Ay: Ocak 2014

  • Li Zâtihî Sahih’in Tanımının Açıklanması Hadis Usulü Online Oku

    Li Zâtihî Sahih’in
    Tanımının Açıklanması

     

    Daha önceden de geçtiği gibi sahih li zâtihî,
    zaptı tam, adaletli ravilerin muttasıl senedle, şaz olmayan ve kabule engel bir
    illeti bulunmayan rivayetidir, diye tarif edilmiştir.

    Adalet, din ve insanlık ve mertlik bakımından
    istikamet üzere olmaktır.

    Dinde istikamet ise farzları eda, fasıklıkla
    nitelendirilmeyi gerektiren haramlardan sakınmaktır. Mertlik bakımından
    istikamet ise kişinin insanlar tarafından övülmesini gerektiren âdâb ve ahlakı
    yerine getirmesi, insanların kendisini yermelerini gerektiren âdâb ve ahlakı da
    terketmesidir.

    Ravinin adaletli olduğu, bu husustaki yaygın
    kanaat ile anlaşılır. Meşhur imamlar olan Malik, Ahmed, Buhârî ve benzerleri,
    bir de bu hususta sözlerine itibar edilen kimselerin bu hususu açıkça ifade
    etmelerinden anlaşılır.

    Zaptın tam olması ise ravinin tehammül ettiği
    (aldığı) işitilen veya görülen bir rivayeti herhangi bir fazlalık katmadan,
    eksiltmeden öğrendiği gibi eda etmesi (nakletmesi)dir. Bununla birlikte basit
    yanlışların zararı olmaz. Çünkü hiç kimse bundan kurtulamaz.

    Ravinin zapt sahibi olduğu, onun -çoğunlukla
    dahi olsa- sika ve hafız ravilere uygun rivayetlerinden ve bu hususta sözüne
    itibar edilen kimselerin buna dair açık ifadelerinden anlaşılır.

    Senedin Muttasıl Olması, her ravinin kendisinden
    rivayet yaptığı şahıstan dolaysız ya da hükmen rivayet alması demektir.

    Dolaysız rivayet alması ya da kendisinden
    rivayet yaptığı kimse ile karşılaşarak ondan rivayeti dinlemesi ya da görmesi ve
    filan bana anlattı (haddesenî) yahut ondan dinledim ya da onu gördüm ve benzeri
    ifadeler kullanması demektir.

    Hükmen ise ravinin rivayet naklettiği kimsenin
    çağdaşı olan birisinden semâ’ (dinleme) ve görme ihtimalini ifade eden bir
    lafızla rivayette bulunmasıdır. Mesela filan dedi yahut filandan ya da filan
    şunu yaptı ve benzeri ifadeler ile rivayet nakletmesi gibi.

    Rivayet edenin rivayet naklettiği zat ile çağdaş
    olmakla birlikte karşılaştıklarının sabit olması şart mıdır yoksa bunun sadece
    mümkün olması yeterli midir? Bu hususta iki görüş vardır. Buhârî birinci
    görüştedir, Muslim de ikinci görüşü kabul etmiştir. Nevevi, Muslim’in görüşü
    hakkında şunları söylemektedir: Muhakkikler onun böyle bir şey söylediğini kabul
    etmezler. Bizlerin, Muslim’in Sahih’inde bu görüş ile amel etmediği yargısına
    varışımızın sebebi onun (aynı rivayet ile ilgili) pekçok yolları bir arada
    zikretmiş olmasıdır. Bu kadar rivayet yolu ile birlikte kendisinin caiz kabul
    ettiği bu hükmün varlığını kabul etmemize imkan kalmaz. Doğrusunu en iyi bilen
    Allah’tır.

    Ancak bu husus müdellis olmayan raviler hakkında
    sözkonusudur. Müdellis olan bir ravinin hadisinin muttasıl olduğuna hükmetmek,
    ancak bizzat işittiğini yahut gördüğünü sarahaten ifade etmesi halinde sözkonusu
    olabilir.

    Senedin muttasıl olmadığı iki husus ile bilinir:


    1-

    Kendisinden rivayet nakledilen ravinin temyiz yaşına ulaşmadan önce vefat
    ettiğinin bilinmesi


    2-

    Ravinin yahutta hadis imamlarından herhangi birisinin o kimseden naklettiği
    rivayetin muttasıl olmadığını yahut ondan bir şey dinlemediğini ya da ondan diye
    naklettiği hadisleri rivayet etmediğini açıkça ifade etmesidir.


    Şaz olmak:

    Sika olan bir ravinin ya adaletinin mükemmelliği yahut zaptının eksiksizliği
    dolayısıyla kendisinden daha tercihe değer olan bir raviye yahut çok sayıdaki
    ravilere yahut rivayet olunanın olması gereken şekle ya da buna benzer bir
    duruma muhalif olarak yaptığı rivayettir.

    Örnek: Abdullah b. Zeyd’in, Peygamber
    Sallallahu aleyhi vesellem
    ‘in abdest alışına dair naklettiği hadise göre o
    elinde artan sudan başka bir su ile (yani ayrıca su alarak) başını ve
    kulaklarını meshetti. Bu hadisi bu lafız ile Muslim, İbn Vehb yoluyla rivayet
    etmiştir.

    Yine Beyhaki o yolla fakat; başı için aldığı
    sudan ayrı kulakları için de su aldı, lafzı ile rivayet etmiştir.

    Beyhaki’nin rivayeti şazdır. Çünkü onu İbn
    Vehb’den rivayet eden sika bir ravi olmakla beraber kendinden sayıca daha çok
    kimsenin naklettiği rivayete muhaliftir. Zira İbn Vehb’den kalabalık bir
    topluluk Muslim’in rivayet ettiği lafızla rivayet etmişlerdir. Buna göre
    Beyhaki’nin rivayeti sahih değildir. Ravileri sika olsalar bile. Çünkü bu
    rivayet şaz olmak özelliğinden kurtulmamıştır.

  • Âhâd HADİS Hadis Usulü Online Oku

    Âhâd:

     

    Mütevatirlerin dışında kalanlardır.


    Rivayet yolları itibariyle:

    Meşhur, aziz ve garib olmak üzere üç kısma ayrılır.


    1- Meşhur:

    Üç ve daha fazla kişinin rivayet ettiği fakat tevatür sınırına ulaşmayan
    rivayettir.

    Örneğin: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem
    buyurdu ki:


    “Müslüman diğer müslümanların dilinden ve
    elinden kurtulduğu kimsedir.”


    2- Aziz:

    Sadece iki kişinin naklettiği rivayettir.

    Örnek: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem
    buyurdu ki:


    “Sizden herhangi bir kimse beni çocuğundan,
    babasından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş sayılmaz.”


    3- Garîb:

    Sadece bir kişinin naklettiği rivayettir.

    Örnek: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem
    buyurdu ki:


    “Ameller ancak niyetler iledir ve her kişi için
    sadece niyeti vardır…”

    Bu hadisi Peygamber Sallallahu aleyhi
    vesellem
    ‘den sadece Ömer b. el-Hattab rivayet etmiştir. Ömer’den de sadece
    Alkame b. Ebi Vakkas rivayet etmiştir. Alkame’den ise yalnız Muhammed b. İbrahim
    et-Teymî rivayet etmiştir. Muhammed’den sadece Yahya b. Said el-Ensarî rivayet
    etmiştir. Bunların hepsi de tabiîndendir. Daha sonra Yahya’dan bunu pekçok kimse
    rivayet etmiştir.


    Mertebe itibariyle

    de beş kısma ayrılır: Sahih li zâtihî, sahih li gayrihî, hasen li zatihî, hasen
    li gayrihî ve daîf (zayıf)


    1- Sahih li zâtihî:

    Zaptı tam, adaletli ravinin muttasıl bir senedle rivayet ettiği, şaz olmayan ve
    mertebeden kabule engel bir illeti bulunmayan rivayettir.

    Örnek: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem
    buyurdu ki:


    “Allah kim hakkında hayır murad ederse onu dinde
    fakih kılar.”[1]

    Hadisin sıhhati şu üç hususla bilinir:


    1-

    Hadis’in Buhârî ve Muslim’in Sahih’leri gibi hadisleri sahih kabul etmekte
    sözlerine itimad edilen kimselerin tasnif ettikleri eserlerde bulunması.


    2-

    Hadislerin sahih olduğunu belirtmekte sözüne güvenilen ve bununla birlikte bu
    hususta müsamahakârlıkla tanınmamış imam (kendisine uyulan önder) bir zatın,
    hadisin sıhhatini açıkça ifade etmesi.


    3-

    Ravilerinin ve rivayet yollarının tetkik edilmesi.

    Eğer sıhhat şartları eksiksiz olarak tesbit
    edilebilirse, o zaman hadisin sahih olduğuna dair hüküm verilir.


    2-

    Sahih li gayrihî:
    Bu bir kaç yoldan rivayet edilmesi halinde, hasen li
    zatihi olan hadistir.

    Örnek: Abdullah b. Amr b. el-Âs Radıyallahu
    anh
    ‘ın rivayetine göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem ona bir
    ordu hazırlamasını emretmiş, fakat deve bulunamamış. Bunun üzerine Peygamber
    Sallallahu aleyhi vesellem
    şöyle buyurmuştur: “Sen bize zekat zamanı
    gelene kadar dişi deve karşılığında bizim adımıza deve satın al!”
    diye
    buyurdu. Bunun üzerine bir deveyi iki hatta üç deve karşılığında aldığı
    oluyordu.

    Hadisi İmam Ahmed, Muhammed b. İshak yoluyla,
    Beyhaki, Amr b. Şuayb yoluyla rivayet etmişlerdir. Bu yolların herbiri tek
    başına hasen mertebesindedir. Her ikisinin bir arada olması halinde hadis sahih
    li gayrihî mertebesine çıkar.

    Buna “sahih li gayrihî” denilmesinin sebebi
    şudur: Eğer herbir rivayet yolu tek başına ele alınacak olursa sahih mertebesine
    ulaşmaz. Her iki rivayet yolu gözönünde bulundurulunca bu hadis kuvvet kazanır
    ve nihayet sahih li gayrihî mertebesine çıkar.


    3- Hasen li zâtihî:

    Adaletli olmakla birlikte zaptı pek kuvvetli olmayan bir kimsenin muttasıl bir
    senetle rivayet ettiği, şazlıktan ve reddedilmeyi gerektiren illetten uzak
    hadistir.

    Hasen li zâtihî ile sahih li zâtihî arasındaki
    tek fark, sahih hadiste zaptın tam olma şartının koşulması ile birlikte, hasen
    li zatihide bunun şart olmamasıdır.

    Örnek: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem
    buyurdu ki:


    “Namazın anahtarı taharet (abdest), onun tahrimi
    (namaza girmek dolayısıyla namazın dışındaki fiillerin haram kılınması) tekbir,
    tahlili (namaz dışındaki fiillerin mübah olması) ise selam vermektir.”

    Ebû Dâvûd’un tek başına rivayet ettiği hadisler
    hasen hadislerdendir. Bu iki hususu (yani, hasen ile sahih arasındaki fark ile
    bu son cümleyi) İbnu’s-Salâh belirtmiştir.


    4- Hasen li gayrihî:

    Zayıf hadisin, biri diğerini telafi edecek ve aralarında yalancı ve yalanla
    itham olunmuş bir ravi bulunmayacak şekilde birkaç yoldan nakledilmesidir.

    Örnek: Ömer b. el-Hattab Radıyallahu anh
    dedi ki: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem dua ettiğinde ellerini
    uzattığı takdirde onları yüzüne sürmeden geri çekmezdi.

    Bu hadisi Tirmizî rivayet etmiştir. Bulûğu’l-Merâm’da
    (İbn Hacer) dedi ki: Bu hadisin Ebû Dâvûd ve başka eserlerde şahitleri
    bulunmaktadır. Bunların toplamı hadisin hasen olmasını gerektirir.

    Buna hasen li gayrihi deniliş sebebi, herbir
    rivayet yolu tek başına ele alındığı takdirde hasen mertebesine ulaşamamasıdır.
    Fakat bütün rivayet yolları gözönünde bulundurulunca bu mertebeye ulaşacak
    şekilde kuvvet kazandığı görülür.


    5- Zayıf:

    Sahih ve hasen şartlarını taşımayan hadistir.

    Örnek: “Su-i zanda bulunarak insanlardan
    korununuz”
    hadisi.

    el-Ukaylî, İbn Adiy, Hatib Bağdâdî, Dımaşk
    Tarihi’nde İbn Asakir, Müsnedu’l-Firdevs adlı eserinde Deylemî, Nevâdiru’l-Usul
    adlı eserinde Tirmizî el-Hakim -Sünen sahibi Tirmizî değil-, Tarihlerinde Hakim
    ve İbnu’l-Carud’un tek başlarına rivayet ettikleri hadislerin zayıf olduğu
    ihtimali kuvvetlidir.



     




    [1]

    Buhârî ve Muslim.

  • Âhâd Haberlerin Hükmü Hadis Usulü Online Oku

    Âhâd Haberlerin Hükmü

     

    Zayıf hariç olmak üzere âhâd hadisler:


    1-

    Zan ifade eder. Bu da bu rivayetlerin kendisinden naklolunduğu zata nisbetinin
    sahih olma ihtimalinin ağır olması demektir. Ancak bu zan az önce sözü geçen
    mertebelerine göre farklılık arzeder. Karineler çoğalır, asıl kaideler de onun
    muhtevâsının lehine şahitlikte bulunursa bu tür haberlerin ilim ifade ettiği
    haller dahi olabilir.


    2-

    Eğer bir haber mahiyetinde ise, tasdik edilmesi, eğer bir talep ifade ediyorsa,
    uygulanması suretiyle delâleti gereğince amelde bulunmak.

    Zayıf hadise gelince ne zan, ne de amel ifade
    eder. Onu delil olarak kabul etmek de caiz değildir, zayıf olduğunu açıklamadan
    zikretmek de caiz değildir. Terğib ve terhib (teşvik ve korkutma) mahiyetinde
    olanlar müstesnâ. Bir grup ilim adamı şu aşağıdaki şartlara bağlı olarak
    zikredilmesini müsamaha ile karışlamışlardır:


    1-

    Zayıflık derecesi ileri olmamalı


    2-

    Terğib ve terhibin sözkonusu edildiği amel, aslı itibariyle sabit olmalı


    3-

    Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem‘in onu söylediğine itikad etmemeli
    (kesin olarak inanmamalı)

    Buna göre böyle bir hadisin teşvik ile ilgili
    hususlarda zikredilmesinin faydası, kişiyi teşvik edilen bir amele teşvik etmek
    olur. Bu da sevap kazanmak ümidinden ötürü sözkonusudur. Eğer bu yolla sevap
    elde edilirse mesele yok. Öyle olmazsa ibadette gayret ortaya koymasının ona
    zararı olmaz ve emrolunan işi yapmak dolayısıyla sözkonusu olan asıl sevabı da
    kaçırmamış olur.

    Terhib (korkutmak) ile ilgili hususlarda
    zikredilmesinin faydası, ise kişiyi korkutulan bir ameli işlemekten uzak
    tutmaktır. Çünkü böyle bir cezanın verileceğinden korkulur. Böyle bir işten uzak
    kalırsa zararı olmaz ve sözü edilen ceza ile de karşı karşıya gelmez.

  • Mütevatir Hadis Usulü Online Oku

    Mütevatir:

     

    Adeten yalan söylemek üzere birbirleriyle
    anlaşmaları imkânsız bir topluluğun rivayet ettiği ve maddi bir şeye isnad
    ettikleri rivayettir.

    Mütevatir, hem lafız, hem mana itibariyle
    mütevatir sadece manasıyla mütevatir olmak üzere iki kısma ayrılır.


    Hem lafız, hem mana itibariyle mütevatir:

    Ravilerin hem lafzı, hem de manası üzerinde ittifak ettikleri mütevâtir
    rivayettir.

    Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem‘in:
    “Kim benim aleyhime kasten yalan uydurursa cehennemdeki yerine hazırlansın”
    buyruğu buna örnektir. Bu hadisi Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem‘den
    altmışdan fazla sahabi rivayet etmiş bulunmaktadır. Cennetle müjdelenen on
    sahabi de bunlar arasındadır. Bunlardan da pekçok sayıda kimse rivayet etmiştir.


    Mana itibariyle mütevatir
    e
    gelince: Ravilerin genel anlamı itibariyle ittifak ettikleri, fakat her hadisin
    özel manası ile münferid kaldığı rivayetlerdir.

    Şefaate dair hadisler ile mestler üzerine
    meshetmeye dair hadisler buna örnektir. Hadis usulü ilmine dair nazım bir metin
    hazırlayanlardan birisi bu hususta şöyle demektedir:

    “Tevatüren gelenler arasında: Kim aleyhine yalan
    uydurursa…

    “Ve kim Allah’tan mükâfat bekleyerek, Allah için
    bir ev (mescid) bina ederse hadisleri ile

    Ru’yet (Allah’ın görülmesi), şefaat ve Havz
    hadisleri

    Bir de mestler üzerine mesh hadisleri vardır.
    Bunlar bu hadislerin bir kısmıdır.”

    Her iki kısmıyla mütevatir:


    1-

    İlim ifade eder. Bu da kendisinden nakledildiği zata nisbetinin sahih olduğunun
    kat’i (kesin) olması demektir.


    2-

    Eğer haber anlamını ihtiva ediyorsa, tasdik edilmesi, eğer istek (emir ve yasak)
    ihtiva ederse uygulanması suretiyle neye delâlet ediyorsa gereğince amel etmeyi
    de ifade eder.

  • Bize Naklediliş Yolları İtibariyle Haberin Kısımları Hadis Usulü Online Oku

    Bize Naklediliş
    Yolları İtibariyle Haberin Kısımları

     

    Haber bize naklediliş yolları itibariyle:
    Mütevatir ve âhâd olmak üzere iki kısma ayrılır.

  • Hadis, Haber, Eser, Kudsî Hadis Hadis Usulü Online Oku

    Hadis, Haber, Eser,
    Kudsî Hadis

     


    Hadis:

    Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem‘e isnad edilen söz, fiil, takrîr ya
    da niteliktir.


    Haber:

    Hadis anlamındadır. Hadis için yapılan tanım gözönünde bulundurularak nasıl
    tanımlanacağı da bilinmiş olur. Haberin Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem‘e
    de, başkasına da isnad edilen rivayet olduğu da söylenmiştir. Bu durumda haber
    hadisten daha genel ve kapsamlı olur.


    Eser

    ise, sahabiye ya da tabiîye isnad edilendir. Bazan kayıtlı olarak Peygamber
    Sallallahu aleyhi vesellem
    ‘e isnad edilenin kastedildiği de olabilir. Bu
    durumda: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem‘den rivayet edilen
    eserden… diye söylenir.


    Kudsi hadis:

    Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem‘in yüce Rabbinden yaptığı
    rivayettir. Aynı zamanda buna Rabbanî hadis ve ilâhî hadis de denilir.

    Buna örnek: Peygamber Sallallahu aleyhi
    vesellem
    ‘in yüce Rabbinden şöyle dediğine dair yaptığı rivayettir: “Ben
    kulumun yanında benim hakkımda zan ettiği gibiyim. O beni andığı vakit, ben
    onunla birlikteyim. Eğer beni kendi içinde anarsa, ben de onu kendi nefsimde
    anarım. Eğer beni bir topluluk arasında anarsa, ben de onu onlardan daha hayırlı
    bir topluluk arasında anarım.”

    Kudsî hadis mertebe itibariyle Kur’ân ile nebevî
    hadis arasında bir yerdedir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim hem lafız, hem mana itibariyle
    yüce Allah’a nisbet edilir. Nebevî hadis ise hem lafız, hem mana itibariyle
    Peygamberimize nisbet edilir. Kudsî hadis ise mana itibariyle yüce Allah’a
    nisbet edilir, ama lafız itibariyle değil. Bundan dolayı kudsi hadis lafzı
    ibadet kastı ile okunmaz ve namazda da tilavet edilmez. Kudsî hadisle benzerini
    getirmek için meydan okumak (tehaddî) sözkonusu değildir. Kur’ân-ı Kerim’in
    nakledildiği gibi tevatür yoluyla da nakledilmemiştir. Aksine kimi kudsî
    hadisler sahih, kimi zayıf, kimisi de mevzu (uydurma)dır.

  • B- Faydası: Hadis Usulü Online Oku

    b- Faydası:

     

    Ravi ile mervîden kabul ve red olunanı
    bilmektir.

  • HADİS USÛLÜNE GİRİŞ Hadis Usulü Online Oku

    HADİS USÛLÜNE GİRİŞ

     

    Önsöz:

     

    Hamd Allah’a mahsustur. Ona hamdeder, Ondan
    yardım ve mağfiret diler, Ona tevbe ederiz. Nefislerimizin şerlerinden,
    amellerimizin kötülüklerinden Allah’a sığınırız. Allah kimi hidayete iletirse,
    kimse onu saptıramaz. Kimi de saptırırsa kimse onu hidayete iletemez. Şehadet
    ederim ki, Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Bir ve tektir, ortağı yoktur.
    Yine şehadet ederim ki, Muhammed onun kulu ve Rasûlüdür. Allah ona, aile
    halkına, ashabına, kıyamet gününe kadar güzel bir şekilde onların izinden
    gidenlere salât ve selâm eylesin.

    Gerçek şu ki Allah, Muhammed Sallallahu
    aleyhi vesellem
    ‘i hidayet ile ve hak din ile -onun dinini diğer bütün
    dinlerin üzerine üstün kılmak üzere- göndermiş, ona kitabı ve hikmeti
    indirmiştir. (Kitap Kur’ân-ı Kerim, hikmet te sünnettir). Ta ki insanlara
    kendilerine indirilenleri açıklasın, belki iyice düşünürler, hidayet bulur ve
    kurtulurlar.

    Kitap ve sünnet, yüce Allah’ın kullarına karşı
    delilinin, kendileri ile ortaya konulduğu iki esastır. İtikâdî ve amelî
    hükümler, emir ya da yasak itibariyle onlar üzerine bina edilir.

    Kur’ân’ı delil gösteren bir kimse bir tek hususu
    gözönünde bulundurmalıdır. O da nassın hükme delâletini tetkik etmektir. Onun
    senedine bakmaya ihtiyacı yoktur. Çünkü Kur’ân-ı Kerim hem lafız, hem de mana
    itibariyle mütevatir nakil ile kesin bir şekilde sabit olmuştur:


    “Şüphe yok ki o zikri (Kur’ân’ı) biz indirdik.
    Onu koruyacak olanlar da elbette bizleriz.”

    (el-Hicr, 15/9)

    Sünneti delil gösteren bir kimsenin ise iki
    hususu birden gözönünde bulundurması gerekir:

    Birincisi, sünnetin Peygamber Sallallahu
    aleyhi vesellem
    ‘den sübutûnu tesbit etmek. Çünkü Peygamber Sallallahu
    aleyhi vesellem
    ’e nisbet edilen herşey sahih değildir.

    İkincisi, nassın hükme delâletini gözönünde
    bulundurmak.[1]

    Birinci husus dolayısıyla Peygamber
    Sallallahu aleyhi vesellem
    ‘e nisbet edilenler arasında kabul edilebilir
    durumda olan ile reddedilmesi gerekenin birbirinden ayırdedilebilmesi için
    gerekli kanun ve kuralların konulmasına gerek duyulmuştur. İlim adamları
    -Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun- bu işi yerine getirmiş ve buna “Mustalahu’l-Hadis:
    Hadis İstilahları, Terimleri” adını vermişlerdir.

    Biz ilmî enstitülerin lise kısımlarının birinci
    ve ikinci sınıfları için kabul edilmiş müfredat programına uygun olarak, bu
    önemli ilim dalını kapsayan orta hacimde bir kitap hazırladık ve ona “Mustalahu’l-Hadîs”
    adını verdik.

    Bu kitabı iki kısma ayırdık. Birinci kısım
    birinci senenin müfredat programını, ikincisi ise ikinci sınıfın müfredat
    programını ihtiva etmektedir.

    Yüce Allah’tan
    bu amelimizi kendi zatı için ihlasla yapılmış, rızasına uygun ve kullarına
    faydalı kılmasını niyaz ederiz. Şüphe yok ki o, pek cömerttir ve pek
    lütufkârdır.[2]



     




    [2]

    Muhammed Salih el- Useymin, Hadis Usulüne Giriş, Guraba Yayınları.

  • HZ. MUSA (A.S.) HAYATI KISSASI

    ONALTINCI
    BÖLÜM
    1

    HZ. MUSA
    (A.S.)
    1

     

     

     

    ONALTINCI
    BÖLÜM

     

    HZ. MUSA (A.S.)

     

    A. Firavun’ün İsrailoğullari’nin Erkek Çocuklarını
    Öldürtmesi

     

    İsrailoğulları,
    önceden geçtiği gibi, yaklaşık M.Ö. 1600 yıl­ları civarında Hz. Yusuf (a.s.)
    zamanında onun daveti üzerine ataları Hz. Yakub (a.s.) ile birlikte Mısır’a
    gitmişler ve orada Hz Yusuf (a.s.) tarafından kendilerine tahsis edilen bölgeye
    yerleş­mişlerdi. Müteakip asırlarda nüfuslarının artmasıyla ülkede ö-nemli bir
    unsur haline geldiler. Hz. Yusuf (a.s.)’m ölümünden u-zun bir süre sonra Mısır
    iktidarını elegeçiren yeni hanedan fira­vunları,[1]
    düşmanlarıyla işbirliği yapmak suretiyle hakimiyetleri­ni tehdit
    edebileceklerini düşünerek gittikçe çoğalan İsrailoğulla­rı üzerinde baskı
    uygulamaya başladılar. Önce mal ve mülklerini ellerinden aldılar, ayrıca onları
    her türlü devlet işlerinden uzak­laştırdılar. Kendilerini Güneş tanrısı Raftın
    oğlu kabul eden bu firavunları,[2] putperestliği
    ve firavunların ulühiyeti inancını red­deden İsrailoğullari’nı ağır işlerde
    çalıştırdılar. Güçlerini bütü­nüyle kırmak için, muhteşem şehir ve saraylarını
    yaparken in­şâat işlerini bütünüyle onlara yüklediler.

    Hz. Musa (a.s.)’m
    doğumundan önceki yıllarda tahtta olan Firavun II. Ramses, kibir ve gurur
    sahibi çok zâlim bir hüküm­dardı. Halkı sınıflara ayırmış, kimilerini ezip
    sömürürken, kimi­lerine önemli imtiyazlar tanımıştı. Yöneticiler ve
    işbirlikçilerin­den meydana gelen zengin sınıf, lüks ve refah içinde yüzüyor;
    ülke gelirinin büyük kısmı, nüfusun küçük bir kısmından ibaret bu seçkin
    sınıfın cebine akıyordu. Toplumda ekseriyeti teşkil eden ezilen sınıflar ise,
    temel insan haklarından dahi mahrum bulunuyordu.

    İsrailoğulları
    üzerindeki baskı ve zulmü daha da artıran bu zâlim Firavun, bunları yetersiz
    görerek sonunda korkunç bir zulme daha başvurdu. Onlardan doğacak erkek
    çocukların öldü­rülmesi için bir kanun çıkardı. Bu maksatla görevlendirdiği ca­suslarını,
    onların içine saldı. Bu şahıslar, İsrailoğulları’ndaki hamile kadınların doğum
    günlerini takip ederler, doğurdukları çocukların oğlan olduğunu
    öğrendiklerinde, durumu derhal bu çocukları öldürmekle görevlendirilmiş
    memurlara ihbar ederler­di. Ayrıca ebelere de, bu çocukları öldürmeleri emri
    verilmişti. Firavun, bu uygulamasıyla, bir taraftan İsrailoğulları’nm erkek
    nüfusunu azaltmayı, diğer taraftan da kızlarını sağ bırakıp onla­rı Kıbtî
    erkeklerle evlendirmek suretiyle Kıbtî nüfusu arttırmayı hedefliyordu. Allah
    Teâlâ, Firavun’un bu uygulamasının safhala­rı hakkında şöyle buyurmaktadır:

    “Gerçekten
    Firavun, bulunduğu, ülkede büyüklenip zorbalığa kalkıştı. O yerin halkını,
    fırkalara böldü. İçlerinden bir fırkayı za­yıflatıp eziyor, onların oğullarım
    öldürtüyor ve kızlarını sağ bırakı­yordu. Şüphesiz ki o, bozgunculardan
    biriydi. “[3]

    Mısır firavunu, Hz.
    Musa (a.s.)’ın peygamberliği sırasında bu zulmü yeniden uygulamaya koymuştur.
    Bu ikinci zulmü yeri geldiğinde ele alacağız. [4]

     

    B. Allah Teâlâ’nın Ezilmişleri Üstün Kılıma İrâdesi

     

    XIX. Hanedan firavunlarından olan II. Ramses, İsrailoğulla-n’nı ezmek ve erkek çocuklarını
    öldürerek çoğalmalarını önle­mek suretiyle saltanatını yıkılmaz hale
    getireceğini zannediyor­du.[5] Ancak
    gerçek güç sahibi Cenab-ı Hak onun gibi düşünmüyor, aksine bu zâlimin
    saltanatını zayıf düşürüp, onu bizzat ez­mekte olduğu İsrailoğullan vasıtasıyla
    ortadan kaldırmayı arzu ediyordu. Zayıfların kuvvetlileri devirmesi, ancak
    Allah’ın yardı­mı ile mümkündü. Bu defa da öyle olacak, her türlü hakları elle­rinden
    alınmış zayıflar Allah’ın yardımıyla, gurur ve kibir sahibi zâlim müstekbirlere
    üstün gelecekti. Bu gerçek, Hz. Musa (a.s.)’ in hayatına genişçe yer verilen
    Kasas süresinin ilk âyetlerinde şöyle dile getirilmiştir:

    “Biz ise
    istiyorduk ki, o ülkede ezilmekte olanlara lütufta bu­lunalım. Onları dinde
    önderler yapalım ve (Firavun’un güç ve kuv­vetinin) mirasçıları kılalım. Ve
    onları yeryüzünde kuvvetli hale getirelim. Firavun’a, Hâmdn’a ve askerlerine,
    sakındıkları, şeyi, o zayıfların eliyle gösterelim. “[6]

    Hz. Musa (a.s.)
    kıssası, bir bakıma bu iki âyette özetlenen hakikatin gerçekleşmesinin
    anlatımından ibarettir. Uz. Musa (a.s.) ve kavmi, çileli ve sıkıntılı bir sabır
    sürecinin ardından Al­lah tarafından desteklenerek bu mutlu sona
    ulaştırılmıştır. On­ların mücâdelesi, şu âyette ifade edildiği şekilde
    sonuçlanmıştır:

    “Hor görülen o
    kavmi de, mübarek kıldığımız yerin doğuları­na ve batılarına vârisler yaptık.
    Böylece sabretmelerinden dolayı, Rabbinin îsrailoğullan’na olan o pek güzel
    va’di yerine geldi. Firavun ve kavminin yapmakta oldukları ve yükselttikleri
    şeyleri de yerle bir ettik. “[7]

     

    C. Hz. Musa (A.S.)’ın Doğumu Ve Sandık İçinde Nîl’e
    Bırakılması

     

    Hz. Musa (a.s.)’m
    İsmi, Kur’ân-ı Kerim’de, 34 sûrede 136 ayette geçmektedir. Kur’ân’da ismi en
    fazla zikredilen peygamber odur. Hz. Musa (a.s.), dinler tarihi kitaplannda da
    geniş yer tu­tar. Bu durum, onun peygamberler içindeki önemini ve yürüt­müş
    olduğu tevhid mücâdelesinin ehemmiyetini göstermektedir. Bilindiği gibi o,
    dünyanın en zâlim ve en güçlü hükümdarların­dan biri zamanında, ilahlık
    taslayan bu mağrur hükümdar ve onun zulmü altında ezilen halkı hakka davet için
    gönderilmiştir. Ezilmişlik sebebiyle insanî duyguları dejenere olmuş kavmi
    îsra-iloğulları’ni hidâyete ulaştırmak ve kaybettikleri değerleri yeni­den
    kazandırmakla görevlendirilmiştir. Mısır toplumunun ceha­let ve zulmü çok
    şiddetli olduğundan, ona verilen mucizeler de, diğer peygamberlere verilenlere
    göre daha kuvvetlidir. Hz. Musa (a.s.)’m tevhid mücâdelesi, aynı zamanda,
    mü’minler için örnek bir mücâdeledir. Cenab-ı Hak, Peygamber Efendimiz
    (s.a.v.)’e hitaben şöyle buyurmuştur:

    “Sana Musa ile
    Firavun arasında geçen olayların bir kısmı­nı, iman eden insanlar için, bütün
    gerçeğiyle anlatacağız. “[8]

    Semavî dört büyük
    kitaptan Tevrat Hz. Musa (a.s.)’a veril­miş, bu kitap Hz. İsa (a.s.) dahil
    İsrailoğulları’nin bütün pey­gamberleri tarafından tatbik edilmiştir.

    Hz. Musa (a.s.)3 Hz.
    Yakub (a.s.)’ın oğullarından Levi sıbtı-na mensuptur. Tarihçiler, onun
    soyağacını Hz. İbrahim (a.s.)’a kadar şöyle vermektedirler: Musa b. Imrân b.
    Lâhib (veya Yashir) b. Âriz (veya Kâhis) b. Levi b. Yakub b. îshak b. İbrahim
    (a.s.). Musa (a.s.), M.Ö. XIII. asırda yaşamıştır.

    Firavun’un aldığı
    tedbir, ileride kendisini tahtından edecek bebeğin hayatta kalmasını
    engelleyemedi. Hz. Musa (a.s.), Al­lah’ın kudretini ve kendisine verdiği değeri
    gösteren fevkalâde bir şekilde dünyaya geldi, O’nun lütfü ile öldürülmekten
    kurtuldu. Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s.)’ı Firavun ve adamlarından korumak bir
    tarafa, bizzat onun tarafından sarayda büyütülmesini sağla­dı.
    İsrailoğulları’ndan Imran ve hanımı, erkek bir çocukları dün­yaya geldiğinde,
    şüphesiz büyük bir korkuya kapılmışlardı. Ci­ğerparelerinin, Firavun’un
    adamları tarafından bulunup öldü­rülmesi an meselesiydi; çünkü çıkarılmış olan
    kanun bunu ge­rektiriyordu. Bunu engelleyebilecek bir güçleri de bulunmuyor­du.
    Ancak yetişen ilâhî yardım, onları bu sıkıntıdan bir ölçüde kurtardı. Şöyle ki,
    Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s.)’m annesine, do­ğurduğu bebeğini emzirmeye devam
    etmesini, öldürülmesinden korktuğu zaman ise onu bir sandık içinde nehre
    bırakmasını vahy/ilham etti. Ayrıca ona, nehre bıraktığı çocuğu dolayısıyla
    korkmamasını ve üzülmemesini söyledi. Bebeğini kurtarıp bir süre sonra
    kendisine geri göndereceğini ve onu ileride peygam­ber olarak
    görevlendireceğini haber verdi. Kendisine gelen bu ilâhî bilgi sayesinde
    rahatlayan ve verilen talimata uyan anne, söylendiğine göre, doğumdan yaklaşık
    üç ay sonra, küçük yav­rusunu bir sandık içinde Nü nehrine bıraktı. Doğum ve
    ilâhî talimat sonunda bebeğin nehre bırakılması, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle
    anlatılmaktadır:

    “Biz, Musa’nın
    annesine şöyle ilham ettik: Çocuğu emzir. Başına bir şey gelmesinden korktuğun
    zaman ise, onu hemen sandığa koyup nehre bırak. Sakın (ölecek diye) korkma ve
    ayrılı­ğına üzülme. Biz, onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamber­lerden
    yapacağız. “[9]

    Cenab-ı Hak, Hz. Musa
    (a.s.)’m annesine, ayrıca bebeğini zât-ı bârîsine ve bebeğe düşman olan birinin
    yanında büyüttüre­ceğini ve iyi bir şekilde bakılmasını sağlayacağını
    müjdelemişti. Nitekim Hz. Musa (a.s.)’a hitaben kendisini besleyecek kimsele­rin
    sevgisini kazanması için onu sevimli kıldığına işaret ederek şöyle buyurmuştur:

    “Hani bir
    zaman   Biz, annene önemli hususlar ilham
    etmiştik. Ona şöyle demiştik: Musa’yı sandığa koy, nehre bırak da ne­hir onu
    sahile atsın, onu benim de, onun da düşmanı oları biri alsın. Seni sevimli
    kıldım ki, muhafazam altında yetişesin.”[10]

     

    D. Firavun Ailesinin Hz. Musa (A.S.)’ı Nehirden Alması

     

    Nil nehri, içinde Hz.
    Musa’nın bulunduğu sandığı, Firavun sarayının bulunduğu yere götürmüştü. Bâzı
    cariyeler, sandık içinde bir bebek görünce onu nehirden çıkarıp hemen kraliçeye
    getirdiler. Kraliçe bebeğin yüzünü açtığında, onun çok güzel bir bebek olduğunu
    görmüş ve kalbinde ona karşı kuvvetli bir sevgi hissetmişti. Ancak bir süre
    sonra bebeği gören Firavun, hanımı­nın aksine bebeği öldürmekten başka bir şey
    düşünmüyordu. Çünkü o ve saray ricali, nehre bırakılmış bu sahipsiz bebeğin,
    İsrailoğulları’ndan bir aileye ait olduğunu çok iyi biliyorlardı. Çocuğunu bir
    kaç ay gizleyebilen aile, onu daha fazla gizleyeme­yeceğini anlamış, belki biri
    sahip çıkar ve ona bakar diye, bir sandık içinde nehre bırakmış olmalıydı.

