Ay: Ocak 2014

  • 2- İsnad: Hadis Usulü Online Oku


    2- İsnad:

     

    Rivayet lafızları ile sözü nakledenlerin
    isimlerini açıklayarak söyleyenine ulaştırmak. Bu anlamıyla isnâd masdardır.
    İkinci bir anlamı ise isnâd hadisin tariki yani senedini ifade eder. Senet
    anlamında kullanıldığında ise isimdir.

    Bu ıstılaha göre senet ile isnâd farklı
    anlamlardadır. Senet ravilerin isimleri isnâd ise ravilerin isimlerini “ahberenâ”
    “haddesenâ” ve “an” gibi lafızlarla birlikte zikretmektir.

    Meselâ: “Ahberenâ Malik’an Nâfi”an Abdillah b.
    Umer enne Resulullah sallallahu aleyhi ve’s-sellem kâle lâ yebi’ ba’dukum’ale
    bey’i ba’z” (Bazılarınız diğerlerinizin alışverişi üzerine alışveriş yapmaya
    kalkmasın). Bu hadiste Mâlik, Nâfi, Abdullah b. Ömer senettir. Bu senedin “ahberenâ”,
    “haddesenâ” ve “‘an” lafızlarıyla zikredilmesi ise isnâddır. Ancak isnâd
    ekseriyetle senedle eşanlamlı kullanılmıştır.

    İsnad sistemi ilk defa müslümanlar tarafından
    kullanılmış bir sistemdir. Sahâbe sonrası büyük tâbiîler dönemi râvilerin
    soruşturulmaya başlandığı ve isnâdın ilk ortaya çıktığı dönemdir. Muhammed b.
    Sirin (ö. 110/728) “eskiden isnâdı sormazlardı; fitne ortaya çıkınca:’bize
    râvilerimizin isimlerini söyleyin’ demeye başladılar. Şimdi ehl-i sünnete dikkat
    ediliyor, onların hadisleri kabul ediliyor, ehl-i bid’ate bakılıyor, onların
    rivayetleri kabul edilmiyor” demiştir.[1]

    Bu ifadede anlatıları fitne ile h. 37
    tarihindeki Sıffin savaşı ve sonrasındaki olaylar kasdedilmiştir. Ancak bu demek
    değildir ki Hz. Peygamber’in hadisleri bu tarihten önce kontrolsüz rivayet
    ediliyordu. Hz. Peygamber ve Râşid halifeler döneminde bu tarihe kadar siyasî
    gruplaşmalar olmadığı için yalan söyleyen olmamıştır. Bunun için hadis
    rivayetinde isnâdın soruşturulması kalplerin itminanı ve Hz. Peygamber’in
    hadislerinin değerinin düşmemesi için yapılmıştır.

    Nitekim Berâ b. Âzib (r.a) “her birimiz
    Resulullah’ı dinleyemezdik fakat o zamanlar insanlar aralarında yalan
    söylemezlerdi, duyan duymayanlara anlatırdı” demiştir.[2]
    Bu tarihten sonra yalancıların ortaya çıkması ile birlikte isnâd daha sistemli
    bir şekilde soruşturulmaya başlanmıştır. İsnâd sonraki dönemlerde râvi adedi
    arttıkça daha fazla önem kazanmıştır. Muhaddisler isnâda çok önem vermişler
    isnâdı olmayan hadisleri kabul etmemişlerdir. Nitekim İmam Abdullah b. Mübarek
    (ö. 181/797)’e bir hadis rivâyet edilir; Abdullah b. Mübarek “bu hadisin sağlam
    direklere (isnâd) ihtiyacı var” der.[3]
    Yine Abdullah b. Mübârek (ö. 81/797) “isnâd dindendir, eğer isnâd olmasaydı her
    rasgelen dilediği sözü söylerdi” demiştir.[4]

    Haberi nakledenlerin ne derece güvenilir
    şahıslar olduğunu göstermesi bakımından muhaddisler isnâdı hadisin bir garanti
    belgesi saymışlardır.[5]
    Tayyib Okiç “hadis münekkidlerinin muhtelif ifadelerle ehemmiyetini anlatmaya
    çalıştıkları isnâd, müslümanlar tarafından icad edilmiş olan orjinal bir
    sistemdir” demiştir.[6]

    İbn Hazm bu konuda şöyle der: “Hadisin Hz.
    Peygamber’e varıncaya kadar muttasıl bir şekilde rivayet edilmesi, Allah’ın
    yalnız müslümanlara has kıldığı bir sistemdir. Her ne kadar yahudilerde isnâda
    benzer rivayet şekilleri mevcut ise de, bunlar vasıtasıyla Hz. Musa’ya
    yaklaşmaları bizim Hz. Peygambere yaklaşmamız gibi değildir. İsnâd bizi tabiûn
    ve sahabe vasıtasıyla Hz. Peygambere yaklaştırdığı halde, onları Hz. Musa’dan
    otuz asır sonrasına kadar götürebilmiştir. Hristiyanlarda ise talâkın tahrimi
    ile ilgili bir haber dışında isnâdla gelen hiç bir haber mevcut değildir.[7]

    Müsteşrik 1. Horovitz İsnâdın yahudilerdeki
    rivayetleri te’yid sistemine benzediğini menşe’ itibariyle oradan geldiğini
    iddia etmiştir. Ancak yine kendisi bu sistemin yahudiler arasında Miladi
    dokuzuncu yüzyılda müslüman memleketlerinde yaşayan yahudiler tarafından
    başlatıldığını kabul eder. Yahudilerin İslâm isnâd sisteminin mükemmelliğinden
    etkilenerek onları taklid etmeye başladığını da itiraf eder.[8]

    Hadislerde kullanılan isnâd sisteminin
    mükemmelliği hadis ilminin dışındaki ilim dallarını da etkilemiş ve şiir,
    tasavvufi tarih, kıraat ve tefsir gibi İslâmi ilim disiplinlerinde de rivayetler
    ile sevkedilmiştir.

    Yine icazetnamelerdeki silsileler de isnâd
    sistemine benzer bir sistem cahiliyye dönemi şiir rivayetlerinde de
    kullanılmışsa da bu hiç bir zaman yaygınlık ve güvenirlik açısından hadislerdeki
    isnâdın seviyesine ulaşmamıştır. Hadislerde uygulanan isnadın bir özelliği de
    râvilerin ölüm doğum tarihlerinin yani kronolojinin dikkatle uygulanmasıdır.[9]
    Bu sistem sayesinde râviler arasındaki ittisalin bulunup bulunmadığı kontrol
    edilmiştir.

    [10]

     



     




    [1]

    Müslim, Sahih, Mukaddime, I, 14.



    [2]

    Râmehurmüzî, Muhaddisu’l-Fâsıl, s. 235.



    [3]

    Tirmizî, Sahih, ilel, V, 740.



    [4]

    Müslim, Mukaddime, I, 12.



    [5]

    M. Yaşar Kandemir, Mevzu Hadisler, s. 95.



    [6]

    Tayyib Okiç, Bazı Hadis Meseleleri Üzerine Tetkikler, s. 8.



    [7]

    Suyûti, Tedribu’r-Râvi: 2/159.



    [8]

    Tayyib Okiç, Bazı Hadis Meseleleri Üzerinde Tetkikler, s. 8, Ayrıca Lean
    Caetani’nin isnâd hakkındaki iftiralarının reddi için bk. M. Asım Köksal,
    İsnâd ve İftiralara Reddiye, Ankara 1961.



    [9]

    Sıddıkî, Hadis Edebiyat Tarihi, s. 147.



    [10]

    Zübeyr Tekkeşin, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/203.

  • A) Sened: Hadis Usulü Online Oku


    a) Sened:

     

    Buna isnâd ve tarik (yol) de denir. Sened
    kelimesinin dilimizdeki mânâsı günlük hayatta ne ifâde ediyorsa, hadîs hakkında
    da onu ifade eder. Ev senedi veya tarla senedi veya bir başka mal-mülk senedi
    vardır. Bu sened o ev veya tarla veya mal-mülkün kime ait olduğunu gösterir veya
    mülkiyet iddiamızı isbat eder.

    Şu halde hadîsteki sened de, hadis metninin
    kaynağa olan nisbetini isbatlar. Sözgelimi merfu bir hadîs mevzubahis ise, o
    sözün Hz. Peygamber’e olan nisbetini garantiler, mevkûf bir hadis mevzubahis
    ise, sahâbeye olan nisbetini garantiler. Bir başka deyişle sened, bir sünnetin
    Resûlullah’a ait olduğuna dair olan iddiamızı isbat eden yegâne delildir.
    Senedsiz bir sözü “hadîs”dir diye ileri sürmek mümkün değildir. Burada şöyle bir
    soru sorulabilir: Senet uydurulamaz mı? nitekim mülkiyet senetleri bile sahte
    olabilmektedir!

