedir.
Sonuç olarak ilahiyat tartışmalarının gündelik pratik ilgiler ekseninde ortaya çıkardığı saflaşmaların geliştirici ve ihyacı bir perspektiften beslenmediği açık. Öte yandan İlahiyat alanına yönelik bir adım atılması gerektiği de inkâr edilemez bir gerçeklik ifade ediyor. Devletle din arasındaki ilişkileri, dinsel meşruiyetin sınır ve limitlerini ve her fırsatta bir polemikten öteye gitmeyen laiklik vurgusunun kurumsal temsillerdeki ağırlığını tartışmayı göze almadan ilahiyat alanına yönelik olarak yapılacak her müdahale, gücü elinde tutanların tercihlerine bağlı olarak sürekli el değiştiren bir manivelaya dönüşecektir. Zordur ama konuşmaya bir yerden başlamak gerek: Devlet dinin neresinde? Din devletin neresinde?