    Ancak Firavun ve
    adamlarının bu kötü düşüncesine rağ­men korkulan olmadı. Çünkü kraliçe,
    Allah’ın sahiplenümesini kolaylaştırmak ve bu sayede büyütülmesini sağlamak
    için se­vimli kıldığı bu bebeği çok sevmiş ve ona candan bağlanmıştı.
    Sözlerinden o sırada erkek çocuğu olmadığı anlaşılan bu kadm,[11]
    kocası Firavun’a,   “Onu Öldürmeyip
    evlât edinelim,  bizim çocuğumuz olarak
    büyüdüğü takdirde, umulur ki bize faydası dokunur.” dedi. Firavun, hanımı
    Âsiye’nin bu teklifini kabul e-dince, Musa adı verilen bebek[12]
    ölümden kurtulmuş oldu. Fira­vun ve yakınları, kaderin kendileri için gizlediği
    gerçeği, yani nehirden çıkarıp evlat edindikleri çocuğun, ileride kendileri
    için bir düşman ve üzüntü kaynağı olacağını, saltanatlarının onun elinde sona
    ereceğini nereden bileceklerdi! Onların hile ve tuzak­ları, ilâhî iradeyi asla
    engelleyemezdi. Çocuğun nehirden çıkarı­lıp saraya alınışı, Kur’ân-ı Kerim’de
    şöyle anlatılır:

    “Firavun ailesi,
    ileride kendilerine düşman ve üzüntü sebebi olacak çocuğu bulup getirdiler.
    Şüphesiz Firavun, Hâmân ve as­kerleri yanilıyorlardı. Firavun’un hanımı, ıBu
    benim için de senin için de sevinç kaynağı bir çocuk. Onu Öldürmeyin; belki
    bize fay­dalı olur veya onu evlât ediniriz.’ dedi. Onlar, işin farkında değil­lerdi.”[13]

    Diğer tarafta ise, 3
    aylık bebeğini bir sandik içinde nehre bırakan anne, Allah tarafından kendisine
    teminat verilmesine rağmen, çocuğunun başına gelenlerden habersiz, endişeyle
    bir­likte şaşkınlık ve tasa içinde bulunuyordu. Telaş ve acelecilikten,  neredeyse durumun anlaşılmasına yol açacak
    davranışlarda bulunup oğlunu ele verecekti. Ancak Allah Teâlâ, ileride oğlunun
    peygamberliğine İman ederek mü’minlerden olacak bu anneye dayanma gücü ve sabır
    verd\ Bu sayede kendini tutmaya mu­vaffak olan anne, yine de çocuğunu kimin
    aldığını öğrenmek istiyordu. Bu maksatla kızma,[14]
    sandık içinde nehre saldığı kü­çük kardeşinin peşini takip etmesini ve onu
    kimin aldığına dair bir haber getirmesini söyledi. Gizli bir şekilde hiç bir
    kimseye görünmemeye çalışarak nehirdeki sandığın peşinden giden kız kardeşi,
    bebeğin Firavun ailesi tarafından “saraya alındığını gör­müştü. Henüz
    10-12 yaşlarında olduğu bildirilen bu kız, anlaşı­lan oldukça zeki bir çocuktu.
    Nitekim o, kardeşinin kimler tara­fından alındığını görmekle yetinmeyip,
    Firavun’un sarayına ka­dar girerek, küçük kardeşinin o andaki durumunu
    öğrenmeye de muvaffak oldu. O, Firavun ailesinin, nehirde buldukları bebe­ğe
    sütanne ve bakıcı aramakta olduklarını, bu maksatla bebek sahibi bâzı kadınları
    saraya getirdiklerini görmüştü. Ancak kar­deşi, bu maksatla getirilen hiç bir
    kadından süt emmiyordu. Orada bulunanların aralarında onu emzirebilecek tanıdık
    kadın­lardan bahsettiklerini duyunca, söze karışarak kendisinin de bunu
    yapabilecek bir tanıdığının olduğunu söyledi. Bahsettiği kadın ve ailesinin bu
    bebeğe çok iyi bakabileceklerini anlattı. Onu dinleyenler, bahsettiği kadını
    denemekte bir beis görmemiş­lerdi. Kız kardeşinin tavsiyesine uyulmuş, böylece
    nehirdeki sandıkta bulunan bebeğe süt vermesi için gerçek annesi saraya
    getirilmişti. Diğer kadınları emmeyen Musa, hemen onu emmeğe başladı.

    Firavun’un eşi Âsiye
    buna çok sevinmişti. Tanımadığı bu kadını sütanne olarak kiralamaya karar verdi
    ve ona çocuğun sütten kesilmesine kadar sarayda kalmasını teklif etti. Ancak bu
    kadın, evdeki çoluk ve çocuğunu yalnız bırakamayacağını, dola­yısıyla bebeğe
    ancak kendi evinde bakabileceğini ve bunda bir kusur etmeyeceğini söylemişti.
    Âsiye, buna izin verdi ve bebeği aralarındaki yakınlığı aklından dahi
    geçirmediği, öz annesine teslim etti. Bu durum, şüphesiz ki, en çok Musa’nın
    ailesini se­vindirmişti. Kur’ân-ı Kerim, bu konuyu şöyle anlatmaktadır:

    “Musa’nın annesinin
    gönlünde, oğlundan başka bir şey yok­tu. Eğer mü’minlerden olması için, kalbini
    pekiştirmeseydik, nere­deyse Musa’nın kendi çocuğu olduğunu açığa vuracaktı.
    Annesi, Musa’nın kız kardeşine, ‘Onu takip et!’ dedi. O da, Musa’yı uzak­tan
    gözetledi. Firavun ve adamlarından kimse işin farkında değil­di.

    Biz, annesi gelmeden
    Musa’nın başka kadınları emmesine engel olmuştuk. Bunun üzerine, Musa’nın kız
    kardeşi, ‘Sizin i-çin,ona bakıp onu yetiştirecek ve şefkatli davranacak bir
    aile gös­tereyim mi? ‘ dedi. Böylece biz, Musa’yı annesine geri verdik, se­vinsin,
    üzülmesin ve Allah’ın vaadinin hak olduğunu bilsin diye. Fakat insanların çoğu
    bunu bilmezler.”[15]

    “Bir zaman da kız
    kardeşin, Firavun’un sarayına gidip, ‘Si­ze, onu bakıp yetiştirecek birini
    buluvereyim mi?’ diyordu. Böylece annen sevinsin, üzülmesin diye Seni, tekrar
    ona verdik.”[16]

     

    E. Firavun’un Sarayında Büyütülen Hz. Musa {A.S.)’a Hikmet
    Ve İlim Verilmesi

     

    Çocukluğunun ilk
    yıllarını, Firavun tarafından sütanne olarak kiralanan öz annesinin kucağında
    hem de kendi evlerinde geçiren Hz. Musa (a.s.), süt emme çağını tamamladıktan
    sonra saraya alındı ve orada büyütüldü. Kur’ân-ı Kerim, onun çocuk­luk ve
    gençlik yıllarını nasıl geçirdiği konusunda bilgi vermemiş­tir. Yine, Firavun
    ailesinin sütanne olarak bildiği gerçek annesiy­le olan ilişkilerinden
    bahsetmemiştir. Ancak bu konularda bilgi olmasa da Hz, Musa {a.s.)’ın zulüm
    merkezi sarayda bulunmakla, çocukluk yıllarından itibaren ülkede bilhassa
    İsrailoğulları’na yapılan zulme yakından vâkıf olduğu ve bundan duyduğu rahat­sızlığı
    uzun bir süre gizlemek zorunda kaldığı açıktır. Diğer ta­raftan sütanne
    sıfatıyla kendisini emziren öz annesinin, aklı er­meğe başladığı günlerde
    Önemli sırrını açıp ona kim olduğunu açıkladığı, zulme mâruz kalan kavmi ve
    kavminin dini hakkında bilgi verdiği anlaşılmaktadır.

    Firavun’un sarayında
    bir prens olarak büyüyen Hz. Musa (a.s.), her türlü olumsuzluklara rağmen,
    Allah’ın yardımıyla sa­rayın kokuşmuşluklarından uzakta kalmayı başardı.
    Gençlik yıllarında, güzel ahlâk ve üstün faziletler iyi e temayüz etmiş, Al­lah
    tarafından mükafatlandırılmaya lâyık muhsinlerden biri ol­muştu. Bedenî ve
    zihnî açıdan gelişip rüşdüne erince, Allah ta­rafından kendisine, hikmet ve
    ilim verildi. Keskin anlayış ve hükmetme kabiliyetiyle donatıldı; hem dînî hem
    de dünyevî ilim­lerle teçhiz edildi. Kur’ân-ı Kerim, bu hususu şöyle açıklar:

    “Musa, rüşdüne
    erip olgunlaşıaca, ona hikmet ve ilim verdik. Biz, iyileri (muhsinleri) işte
    böyle mükaj’atlandırırız.”[17]

     

    F. Elinden Çıkan Kaza-Medyen’e Kaçışı Ve Medyen Yılları

     

    Hz. Musa (a.s.),
    gençlik yıllarında bir gün şehre indiğinde, biri Kıbtî diğeri
    İsrâiloğulları’ndan iki adamın kavga ettiğini gör­müştü. İsrâiloğulları’ndan
    olan şahıs kendisinden yardım iste­yince, ona yardım etmek için kavgaya
    karıştı. Bu davranışından da anlaşıldığı gibi Hz. Musa (a.s.}, Firavun’un
    sarayında bir prens olarak büyüse de, kendisinin İsrâiloğulları’ndan olduğunu
    biliyor, kavmine akla gelmedik zulümler yapan Firavun ve adam­larına öfke
    duyuyordu. Büyük ihtimalle o sırada saraydan ay­rılmış; hatta Firavun ve
    adamlarının zulmüne karşı çıkmasıyla meşhur olmuştu. Her ne ise, kavgaya
    karışan Hz. Musa (a.s.), Kıbtî’ye bir yumruk atarak onu yere yıktı. Ancak, hiç
    istemediği ve beklemediği bir şey olmuş; yumruğu yiyen Kıbtî düşüp ölmüştü. Asla
    onu öldürmek gibi bir niyeti olmayan Hz. Musa (a.s.), buna çok üzüldü ve bu
    işin şeytanın işlerinden biri oldu­ğunu söyledi. Allah’a sığınarak, elinden
    çıkan bu kazadan dolayı kendisini affetmesi için yalvardı. Kavgayı ve
    kendisinin Kıbtî’ye vurduğunu yardım isteyen şahıstan başka gören olmamıştı.
    Bir daha suçlulara ve günahkârlara destek olmayacağına söz vere­rek hemen olay
    mahallinden uzaklaştı. Kur’ân-ı Kerim’de bu hâdise şöyle anlatılmaktadır:

    “Musa, halkının
    habersiz olduğu bir sırada şehre girdi. Ora­da, biri kendi kabilesinden diğeri
    düşman tarafından olan iki çı­damın kavga ettiğini gördü. Kabilesinden olan
    adam, düşmanına karşı ondan yardım istedi Bunun üzerine Musa, ötekine bir yum­ruk
    indirip ölümüne sebep oldu. (Onun öldüğünü görünce), ‘Bu şeytan işidir. Şeytan,
    gerçekten, saptırıcı apaçık bir düşmandır. Rabbiml Doğrusu kendimi ziyana
    uğrattım. Beni bağışla!’ dedi. Allah da onu bağışladı. Çünkü Allah, gafurdur,
    rahimdir. Musa, ‘Rabbim! Bana lütfettiğin nimetlere andolsun ki, artık
    suçlulara asla yardımcı olmayacağım.’ dedi.”[18]

    Elinden çıkan kazanın
    Mısırlılar tarafından görülmemiş olmasını bir nimet sayan Hz. Musa (a.s.),
    geçtiği gibi, büyük bir pişmanlık içinde, bundan sonra asla suçlulara yardım
    etmeye­ceğine dair Allah’a söz vermişti. Ancak yine de gönlü rahat değil­di,
    geceyi korku ve endişe içinde, etrafı gözetleyerek geçirdi. Sa­bahleyin sokağa
    çıktığında, bir de ne görsün, bir gün önce ken­disini yardıma çağıran ve başına
    bu sıkıntının gelmesine sebep olan şahıs, yine biriyle kavga ediyor! O, bu
    ikinci olaydan yardım ettiği şahsın geçimsiz ve kavgacı biri olduğunu kesin
    olarak anlamış ti. Tekrar yardım isteyince, bu defa onun yardım isteğini
    reddetmekle kalmayıp, onu suçladı ve ona gerçekten azgın bir kimse olduğunu
    söyledi. Ardından onları ayırmak maksadıyla onun kavga etmekte olduğu Mısırlı
    şahsı tutmaya çalıştı. Bunun üzerine o Mısırlı, Hz. Musa (a.s.)’ı kendisini
    öldürmek niyetinde olmakla itham ederek şöyle dedi: “Ey Musa, dün birini
    öldürdün, bugün, de beni mi Öldürmek istiyorsun?” Belli ki o, Hz. Musa
    (a.s.)’m kavmine yapılan haksızlıklara tahammülsüzlüğünü bil­diğinden veya
    yardım isteyen düşmanının sözlerinden, önceki gün işlenen faili meçhul
    cinayetin onun tarafından işlenmiş ol­duğunu tahmin etmişti.[19]
    Yine, olayın Hz. Musa {a.s.) dışındaki tek şahidi olan her iki kavganın
    kahramanı Benî İsrailli şahıs, sırrını kendi kabilesinden olanlara açmış,
    ağızdan ağıza dolaşan bu haber, Kıbtîler tarafından da duyulmuş olabilirdi.[20] Bu
    ihti­maller bir tarafa, Kibtî şahsın sözlerini duyan Hz. Musa (a.s.), onu
    tutmaktan vazgeçti. Bundan istifade eden bu şahıs ise hemen oradan ayrılarak,
    kavmi Kıbtîler’e koştu, Musa’yı ihbar edip onun bir Mısırh’yı öldürdüğünü
    söyledi.

    Mısır eşrafından bir
    grup, bu olayı duyunca Hz. Musa (a.s.)’ı öldürmeye karar vermişler ve
    aralarında onu ne şekilde öldüreceklerini konuşmaya başlamışlardı.
    İsrailoğullan’ndan bi­ri, onların bu konuşmalarını duymuştu. Hemen Hz. Musa
    (a.s.)’a gelerek, durumu ona anlattı ve canını kurtarması için mümkün olan en
    kısa zamanda şehirden kaçmasını söyledi. Bu haber üzerine Hz. Musa (a.s.),
    kendisini zâlimlerden kurtarması için Allah’a dua ederek, vakit kaybetmeksizin
    korku ve endişe içinde gizlice şehirden ayrıldı. Hayatî tehlikeyle yüz yüze
    geldiği bir an­da Allah’ın lütfuyla bu tuzaktan haberdar olmuş ve kurtulmayı
    başarmıştı. Kur’ân-ı Kerim, onun başından geçen bu hadiseyi şöyle anlatır:

    “Şehirde korku
    içindeydi ve etrafı gözetleyerek sabahladı. Sabahleyin bir de ne görsün! Daha
    dün kendisinden yardım iste­yen kimse, feryat ederek yine kendisinden yardım
    istiyor. Musa ona dedi ki: ‘Doğrusu sen besbelli bir azgınsın!’ Derken Musa,
    kendisinin ve yardım isteyen şahsın ortak düşmanları olan öbür adamı yakalamak
    istedi. Bunun üzerine o adam, ‘Ey Musa! Dün birini öldürdüğün gibi, şimdi de
    beni mi öldürmek istiyorsun? De­mek arabuluculardan olmak istemiyor da, bu
    yerde yaman bir zorba olmayı arzüluyorsun sen!’ dedi.

    Şehrin öbür ucundan
    bir adam koşarak geldi ve şöyle dedi: ‘Ey Musa! Şehrin ileri gelenleri seni
    öldürmek için hakkında mü­zakere ediyorlar. Derhal buradan çık! İnan ki, ben
    senin iyiliğini isteyenlerdenim.’ Musa, korka korka, etrafı gözetleyerek
    şehirden ayrıldı, ‘Rabbim, beni zâlimler güruhundan kurtar!’ dedi.”[21]

    Yüce Allah, zâlim
    Firavun’dan koruduğu ve ona büyüttür­düğü Hz. Musa (a.s.)’ı başına gelen bu
    sıkıntıdan da kurtarmış ve kendisine bir kötülük ulaştırılmasına izin
    vermemişti. Yakın­larından biri vasıtasıyla, Firavun ve adamlarının kendisini
    öl­dürmek için plân hazırladıklarını öğrenen Hz. Musa (a.s.), vakit kaybetmeden
    şehirden çıktı ve Mısır’dan ayrılarak bir haftayı aşan yorucu bir yolculuktan
    sonra, Kızıldeniz’in Akabe körfezi sahilinde yer alan Medyen şehrine ulaştı. Bu
    şehir, Mısır İmpa­ratorluğu sınırlarının dışında kalan en yakın merkezdi. Bulun­duğu
    bölgenin sınırları, Akabe körfezinin kuzeyinden Sînâ yarı­madasının içlerine ve
    Ölü Deniz’in doğusunda Moab dağına ka­dar uzanıyordu. Şehrin sakinleri, Arap
    Amur/Anıorite kabilesi idi. Hz, Musa (a.s.), Medyen suyuna vardığında, orada
    sürülerini sulamakta olan bir grup insanla karşılaştı. Uzak bir yerde bekle­yen
    ve su kaynağına gitmek isteyen sürülerini o tarafa bırakma­yan iki kadm onun
    dikkatini çekmişti. Koyunların suya gitmesi­ni 
    engellemelerinin  sebebini  sorduğunda, 
    erkeklerin  izdihamı sebebiyle
    suya yaklaşamadıklarını, erkek çobanların sürülerini sulama işini bitirmelerine
    kadar beklediklerini ve hayvanlarını ancak onların ayrılmasından sonra
    suladıklarım söylediler. Ayrı­ca, evlerinde erkek olarak sadece ihtiyar
    babalarının bulundu­ğunu ve onun çobanlık yapacak bir durumda olmadığını, bu
    yüzden kadın olmalarına rağmen çobanlık yapmak zorunda kal­dıklarını ilâve
    ettiler. Onlara acıyan Hz. Musa (a.s.), yardım için harekete geçti ve
    sürülerini su tarafına götürerek sulayıverdi. Daha sonra orada bulunan bir
    ağacın gölgesine çekildi ve bu sırada hiç kimseyi tanımadığı bu yabancı diyarda
    Allah’ın yar­dımına ne kadar muhtaç olduğunu düşünerek, kendisine yar­dım
    etmesi için Allah’a dua ve niyazda bulundu. Kur’ân-ı Kerim, Medyen’e vardığı
    sırada onun başından geçenler ve bu duası hakkında şöyle demektedir:

    “Musa, Medyen
    tarafına yönelince, ‘Umanm, rabhim, bana doğru yolu gösterir!’ dedi. Medyen
    suyuna, vardığında, orada hayvanlarını sulayan bir çok insan buldu. Onların
    gerisinde de, hayvanlarının suya gitmesini engellemeye çalışan iki kadın gör­dü.
    Onlara, ‘Derdiniz nedir?’ dedi. Şöyle cevap verdiler: ‘Çobanlar sülayıp
    çekilmeden biz (onların içine sokulup hayvanlarımızı) su­lamayız. Babamız da
    oldukça yaşlıdır.’ Bunun üzerine Musa, on­ların hayvanlarını sulayıverdi. Sonra
    gölgeye çekildi, ‘Rabbim! Göndereceğin yardıma ve nzka çok muhtacım! ‘
    dedi”[22]

    Beklediği yardım
    gecikmedi. Hz. Musa (a.s.), ağacın gölge­sinde oturmuş durumunu düşünüp
    Allah’ın yardımını dilerken, biraz önce hayvanlarını sulayıverdigi kızlardan
    biri ona gelerek, utangaç bir vaziyette, babalarının kendilerine yapmış olduğu
    yardımın mükâfatını vermek için kendisini evlerine çağırdığını söyledi. Uzun
    yolculuğu sebebiyle oldukça yorgun bir durumda ve yabancı bir ülkede bulunmanın
    garipliği içinde olan Hz. Musa (a.s.), bu nazik daveti kabul ederek, genç kadın
    ile birlikte onla­rın evine gitti. Kızların babası,[23] onun
    başından geçenleri dinle­dikten sonra, zâlimlerden kurtulmuş olması dolayısıyla
    onu teb­rik etti. Boylu-boslu bir genç olan Hz. Musa (a.s.)’daki ahlâkî
    olgunluk, ihtiyar baba ve iki kızını çok etkilemişti. Bu iki kızdan keskin
    ferâsetiyle meşhur olanı, onun dürüst ve emin bir kişi ol­duğunu söyleyerek,
    babasına, onu çoban tutması teklifinde bu­lundu. Kızının teklifini yerinde
    bulan ihtiyar, bu işi daha uygun gördüğü bir şekilde çözmek istedi. Hz. Musa
    (a.s.)’a, kabul eder­se, sekiz yıl çobanlık yapması karşılığında, iki kızından
    hangisiy­le isterse evlenebileceğini söyledi. Eğer süreyi on yıla tamamla­mak
    isterse, bunun kendileri İçin bir ikram olacağını hatırlattı. Yabancı bir
    ülkede kendisine bir barınak arayan Hz. Muşa (a.s.), ihtiyarın bu teklifini
    kabul ederek onun sürülerini gütmeye baş­ladı. Yıllar birbirini kovaladı,
    rivayete göre, çobanlık süresini, kayınpederine daha uygun gelecek şekilde on
    yıla tamamladı. Bu sürenin sonunda, kızlardan istediğiyle evlendi ve onu alıp
    Medyen’den ayrıldı. Kur’ân-ı Kerim, bu safhayı şöyle anlatmak­tadır:

    “O sırada, o iki
    kızdan biri, utana utana yürüyerek ona gel­di ‘Babam, hayvanlarımızı sulamanın
    karşılığını ödemek için seni çağırıyor.’ dedi. Bunun üzerine Musa, kızların
    babasına gelip, başından geçenleri ona anlatınca, ihtiyar şöyle dedi: ‘Korkma !
    Artık, o zâlim kavimden kurtuldun.’

    İhtiyarın iki kızından
    biri, ‘Babacığım, onu ücretle çoban tut! Çünkü, ücretle çoban tutacağın en iyi
    kimse, bu güçlü ve güvenilir adamdır.’ dedi

    Kızların babası dedi
    ki: ‘Bana sekiz yıl çalışmana karşılık, şu iki kızımdan birini sana nikahlamak
    istiyorum. Eğer süreyi on yıla tamamlarsan, o da senden bir lütuf olur; yoksa
    sana ağırlık vermek istemem. înşaallah, beni iyi kimselerden bulacaksın.’

    Musa şöyle cevap
    verdi: ‘Bu seninle benim aramda yapılmış kesin bir sözleşmedir. Bu iki süreden
    hangisini doldurursam dol­durayım, demek ki, bana karşı husumet yok.
    Söylediklerimize Allah vekildir.’ Musa, hizmet süresini doldurunca, (oradan
    ayrıl­mak üzere) ailesiyle birlikte yola çıktı. “[24]

     

    G. Medyen’den Ayrılış-Peygamberlik Görevinin Verilişi

     

    Çobanlık süresini
    tamamlayıp uşak durduğu ihtiyarın kı­zıyla evlendikten sonra ailesiyle birlikte
    Medyen’den ayrılan Hz. Musa (a.s.), epeyce bir yol katettikten sonra bir gece
    Sînâ dağı tarafında bir ateş gördü. Bu esnada, o ve hanımı şiddetli soğuk
    sebebiyle üşümüş ve karanlıktan dolayı yollarını da kaybetmiş bir durumda
    bulunuyorlardı. Hz. Musa (a.s.}, hanımına, ateşin yanına gidip oradan bir haber
    veya ısınmak için bir ateş getire­ceğini söyleyerek, ondan geri dönene kadar
    kendisini bulunduk­ları yerde beklemesini istedi. Ateşi görmüş olduğu yere
    geldiğin­de,[25] orada bulunan vadinin sağ
    yanındaki bir ağaçtan kendisi­ne, “Ey Musa! Bil ki, ben, bütün âlemlerin
    rabbi olan Allah’ım.” diye seslenildiğini duydu. Ardından, aynı ses
    tarafından ayağın­daki nalınları çıkarması ve elindeki asayı bırakması
    emrolundu. Bu emir üzerine elindeki asayı bıraktığında, bir de ne görsün, asa
    canlanmış, bir yılan gibi hareket ediyor! Bu manzara karşı­sında korkuya
    kapılan Hz. Musa (a.s.), arkasını dönüp kaçmaya başlayınca, aynı ses
    korkmamasını söyledi ve ona güvende oldu­ğunu bildirdi. Devam ederek, elini
    koynuna sokmasını ve elini koynundan dışarı çıkardığında elinin bembeyaz
    olduğunu göre­ceğini haber verip, artık korkmaktan vazgeçmesini istedi. Daha
    sonra da ona, asa ile beyaz el mucizelerinin, Firavun ve adamlarina karşı  kullanılmak üzere  Rabbinden kendisine verilen  iki delil, iki önemli mucize olduğu
    hatırlatıldı.

    Bu mübarek gece ve bu
    kutsal mekânda böylece peygam­ber olarak görevlendirilen Hz. Musa (a.s.)’a,
    tebliğ için Firavun’a gitmesi emredilmişti. Bunun üzerine o, Firavun’un
    kavminden birini öldürdüğünü ve bu yüzden Firavun ve adamlarının kendi­sini
    öldürmelerinden korktuğunu söyledi. Ayrıca Firavun ve hal­kının  kendisini yalanlamalarından  çekindiğini belirterek daha düzgün ve daha
    etkili konuşan kardeşi Hz. Harun (a.s.)’ı kendi­sine yardımcı olarak
    görevlendirmesini istedi. Onun bu isteğini kabul eden Allah Teâlâ, ikisine
    büyük bir güç ve kuvvet vereceği­ni, dolayısıyla Firavun ve diğer kâfirlerin
    onlara bir şey yapama­yacaklarını, neticede kendilerine iman edenlerle birlikte
    Firavun’ a karşı üstünlük sağlayacaklarını müjdeledi. Hz. Musa (a.s.)’m
    Medyen’den ayrılışı ve Sînâ dağında peygamber olarak görevlen­dirilip tebliğ
    için Firavun’a gitmekle emrolunması, Kur’ân-ı Ke-rim’de bir kaç defa
    anlatılmıştır. Bu konu Kasas sûresinde şöyle geçmektedir:

    “Artık Musa,
    hizmet süresini doldurunca, ailesiyle birlikte yola çıktı. Yolda Sînâ dağı
    tarafında bir ateş gördü. Ailesine, ‘Siz burada bekleyin; ben bir ateş gördüm,
    belki oradan size bir ha­ber, yahut ısınmanız için bir ateş parçası getiririm.’
    dedi. Ateşi gördüğü yere gelince, o mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısından,
    -oradaki ağaç tarafından kendisine şöyle seslenildi: ‘Ey Musa! Bil ki, ben,
    bütün âlemlerin Rabbi olan Allah’ım.’

    Ve, ‘Asanı at!’
    denildi. Musa, yere attığı asayı yılan gibi dep-renir görünce, dönüp arkasına
    bakmadan kaçtı/Ey Musa! Beri gel, korkma, çünkü sen, emniyette olanlardansın.’
    buyuruldu. ‘Elini koynuna sok, kusursuz bembeyaz çıkacaktır. Korkudan açılan
    kollarını kendine çek. îşte bu ikisi, Firavun ve adamlarına karşı rabbin
    tarafından iki kesin delildir. Çünkü onlar, yoldan çıkan bir kavim
    olmuşlardır.’ diye seslenildi. Musa dedi ki: ‘Rab-bim! Ben onlardan birini
    öldürmüştüm, beni öldürmelerinden kor­kuyorum. Kardeşim Harun’un konuşması
    benimkinden daha düz­gündür.  Onu
    da,  beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle
    birlikte gönder. Zira bana yalancılık ithamında bulunmalarından endişe
    ediyorum.’

    Allah buyurdu: Seni
    kardeşinle destekleyeceğiz ve size Öyle bir kudret vereceğiz ki, âyetlerimiz
    sayesinde onlar size erişeme­yecekler. Siz ve size tâbi olanlar üstün
    geleceksiniz.”[26]

    Hz. Musa (a.s.)’ın
    peygamber olarak görevlendirilmesiyle il­gili bu önemli mülakat, Tâhâ sûresinde
    biraz daha geniş bir çer­çevede anlatılmış bulunmaktadır:

    “(Ey Muhammedi)
    Musa’nın kıssası sana ulaştı mı? Hani o, bir vakit bir ateş gördü de, ailesine,
    ‘Siz burada durun, benim gözüme bir ateş ilişti, belki size ondan bir yalın kor
    getiririm veya ateşin yanında bir kılavuz bulurum.’ dedi.

    Ateşin yanına vardığı
    zaman, kendisine şöyle seslenildi: ‘Ey Musa! Haberin olsun, şüphesiz ben, senin
    Rabbinim. Ayakkabıla­rını çıkar, çünkü sen mukaddes vadi Tuvd’dasın! Ben, seni
    pey­gamber olarak seçtim, şimdi vahyedilecekleri dinle! Şüphesiz ki, ben,
    Allah’ım! Ben’den başka hiçbir İlâh yoktur. Onun için Bana ibâdet et ve Beni
    anmak için namaz kıl! Çünkü Kıyamet mutlaka kopacaktır. Onun vaktini gizliyorum
    ki, herkes yaptığının karşılı­ğını görsün. O halde Kıyamete inanmayıp da
    nefsinin peşine tab­lan kimse, sakın seni ona iman etmekten alıkoymasın; yoksa
    he­lak olursun. Sağ elindeki nedir, Ey Musa!? Musa şöyle dedi: ‘O benim
    asamdır. Ona dayanırım ve onunla davarlarıma yaprak çırparım. Benim daha başka
    ihtiyaçlarımı da görür.’ Allah şöyle buyurdu: ‘Onu yere bırak!’ Musa elindeki
    asayı yere bıraktı. Bir de ne görsün, bir yılan gibi koşuyor!

    Allah şöyle buyurdu:
    ‘Tut onu, korkma. Biz, onu yine evvelki şekline çevireceğiz. Bir de elini
    koynuna sok da, diğer bir mucize olmak üzere, kusursuz bembeyaz olarak
    çıkıversin. Böylece sana en büyük mucizelerden bir kısmını göstermiş olalım.
    Firavun’a git, hakikaten o çok azdı.’

    Musa dedi ki: ‘Ey
    Rabbim! Göğsüme genişlik ver, işimi ko-laylaştır. Dilimden de düğümü çöz ki,
    sözümü iyi anlasınlar.[27]

    Bana kendi ailemden
    bir de vezir/yardıma ver. Yani kardeşim Harun’u. Onunla beni güçlendir. Onu,
    vazifemde bana ortak kıl Tâ ki, Seni çok teşbih edip, çok analım. Şüphe yok ki,
    Sen bizi hakkıyla görensin.’ Allah, ‘Ey Musa! Dilediğin sana verildi’ de­di”[28]

    Bu muazzam olay, Neml
    sûresinde ise kısa bir şekilde ifâde edilmektedir:

    “Hani bir zaman
    Musa, ailesine, ‘Ben bir ateş gördüm, size ondan bir haber getireceğim, yahut
    yalın bir kor getireceğim, belki onunla ısınırsınız.’ demişti. Ateşin yanına
    gelince, kendisine şöyle seslenildi: ‘Ateşin bulunduğu yerdeki de, çevresindeki
    de, müba­rek kılınmıştır. Alemlerin Rabbi olan Allah, her türlü noksanlıktan
    münezzehtir. Ey Musa! Gerçek şu ki, ben, Aziz ve Hakim olan Al­lah’ım. Asanı
    bırak!’ Musa, bıraktığı asasının bir yılan gibi kıvrılıp hareket ettiğini
    görünce, arkasına bakmadan dönüp kaçtı. (Allah şöyle buyurdu): ‘Ey Musa!
    Korkma, Benim huzurumda, peygam­berler asla korkmaz. Ancak kim haksızlık yapar,
    sonra da yaptığı kötülüğü iyiliğe çevirirse, Ben, onu da bağışlayıcıyım,
    merhamet edenim. Bir elini koynuna sok; Firavun ve kavmine dokuz mucize­den
    biri olarak, kusursuz bir beyazlıkta bembeyaz olarak çıksın. Çünkü onlar,
    yoldan çıkmış bir toplum oldular. Bu şekilde ayetle­rimiz, hakikati gözlerine
    sokarak, onlara vardığı vakit, ‘Bu apaçık bir büyüdür!’ dediler. [29] 

     

    H. Hz. Musa (A.S.) Ve Hz. Harun (A.S.) Firavun’la Yüzyüze

     

    Allah Teâlâ, Sînâ dağında
    Hz. Musa (a.s.)’ı peygamber ola­rak görevlendirmiş, ona doğrudan hitap ederek
    sadece kendisine kulluk etmesini, Âhiret gününe inanmasını ve namaz kılmasını
    emretmişti. Kıyametin muhakkak kopacağını, insanların daima hazırlıklı
    olmalarını sağlamak için onun zamanım gizli tuttuğu­nu  bildirmiş,  
    Kıyamet gününde  herkesin dünyada
    yaptığının karşılığını bulacağını haber vermişti. Ona ayrıca Firavun ve
    a-damlarına karşı kullanması için iki büyük mucize lütfetmiş, yardım isteğini
    de kabul ederek, kardeşi Hz. Harun(a.s.)’ı ona yardımcı yapmıştı.

    Cenab-ı Hak, Hz. Musa
    (a.s.) ve kardeşi Hz. Harun (a.s.)’i peygamber olarak görevlendirdikten ve
    onları mucizelerle donat­tıktan sonra, Firavun’a gitmelerini emretmiş, o
    ikisini, emirlerini insanlara tebliğ hususunda, gevşek davranmaktan
    sakındırmış-ti. Ayrıca, Firavun’a gittiklerinde, ona karşı yumuşak bir üslub
    ile konuşmalarını emrederek Firavun’un yumuşak ve güzel söz­lerden etkilenip
    nasihat dinleyebileceğini hatırlatmıştı. İki kar­deş, Firavun’un kendilerine kötülük
    yapmasından korktuklarını söylediklerinde, Yüce Allah, onlarla beraber olduğunu
    ve onları Firavun ve adamlarının kötülüklerinden koruyacağını bildirdi.
    Firavun’a giderek, Allah’ın iki elçisi olduklarını açıklayıp, onu
    İsraüoğulları’na baskı ve işkence yapmaktan vazgeçmeye çağır­malarını ve
    İsrailoğulları ile birlikte Mısır’dan ayrılmalarına izin istemelerini emretti.
    Ve Allah tarafından kendilerine verilen mu­cizelerle geldiklerini bildirerek;
    peygamberlere inananların hidâ­yete ulaşacaklarını, onları yalanlayanların ise
    mutlaka azaba uğrayacaklarını hatırlatmalarını söyledi. Allah Teâlâ, bu konuda
    şu bilgiyi vermektedir:

    “Ey Musa! Sen ve
    kardeşin, mucizelerimle gidin. İkiniz de, beni anmada ve emirlerimi tebliğde
    gevşeklik göstermeyin. İkiniz Firavun’a gidin; çünkü o, hakikaten azdı. Ona
    varınca, yumuşak sözler söyleyin; umulur ki, Öğüt alır veya korkar.