    Tabiî ki yerinde bir itiraz. Ancak hadîs ilminin
    gayesi bu sahteliği önlemek, sahtekârlıklarını ortaya çıkarmaktır. Hattâ -daha
    önce de belirttiğimiz üzere- hadîs ilimlerinin doğmasına ve gelişmesine, büyük
    ölçüde bazı sahtekârlık teşebbüsleri sebep olmuştur.

    Öyle ise hadîsin sıhhat derecesi ölçüsünde Hz.
    Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)’e olan nisbeti kesinlik kazanır.

    Bir hadîs esas itibariyle metni yani, metinde
    ifâde ettiği mâna ve mefhum, ihtiva ettiği ahkâm sebebiyle kıymet taşır.
    Hadîsten esas maksad bu ahkâmdır. Ancak unutmamak gerekir ki, muhaddisler
    açısından hadîsin sened kısmı en az metin kısmı kadar değerlidir. Hatta senedin
    ehemmiyeti metinden önce gelir. Zîra, önce de söylediğimiz gibi metni “hadîs”
    yapan, Resûlullah (aleyhissalatu vesselâm) sözü yapan, o hususta müteakip İslâm
    nesillerine kanaat veren, senettir. Hadîste sened olmasaydı o, hadîs olmaktan
    çıkar, sıradan bir “söz” olurdu.[1]

    Güvenmek, dayanmak anlamın gelen “sened”
    kelimesi, bir hadis terimi olarak, metnin başında yeralan ve biri diğerinden
    almak ve nakletmek suretiyle hadîsi rivâyet eden kişilerin, Rasûlüllah’a
    varıncaya kadar sayıldığı kısımdır. Başka bir deyişle, râvîler zincirinin adı
    olup bu zincir, hadîsin Hz. Peygamber’den kimler aracılığıyla ve hangi yollarla
    bize ulaştığını gösterir: Meselâ:

    “Haddesenâ Muhammed İbn Beşşâr, kâle; haddesenâ
    Yahyâ kâle; Haddesenâ Şu’be, kâle; haddesenâ Ebu’t-Teyyâ’h, an Enes, ani’n-Nebiyyi
    sallallahü aleyhi ve sellem kâle: (Enes’ten Ebu’t-Teyyâh, ondan Şu’be, ondan
    Yahyâ, ondan da Muhammed İbn Beşşâr naklederek, Rasûlullah (s.a.v.)’in şöyle
    dediğini rivayet etmişlerdir:).” Senette geçen “haddesenâ” (bize nakletti,
    rivayet etti) ve “an” (ondan) kelimelerine “rivâyet lâfızları” denir. “Kâle”,
    dedi anlamındadır.

    Senedi, yani râvîler zincirini zikretmeye, bir
    başka ifade ile sözü Rasulullah’a iletmeye “isnâd (sened zikretme)” adı verilir.
    Şimdilerde sened ve isnad birbirinin yerine kullanılmaktadır. Râvîlerin
    hadisleri nakletmesine “rivâyet”, rivâyet ettikleri hadise de “mervîyy” denir.
    Senede “târik” veya “vecih” adı da verilmektedir. Sened daha çok hadis uzmanları
    için, hadisin sıhhatini, yani, hadîsin Hz. Peygamber’e âit olup olmadığını
    kontrol edebilmek açısından önem taşımaktadır.

    [2]


     



     




    [1]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/498-499.



    [2]

    İsmail lütfü Çakan, Akif Köten, Şamil İslam Ansiklopedisi: 2/288.

  • HADÎSİN TAHLİLİ Hadis Usulü Online Oku

    HADÎSİN TAHLİLİ


     


    1- Sened ve Metin

     

    Hadisler yakından incelendiği zaman, birbirinden
    farklı iki ana kısımdan oluştuğu görülür:


    1-

    Sened


    2-

    Metin.[1]



     




    [1]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/498.

  • RİVÂYET Hadis Usulü Online Oku

    RİVÂYET:

     

    Sünnet, hadîs, eser, haber gibi birbirine yakın
    ve hatta müterâdif (eşmânâlı) kelimelerin hepsini ifade edebilecek bir tâbir,
    rivâyet kelimesidir. Çünkü rivâyet, daha önce meydana gelen bir hadiseyi, bir
    haberi nakletmek, anlatmak mânâsına gelir. Meselâ “Bir rivâyette şöyle
    denmiştir” derken pekâla Hz. Peygamber’in sözünü kastedmiş olabiliriz. Nitekim
    rivâyet kelimesi haber, sünnet mânasına sıkça kullanılmıştır. Hadîs ilimlerinde
    en çok kullanılan bir kısım isim ve fiiller bu kökten gelir, râvi-ruvât, mervî-merviyyât,
    ravâ-ruviye… gibi.[1]

    Rivayet, “reva” fiilinden türeyen bir kelimedir.
    Masdardır. Sözlükte sulamak, su taşımak, kuyudan su çekmek, nakletmek manalarına
    gelir. Terim olarak bir sözü veya olayı, duyduğu ya da gördüğü şekilde
    başkalarına nakletmek anlamında kullanılır. Rivayetü’l-Hadis, hadislerin
    rivayeti demektir ki hadislerin çeşitli yollarla kişiden kişiye aktarılmasıdır.
    Hadis rivayet edene bildiğimiz gibi ravi denir.

    [2]
      
     



     




    [1]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/497.



    [2]

    Talat Koçyiğit, Mücteba Uğur, İ. Hakkı Ünal, İmam-Hatib Liseleri İçin Hadis
    Usulü, 12. sınıf: 72.

  • Haberlerin Tetkiki Hadis Usulü Online Oku


    Haberlerin Tetkiki:

     

    Gelen haberlerin doğruluğunu tetkik etmek, fâsık
    kimselerin getirdiği bilgileri hemen kullanmayıp araştırmak.

    İslâm’ın ilk günlerinden günümüze kadar toplum
    içinde yayılan haberlerin doğruluğunun araştırılmadan kabul edilmesi
    anlaşmazlıklara sebep olduğu gibi huzursuzluk ve problemler çıkarmaktadır. Onun
    için islâm her probleme çözüm getirdiği gibi bu hususu da halletmiş ve
    müslümanların bu konuda nasıl davranacaklarını Kur’an nassıyla belirlemiştir:
    “Ey iman edenler; Bir fâsık size bir haber getirirse onu iyice araştırınız.
    Yoksa bilmeyerek bir kavme kötülük yaparsınız da yaptığınız işten pişman
    olursunuz”
    (el-Hucurât: 49/6) buyurulmaktadır. Bu ayetin nüzul sebebi olarak
    Hz. Peygamber devrinde meydana gelen şöyle bir olay rivayet edilmektedir:
    Resulullah, Huzaa kabilesinin ileri gelenlerinden olan Haris b. Dirâr’ın İslam’ı
    tebliğ etmesine, müslüman olanların zekâtlarını toplamasına izin verir. Toplanan
    zekâtın teslimi ile ilgili olarak bazı hususlar üzerinde anlaşırlar. Buna göre
    Resulullah (s.a.s) zamanı gelince Hâris b. Dırar’a bir elçi gönderecek, o da
    topladığı zekâtı teslim edecektir.

    Hâris kabilesi içinde İslâm’ı tebliğ etti;
    müslüman olanların da zekâtlarını topladı. Aralarında belirlenen zaman gelince
    de Resulullah (s.a.s)’ın elçisini beklemeye koyulur. Fakat kimsenin gelmediğini
    görünce Hâris, kabilesinin ileri gelenlerini toplayarak durumu anlatır, elçinin
    gelmemesini, yaptığı bir hatadan dolayı Resulullah’ın elçi göndermekten
    vazgeçtiği şekilde yorumlar. Toplanan zekâtı alarak birlikte Hz. Peygamber’e
    gitmelerini ister. Onlar da bunu kabul ederler ve birlikte Medineye doğru
    çıkarlar.

    Diğer taraftan günü gelince Resulullah (s.a.s)
    toplanan zekâtı almak üzere Hâris’e elçi olarak Velid b. Ukbe’yi görevlendirir.
    Velid bir süre gittikten sonra geri döner ve Resulullah (s.a.s)’e Hâris’in
    zekâtı vermediğini, bununla da kalmayarak kendisini öldürmeye kalkıştığını
    söyler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.s) askerî bir birlik hazırlayarak Hâris’in
    üzerine gönderir.

    Hâris ve arkadaşları Medine yakınlarında
    üzerlerine gönderilen bir birlikle karşılaşırlar. Durumu öğrenince hep beraber
    Resulullah’a gelirler. Hâris yemin ederek zekâtı topladığını, fakat onu almak
    için kimsenin gelmediğini anlatır. Bunun üzerine yukarıda sözkonusu olan ayet
    nazil olur.[1]

    Ayetin nüzul sebebi anlamını hiçbir tevil ve
    yoruma gerek bırakmayacak biçimde ortaya koymaktadır. Buna göre fıskı sabit olan
    bir kimsenin şehadeti ve rivayetleri kabul edilemez. Fâsıkların haberlerinin
    mutlaka araştırılması gerekir. Haberlerin araştırılmadan kabul edilmesi halinde,
    ayette bildirildiği üzere, pişman olunacak sonuçlarla karşılaşılması
    kaçınılmazdır.

    Burada açıklanması gereken nokta fısk’ın ve
    fâsıkın ne ve kim olduğu konusudur. İslâm tarihinin ilk dönemlerinde fısk,
    genellikle imandan çıkarmayan yasak davranışlar; fâsık da bu yasak davranışları
    yapan kimse olarak kabul edilmiştir. Bu anlamıyla fısk İslâm şeriatın’ın koymuş
    olduğu sınırlardan çıkmak demektir. Kelimeyi Lisanu’l-Arab, “İsyan ederek
    Allah’ın emrini terketmek” olarak tanımlarken, Rağıb el-İsfâhânî de fâsıkı,
    “İman ettikten sonra şerîatın bazı hükümlerini çiğneyen ve uygulamayan kimse
    olarak açıklamaktadır. Muhammed Hamdi Yazır fısk’ı üç mertebeye ayırır: 1-
    Günahı çirkin saymakla birlikte açıkca işlemek, 2- Günahın üzerine
    düşmek, yani günahta ısrar etmek, 3- Çirkin olduğunu inkâr ederek günah
    işlemek fıskın bu üçüncü çeşidi küfürle aynı kategoride ve aynı anlamdadır.

    Ayetin tefsirinde müfessir Kurtubî şöyle
    demektedir: “Fıskı sabit olan kimsenin haberlerindeki sözleri geçersizdir. Çünkü
    haber emanettir; fısk ise onun iptalini gerektirir.”

    Diğer bir hukukçu müfessir Cessâs da sözkonusu
    ayetin tefsirinde şunları söyler: “Ayetteki “tahkik ve tetkik edin” ifadesi
    fâsıkın şehadetinin kabulünün yasaklandığını gösterir. Çünkü şehadet birliğini
    haber vermektir. Fâsıkın şehadeti kabul edilmediği gibi diğer hususlardaki
    haberleri de kabul edilmez”

    Durumu belirsiz olan, yani adil veya fâsık
    olduğu kesin olarak bilinmeyen kimsenin şehadet ve rivayetleri kabul edilir mi?
    Hanefî bilginleri böyle bir kimsenin şehadet ve haberinin kabul edileceği
    görüşündedirler. Çünkü ayette ancak fâsıkların haberlerinin araştırılması
    emredilmektedir. Müminlerin temel niteliği ise adalettir. Başka bazı bilginler
    ise durumu belirsiz olan kimsenin haberinin de ancak durumun araştırılmasından
    sonra kabul veya reddedilebileceğini söylemektedirler. Bunlara göre araştırma
    sonunda adaleti kesinlik kazanırsa haberi kabul edilir, fıskı sabit olursa
    haberi reddedilir.

    Söz konusu ayetin hemen devamında, “İçinizde
    Allah’ın peygamberi vardır”
    (el-Hucurât: 49/8) buyrulmaktadır. Fahreddin er-Râzî
    bu cümleyi şöyle açıklar: “Ey kullarım, herhangi bir güçlüğün çözümünde Allah
    Resulune başvurunuz.” Buna göre bu ayet, bugün bize gelen haber ve rivayetler
    konusunda takınmamız gereken tavır konusunda da uyarıda bulunmaktadır. Öyleyse
    müminler gelen haberler konusunda bir çıkmazla karşılaştıkları zaman öncelikle
    bu haberi Kur’an ve Sünnet ölçülerine vurarak çıkan sonuca göre hareket etmek
    zorundadır.[2]

     



     




    [1]

    İbn Kesir, Tefsirü’l-Kur’ani’l-azim, VII, 350 el-Hucurât, 40/6. ayetin
    tefsiri.



    [2]

    Ahmed Özalp, Şamil İslam Ansiklopedisi: 2/250.

  • 2- İsnad: Hadis Usulü Online Oku


    b) Meşhur Haber:

     

    Âhâd haberler içinde râvî sayısı en fazla olan
    hadis. Herkes tarafından bilinen ve nakledilen haber manasına gelen haber-i
    meşhûrun hadîs ıstılahındaki tarifi şöyledir: En az üç isnadla rivayet edilen,
    fakat tevâtür derecesine erişmeyen hadîslere “meşhûr” denir.[1]
    Tarifte yeralan “en az üç isnad” şartı ilk tabakada aranmaz. Bu sebeple her
    tabakada en az üç râvîsi olduğu halde bir veya iki sahabîden rivayet edilen
    hadîsler de meşhûr hadîs sayılırlar. Nitekim “Ameller ancak niyetlere
    göredir…”
    hadîsi sadece Hz. Ömer tarafından rivayet edildiği için,
    sonradan çok meşhûr olmasına rağmen mütevâtir değil, meşhûr hadis kabul edilir.[2]
    Rivayet edenlerin sayısı her tabakada eşit olursa o hadise “müstefiz” denir.
    Buna göre müstefiz hadîs, meşhûrun bir çeşidi olmaktadır.

    Tariften anlaşıldığı üzere bir haberin meşhûr
    olması, onu rivayet edenlerin sayısı bakımındandır. Bu itibarla meşhûr hadisler,
    sıhhat bakımından sahih, hasen, zayıf, hatta mevzû olabilirler. Sahih olan
    meşhûrun misali şu hadistir: “Allah Teâlâ, ilmi, insanların arasından çekip
    almak sûretiyle değil, alimleri vefat ettirmek sûretiyle ortadan kaldırır.
    Nihayet ortada alim kalmayınca, halk birtakım câhilleri kendilerine lider seçer.
    Bunlara birşeyler sorulur, onlar da bilmeden fetva verirler. Böylece hem
    kendileri doğru yoldan saparlar, hem de başkalarını saptırırlar.”
    Hasen olan
    meşhûrun misali şudur: “İlim öğrenmek her müslümana farzdır.” Zayıf olan
    meşhûr hadîse örnek: ise “İlmi, Çin’de bile olsa, öğreniniz” hadîsidir.

    Halk arasında hadîs olarak meşhûr olmuş ıstılah
    anlamının dışında kullanılan meşhûr rivayetlerden bazıları ise şunlardır:
    “Kendini (nefsini) iyi tanıyan Rabbini de bilir”, “Ben bilinmeyen bir hazine
    idim…”; “Ümmetimin âlimleri İsrail oğullarının peygamberleri gibidir”[3]

    Hadîslerin meşhûr olması nisbîdir. Dolayısıyla
    bazı hadîsler sadece muhaddisler arasında meşhûr olduğu halde bazıları hem
    hadîsçiler hem diğer âlimler hem de halk arasında meşhûrdur. Meselâ, “Resulullah
    (s.a.s) bir ay müddetle rükûdan sonra kunût olarak Ra’l ve Zekvân kabîlelerine
    beddua etmiştir.” hadîsi özellikle hadisçiler arasında meşhûrdur. “Allah
    indinde helâlın en sevimsizi, bir kimsenin eşini boşamasıdır”
    hadîsi İslâm
    hukukçuları arasında meşhûrdur. “Ümmetim, hata, unutma ve zorlanmak suretiyle
    yaptıkları hareketlerden mesûl tutulmamıştır”
    hadîsi de usulcüler arasında
    meşhûrdur. “Halka iyi muamele etmek sadakadır”, “Bizi aldatan bizden
    değildir”
    hadîsleri ise halk arasında meşhûr hadislerdendir.


    “Müslüman, elinden ve dilinden diğer
    müslümanların zarar görmediği kimsedir”

    hadîsi, hem hadisçiler hem bütün İslâm alimleri hem de halk arasında meşhûrdur.[4]



     




    [1]

    Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, Ankara 1980, s. 219.



    [2]

    Tecrîd-i Sarîh Tercemesi: 1/104, 108.



    [3]

    Subhi es-Sâlih, Hadîs İlimleri ve Hadis Istılahları, Çev. Yaşar Kandemir,
    Ankara 1973, s. 195-196.



    [4]

    Nureddin Itr, Menhecü’n-Nakd fi Ulûmi’l-Hadîs, Dımaşk 1392/ 1972, s.
    387-389; Subhi es-Sâlih, A.g.e., s. 195-197; Nuri Topaloğlu, Şamil İslam
    Ansiklopedisi: 2/249.

  • C) Mütevatir Haber: Hadis Usulü Online Oku


    c) Mütevatir Haber:

     

    Yalan üzerine anlaşma ihtimali olmayan bir
    topluluğun verdiği ve ilim vasıtalarından biri sayılan haber.

    Mütevâtir, lügatte “arkası kesilmeksizin
    birbirini takip etmek, birbirinin peşisıra gelmek”[1]
    manâsındaki “tevâtür”den ism-i fâildir. Nitekim Kur’an-ı Kerîm’de “Sonra
    birbiri peşinden peygamberlerimizi gönderdik
    ” (el-Mü’minûn, 23/44)
    buyurulmuştur. Ayetteki “tetrâ” kelimesi aynı köktendir.