    Musa ve Harun, dediler
    ki: ‘Ey Rabbimiz! Firavun’un bize saldırmasından, yahut aşın gitmesinden
    korkuyoruz.’ Allah da şöyle buyurdu: ‘Korkmayın! Zîrâ ben sizinle beraberim.
    Her şeyi işitir ve görürüm. Hemen gidin de ona şöyle deyin: Biz, Rabbinin iki
    elçisiyim. Artık îsrailoğulları’nı, bizimle gönder. Onlara işkence etme. Biz,
    sana Rabbinden bir mucize ile geldik. Selâm hidâyete iâbi olanlaradır. Bize vahyolunmuştur
    ki, peygamberleri yalanla­yıp onlardan yüz çevirenlere mutlaka azap
    vardır.”[30]

    Kur’ân-i Kerim, Hz.
    Musa (a.s.) ve Hz. Harun (a.s.)’m Fira-vun’a gönderilişini bir başka yerde şu
    sözlerle dile getirmektedir: “Bir vakit de Rabbin Musa’ya nida edip, ‘O
    zalimler güruhu­na; Firavun’un kavmine git Hâlâ (başlarına gelecekten) sakınma­yacaklar
    mı onlar?’ diye seslenmişti.

    Musa şöyle dedi:
    ‘Rabbim, doğrusu beni yalanlamalarından korkuyorum. Bu durumda göğsüm daralır,
    dilim dönmez, onun için Harun’a da elçilik ver. Hem onların bana isnat
    ettikleri bir suç var. Ondan dolayı, korkarım ki, hemen beni öldürürle?-.’

    Allah, şöyle buyurdu:
    Hayır, (seni asla öldüremezler), haydi ikiniz, mucizelerimizle ona gidin.
    Şüphesiz ki, biz sizinle berabe­riz. Her şeyi işitiriz. Doğruca Firavun’a
    varın. Ona, ‘Biz alemlerin Rabbi olan Allah’ın peygamberiyiz. îsraüoğullan’m
    serbest bırak bizimle beraber gönder.’ deyin.”[31]

    Doğduğu günden
    itibaren Allah Teâlâ tarafından korunan, can düşmanı olacak Firavun’un
    sarayında büyüttürülen ve daha sonra Medyen’de güven içinde yaşatılan Hz. Musa
    (a.s.), artık peygamber olarak da görevlendirilmiş, mucizelerle ve kendisi gibi
    peygamber seçilen kardeşi Hz. Harun (a.s.)la takviye edil­mişti. Allah (c.c),
    Firavun’a gönderdiği iki peygamberine, kendi­leriyle birlikte olduğunu ve
    onları düşmanlarına karşı koruyaca­ğını da bildirmişti.

    Hz. Musa (a.s.}, Sînâ
    dağında ilâhî mesajı aldıktan sonra Mısır’a doğru yola çıktı. Oraya varınca
    yıllardır hasretlerini çek­tiği annesi ve kardeşi Hz. Harun (a.s.Jla buluştu.
    Ardından O ve Hz. Harun (a.s.), Allah’ın emrine uyup sarayına giderek Fira­vun’un
    huzuruna çıktılar ve peygamber olarak görevlendirildik­lerini söyleyip ilâhî
    mesajı ona tebliğ ettiler. Ayrıca ondan İsrailoğuliarı’nı kendileriyle birlikte
    serbest bırakmasını ve ülke­den ayrılmalarına izin vermesini istediler. Hz.
    Musa (a.s.), bu esnada kendisinin ancak doğruyu söylediğini belirterek şöyle
    demişti:

    “Musa dedi ki:
    ‘Ey Firavun! Ben, âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından gönderilen bir
    peygamberim. Bana gereken, Allah’a karşı ancak doğruyu söylememdir. Gerçekten
    ben, size Rabbinizden bir mucize getirdim. Artık İsrailoğuliarı’nı benimle
    birlikte gön­der.”[32]

    İlâhlık taslayan bir
    kral için, sarayında besleyip büyüttüğü bir gencin peygamberliğine iman etmek veya
    onun talebini kabul ederek kavmini onunla birlikte göndermek kolay değildi.
    Nitekim o, Hz. Musa {a.s.)’in davetini, üzerinde düşünmeye bile gerek görmeden
    şiddetle reddetti ve önceden yapmış olduğu iyilikleri onun başına kaktı.
    Ardından onu halkından birini öldürmekle suçladı ve nankörlükle itham etti. Hz.
    Musa (a.s.) ise, o adamı öldürmek gibi bir niyetinin bulunmadığını, onun ölmesi
    üzerine de böyle bir olaya sebep olmaktan duyduğu üzüntü içinde kor­kup
    kaçtığını belirtti. Aradan yıllar geçtikten sonra ise Rabbinin kendisini
    peygamber olarak görevlendirdiğini açıkladı. Başına kaktığı nimet hususunda da
    gerekli cevabı verdi. Yapmış olduğu iyiliğin sebebinin, İsrailoğuliarı’nı
    kul-köle edinmesi ve onların erkek çocuklarını öldürmesi olduğunu söyledi. Zîrâ
    böyle bir uygulama olmasaydı kendisi bir sandık içinde Nil nehrine atıl­mayacak
    ve Firavun tarafından büyütülmeyecekti. Yaptıklarının bu zulmün bir neticesi
    olduğunu belirterek, iyilik sandığı şeyin gerçekte zulümden ibaret olduğunu
    hatırlattı:

    “Firavun şöyle
    dedi: ‘Seni çocukken himayemize alıp yanı­mızda büyütmedik mi? Hayatının birçok
    yılını aramızda geçirme-din mi? Sonunda, o yaptığın (kötü) işi de yaptın; sen
    nankörlerden birisin!’

    Musa, ‘Ben, o suçu o
    vakit bilmeyerek, istemeyerek işledim. Sizden korkunca da hemen aranızdan
    kaçtım. Nihayet Rabbim bana bir hikmet verdi ve beni peygamberlerden yaptı.
    Başıma kaktığın o nimete gelince, gerçekte îsrailoğuUarı’m kul-k’öle edin­miş
    olmandır.’ dedi.[33]

    Firavun, daha sonra
    Hz. Musa (a.s.)’a ”Âlemlerin Rabbi de nedir? “sorusunu sordu. Hz. Musa
    (a.s.), O’nun bütün kâinatın Rabbi olduğunu, hakikati görenlerin bunu bildiğini
    söyleyince, duyduklarına şaşırdığını gösteren alaylı bir tavır içinde etrafın­daki
    adamlarına yönelip,. “Onun cevabını duymuyor musunuz?” diye sordu.
    Sözlerini devam ettiren Hz. Musa (a.s.), “Alemlerin Rabbi olan Allah,
    sizin de atalarınızın da Rabbidir.” diyerek, Al­lah’ın bir sıfatını daha
    zikretti. Bu açıklama, Firavun’u öfkelen­dirmişti, yine etrafındakilere
    dönerek, “Size gönderilen bu pey­gamberiniz mutlaka delidir.” dedi.
    Hz. Musa (a.s.), onun şiddetli öfkesine ve ağır iftirasına aldırmadan,
    âlemlerin Rabbi olan Al­lah’ı tanıtmaya devam etti. O’nun doğunun, batının ve
    araların­da bulunan şeylerin Rabbi olduğunu, aklını doğru bir şekilde kullananların
    bunu bildiğini söyledi. Ancak Firavun ve adamla­rının bu hakikatler üzerinde
    düşünmek bile istemedikleri belliy­di. Kur’ân-ı Kerim, bu tartışmayı şöyle
    anlatmaktadır:

    “Firavun,
    ‘Âlemlerin Rabbi de nedir?’ diye sordu. Musa, ‘B-ğer gerçekten doğruyu öğrenmek
    ve onu yürekten benimsemek is­tiyorsanız, O, göklerin, yerin ve aralarında
    bulunan şeylerin Rab­bidir. ‘ dedi.

    Firavun,
    etrafındakilere, ‘işitmiyor musunuz?’ dedi. Musa şöyle dedi: ‘O, sizin de
    Rabbiniz, daha Önceki atalarınızın da Rabbidir.’

    Firavun, ‘Size
    gönderilen bu peygamberiniz mutlaka delidir.’ dedi. Musa, ‘Şayet aklınızı
    kullansanız anlarsınız ki, O, doğunun,-batının ve ikisinin arasında
    bulunanların Rabbidir.’ karşılığını verdi. [34]

    Hz. Musa (a.s.) ve Hz.
    Harun (a.s.), Firavun ve adamlarını ikna etmeye çalıştılar, onları kâinat ve
    ondaki intizamı düşün­meye sevketmek için çok uğraştılar, ancak onların buna
    asla yanaşmadıklarını gördüler. Bu defa, peygamberlerini yalanlayan kavimlerin
    azaba çarptırıldığını hatırlatarak onu ve adamlarını ikaz ettiler. Firavun ise,
    tartışmayı davet dışında bâzı konulara çekmek istiyordu. Konuyu değiştirmek
    niyetiyle, Hz. Musa (a.s.)’ a geçmiş milletlerin durumunu sordu. Hz. Musa
    (a.s.), bunun bilgisinin sadece Allah katında olduğunu söyledikten sonra, Fi­ravun’u
    düşünmeye sevkedeceğini sandığı bâzı hakikatleri sıra­ladı. Allah’ın hata
    etmediğini ve hiçbir şeyi unutmadığını, yeryü­zünü yaratıp, orayı insanların
    yaşayabileceği şekle getirdiğini, insanların ihtiyaçlarını karşılamak için
    yağmur indirerek yeryü­zünde çeşitli bitkiler bitirdiğini, bütün bunlarda akıl
    sahipleri için yeterli ibretin bulunduğunu söyledi. İnsanların aslının top­rak
    olduğunu, öldükten sonra yine toprağa döneceklerini ve Kı­yamet gününde tekrar
    oradan çıkarılacaklarını hatırlattı:

    “Gerçekten bize
    vahyolundu ki, şüphesiz azap, peygamber­leri yalanlayanların ve haktan yüz
    çevirenlerin üzerinedir. Fira­vun şöyle dedi: ‘O halde, sizin Rabbiniz kimdir
    ey Musa?’ Musa, ‘Bizim Rabbimiz, herşeye hilkatini veren, sonra da yolunu göste­rendir.
    ‘ dedi. Firavun, ‘Öyle ise, geçmiş asırlar halkının hâli ne­dir?’ diye sordu.
    Musa şöyle dedi: ‘Onların hakkındaki bilgi, Rabbimin katındaki bir
    kitapta/Levh-i Mahfuz’dadır. Benim Rab-bim, hata da etmez, unutmaz da. O ki,
    yeryüzünü, size bir döşek yaptı. Orada, sizin için yollar açtı. Gökten bir
    yağmur indirdi’

    îşte bu yağmur ile
    türlü bitkilerden çiftler çıkardık. Hem siz yiyin, hem de hayvanlarınızı
    otlatın. Şüphe yok ki, bunda akıl sahipleri için elbette ibretler vardır. Biz,
    sizin aslınızı topraktan yarattık, öldükten sonra sizi oraya döndürürüz.
    Kıyamet günü de, oradan tekrar çıkaracağız.[35]

     

    I. Fıravun’un İlahlık İddiası

     

    Hz. Musa (a.s.)
    tebliğini ısrarla devam ettirerek, akl-ı selim sahiplerini düşünmeye sevkedecek
    bâzı hakikatleri dile getiriyor ve Allah’ın kendisine lütfettiği mucizeleri
    gösteriyordu. Onun bu tutumu karşısında Firavun, meclisinde bulunan devlet
    ricalinin Hz. Musa (a.s.)’dan etkilenmesinden ve bu yüzden onların üze­rindeki
    nüfuz ve otoritesinin sarsılmasından korktu. Ülkesinde kendisinden başka bir
    otorite tanımak niyetinde olmayan bu zâlim, yanındaki adamlarına dönerek,
    onların rabbi olduğunu ve onlar için kendisinden başka bir ilâh tanımadığını
    söyledi:

    “Musa, Firavun’a
    en büyük mucizeyi gösterdi. Fakat Fira­vun, onu yalanladı ve âsi oldu. Sonra
    yüz çevirip fesat çıkarmaya girişti. İnsanları topladı ve haykırarak şöyle
    dedi: ‘Ben, sizin en yüce rabbinizim!’ Bunun üzerine Allah, onu, ahiret ve
    dünya aza­bına uğrattı. Bunda Allah’tan korkan için büyük bir ibret vardır.)[36]

    İlahlik iddiasında bulunan
    Firavun, ayrıca veziri Hâmân’a, kendisi için yüksek bir kule inşâ etmesini, bu
    kuleye çıkıp, ya­lancılardan biri saydığı Hz. Musa (a.s.)’m Rabbine
    ulaşabileceği­ni sandığını söyledi:

    “Firavun, ‘Ey
    ileri gelenler! Ben, sizin için, benden başka i-lûh tanımıyorum. Ey Hâmân!
    Haydi benim için, çamuru pişir (tuğ­la imal et de) bana bir kule yap ki,
    Musa’nın ilâhına çıkayım; ama sanıyorum, o, mutlaka yalan söyleyenlerdendir.’
    dedi.”[37]

    Firavun’un bu sözleri
    ve onun gafleti, Kur’ân-ı Kerim’de bir başka yerde şöyle aktarılmıştır:

    “Firavun, veziri
    Hâmân’a, ‘Ey Hâmân! Benim için yüksek bir kule yap. Belki, onunla yollara,
    göklerin yollarına ulaşırım da Mu­sa’nın ilâhını görürüm. Çünkü ben, Musa’nın
    yalancı olduğunu sanıyorum.’ dedi İşte Firavun’un kötü ameli, kendisine böylece
    güzel gösterildi ve doğru yoldan alıkonuldu. Firavun’un tuzağı hüsrandan başka
    bir şeye yaramadı.[38]

    Kur’ân-ı Kerim,
    Firavun’un inşaatını emrettiği bu kulenin yapılıp-yapılmadığından
    bahsetmemiştir. Muhtemelen o, halkı kandırmak maksadıyla böyle söylemiştir.
    Ancak bâzı rivayetler­de, böyle bir kulenin yapıldığı ve hatta Firavun’un
    maksadını gerçekleştirmek arzusuyla yani Hz. Musa (a.s.)’ın Rabbini gör­mek
    niyetiyle kulenin üzerine çıktığı, oradan inişinde kana bu­lanmış bir ok
    getirip, Hz. Musa (a.s.)’ın ilahını öldürdüğünü ve ok üzerindeki kanın onun
    kanı olduğunu söylediği zikredilmiş­tir.[39]

     

    I. Hz. Musa (A.S.)’ın Mucizeleri-Sihirbazlarla Müsabaka

     

    İman etmek niyeti
    taşımayan ve Hz. Musa (a. s.)’in söyledik­lerini reddedecek deliller bulmaktan
    da aciz kalan Firavun onu davetten vazgeçirmek için kuvvete başvurdu. Hz. Musa
    (a.s.)’i kendisinden başka birini ilah kabul etmeye devam ettiği takdirde
    tutuklamakla tehdit etti. Bu sırada Hz. Musa (a.s.), peygamber olduğunu ve
    doğru söylediğini gösteren apaçık deliller getirse de mi aynı şeyi yapacağını
    sordu. Fîravun’un meydan okurcasına, “Doğrulardan isen delilini
    getir!” demesi üzerine, asa ve beyaz el mucizelerini gösterdi. Ancak
    Firavun, bu açık deliller karşısında da, ona inanmak yerine, aksine onu sihirbazlıkla
    itham etti. Si­hir yoluyla kendilerini ülkelerinden çıkarmak için çalışmakla
    suçladı. Hz. Musa (a.s.)’a ne yapılması gerektiğini, huzurunda bulunan devlet
    adamlarına sordu. Yüksek devlet ricali, kendisi­ne ülkedeki meşhur sihirbazları
    toplamasını, onlarla Hz. Musa (a.s.)’ı karşı-karşıya getirmesini tavsiye
    ettiler. Hz. Musa (a.s.) ile Firavun ve yakınları arasında geçen bu konuşmalar,
    Kur’ân-ı Kerim’de şöyle nakledilmektedir:

    “Firavun, ‘Yemin
    olsun ki, eğer benden başkasını ilâh edi­nirsen, seni zindana atılanlardan
    ederim.’ dedi.

    Musa, ‘Sana apaçık bir
    delil getirmiş olsam da mı?’ dedi.

    Firavun, ‘Eğer doğru
    söyleyenlerden isen, getir onul’ dedi. Bunun üzerine Musa, asasını yere
    bırakıverdi. Bir de ne görsün­ler, apaçık bir ejderha! Elini de (koynundan)
    çekip çıkardı, bir de ne görsünler! Bakanlara bembeyaz görünen, nur saçan bir
    el!

    Firavun, çevresindeki
    ileri gelenlere, ‘Gerçekten bu, çok bilgi­li bir sihirbaz. Büyüsüyle sizi
    yurdunuzdan çıkarmak istiyor, ne emredersiniz?’ dedi.

    Onlar ise, ‘Onu ve
    kardeşini alıkoy, şehirlere sihirbazları toplayacak kimseler gönder. Ne kadar
    çok bilgili sihirbaz varsa sana getirsinler.’ dediler.”[40]

    Yönetimde önemli bir
    yeri olan devlet ricali de, anlaşıldığı gibi Hz. Musa (a.s.) ve Hz. Harun
    (a.s.)’ın   dâvetine, Firavun’un bakışıyla
    bakıyorlar, onun zıddına hiçbir şey düşün emiyorlardı. Apaçık mucizeleri sihir
    olarak niteleyen Firavun ve yakınları, İsrailoğulları ile birlikte Mısır’dan
    ayrılmalarına izin verilmesini isteyen iki peygamberi, sihirleriyle ülkelerini
    ve iktidarlarını elle­rinden alacak iki sihirbaz olarak görüyorlardı. Onların
    bu dü­şüncesi ve Hz. Musa ile aralarında geçen konuşma, Kur’ân-ı Ke­rim’de bir
    başka yerde şöyle zikredilir:

    “Sonra o
    peygamberlerin arkasından Firavun ve topluluğuna mucizelerimizle Musa’yı
    gönderdik Fakat onlar, mucizelerimize karşı haksız davrandılar. Bozguncuların
    akıbeti nasıl olurmuş bir bak!

    Musa dedi ki: ‘Ey
    Firavun! Şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından gönderilmiş bir
    peygamberim. Bana, Allah’a dâir ancak gerçeği söylemem yaraşır. Rabbinizden
    size apaçık bir delil getirdim. Artık İsrailoğullan’m benimle beraber salıver.’

    Firavun, ‘Şayet doğru
    söyleyenlerden isen ve bir delil getir-diysen, onu ortaya koy!’ dedi.

    Bunun üzerine Musa,
    asasını yere attı. Asa, hemen apaçık bir yılan oluverdi. Elini koynundan
    çıkardı. Bir de ne görsünler, bakanlara nur saçan bembeyaz bir el!

    Firavun kavminin ileri
    gelenleri şöyle dediler: ‘Şüphesiz bu, çok bilgili bir sihirbazdır. Sizi
    yurdunuzdan çıkarmak istiyor.’ Fi­ravun, onlara, ‘O halde ne emredersiniz?’
    dedi.

    Onlar, ‘Onu ve
    kardeşinin işini şimdilik ertele ve şehirlere sihirbazları toplayacak adamlar
    gönder. Ne kadar bilgili sihirbaz varsa, hepsini sana getirsinler.’ dediler.”[41]

    Firavun ve adamları,
    büyük ihtimalle, Hz. Musa (a.s.)’m a-sa ve beyaz el ile ilgili olarak
    gösterdiklerinin mucize olduğunu anlamışlardı. Fakat gerçeği kabul etmek
    çıkarlarına aykırı olun­ca, halkı Hz.Musa (a.s.)’a inanmaktan alıkoymak ve ona
    karşı kışkırtmak için, onun bir sihirbaz, maksadının ise sihir yoluyla
    ülkelerini ve saltanatlarını ellerinden almak ve kendilerini ülke­lerinden
    sürüp-çıkarmak olduğunu söylemeyi gerekli gördüler. Böyle olunca, iki kardeşi,
    ancak daha üstün sihirbazlarla mağ­lup edebilirlerdi. Bu düşünce ile Hz. Musa
    (a.s.)’dan sihirbazlarla yapacağı toplantı ve müsabaka için kendilerine   bir gün ve yer belirlemesini istediler:

    “Şüphesiz ki,
    Firavun”a mucizelerimizin hepsini gösterdik. Buna rağmen Firavun onları
    yalanladı ve iman etmemekte diren­di. Musa’ya şöyle dedi: ‘Sihrinle bizi
    yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin ey Musa!? Biz de mutlaka sana, senin sihrin
    gibi bir sihir getireceğiz. Şimdi sen, bizimle senin aranda bir buluşma zamanı
    ve yeri tayin et. Ondan ne biz cayalım ne de sen. Buluşacağımız yer münasip bir
    yer olsun.’

    Musa, ‘Buluşma
    zamanımız insanların süslenip kuşluk vak­tinde toplandıkları bayram günü
    olsun.’ dedi.”[42]

    Firavun, Hz. Musa
    (a.s.)’m bu zaman tayinini kabul etmiş­ti. Hz. Musa (a.s.) ile Mısır’ın en
    meşhur sihirbazları arasındaki buluşma ve müsabaka, bayram günü, bayram yerinde
    kalabalı­ğın en yoğun olduğu kuşluk vaktinde yapılacaktı. Böylece büyük bir
    kalabalık, gözlerinin önünde cereyan edecek olayları bizzat müşahede etmiş
    olacaktı.

    O dönemde Mısır’da
    sihir çok yaygındı. Bilhassa firavunlar ve devlet adamları, sihire büyük önem
    verirler, sihirbazları taltif ederlerdi. Bu sebeple ülkede çok sayıda sihirbaz
    bulunuyordu. Firavun’un gönderdiği adamlar, ülkenin muhtelif şehirlerinde
    yaşayan meşhur sihirbazları bir bir arayıp buldular ve onları bu önemli yarışma
    için başkente getirdiler.

    Bu sihirbazlar, Hz.
    Musa (a.s.) ile karşılaşacakları bayram günü, bayram alanına getirildiler.
    Diğer taraftan halkın yoğun bir şekilde katılımını sağlamak için gereken her
    şey yapılmıştı. Görevlilerin teşvikiyle bayram yerine koşan insanlar,
    aralarında, sihirbazlar galip gelirse onlara uyacaklarını konuşuyorlardı. Ga­lip
    geleceklerinden emin görünen sihirbazlar ise, devlet ricalinin ortasında
    tahtına kurulmuş oturan Firavun’a, galip geldikleri takdirde alacakları
    mükâfatı soruyorlardı. Firavun da, onların üstün geleceğinden emindi, bu
    takdirde sadece maddî mükafat vermekle yetinmeyeceğini, onları aynı zamanda
    yakın adamları arasına alacağını vâdediyordu. Yüce Allah, onların bu durumu­nu
    şöyle açıklamıştır:

    “Böylece
    sihirbazlar, belli bir günün tayin edilen vaktinde bir araya getirildi. Halka,
    ‘ Siz de toplanıyor musunuz? (haydi çabuk olun!)’ denildi.

    İnsanlar, ‘Üstün
    gelirlerse herhalde sihirbazlara uyarız.’ de­diler. Sihirbazlar geldiklerinde,
    Firavun’a, ‘Şayet biz galip gelir­sek, muhakkak bize bir ücret var, değil mi?’
    dediler. Firavun ce­vaben, ‘Evet, o takdirde hiç şüphe etmeyin^ gözde kimselerden
    olacaksınız.’ dedi.”[43]

    Müsabakanın başlaması
    için artık her şey hazırdı. Ancak Hz. Musa (a.s.), müsabakaya başlamadan önce
    karşısında top­lanan sihirbazları uyarmak ve onları bu işten vazgeçirmek
    istedi. Allah adına yalan ve hileye başvurmaları durumunda büyük bir azaba
    çarptırılacaklarını hatırlattı. Onun bu sözlerinden etkilen­dikleri anlaşılan
    sihirbazlar, aralarında fısıldaşarak yaptıkları konuşmada, Hz. Musa (a.s.) ve
    Hz. Harun (a.s.)’m Mısır halkının dinini değiştirmek, Firavun ve kavmini
    yurtlarından çıkarıp ikti­darı ellerine geçirmek için çalışan iki sihirbaz
    olduğunda görüş birliğine vardılar. Daha sonra mücadeleye başlamak için saflar
    halinde ilerlediler ve Hz. Musa (a.s.)’a İster sen başla, ister biz
    başlayalım!’ dediler. Hz. Musa (a.s.), ‘Siz başlayın!.’ deyince, si­hirlerini
    ortaya koydular. Sihir malzemesi olarak kullandıkları iplerini ve bastonlarını
    yere bıraktıklarında, bunlar canlanıp yılanlara dönüşmüştü. Hz. Musa (a.s.) da
    diğer insanlar gibi, bu yılanları hareket eder bir halde gördü. Kur’ân-ı Kerim,
    yarışın başlaması anını şöyle anlatmıştır:

    “Bunun üzerine
    Firavun, dönüp tedbir almaya girişti. Ne ka­dar sihirbaz varsa onlan topladı ve
    sonra buluşma yerine getirdi.

    Musa, sihirbazlara,
    ‘Vay halinize! Sakın Allah’a karşı yalan uydurmayın. Yoksa sizi azabıyla helak
    eder. İftira atanlar mutla­ka hüsrana uğrar!’ dedi. Onlar aralarında
    durumlarını tartıştılar ve gizlice fısildaştılar. Dediler ki: ‘Şüphesiz bunlar,
    iki sihirbazdır; sizi yerinizden çıkarmak ve sizin üstün yolunuzu (dosdoğru
    dini­nizi) ortadan kaldırmak istiyorlar. Onun için, siz hilenizi toplayın,
    sonra saflar halinde gelin. Bugün galip gelen mutlaka zafere er­miş olacak!’

    Sihirbazlar, ‘Ey Musa!
    Ya sen at, veya önce biz atalım.! de­diler.

    Musa, ‘Hayır, siz
    atın.’ dedi. Bir de ne görsün, attıkları ipleri ve bastonları, onların
    sihirleri dolayısıyla, Musa’ya gerçekten ha­reket ediyorlarmış gibi
    görünüyor!”[44]

    Sihirbazların yapmış
    olduğu bu sihirle ortaya çıkan görün­tüler, Firavun ve adamlarını
    sevindirmişti. Onların galip gelece­ğinden son derece emindiler. Bu ürkütücü
    manzara, gözleri bü­yülenmiş olan halkı ise çok korkutmuştu. Kur’ân-ı Kerim,
    onla­rın gözlerinin büyülenmesine ve korkularına şöyle işaret etmek­tedir:

    “Sihirbazlar
    şöyle dediler: ‘Ey Musa! Hünerini önce sen mi ortaya koyacaksın, yoksa ilk
    başlayanlar biz mi olalım?’ Bunun üzerine Musa, ‘Önce siz atın.’ dedi.
    Sihirbazlar marifetlerini orta­ya koyup sihirlerini yapınca, insanların
    gözlerini büyülediler ve onlan korkuttular. Böylece büyük bir sihir getirmiş
    oldular.”[45]

    Bu dehşet verici
    manzara, Hz. Musa (a.s.)’ın gönlünde de bir korku husule getirmişti. Belki de
    onun asıl korkusu, halkın, sihirbazların sihir ve büyüsüne aldanacağı
    endişesinden kay­naklanıyordu. İşte tam bu esnada, Allah Teâlâ yardımına
    yetişti, ona korkmamasını söyledi ve sihirbazlara karşı mutlaka üstün
    geleceğini müjdeleyerek elindeki asasını yere atmasını emretti. Sihirbazların
    yaptığının ancak bir sihirbaz tuzağı olduğunu ve asanın onları yutacağını,
    nereye giderlerse gitsinler sihirbazların asla iflah olmayacaklarını bildirdi.
    Hz. Musa (a.s.), Allah (c.c.)’ dan aldığı emir üzerine asasını yere bırakınca,
    büyük bir ejder­haya  dönüşen   asa 
    bütün  yılanları yu tu vermiş
    ti.   Bu 
    müthiş manzara karşısında sihirbazlar onun yaptığının bir sihir olmadı­ğını
    anlayıp derhal secdeye kapandılar ve bir ağızdan, “Musa ile Harun’un
    Rabbine iman ettik.” dediler. Kur’ân-i Kerim, bu anı şöyle açıklamaktadır:

    “Musa, içinde bir
    korku hissetti. Biz, ona şöyle dedik: ‘Korkma! Üstün gelecek mutlaka sensin,
    sen! Sağ elindeki asanı at da, onların yaptıklarını yutsun. Çünkü onların
    yaptıktan, ancak bir sihirbaz tuzağıdır. Zâten sihirbaz, her ne isterse istesin
    asla felah bulmaz.’ Musa’nın asası, bütün sihirleri yutunca, sihirbaz­lar,
    secdeye kapandılar ve, ‘Biz, Harun ve Musa’nın Rabbi’ne i-man ettik.’ dediler.”[46]

    Hz. Musa (a.s.)’m
    asası, Yüce Allah’ın lütfuyla büyük bir yı­lana dönüşmüş, sihirbazların yılan
    şeklinde görünen ip ve sopa­larını bir bir yutmuştu. Toplanmış olan kalabalık,
    gözleri önünde cereyan eden bu müthiş manzarayı büyük bir hayretle seyretti.
    Böylece, Hz, Musa (a.s.)’a verilen mucize, sihirbazların büyüleri­ni ortadan
    kaldırmış, açık bir şekilde hak bâtıla üstün gelmişti. Kendilerine son derece
    güvenen meşhur sihirbazlar, bütün ma­haretlerini kullanarak gerçekleştirdikleri
    sihrin bir anda yok olduğunu görünce şaşırmışlar, Hz. Musa (a.s.)’ın
    yaptığının, kendilerinin yaptığı gibi bir sihir değil; aksine İlâhî bir güç
    oldu­ğunu anlamışlardı. Bu müthiş mucize karşısında hemen secdeye kapanarak,
    âlemlerin Rabbi olan, Hz. Musa (a.s.) ve Hz. Harun (a.s.)’m rabbine iman
    ettiklerini söylediler. Bir kaç saniye önce­sine kadar Firavun’un kendilerine
    vereceği bahşişi düşünen bu insanlar, öfkeden köpürmüş bir vaziyette
    kendilerini Hz. Musa (a.s.)’ın talebeleri olmakla itham edip ölümle tehdit eden
    Fira­vun’un sözlerine hiç aldırmadılar, öldürülmekten korkmadıkla­rını; aksine
    iman etmiş olmakla Allah tarafından affedilme ümidi taşıdıklarını ve bu yüzden
    rahat olduklarını açıkladılar. Kur’ân-ı Kerim, müsabaka ve onların tavrını
    şöyle açıklamaktadır:

    “Musa,
    sihirbazlara, ‘Ortaya koyacağınız ne varsa koyun.’ dedi Onlar, sihir iplerini
    ve asalarını atıp, ‘Firavun hakkı için mut­laka galip gelecek olanlar biziz.’
    dediler.

    Musa da, asasını
    bırakıverdi. Bir de ne görsünler, asa onla­rın uydurdukları şeyleri hep
    yutuyor! Bunun üzerine sihirbazlar secdeye kapandılar. ‘Alemlerin Rabbine,
    Musa’nın ve Harun’un Rabbine iman ettik.’ dediler.

    Firavun, ‘Ben size
    izin vermeden, ona iman mı ettiniz? Meğer o, size sihir öğreten büyüğünüzmüş!
    Yakında göreceksiniz, mutla­ka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama
    kestireceğim, hepinizi astıracağım!’ dedi.

    İman eden sihirbazlar,
    ‘Zaran yok, bizim için fark etmez nasıl olsa biz, Rabbimize döneceğiz! îman
    edenlerin ilki olduğu­muzdan, Rabbimizin hatalarımızı bağışlayacağını kuvvetle
    ümit ederiz!’ dediler”[47]

    Sihirbazların Hz. Musa
    (a.s.) karşısında mağlup düşmekle kalmayıp, onun gerçek peygamber olduğunu
    kabul ederek ona iman ettiklerini söylemeleri, Firavun’u öfkeden çıldıracak
    hale getirmişti. Rivayete göre, bilgileri sayesinde gerçeği gören bu si­hirbazların
    peşinden İsrailoğulları’nm pek çoğu da Hz. Musa (a.s.)’a iman etmişti. Firavun,
    sihirbazlarının kendisinden izinsiz Hz. Musa (a.s.)’a iman etmelerine akıl
    erdiremiyordu. Şüphesiz ki, bunun, kamu oyunda Hz. Musa (a.s.) lehine çok güçlü
    bir delil kabul edilmesinden de çok korkmuştu. Allah’a ve peygam­berine iman
    edilince, tahakküm ve zulüm yollarının kapanaca­ğını bildiği için, kamuoyunu
    yanıltarak, Hz. Musa (a.s.) lehine gelişen olumlu havayı ortadan kaldırmak
    istedi. Sihirbazları, kendisini ve kavmini ülkeden çıkarmak maksadıyla Hz. Musa
    (a.s.) ile işbirliği yapmak ve bu tuzağı birlikte hazırlamakla itham etti.
    Onların, İsrailoğulları’nm desteğiyle iktidarı ellerine alıp, Mısır’ın yerli
    halkı Kıbtiler’i ülkeden çıkarmak niyetinde oldukla­rını söyledi. Halbuki o,
    ülkesinin muhtelif şehirlerinden toplatmış olduğu bu sihirbazların uzun bir
    süre Medyen’de kalan Hz. Musa (a.s.) ile tanışmadıklarını çok iyi biliyordu.
    Maksadı, vatan elden gidiyor telâşına düşürerek halkı galeyana getirmekti. Geç­tiği
    gibi, sihirbazları öldürüp cesetlerini astıracağına yemin et­mişti. Ancak
    gerçeği görüp samimi bir şekilde iman etmiş olan sihirbazlar, bu tehditlere hiç
    aldırmadılar. Cenab-ı Hakk’a duâ ederek, kendilerine sabır vermesini ve
    müslümanlar olarak öl­meyi nasip etmesini istediler. Kur’ân-ı Kerim, hadiseyi
    bir başka yerde şöyle dile getirir; “Biz, Musa’ya, ‘Asanı bırak!’ diye
    vahyettik. Bir de ne gör­sünler, asa, onların büyü ile uydurdukları şeyleri
    yutuyor. Artık hak meydana çıktı ve onların bütün yaptıklarının gerçek olmadığı
    anlaşıldı. Artık orada yenilmişler ve küçük düşmüşlerdi. (Gördük­leri gerçek
    karşısında) sihirbazlar, secdeye kapandılar ve şöyle dediler: ‘Alemlerin
    Rabbine Musa ve Harun’un Rabbine iman et­tik.’

    Firavun şöyle dedi:
    ‘Ben size izin vermeden ona iman ettiniz ha! Şüphesiz bu, halkı ülkeden
    çıkarmak için şehirde kurmuş ol­duğunuz bir tuzaktır. Yakında başınıza
    gelecekleri göreceksiniz: Yemin olsun ki, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama
    kestireceğim! Sonra da, topunuzu astıracağım!’

    Sihirbazlar ise ona,
    ‘Şüphesiz biz, Rabbimize döneceğiz. Se­nin bize kızman ve bizden intikam alman
    da, sırf Rabbimizin âyet­leri gelince onlara iman etmemizden dolayıdır.’
    dediler (ve sözleri­ni şu duâ ile tamamladılar) Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır
    yağdır ve bizi müslüman olarak öldür.”[48]

    Firavun’un öfke ve
    tehdidi, gerçeği anlayınca hemen iman eden sihirbazları hiç etkilememişti.
    Çünkü onlar, artık gerçeği görmüşler ve samimi bir şekilde iman etmişlerdi.
    İnançları uğ­runda çarptırılacakları her türlü cezayı göze alabilirlerdi. Nite­kim,
    kendilerini yoktan var eden Allah’a karşı asla Firavun’u tercih
    edemeyeceklerini söylediler. Firavun’un vereceği cezanın sadece bu dünyada
    geçerli olacağını belirterek, o anda kendileri­ne düşenin Allah’a sığınarak,
    yapmış oldukları kötülükleri ve bilhassa Firavun’un zorlaması sonucu yaptıkları
    sihrin günahını affetmesini dilemek olduğunu ifade ettiler. Bu tür tehditler,
    Al­lah’a ve Ahiret gününe gerçekten inanan mü’minleri dinlerinden döndürmek
    şöyle dursun; aksine her defasında olduğu gibi i-manlarmı güçlendirmeye
    yaramıştı. Çünkü imanın kuvveti ve samimiyeti ancak bu tür zorluklar karşısında
    ortaya çıkıyordu. Sihirbazlar, iman ettikten sonra bambaşka bir dünyanın insanı
    olmuşlardı, artık sadece yaşamakta oldukları geçici dünya haya­tını değil,
    ebedî hayat olan âhireti de düşünüyorlardı. Kendilerini en korkunç bir şekilde
    öldüreceğini söyleyen Firavun ve adamlarina, âhirette kötülerin ve iyilerin
    karşılaşacakları durumları hatırlatarak, bundan sonra bütün davranışlarında,
    orada karşı­laşacakları durumu dikkate alacaklarını bildiriyorlardı.
    İmanla-rındaki samimiyetlerinde en küçük bir şüphe dahi bırakmayan ibret dolu
    cevaplan şöyle olmuştu:

    “Firavun,
    sihirbazlara, ‘Ben izin vermeden Musa’ya inandı­nız ha! O, size sihri öğreten
    büyüğünüzdür. Öyleyse, ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama
    keseceğim ve sizi hurma dal­larına asacağım! O zaman hangimizin azabı daha
    şiddetli ve da­ha sürekli imiş, bileceksiniz!’ dedi.

    îman etmiş olan
    sihirbazlar dediler ki: ‘Biz, seni, bize gelen açık delillere ve bizi yaratana
    tercih edemeyiz. Yapacağını yap, sen ancak bu dünya hayatında (istediğini)
    yapabilirsin. Biz, Rabbimize inandık ki O, bizim günahlarımızı ve senin bizi
    yapma­ya zorladığın sihiri bağışlasın. Allah, daha hayırlı ve O’nun müka­fat ve
    cezası daha süreklidir.’

    Şüphesiz, kim Rabbine
    suçlu olarak gelirse, onun için Ce­hennem vardır; orada ne ölür, ne de yaşar.
    Kim de Rabbinin hu­zuruna sâlih ameller işlemiş bir mü’min olarak gelirse, işte
    onlar için yüksek dereceler vardır. İçinde ırmaklar akan Adn cennetleri vardır.
    Orada sürekli kalırlar. İşte kendisini günahlardan arındı­ranın mükafatı
    budur.”[49]

    Hz. Musa (a.s.)’a iman
    eden bu sihirbazlar, bâzı rivayetlere göre, Firavun tarafından hemen o gün
    öldürülmüşlerdir. İbn Ke­sir, olayların akışından, onların aynı gün şehid
    edildiğinin anlar sildiğini belirtir.[50]
    Ancak Kur’ân-ı Kerim, bu konuda bilgi ver­memiştir. Buna bakarak, onların idam
    edilmemiş olabileceğini düşünenler de olmuştur.  [51]

     

    K. İkinci Defa İsrailoğulları’nın Erkek Çocuklarını Öldürme
    Kararı-Zâlimlerin Akıbeti

     

    Firavun, Hz. Musa
    (a.s.)’ın göstermiş olduğu mucizeleri gö­rünce, onların gerçek olduğunu
    anlamıştı. Ancak o ve adamları, sırf zalimlikleri ve kendilerini büyük
    görmeleri yüzünden, vic­danlarının doğruluğuna kesin kanaat getirdiği bu
    mucizeleri in­kâr ederek onların sihir olduğunu söylemeye devam ettiler. Ger­çeği
    kabul edip ona boyun eğmeyi hiç mi hiç düşünmediler. Yüce Allah, bu gerçeği
    şöyle açıklamıştır:

    “Bu şekilde
    âyetlerimiz/mucizelerimiz, hakikati gözlerine sokacak tarzda açık-seçik
    gelince, (Firavun ve avânesi), ‘Bu apa­çık bir sihirdir!’ dediler. Ve
    vicdanları bunların doğruluğuna kesin kanaat getirdiği halde, sırf zulüm ve
    kendilerini büyük görmeleri yüzünden, bu mucizeleri inkâr ettiler. Fakat bak, o
    bozguncuların âkibeti nasıl oldu!”[52]

    Gerçeği görüp
    anladıkları halde kibir ve zalimlikleri sebe­biyle iman etmeyen Firavun ve
    adamları, halkın Allah’ın dinine girmesini engellemekte de kesin kararlıydılar.
    Atalarının dinine sahip çıkmak ve başka bir dinin yayılmasını önlemek
    gerekçesiy­le, insanları Hz. Musa (a.s.)’a inanmaktan alıkoymaya çalıştılar. Bu
    konuda baskı ve şiddete başvurdular. Firavun’un zulmü, halkı gerçekten
    korkutmuştu. Bu korku yüzünden, kendi kavmi İsrailoğulları’ndan az bir grup
    hariç, insanlar Hz. Musa (a.s.)’a iman etmekten çekindiler:

    “Bu ilk
    peygamberlerin ardından da Musa ve Harun’u âyet­lerimizle Firavun ve erkanına
    gönderdik. Ama onlar büyüklük tasladılar ve suçlu bir millet oldular.
    Katımızdan onlara hak gelin­ce, ‘Doğrusu bu apaçık bir büyüdür.’ dediler.

    Musa ‘Size gelen
    gerçeğe dil mi uzatıyorsunuz? Bu sihir mi­dir? Sihirbazlar zaten başarı kazanamazlar.3
    dedi. Onlar, Mu­sa’ya, ‘Sen, bizi, babalarımızı üzerinde bulduğumuz dinden çe­virmek
    için ve yeryüzünde üstünlük ikinizin olsun diye mi geldin? Her ne olursa olsun
    biz size inanmıyoruz.’ dediler.

    Firavun ‘Bütün bilgin
    sihirbazları bana getirin.’ dedi Sihir­bazlar gelince Musa onlara, ‘Atacağınızı
    atın!’ dedi. Attıklarında, Musa, ‘Yaptığınız sihirdir, fakat Allah onu boşa
    çıkaracaktır. Allah bozguncuların işini elbette düzeltmez. Suçlular istemese de
    Allah sözleriyle hakkı gerçekleştirecektir.’ dedi.

    Firavun ve devlet
    ricalinin kendilerine fenalık yapmasından korktukları için, Musa’ya kavminden
    az bir topluluk dışında iman eden olmamıştı. Çünkü Firavun o yerde çok üstün ve
    gerçekten aşırı gidenlerdendi.

    Musa kendine iman
    edenlere, ‘Ey milletim! Siz, Allah’a ger­çekten iman etmiş ve teslim olmuşsanız
    O’na güvenin!’ dedi.

    Onlar, ‘Biz Allah’a
    güvendik. Ey Rabbimiz! Bizi, o zâlim kavmin fitnesine düşürme! Ve rahmetinle
    bizi o kafir kavimden kurtar!’ dediler.”[53]

    Firavun ve adamları,
    üzerinde bulundukları bâtıl inançla­rını savunmak için, bütün müşrikler gibi,
    ata dinine sahip çık­ma edebiyatına başvuruyorlar, bu yolla vicdanları baskı
    altında tutmaya çalışıyorlardı. Atalarından, Hz. Musa (a.s.) ve Hz. Harun
    (a.s.)’m söylediklerine benzer bir şey duymadıklarını iddia ederek iki
    peygamberi bozgunculuk ve bölücülükle suçluyorlardı. Onlar İnatlarında
    dİrenseler de, Hz. Musa (a.s.), kimin hidâyet üzere olduğunu Allah’ın daha iyi
    bildiğini, zâlimlerin ise asla felaha eremeyeceğini söylüyor; uydurma sihirdir
    diyerek Allah’ın, ayet ve delillerini yalanlayanların, ancak zâlimler olduğunu
    belirti­yordu:

    “Musa onlara,
    apaçık mucizelerimizi getirince, ‘Bu, uydu­rulmuş bir sihirden başka bir şey
    değildir. Biz, atalarımızdan hiç böyle bir şey işitmedik.’ dediler. Musa,
    ‘Rabbim, kendi katından, kimin hidâyet rehberi getirdiğini ve hayırlı akıbetin
    kime nasip olacağım en iyi bilendir. Muhakkak ki, zâlimler kurtuluşa eremez­ler.
    ‘ dedi.”[54]

    Firavun’un
    engellemesine rağmen, Hz. Musa (a.s.)’a iman edenlerin sayısı, az da olsa,
    günden güne artıyordu. Bu durum karşısında ileri gelenler, bu gelişmeyi, büyük
    bir tehlike sayarak, Firavun’u, Hz. Musa (a.s.) ve ona iman edenleri serbest bı­rakmakla
    suçlamaya başladılar. Bunun üzerine Firavun, Hz. Musa (a.s.) ve ashabına
    yapılan baskının arttırılacağını ve İsrail-oğulları’nın doğacak erkek
    çocuklarının da doğumdan hemen sonra öldürüleceğini açıkladı. Kur’ân-ı Kerim,
    bu korkunç karar hakkında şu bilgiyi vermektedir:

    “Kavminin ileri
    gelenleri, Firavun’a şöyle dediler; ‘Musa ve kavmini, yeryüzünde bozgunculuk
    yapsınlar, seni ve ilâhlarını terk etsinler diye mi serbest bırakıyorsun?’
    Firavun, şöyle cevap verdi: Onların oğullarını Öldüreceğiz, kadınlarını sağ
    bırakacağız. Elbette, onların üzerinde kahredici bir güce sahibiz.”[55]

    Mısır’ın idarî ve
    askerî erkânı, mevcut statünün devamını sağlamak hususunda Firavun’dan da
    kralcı kesilmişlerdi. Âyette işaret edildiği gibi, Hz. Musa (a.s.) ve
    mü’minleri takipte onu ılımlı buluyorlar, ona bu tavrı bırakıp şiddet
    politikasına baş­vurmayı teklif ediyorlardı. Onu atalarının dinine ve
    ilahlarına daha ciddî bir şekilde sahip çıkmaya çağırıyorlardı. Ne Fira­vun’un
    ne de onların, hiç bir işlerine karışmayan sahte ilâhla­rından herhangi bir
    şikayetleri vardı. Buna karşılık, o ilâhları terkederek hayatlarına yön verecek
    bir Allah ve peygamberlerine inanmayı ve işlerini onlara teslim etmeyi
    istemiyorlardı.

    Firavun, verdiği karar
    doğrultusunda, Musa kavminin er­kek çocuklarını öldürtmeye başladı. Hz. Musa
    (a.s.)’m doğu­mundan önce İsrailoğulları’nın Firavun’un tahtını tehdit edebile­cekleri
    korkusuyla uygulanan bu zulüm, bu defa, insanları onun dinine girmekten
    alıkoymak veya girenleri dininden döndürmek için tatbik ediliyordu. Firavun’un
    bu zulmü, ilk günlerde, sâdece mü’minlerin imanlarını kuvvetlendirmeye ve Firavun’a
    olan düşmanlıklarını arttırmaya yaramıştı. Hz. Musa (a.s.) da bu zulüm
    karşısında, ashabını sabretmeye çağırıyor, gösterecekleri sabrın sonunda mutlak
    bir zafer kazanacaklarını vâdediyordu. Allah dilemeyince hiç kimsenin bir şey
    yapamayacağını, kuvvet ve kudretin sadece O’nun elinde olduğunu ve yeryüzünde
    üstün­lüğü dilediğine vereceğini açıklıyordu. Ancak İsrailoğulları, bir süre
    sonra bu baskıdan usandılar ve şikâyetlere başladılar. Ön­ceden de çeşitli
    sıkıntılara uğratıldıklarını söyleyerek, içinde bu­lundukları durumdan dert
    yanıyorlardı. Hz. Musa (a.s.), Allah Teâlâ’nın düşmanlarını helak edip
    kendilerini hakim kılacağını müjdeleyerek, onların ümitsizliklerini gidermeye
    çalışıyordu:

    “Musa. kavmine,
    ‘Allah’dan yardım isteyin, sıkıntılara kat­lanın, şüphesiz ki, yeryüzü
    Allah’ındır. Kullarından kimi dilerse, yeryüzüne onu mirasçı yapar.’ dedi.

    İsrailoğulları şöyle
    dediler: ‘Sen bize peygamber olarak gel­mezden önce de, geldikten sonra da biz
    işkenceye uğratıldık.’

    Musa, şöyle cevap
    verdi: Umulur ki, Rabbiniz, düşmanları­nızı helak edecek, yeryüzüne sizi vâris
    kılacak ve nasıl hareket ettiğinize bakacaktır.”[56]

    Firavun’un Hz. Musa
    (a.s.) ve ashabına yaptığı bu zulüme, Mü’min sûresinde de işaret edilmiştir:

    “Andolsun ki,
    Musa’yı ayetlerimizle ve açık bir delil ile, Fira-vun’a, Hâmân’a ve Karun’a
    gönderdik. Onlar dediler ki: ‘Bu bir sihirbaz, bir yalancıdır.’

    Bunun üzerine,
    kendilerine tarafımızdan gerçeği getirince de, ‘Onunla beraber iman etmiş
    olanların oğullarını öldürün, ka­dınlarını sağ bırakın!’ dediler. Kâfirlerin
    düzeni, hep boşa çıkma­ya mahkumdur.”[57]

    Firavun’un bu zulmü
    karşısında Yüce Allah, Hz. Musa (a.s.) ve kardeşi Hz. Harun (a.s.)’a Mısır’da
    İsrailoğulları için ken­dilerine mahsus bir mahalle kurmalarını, orada ibadet
    edecekle­ri evler edinmelerini ve mü’minlere namazlarını bu evlerde kıl­malarını
    söylemelerini emretti. Ayrıca inananların er geç kurtu­lacaklarını müjdeledi:

    “Biz de, Musa ile
    kardeşine şöyle vahyettik: ‘Kavminiz için Mısır’da bir takım evler hazırlayın,
    bu evleri de kıbleye yönelenznamazgahlar yapın,   namazı  
    dosdoğru   kılın.’ Aynca  Musa’ya, ‘Mü’minleri müjdele1.’ dedik.”[58]

    Firavun ve devlet
    ricali, gerçeği gördükleri halde, gurur ve kibirlerini terk edip bir peygambere
    iman etmeyi hiç mi hiç dü­şünmüyorlardı. Çünkü bu sonuç, onları sıradan
    insanların mer­tebesine, hatta önceden köle ve hizmetçi olarak kullandıkları
    İsrailoğulları’nin seviyesine indirecek ve onlarla eşit yapacaktı. Halbuki
    onlar, insanlar üzerinde kurmuş oldukları hâkimiyet ve saltanatı asla terketmek
    istemiyorlardı. Bu üstünlüklerini devam ettirebilmek için bütün güçlerini
    kullanmaya ve her yola baş­vurmaya hazırdılar. Mevcut şartlar da bütünüyle
    kendilerinin lehine görünüyordu. Ancak, hiç akıllarına getirmeseler de kibir ve
    gurur sahibi bütün münkir zâlimlerin sonu gibi, onların sonu da hüsran
    olacaktı. Zâlimlerin akıbeti hakkındaki bu değişmez gerçek, Kur’ân-ı Kerim’de,
    Firavun ve yakınlarıyla İlgili olarak da dile getirilmiş ve şöyle
    buyurulmuştur:

    “Sonra bir takım
    âyetlerimiz ve açık bir ferman ile Musa’yı ve kardeşi Harun’u, Firavun ve
    halkının ileri gelenlerine gönder­dik. Fakat onlar, kibirlerine yediremediler
    ve zaten onlar büyük­lük taslayan bir topluluk idiler.

    Onlar, ‘Musa ve
    Harun’un kavimleri bize kölelik edip durur­ken, şimdi biz, kalkıp bizim gibi
    iki insana iman eder miyiz?!’ de­diler. Musa ve Harun’u yalanladılar da bu yüzden
    helak edilen­lerden oldular.”[59]

    “Musa, Firavun’a
    en büyük mucizeyi gösterdi. Fakat Fira­vun, onu yalanladı ve âsi oldu. Sonra
    yüz çevirip fesat çıkarmaya girişti. İnsanları topladı ve haykırarak şöyle
    dedi: ‘Ben, sizin en yüce Rabbinizim!’ Bunun üzerine Allah, onu, Ahiret ve
    dünya a-zabına uğrattı. Bunda Allah’tan korkan için büyük bir ibret var­dır.[60]

    Cenab-ı Hak, Sevgili
    Peygamberimiz (s.a.v.)’e hitaben, yer­yüzünde büyüklük taslayan ve Allah’a
    döndürülmeyeceklerini  zanneden Firavun
    gibi zâlimlerin sonu hakkında şöyle buyur­maktadır:

    “Firavun ve
    askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tas­ladılar. Bize
    döndürülmeyeceklerini sandılar. Biz de, Firavun’u ve askerlerini yakalayıp
    denize attık. Ey Muhammedi Zâlimlerin akı­beti nasıl oldu bir bak! Biz, onlan
    dünyada insanları Cehennem ateşine çağıran önderler yaptık. Kıyamet günü de
    yardımsız bira-kılacaklardır. Bu dünya hayatında onları lanete uğrattık.
    Kıyamet günü de onlar, hor ve hakir görülen kimselerden olacaklardır.”[61]

    Firavun ve Mısır
    eşrafı, büyük servetlere sahip İdiler. Onlar arasında Firavun’a yakınlığıyla
    bilinen Karun’un hazinelerinin sâdece anahtarlarını, ancak güçlü kuvvetli bir
    topluluk taşıyabi­liyordu. Kur’ân-ı Kerim’de onun azgınlığı, kibri ve serveti
    hak­kında şöyle denilmektedir:

    “Şüphesiz ki,
    Karun, Musa’nın kavmindendi. Fakat, onlara karşı kibirlenip azdı. Bİz ona, öyle
    hazineler vermiştik ki, onların anahtarlarını, güçlü-kuvvetli bir topluluk
    zorlukla taşıyabiliyordu. Bir vakit, kavmi ona şöyle demişti: Şımarma, şüphesiz
    ki Allah, şımaranlan sevmez. Allah’ın sana verdiği nimetlerle Ahiret yur­dunu
    da gözet! Dünyadan nasibini de unutma! Allah’ın sana ih­san ettiği gibi sen de
    başkalarına iyilik et! Yeryüzünde bozguncu­luk isteme. Çünkü Allah bozguncuları
    sevmez.”[62]

    Malı ve mülküyle
    şıınarıp böbürlenenlerin başında, hiç şüphesiz, tanrılık taslayan Firavun
    geliyordu. Üstünlüğün dün­ya malında ve dünyevî iktidarda olduğunu sanan bu
    zâlim, ser­vetiyle övünür, maddî sıkıntılarla karşı-karşıya kalan Hz. Musa
    (a.s.) ve kavminin durumuyla alay ederdi:

    “Firavun,
    kavminin içinde bağırıp şöyle dedi: ‘Ey kavmim! Mısır krallığı ve sarayımın
    altından akan şu nehirler benim değil mi? Artık gözünüzü açsanıza! Yoksa, ben
    hem zavallı hem de ne­redeyse meramını anlatmaktan aciz olan şu adamdan daha ha­yırlı
    değil miyim? Eğer o, dediği gibi ise, üzerine altın bilezikler atılsa veya
    beraberinde melekler gelip onu destekleseler ya!’

    Firavun, kavmini
    tahkir etti. buna rağmen onlar, ona itaat ettiler. Doğrusu onlar, yoldan çıkmış
    fâsık bir kavim idi.[63]

    Firavun ve devlet
    erkanının bu zenginliğine karşılık, halkın büyük bir ekseriyeti geçim sıkıntısı
    içindeydi. Ancak onlar, dün­yalıklarına bakıp, Firavun’u Hz. Musa (a.s.)’dan
    daha üstün ve buna bağlı olarak haklı zannediyorlar veya korkularından öyle
    görünüyorlardı. Ayette işaret edildiği gibi, kendilerini aşağılama­sına rağmen
    bu fâsıka itaate devam ediyorlardı. [64]

     

    L. Firavun Ve Kavminin Çeşitli Sıkıntılara Uğratılması

     

    Hz. Musa (a.s.)’m getirmiş
    olduğu açık mucizeler ve verdiği güzel öğütler, Firavun ve yakınlarının
    akıllarını başlarına getirmeye yetmemişti. Aksine onlar, küfür ve inatlarını
    devam ettiri­yorlar, kendileri inanmaya yanaşmadıkları gibi, halkın inanma­sını
    engelliyorlar ve inananları dinlerinden döndürmek için her yola başvuruyorlar,
    şiddetlerini gittikçe artırıyorlardı. Bu durum karşısında, onların sahip
    oldukları zenginlik ve kuvvete güvene­rek böyle davrandıklarını bilen Hz. Musa
    (a.s.) ve Hz. Harun (a.s.), Allah’a yalvararak, onları mallarını ellerinden
    almakla im­tihan etmesini istediler. Umulur ki, sahip oldukları mallar yü­zünden
    şımaran bu azgınlar, servetlerini kaybedince akıllarını başlarına toplarlar,
    içine düşecekleri maddî sıkıntılar, onların kalbî duygularını harekete geçirir
    de, onları mü’minlere işkence yapmaktan alıkoyar; hatta müslüman olmalarına
    zemin hazır­lardı. Yüce Allah, kabul ettiğini bildirdiği bu duayı, Hz. Musa
    (a.s.)’m dilinden şöyle hikaye etmektedir:

    “Musa, şöyle duâ
    etti: ‘Rabbimiz! Şüphesiz ki sen, Firavun ve kavminin ileri gelenlerine dünya
    hayatında ziynetler ve nice nice mallar verdin. Rabbimiz! Neticede bu
    dünyalıklar, onları yo­lundan saptırsın diye mi? Rabbimiz! Onların mallarını
    yoket! Kalplerini sıktıkça sık, çünkü onlar, can yakıcı azabı görmedikçe iman
    etmeyecekler.’

    Allah, ‘İkinizin duası
    da kabul edildi. Doğru yolda yürümeye devam edin. Kendilerini bilmeyenlerin
    yoluna uymayın.’ dedi. “[65]

    Cenab-ı Hak, Hz. Musa
    (a.s.) ile Hz. Harun (a.s.)’m, Fira­vun ve kavminin kıtlıkla imtihan edilmesi hususundaki
    duaları­nı kabul etmişti. Dolayısıyla akıllarını başlarına almaları, küfür ve
    zulümden vazgeçip iman etmeleri için, ilâhî bir uyarı olan fiilî âyetler
    gönderdi. Mısır’da şiddetli bir kuraklık ve bunun sonun­da kıtlık başladı.
    Ancak onlar, bu sıkıntıların, mü’minlere yap­makta oldukları kötülükler ve
    işledikleri günahlar sebebiyle gel­diğini bir süre farkedemediler. Daha sonra
    ise, ansızın başlayan şiddetli yağmurlar sebebiyle yükselen sular, ovalan ve
    yerleşim yerlerini kapladı. Malları ve hayvanları telef etti. Bu ikinci felâket
    sebebiyle, sanki akıllarını başlarına toplamışlardı. Hz Musa (a.s.)’a gelerek,
    ondan yağmurları durdurması için rabbine duâ etmesini istediler. Duâsıyla
    yağmurlar kesildiği takdirde kendisine iman edeceklerine ve İsrailoğullarıyla
    birlikte Mısır’dan ay­rılmasına izin vereceklerine söz verdiler.  Hz. 
    Musa (a.s.) Yüce Allah’a yalvarmca, 
    duası kabul  edildi ve yağmurlar
    bir anda durdu, sular çekildi, toprak zirâat edilebilir hâle döndü. Hatta o
    yıl, toprak çok bol ürün verdi. Ancak onlar verdikleri sözü tut­madılar ve Hz.
    Musa (a.s.) ile mü’minlere kötülük yapmaya de­vam ettiler. Cenab-ı Hak, bu defa
    onları çekirge ile imtihan etti. Ortaya çıkan çekirge sürüleri,  bütün mahsulü yiyip bitirmiş, yenilmedik   ekin  
    bırakmamıştı.   Sözlerini   tutmayan  
    Mısırlılar, tekrar Hz. Musa (a.s.)’a geldiler ve yine söz vererek
    rabbine duâ etmesini istediler. Hz. Musa (a.s.), onları bu defa da geri çevir­memiş
    ve duası sonucu çekirgeler kaybolmuştu. Bu sayede tek­rar bol ürün elde eden Mısırlılar,
    ahidlerini yine bozmuşlar, yeni bir cezayı haketmişlerdi. Onlar üçüncü olarak
    haşerât ile cezaya çarptırıldılar. 
    Ekinleri yiyen böcekler veya insanlara musallat olup onları rahatsız
    eden ve uykudan alıkoyan bitler olarak an­latılan bu haşerât, onların dünyasını
    karartmıştı. Tâkatları tü­kenince, tekrar Hz. Musa (a.s.)’a gittiler,
    kendilerine acımasını isteyerek yine duasına başvurdular. Onun duasının
    bereketiyle bu kere de belâdan kurtulmuşlardı. Ne var ki onlar, yine ahdi
    bozmakta gecikmemişlerdi. Allah Teâlâ, bu hâin topluma, bu defa kurbağaları
    musallat kıldı.  Her yer kurbağalarla
    dolup-taşmiştı. Evlerini, elbiselerini ve yemek kaplarını kurbağalardan temizle
    -yeriliyorlardı.  Bir kimse,  elbisesini veya yemek kabını açacak olsa,
    içinde muhakkak bir çok kurbağa buluyordu. Ağız­larını açanlar, bir anda
    kurbağaların ağızlarına sıçradığını görü­yorlardı. Çaresizlik, onları tekrar
    Hz. Musa (a.s.)’a götürmüştü. Onun duasının bereketi, Firavun ve kavmini, ancak
    az bir süre rahat ettirdi. Çünkü onlar, yine ihanet etmişlerdi. Bu defa, onlar
    kan ile sıkıntıya uğratıldılar;  suları
    bütünüyle kana bulandı. Nehir veya kuyulardan aldıkları sular, anında kana
    dönüşüyor­du. Firavun ve kavmi, bütün bu ilâhî cezalara rağmen, bir türlü
    uslanmıyor ve bu olaylardan alınması gereken ibreti almıyordu. Hatta onlar, bu
    sıkıntıların   Hz. Musa (a.s.) ve ashabı
    yüzünden yaşandığını iddia ediyorlardı. Kur’ân-ı Kerim, bu cezalar ve onla­rın
    tutumlarını şöyle anlatmaktadır:

    “Şüphesiz biz,
    düşünüp ibret alsınlar diye, Firavun kavmini senelerce kıtlık ve ürün-meyve
    azhğıyla cezalandırdık. Fakat ken­dilerine iyilik ve bolluk geldiği zaman,
    ‘İşte bu bizim hakkımızdır, bize aittir.’ dediler. Başlarına bir kötülük
    geldiği takdirde ise, bu­nu, Musa ve beraberindekilerin uğursuzluğuna
    yorarlardı. İyi bilin ki, onların uğursuzluk saydıkları şey, Allah katındandır.
    Fakat çoğu bunu bilmez.

    Firavun kavmi,
    Musa’ya, ‘Bizi büyülemek için ne kadar mu­cize getirirsen getir, sana inanacak
    değiliz.’ dediler. Bunun üzeri­ne onlara açık mucizeler olarak tufan, çekirge,
    haşerât, kurbağa ve kan gönderdik. Yine de büyüklük tasladılar ve suçlu bir
    kavim oldular. Üzerlerine azap inince, şöyle dediler: ‘Ey Musa! Sana verdiği
    ahde binâen bizim için Rabbine duâ et. Eğer bu azabı biz­den kaldırırsan, yemin
    olsun ki, sana iman eder ve İsrailo-ğulları’nı seninle beraber göndeririz.’

    Ne zaman ki,
    varacakları bir süreye kadar üzerlerinden a-zabı kaldırdık, hemen yeminlerini
    bozmaya giriştiler. Bunun üze­rine onlan cezalandırdık. Ayetlerimizi
    yalanladıkları ve onlardan gafil oldukları için denizde boğduk.![66]

    Anlaşıldığı gibi
    Firavun ve kavmi, sıkıntıların kalkması du­rumunda iman edeceklerine söz
    vererek Hz. Musa (a.s.)’dan bu­nun için duâ istiyorlar, ancak sıkıntılar
    kalkınca sözlerinden dönüyorlardı. Peş peşe yaşadıkları büyük sıkıntılar ve bu
    sıkıntı­ları ortadan kaldıran mucize ve delillere rağmen, gafletten
    u-yanmamışlardı. Aksine onlar, mucizelerle alay ediyorlar ve onları Hz. Musa
    {a.s.)’in sihri olarak niteleyip bozgunculuklarını arttı­rarak devam
    ettiriyorlardı:

    “Andolsun ki,
    Musa’yı, mucizelerimizle, Firavun ve kavmine gönderdik. Musa, ‘Haberiniz olsun,
    ben bütün âlemlerin Rabbinin peygamberiyim.’ dedi.

    Onlara böyle
    mucizelerimizle vardığında, onlar hemen bu mucizelere gülüverdüer. Onlara
    gösterdiğimiz her mucize, diğerin­den daha büyüktü. Belki vazgeçerler diye
    tuttuk onlan azaba çek­tik. Bu halde iken bile, diyorlardı ki, ‘Ey sihirbaz!
    Sende olan ahdi hürmetine bizim için duâ et, çünkü artık biz yola geleceğiz’
    Bunun üzerine, kendilerinden azabı kaldırdığımız zaman hemen cayıverdiler.[67]

    Firavun, peşpeşe
    gönderilen bu dokuz büyük fiilî mucizeye rağmen, hâlâ Hz. Musa (a.s.)’ı
    sihirbaz olarak nitelemeye devam ediyordu. Nitekim Yüce Allah, Peygamberimiz
    (s.a.v.)’e hitaben şöyle buyurmuştur:

    “Şüphesiz ki biz,
    Musa’ya apaçık dokuz mucize vermiştik. Ey Peygamber! İsrailoğulları’na sor,
    Musa kendilerine geldiğinde Firavun, ‘Ey Musa! Öyle sanıyorum ki, sen
    büyülenmiş birisin.’ demişti.

    Musa da, ‘Ey Firavun!
    Biliyorsun ki, bu mucizeleri göklerin ve yerin Rabbi olan Allah’tan başkası
    indirmemiştir. Onlar, benim doğruluğumu açıkça ortaya koymaktadır. Ben de
    sanıyorum ki, ey Firavun, sen helak olacaksın.’ dedi.[68]

    Hz. Musa (a.s.)’a bu
    âyette işaret edilen dokuz mucizeden başka mucizeler de verilmiştir. Yeri
    geldikçe bunlara da işaret edeceğiz. Bu âyetteki dokuz mucize, Firavun ve
    kavminin müşa­hede ettiği mucizelerdir. Ne var ki, onlar, bunların sihir oldu­ğunda
    diretmişler, asla imana yanaşmamışlardır. [69]

     

    M. Fîravun’un, Hz. Musa’yı Öldürme Kararı-Ona Karşı İman
    Ettiğini Açıklayan Ve Hz. Musa’yı Savunan Mü’min

     

    Firavun, Hz. Musa
    (a.s.)’ı davetten vazgeçirmek ve insanları ondan uzaklaştırmak maksadıyla
    aldığı ve giderek sertleştirdiği tedbirlerin işe yaramadığını gördükçe çileden
    çıkıyordu. Hz. Mu­sa (a.s.)’ı sihirbaz olarak nitelemesi, ona İman edenleri
    ölümle tehdit etmesi ve İsrailoğulları’nm yeni doğan erkek çocuklarım öldürme
    kararı alması, ne onu davetten vazgeçirmiş, ne de ona katılımı durdurmuştu. Bu
    durum karşısında Firavun, meseleyi temelden halletmek için Hz. Musa (a.s.)’ı
    öldürmeye karar verdi. Bunun için de bir gerekçe uydurmuştu: Halkının dinini
    değiş­tirmesinden ve yeryüzünde fesat çıkarmasından korkması!

    “Firavun dedi ki:
    ‘Bırakın beni, Musa’yı öldüreyim. Varsın o Rabbine yalvarsın! Çünkü ben, onun,
    dininizi değiştirmesinden veya yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum.”[70]

    Firavun, Hz. Musa
    (a.s.)’m kavminin dinini değiştirmesin­den korktuğunu söylerken uykularını
    kaçıran gerçeği dile getiri­yordu. Çünkü Hz. Musa (a.s.), onun ve kavminin
    bâtıl dini put­perestliği ortadan kaldırmakla görevlendirilmişti. Ancak, yeryü­zünde
    fesat çıkarmak, Hz. Musa (a.s.)’ın değil, ona bu ithamda bulunan Firavun’un
    işiydi. Çünkü Hz. Musa (a.s.}, yeryüzüne ıslah için gönderilmişti ve görevi
    bunu gerçekleştirmekti. Firavun gibi bozguncular ise, nefislerinin emrinde
    sadece kendi durum­larını düzeltmeye çalışıyor, halkı sömürmelerini
    engelleyecek hidayet rehberlerine iftira atarak onları fesat çıkarmakla suçla­ma
    yoluna gidiyorlardı.

    Firavun tuzağını kura
    dursun, Allah Teâlâ’nm onun hilesi­ni başına yıkarak Hz. Musa (a.s.)’ı onun
    tuzağından kurtaracağı muhakkaktı. Çünkü Hz. Musa (a.s.), onun gibi
    raüstekbirlerin zulmünden Allah’a sığmıyor ve onları Allah’a havale ediyordu:

    “Musa da
    Firavun’a ve kavmine şöyle dedi: Ben, hesap gü­nüne inanmayan her kibirliden,
    benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a sığındım.”67

    Hz. Musa (a.s.)’ı
    Öldürmeye karar veren Firavun, yakın a-damlarıyla onu nasıl öldüreceğini
    konuşacaktı. Ancak, konuyu açtığında hiç beklemediği bir itirazla karşılaştı.
    Kendi ailesinden ve onun önemli devlet adamlarından olan bir şahıs Hz. Musa
    (a.s.)’a iman etmiş, bu durumu o ana kadar gizlemişti. Fira­vun’un bu teklifi,
    önceleri iman ettiğini gizleyerek bâzı tedbirlerle bir süre Firavun’u oyalamaya
    çalışan bu adamı harekete geçirdi. Büyük bir cesaretle Firavun’un yüzüne, Hz.
    Musa (a.s.)’a iman ettiğini açıkça söyledi. Ona karşı Hz. Musa (a.s.)’ı
    savundu, o-nun öldürülmesine karşı çıkarak bildiği gerçekleri korkmaksızm dile
    getirdi. Hz. Musa (a.s.)’m ölüm cezasını gerektirecek bir suç işlemediğine
    dikkat çekerek, “Rabbim Allah’dır” diyen ve doğru­luğunu İspat için
    açık mucizeler getiren bir kimsenin öldürül-memesi gerektiğini söyledi. Hz.
    Musa (a.s.)’m söylediği şeylerde yalancı olduğu farzedüse bile, bu yalanın
    sadece kendisine zarar vereceğini, şayet doğru söylüyorsa, haber verdiği azabın
    başları­na gelebileceğini hatırlattı. Sahip oldukları güç ve kuvvetin Al­lah’ın
    azabını kendilerinden uzaklaştıramayacağını ifade etti. Geçmiş kavimlerin
    işledikleri kötülükler yüzünden Allah’ın ga­zabına uğradıklarını hatırlatarak,
    kendilerinin başına da böyle bir azabın gelebileceğini söyledi ve bilhassa
    Ahiret gününün a-zâbmdan sakınmalarını istedi.

    Ayrıca Hz. Musa
    (a.s.)’m getirdiği mesajın yeni olmadığını, Önceden Hz. Yusuf (a.s.)’m da
    atalarına aynı mesajı getirmiş ol­duğunu vurguladı. Ancak Firavun, inadında
    direniyordu. Onun kesin tavrı üzerine bu cesur mü’min, ölümü de göze alarak,
    onu ve avenesini sapıklıktan uzaklaşmaya ve yalancı dünyaya al-danmamaya
    çağırdı. Ebedî olan ahiret yurdu için çalışıp hazırlık yapmalarını Öğütledi.
    Orada iyilik ve kötülük yapanların, yaptık­larının karşılığını aynen
    bulacaklarını, mü’minler kurtulurken kafirlerin azaba duçar olacaklarını
    söyledi. Daha sonra, kendisi­nin onları kurtuluşa çağırdığını, onların ise
    kendisini ateşe davet ettiklerini hatırlattı. Tapmakta oldukları sahte
    ilâhların ne dün-, yada ne de ahirette bir fayda verebileceklerini söyleyip,
    dönüşün Allah’a olduğunu açıkladı.