    Mütevâtir haber, yalan üzere birleşmelerini
    aklın tasavvur edemeyeceği bir topluluğun, mümkün ve mahsûs olan bir şeye dair
    verdiği haberdir.[2]

    Bir haberin mütevâtir olmasının şartlarını
    şöylece özetlemek mümkündür:


    1)

    Haber, yalan üzerinde kasıtlı veya kasıtsız birleşmelerini aklın kabul etmediği
    kalabalık bir cemaat tarafından nakledilmelidir.


    2)

    Haber, aklen mümkün olan, görülen ve işitilen şeylerden olmalıdır. Dolayısıyla,
    doğruluğu nakle değil burhana muhtaç olan veya muhal olan şeyleri nakledenler ne
    kadar çok olursa olsun tevâtür sayılmaz. Meselâ, Allah’ın varlığını inkâr
    edenlerin sayısı ne olursa olsun bu hakikati ifade etmez.[3]

    “Yukarıdaki şartları taşıyan mütevâtir haber,
    ilm-i zarûrî ifade eder; yani onu işiten red ve inkârı mümkün olmayan, aksine
    tasdik ve kabulü zorunlu olan bir bilgi hasıl olur. Bu bilgi dine taalluk eden
    bir bilgi olduğu zaman, ona inanmayı, amele taalluk ediyorsa onunla amel etmeyi
    gerektirir. Hz. Peygamber’in hadisleri arasında yukarıda belirtilen şartları bir
    araya toplamış olanlara “Mütevâtir hadis” denir”[4]

    Mütevâtir haberin kat’î ve kesin bilgi ifade
    etmesi, nakledenlerin çokluğu sebebiyledir. Onun için, herkes tarafından haber
    verilen şey hakkında insan aklı, bu kesinlikle doğrudur, hükmünü verir.[5]
    Halkı kâfir olan bir şehir halkının verdiği haber hakkında bile ilm-i yakînî
    hasıl olur.[6]
    Nitekim görülmeyen ve ulaşılmayan, şimdiki ve tarihteki birçok ülke ve şahıs
    hakkındaki haberler mütevâtir haberlerdir. Bu tür bilgilerin doğruluğundan şüphe
    edilmez; ilim sebeplerinden ve vasıtalarından sayılır.[7]

    Mütevâtir haber İslâm hukukunda da kesin bir
    delil olarak kabul edilmiştir. Mecelle’de bu meyanda şu maddeler yer almıştır:

    “Tevâtür, ilm-i yakîn ifade eder. Binaenaleyh
    tevâtürün hilâfına beyyine ikame olunmaz”[8]

    “Tevâtürde muhbirlerin aded-i muayyeni yoktur.
    Ancak akıl, onların kizb üzere ittifaklarını tecvîz etmeyecek mertebede bir cemm-i
    ğafîr olmaları lâzımdır.”[9]



     




    [1]

    Cevherî, es-Sıhâh Kahire 1399/1979, II, 843.



    [2]

    Abdülkâhir b. Tâhir el-Bağdâdî, Usûlü’d-Dîn, İstanbul 1346,12; İsmail Hakkı
    İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, Ankara 1981, 34.



    [3]

    Şerafeddin Gölcük, Süleyman Toprak, Kelâm, Konya 1988, s. 78; Ahmed Naim,
    Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, Ankara 1976, Mukaddime s. 102.



    [4]

    Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, Ankara 1980, s. 346-347.



    [5]

    Ali Arslan Aydın, İslâm İnançları ve Felsefesi, İstanbul 1968, s. 91-92.



    [6]

    Nureddin Itr, Menhecü’n-Nakd fi Ulûmi’l-Hadîs, Dımaşk 1392/1972, s. 382.



    [7]

    Gölcük, Toprak, a.g.e., s. 78; Aydın, a.g.e., s. 92.



    [8]

    Madde, 1733.



    [9]

    Madde, 1735; Osman Öztürk, Osmanlı Hukuk Tarihinde Mecelle, İstanbul 1973,
    s. 407; Nuri Topaloğlu, Şamil İslam Ansiklopedisi: 4/403.

  • A) Ahad Haber: Hadis Usulü Online Oku


    a) Ahad Haber:

     

    Râvî sayısı bakımından mütevâtir derecesine
    ulaşmamış hadîsler için kullanılan bir usûl-i hadîs ıstılahı.

    Âhâd, lügatta, “bir” manasına gelen “ehad” ve “vâhid”
    kelimelerinin çoğuludur. Matematikte birler hanesini ifade eder. Haber, herhangi
    bir şey veya mesele ile ilgili olarak nakledilen bilgi anlamındadır. Hadîs
    ilminde ise Hz. Peygamber’in kavlî, fiilî ve takrîrî sünnetlerinin sözle ifadesi
    demek olan “hadîs” kelimesinin müterâdifi olarak kullanılır. Bazı âlimler, Hz.
    Peygamber hakkındaki rivayetler için “hadîs”, Sahâbe ve Tâbiûn sözleri için de
    “haber” tabirini kullanmayı tercih etmişlerdir. Bu itibarla “âhâd hadîs” yerine
    “âhâd haber” deyimi yaygınlaşmıştır.

    Hz. Peygamber’den, Sahâbe’den ve Tâbiûn’dan
    nakledilen haberler, onları rivayet edenlerin sayıları bakımından değişik
    isimler almışlardır. Bir haber, ilk kaynağından itibaren her nesilde yalan üzere
    birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir kalabalık tarafından rivayet edilmişse
    buna “mütevâtir haber” denir. Eğer herhangi bir nesilde haberin râvî sayısı en
    az üçe düşerse “meşhûr” veya “müstefiz”; ikiye düşerse “azîz”; bire düşerse “garîb”
    veya “ferd” adını alır. Mütevâtir dışında kalan haber çeşitlerinin hepsine
    birden “âhâd haber” denir.[1]

    İlk asırlarda yalnız bir kişinin rivayet ettiği
    hadisler hakkında “haber-i vâhid” tabiri kullanılıyordu. Nitekim İmâm Şafiî,
    haber-i vâhidi, “Hz. Peygamber’e veya ondan sonraki bir şahsa ulaşıncaya kadar
    bir kişinin bir kişiden rivayet ettiği haber” şeklinde tarif etmiştir.[2]
    Ancak daha sonraki devirlerde bu tabir, iki, üç ve hatta daha çok kimsenin
    birbirinden naklettikleri fakat mütevâtirin şartlarına hâiz olmayan bütün
    haberler hakkında kullanılmıştır.[3]

    Haber-i vâhidin kesin bilgi ifade edip-etmediği
    ve buna bağlı olarak da onunla amel edilip-edilemeyeceği konusundaki görüşlere
    gelince, şöyle özetlenebilir. İslâm âlimlerinin bir kısmı, râvileri âdil
    (güvenilir) ve senedi Hz. Peygambere kadar muttasıl (kesiksiz) olan âhâd haberin
    ilim yani kesin bilgi ifade ettiğini ve ameli gerektirdiğini kabul etmişlerdir.
    Bazıları ise “zan ifade eder” demişlerdir. Zan ifade etmesi, râvilerinde yanılma
    ihtimalinin bulunması dolayısıyladır.[4]

    Âhâd haberler kesin bilgi vermezler. Gerekli
    bilgilerin bulunması halinde bile sadece zan ve galip zan ifade ederler. Âhâd
    haberler küfür ve iman konusunda delil olamazlar. Zira akîdeyi ilgilendiren bir
    konudaki deliller zan ifade etmemelidirler. Akâid’te zan geçerli değildir. Âhâd
    haberler fıkhi ve ahlâkî konularda amel edilen haberlerdir.

    Âhâd haberlerin delil olamayacağını savunan
    âlimler genellikle şu ayetleri delil göstermişlerdir:


    “Bilmediğin şeyin peşine düşme.”

    (el-İsrâ: 17/36) ve “Zan, hakdan hiçbir şey
    ifade etmez.”
    (en-Necm: 53/28). Ayrıca bu görüşü savunanlar ashâbın tek kişi
    tarafından rivâyet edilen bir haber için genellikle şahid istediklerini ve bazı
    sahâbelerin tek yoldan gelen haberle amel etmeyişlerini de ileri sürerler. Ama
    genellikle âhâd yolla gelen haberler kabul edilmiş ve akîde dışındaki konularda
    amelde delil sayılmışlardır.