    Bu cesur ve bahtiyar
    kişi, zâlim Firavun’un karşısında gös­terdiği üstün cesaret ve fedakarlığının
    dünyadaki mükafatını, kavminin uğradığı kötü azaptan kurtularak almıştı.
    Şüphesiz asıl mükafatını, ebedî âlemde alacaktı. Cenab-ı Hak, onun du­rumu
    hakkında şu bilgiyi vermiştir:

    “Firavun
    ailesinden, imanını gizleyen mü’min bir adam, kavmine hitaben şöyle dedi: ‘Bir
    adamı, Rabbim Allah’dır, dediği için öldürecek misiniz? Halbuki o size,
    Rabbinizden apaçık deliller getirmiştir. Eğer yalancı ise, yalanının vebali
    sadece kendisinedir.

    Eğer doğru söylüyorsa,
    size vadettiği azabın bir kısmı mutlaka başınıza gelir. Şüphesiz ki Allah,
    haddi aşan yalancıyı, hiç bir zaman hidâyete eriştirmez.

    Ey kavmim! Yeryüzünde
    galip olarak bugün hâkimiyet si­zindir. Eğer bize Allah’ın azabı gelip çatarsa,
    bizi O’nun azabın­dan kim kurtarabilir?’ Firavun şöyle dedi: ‘Ben, size sadece
    kendi görüşümü söylüyorum. Ben, sizi ancak doğru yola sevkediyorum.’

    Firavun ailesinden
    imanını gizleyen o mü’min adam şöyle dedi: ‘Ey kavmim! Doğrusu, peygamberlerine
    karşı gelen topluluk­ların uğradıkları azap günleri gibi bir günün başınıza
    gelmesinden korkuyorum. Nuh, Âd, Semüd ve onlardan sonra gelen kavimlerin azabı
    gibi. Yoksa Allah, kullarına zulmetmeyi asla istemez. Ey kavmim! Sizin için,
    insanların birbirlerine bağnşıp-çağnşacaklan o Kıyamet gününden korkuyorum. O
    gün, arkanızı dönüp Allah’ın azabından kaçmak isteyeceksiniz. Fakat hiç kimse,
    sizi Allah’ın azabından koruyamayacaktır, Allah, kimi doğru yoldan saptırır-sa,
    artık onu hidâyete erdirecek hiç bir kimse yoktur. Andolsun ki, daha önce Yusuf
    da, size apaçık delillerle gelmişti. Onun getirdik­lerinden de devamlı şüphe
    etmiştiniz. Yusuf ölünce de, ‘Allah, bundan sonra hiç bir peygamber
    göndermeyecek.’ demiştiniz. İşte Allah, haddi aşan şüphecileri böyle saptırır.

    O şüpheciler,
    kendilerine verilmiş bir delil bulunmadan Al­lah’ın ayetleri üzerinde münakaşa
    ederler. Onların bu hareketleri, Allah’ın nezdinde de, mü’minlerin yanında da,
    büyük bir gazap vesilesidir. Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte
    böyle mühürler.[71]

    Hz. Musa (a.s.)’a iman
    ettiğini açığa vurup onun uğrunda Firavun’a başkaldırmaktan çekinmeyen bu cesur
    mü’min, ko­nuşmasını devam ettirdi. Firavun ve maiyetine, kendisine uy­dukları
    takdirde, onlara doğru yolu göstereceğini söyleyerek, dünya hayatının geçici
    olduğunu ve buna aldananların kaybede­ceğini, asıl ebedî yurdun ahiret olduğunu
    hatırlattı. Dünyada peygamberlere inanarak iyilik yapanların âhirette cennetle
    mü-kafatlandırılacaklarmı, kötülük yapanların ise bu kötülüklerin karşılığını
    göreceklerini söyledi. Onlarla kendisi arasındaki du­ruma hayret ettiğini
    belirtip, ‘Ben sizi kurtuluşa çağırırken, siz beni ateşe, cehenneme
    çağırıyorsunuz.’ diyerek, üzerinde bulun­dukları şirk inancının yanlış
    olduğunu, Allah’a ortaklar koşma­nın bu dünyada veya âhirette hiç bir
    faydasının olmayacağını ifade etti. Sonunda Allah’a dönüleceğini, haddi
    aşanların cehen-nem’e gideceğini ve orada bu söylediklerini hatırlayacaklarını
    söyledi. Allah’ın bütün bunları bildiğini vurguladı. Kur’ân-ı Ke­rim, onun bu
    nasihatini aktardıktan sonra, Allah’ın onu Fira­vun’un elinden kurtardığını,
    Firavun ve kavmini ise helak ettiği­ni ve âhirette de onları şiddetli azaba
    çarptıracağını bildirmekte­dir:

    “Firauun’Un
    ailesinden imanını gizleyen o mü’min, sözlerini şöyle devam ettirdi: ‘Ey
    kavmim! Bana uyun, size doğru yolu gös­tereyim. Ey kavmim! Muhakkak bu dünya
    hayatı gelip geçici bir geçimlikten ibarettir. Âhiret ise, şüphesiz karar
    kılınacak ebedî bir mekandır. Kim bir kötülük yaparsa, ancak yaptığı kötülük
    kadar ceza görür. Kim de, erkek olsun, kadın olsun mü’min olarak bir sâlih amel
    işlerse, işte onlar, cennete girerler ve orada hesapsız nimetlerle
    rızıklandınlırlar.

    Ey kavmim! Nedir, bu
    başıma gelen? Ben, sizi kurtuluşa da­vet ediyorum, siz ise, beni ateşe
    çağırıyorsunuz. Siz, beni Allah’ı inkâr etmeye ve mahiyetini bilmediğim bir
    şeyi O’na ortak koşma­ya davet ediyorsunuz. Ben ise sizi, her şeye galip ve çok
    affedici olan Allah’a davet ediyorum. Şüphesiz ki, sizin beni davet ettiği­niz
    şey, ne bu dünyada ne de âhirette çağrılmaya lâyık bir şeydir. Bizim
    dönüp-varacağımız yer, Allah’ın huzurudur. Haddi aşanlar, işte onlar,
    cehennemliklerin ta kendileridir. İleride size söylediklerimi
    hatırlayacaksınız. Ben, işimi Allah’a bırakıyorum. Şüphesiz ki Allah, kullarım
    çok iyi görendir.’

    Allah, o mü’min adamı
    Firavun ve adamlarının kötülükle­rinden korudu. Firavun’un taraftarlarını ise
    kötü bir azap kuşatı-verdi. O azap, onların sabah akşam mâruz kalacakları
    ateştir. Kıyamet kopunca, ‘Firavun’un taraftarlarını azapların en şiddetli­sine
    sokun!’ denilecektir. “[72]

     

    N. Mısır’dan Çıkış-Firavun Ve Ordusunun Denizde Boğulması

     

    Hz. Musa (a.s.)
    davetini yürütmek için, Firavun ve kavmi­nin kötülüklerine karşı sabır zırhına
    bürünerek bütün güç ve gayretini kullanmış ve bir süre sonra kendisine
    samimiyetle ina­nan bir mü’minler cemaati oluşturmuştu. Ona inananlar, inanç­larını
    korumak hususunda, kendilerine yapılan kötülüklere sa­bırla göğüs germişler,
    imanlarmdaki samimiyetlerini ispat ede­rek, Allah tarafından kurtarılmayı
    haketmişlerdi.

    Diğer tarafta ise
    gördüğü bütün açık delillere ve iman eden malum şahsın ikazlarına rağmen
    Firavun ve yakınları düşman­lıklarından vazgeçmiyorlardı. Firavun, Hz. Musa
    (a.s.)’ı öldürmek ve taraftarlarını şiddetle cezalandırmakta kesin kararlıydı.
    Bu yüzden başına nelerin gelebileceğini hiç mi hiç düşünmüyor, Hz. Musa (a.s.)’ı
    öldürmek için çeşitli plânlar hazırlıyordu. İnananla­ra yapılan zulmün had
    safhaya ulaştığı bu günlerde Allah Teâlâ, Firavun ve adamlarının zulmünden ve
    onların ölüm tuzakların­dan kendisine sığman Hz. Musa(a.s.)’a mü’minlerle
    birlikte bir gece gizlice Mısır’dan ayrılmasını emretti. Peşlerine düşecek olan
    Firavun ve askerlerinin denizde boğulacaklarını haber verdi. Asâsıyla vurarak
    denizde açacağı yolu kendi halinde bırakmasını emretti ve arkalarından gelen
    Firavun ve ordusunun orada bo­ğulacağını bildirdi:

    “Andolsun ki,
    onlardan önce Firavun kavmini de imtihan etmiştik. Onlara, çok şerefli olafı
    Musa peygamber gelmiş ve şöyle demişti: ‘Allah’ın kullarını bana teslim, edin;
    çünkü ben size gön­derilmiş emin bir peygamberim. Allah’a karşı büyüklük taslama­yın.
    Ben size apaçık bir mucizeyle geldim. Ve haberiniz olsun ki, beni taşlayarak
    öldürmenizden, benim de, sizin de Rabbiniz olan Allah’a sığınmışımdır. Eğer
    bana iman etmiyorsanız, bari benden uzaklasın.’ Sonra Musa, Rabbine, ‘Bunlar
    gerçekten günaha bat­mış suçlu bir kavimdir!’ diyerek duâ etti.

    Rabbi de ona şöyle
    dedi: Hemen geceleyin kullarımı yola çıkar.

    Siz mutlaka Firavun ve
    askerleri tarafından takip edileceksiniz.

    Asanı vurarak (yol)
    açtığın denizi o sakin halinde bırak. Çünkü onlar, orada boğulmaya mahkum bir
    ordudur.”[73] Hz. Musa (a.s.)’a verilen
    emir, Kuran-ı Kerİm’de bir başka yerde şöyle geçmektedir:

    “Gerçekten biz,
    Musa’ya, ‘Sana iman eden kullarımızı gece­leyin al götür. Asam denize vurarak
    onlar için kuru bir yol aç. Düşmanlarının yetişmesinden korkma,
    boğulacaklarından da en­dişelenme!’ diye vahyettik.”[74]

    Hz. Musa (a.s.),
    aldığı ilâhî emre uyarak, bir gece kavmiyle birlikte gizlice Mısır’dan
    ayrılarak Filistin’e doğru yola çıktı. Ne var ki, alman tedbirlere rağmen,
    durum düşman tarafından he­men farkedildi. Bundan haberdar olan Firavun, hemen
    askerî hazırlıklara başladı. Seferberlik ilan ederek, bütün şehirlerden asker
    toplanmasını emretti. Niyeti, hazırladığı bu büyük orduyla İsrailoğulları’nm
    peşine düşmek, yakalayınca onları toptan kat­liama tabi tutmaktı. Onları
    küçümsüyor; ancak önemsiz bir top­luluk olmalarına rağmen, kendilerinin
    rahatını kaçırdıklarını söylüyordu. Kur’ân-ı Kerim, onun bu andaki düşünce ve
    hissiya­tını şöyle açıklar:

    “Musa’ya,
    ‘Kullarımı yola çıkar, mutlaka takip edileceksi­niz. ‘ diye vahyettik. Bu arada
    Firavun, şehirlere asker toplamak üzere adamlar gönderdi. Onlara şöyle dedi:
    ‘Bunlar (îsrailoğullan), basit ve sayısı çok az bir topluluktur. Ne var ki,
    bizi öfkelendiriyorlar. Biz ise, gerçekten ihtiyatlı ve uyanık bir kitleyiz.[75]

    Hazırlıklarını
    tamamlayan Firavun ve ordusu, müreffeh bir hayat sürmekte oldukları şehri,
    oradaki evlerini, bağlarını, bos­tanlarını, hazinelerini ve diğer kıymetli
    varlıklarını geride bırakarak, büyük bir Öfke içinde, Hz. Musa (a.s.) ve
    îsrailogulları’nm peşine düşmüştü. Şüphesiz onlar, başlarına gelecek büyük
    a-zaptan habersizdiler; bu nimetlerin tümünü ebediyen terk ettik­lerinin de
    farkında değillerdi. Firavun, bir sabah vakti, Kızıldeniz sahilinde Süveyş
    körfezi yakınında, İsrailoğulları’na ulaştı. Onun kalabalık ordusuyla
    kendilerine yetiştiğini gören İsrailoğullan, çok korktular. Çünkü önlerinde
    deniz, arkalarında ise Firavun ordusu vardı. Beşerî güçler dikkate alındığında,
    imha edilmekten kurtulmaları, hiç mümkün görünmüyordu. Bu zor durumda katliâma
    mâruz kalacaklarını sanmışlar, korkudan gözleri ye­rinden oynamış, yürekleri
    ağzına gelmişti. İşte tam bu esnada, Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s.)’a elindeki
    asa ile denize vurmasını emretti. Hz. Musa (a.s.) asâsıyla denize vurunca,
    deniz -yarılıp sular kenara çekilmiş ve denizin ortası geçmeleri için düzgün ve
    kuru bir yol haline gelivermişti. O ve kavmi, açılan bu yoldan Kızıldeniz’in
    karşı sahiline doğru yürüdüler. Arkalarından yeti­şen Firavun da, onları
    kaçırmaktan korkarak peşlerinden ordu­suyla birlikte denizdeki yola girdi.
    Ancak Hz. Musa (a.s.) ve kav­mi bu yolu takiben karşı sahile ulaştıktan hemen
    sonra, kenara çekilmiş olan sular dev dalgalar halinde Firavun ve ordusunun
    üzerini kaplayıverdi. Firavun ve askerlerinin tamamı denizde boğuldu ve
    onlardan kurtulan olmadı. Böylece, Cenab-ı Hak, peygamberlerini yalanlayan
    Firavun ve kavmini şiddetli bir aza­ba çarptırmış; buna karşılık inananları
    kurtararak, yeryüzünde hükümranlık hakkını onlara vermişti.

    Firavun ve ordusunun
    helaki, buna karşılık mü’minlerin kurtuluşuyla sonuçlanan bu muazzam mucize,
    Kur’ân-ı Ke-rim’de birkaç yerde, çeşitli üslup ve ifade tarzıyla anlatılmıştır.
    Şuarâ sûresinde şöyle geçmektedir:

    “Nihayet biz,
    Firavun ve kavmini, bahçelerden, bağlardan, akarsulardan, hazinelerden ve
    şerefli makamlardan çıkardık. İşte böyle yaptık. Onların sahip olduğu bu nevi
    imkanlara îsrailoğulla-n’nın kavuşmasını sağladık.

    Firavun ve adamları,
    güneş doğarken onların ardına düştü­ler. İki topluluk yaklaşıp birbirini
    görünce, Musa’nın taraftarları, İşte yakalandık!’ dediler. Musa, ‘Hayır!
    Şüphesiz Rabbim, benimledir. Bana mutlaka kurtuluş yolunu gösterecektir.’ dedi.
    Bunun üzerine biz, Musa’ya, ‘Asanı denize vur!’ diye vahyettik. (Asasını denize
    vurunca) bir anda deniz yanlıverdi; yükselen suların her bir kısmı, kocaman bir
    dağ gibiydi. Geriden gelen Firavun ve a-damlannı da oraya yanaştırdık. Musa ve
    beraberindekilerin hep­sini sağ-sâlim kurtardık. Sonra diğerlerim suda
    boğuverdik. Şüp­hesiz ki, bunda büyük ibret vardır. Fakat çokları, gene de iman
    et­mediler. Şüphesiz, senin Rabbin, azizdir, rahimdir, her şeye galip­tir, çok
    merhametlidir. “[76]

    Firavun ve kavminin,
    içinde yüzdükleri nimetlerden bu bü­yük helake gidişleri, Kur’ân-ı Kerim’de bir
    başka yerde şöyle an­latılır:

    “Onlar,
    bağlardan, pınarlardan, ekinlerden, süslü mahfeler­den, güzel konaklardan,
    içinde sefa sürdükleri o nimetlerden nice şeyleri geride bıraktılar. îşte öyle
    oldu ve o nimetlerin tamamını, başka bir topluluğa miras kıldık! Sonuçta, ne
    gök ne yer üzerleri­ne ağladı. Ne de kendilerine bir mühlet verildi. Andolsun
    ki biz, İsrailoğullan’nı o horlayıcı azaptan kurtarmıştık. Firavun’dan da;
    çünkü o Firavun, haddi aşanlardan bir mütekebbirdi.[77]

    Kur’ân-ı Kerim, zâlim
    Firavun ve kavminin helakine karşı­lık,Yüce Allah’ın kendisine iman eden ve bu
    yolda çeşitli sıkıntı­lara sabırla göğüs geren Hz. Musa (a.s.) ve kavmini nasıl
    kurtar­dığını bir başka yerde şöyle hatırlatır:

    “Hakaretlere
    mâruz bırakılmış olan kavmi de, feyizli ve be­reketli kıldığımız ülkenin
    doğusuna ve batısına mirasçı kıldık. Ve Rabbinin, İsrailoğulları’na olan güzel
    va’di, sıkıntılara sabretmele­ri sebebiyle tamamen gerçekleşti. Firavun ile
    kavminin yapmış olduğu eserleri ve yükselttikleri binaları ise yere
    serdik.”[78]

    Kur’ân-ı Kerim,
    boğulacağını anladığı sırada Firavun’un, Allah’a iman ettiğini söylediğini
    haber vermiş; ancak yeis anın­daki tevbe ve imanın geçerli olmadığını ve
    sahibine hiçbir fayda vermeyeceğini hatırlatarak, onun durumunun, bu muazzam
    olayı yaşayanlara ve daha sonrakilere ibret olması için cesedinin deniz tarafından
    sahilde yüksekçe bir yere atıldığını bildirmiştir:

    “îsraİloğuttannı
    denizden geçirdik. Firavun ve ordusu, onla­rın ardından, şiddetli bir saldırıya
    geçmişlerdi. Firavun, boğulaca­ğı anda şöyle dedi: ‘İsrailoğullan’nın iman
    ettiği ilâhtan başka ilâh olmadığına iman ettim. Ve ben, müslümanlardamm.’

    Önceden ömrün boyunca
    isyan etmiş ve daima fesatçılardan olmuşken şimdi mi iman ediyorsun? Biz de,
    ardından gelenlere bir ibret olman için, bugün seni, cansız bir beden olarak
    denizin dışı­na atıp cesedini koruyacağız. Şüphesiz ki, insanların çoğu, buna
    rağmen delillerimizden gafildirler. “[79]

     

    Firavun’un Cesedi

     

    Müfessirlerin
    anlattığına göre, Firavun ordusuyla birlikte denizde boğulduğu halde, yıllarca
    onun zulmü altında ezilmiş olan İsrâloğulları, bu zâlimin öldüğüne
    inanamamışlardı. Bunun üzerine, olayın şahidi oldukları halde, onun öldüğüne
    inanmak­ta güçlük çeken îsrailoğulları için kesin bir delil, sonrakiler için de
    bir ibret tablosu olmak üzere, sadece onun cesedi, Allah’ın emriyle deniz
    tarafından sahilde yüksekçe bir yere atıldı.[80]
    Allah Teâlâ, belki de, aynı zamanda onun tanrı olduğunu kabul eden ve ölüsünü
    görmedikçe onun öldüğüne inanmayacak olanlara, onun da bir insan olduğunu ve
    ilâhlık taslayan bu zâlimin aciz­liğini anlatmak istemişti. Yüce Allah, denizde
    boğulan binlerce insan cesedi içinden, sadece halkına karşı “ben sizin en
    büyük rabbinizim” diyen firavunun cesedini çıkarmakla her şeye kadir
    olduğunu da göstermiş oluyordu.[81]

    Firavun Mineptah’m
    deniz tarafından dışarı atılan cesedi, zamanımız müfessirleri arasındaki yaygın
    görüşe göre günümüze kadar gelmiştir. Ancak ona ait olduğu söylenen iki
    cesetten bah­sedilmektedir. Bu iki cesetten biri, 1900 yılında Uksur’da yapı­lan
    kazılar esnasında, diğer firavun mumyalarıyla birlikte II. Amenhotep Mâbedi’nde
    bulunmuştur. Büyük bir itinâ ile hazır­landıkları açıkça görülen ve her biri
    bir sanat şaheseri olan diğer kabirlerin aksine, sadece onun mezarının, kısa
    sürede aceleyle hazırlanan bir kabir özelliği taşıması dikkat çekmektedir.
    Mineptah’m mezarının bu durumu, âyette belirtildiği şekilde, deniz tarafından
    sahile atılmış cesedinin, Mısırlılarca oradan alı­nıp mumyalandıktan sonra
    alel-acele hazırlanan mezarına ko­nulduğuna bir delil sayılmıştır. Mezarın bu
    durumu beklenme­yen bir ölümün izlerini taşımaktadır. Ona ait bu ceset, yakın
    bir zamanda, bu mezardan alınarak Kahire Müzesi’ne nakledilmiş ve orada koruma
    altına alınmıştır.[82]

    Boğulan firavuna ait
    olduğu söylenen ikinci ceset ise, bo­ğulma hadisesinden 13 asır sonra, 19001ü
    yıllarda İngiliz arkeo­loglar tarafından Sînâ yarımadasının batısındaki Cebelü
    Fir’avn dağının yanında Ebu Zuneyme denilen mevkide bulunmuştur. Üzerinde
    mumyalama işlemi yapılmamış bir vaziyette olduğu belirtilen bu ceset, bugün
    Londra’da British Museum’dadır. Bâzı araştırmacılar, âyette ibret için
    korunacağı bildirilen ve boğulan firavuna ait olan cesedin, bu ikinci ceset
    olduğunu ileri sürmüş­lerdir.[83]
    Ancak Hz. Musa (a.s.)’m muasırı olarak bilinen iki fira­vuna ait cesetlerin
    Uksur’da II. Amenhotep Mâbedi’nde mumya­lanmış bir halde günümüze ulaşmış
    olması; Kızıldeniz sahilinde mumyasız bir halde bulunan bu cesedin o ikisinden
    birine ait olması ihtimalini zayıflatmaktadır. Ayette geçen ibret için ko­runma
    sözünü bir işaret olarak düşünsek de, bu cesedin firavu­na ait olduğunu ispata
    yetmez. Çünkü, onun cesedinin mumya­lanmış bir halde kalması durumunda da,
    ibret için saklanması gerçekleşmiş demektir. Zîrâ bu durumda, onunla birlikte
    boğu­lan komutan ve askerlerinin cesetleri arasından, üzerinde zırh olduğu
    halde sadece onun cesedi, deniz tarafından dışarı atıla­rak ibret için kalması
    sağlanmış olmaktadır. Orduda bulunma­dıkları için sağ kalan Mısır erkanının,
    bunun hikmetinden gâfıl bir halde, onun cesedini mumyalayıp kısa sürede
    hazırladıkları mezara koymaları mümkündür. Doğrusunu şüphesiz Yüce Allah bilir.

    Denizden geçiş yerine
    gelince, bu mevki kesin olarak bi­linmemektedir. Tevrat’ta İsrailoğulları’nın
    uğradığı mevkilerin isimleri sayılsa da, bu bilgilerin doğru olup olmadığı bir
    yana, bugün bu mevkiler başka isimlerle bilinmektedir. Kızıldeniz’de Süveyş
    körfezinde Birketü Fir’avn olarak isimlendirilen bir mevki bulunmaktadır.
    Gemiciler, burayı geçiş yere olarak kabul eder­ler. Abdülhâlim en-Neccâr, akşam
    vakti Süveyş’ten hareket eden buharlı gemilerin, ancak gece yarısından sonra
    buraya ulaşabil­diğini belirterek, geçiş noktasının Süveyş’ten bu kadar uzak ol­maması
    gerektiğini söylemektedir. Ona göre, Süveyş körfezi o dönemde Acı göllere
    (el-Buhayratül-mürre) veya ona yakın bir mevkie kadar uzanıyordu. Hz. Musa
    (a.s.) ve îsrailoğullan işte körfezin bu noktasından geçmiş olmalıdır. Diğer
    bir ifadeyle, Uyünu Musa diye bilinen mevkiinin kuzey kısmından, Süveyş şehrine
    uzak olmayan bir mıntıkadan, şehir ile Acı göllerin ara­sından geçmişlerdir.[84] Bâzı
    kaynaklarda, denizden geçiş noktası olarak, Mısır’ın Akdeniz sahillerinde bir
    koy gösterilmiştir.[85]

    Firavun ve kavmi,
    rivayete göre Muharrem ayının onuncu günü yani Âşura günü boğulmuşlardı.
    Nitekim İbn Abbas’tan, şöyle nakledilmiştir:

    Rasülullah (s.a.v.),
    Medine’ye geldiğinde, orada yaşayan ya-hudilerin Âşûrâ günü oruç tuttuklarını
    görmüştü. Onlara, “Bunun sebebi nedir?” diye sordu. Yahudiler,
    “Bugün Allah’ın İsrail-oğullan’nı düşmanlarından kurtardığı mübarek bir
    gündür. Bu münasebetle, Hz. Musa (a.s.) o gün oruç tutmuştur.” dediler.

    Bunun üzerine
    Rasülullah {s.a.v.J, “Ben Musa (a.s.)’a siz­den daha yakınım.” dedi
    ve Âşûra günü oruç tuttu, ashabına da o günde oruç tutmalarını tavsiye etti.[86]

    Firavun, yeryüzünde
    büyüklük taslayıp azgınlık gösterenler için bir ibret oldu. Kur’ân-ı Kerim, ibret
    alınması için, onun kor­kunç sonunu ve onun gibi inkarcı liderlere ve bu
    liderlere uya­rak doğru yoldan uzaklaşan kâfirlere dünya ve âhirette verilecek
    müthiş azabı, tekrar tekrar haber vermiştir:

    “Ey Muhammedi
    Sana, Musa’nın haberi geldi mi? Hani Rab-bi, Tuvâ denilen mukaddes vadide ona
    şöyle hitap etmişti: ‘Fira-vun’a git! Çünkü o azdı. Ona şöyle de: Temizlenmeye
    arzun var mı? Sana Rabbini tanıma yolunu göstereyim ki, O’ndan korkasın!’

    Musa, Firavun’a en
    büyük mucizeyi gösterdi. Fakat Firavun onu yalanladı ve isyan etti. Sonra yüz
    çevirip fesat çıkarmaya gi­rişti. İnsanları topladı ve haykırarak şöyle dedi:
    ‘Ben, sizin en yü­ce rabbinizim.’ Bunun üzerine Allah, onu ahiret ve dünya
    azabına uğrattı. Bunda, Allah’tan korkanlar için büyük bir ibret vardır.[87]

    “Haberiniz olsun!
    Biz size üzerinize şahit olacak bir peygam­ber gönderdik; tıpkı Firavun ve
    kavmine gönderdiğimiz gibi. Fira­vun, o peygambere isyan etti. Bunun üzerine,
    biz de onu şiddetli bir azapla yakaladık. Eğer siz de inkâr ederseniz,
    çocukları ihti­yarlatan o günün azabından nasıl kurtulacaksınız? O günün şid­detinden
    gök parçalanır ve Allah’ın vaadi mutlaka yerine gelir. Doğrusu, bu âyetler,
    birer öğüttür. Dileyen Rabbine giden bir yol tutar. [88]

    “Bunun üzerine,
    onları (Firavun ve kavmini) cezalandırdık. Ayetlerimizi yalanladıkları ve
    onlardan gafil oldukları için denizde boğduk.[89]

    Firavun’un kıyamet
    gününde kendisine tabî olan kavminin önüne düşeceği ve onları cehenneme
    götüreceği hakkında da şöyle denilmektedir:

    “Şüphesiz ki biz,
    Musa’yı mucizelerimizle ve apaçık bir kuv­vetle Firavun ve kavmine peygamber
    olarak gönderdik. Fakat halkı, Firavun’a uydu. Oysa Firavun’un emri, doğruya
    ülaştıncı değildi. Firavun, Kıyamet gününde kavminin önüne düşecek ve onlan
    ateşe götürecektir. Varılacak o yer ne kötü bir yerdir! Onlar, hem bu dünyada
    hem de kıyamet gününde lanete uğramışlardır. Bu, paylarına düşen ne kötü bir
    paydır.”[90]

    “Firavun ve
    askerleri, yeryüzünde haksız yere böbürlendiler ve büyüklük tasladılar. Bize
    döndürülmeyeceklerini sandılar. Biz de Firavun’u ve askerlerini yakalayıp
    denize attık. Ey Muham­medi Zâlimlerin akıbeti nasıl oldu bir bak!

    Biz, onlan, dünyada
    cehennem ateşine çağıran önderler yaptık. Kıyamet günü de yardımsız
    kalacaklardır. Bu dünya ha­yatında biz, onları lanete uğrattık. Kıyamet günü de
    onlar, hor ve hakir görülen kimselerden olacaklardandır.[91]

    “Allah onu
    kavminin şeytanî tuzaklarından korudu. Firavun ailesi ise şiddetli bir azabın
    pençesine düştü. O ateş ki, onlar sa­bah akşam ona sokulurlar. Kıyamet günü
    gelince de, ‘Firavun ailesini en şiddetli azaba sokun!’ denilir.[92]

    Büyüklenme ve
    peygamberleri yalanlamanın akıbeti hep helak olmuştur:

    “Bir de Musa’nın
    kıssasında da ibret verici deliller vardır ki, onu açık bir delille Firavun’a
    göndermiştik. Firavun, saltanatına güvenerek, Musa’ya iman etmekten yüz
    çevirmiş, ‘O bir sihirbaz­dır veya bir delidir.’ demişti. Bunun üzerine biz de,
    Firavun ve ordusunu kıskıvrak yakalayıverdik. Ve Firavun kınanmış bir hal­deyken
    onlan denize atıverdik.[93]

    “Biz, Karun’u,
    Firavun’u ve Hâmân’ı helak ettik. Doğrusu Musa kendilerine mucizelerle gelmişti
    de, yeryüzünde büyüklük taslamışlardı. Onlar azabımızdan kaçıp kurtulamazlardı.
    Biz, on-lann her birini günahları yüzünden cezalandırdık. Kiminin üstüne taş
    yağdıran kasırga gönderdik, kimini korkunç bir çığlık yakala­dı, kimini yerin
    dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Aslında Allah onlara zulmetmedi; fakat
    onlar kendi kendilerine zulmetti­ler.[94]      

     

    O. Allah (C.C.) Mülkü Dilediğine Miras Kılar

     

    Nemrut ve Firavun gibi
    nice saltanat sahipleri, ellerindeki mülkün ebedî sahipleri olduklarını
    sanmışlar; hatta kavimleri arasında ilâhlık iddiasına kalkışmışlardır. Ancak
    gurur ve kibir sahibi bu zâlimlerin mülk ve saltanatı, hiç tahmin etmedikleri
    bir anda, hem de çoğu kere küçümseyip hakir gördükleri ve zu­lüm altında
    ezdikleri toplulukların eline geçmiştir. Mülkün asıl sahibi Yüce Allah, mülkünü
    onların elinden alarak, istediği top­lumlara vermiştir. Nitekim, Firavun’un
    saltanatı tarihe karışır­ken, onun baskı ve zulmü altında yaşayan İsrailoğullan
    bir süre sonra güç ve kuvvetlerini artırarak Filistin ve civarına hâkim
    olmuşlardır:

    “Firavun, Musa’yı
    ve İsrailoğulları’nı yeryüzünden silip sü-pürmek istedi. Biz de onu ve
    beraberindekilerin hepsini suda bo-ğuverdik. Bundan sonra İsraüoğullan’na şöyle
    dedik: ‘Haydin artık yeryüzünde güvenlik içinde siz yerleşin. Vâdedilen Kıyamet
    günü gelince, sizleri bir araya toplarız’[95]

    “Hor görülen o
    kavmi de mübarek kıldığımız ülkenin doğu­suna ve batısına vârisler yaptık.
    Böylece sabretmelerinden dolayı, Rabbinin İsraüoğullan’na olan o pek güzel
    va’di yerine geldi. Fira­vun ve kavminin yapmakta oldukları ve yükselttikleri
    binaları da yerle bir ettik. [96]

    “Nihayet biz,
    Firavun ve kavmini bahçelerden, akarsular­dan, hazinelerden ve şerefli
    makamlardan çıkardık. İşte böyle yaptık ve onların kaybetmiş olduğu
    dünyalıkların benzerlerine İsrailoğulları’nı mirasçı kıldık.”[97] 

     

    Ö. İsrailoğulları’nın Hz.
    Musa’dan Put İstemesi

     

    Hz. Musa (a.s.},
    Firavun ve ordusunun boğulmasının ar­dından Filistin istikâmetinde yürüyüşünü
    devam ettirdi. Ancak çok geçmeden, kavminin garip bir teklifiyle karşılaştı.
    İsrailoğullan, bir peygamber jle birlikte olmalarına, Firavun’un zulmünden
    büyük bir mucize neticesinde kurtularak Allah’ın sınırsız kudretini açıkça
    görmelerine rağmen, bu olaydan kısa süre sonra peygamberleri Hz. Musa (a.s.)’a
    kendileri için bir put yapmasını teklif ettiler. İnsanı hayrete düşüren bu
    garip olay şöyle yaşanmıştı: Onlar, Kızıldenizi geçtikten sonra yola devam
    ederken putperest bir kavmin yurduna uğramışlardı. Putperest olan bu kavmin putlarını
    gördüklerinde[98] onlardan hoşlanıp, bü­yük
    bir cahillik göstererek Hz, Musa (a.s.)’dan kendileri için on­ların putlarına
    benzer putlar yapmasını istediler. İsrailoğullan’ nın kurtuluştan sonra küfre
    ilk meyilleri olan ibret dolu bu ger­çek, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılır:

    aİsrailoğulları’nı
    denizden geçirdik. Onlar bir kavme uğradık­larında, halkı kendilerine ait bir
    takım putlara tapmakta iken gör­düler. Bunun üzerine Musa’ya şöyle dediler: ‘Ey
    Musa! Bunların nasıl ilâhtan varsa, bizim için de öyle ilâhlar yap!’

    Musa, ‘Şüphesiz ki
    siz, cahillik eden bir kavimsiniz. Çünkü şu gördüğünüz putlara ibadet
    edenlerin, üzerinde bulundukları din yıkılmaya mahkumdur. Ve yaptıkları ameller
    batıldır. Ben, size Allah’tan başka bir ilâh mı isterim! Halbuki O, sizi
    âlemlere üstün kılmıştır.’ Dedi.[99]

    İsrailoğulları’nın put
    isteği, Hz. Musa (a.s.)’m da söylediği gibi, bu kadar yaşananlara rağmen, hâlâ
    ne kadar cahil oldukla­rını açıkça göstermektedir. Demek ki onlar, Hz. Musa
    {a.s.) ile birlikte olmalarına ve ona verilen mucizelerle Firavun’un zul­münden
    kurtulmalarına rağmen, ruhlarında kök salmış Mısır putperestliğinin etkisini
    zihinlerinden çıkaramamışlar ve kabul etmiş oldukları hak dinin tevhid
    anlayışını gerektiği şekilde kav­rayamamışlardı. Çünkü, böyle bir isteğin,
    sadece Allah’a iman ve sadece O’na ibadet ederek hiç bir şeyi O’na ortak
    koşmayan mü’minlerden gelmesi mümkün değildi. Şuurlu iman ve ibâdet, sahibini
    her türlü şirk bataklığına düşmekten korurdu.

    Hz. Musa {a.s.)’ı çok
    uğraştıran İsrailoğullan, arkası gelme­yecek ihanetler silsilesini böylece
    başlatmışlar, tek Allah inancını hâkim  
    kılmak   için   görevlendirilen   peygamberlerinden,   Allah Teâlâ  
    dışında   ilâhlar   edinmesini  
    istemişlerdi.   Halbuki  Allah Teala, Hz. Musa (a.s.)’a inanmaları
    sebebiyle onları, o dönemde yaşayan diğer insanlara, yani bütün müşriklere
    tercih etmiş ve üstün duruma getirmişti. Ne gariptir ki, İsrailoğulları, bütün
    bu nimetlere ve Hz. Musa (a.s.)’ın 
    aralarında 20 yıldan fazla süredir davette bulunmasına rağmen, böylesine
    şaşırtıcı bir teklifte bu­lunmuşlardı. 
    Aydınlığa kavuşmuşken,  karanlık
    ve cehaleti ne kadar kısa sürede özlemişlerdi! Onlar, cahillikleri, hıyanetleri
    ve hamâkatlerinin eseri olan bu tür isteklerini, sonraları da sık sık tekrar
    edeceklerdi. Bu durumlarda Hz. Musa {a.s.) ise, Allah’ın nimetlerini tekrar
    tekrar hatırlatır, onları nankörlükten vazge­çirmeye çalışırdı:

    “Hani bir zaman,
    Musa kavmine şöyle demişti: ‘Allah’ın siz­lere verdiği nimeti hatırlayın!
    Allah, bir zamanlar sizi, size da­yanılmaz işkenceler yapan, oğullarınızı
    boğazlayıp kadınlarınızı sağ bırakan Firavun ailesinden kurtarmıştı. Bütün
    bunlarda, sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan vardır.’

    Yine bir zaman
    Rabbiniz, size şunu bildirmişti: ‘Yemin olsun ki, şükrederseniz, size olan
    nimetlerimi mutlaka artırırım. Şayet nankörlük ederseniz, şüphesiz ki, azabım
    çok şiddetlidir,’

    Musa şöyle demişti:
    ‘Sizler ve yeryüzündeki bütün insanlar, Allah’ın nimetlerine nankörlük etseniz,
    Allah’a hiç bir zarar vere­mezsiniz. Çünkü Allah, ğaniyy’dir, hamîd’dir, hiç
    bir şeye muhtaç değildir, övülmeye lâyıktır.”[100]

     

    P. Hz. Musa (A.S.)’a Tevrat’ın Verilmesi

     

    Firavun’un zulmünden
    kurtulup bağımsızlıklarına kavuş­tukları sırada, henüz Hz. Musa (a.s.)’a
    kavminin tâbi olacağı şeriat gönderilmemişti. Bundan kısa bir süre sonra, bu
    şeriatın talimi için, Hz. Musa (a.s.) Allah Teâlâ tarafından Sînâ dağına mîkata
    çağrıldı.

    Bu davet üzerine
    kavminin başında kardeşi Hz. Harun (a.s.)’ı yerine vekil bırakan Hz. Musa
    (a.s.), buluşma yerine git­mek için onlardan ayrıldı.[101] Yola
    çıkarken Hz. Harun (a.s.)’a bâzı nasihatlerde bulundu, daha sonra Sînâ dağının
    sağ eteğine tır­mandı ve dağın tepesinde bulunan mağaraya ulaşarak Allah
    tarafından verilen emir doğrultusunda, vahye hazırlık olmak üzere 30 gününü
    orada oruç tutarak ve ibadet yaparak geçirdi. 30 gün dolduğunda kendisine 10
    gün daha oruç tutması emre­dildi.

    Hz. Musa (a.s.)
    va’dedilen 40 günü ibâdetle tamamlayınca, Cenab-ı Hak,  meleklere olan kelâmı gibi,  doğrudan doğruya, ancak perde arkasından
    olmak üzere hitap ederek, ezelî kelâ-mıyla ona ihsanda bulundu. Bu ilâhî hitap,
    perde arkasından olmakla birlikte, onu son derece heyecanlandırmıştı. Bu esnada
    onda Yüce Allah’ın mukaddes cemâlini görme arzusu arttı ve O’nu görmek
    istediğini söyledi. Allah Teâlâ, Musa’ya kendisini görmesinin imkansız olduğunu
    bildirdi. Bu İmkansızlığı bir Ör­nekle açıklamak için, ona tecellî edeceği dağa
    bakmasını, şayet bu esnada dağ yerinde durabilirse o zaman onun da kendisini
    görebileceğini haber verdi. Ardından Allah dağa tecellî edince, dağ parçalanıp
    yerle bir oluverdi. Hz. Musa (a.s.), gördüğü man­zaranın dehşetinden bayılarak
    yere düştü, kendisine gelince Al­lah’ı şanına lâyık bir şekilde tenzih
    ettiğini, O’nun, gözlerin idra­kinden yüce olduğunu anladığını, görmeyi
    istemekle haddi teca­vüz etmiş olmaktan dolayı tevbe edip kendisine sığındığını
    ve bu yüce tecellîye iman eden mü’minlerin ilki olduğunu söyledi.

    Allah Teâlâ, bundan
    sonra, kendisini vahyi ve kelâmıyla seçtiğini bildirerek İsrailoğulları’nın
    muhtaç bulunduğu bütün hükümleri ve öğütleri ihtiva eden mukaddes kitap
    Tevrat’ı Hz. Musa (a.s.)’a verdi. Kavmine Tevrat’ın hükümlerine uymalarını ve
    isyandan kaçınmalarını emretmesini, aksi halde azapla karşı­laşacaklarını
    bildirmesini emretti. Allah’ın âyetlerini yalanlayan­ların amellerinin boşa
    gideceğini bildirdi. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Musa (a.s.)’m mîkata çağrılışı,
    Cenab-ı Haklan ona doğrudan hitabı ve Tevrat’ı vermesi hususunda şöyle
    denilmektedir:

    “Musa’ya, otuz
    gece va’dettik. Sonra, buna on gece daha i-. lâve ettik. Böylece Rabbinin tayin
    ettiği süre kırk geceye tamam­lanmış oldu. Musa, kardeşi Harun’a, ‘Bana vekil
    olarak kavmimin başına geç, onlan ıslah et ve bozguncuların yoluna uyma!’ dedi.

    Musa, tayin ettiğimiz
    vakitte gelip Rabbi kendisiyle konu­şunca, şöyle dedi: ‘Rabbim! Bana kendini
    göster, seni göreyim!’ Allah, ‘Beni göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o dağ
    yerinde durabilirse, o zaman sen de beni görebilirsin.’ dedi. Rabbi o dağa
    tecellî edince dağı yerle bir etti. Bunu gören Musa, baygın düştü. Aydınca
    şöyle dedi: ‘Rabbim! Seni tenzih ederim. Sana tevbe et­tim. Ben, (Sen beni
    göremezsin’ tecellisine) iman edenlerin ilki­yim. ‘

    Allah şöyle dedi: ‘Ey
    Musa! Vahyettiğim şeylerle ve seninle konuşmamla sana insanlar arasında üstün
    bir yer ayırdım. O halde sana verdiklerimi al ve şükredenlerden ol!’

    Onun için levhalara
    her konuda bir öğüt ve her şey hakkın­da yeterli açıklamalar yazdık. Ve ona,
    ‘Onlara sıkıca sanl. Kav­mine de emret, en güzel hükümlerini alsınlar, size
    ileride ofâsıklann yurdunu göstereceğim.’ Dedik.[102]

    Yeryüzünde haksız yere
    böbürlenenleri ayetlerimden uzak­laştıracağım. Onlar, her ayeti görseler, yine
    ona iman etmezler. Doğru yolu gördükleri zaman onu kendilerine yol edinmezler.
    Fa­kat azgınlık yolunu gördüklerinde onu kendilerine yol edinirler. Bunun
    sebebi, ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil kalma­larıdır.
    Ayetlerimizi ve ahiret gününe kavuşmayı yalanlayanların amelleri boşa
    gitmiştir. Çünkü onlar, yaptıklarından başka şeyle mi ödüllendirileceklerdi ?”[103]

    Bu ayetlerde verildiği
    bildirilen levhalar, Tevrat’ı içine alı­yordu. Hz. Musa (a.s.)’a gönderilen bu
    kutsal kitap, Kur’ân-ı Kerim’de pek çok yerde zikredilmektedir. Birkaç örnek
    şöyledir:

    “Sonra iyilik
    işleyenlere nimetimizi tamamlamak ve her şeyi geniş bir şekilde açıklamak için
    bir hidâyet ve rahmet olmak üzere Musa’ya Kitab’ı verdik ki, Rablerine
    kavuşacaklarına iman etsin­ler.[104]

    “Musa’ya
    (vahyetmek üzere) kırk gece söz vermiştik. Sonra haksızlık ederek buzağıyı tann
    edindiniz. O davranışlarınızdan sonra akıllanıp şükredersiniz diye sizi
    affettik. Doğru yolu bulaşı­nız diye, Musa’ya Kitab’ı ve hak ile bâtılı ayıran
    hükümleri ver­dik.[105]

    “Biz, Musa’ya
    Kitab’ı vermiştik. Onu İsrailoğüllan’na bir hi­dâyet rehberi yapmıştık. Onlara,
    ‘Benden başkasını kendinize vekil edinmeyin.’ demiştik.”[106]

    “Yemin olsun ki,
    biz, Musa’ya ve Harun’a, hakkı batıldan ayıran, muttakiler için bir nur ve öğüt
    olan Furkan’ı verdik. Muttakiler, kendisini görmedikleri halde Rablerinden
    korkarlar. Onlar, kıyâmet’in dehşetinden ürperirler.”[107]

    “Yemin olsun ki,
    biz, Musa’ya Kitab’ı verdik. Kardeşi Ha­run’u da kendisine vezir yaptık.
    Onlara, ‘Ayetlerimizi yalanlayan Firavun kavmine gidin!’ dedik. Sonunda o kavmi
    tamamen helak ettik.”[108]

    “Şüphesiz ki,
    biz, ilk nesillleri helak ettikten sonra Musa’ya insanların basiretlerini
    açacak deliller, hidayet rehberi ve rahmet kaynağı olarak, düşünsünler diye,
    Kitab’ı verdik.”[109]

    “Şüphesiz ki biz,
    Musa’ya bir hidâyet rehberi verdik. İsrail-loğulları’na da, Kitab’ı miras
    bıraktık. Tevrat, akil sahipleri için bir hidâyet rehberi ve bir öğüttür.”[110]

    “Kendisine
    Rabbinin âyetleri hatırlatılıp da, onlardan yüz çevirenden daha zâlim kim
    olabilir? Biz, mutlaka suçlulara lâyık olduktan cezayı vereceğiz. Şüphesiz biz,
    Musa’ya Kitab’ı vermiş-, tik. Ey Muhammedi Sakın Musa’nın o kitaba kavuşması
    husu­sunda şüpheye düşme. Biz, onu İsrailoğüllan’na bir hidâyet reh­beri
    kılmıştık.”[111] 

     

    R. İsrailoğulları’ndan Buzağıya Tapanlar-Tevbeleri

     

    Hz. Musa (a.s.),
    Cenab-ı Hak ile mîkat için Sînâ dağına gi­derken, önce geçtiği gibi, kavminin
    başında yerine kardeşi Hz. Harun (a.s.)’ı vekil bırakmış, önceden vâdedilen
    otuz güne, on gün daha ilâve edilince 40 gün müddetle kavminden uzak kal­mıştı.
    Onun mîkat için Sînâ’da bulunduğu bu süre içinde, İsrai-loğulları’nın
    ekseriyeti, büyük bir fitneye düştü. Kızıldeniz’i geçtikten hemen sonra yola
    devam ederken putperest bir toplu­ma uğradıklarında Hz. Musa (a.s.)’dan
    kendileri için o kavmin putuna benzer put yapmasını isteyen İsrailoğulları, bu
    defa onun gıyabında, içlerinden Sâmirî adındaki bir sapığın yapmış olduğu altın
    buzağıyı tanrı edindiler. Bu esnada kendilerini uya­ran ve bu sapıklığa
    düşmemeleri için büyük çaba sarfeden Hz. Harun (a.s.)’m ikazlarına kulak
    kabarttılar. Çünkü onlar, henüz cahillikten kurtulup, inançlarını muhafaza
    etmelerini sağlayacak bir bilgi ve kültür seviyesine ulaşamamışlardı.

    Allah Teâlâ ile
    mîkatta bulunmak üzere kendilerinden ayrı­lan Hz. Musa (a.s.)’m dönüşünün
    uzaması, İsrailoğulları arasın­da bir takım sıkıntıların çıkmasına sebep
    olmuştu. Bu sırada Sâmirî isimli bir şahıs, kadınlarının Mısır Kıbtîleri’nden
    almış oldukları mücevheratı bir arada toplayıp ateşte eriterek altından bir
    buzağı heykeli yaptı.[112]
    Onun yaptığı buzağı heykeli, rüzgâr ağzından karnına girerken, inek sesine
    benzer bir ses çıkarıyor­du. Sâmîrî, inek sesi çıkaran bu altın buzağının
    tanrılığını iddia ederek İsrailoğulları’na ona tapmalarını emretti. Bu durum
    kar­şısında, Hz. Musa {a.s.)’m vekili sıfatıyla başlarında bulunan Hz. Harun
    (a.s.), onları uyardı. Sâmirî’yİ dinlememeleri için elinden gelen her şeyi
    yaptı; ancak onları bir türlü buzağıya tapmaktan vazgeçiremedi. Sâmirî’ye
    uyanlar, kendileriyle konuşmaktan ve en küçük bir hareket yapmaktan dahi âciz,
    hiç bir fayda ve zarar getiremeyecek bu buzağının Hz. Musa (a.s.)’ın ilâhı
    olduğunu id­dia ederek, ibâdet niyetiyle onun etrafında neşe ve sevinç içinde raks
    e diyorlardı.  Hz.  Harun 
    (a.s.),  içlerinden ancak küçük
    bir grubu   onlara   uymaktan  
    vazgeçirebilmişti.   Buzağıya   taparak Sâmirîye tâbi olan ekseriyet, onu
    ağır bir şekilde tehdit etmiş­lerdi; hatta neredeyse öldüreceklerdi. Allah
    Teâlâ, doğrudan hi­tap ettiği ve Tevrat’ı verdiği Hz. Musa (a.s.)’a, Sînâ
    dağında bu­lunduğu sırada Sâmiri’nin İsrailoğulları’m dinlerinden
    döndür-mesiyle ilgili bu olayı da haber vermişti. Dolayısıyla Hz. Musa
    (a.s.),  kavmine bu sapıklıkları yüzünden
    duyduğu büyük bir öfke ve üzüntü ile döndü.

    Kavmine ulaştığında,
    Allah’ın kendilerine hidâyet ve nur kaynağı  
    olan   Tevrat’ı  vermeyi 
    vâdettiğini   ve  yanlarından  
    bu maksatla ayrıldığını hatırlatarak, buna rağmen küfre dönmeleri­ne
    hayret ettiğini söyledi. Bunun sebebinin kendilerinden ayrı kalışının uzaması
    mı, yoksa Allah’ın gazabını gerektirecek bir iş yapmak mı olduğunu ve
    verdikleri sözü bu yüzden mi bozdukla- . rım sordu. Buzağıya tapanlar ise, bu
    sapıklığa kendi iradeleriyle değil, ancak inançlarını bozan Samirî tarafından
    kandırılmaları sebebiyle düştüklerini söylediler. Sâmirî adını taşıyan bu şaıs,
    erittiği mücevherattan inek sesi çıkaran bir buzağı heykeli yap­mıştı. Bu
    heykelin, kendilerinin ve Sînâ dağına Rabbini aramaya giden Hz. Musa (a.s.)’m
    Rabbi olduğunu iddia ettiğini açıkladılar. Onları dinleyen Hz. Musa (a.s.),
    büyük bir üzüntü ve kız­gınlık içinde, kardeşi Hz. Harun (a.s.)’a yöneldi. Saç
    ve sakalın­dan yakalayarak, niye buna engel olmadığını, niye arkasından gelerek
    durumu kendisine bildirmediğini sordu. Bu gelişmeler dolayısıyla aynı şekilde
    son derece üzgün olan Hz. Harun (a.s.), kardeşinden kızgınlığı yüzünden
    kendisini de zâlimlerle ortak kabul etmemesini istedi. Onları uyardığını, ancak
    kendisini din­lemediklerini belirterek, kavmini ikiye ayırdığı takdirde, onları
    böldüğü ve bir kısmının uzaklaşmasına sebep olduğu için kendi­sini
    azarlamasından çekindiğini, aralarında bir çatışma çıkma­sına yol açtığı zaman,
    vasiyetini tutmayıp onları düşmanlar ha­line getirdiğini söylemesinden
    korktuğunu ve bu yüzden istediği tedbirlerin tamamını alamadığını, onları
    bölmemek ve onları bir­birine kırdırmamak için böyle davranmak zorunda
    kaldığını be­yan etti.

    Hz. Musa (a.s.), bu
    defa Sâmirî’ye döndü ve ona bütün bunları niçin yaptığını sordu. Sâmirî,
    önceden Hz. Musa (a.s.)’ın dinine tabi olduğunu ancak sonra dinini terkederek,
    nefsinin hoş gösterdiği altın buzağıya tapmaya başladığını söyledi. Onu
    dinlerken öfke ve üzüntüsü daha da artan Hz. Musa (a.s.), bu sapığı huzurundan
    kovdu. Bu esnada ona âhirette çekeceği bü­yük azap dışında, bu dünyadaki hayatı
    boyunca da “bana do­kunmayın” demekle cezalandırıldığını haber verdi.
    Artık bundan sonra o, herhangi bir kimsenin kendisine dokunmasından son derece
    rahatsızlık duyuyor, bir kimseyle karşılaşınca, dokunma­sından korkarak
    “Bana dokunma!” diyerek feryat ediyordu.

    Kardeşi Hz. Harun
    (a.s.)’m açıklamalarından işin iç yüzünü öğrenen Hz. Musa (a.s.), kardeşinin
    özrünü kabul etti. Sert dav­ranışı yüzünden gönlünü almak niyetiyle, ellerini
    açarak onun ve kendisinin affı için Allah’a yalvardı. Diğer taraftan, altın bu­zağıyı
    ateşte eriterek parçalarını denize savurdu. Kur’ân-ı Kerim, bu önemli
    gelişmeleri şöyle açıklamaktadır:

    “Allah, Musa’ya
    şöyle haber verdi: ‘Şüphesiz biz, senin ayrı­lışından sonra, kavmini imtihan
    ettik. Sâmirî, onları saptırdı.’

    Musa, büyük bir öfke
    ve üzüntüyle kavmine döndü: ‘Ey kav­mimi Rabbiniz size güzel bir vaadde
    bulunmadı mı? Yoksa ayrılı­şımın üzerinden çok mu zaman geçti? Yahut Rabbinizin
    gazabına uğramayı mı istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız?’ dedi.

    Şöyle cevap verdiler:
    ‘Biz, sana verdiğimiz sözden kendi irâ­demizle caymadık. Fakat Mısır’dan
    çıkarken o kavmin mücevher­lerinden yükler dolusu alıp getirmiştik. Bu
    mücevherleri ateşe at­tık; Sâmiri de, mücevherleri oraya atmıştı.’

    Nihayet Sâmiri,
    onlara, içinden rüzgâr geçtikçe höğürür gibi ses çıkaran bir buzağı heykeli
    yapmıştı. Sâmiri ve taraftarları, İşte sizin de Musa’nın da rabbi budur. Fakat
    Musa bunu unuttu.’ dediler.

    Onlar, bu heykelin
    kendilerine sözle hiç bir mukabelede bu­lunmadığını, bir zarar veya bir fayda
    vermek kudretinde olmadı­ğını görmüyorlar mıydı? Doğrusu, daha önce Harun,
    onlara şöyle demişti: ‘Ey kavmim! Siz bununla İmtihan edildiniz. Muhakkak ki,
    sizin Rabbiniz, rahman olan Allah’tır. Haydi sözlerimi dinleyin, benim emrime
    itaat edin.’

    Kavmi ise, ‘Musa bize
    dönünceye kadar, bu heykele tap­maktan vazgeçmeyeceğiz.’ dediler.

    Musa kavmine dönünce,
    ‘Ey Harun! Bunların sapıttıklarını gördüğün zaman, bana uymana ne mani oldu?
    Yoksa benim em­rime isyan mı ettin?’dedi

    Harun şöyle cevap
    verdi: ‘Ey anamın oğlu ! Sakalımı ve ba­şımı tutma! Doğrusu ben, îsraüoğulları
    arasında ayrılık çıkardın, sözümü dinlemedin, demenden korktum’

    Musa, Sâmiri’ye, ‘Ey
    Sâmiri! Ya senin yaptığın şey nedir?’ dedi.

    Sâmiri, ‘Ben,
    İsrailoğullan’nın görmediklerini gördüm. Bina­enaleyh, elçinin (Cebrail’in)
    izinden bir avuç toprak alıp onu erimiş mücevheratın içine attım. îşte böyle,
    nefsim, bana bunu hoş gös­terdi. ‘ dedi.

    Musa, Sâmiri’ye şöyle
    dedi: Haydi git! Hayatın boyunca, (insanlardan kaçacak) bana dokunmayın,
    diyeceksin. Dünyadaki bu ceza yanında, âhirette de sana kaçıp kurtulamayacağın
    vâdedilmiş bir azap vardır. Tapıp durduğun ilahına şimdi ne ya­pacağız bir bak!
    Onu muhakkak yakacağız, sonra onu parçalar halinde denize savuracağız.  Sizin ilâhınız,  ancak, 
    kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah’tır. Onun ilmi her şeyi
    çepeçevre kuşatmıştır.[113]

    îsrailoğullari’nın
    önemli bir kısmının buzağıya tapmaları ve Sînâ dağından dönen Hz. Musa (a.s.)
    ile aralarında geçenler, Kur’ân-ı Kerim’de bir başka yerde şöyle
    anlatılmaktadır:

    “Musa’nın
    (Allah’ın va’dine uyarak Sînâ dağına gitmesinin) ardından, onun kavmi, ziynet
    eşyasından böğüren bir buzağı heykeli yapmışlardı. O buzağının kendileri ile
    konuşamadığını ve kendilerine bir yol göstermediğim görmemişler miydi? Onlar
    buza­ğıyı tann edinmekle zâlimler oldular. Ne zaman ki, saptıklarını anlayıp
    şiddetli bir pişmanlığa düştüler, ‘Yemin olsun ki, eğer Rabbimiz bize acımaz ve
    bizi bağışlamaz ise, muhakkak hüsrana uğrayanlardan oluruz!’ dediler.

    Musa kızgın ve üzgün
    olarak kavmine döndüğü vakit, onlara şöyle dedi: ‘Benden sonra arkamdan ne kötü
    işler yaptınız! Rabbinizin emrini beklemeyip acele mi ettiniz?’ Levhaları yere
    attı ve kardeşinin başından tutup kendisine doğru çekmeye başladı. Bunun
    üzerine kardeşi Harun şöyle cevap verdi: ‘Ey anamın oğlu! Bu kavim, beni
    küçümseyip hırpaladı; onlar neredeyse beni öldü­rüyorlardı. Bana karşı
    düşmanları sevindirecek , onları bana gül­dürecek bir şekilde davranma, beni bu
    zâlim kavimle bir tutma!’

    Musa, Allah’a şöyle
    yalvardı: ‘Ey Rabbimİ Beni ve kardeşimi bağışla ve bizi rahmetinin içine koy.
    Merhametlilerin en merha­metlisi şüphesiz sensin.’

    Buzağıyı ilâh
    edinenlere, şüphesiz rablerinden bir gazap ve dünya hayatında da zillet
    erişecektir. İşte biz, iftira edenleri böyle cezalandırırız. Kötü ameller
    işleyip de ardından tevbe ve iman edenler bilsinler ki, Rabbin kötü amelden
    sonra tevbe edenler için çok affedici ve çok merhamet edicidir.

    Musa, kızgınlığı geçip
    sakinleşince, yere attığı levhaları aldı. Levhalardaki yazıda, Rablerinden
    korkanlar için bir rahmet ve hidâyet vardı. “[114]

    İsrailoğulları, Hz.
    Musa (a.s.)’ın uyarıları sonucu hataların­dan dolayı pişman olduklarını
    belirterek Allah’tan af ve mağfiret dilediler. Bunun üzerine Yüce Allah, Uz.
    Musa (a.s.)’a onların tevbelerinin, ancak nefislerini öldürmeleri, yani
    nefislerini şeh­vetlerden uzak tutmaları, günah ve kötülüklerden temizlemeleri,
    her türlü süfli arzu ve istekten arındırmaları durumunda kabul edileceğini
    bildirdi: :

    “Ve bir vakit
    Musa, kavmine şöyle dedi: Ey kavmim! Cidden siz, o buzağıya tapmakla kendinize
    zulmettiniz. Gelin tevbe ede­rek yaratanınıza dönün ve nefislerinizi Öldürün.
    Böyle yapmanız, yaratanınız yanında sizin için daha hayırlıdır.’ Böylece
    tevbenizi kabul buyurdu. Gerçekten o, tevbeleri çok kabul eden, çok mer­hamet
    edendir.”[115]

    İsrailoğulları,
    kendilerini şirke düşüren bu büyük günah­tan tevbe etmeye karar vermişlerdi.
    Hz. Musa (a.s.), bu tevbenin içlerinden seçeceği 70 kişi ile birlikte, Sînâ
    dağında yapılacağını açıkladıktan sonra, bu maksatla seçtiği şahıslara, oruç
    tutmala­rını, nefislerim ve elbiselerini temizlemelerini emretti. Ardından
    onları  Sînâ  dağına 
    götürdü.   Orada  Cenab-ı 
    Hak,   Hz.   Musa (a.s.)’a tekrar hitap etmişti. Fakat
    yanındaki adamlardan bazıla­rı, Allah’ı açıkça görmedikçe ona seslenenin Allah
    olduğuna i-nanmayacaklarım söylediler. Bu haksız ısrarları yüzünden onla­rı
    korkunç bir sarsıntı sarıverdi. Hepsi bir anda düşüp bayıldı­lar, hatta bir
    rivayete göre öldüler.[116]
    Bunun üzerine Hz. Musa (a.s.), Allah’a tazarru ve niyazda bulunarak, onları
    yeniden haya­ta döndürmesini, içlerindeki sefihler yüzünden kavmin tamamını
    cezalandırmamasını istedi. Yanında bulunanlar arasında buza­ğıya tapan kimse
    olmadığını söyledi. Onun duasını kabul eden Yüce Allah, onları bağışladığını
    haber verdi. Hz. Musa (a.s.)’m kavmi için rahmet ve mağfiret dilemesi üzerine
    ise, bunun irâde ve dilemesine bağlı olduğunu, rahmetini âyetlerine iman eden,
    zekatım veren ve günahlardan sakınanlara vâdetmiş olduğunu bildirdi:

    “Musa, tayin
    ettiğimiz o vakit için kavminden yetmiş kişi seçmişti. Onlan kuvvetli bir
    sarsıntı yakalayınca, Musa şöyle de­di: ‘Ey Rabbiml Eğer dileseydin, bunları ve
    beni daha önce helak ederdin. İçimizdeki beyinsizlerin yaptıkları yüzünden bizi
    helak mı edeceksin? Bu olanlar ancak senin bir imtihanındır. Sen, bu imtihanla
    dilediğini saptırır, dilediğini de hidâyete erdirirsin. Sen bizim velimizsin.
    Arak bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bağış­layanların en hayırhsısın.

    Bize, hem bu dünyada
    hem de âhirette iyilik yaz. Biz, sade­ce sana yöneldik.’ Allah şöyle buyurdu:
    Azabıma, kimi dilersem onu uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır.
    Rahmetimi, Al­lah’tan korkanlara, zekâtını veren ve âyetlerimize iman eden kim­selere
    yazacağım.”[117] 

     

    S. Tevrat’a Bağlı Kalacaklarına Dair Söz Alınması

     

    Hz. Musa (a.s.)
    levhaları kendilerine arzedince, onlarda ya­zılı yükümlülükleri ağır bulan
    İsrailoğulları, bunları kabul et­mekten kaçındılar. Ancak bu sırada ilâhî bir
    ikazla karşılaştılar. Cenab-ı Hak tarafından Sına dağı başlarının üzerine
    kaldırıldı ve onlara levhalardaki hükümleri kabul etmedikleri takdirde dağın
    üzerlerine bırakılacağı bildirildi. Onlar dağın başlarına düşeceği korkusuyla
    levhalarda yazılı bütün yükümlülükleri kabul ettiklerini ve onlara bağlı
    kalacaklarını bildirerek secdeye kapandı­lar:[118]

    “Hani bir vakit
    dağı gölgelik gibi İsrailoğulları’nın üzerine kaldırmıştık da onu üzerlerine
    düşecek zannetmişlerdi. Ve onlara, ‘Size verdiğimiz kitabı kuvvetle tutun ve
    ondaki hükümleri düşü­nün. Belki Allah’tan gerektiği şekilde korkarsınız.’
    demiştik. “[119]

    İsrailoğulları,
    Tevrat’taki bütün kuralları kabul edecekleri­ne ve onlara tâbi olacaklarına
    dair Allah’a söz verdikleri halde, bu sözlerini yine tutmadılar. Tehlikelerden
    kurtuldukları ve du­rumları iyileştiği zamanlarda ahitlerini tekrar tekrar bozmayı
    alışkanlık haline getirdiler:

    “Bir zaman sizden
    Tevrat ile amel edeceğinize dâir kesin söz almıştık. Üzerinize Sînâ dağını
    kaldırmış ve demiştik ki: ‘Size verdiğimiz kitabın hükümlerim kuvvetle tutun.
    Onda olanlarla amel etmek şartını hatırlayın. Ta ki günahlardan sakınasınız.’
    Ama siz, bunun ardından yine sözünüzden döndünüz. Eğer size Allah’ın lütfü ve
    merhameti olmasaydı, şüphesiz hüsrana uğra­yanlardan olurdunuz.”[120]

    “Şüphesiz Musa,
    size apaçık delillerle geldi. Sonra siz, onun ardından zâlimler olarak buzağıyı
    ilâh edindiniz. Bir vakit sizden kesin bir söz almıştık. Sînâ dağını üzerinize
    kaldırmış, ‘Size ver­diğimiz Tevrat’a kuvvetle sanlın ve dinleyin.’ demiştik.
    Onlar ise, ‘Dinledik, ama itaat etmiyoruz’ dediler. İnkârlarından dolayı
    buzağının sevgisi kalplerine işlemişti. Ey Muhammedi Onlara de ki: ‘Eğer
    inanıyorsanız, imanınız size ne kötü şey emrediyor!”[121]

    İsrailoğulları,
    Tevrat’ı insanlara açıklayacaklarına ve onda olan hiçbir şeyi
    gizlemeyeceklerine söz vermişlerdi. Ancak onlar, zamanla Allah’a verdikleri bu
    sözü de bozdular, Tevrat’ta bulu­nan hükümleri gizlemeye ve az bir para
    karşılığında ondaki ger­çekleri tahrif etmeye başladılar.

    “Bir zaman Allah,
    kendilerine kitap verilenlerden, onu insan­lara açıklayacaklarına, onda
    olanları gizlemeyeceklerine dair ahid almıştı. Onlar ise, bu taahhütlerini
    kulak arkasına attılar ve onu küçük bir kazançla değiştirdiler. Bu alış
    verişleri ne kötüdür!”[122]

    Yahudi âlimleri, az
    bir dünyalık karşılığında Tevrat’ta baş­lattıkları bu tahrifleri, giderek
    alışkanlık haline getirdiler. Yüce Allah, Hz. Peygamber (s.a.v)’e hitaben,
    onlann bu tavırları yü­zünden lanetlendiğini, onların çoğundan hainlik
    göreceğini ve içlerinden pek azının müslüman olacağını haber vermiştir:

    “Verdikleri sözü
    bozdukları için onlan lanetledik ve kalpleri­ni katüaştirdık. öyle ki, onlar,
    kelimelerin yerlerini değiştirirler (kitaplarını tahrif ederler), kendilerine
    öğretilen ahkâmın önemli bir bölümünü de unutmuşlar. İçlerinden pek azı hariç,
    onlardan daima bir hainlik görürsün. Yine de sen onlan affet ve yaptıkları­na
    aldırış etme. Şüphesiz ki Allah, iyilik yapanları sever.”[123]

    “Yahudilerin bir
    kısmı, kelimelerin yerlerini değiştirerek: 7-şittik, isyan ettik, dinleyin ama
    kulak asmayın’ derler. Yine dille­rini eğip bükerek, ‘râinâ’ diyorlar. Böyle diyeceklerine:
    ‘İşittik itaat ettik, dinle ve bizi gözet.’ deselerdi, kendileri için daha
    hayırlı ve daha doğru olurdu. Fakat Allah, inkârları yüzünden onlara lanet
    etmiştir. Onun için onlar, pek azı dışında, imana gelmezler.”[124]

    “Nihayet onların
    ardından yerlerine kötüler gelip kitaba vâ­ris oldular. Onlar, şu dünyanın
    geçici menfaatini alırlar ve ‘İleride affolunuruz.’ derler. Aynı menfaatle
    karşılaştıkları zaman onu yine alırlar. ‘Allah hakkınd.a gerçekten başka bir
    şey söylemeyin diye Tevrat’ta kendilerinden söz alınmamış mıydı? Ve orada olan­ları
    okumamış mıydılar? Allah’tan korkanlar için âhiret yurdu daha hayırlıdır. Hiç
    aklınızı kullanmaz mısınız?”[125]

    “Onların size
    uyacaklarım mı umuyorsunuz? Oysa onlardan bir cemâat, Allah’ın kelâmını
    dinleyip iyice anladıktan sonra onu bile bile tahrif ediyorlar!”[126]

    Yahudiler, toplu azabı
    gerektirecek bu ağır suçu tekrar tekrar İşlediler. Ancak Allah’ın va’diyle,
    azapları kıyamete erte­lenmişti:

    “Şüphesiz ki biz,
    Musa ‘ya Kitab ‘ı vermiştik. Onun hakkında ihtilafa düşmüşlerdi. Eğer
    azaplarının Kıyamet gününe kadar ertelenmesi hususunda rabbinin önceden
    verilmiş bir va’di olma­saydı, onlar hakkındaki hükmünü çoktan verirdi. Doğrusu
    onlar, Tevrat hakkında şüphe ve tereddüt içindedirler.”[127]

    Yahudiler, işi daha da
    ileri götürmüşler, hattâ Hz. Musa (a.s.)’dan sonra gönderilen Benî İsrail
    peygamberlerinden bâzı­larını yalanlamışlar, bâzılarını da öldürmüşlerdi.
    Halbuki bu peygamberler, onları Tevrat’ın hükümlerine uymaya çağırmak­tan başka
    bir şey yapmıyorlardı:

    “Şüphesiz ki biz,
    Musa’ya Tevrat’ı verdik. Ve ondan sonra birbiri ardınca peygamberler gönderdik.
    Meryem oğlu isa’ya da açık mucizeler verdik. Ve onu Ruhülkudüs İle te’yid
    ettik. Ey Ya­hudiler! Her peygamber, size nefislerinizin istemediği şeyleri ge­tirdiği
    zaman büyüklük taslayıp bir kısmını yalanlıyor, bir kısmını da öldürüyor
    musunuz? (Onlar cevap olarak), ‘Kalplerimiz perde-lenmiştir.’ dediler. Hayır,
    Allah onlan inkârlarından dolayı lânet-lemistir. Ne de az iman ederler.”[128]

    Yahudiler, ‘Allah
    insana bir şey indirmedi.’ diyerek, Allah’ı gereği gibi tanıyamadılar. Ey
    Muhammed, de ki: ‘Musa’nın insan­lar için bir nur ve hidâyet olmak üzere
    getirdiği kitabı kim indirdi? Siz, onu parça parça kâğıtlar haline getirip
    işinize gelenini açıklıyor, çoklarını da gizliyorsunuz. Sizin de atalarınızın
    da bilmediğiniz şeyler, size o kitapta öğretilmişti.’ De ki: ‘O kitabı Allah
    indirdi.’ Sonra bırak onlan daldıkları sapıklıkta oyalanadursun-lar.”[129]

    Yahudiler,
    Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’e karşı da düşmanca bir tavır takındılar.
    Halbuki, Tevrat ve ellerinde bulunan diğer dînî kitaplarda verilen bilgilerden,
    onun sıfatlarını öğrenmişlerdi. Hatta kendilerinden olacağını zannettikleri bu
    peygamber sayesinde güç ve kuvvet kazanacaklarını söyleyerek İslâm öncesinde
    onunla Yesrib/Medine Araplarını tehdit ediyor­lardı. Ancak özelliklerini çok
    iyi bildikleri o peygamber, sandıkla­rının aksine Araplar arasından seçilince,
    bunu kıskanarak ona düşman kesildiler. Kur’ân-ı Kerim, onların bu durumunu
    şöyle açıklamaktadır:

    “Onlara, Allah
    katından ellerinde bulunan Tevrat’ı tasdik etmek üzere bir kitap (Kur’ân)
    gelince; önceden inkâr edenlere karşı yardım isteyip dururlarken, o tanıdıkları
    (peygamber) kendi­lerine gelince, tuttular onu inkâr ettiler. Allah’ın laneti
    kâfirlerin üzerine olsun. Allah’ın, kullarından dilediğine lütfundan bir şey
    indirmesini kıskanarak, O’nun indirdiklerini inkâr etmekle, karşı­lığında
    kendilerini harcamaları ne çirkindir! Bu yüzden onlar, ga­zap üstüne gazaba
    uğradılar. Kâfirler için hor ve hakir kılıcı bir azap vardır.”[130]

    Yahudi âlimleri,
    Rasülullah (s.a.v.)’i dinlerken, ona gönde­rilen vahyi yalanlamak maksadıyla,
    aynı konularda Tevrat’ta bulunan bilgileri tahrif ederek aktarırlar,
    münafıkları bu yanlış­ları kabule çağırırlardı:

    “Ey Peygamber!
    Kalbleri inanmadığı halde ağızlarıyla, ‘iman ettik’ diyen münafıklardan ve
    yahudilerden inkârda yarışanlar­dan dolayı üzülme. O münafiklar, her türlü
    yalanı can kulağıyla dinlerler, sana gelmeyen başka bir kavme çokça kulak
    verirler.