    Aralarında Ahmed b. Hanbel’in (241/855) de
    bulunduğu bir grup, haber-i vâhidin kat’iyyet ifade ettiği görüşündedirler.[5]
    İbn Hazm der ki: “Resulullah’a (s.a.s.) varıncaya kadar hep adil kimselerin
    rivayet ettiği haber-i vâhid hem ilim hem de amel ifade eder.”[6]

    İslâm âlimlerinin çoğuna göre âhâd haberler zan
    ifade ettiğinden itikadî meselelerde tek başına huccet sayılmazlar. Zira
    itikatta zannî olmayan kesin delîle itibar edilir. Mâmafih bu görüşte olmayan ve
    akâîd meselelerinde de, sahîh olmak şartıyla mütevâtir âhâd farkı gözetmeksizin
    bütün hadîsleri delîl olarak kabul eden âlimlerde mevcuttur. Ahmed b. Hanbel,
    İbn Teymiyye, İbn Kayyim[7]
    ve İmâm Eş’arî[8]
    bu kanaattedirler.

    Amelî konulara gelince; İslâm âlimlerinin genel
    kanaatı bu çeşit haberlerin amelî ve ahlâkî konularda delil olması şeklindedir.
    Ancak burada en önemli şart, haberin Hz. Peygamberden sudûr etmiş olduğunun ve
    doğru nakledildiğinin tespitidir. Bunun için de, râvisi gereken şartlara haiz
    olmalı, hadîs her türlü illet ve kusurdan uzak ve hadîs tenkidinin gerektirdiği
    şartları kendinde toplamış bulunmalıdır.[9]
    İmâm Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel başta olmak üzere fakihlerin çoğunluğu haber-i
    vâhidin sıhhati hakkında, Hz. Peygamber’den itibaren güvenilir (sika) râvîler
    tarafından rivayet edilmesinden başka bir şart aramamışlardır.[10]
    İmam Mâlik ayrıca, Cumhûr’un ve Medînelilerin büyük ekseriyetinin haber-i vâhid
    hilâfına hareket etmemiş olmalarını şart koşar.[11]
    İmâm Ebû Hanîfe’nin haber-i vâhidleri kabulü için ileri sürdüğü şartların en
    mühimleri şunlardır:


    1.

    Mütevâtir ve meşhûr sünnete aykırı olmaması.


    2.

    Kur’an-ı Kerim’in genel hükümlerine ve manası açık ayetlere aykırı olmaması.


    3.

    Herkesin bilmesi ve nakletmesi gereken konularda olmaması.


    4.

    Güvenilir râvîlere muhalefet edilmemiş olması.[12]

    Ebû Hanîfe zamanında hadis uydurma hareketi
    korkunç bir şekilde yayıldığı için o, haber-i vâhidlerle amel etme konusunda
    ağır şartlar ileri sürmüş, pek titiz davranmış, haber-i vâhidlerin çoğunu
    reddetmiş, kıyası birtakım hadîslere tercih etmiştir. O bunda mâzûrdur.[13]

    Haber-i vâhidin dinde delil olarak kullanılıp
    kullanılamayacağı hususundaki münakaşaların, Mu’tezilenin zuhuru ile ortaya
    çıktığı göz önünde bulundurulursa, bu münakaşalarda söz konusu edilen haber
    çeşidinin sadece bir kişinin haberi olduğunu, aziz ve meşhur denilen haber
    çeşitlerini bu münakaşaların şümûlü içinde mütalâa etmemek gerektiğini kabul
    etmek icap eder.[14]

    Hz. Peygamber’den yapılan her rivayetin tevâtür
    derecesine ulaşması elbette mümkün değildir. Ona nisbet edilen her haberi tenkid
    süzgecinden geçirmeden kabul etmek ne kadar yanlış ise, râvîlerin hatası veya
    yanılma ihtimali var diye hadîsleri reddetmek de o derece yanlıştır. Bu gerekçe
    ile hadîsleri bütünüyle reddedenler sapıklığa hatta küfre düşerler. Sahîh
    hadîsin şartlarını taşıyan âhâd haberler, sadece amelî ve ahlâkî konularda
    değil, itikâdî konuların açıklanmasında da birer dînî delil sayılırlar.[15]



     




    [1]

    Talât Koçyiğit, Hadîs Istılahları, 118.



    [2]

    eş-Şâfiî, er-Risâle, 160.



    [3]

    Talât Koçyiğit, Hadîs Istılahları, 22.



    [4]

    Talât Koçyiğit, Hadis Târihi, 183-189.



    [5]

    Âmid, el-İhkâm: 1/108.



    [6]

    İbn Hazm, el-İhkâm: 1/119.



    [7]

    Ali Osman Koçkuzu, İslâm Dininde Haber-i Vâhidin İtikâdî ve Teşriî Yönlerden
    Yeri ve Değeri, 63.



    [8]

    Ebû Zehrâ, Târîhu’l-Mezâhibi’l İslâmiyye: 1/185.



    [9]

    Ali Osman Koçkuzu, İslâm Dininde Haber-i Vâhidin İtikâdî ve Teşriî Yönlerden
    Yeri ve Değeri, 132.



    [10]

    Ebû Zehv, el-Hadîs ve’l-Muhaddisûn, 282.



    [11]

    Ebû Zehv, el-Hadîs ve’l-Muhaddisûn, 281.



    [12]

    Ebû Zehv, el-Hadîs ve’l-Muhaddisûn, 281-282.



    [13]

    Subhi es-Sâlih, Hadîs İlimleri ve Hadîs Istılahları, 266.



    [14]

    Talât Koçyiğit, Hadis Istılahları, 24.



    [15]

    Nuri Topaloğlu, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/53-54.

  • HABER Hadis İlminde Haber Hadis Usulü Online Oku

    HABER:

     

    Hadîs mânâsında kullanılan kelimelerden bir
    diğeridir. Haber de geçmişten bir nakli ifâde eder, tıpkı hadîs gibi. Lügat
    yönünden mânanın aynı olmasına rağmen, çoğunlukla tarihî hâdiselerin nakline
    haber, Hz. Peygamber’le ilgili nakillere hadîs denmiştir. Ahbârî de tarihçi
    demektir. Şu halde, hadîs ve haber kelimeleri husus-umum münâsebeti
    içindedirler: Her hadîs bir haberdir, ancak her haber hadîs değildir.[1]

    Birşey veya konu hakkında aktarılan bilgi.
    Çoğulu “ahbâr” gelir. Kur’an-ı Kerîm’de, Tebük seferine çeşitli bahanelerle
    katılmayanlar hakkında inen şu ayette sözkonusu kelime çoğul olarak geçmektedir:
    “Münâfıklar (savaştan) döndüğünüz vakit sizden özür dilerler. De ki, özür
    dilemeyin! Size asla inanmayacağız. Allah bize haberlerinizi açıkça
    bildirmiştir.”
    (et-Tevbe: 9/94). Nitekim Allah’ın sıfatlarından olan ve
    herşeyden haberdar olan manasına gelen “Habîr” sıfatı da aynı kökten gelir.

    Hadis ıstılahı olarak haber kelimesi birkaç
    manada kullanılmıştır. En yaygın ve kabul gören tanımı;”hadis” terimiyle eş
    anlamlı olarak kullanılmış ve Hz. Peygamber’in hadislerine “haber” denmiştir. Bu
    tarif özellikle Horasan hadisçilerinin tarifinden biraz farklı olup, onlar,
    sahabe ve tâbiinden gelen rivayetlere “eser” ismini vererek iki kelime arasında
    ayırım yapmışlardır.[2]
    Fakat yukarıda da belirtildiği gibi, bu iki terimi, birbirine benzeyen luğat
    manasının yanında, râvilerin bizzat Hz. Peygamber (s.a.s)e ulaşan hadisleri (merfû)
    nakletmekle yetinmeyerek, ayrıca sahabeye dayanan (mevkuf) ve tâbiîn’e varan
    (maktu’) nakillerle de meşgul olduklarını göz önüne alarak, hadisçilerin büyük
    çoğunluğu, her türlü rivayeti ihbar manasında kullanmışlardır. Bu duruma göre
    “hadîs”e, “haber”; “haber”e de “hadîs” demekte bir sakınca yoktur.[3]

    Buna karşılık hadis ile haberi farklı manada
    kullananlar da olmuştur: Bunlara göre de, “hadis” sadece Hz. Peygamber’e ait “merfû”‘
    rivayetleri; “haber” ise Hz. Peygamber’in’ hadîsleri dışındaki (mevkûf ve
    maktu’) rivayetleri ifade eder. Bunun içindir ki, hadisle meşgul olanlara “muhaddis”
    dendiği halde, tarih, hikâye veya kıssa ile uğraşanlara “ihbarî” denmiştir. Bu
    izahların yanında “iki kelime arasında umum, husus, mutlak farkı vardır. Her
    hadis haberdir; Fakat her haber hadis değildir” şeklinde izah edenler de vardır.[4]
    Buna mukabil “Sadece sahabe ve tabiinin sözlerine eser denmesi doğru değildir;
    zira mevkuf ve maktu “haberler içinde merfû sayılan rivayetler vardır” gerekçesi
    ile bu ayrıma karşı çıkanlar vardır.[5]

    Genel olarak haberleri ikiye ayıran usûl ve
    kelâm alimleri, bunlardan birincisine “mütevâtir” ikincisine ise “âhâd” haberler
    ismini vermişlerdir. Haberlerin bu şekildeki taksimi, o haberlerin rivayet
    şekline ve râvîlerine göre yapılmıştır.