    Yahudiler ise, kitabın
    kelimelerini asıl yerlerinden değiştirip, ma­nalarım tahrif ederler,
    kendilerine uyanlara, ‘Bu değişik şekliyle size verilirse alın, verilmezse
    kaçının.’ derler. Allah, bir kimsenin fitneye düşmesini dilerse, senin Allah’a
    karşı yapacak hiçbir şe­yin yoktur. İşte onlar, Allah’ın, kalplerini temizlemek
    istemediği kimselerdir. Dünyada onlar için zillet, âhirette de büyük bir azap
    vardır.”[131]

    Medine yahudileri,
    bâzı suçların cezası ellerindeki Tevrat ta yazılı olduğu halde, onu bilmezden
    gelerek Rasülullah (s.a.v.)’e giderler ve ondan bu suçların cezasını takdir
    etmesini isterlerdi. Ancak niyetleri kötü olduğu için, Rasülullah (s.a.v.)’in
    verdiği hükme uymazlardı. Onların bu sahtekârlığı da Cenab-ı Hak ta­rafından
    yüzlerine çarpılmıştır:

    “Allah’ın hükmü,
    yanlarında bulunan Tevrat’ta yazılı olduğu halde, nasıl oluyor da seni hakem
    tayin ediyor, sonra da verdiğin hükümden yüz çeviriyorlar? İşte onlar gerçek
    mü’min değildirler. Doğrusu biz içinde hidâyet ve nur bulunan Tevrat’ı
    indirdik. Ken­dilerini Allah’a teslim etmiş peygamberler, yahudüere onunla
    hükmederlerdi. Rablerine samimi olarak kulluk edenler ve bilgin­ler de Allah’ın
    Kitabı’ndan elde mahfuz kalanla hükmederlerdi. Tevrat’ın hak olduğuna şahit
    idiler. O halde insanlardan korkma­yın, benden korkun, âyetlerimi hiçbir
    değerle değiştirmeyin. Al­lah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar
    kafirlerdir. Biz, Tev­rat’ta onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa
    kulak, dişe dişle kısas yapıldığını yazdık. Yaralarda da karşılıklı kısas
    vardır. Kim kısas hakkından vazgeçerse, bu onun günahlarına keffâret olur.
    Allah’ın indirdiği ile hükmetmey enler, işte onlar zâ­limlerdir.”[132]

    Medine yahudilerinin
    küstahlığı, Rasülullah (s.a.v.)’den kendilerine gökten bir kitap getirmesini
    teklif etme noktasına kadar varmıştı:

    “Kitap ehli,
    senin kendilerine gökten bir kitap indirmeni is­terler. Onlar, Musa’dan bundan
    daha büyüğünü istemişlerdi ve ona, ‘Bize Allah’ı apaçık göster.’ demişlerdi.
    Zulümlerinden ötürü onlan yıldırım çarpmıştı. Kendilerine apaçık deliller
    geldikten son­ra da,, buzağıyı tanrı olarak benimsediler, fakat bunları
    affettik ve Musa’ya apaçık bir hüccet verdik. Söz vermeleri için Sina dağını
    üzerlerine kaldırdık ve onlara, ‘Kapıdan secde ederek girin.’ dedik ve onlara,
    ‘Cumartesi günü yasağını çiğnemeyin!’ dedik, onlardan sağlam bir söz aldık.”[133] 

     

    Ş. Hz. Musa (A.S.) Ve Hz. Hızır (A.S.)

     

    Kur’ân-ı Kerim, Hz.
    Musa (a.s.) ile ondan daha bilgili sâlih bir kul olarak tanıttığı bir şahsın
    yolculuklarını anlatmış; ancak bu kul hakkında bu yolculukta geçenler dışında
    bilgi vermemiş­tir. Hz. Peygamber (s.a.v.) ise buna ilâve olarak, bu sâlih
    kulun oturduğu kurak ve otsuz yerlerin derhal yeşillendiğini ve adının Hızır
    olduğunu söylemiştir.[134]

    Kur’ân-i Kerim’de Hz.
    Musa (a.s.) ile bu arkadaşının yolcu­luklarının başlangıç sebebi hakkında bilgi
    bulunmamaktadır. Ancak bu konuda bâzı hadisler nakledilmiştir. Bu rivayetlerden
    birine göre, Hz. Musa (a.s.) bir gün kavmine hitap etmiş, etkili konuşmasıyla
    herkesi ağlatmiştı. Bu sırada kendisine insanların en bilgilisinin kim olduğu
    soruldu. Hz. Musa (a.s.), fazla düşün­meden, en bilgili insanın kendisi
    olduğunu söyleyivermişti. Bu­nun üzerine Cenab-ı Hak, bu cevabının doğru
    olmadığını haber vererek onu uyardı. Çünkü cevabını kesin olarak bilmediği bu
    soruyu Allah’a havale etmesi gerekiyordu. Onu uyaran Cenab-ı Hak, şöyle
    vahyetti; “Aksine, senden daha bilgili bir kulum vardır, O kul iki denizin
    birleştiği yerdedir.”[135] Bu
    konuda aktarılan diğer bir habere göre ise, Hz. Musa (a.s.), Yüce Allah’a
    kendisinden daha bilgili bir kul olup olmadığını sormuş; eğer var ise kendisi­ni
    o kula götürmesini istemişti.[136]

    Neticede Hz. Musa
    (a.s.)’a Allah tarafından bir balık alıp sepete koyarak yola çıkması, balığı
    nerede kaybederse, o bilgili kulu orada bulacağı bildirildi. Bunun üzerine Hz.
    Musa (a.s.), bir balık alıp sepete koydu, hizmetkârı olan genç (Yûşâ b. Nün)[137] ile
    birlikte yola koyuldu. İki denizin birleştiği yere geldiklerinde, istirahat
    için bir kayanın üzerine oturmuşlardı. Bu esnada Hz. Musa (a.s.) uykuya
    daldı.Tam o sırada hareketlenmeye başlayan balık, hizmetkârın gözlerinin önünde
    denize düştü ve sür’atle denizin derinliklerine daldı.

    Hz. Musa (a.s.)
    uykudan uyanınca, kendisine sepetteki ba­lığın canlanarak denize daldığını
    söylemeyi unutan hizmetkârı ile birlikte yoluna devam etti. O ikisi, günün
    kalan kısmını ve geceyi yürüyerek geçirdiler. Ertesi gün Hz. Musa (a.s.),
    hizmet­kârına yorulduklarını söyleyerek ondan yiyecek torbasını getir­mesini
    istedi. Efendisinin yiyecek torbasını İstemesi üzerine de­likanlı, sepetteki
    balığın canlanarak denize daldığını hatırladı ve bunu unutmuş olduğu için çok
    üzüldü. Pişmanlık içinde önceki oturdukları yerde balığın denize kaçmış
    olduğunu söyledi. Du­rumu olay yerinde uykusundan uyandığı anda haber vermeyi
    düşündüğünü, ancak şeytanın bunu kendisine unutturduğunu söyleyerek ondan özür
    diledi. Fakat korktuğu başına gelmemişti. Aksine duyduklarından memnun kalan
    Hz. Musa (a.s.), “Bizim istediğimiz de buydu!” diyerek hizmetkârıyla
    birlikte balığın kay­bolduğu yere geri döndü. Balığın denize atlamış olduğu
    kaya­ya[138] geldiklerinde, bir adamın
    o kayanın üzerinde elbisesine bürünmüş bir halde oturduğunu gördüler. Kur’ân-i
    Kerim, Hz. Mu­sa {a.s.) ile hizmetkârı olan gencin yola çıkmaları ve kaya üze­rinde
    kendilerini bekleyen bu sâlih kul ile buluşmalanyla ilgili olarak şu bilgiyi
    vermektedir:

    “Musa, genç
    arkadaşına, ‘Ben iki denizin birleştiği yere u-laşmaya, yahut yıllarca yürümeye
    kararlıyım.’ demişti. İkisi iki denizin birleştiği yere ulaşınca, balıklarını
    orada unutmuşlardı. Balık bir delikten kayıp denizi boylamıştı. Oradan uzaklaştıkla­rında
    Musa, yanındaki gence, ‘Azığımızı çıkar, andolsun bu yolcu­luğumuzda yorgun
    düştük.’ dedi.

    O genç, ‘Bak sen!
    Kayalığa vardığımızda baliği unutmuş­tum. Bana onu hatırlamamı unutturan ancak
    şeytandır. Balık şaşılacak şekilde denizde yolunu tutup gitti.’ dedi.

    Musa, ‘İstediğimiz
    zaten buydu.’ dedi. Hemen geldikleri yol­dan izleri üzerinde geri döndüler.
    [139]

    Selamlaşma ve
    tanışmanın ardından, Hz. Musa (a.s.), ka­yanın üzerinde buldukları adama, yanma
    kendisine verilen ilim­den öğrenmek için geldiğini söyledi. Sâlih kul (Hızır
    a.s.), şöyle cevap verdi:

    “Ey Musa! Ben bir
    ilim üzereyim ki, o ilmi bana Allah Öğret­miştir, sen onu bilmezsin. Sen de
    Allah’tan verilen, O’nun öğrettiği bir ilim üzeresin ki, onu da ben
    bilemem.”

    Hz. Musa (a.s.), ona
    ilim öğrenmek maksadıyla bir süre yanında kalacağını ve bu süre boyunca
    kendisine tabi olacağını söylemişti. Ancak o, kendisiyle birlikte olduğu
    takdirde müşahe­de edeceği bâzı şeylerin hikmetini anlayamayacağını ve bunlara
    sabredemeyeceğini hatırlattı. Hz. Musa (a.s.), Allah’ın izniyle gördüklerine
    sabredeceğine ve onun hiçbir işine itiraz etmeyece­ğine söz verince, ikisi
    birlikte yola çıktılar. O sırada sahile yakla­şan bir gemiye binmişlerdi. Hz.
    Hızır (a.s.), bir süre sonra, gemi­cilere fark ettirmeden geminin bâzı yerlerini
    tahrip edip delmeye başladı. Gördükleri karşısında dehşete kapılan Hz. Musa
    (a.s.), ona verdiği sözü unutarak, gemilerine almak suretiyle kendileri­ne
    iyilik yapan gemicilere nasıl olup da kötülük yapabildiğini sordu. Ancak onun
    yola çıkarken yapmış oldukları sözleşmeyi hatırlatması üzerine pişman olup
    ondan özür diledi. Gemiden in­dikten sonra, oyun oynamakta olan bir kaç çocuğa
    rastlamışlar­dı. Hz. Musa (a.s.)’in arkadaşı bu çocuklardan birini aldı ve uzakça
    bir yere götürüp onu öldürdü. Gördüğünden dehşete kapı­lan Hz. Musa (a.s.), bu
    defa da kendisini tutamamıştı; arkadaşı­na suçsuz bir çocuğu öldürmekle çok
    kötü bir iş yaptığını söyle­di. Sâlih kul, tekrar başta söylediklerini
    hatırlatınca, Hz. Musa (a.s.), yine pişman olduğunu açıkladı. Bunun son olacağını,
    ar­tık bundan sonra bir şey sorarsa, kendisini terkedebileceğini söyledi. Sonra
    yürümeye devam ettiler. Yorgun ve aç bir vaziyet­te bir köye girdiler.
    Köylülerden yiyecek şeyler istediler. Ancak köylüler onlara hiç bir şey
    vermedi. Bu köyden çıkarlarken, yı­kılmak üzere olan bir duvar görmüşlerdi.
    Sâlih kul, hemen işe girişip duvarı düzeltti, onu sağlam hale getirdi. O sırada
    yiyecek bir şeyler satın alabilmek için paraya çok ihtiyaçları olduğu hal­de
    yaptığı bu iş karşılığında bir ücret de istememişti. Onun bu haline hayret eden
    Hz. Musa (a.s.), yine kendisini tutamadı ve, “Keşke bu iş karşılığında bir
    ücret olsaydın, onunla yiyecek bir şeyler satın alırdık!” deyiverdi.
    Arkadaşı, bu üçüncü itirazından sonra yollarının ayrıldığını söyleyip, yapmış
    olduğu üç anlaşıl­maz işin hikmetlerini açıkladı:

    Bindikleri geminin
    yoksul bir aileye âit olduğunu, sağlam gemilere el koyan hükümdarın bu gemiyi
    almasını engellemek niyetiyle gemide tamiri mümkün bir delik açtığını belirtti.
    Böyle­ce zâlim hükümdarın beğenip almadığı gemi, sahiplerinin elinde kalacaktı.
    Öldürdüğü çocuğa gelince, kötü mizaçlı ve kötü ah­laklı azgın biri olan bu
    çocuğu, mü’min ve hayırlı birer insan olan anne ve babasını da küfre
    sevketmesinden korktuğu için öldürdüğünü söyledi. Tamir ettiği duvarın ise iki
    yetime ait oldu­ğunu ve altında bir hazine bulunduğunu belirtti. Allah’ın o
    hazi­nenin bu iki yetimin menfaati için korunmasını istediğini, bu maksatla,
    duvarın yıkılması durumunda ortaya çıkacak hazineyi, iki yetim büyüyüp ergenlik
    çağına geldiklerinde çıkarsınlar diye, duvarı tamir ederek gizlediğini söyledi.
    Ayrıca bütün bu yaptıklarını, doğrudan kendi düşüncesi ve görüşüyle değil, ken­disine
    gönderilen bir ilimle yaptığını açıkladı. Kur’ân-i Kerim, Hz. Musa (a.s.) ve
    bilgisine başvurduğu arkadaşi/sâlih kul arasında geçen konuşma hakkında şunları
    aktarmaktadır:

    “Musa ve
    hizmetkârı kayaya vardıklarında, katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve
    kendisine ilim öğrettiğimiz sâlih kullarımızdan birini buldular. Musa ona,
    ‘Allah’ın sana öğ­rettiği hayra götüren ilim ve hikmetten bana öğretmen için
    peşin­den gelebilir miyim?’ dedi.

    O kul, ‘Sen doğrusu,
    benimle arkadaşlığa ve benim yaptıkla­rıma dayanamazsın, hikmetini
    kavrayamadığın bir şeye nasıl dayanabilirsin?’ dedi

    Musa, ‘Allah dilerse
    sabrettiğimi göreceksin, sana hiç bir iş­te karşı gelmeyeceğim,’ dedi.

    O ise, ‘O halde, eğer
    benim peşimden geleceksen, ben sana anlatmadıkça yaptığım herhangi bir şey
    hakkında bana soru sormayacaksın.’ dedi. Bunun üzerine kalkıp gittiler; sonunda
    bir gemiye bindiklerinde, sâlih kul, gemiyi deliverdi.

    Musa, ‘Gemiyi
    içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu şaşılacak bir şey yaptın!’ dedi.

    Sâlih kul, Musa’ya,
    ‘Ben sana yaptığım işlere dayanamaz­sın demedim mi?’ dedi.

    Musa, ‘Unuttuğum için
    bana çıkışma, şu işimde bana zorluk çıkarma!’ dedi.

    Yollarına devam
    ettiler, sonunda bir erkek çocuğa rastladı­lar. Sâlih kul hemen çocuğu öldürdü.

    Musa, ‘Bir cana
    karşılık olmaksızın masum bir cana mı kıy­dın? Doğrusu pek kötü bir şey
    yaptın!’ dedi

    Sâlih kul, ‘Ben sana, yaptığım
    işlere dayanamazsın deme­dim mi?’ dedi.

    Musa, ‘Bundan sonra
    sana bir şey sorarsam benimle arka­daşlık etme. Artık ondan sonra benden
    ayrılmakta mazur sayılır­sın. ‘ dedi.

    Yine yola koyuldular;
    sonunda vardıkları bir kasaba halkın­dan yiyecek istediler. Kasaba halkı, bu
    ikisini misafir etmek iste­medi. İkisi, şehrin içinde yıkılmak üzere olan bir
    duvar gördüler. Musa’nın arkadaşı hemen o duvan doğrultuverdi Musa,
    ‘Dilesey-din buna karşı bir ücret alabilirdin!’ dedi

    O şöyle cevap verdi:
    İşte bu, seninle benim ayrılmamızı ge­rektiriyor. Şimdi sana dayanamadığın
    işlerin hikmetlerini anlata­cağım: O deldiğim gemi, geçimini denizden sağlayan
    birkaç yok­sula aitti; ona hasar vermek istedim, çünkü peşlerinde her sağlam
    gemiye zorla el koyan bir hükümdar vardı. Öldürdüğüm erkek çocuğuna gelince;
    onun anası ve babası inanmış kimselerdi Ço­cuğun onları azdırmasından ve o
    ikisini de inkâra sürüklemesin­den korktuk. Rablerinin o ana-babaya bu çocuktan
    daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermesini istedik. Ücretsiz
    düzelttiğim duvar ise, şehirde iki yetim erkek çocuğa aitti. Duvarın altında
    onların bir hazinesi vardı; babalan da iyi bir kimseydi Rabbin onların ergenlik
    çağına ulaşmasını ve Rabbinden bir rah­met olarak hazinelerini bizzat
    çıkarmalarını istedi. Dolayısıyla ben, bütün bunları kendiliğimden yapmadım.
    İşte sabredemediğin şeylerin iç yüzü budur.”[140]

    Musa-Hızir kıssası,
    burada sona ermektedir. Bu şekilde sona eren kıssada, ilme verilen önem, ilim
    ve ilim öğrenmek için gösterilen fedâkârlık dikkat çekmektedir. Hz. Musa
    (a.s.), bir peygamber olduğu halde, bu sâlih kuldan ilim öğrenmek için büyük
    zahmete katlanmış, kendisini hayrete düşüren durumla­ra rağmen sonuna kadar
    sabretmesini bilmiştir. O, talebede bu­lunması gereken edep ve ilim tahsilinde
    gururun terki hususun­da da örnek olmuştur. Diğer taraftan bu kıssanın
    muhtevasında, iki zarardan büyüğünü küçüğüyle gidermenin, daha büyük kö­tülüklere
    yol açılmaması için onları önleyecek bâzı yasaklan yapmanın, malın tamamını
    kurtarmak için bir kısmını tahrip etmenin cevazı vardır. Yine sâlih ana-babamn
    çocuklarına; ha­yırlı evlâdın da onlara faydası açıkça görülmektedir. [141]

     

    T. İnek Kurbanı Meselesi

     

    Bu konuda aktarılan
    bâzı rivayetlere göre, İsrailoğulları i-çinde zengin bir adam vardı. Çocuğu
    olmayan bu adamın fakir bir yeğeninden başka mirasçısı bulunmuyordu. Bu yeğen,
    mira­sına bir an önce konmak için yaşlı amcasını öldürüp cesedini yola attı.
    Ardından Hz. Musa (a.s.)’a gelerek, amcasının meçhul bir şahıs tarafından
    öldürülüp cesedinin yola atılmış olduğunu haber verdi; bir peygamber olarak
    katili ancak kendisinin bilebi­leceğini söyledi ve ondan katili bulmasını
    istedi.

    Bunun üzerine Hz. Musa
    (a.s.), bu olayın içyüzünü ortaya çıkarabileceklerin kendisine gelmelerini
    istemişti. İnsanlar etra­fında toplandığı sırada, Cenab-i Hak ona, katili
    ortaya çıkarmak için, kavmine bir inek boğazlamalarını emretmesini vahyetti.
    Allah’ın emrini onlara aktaran Hz. Musa (a.s.), beklemediği bir tavırla
    karşılaştı. İsrailoğulları, inek kesmemek için bahaneler aramaya başladılar.
    Anlaşılan onlar, Mısırlılar’dan etkilenerek benimsemiş oldukları ineğin
    kudsiyeti ve ineğe tapma İnancını henüz kafa ve gönüllerinden çıkaramamışlardı.
    Tevhid inancını gerektiği şekilde benimseyip-benimsemediklerini de ortaya koya­cak
    bu imtihanda onlar, önce Hz. Musa (a.s.)’m kendilerini alaya aldığından şikayet
    ettiler. İşin ciddî olduğunu öğrenince İse ince ayrıntılara girdiler ve ineğin
    rengini, yaşını ve diğer özelliklerini sayıp dökmeye başladılar. Her yeni soru,
    hoşlarına gitmeyecek bir özellik getirdi ve sonunda Allah tarafından o dönemde
    özel­likle tapınmak için seçilen altın sarısı renginde bir inek kurban etmeleri
    emredildi. Kur’ân-ı Kerim, bu konuda yaşananları şöyle dile getirir:

    Musa kavmine, ‘Allah,
    muhakkak bir sığır boğazlamanvzı emrediyor.’ demişti ‘Bizi alaya mı alıyorsun?’
    dediklerinde de, ‘Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım.’ dedi.

    Onlar, ‘Rabbine bizim
    adımıza yalvar da ineğin özelliklerini bize bildirsin.’ dediler. Musa, ‘O, onun
    ne çok yaşlı, ne de çok genç, ikisinin ortası bir sığır olduğunu söylüyor, size
    emrolunanı yapın.’ dedi.

    ‘Rabbine bizim adımıza
    yalvar da ineğin rengim bize bildir­sin!’ dediler. Musa, ‘Rabbim, onun,
    bakanların içini açan parlak san renkli bir sığır olduğunu söylüyor.’ dedi.

    ‘Rabbine bizim adımıza
    yalvar da, mahiyetini bize bildirsin, çünkü sığırlar, bizce, birbirine
    benzemektedir. Allah dilerse biz şüphesiz doğruyu bulmuş oluruz.’ dediler.

    Musa şöyle dedi: ‘Yeri
    sürüp, ekini sulayarak boyunduruk altında ezilmemiş, kusursuz, alacasız bir
    sığır olduğunu söylüyor.’ ‘Şimdi gerçeği bildirdin.’ deyip sığırı boğazladılar;
    az kalsın bunu yapmayacaklardı.

    Hani siz bir kimseyi
    öldürmüş ve suçu birbirinize atmıştınız; oysa Allah gizlemekte olduğunuzu
    ortaya çıkaracaktı. ‘Sığırın bir parçasıyla ölünün cesedine vurun.’ dedik. İşte
    böylece Allah ölüle­ri diriltir ve aklınızı kullanasınız diye size ayetlerini
    gösterir. Bu mucizeden sonra, kalpleriniz yine katılaştı, taş gibi, hatta daha
    da katı oldu. Zîrâ taşlar arasında kendisinden ırmaklar fışkıran vardır; yarılıp
    su çıkan vardır; Allah korkusundan yuvarlananlar vardır. Allah yaptıklarınızdan
    habersiz değildir. “[142]

    Anlaşıldığı gibi, en
    yakın bir akrabasını malı için öldürmek suçunu işleyen cânî, kendisini
    töhmetten kurtarmak maksadıy­la, Allah’ın elçisinden katili ortaya çıkarmasını
    istemekle, aslın­da kendisini ele verecek bir yola girmişti. Diğer insanlar
    ise, bir inek kesmelerini isteyen Hz. Musa (a.s.)’ı kendilerini alaya al­makla
    itham etmişler, bundan kurtulmak için bahane üstüne bahane aramışlardı. Halbuki
    peygamberlerinin emrine uyarak herhangi bir ineği kesiverseler maksat hasıl
    olacaktı. Ancak on­lar, her defasında ineğin çeşitli özelliklerini Allah’tan
    sormasını isteyerek işi uzattılar.

    Sonunda âyetlerde
    tarif edilen bir inek bulunup boğazlan­dı. İnekten alınan bir parça ile
    öldürülmüş olan sahsm cesedine vurulunca, ceset canlanıp ayağa kalktı ve
    kendisini malına kon­mak için şikâyet sahibi yeğeninin öldürdüğünü söyledikten
    son­ra tekrar öldü. Bunun üzerine katil yeğen, göz koyduğu ve uğru­na amcasını
    öldürdüğü maldan hiçbir fayda görmeden kısas gereği öldürüldü. Böylece ineğin
    kurban edilmesi neticesinde gizli cinayet meydana çıkmış, âyette belirtildiği
    gibi, insanların bu cinayet sebebiyle birbirini 
    suçlamaları yüzünden başlayan fitne ve tartışmalar sona ermişti.
    Kesilmiş olan ineğin bir parça­sıyla vurulan cesedin mucize olarak yeniden
    canlanması, aynı zamanda ölülerin Cenab-ı Hak tarafından diriltilmesine bir ör­nek
    olmuş, ölümden sonra dirilmeyi inkâr etmenin yanlışlığı bu olayda da ortaya
    konmuştu. Ne var ki, İsrailoğulları’nın taştan daha katı kalpleri bu büyük
    mucizelerden hiç mi hiç etkilenmi­yordu. [143]

     

    U. İsrailoğulları’nın Hz. Musa (A.S.)’ı Düşman Karşısında
    Yalnız Bırakması

     

    Hz. Musa (a.s.),
    Mısır’dan ayrıldıktan sonra kavmini Allah tarafından kendilerine va’dolunan
    topraklara (=Filistin ve civarı) doğru götürüyordu. Onlara, zaman zaman
    Allah’ın kendilerine verdiği nimetleri ve faziletleri anlatıyor, aralarından
    peygamber­ler göndererek doğru yola ulaştırdığını, başkalarına boyun eğ­mekten
    kurtararak hürriyetlerine kavuşturduğunu ve güzel rızıklar verdiğini
    hatırlatıyordu. O kavmiyle birlikte bir yılı aşkın bir süre Sînâ dağı civarında
    kaldı. Sonra Allah tarafından kendi­sine İsrailoğullan’nı Filistin’e götürüp
    orayı fethetmesi emredildi. Bu emir üzerine onların başında yola çıkan Hz. Musa
    (a.s.), böl­geye yaklaştıklarında, Allah’ın aralarından peygamberler gön­dermek
    ve kendilerini Mısır’da yaşadıkları esaret hayatından kurtararak hürriyetlerine
    kavuşturmak suretiyle o ana kadar hiçbir topluma nasip olmayan ihsanlarda
    bulunduğunu hatırla­tıp, Allah’ın Kudüs ve civarını Levh-i mahfuz’da kendileri
    için yazdığını söyleyip, onları korkaklıktan ve cihadı bırakıp geriye kaçmaktan
    sakındırdı ve ısrarla o bölgeye girmelerini emretti. Geriye dönüp kaçtıkları takdirde
    yeniden zillete düşeceklerini belirtti:

    “Musa, kavmine,
    Ey milletim! Allah’ın size olan nimetini ha­tırlayın; hani içinizden
    peygamberler çıkarmış ve sizi melikler yapmış, dünyada kimseye vermediği
    nimetleri (kölelikten kurtarıp kendi işinize hükümran olmayı) size vermişti. Ey
    kavmim! Allah’ın size yazdığı mukaddes topraklara girin, ardınıza dönüp
    cihaddan kaçmayın, yoksa kaybedenler olarak dönersiniz.’ demişti.”[144]

    Kudüs’e
    yaklaştıklarında, Hz. Musa (a.s.), kavmini tanzim etti, her bir s ıb ti/kabileyi
    müstakil bir grup halinde düzenledi ve oniki kabileden her birinin başına bir
    sorumlu/nakîp tayin etti. Sonra onlardan iman ve tevhid üzerine bağlılık yemini
    aldı:

    “Andolsun ki
    Allah, İsraüoğullan’ndan söz almıştı. Biz, onla­ra içlerinden oniki başkan göndermiştik.
    Allah, onlara şöyle de­mişti: ‘Ben sizinle beraberim. Eğer namazı dosdoğru
    kılar, zekâtı verir, peygamberlerime inanır, onlara yardım ederseniz ve Allah’a
    güzel borç verirseniz, muhakkak ki sizin günahlarınızı örterim ve sizi,
    zemininden ırmaklar akan cennetlere koyarım. Bundan son­ra, içinizden kim inkâr
    ederse, şüphesiz doğru yoldan sapmış olur.”[145]

    Kabilelerinden sorumlu
    bu başkanlar emredilenleri yerine getirmek hususunda onlara kefil
    olmuşlardı.  Kabileleri adına bağlılık
    yemini, onlar tarafından yapılmıştı. Hz. Musa (a.s.}, da­ha sonra bu nakipleri,
    Kudüs halkı Ken’ânîler hakkında bilgi toplamaları için keşif kolu olarak
    gönderdi. Nakipler bu topluma ulaştıklarında onların güçlü kuvvetli insanlar
    olduklarını görün­ce onlardan korktular ve korku içinde geriye döndüler.
    Kadeş’te kendilerini beklemekte olan Hz. Musa (a.s.)’a raporlarını sundu­lar.
    Onlardan duydukları korku yüzünden savaştan vazgeçme teklifinde bulundular.
    Ancak içlerinden ikisi yani Yûşa ile Kâleb, Allah’a verdikleri sözü bozmaktan
    korkarak, kesinlikle savaşılmasını istediler ve şehre nasıl girileceği
    hususunda tekliflerini açıklayıp, sonrası için Allah’a güvenmelerini
    söylediler.[146] Diğer on nakib ise,
    Ken’ânîler şehirde bulunduğu sürece oraya asla girmeyeceklerini açıklayarak, Hz.
    Musa (a.s.)’a şöyle demişlerdi: “Sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada
    oturacağız!”

    İsrail oğulları’nın
    düşman karşısında peygamberlerini yalnız bırakması, Kur’ân-i Kerim’de şöyle
    anlatılmaktadır:

    “Ey Musa! Orada
    zorba bir millet vardır, onlar oradan çık­madıkça biz oraya girmeyeceğiz. Eğer
    şehirden çıkarlarsa, biz de hemen gireriz.” dediler. Allah’tan
    korkanlardan, Allah’ın kendile­rini nimete erdirdiği iki adam, ‘Onların üzerine
    kapıdan yürüyün, oraya girdiniz mi, şüphesiz galip gelirsiniz. Eğer inanıyorsanız,
    sadece Allah’a güvenin,’ demişlerdi.

    Diğer nakibler, ‘Ey
    Musa! Onlar orada oldukça biz asla ora­ya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin
    savaşın, doğrusu biz bura­da oturacağız.’ demişlerdi.”[147]

     

    Ü. İsrailoğulları’na 40 Yıl Sürgün Cezası=Tih/Çöl Hayatı

     

    Nakipleri dinleyen
    İsrailoğulları’nın savaşmayı reddetmeleri üzerine, Hz. Musa (a.s.) onları ikna
    etmeye çalıştı. Bu toprakla­rın Allah tarafından kendilerine yazıldığını,
    savaşı göze aldıkları takdirde orayı muhakkak fethedeceklerini söyledi. Ne var
    ki, onu destekleyen Yûşâ ile Kâleb, çoğunluğun tepkisine mâruz kaldı­lar.
    Savaşmamakta kararlı olan çoğunluk, bu iki nakibİ taşa tutmaya kalkıştılar. Bu
    durum karşısında onları ikna edemeye­ceğini anlayan Hz. Musa (a.s.), Cenab-ı
    Hak’tan, kendisiyle fâsık kavminin arasını ayırmasını istedi. Bunun üzerine
    Allah Teâlâ, İsrailoğulları’nın kırk yıl süre ile Arz-ı mukaddes’e girmelerinin
    yasaklandığını ve bu müddet içinde yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklarını
    bildirdi;  ayrıca Hz.   Musa (a.s.)’ı  teselli 
    ederek yoldan çıkmış bu toplum için üzülmemesini tavsiye etti:

    “Musa, ‘Rabbim!
    Ben ancak kendime ve kardeşime söz geçi-rebiliyorum; artık bizimle bu yoldan
    çıkmış toplumun arasını ayır.’ dedi. Allah, ‘öyleyse orası onlara kırk yıl
    haram kılındı; bu müd­det içinde yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Artık
    sen, yol­dan çıkmış millet için tasalanmaf’ dedi.”[148]

    İsrailoğulları, bundan
    sonra geriye İzlerine döndüler. Allah tarafından cezalandırılmanın bir sonucu
    olarak 40 yıl boyunca çölde evsiz-yurtsuz bir vaziyette şaşkın şaşkın
    dolaştılar. Her sabah bir yurt seçmek niyetiyle yola çıkıyorlar; ancak bir
    yerde karar kılamıyorlardı. Bu yıllarda Amâlikalılar, Amorîler, Moablar,
    Edomitler ve Medyenliler’in saldırılarına mâruz kaldı­lar. Bu müddet içinde,
    çok garip haller yaşadılar.[149]

    Bu ceza, korkaklıkları
    ve Hz. Musa (a.s.)’ı düşman karşı­sında yalnız bırakmaları yüzünden
    İsrailoğulları’na, akıllarını başlarına almalarını sağlamak ve onları terbiye
    etmek için veri­len sürgün hayatı veya sahrada geçirilen müebbet hapis mahiye­tindedir.
    Onlar, zulüm altında ezilmiş olmanın ruhlarında tabiat haline getirdiği
    zilleti, korkaklığı, ihaneti ve dönekliği üzerlerin­den atmaları İçin, böyle
    bir imtihana tabi tutulmuşlardır. Bu sayede, 
    irade gücü, verilen vazifeyi kararlılıkla yerine getirme kabiliyeti ve
    davete icabet gibi üstün hasletler kazanmaları is­tenmiştir.

    Çok kalabalık bir
    halde Sînâ yarımadasına girdiklerinde, başlarını sokabilecekleri evleri ya da
    çadırları olmadığı gibi, ora­da gölgesinde serinleyebilecekleri ağaçlar dahi
    bulunmuyordu. Bu durumda, Allah’ın yardımı olmaksızın çölün yakıcı sıcağın­dan
    kurtulmaları, yiyecek ve içecek maddelerini temin etmeleri mümkün değildi. Benî
    İsrail, çölde başlarında bulunan iki pey­gamber sayesinde, kendilerine verilen
    terbiye maksatlı bu sür­gün cezası esnasında da, çeşitli mucizevî nimetlerden
    istifâde ettiler. Allah Teâlâ, yapmış oldukları itaatsizliklere rağmen, onla­ra
    burada da çeşitli ikramlarda bulundu. Gerek kendilerinin gerekse hayvanlarının
    su içmesi için pınarlar, onları gölgeleye­cek bulutlar, yiyecek maddesi olarak
    kudret helvasıyla bıldırcın­lar ihsan etti. Ancak onlar, bu nimetlere nankörlük
    etmekten de çekinmediler, yine zulme başvurdular:

    “Biz, onlan
    (İsrailoğullan’nı) oniki sıbta/kabileye, oniki top­luluğa ayırdık. Kavmi
    kendisinden su istediğinde, Musa’ya, ‘Asa­nı taşa vur.’ diye vahyettik. Taştan
    oniki pınar kaynayıp aktı. Böylece bu topluluklardan her biri, su içeceği yeri
    öğrenmiş oldu. Onların üzerine bulutla gölge çektik ve onlara kudret helvasıyla
    (el-menn) bıldırcın (es-selvâ) indirdik. Sonra da şöyle dedik: ‘Size rızık
    olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyiniz.’ Onlar (gü­nahkâr
    davranışlarıyla} bize zulmetmiyorlar; fakat kendi kendile­rine zulmediyorlar.”[150]

    İsrailoğulları’nm
    çoğu, yine şükretmesini bilmiyordu. Bu nimetlerle yetinmeyerek Hz. Musa
    (a.s.)’a geliyorlar ve kendileri­ne ikram edilen bu nefis yiyeceklerden
    bıktıklarını açıklayıp, önceden yedikleri bakliyat cinsinden yiyecekler vermesi
    için Al­lah’a dua etmesini istiyorlardı:

    “Musa, milleti
    için su aramıştı. ‘Asanla taşa vur!’ dedik; taş­tan oniki pınar fişkırdı her
    kabile su içeceği yeri bildi. Allah’ın rızkından yiyin, için, yalnız yeryüzünde
    bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.