    Mütevâtir Haberler:

    Mütevâtir kelimesi, arkası kesilmeksizin, birbiri peşi sıra gelmek, birini takib
    etmek manasına gelen “tevâtür” fiilinin ism-i fâilidir. Arapça’da “vetertil’l-Kütübe”
    dendiği zaman, “birbiri ârkasına mektup gönderdim” mânâsı kasdedilir. Fakat bu
    gönderme işinde biraz fâsıla veya fetret olduğu da kesindir. Yani “mütevâtir”
    kelimesi, sürekliliği veya hiç kesintisizliği ifade eden “muvâsele” veya “müdâreke”
    kelimelerinden bu yönüyle ayrılır. Meselâ “vetere’s-savme” denildiğinde, bu
    orucun gün aşırı veya iki günde… bir tutulduğu anlaşılır. Nitekim Allah (c.c),
    “Sonra birbiri arkasına peygamberlerimizi gönderdik” (el-Mü’minin: 23/44)
    ayetinde, peygamberlerini arka arkaya gönderdiğini bildirmiş ve kelime olarak da
    mütevâtir kelimesinin diğer bir türevi olan “tetrâ”yı zikretmiştir. Buradan da
    anlaşıldığı gibi, bu kelime “arka arkasına gelmek” manasına gelirse de, ayetteki
    ifade edilen peygamberlerin gönderilişi gibi; arada fasılaların da olduğunu
    anlatır.[6]

    Hadis ıstılahı olarak mütevâtir kelimesi, hemen
    hemen tüm usul kitaplarında şöyle tarif edilir: “Yalan üzere birleşmeleri aklen
    ve adeten mümkün olamayacak kadar çok kimsenin; senedinin başından sonuna kadar
    birbirinden rivayet ettikleri hadis”[7]
    Bu tariften de anlaşıldığı gibi, bir hadisin mütevâtir olabilmesi için,
    öncelikle, kalabalık bir cemaat tarafından nakledilmiş olması gerekir. Bu
    kalabalığın sayısı hakkında belli bir rakam vermek esasen mümkün değildir. Zira
    haberin rivayetinde herhangi bir kasıt olmaksızın, sayısı belli olmayanların
    ittifak etmeleri veya yalan üzerinde birleşme ihtimali de olmaması sebebiyle bu
    sayıyı tesbite çalışmak da gerekmez. Her ne kadar bazıları Kur’an-ı Kerîm’den
    delil getirdikleri bazı ayetlerden hareketle, bu sayının dört, beş, yedi, on, on
    iki, kırk, yetmiş… Ve daha fazla olması gerektiğini söylemişlerse de, sözü
    edilen ayetlerin konu ile alâkasını kurmak ve mütevâtir habere delil olarak
    getirmek oldukça güçtür.[8]

    Tarifte sözü edilen konulardan biri olan mezkur
    kalabalığın kasıtlı veya kasıtsız yalan üzerinde birleşmelerinin mümkün olmaması
    keyfiyeti de, delillerin veya karinelerin delâleti ile anlaşılır.[9]
    Ayrıca haberi nakledenlerin sayısı her devirde veya her kuşakta azalmamalı;
    hatta artarak devam etmelidir. Diğer önemli bir konu da, bu haberi nakledenlerin
    görme ve işitme fiillerine dayanan cinsten (mahsûs) olmalıdır. Meselâ adâletin
    güzel; zulmün ise çirkin olduğu mütevâtir haber konusuna girmez. Çünkü’ bu
    bilgiler görme veya işitme fiili ile bilinmezler.[10]

    Bu şartları taşıyan mütevâtir haber “ilm-i
    zarûrî” ifade eder; onu işiten için red ve inkârı mümkün olmayan, aksine tasdik
    ve kabulü zorunlu olan bilgi olur. Şayet bu bilgi akide ile, alakalı ise ona
    inanmayı; amele taalluk ediyorsa, onunla amel etmeyi gerektirir. Bu şartları
    taşıyan hadislere de mütevâtir hadis denir. Bu tür haberler görme (âyân)
    menzilesindedir[11]
    ve kendi nefsinde ilim ifade eder.

    Bu şartları taşıyan mütevâtir hadis, hadis
    usûlünün inceleme konuları dışındadır. Çünkü hadis usûlü bir nevî isnad ilmidir.
    Halbuki mütevatir hadiste sened aranmaz.[12]

    Kavlî ve amelî sünnetlerden bir kısmı tevâtür
    derecesindedir. Fakat bazılarına göre, Kur’an-ı Kerîm tevâtüren sabit olduğu
    halde, sünnet ve icmâ hem tevâtür hem de âhâd yolla sabit olmuştur. Ancak gerek
    sünnetten ve gerekse icmâdan mütevâtir derecesinde olanlar oldukça azdir. Hatta
    sünnette sadece mana yönünden mütevâtir durumunda olanlar vardır. Meselâ beş
    vakit namaz, rekâtlarının sayısı bu kabil sünnetlerdendir. Bazı alimler bu
    şekilde mütevâtir sünnetin oldukça az olduğunu iddia ederken; bazıları buna
    karşı çıkmış ve birçok mütevâtir sünnetin olduğunu belirtmişlerdir. Nitekim
    mütevâtir hadisleri biraraya getirerek, eser yazanlar bile olmuştur.[13]

    Mütevâtir hadisler de kendi aralarında lâfzî ve
    manevî diye ikiye ayrılırlar. Lâfzî mütevâtir, bütün râvîleri tarafından ortak
    lâfızlarla; diğer bir ifade ile aynı anlama gelen lâfızlarla rivayet edilmiş
    olan hadislere denir. Mesela, “Kim bana, kendime ait olmayan bir söz isnad
    ederse ateşteki yerine hazırlansın”[14]

    hadîsi buna örnektir. “Sözümü işitip ezberleyen, muhafaza eden kimsenin
    Allah, yüzünü ağartsın. Nice insan vardır ki ilmi, kendisinden daha alim olan
    kimselere ulaştırır”[15]

    hadîsini de konuya örnek olarak verebiliriz.

    Manevî mütevâtir ise, râvîler tarafından lâfzan
    değil de, çeşitli olaylara binâen muhtevâsı ortak olarak rivayet edilen
    hadislerdir. Duada elleri kaldırmak manevî mütevâtire örnek olarak verilir.[16]



     




    [1]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/497.



    [2]

    İbn Hacer, Nühbetü’l-Fiker, İstanbul 1327, s. 4; Suyutî, Tedrîbü’r-Râvî,
    Beyrut 1405/1985, II. 23.



    [3]

    Subhi es-Salih, Hadis İlimleri, trc. M. Yaşar Kandemir, Ankara 1986, s. 7.



    [4]

    İbn Hacer, a.g.e. s. 4.



    [5]

    Suphi es-Salih, a.g.e s. 7.



    [6]

    el-Cezairî, Tahir b. Salih, Tevcihü’n-Nazar, ilâ Usûli’l-Eser, Beyrut s.
    33-34; Firuzâbâdî, Besâiru Zevi’t-Temyîz fi Letâifi Kitabi’l-Azîz, Beyrut,
    ty. V.157.



    [7]

    el-Cezairî, a.g.e., s. 33; Accâc, Muhammed el-Hatîb, Usûlü’l-Hadis, Beyrut
    1401 / 1981, s. 301; Koçyiğit, Hadis Usûlü, s. 87; Aliyyü’l Karî, Şerhu
    Nuhbetu’l-Fiker, İstanbul 1927, s. 23 vd…



    [8]

    Aliyyü’l-Kârî, a.g.e., s. 22; el-Cezâirî, a.g.e., s. 39 vd.



    [9]

    el-Cezâirî, a.g.e., s. 34.



    [10]

    el-Cezâirî, a.g.e., aynı yer.



    [11]

    el-Accâc, a.g.e., s. 301.



    [12]

    el-Accac, a.g.e., s. 302.



    [13]

    Ebu’l-Feyz Ca’fer el-Kettânî, Nazmü’l-Mütenâsir mine’l-Hadîsi’l-Mütevâtir,
    Fas,1328; Suyutî, el-Ezhâru’l-Mütenâsira fi’l-ahbari’l-Mütevâtire, Beyrut
    1405/1985.



    [14]

    Buhârî, İlim: 39.



    [15]

    Tirmizî, İlim: 7.



    [16]

    el-Cezâirî, a.g.e., s. 46; el-Accâc, a.g.e., s. 120-121; Talat Sakallı,
    Şamil İslam Ansiklopedisi: 248-249.

  • 2) Ashabu’r-Rey: Hadis Usulü Online Oku


    2) Ashabu’r-Rey:

     

    Görüş, akıl fikir ve tedbir sahibi kimseler. Rey
    taraftarları, reyciler.