    ‘Ey Musa! Bir çeşit
    yemeğe dayanamayacağız, bizim için Rabbine yalvar, bize, yerin bitirdiği sebze,
    hıyar, sarımsak, mer­cimek ve soğan yetiştirsin.’ demiştiniz de, Musa, ‘Hayırlı
    olanı daha düşük şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? (öyleyse utanç ve zillet
    içinde) Mısır’a dönün, şüphesiz orada istediğiniz vardır.’ de­mişti. Onlara
    yoksulluk ve zillet damgası vuruldu, Allah’ın gaza­bına uğradılar. Bu, Allah’ın
    âyetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmelerindendi. Bu,
    isyan etmelerinden ve taşkınlık yapmalarından ileri gelmekte idi.[151]

     

    V. Hz. Musa Ve Hz. Harun’un Vefatları

     

    İsraüoğulları’ndan Tîh
    sahrasında girdikleri sırada yirmi yaşını aşmış olanların çoğu, bu sahrada
    şaşkın şaşkın dolaş­makla geçirilen kırk yıllık sürede vefat etmişlerdi.
    Rivayetlere göre, onlarla birlikte olmalarına rağmen Cenab-ı Hakk’ın lütfuyla
    sürgün hayatı kendilerine kolaylaştırman Hz. Musa (a.s.) ve kar­deşi Hz. Harun
    (a,s.) da ölenler arasında idi. O ikisi dağdaki bir mağaraya gitmişler, Hz.
    Harun (a.s.) orada vefat etmişti. Onu defnedip İsrailoğullan’nın yanma yalnız
    başına dönen Hz. Musa (a.s.), rivayete göre, kardeşini öldürmekle itham edildi.
    İftiracılar, onun bu cinayeti, halkın Hz. Harun (a.s.)’ı daha fazla sevmesi
    yüzünden kıskançlık sebebiyle işlediğini söylüyorlardı. Onların bu iftirasını
    Allah’a arzeden Hz. Musa (a.s.), onları kardeşinin kabrinin bulunduğu yere
    götürmekle emrolundu. Kabrin başına vardıklarında Allah’ın izniyle canlanan Hz.
    Harun (a.s.), onlara normal bir ölümle öldüğünü söyledi.[152]

    Hz. Musa (a.s.),
    kardeşi Hz. Harun (a.s.)’dan 3 veya 6 yıl sonra vefat etti. Geçtiği gibi O,
    Allah tarafından kendilerine va’dolunan Filistin’e girmek için harekete geçmiş,
    orada kuvvetli bir kavim gören İsrailoğulları, savaşmaktan kaçınmışlardı. Son
    günlerde Arz-ı mukaddes’e yaklaşmak için Doğu Ürdün’deki Moab dağına doğru
    giden Hz. Musa (a.s.), Allah’a yalvararak, Kudüs’e yakın bir yerde ölmek
    istediğini bildirmişti. O sırada Moab ve civarını fethederek Heşban ve Ş itim’e
    ulaştı. Neticede, Erîha civarındaki Abanm dağında öldü ve kırmızı kumlarla
    kaplı bir tepenin alt tarafında yol kenarına defnedildi. Rasülullah (s.a.v.),
    onun kabrinden bahsederken,   “Orada
    olsaydım,  onun kırmızı kum tepesinin alt
    tarafında yolun kıyısında kalan kabrini sizlere gösterirdim.’ demiştir.[153]

    Musa (a.s.), rivayete göre,
    120 yıl yaşamıştı. [154]

     

    Y. Hz. Musa’nın Kavminden Gördüğü Eziyetler

     

    İsrailoğulları,
    peygamberleri Hz. Musa (a.s.)’a yaptıkları e-ziyetlere son vermiyorlar,
    peygamber olduğunu bildikleri halde, onu rahatsız etmek için bahane üstüne
    bahane buluyorlardı. Kur’ân-ı Kerim, onların bu küstahlığına şöyle işaret eder:

    “Hani bir zaman
    Musa, kavmine, ‘Ey kavmim,! Allah’ın sizle­re gönderdiği bir peygamber olduğumu
    bildiğiniz halde, niçin ba­na eziyet ediyorsunuz?’ demişti. Onlar, doğrudan
    sapınca, Allah da onların kalplerini saptırmıştı. Allah, doğru yoldan çıkan bir
    kavmi hidâyete erdirmez.”[155]

    Cenab-ı Hak, onların
    bu durumunu örnek vererek, biz müslümanları, yahudiler gibi olmaktan men
    etmiştir:

    “Ey iman edenler!
    Musa’ya eziyet edenler gibi olmayın. Al­lah, Musa’yı onların iftiralarından
    temize çıkarmıştır. Musa, Allah nezdinde değerli bir kul idi.”[156]

    Rasülullah (s.a.v.)
    de, Hz. Musa (a.s.)’ın kavminden gördü­ğü bu eziyetlere ve onlara karşı
    gösterdiği sabıra işaret etmiştir. İbn Mesud’dan nakledildiğine göre, Huneyn
    ganimetlerinin tak­simi sırasında, bir şahıs, bu taksimde haksızlık yapıldığını
    ve dağıtımda Allah rızâsının gözetilmediğini söylemişti. İbn Mesud, onun bu yu
    yakışıksız sözlerini Rasülullah (s.a.v.)’e aktarınca, öfkesinden yüzünün rengi
    değişti ve şöyle buyurdu:

    “Allah’ın rahmeti
    Musa’nın üzerine olsun! Şüphesiz o, bun-dan daha fazla  eziyet görmüş,   buna 
    rağmen  sabretmiştir.”[157]

     

     

  • HZ. EYYÛB (A.S.) HAYATI

    ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM1

     

    HZ. EYYÛB (A.S.) 1

     

    A. Soyu, Zamanı Ve Ülkesi 1

     

    B. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Eyyûb (A.S.) Hakkında Verilen Bilgiler. 1

     

    C. Üstün Sabır Sahibi Güzel Bir Kul 3

     

    D. Şeytanın Vesvesesi 3

     

    E. Şifa Bulması 4

     

    F. Kendisine Yeniden Çocuk Ve Mal Verilmesi 4

     

    G. Yüz Değnek Meselesi 5

     

    H. Kitab-ı Mukaddes’te Hz. Eyyûb (A.S.) 5

     

    I. Evladı 7

     

     

     

     

     

     

     

    ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM

     

     

     

    HZ. EYYÛB (A.S.)

     

     

     

    A. Soyu, Zamanı Ve Ülkesi

     

     

     

    Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Eyyûb (a.s.)’dan dört yerde bahse­dilmiş ve hakkında çok az bilgi verilmiştir, onun hakkındaki bu bilgiler, peygamber olarak görevlendirilmesi, üstün ahlâkı, ağır bir hastalığa yakalanması ve Cenab-ı Hakk’ın lütfuyla bu hasta­lıktan kurtulmasıyla sınırlıdır. Konunun akışı içinde aktaraca­ğımız bu âyetlerde, onun soyu, ne zaman ve hangi ülkede yaşa­dığı veya görevi sırasında nelerle karşılaştığı hususlarında bilgi bulunmamaktadır. Buna karşılık, kısas-ı enbiyâ, tarih ve tefsir kaynaklarında, Hz. Eyyûb (a.s.)’m soyu ve yaşadığı zaman hak­kında farklı rivayetler aktarılmıştır. İbn İshak’ın aktardığı bir rivayete göre, Hz. Eyyûb (a.s.), Hz. Yakub (a.s.)’m Rumların atası olan oğlu Ays evlâdın d andır ve soy kütüğü şöyledir: Eyyûb b. Âmûs b. Râzic (veya Ruil) b. Ays. Annesi ise Hz. Lût (a.s.) so-yundandır. Hanımı da, Efrâhim b. Yusufun kızıdır. Diğer bir rivayete göre, Hz. Eyyûb (a.s.)’m babası, Hz. İbrahim (a.s.)’m Nemrut tarafından ateşe atılması esnasında iman edip onunla birlikte hicret edenlerden biri, annesi Hz. Lût (a.s.)’m; hanımı ise Hz. Yakub (a.s.)’m kızıdır. Taberî ve İbnül-Esir, birinci rivayeti tercih etmekle birlikte, Hz. Eyyûb (a.s.)’m hal tercümesini, Hz. Yusuf (a.s.)’dan önce vermişlerdir. Hz. Eyyûb (a.s.)’m, Hz. Yakub (a.s.) zamanı nebilerinden olduğunu bildiren ikinci rivayeti buna gerekçe göstermişlerdir.[1] Onun Hz. Dâvud (a.s.) ve Hz. Süleyman (a.s.) zamanında yaşayan Arap asıllı bir nebî olduğunu ileri sü­renler de çıkmıştır. Mevdûdî, Ahd-i Atik’teki Eyyûb kitabından daha güvenilir olarak nitelediği İşâyâ ve Hezeikel kitaplarına istinaden Hz. Eyyûb (a.s.)’ın M.Ö. 9. yüzyıl veya daha önce ya­şadığı görüşünü benimsemiştir.[2] 

     

     

     

    B. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Eyyûb (A.S.) Hakkında Verilen Bilgiler

     

     

     

    Az önce geçtiği gibi, Kur’ân dört yerde Hz. Eyyûb (a.s.)’dan bahsetmiştir. Bunlardan birincisi olan Nisa sûresinin 163. âye­tinde Allah Teâlâ, Rasülullah (s.a.v.)’e hitaben ona gönderdiği gibi, diğer bütün peygamberlere de vahiy gönderdiğini bildirerek Onlardan bâzılarının isimlerini vermektedir. Hz. Eyyûb (a.s.) da bunların arasındadır:

     

    “(Ey peygamber) Biz, Nuh’a ve ondan sonraki bütün pey­gamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Tıpkı İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, torunlarına, İsa’ya, Eyyüb’a, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahyettiğimiz ve Davud’a Zebur’u verdi­ğimiz gibi.”

     

    En’am sûresinin 84. âyetinde ise, yine bâzı peygamberlerin İsimleri sayılmakta, onların hidâyete ulaştırıldıkları ve yaptıkları iyi işler karşılığında ödüllendirildikieri bildirilmektedir.

     

    “Bundan başka ona (İbrahim’e) İshak ve Yakub’u ihsan ettik ve her birini hidâyete erdirdik. Nuh’u da daha önce hidâyete er­dirmiştik. Onun soyundan Davud’u, Süleyman’ı, Eyyûb’u, Yu­suf u, Musa’yı, Harun’u da. İşte iyi işler yapanları böyle mükafat­landırırız. “

     

    Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Eyyûb (a.s.)’m İsminin üçüncü defa zikredildiği Enbiya sûresinde Cenab-ı Hak, bâzı peygamberlerine verdiği imkânlar ve onlara yaptığı yardımlardan bahsederken, Hz. Eyyûb (a.s.)’in yakalanmış olduğu hastalıktan kurtulmak için yaptığı duaya da işaret etmiş ve onun bu duasını kabul etti­ğini, ona şifa ile birlikte yeniden evlât ve bol miktarda mal verdi­ğini açıklamıştır. Ayrıca onun bu durumunu, musibetlere mâruz kalan mü’minlerin, bu belâların giderilmesini Allah’tan istemele­ri ve ihlâsla O’na sığınmaları hususunda örnek göstermiştir:

     

    “Eyyûb’u da hatırla! O, bir zaman rabbine, ‘Doğrusu ben bir hastalığa yakalandım. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin, bana merhamet et!’ diye duâ etmişti. Bunun üzerine duasını ka­bul ettik ve onu yakalandığı dertten kurtardık. Ayrıca katımızdan bir rahmet ve bize kulluk edenlere bir ders olmak üzere, ona aile fertlerini ve onlarla birlikte bir o kadarım daha verdik.’[3]

     

    Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Eyyûb (a.s.)’dan son kez bahsedilen Sâd süresindeki âyetlerde de onun hastalığı ve Allah’ın lütfuyla şifa bulması hakkında bilgi verilmiştir. Burada, önceki bilgilere ilâve olarak, onun yakalandığı dertten nasıl kurtulduğuna, ma­lına mülküne yeniden kavuştuğuna, engin sabrına ve hammıyla ilgili bir duruma işaret edilmiş; ayrıca onun Allah’a yönelen çok güzel bir kul olduğu belirtilmiştir:

     

    “Ey Muhammedi Kulumuz Eyyûb’u hatırla! Hani bir zaman O, Rabbine, ‘Gerçekten şeytan bana meşakkat ve ıztırap dokun­durdu!’ diye nida etmişti, ona, ‘Ayağım yere vur! İşte sana, yıka­nılacak ve içilecek soğuk bir su!’ dedik. Nezdimizden bir rahmet ve akıl sahiplerine bir öğüt olmak üzere biz, ona aile fertlerini ve önceki mal-mülkünü bahşettik, bir o kadar da artırdık. Biz, Eyyûb’a, ‘Eline bir demet sap alıp onunla hanımına vur, yeminini bozma!’ demiştik. Gerçekten biz, onu sabırlı bulmuştuk. O, ne gü­zel kuldu! Daima Allah’a yönelirdi.”[4]

     

    Kur’ân-ı Kerim’in Hz. Eyyûb (a.s.) hakkında verdiği bilgiler, bunlardan ibarettir. Görüldüğü gibi, orada onun peygamber ol­duğunun bildirilmesi ve güzel ahlakı yanında sâdece hastalığı ve Cenab-ı Hakk’ın lütfuyla bu hastalıktan kurtuluşundan söz e-dilmiştir. Bu hastalığından bahsedilirken de, duyduğu rahatsız­lık, bu rahatsızlığı yüzünden yaşadığı acıyı şeytana nispet etme­si, Yüce Allah’ın emrine uyarak hastalıktan şifa bulma şekli, yeniden mal mülk ve evlâda kavuşması, hastalığı sırasındaki bir yemini ve bu yeminini yerine getirmesiyle ilgili tavsiyeye yer ve­rilmiştir. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerim’de, onun hastalığının sebebi, ne tür bir hastalık olduğu ve safhaları hakkında bilgi yoktur. Tevrat ve diğer kaynaklarda anlatılanları bir tarafa bırakıp, sâ­dece âyetlerdeki bilgileri esas aldığımız takdirde, onun bu hasta­lığının, diğer peygamberlerin tâbi tutulduğu imtihanlar cinsin­den, derecesinin yükseltilmesine vesile kılman bir imtihan oldu­ğu anlaşılmaktadır. Hz. Eyyûb (a.s.), büyük bir sabır göstererek bu imtihanı başarıyla tamamlamıştır. Şimdi onun hastalığıyla ilgili olarak sâdece Kur’ân’da işaret edilen hususları ve bu konu­larda yapılan açıklamaları vermek istiyoruz: [5]

     

     

     

    C. Üstün Sabır Sahibi Güzel Bir Kul

     

     

     

    Allah Teâlâ, mealini aktardığımız son âyette, hastalığı sıra­sında gösterdiği fevkalâde sabrı ve tevekkülü dolayısıyla Hz. Eyyûb (a.s.) hakkında şöyle buyurmuştur:

     

    “Gerçekten biz, onu sabırlı bulmuştuk. O, ne güzel kuldu! Daima Allah’a yönelirdi.”

     

    Kavmine peygamber olarak görevlendirilen Hz. Eyyûb (a.s.), tefsirlerde ve diğer kaynaklarda anlatıldığına göre büyük bir zen­gindi. Geniş topraklar, bağlar, bahçeler ve kalabalık sürüler sahibiydi. Son derece sağlıklı bir bünyeye sahip olup çok sayıda çocuğu vardı. Ömrünün bolluk ve sağlık içinde geçirdiği yılların­da, varlıklı ve sağlıklı bir kulun yapabileceği en güzel kulluk şek­lini göstermişti. Son derece muttaki, Allah’ın verdiği nimetlere şükreden ve muhtaçlara yardımcı olan bir kul olmuştu. Dünya malı hiçbir şekilde onu tuzağına düşürememişti. Bunlarla alâka­lı olmalı ki, Yüce Allah, onu kendisine bol bol verdiği bu nimet­lerle, çocuklarının çokluğu ve bedeninin sıhhatiyle imtihan et­mek istedi. Onu malını mülkünü ve ardından yakınlarını elinden almakla imtihan etti. Bütün mal varlığını ve çocuklarını kaybe­den Hz. Eyyûb (a.s.), aynı zamanda ağır bir hastalığa yakalandı. Bu durumda ise o, hasta ve muhtaç sâlih kullar için örnek bir hayat yaşadı. Başına gelen bu sıkıntılara karşı sabır zırhına bü­rünerek Allah’a hamdine ve yoğun ibâdetine devam etti. Asla kırgınlık göstermedi, büyük bir tevekkülle Allah’tan gelen her şeye razı olduğunu gösterebilmek için elinden geleni yaptı. Bol­luk zamanında olduğu gibi, darlık hallerinde nasıl olunması ge­rektiği hususunda sâlih kullar için güzel bir örnek oldu. Hatta neticede, Allah Teâlâ tarafından “sabırlı, güzel bir kul olarak tanı­tılma” yanında, sabırlı kişiler hakkında en önemli örnek hâline geldi. Rivayete göre sâliha bir hatun olan hanımı da, bollukta ve darlıkta ondan farksızdı. Nimetlere şükretmesini bilen bu bahti­yar kadın, sıkıntı ve ağır hastalık günlerinde, kocasını terk et­medi, onu yalnız bırakmamak için elinden geleni yaptı ve her türlü hizmetini yürütmeye çalıştı. [6]

     

     

     

    D. Şeytanın Vesvesesi

     

     

     

    Müfessirler, son âyette, Hz. Eyyûb (a.s.)’ın hastalığı sıra­sında duyduğu meşakkat ve acıyı, şeytana nispet etmesinin yan­lış anlaşılabileceğini düşünerek, bu işin hakikatini şöyle açıkla­mışlardır; Hz. Eyyûb (a.s.), “Gerçekten şeytan bana meşakkat ve ıztırap dokundurdu!” derken, şeytanın insanlar üzerinde hastalık ve sıkıntı meydana getirdiğini veya onun böyle bir güce sahip olduğunu kastetmemiştir. Zâten şeytanın böyle bir gücü de yok­tur. Çünkü böyle bir güce sahip olması durumunda insanların onun kötülüklerinden kurtulmaları mümkün olamazdı. Şeytanın insanlar üzerindeki yetkisi, vesvese vermek suretiyle onları etki­lemesinden ibarettir. Hz. Eyyûb (a.s.)’m kastettiği de işte bu ves­vesedir. Şeytanın Hz. Eyyûb (a.s.)’a verdiği vesvesenin keyfiyeti hakkında ise farklı açıklamalar yapılmıştır. Bu hususta söyle­nenler özetle şöyledir:

     

    Hz. Eyyûb (a.s.)’ın hastalığı şiddetlenince, ona gelen şey­tan, önceden sahip olduğu nimetleri ve o andaki hastalığını ha­tırlatarak, onu rahatsız etmeye çalışırdı. Veya vesvese suretiyle gelir, sıhhat bulamayacağından bahsederek onun zihnini karıştı­rırdı. Yahut eşine, “kocan bana itaat ederse, hastalığını gideri­rim” der, bunun üzerine eşi, şeytanın sözlerini aktararak Eyyûb’ u rahatsız ederdi. Bu yollardan hangisiyle olursa olsun, onun vesvesesi kendisini rahatsız ettiğinden, Hz. Eyyûb (a.s.), onun şerrinden kurtulmak için Allah’a duâ etmiştir. Bu hususta Mevdûdî, şöyle demektedir:

     

    “Hz. Eyyûb (a.s.), ‘Gerçekten şeytan bana meşakkat ve ıztırap dokundurdu!’ ifadesiyle, şeytanın bir musibet ve hastalık verme gibi bir güce sahip olduğunu söylemek istememiştir. Zîrâ Hz. Eyyûb (a.s.), şiddetli bir hastalığa yakalanması, tüm servetini ve evlâdını kaybetmesi ve tüm yakınlarının kendisinden yüz çevirmesinden ziyâde, şeytanın vesvese yoluyla kendisine eziyet etmesinden yakınıyordu. O, ‘Şeytan bana vesvese vererek me’ yus olmamı istiyor, beni nankör olmaya sevk ediyor ve sabn terk etmem için elinden geleni yapıyor.’ demek istiyordu.”[7] 

     

     

     

    E. Şifa Bulması

     

     

     

    Kur’ân-ı Kerim’de açıklanan diğer bir husus, Hz. Eyyûb (a.s.)’ın şifa bulmak için yaptığı duânm Allah Teâlâ tarafından kabul edilmesi ve hastalıktan kurtulması için ne yapması gerek­tiğinin bildirilmesidir. Cenab-ı Hak, ona “Ayağını yere vur! îşte sana, yıkanılacak ve içilecek soğuk bir su!” buyurarak hastalı­ğından nasıl kurtulacağını açıklamış, bunun üzerine ayağını yere vurduğunda, oradan soğuk bir su fışkırmış ve Hz. Eyyûb (a.s.), o sudan içip ardından banyo yapınca şifa bulmuştur.

     

    Hz. Eyyûb (a.s.)’m hastalığı, Enes b. Mâlik’ten nakledilen bir hadise göre 18 yıl devam etmiştir.[8] Bu hastalığın 7 veya 3 yıl sürdüğünü bildiren rivayetler de vardır. Bir hadiste de Hz. Ey­yûb (a.s.)’ın bu hastalığa bir Çarşamba günü yakalandığı ve bir Salı günü kurtulduğu belirtilmiştir.[9] 

     

     

     

    F. Kendisine Yeniden Çocuk Ve Mal Verilmesi

     

     

     

    Kur’ân-ı Kerim, Allah Teâlâ’nm, duasını kabul ederek sağ­lığına tekrar kavuşturduğu Hz. Eyyûb (a.s.)’a, önceden olduğu gibi, çok sayıda çocuk ve büyük bir servet bahşettiğini, hatta önceki servetini ikiye katladığını da haber vermiştir:

     

    “Nezdimizden bir rahmet ve atol sahiplerine bir öğüt olmak üzere biz, ona aile fertlerim ve önceki mal-mülkünü bahşettik, bir o kadar da artırdık”

     

    “Bunun üzerine duasını kabul ettik ve onu yakalandığı dert­ten kurtardık. Aynca katımızdan bir rahmet ve bize kulluk, edenle­re bir ders olmak üzere, ona aile fertlerine ve onlarla birlikte bir o kadarına daha yerdik.”

     

    Rasülullah (s.a.v.) ona bahşedilen nimetlerle ilgili olarak şöyle buyurmuştur;

     

    “Eyyûb peygamber bir gün çıplak olarak yıkanırken, üzerine altın çekirgeler düşmeye başladı. Eyyûb, onları toplayıp elbisesi­nin içine doldurmaya başlayınca, Cenab-ı Mevlâ, ‘Ya Eyyûb! Ben seni bu gördüklerine dönüp bakmayacak kadar zengin kılmadım mı?’ diye seslendi. Eyyûb ise, ‘Evet, izzetine yemin ederim ki, be­ni çok zengin kıldın; fakat ben senin lütfettiğin bereketten müs­tağni olamam.’ dedi.![10]

     

    Rivayete göre Hz. Eyyûb (a.s.) hastalanmadan önce yetmiş, sıhhatine kavuştuktan sonra da yetmiş yıl yaşamıştır. Ancak onun bütün ömrünün 93 yıl olduğu da söylenir. [11]

     

     

     

    G. Yüz Değnek Meselesi

     

     

     

    Âyetteki “Biz, Eyyûb’a, eline bir demet sap alıp onunla ha­nımına vur, yeminini bozma!’ demiştik.” ibaresiyle işaret edilen hususa gelince, Fahreddin Râzî ve Beyzâvî’nin naklettiklerine göre, hastalığı günlerinde, eşi bir ihtiyaç için gittiğinde geç gel­miş, bu duruma öfkelenen Hz. Eyyûb (a.s.), “Hastalığımdan kurtulursam sana yüz değnek vurayım!” diye yemin etmişti. Cenab-i Hak, onun yeminini yerine getirmesi için bir kolaylık gösterdi. Çöplerden bir demet yaparak bir defa vurmasıyla yemininin ye­rine geleceğini bildirdi.[12]

     

    Başka bir rivayete göre ise, hastalığı arttığında hanımı, “Sen duası makbul bir adamsın, dua et de Allah şifanı versin!” deyince, “Biz yetmiş yıl nimetler içinde yüzdük, yetmiş yü da belâ ve sıkıntıya sabredelim! Allah bana şifa verirse sana yüz sopa vuracağım.” diye yemin etmiştir. Elmalılı, bu konu hakkında şöy-le demiştir:

     

    “Deniliyor ki, Hz. Eyyûb (a.s.}, bir hâdise dolayısıyla eşine yüz değnek vurmaya yemin etmişti. Böylece bir demet yaparak vurmakla yeminin yerine geleceği kendisine ruhsat olarak göste­rilmiş, seri ceza ve yeminlerde bu “Eyyûb ruhsatı” adıyla bakî kalmıştır. Âyette ne demeti olduğu açıkça belirtilmediği için, da­ha geniş mânâlara ihtimali vardır. Bizim kanaatimizce bu emir, yalnız o ruhsatı göstermekle kalmıyor, eli altında bir cemâat ku­rulması gerektiğini de anlatmış bulunuyor.”[13]

     

    Derveze, Hz. Eyyûb (a.s.)’a verilen bu ruhsatı, Allah’ın kul­lan için, tehlike, zarar ve günâha düşürecek problemlerden kur­tulmaları hususunda meşru vesilelere tevessül edilmesine izin verdiğine delil olarak değerlendirmekte ve bunun Kur’ân’m tek­rarlarla prensip haline getirdiği bir kaide olduğunu söyleyerek çeşitli örnekler vermektedir.[14] Hz. Eyyûb (a.s.)’a tanınan ve Al­lah’ın onun vefakar eşine büyük bir lütfü kabul edilen bu uygu­lama, fukâha arasında çeşitli görüşlere mesned olmuştur.[15]

     

     

     

    H. Kitab-ı Mukaddes’te Hz. Eyyûb (A.S.)

     

     

     

    Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Eyyûb (a.s.) hakkında verilen bilgiler yukarıda aktardıklarımızdan ibarettir. Bu bilgilerin dışında onun milleti, mensup olduğu aile, yaşadığı dönem, hayatı ve bilhassa meşhur hastalığı ile ilgili olarak diğer kitaplarda pek çok şey söylenmiştir. Bu bilgilerin ekserisinin kaynağı Tevrat veya Ehl-i Kitab’m elinde bulunan diğer bâzı kitaplardır. Onun yakalandığı şiddetli hastalık ve hastalığı esnasındaki durumu hakkında söy­lenenlerin ekseriyetinin uydurma olduğu açıktır. Onun hakkın­daki bu bilgileri özet olarak vermek ve bilhassa uydurma olduğu bilinen rivayetlere işaret etmek istiyoruz.

     

    Ahd-i Atik, Hz. Eyyûb (a.s.)’m başından geçenleri tafsilatıy­la anlatmaktadır. Burada onun Edom diyarının bir bölgesi olan ve Ölüdeniz’in güneydoğusunda yer aldığı söylenen veya Celîle gölünün kuzeydoğusundaki Haranla aynı yer olduğu ileri sürü­len Uts bölgesinde yaşadığı bildirilmektedir. Kendi adını taşıyan kitapta anlatıldığına göre, o, yedi oğul ve üç kız babasıdır; bin­lerce koyunu ve devesi, pek çok kölesi vardır. Şark’taki insanla­rın en büyüğüdür. Bütün bunlarla birlikte son derece kâmil bir insandır, Allah’tan hakkıyla korkar ve bütün kötülüklerden kaçı­nır. Bir defasında Rab, onun bu durumunu şeytana hatırlatınca, onu kıskanan şeytan, onun Allah’tan korkusunun, malının elin­den alınma endişesinden kaynaklandığını söyler. Bunun üzerine Allah, Hz. Eyyûb’u denemek için şeytana onun malını mülkünü tahrip imkânı verir. Şeytan, onun çocuklarını Öldürür ve bütün mallarını tahrip eder. Ancak Eyyûb, şeytanı yanıltmıştır. Bütün bu sıkıntıları büyük bir tevekkül ile karşılar, Allah’ın hükmüne teslim olarak, hamd ve şükrünü devam ettirir.[16]

     

    Hz. Eyyûb (a.s.)’m peşini bırakmayan şeytan, bu defa Al­lah’tan onun ağır bir hastalıkla denenmesi için izin alır. Neticede onun bütün vücudu çıbanlarla kaplanır. Çıbanları kazımak için bir çömlek parçası alır ve küller içinde oturur. Onun bu duru­muna üzülen karısı, “Allah’a lanet et de öl!” der. Eyyüb, bütün bunlara rağmen, hastalığının ilk günlerinde büyük bir sabır Ör­neği sergiler ve önceden olduğu gibi şükrüne devam eder. Ancak hastalık uzayınca yakınmaya başlar ve bu yakınmalar giderek isyana ve doğduğu güne lanet yağdırmaya dönüşür. Bunun bü­yük bir haksızlık olduğunu söyler.[17] Allah’ın bu isyanı sebebiyle kendisini kınamasına kadar isyan ve şikayetlerini devam ettirir. İşte o zaman pişman olup isyanına tevbe eder. Onu bağışlayan Allah, hastalıktan kurtarır, önceki çocukları sayısınca çocuk ve önceki servetinin iki katı da mal verir. Hz. Eyyûb (a.s.) bu musi­betten sonra 140 yıl daha yaşar.[18]

     

    Görüldüğü gibi, Kur’ân’da tanıtılan Eyyûb ile Kitab-ı Mu-kaddes’te tanıtılan Eyyûb arasında önemli bir fark vardır. Kur’ân geçtiği gibi, onu, Allah’a kulluk hususunda mükemmel bir ör­nek, sabır ve metanet âbidesi bir şahsiyet olarak takdim eder. Ancak Kitab-ı Mukaddes’in Eyyûb kitabında tanıtılan Eyyûb, sabırdan ziyâde sabırsızlığı ve sonuçta isyanıyla dikkat çeker. Gerçi bu kitabın ilk bölümündeki Eyyûb, Kur’ân’m tanıttığı Ey-yûb’a benzer. O, Allah’tan korkan mükemmel bir insandır. An­cak daha sonraki bölümlerde, açık bir isyankârdır. Kitabın bu iki bölümündeki çelişki, bu kitabın tahrif edildiğinin, dolayısıyla oradaki bilgilerin önemli bir kısmının Allah sözü olmayıp insan­lar tarafından uydurulup ona isnâd edildiğinin açık bir delilidir.

     

    Diğer taraftan, Hz. Eyyûb (a.s.)’m hastalığı, Tevrat’taki ri­vayetlerde insanların kendisinden nefretini gerektiren bir hasta­lık şeklinde anlatılmıştır, Kısas-ı enbiyâ, tarih ve tefsir kitapla­rında geçen bu yöndeki malûmat da, tamamen İsrâilî kaynak­lardan    alınmış    bulunmaktadır.[19]   Onun    hastalığı   hakkında Kur’ân-ı Kerim ve güvenilir hadis kaynaklarında bulunmayan bu tür rivayetlerin önemli kısmının sonradan uydurulduğu açıktır. Çünkü peygamberler, kendilerinden nefrete ve uzaklaşmaya yol açacak, insanları tiksindiren her türlü hastalık ve noksanlıklar­dan korunmuşlardır.[20] Bu korunmuşluk, yürüttükleri önemli görevin zarurî bir şartıdır. Daveti yürütecek kişilerin halk ile birlikte olmasını ve onları doğru yola çağırmasını engelleyen, insanları onlardan uzaklaştıran bu durumlar, peygamberlik hikmetine aykırı görülmüştür. Bu konuyu giriş bölümünde ele aldığımız için burada hatırlatmakla yetiniyoruz.[21] 

     

     

     

    I. Evladı

     

     

     

    Bâzı tarihçiler, çok sayıda çocuk sahibi olduğu bildirilen Hz. Eyyüb (a.s.)’m haklarında bilgi olan iki oğlundan bahseder­ler. Bunlardan biri, Havmel, diğeri ise, kendisinden sonra pey­gamber olarak görevlendirildiği belirtilen ve “Zülkifl” olarak isim­lendirilen Bişr’dir. Hayatını Anadolu veya Şam’da geçiren Bişr (a.s.), 75 veya 95 yaşında ölmüştür.[22] 

     

     

     

     

     



    [1] Bu rivayetler İçin bkz. Taberî, Tarih, I, 165-167; İbnül-Esir, I, 128-135; İbn Kesir, Kasasu’l-enbiyû, I, 311.

     

    [2] Tefhim, III, 325.

     

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 358.

     

    [3] Enbiya süresi, 21/83-84.

     

    [4] Sâd sûresi, 38/41-44.

     

    [5] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 359-361.

     

    [6] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 361-362.

     

    [7] Tefhim, V,79.

     

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 362-363.

     

    [8] İbn Kesir, el-Bidâye, I, 223.

     

    [9] Ibn Mâce, Tıb, 22.

     

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 365.

     

    [10] Buhâri, Gusül, 20, Enbiyâ, 20, Tevhid, 35; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 243, 314, 490.

     

    [11] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 363-364.

     

    [12] M. Vehbi, HüldsatÜ’l-beyân, XII, 4806.

     

    [13] Hak Dini, VI, 473.

     

    [14] Tefsir, I, 397.

     

    [15] Bu hususta bkz. Mevdûdi, Tefhim, V, 80-81.

     

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 364-365.

     

    [16] Eyyûb, 1/6-22.

     

    [17] Eyyûb, 3/1-26.

     

    [18] Eyyûb, 42/1-17.

     

    [19] Harman, “Eyyûb”, Dİ A, XII, 17.

     

    Hz. Eyyûb (a.s.)’ın hastalığı hakkında, İsrâilî kaynaklardan aktarılmış olan bu rivayetlerden birinde anlatıldığına göre, şeytan Hz. Eyyûb (a.s.)’m zikrini ve bu sı­rada melâike-i kiramın ona iştirakini kıskanır. Allah’tan, Eyyûb’u dininden dön­dürmek için kendisini ona musallat kılmasını ister. Ancak Allah, sadece malına musallat olmasına izin verir. Bunun üzerine İblis, ifritlerden şürekâsını toplaya­rak, Hz. Eyyûb (a.s.)’ın Dimaşk mülhakatından Beseniyye arazisindeki mal ve mülkünü tahrip kararı alır. Arazileri tahrip edilen ve kalabalık sürülerini kaybe­den Eyyûb, buna aldırmadan Allah’a hamdine, O’na ihlâs ile ibâdetine ve şükrü­ne devam eder ve başına gelen bu musibete sabırla karşı koyar. Bunu gören şeytan, onun evlâdına musallat olmak ister. Cenab-i Hak, bu defa evlâdına musallat olmasına izin verir; neticede Eyyûb evlâtlarının tamamını kaybeder. Bu ikinci bü-

     

    yük felâkete rağmen Eyyûb’un sabır ve tevekkülden ayrılmadığını, ibâdet, zikir ve şükrüne devam ettiğini gören İblis, üçüncü olarak, Eyyûb’un cesedine musallat olma iznini alır. Secde halinde bulunduğu sırada ona üfler ve hasta olmasına ve­sile olur. Ağır bir şekilde hastalanan Eyyûb’un vücudunu kurtlar kaplar. Kokusu alır götürür, tahammül edilemez bir hal alır. Sonunda halk, onu şehrin dışındaki bir mezbeleliğe atar. Hanımı dışında kimse ona yaklaşmaz. Hz. Eyyûb (a.s.] 7 yıl orada kalır.

     

    Başka bir rivayete göre, Hz. Eyyûb (a.s.j bir koyun keser; ancak komşusuna ikramda bulunmaz. Komşusunun hâlini düşünmemekle işlediği bu hata yüzün

     

    den ağır bir derde mübtelâ kılınır. Diğer bir rivayete göre, büyük bir sermaye sa­hibi olan Hz. Eyyûb (a.s.), kâfir bir ülkenin yakınında olduğu halde, o ülke üzeri­ne cihada çıkmamış, bu yüzden derde duçar olmuştur.

     

    Bir diğer rivayette ise başka bir sebep zikredilir: Şam bölgesinde başgösteren kıtlık üzerine, Hz. Eyyûb (a.s.), zulmüyle meşhur olan Firavun’un dâvetine İcabet ederek onun ülkesine gider ve oraya yerleşir. Firavun ona büyük ikramlarda bu­lunur ve ikta araziler verir. Bu günlerde aynı ülkeye gelen Şuayb peygamber, bü­yük bir cesaret örneği göstererek Firavun’un yaptığı bütün haksızlıkları yüzüne karşı söyler. Huzurda bulunan Eyyüb ise hiç sesini çıkarmaz. Neticede, Fira­vun’un kendisine yaptığı iyilikler dolayısıyla onun halka yaptığı zulmü görmezden gelmesi ve ona karşı susması yüzünden Allah tarafından şiddetli bir hastalıkla cezalandırılır (Bu rivayetler için bkz. Salebi,154-163; Taberî, Tarih, I, 165-167; İbnü’1-Esir, I, 128-130; İbn Asâkir, Tarihu Dımaşk, X, 58-61).

     

    [20] Neccâr, 416.

     

    [21] Bu konuda bkz. s. 59-60.

     

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 365-368.

     

    [22] Salebi, 164.

     

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 368.