    Terim olarak rey; ortaya çıkan yeni bir
    meselenin hükmünün Kur’an-ı Kerim ve hadislerde açıkça bulunamaması durumunda
    umumî prensipler ve İslâm’ın ruhundan hareket edilerek akıl ve kıyasla varılan
    netice ve çıkarılan hükme denir. Sahabe ve Tabiînin ilk döneminde bu anlamda
    kullanılan rey, tabiîn devrinin sonlarına doğru kıyası ifade etmek için
    kullanılmıştır.

    Rey ekolü sahabe devrinden itibaren başlamıştır.
    Sahabe’den bazıları Hz. Peygamber (s.a.s.)’den hadis vârid olmayan hususlarda
    kendi rey ve ictihadlarıyla hüküm verme yolunu tutmuşlardı. Zaten bu ruhsatı
    bizzat Peygamber Efendimiz (s.a.s.) vermiştir.[1]

    Hz. Peygamber (s.a.s.) devrinde teşrî vahye
    dayanıyordu. Vahiy devam ettiği için re’y ve ictihada geniş çapta lüzum yoktu.
    Ancak bununla beraber Hz. Peygamber (s.a.s.)’in bazen re’y ve ictihadiyle hüküm
    verdiği olmuştur. Meydana gelen meseleler hakkında bizzat Hz. Peygamber hüküm
    verdiği için bir itiraz ve ihtilaf sözkonusu olmazdı.

    Hz. Peygamber’in vefatından sonra, İslâm
    devletinin sınırları genişleyip müslümanlar birçok yerlere dağılıp değişik
    toplumlarla temasa geçtiklerinden problemler çoğalmış, bu problemlerin çözümü
    hususunda değişik ictihadların ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştu.

    İslâm alîmlerinin her bir grubu kendi görüş ve
    ictihadı için uygun deliller aramış ve ayrı ictihadlarda bulunmuşlardır. Hadis’e
    dayanarak görüş ve ictihadlarını açıklayanlar fıkıh meselelerini inceleme ve
    çözümünde izledikleri usûle göre iki kısma ayrılmıştır. Bir kısmı nasslara bağlı
    kalmıştır. Bunlara “Ehl-i Hadîs” adı verilir. Diğer bir kısmı nassların
    illetlerini inceleyip kıyas yoluyla yeni hükümler verme yolunu izlemişlerdir ki
    bunlara da “Ehl-i Re’y” adı verilmiştir. Ehl-i Hadîs’in merkezi Medine’de (Hicâz
    Ekolü), Ehl-i Re’yin merkezi ise Irak’ta (Irak Ekolü) idi.[2]

    Her iki grubun mensupları da derece farkıyla
    hadis ve re’yi kabul etmektedirler ve aralarında karşılıklı temaslar ve düşünce
    alış verişleri olmuştur. Irak’ta Ahmed b. Hanbel (241/855) gibi hadis
    taraftarları olduğu gibi Hicaz’da da İmam Mâlik (179/795) gibi re’ye önem veren
    bilgin ve müctehidler vardı. İmâm Şafiî (204/819) ise bu iki grup arasında yer
    almıştır.

    Ehl-i re’y arasında başta sahabîlerden Hz. Ömer,
    Hz. Ali ve Abdullah İbn Mes’ud’u zikredebiliriz. Tabiîn’den de:


    1-

    Alkame b. Kays en-Nahâî (62/681 ),


    2-

    Mesruk b. el-Ecda’ el-Hamdânî (63/682),


    3-

    Kadı Şureyh b. Haris b. Kays (78/697 veya 80/699),


    4-

    Saîd b. Cübeyr (95/713),


    5-

    Habib b. Ebi Sabit el-Kâhilî (119/737),


    6-

    İbrahim en-Nehâî (95/713),


    7-

    Hammâd b. Ebi Süleymen (Ebu Hanife’nin hocası) (120/738), gibi alimler
    kaydedilmektedir.

    İbn Kuteybe “el-Maarif” adlı eserinde “Re’y
    Taraftarları” başlığı altında şu isimleri zikretmiştir: İbn Ebi Leyla (148/765),
    Ebu Hanîfe (150/767), Rabîatu’r-Re’y diye meşhur olan Rabia bint Ebi Abdurrahman
    (136/753), Züfer b. Huzeyl (158/774), Abdurrahman b. Amr el-Evzaî (157/774),
    Süfyan es-Sevrî (161/778), İmam Ebu Hanife’nin talebeleri ve Ebu Yusuf (182/798)
    ve Muhammed b. el-Hasan eş-Şeybânî (189/804).

    Aslında “Ehl-i Re’y”. (Re’y taraftarları)
    deyimi, hükümlerde re’y ile ictihad eden herkesi kapsamakta olup bütün İslâm
    âlimleri buna dâhildir. Çünkü müctehidlerin hepsi, ictihadlarında akıl ve re’ye
    başvurmadan yapamazlar. Ancak bu deyim, “halk-ı Kur’ân” meselesi ortaya
    çıktıktan sonra raviler tarafından Iraklılar’a yani Ebû Hanife ve ona tâbi olan
    Kûfeli fakihlere ad olarak verilmiştir. Onun için ehl-i Re’y denilince ilk
    etapta hanefî fukahası akla gelir.

    Hanefîler’in “Re’y taraftarları” diye
    adlandırılması hüküm çıkarırken re’yi çok iyi kullanmalarından ileri gelmiştir.
    Yoksa Irak’ta veya Medine’de, yani fıkhın bulunduğu her yerde re’y de vardır.
    Ayrıca bu tabirin Ebû Hanife ve taraftarları için kullanılması onları küçümsemek
    için değildir. Bu, onların kendi görüşlerini, sünnete ve sahabilerin
    ictihadlarına tercih ettiklerini söylemek gayesini de gütmez. Çünkü Ebu Hanîfe
    ve arkadaşları böyle bir anlayışa sahip değildirler.[3]

    Ehl-i Re’y fukahasının başı sayılan ve aynı
    zamanda kıyas üstadı olan Ebu Hanife, ictihadlarında şu metodu takip ederdi:
    Önce Kur’ân-ı Kerim’e başvururdu. Kur’ân’da bir hüküm bulamadığı zaman Sünnete
    başvururdu. Sünnet’te de bulamazsa âlimlerin icmâını kabul ederdi. Bir konuda
    İcmâ’ da yoksa sahâbîlerin söz ve uygulamalarına bakardı. Sahâbiler’in ittifak
    ettikleri görüşü tartışmasız benimser, ihtilafa düşmeleri halinde onlardan
    birisinin görüşünü tercih ederdi. Tabülerin görüş ve fetvalarına uymayı zorunlu
    bulmaz ve: “Onlar nasıl insan iseler biz de öylece insanız” yani biz de onlar
    gibi ictihad ederiz derdi.

    Kıyas, Ebu Hanife’nin çok iyi kullandığı bir
    metod idi.

    İstihsân, yani maslahattan dolayı kıyası
    terkedip daha uygun bir hükme varmak ve örf ve teâmül gibi geri kaynaklara
    dayanarak rey’ini ortaya koyardı.

    Re’yi kabul edenler onun metodu hakkında görüş
    ayrılığına düşmüşlerdir. Şâfiîler’e göre re’y metodu kıyastan başka bir şey
    olamaz. Hanefiler bunun yanında istihsan prensibini de getirmişlerdir.
    Mâlikîler’le Hanbelîler’in bir kısmı, re’yin manasını daha da genişleterek
    kıyası, istihsanı ve “mesail-i mürsele”yi de kabul etmişlerdir.[4]
     

    Reâ fiilinden mastar olan re’y görmek, inanmak,
    bilmek, sanmak ve sonunu düşünmek demektir. Bir isim olarak re’y; görüş, inanç,
    akıl, tedbir anlamlarına gelir. Daha sonra bu kelime, “mer’îyyün”; görülen ve
    düşünülen şey anlamında kullanıldığı gibi, terim olarak; iyice düşünüp
    taşındıktan ve doğru olan yönü araştırdıktan sonra ulaşılan görüş ve kanaat
    anlamına gelmektedir. Sahâbe ve Tâbiîler re’yi; Kitap ve Sünnetin açıkça çözüme
    kavuşturmadığı meseleleri, âyet ve hadislerin ışığı altında hükme bağlamak için
    tutulan yol olarak anlamışlardır. Fıkıh usulünde re’y, hakkında nas bulunmayan
    konularda şerîatin gösterdiği düşünme yollarından gidilerek yapılan aklî bir
    faaliyettir.[5]

    Re’y, ikiye ayrılır. İslâm nazarında övgüye
    değer bulunan re’y ve kınanan re’y. İslâm’ın ruhuna uygun olup, ciddi bir
    araştırma ve kafa yorma ürünü olan re’yler övülmüştür. Bunlar fıkıh usulünde,
    ictihad derecesinde görüşlerdir.

    Hubâb b. el-Münzir (ö. 19/640), Bedir savaşına
    çıkıldığında Rasûlüllah’a, konakladığı yeri vahiyle mi yoksa kendi re’yi ile mi
    seçtiğini sormuş, vahye dayanmadığı cevabını alınca sebeplerini anlatarak başka
    bir yer tavsiye etmişti. Bunun üzerine Cebrâil (a.s), Hubâb’ın re’yinin isâbetli
    olduğu, haberini getirmiştir.[6]

    Hz. Peygamber Muaz b. Cebel’i (ö.
    18/639).Yemen’e görevli olarak gönderirken ona; “Ne ile hükmedeceksin?”
    diye sormuş; Muaz da “Allah’ın kitabı ile” cevabını vermiştir. Hz. Peygamber;
    “Allah’ın kitabında bir hüküm bulamazsan?”
    buyurunca, Muaz; “Allah’ın
    elçisinin sünnetiyle” demiştir. Hz. Peygamber; “Onda da bulamazsan?” diye
    sormuş, Muaz ise; “Re’yimle ictihad ederim” cevabını vermiştir. Bunun üzerine
    çok memnun olan Hz. Peygamber; “Rasûlünün elçisini, Peygamberinin razı olduğu
    şekilde muvaffak kılan Allah’a hamd olsun”
    buyurmuştur.[7]

    İkinci kısma giren kınanan re’yler ise İslâm’ın
    ruhuna aykırı olan re’ylerdir. Hz. Ömer bu çeşit re’yleri kastederek; “Re’y
    sahiplerinden sakınınız. Çünkü onlar, Sünnetin düşmanıdırlar; hadisleri öğrenip
    hıfzetmekten aciz oldukları için re’y ile konuşurlar ve böylece hem kendileri
    saparlar, hem de başkalarını saptırırlar”[8]
    Abdullah b. Amr Hz. Peygamber’in şöyle dediğini nakletmiştir: “Allah size
    ilmi verdikten sonra zorla söküp almaz. Ancak sizden onu, âlimleri ilimleriyle
    birlikte öldürerek alır ve geriye kara cahiller kalır ki, onlardan fetvâ
    sorulur, onlar da reyleriyle fetvâ verirler; böylece hem kendileri saparlar, hem
    de başkalarını saptırırlar”[9]

    Bu duruma göre bazı re’yler merdûdtur. Re’yle ictihad arasındaki önemli fark da
    budur.

    Tâbiîler devrinin sonlarına doğru “re’y”,
    özellikle inanç sahasında Hâricîlerin görüşü gibi bid’at inançlar; fıkıh
    sahasında ise kıyâsı ifade etmek üzere kullanılmıştır.[10]
    Daha önceden Hz. Ömer devrinde Fustat (eski Kahire), Küfe ve Basra gibi büyük
    İslâm şehirleri kurulmuş ve bu merkezlere aralarında birçok sahâbenin de
    bulunduğu binlerce müslüman yerleşmişti. Diğer yandan Hz. Ömer (ö. 23/643),
    Abdullâh b. Mesud’u (ö. 32/652) Kûfe’ye göndermiş, Hz. Ali (ö. 40/660) de idare
    merkezini oraya nakletmişti. Emevîler idareyi ele alınca, özellikle onlardan
    memnun olmayan Sahâbe âlimleri yeniden Hicaz’da toplanmaya başladılar. Böylece,
    Ashâb-ı kiramdan ilim, irfan ve feyz almak isteyen Tâbiîn nesli âlimleri,
    aradıklarını daha çok Hicaz veya Irak’ta bulmuş ve iki merkezde yerleşmiş olan
    Sahâbe bilginlerinin çevresinde halkalanmışlardı. Yer ve üstad farkından dolayı
    zamanla bu bölgelerde iki ilmî grup teşekkül etti. Merkezi Küfe olan “Irak
    Ekolü” ve merkezi Medîne olan “Hicaz Ekolü”. Irak ekolüne “re’y ehli” de denir.
    Bunların Sahâbeden olan üstadları; Hz. Ömer, Alî b. Ebî Tâlib ve Abdullah b.
    Mesud’dur. Hz. Ömer’in Irak ekolüne etkisi Abdullâh b. Mesud vâsıtasıyla
    olmuştur. Ömer Küfelilere “İbn Mesud’a ihtiyacım olduğu halde sizi kendime
    tercih ettim” diyor; İbn Mes’ud da “Ömer, ilmin onda dokuzunu alıp gitmiştir”
    diyerek takdirlerini bildiriyordu.[11]
    Bu Sahâbî üstadların yetişdirdiği başlıca Küfe ekolü mensupları; Alkame b. Kays,
    Mesruk b. el-Ecda’, İbrahim en-Nehâî, Kâdî Şurayh b. el-Hâris, el-Esved b. Yezid
    ve Ebû Hanife’nin hocası Hammad b. Ebî Süleyman’dır.

    Ebû Hanîfe’nin temsil ettiği re’y ekolünün
    önemli özellikleri şunlardır: Bunlar Sünneti reddetmez, onu da delil olarak
    kabul ederler. Fakat hadis kaynağı olan Hicaz’dan uzakta bulunmaları ve kendi
    devirlerinde uydurma hadislerin yaygınlaşması üzerine, hadisin sıhhati konusunda
    titiz davranırlar. ve rivayetinden çekinirler. Hz. Ali’nin râvîlere yemin
    ettirmesi, Abdullah b. Mesud’un hadis rivâyet ederken sararıp titremesi ve
    “yahut Hz. Peygamber’in dediği gibidir” cümlesini eklemesi bu tedbir ve
    çekingenliğin örnekleridir. Buna karşılık Küfelîler kıyas, istihsan ve maslahat
    gibi re’ye dayanan usullerle hüküm ve fetvâ vermekten çekinmezler. Meseleler
    meydana gelmiş olsun veya olmasın müzâkere edilmeli ve hükme bağlanmalıdır.
    Bunlar kendi üstadlarına çok bağlı ve re’ye fazla yer vermekle birlikte sahîh
    bir hadisle karşılaşırlarsa hemen re’yi terkedip hadisi tercih ederler. Ancak
    Ebû Hanîfe âhad haberi, yani tek râvili hadisleri şu şartlarla kabul eder: a)
    Râvinin amelinin, rivâyet ettiği Sünnete uygun olması; b) Râvînin
    güvenilir ve fakîh olması[12]
    Meselâ, Ebû Hüreyre (ö. 57/676)’nin rivâyet ettiği “Birinizin kabına köpek
    batarsa, birisi temiz toprakla olmak üzere yedi defa yıkasın”[13]

    hadîsini Ebû Hanife kabul etmez. Çünkü Ebû Hüreyre bu hadisle amel etmez ve
    böyle bir kabı üç defa yıkamakla yetinirdi. İşte bu durum, o hadisi rivâyet
    yönünden zayıflatmakta, hattâ onun Ebû Hüreyre’ye nisbetini dahi şüpheli bir
    duruma sokmaktadır.

    Merkezi Hicaz olan eser veya hadis ehlinin,
    oradaki temsilcisi ise Mâlik b. Enes’tir (ö. 179/795). Fazlaca hadis rivâyeti
    yapılan bir bölgede bulunması onun ehl-i hadis veya ehl-i eser sayılmasına neden
    olmuştur. İmam Mâlik Kitap ve Sünnet yanında Medînelilerin amelini de delil
    olarak alıyor ve âhad haberleri, ancak Medînelilerin ameline ters düşmemesi
    şartıyla kabul ediyordu. Çünkü o, Medînelilerin dinî işlerle ilgili
    uygulamasını, Hz. Peygamber’e ulaşıncaya kadar bin kişinin bin kişiden rivâyeti
    sayar ve bunu “meşhûr hadîs” derecesinde görür.[14]

    Hicaz ve Irak bölgelerinde gelişen bu fıkıh
    ekollerini birbirinden kesin çizgilerle ayırmak mümkün değildir. Çünkü re’yci ve
    Küfeli olarak tanınmış Alkame (ö. 62/682), İbrahim en-Nehâî (ö. 96/914) ve Ebû
    Hanîfe gibi müctehidler sıhhat şartları bulununca âhad haberi de kabul ve tatbik
    etmişlerdir. Yine Medîneli ve eserci olarak tanınan Saîd b. el-Müseyyeb (ö.
    94/712), ez-Zuhrî (ö. 124/741), Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855), İmam Şafii (ö.
    204/819) ve Mâlik b. Enes (ö. 179/795) gibi müctehidler de re’y ve kıyası
    uygulamışlardır.[15]

    Bu iki ekolün ictihad ve ihtilafına şunları
    örnek verebiliriz:


    a.

    Küfe ekolü, cehrî olsun hafî olsun, imama uyularak kılınan namazda cemaatin
    kırâatini uygun bulmuyor. Bu konuda Câbir b. Abdillâh’ın (ö. 74/693) rivâyet
    ettiği “Kim bir imama uyarak namaz kılarsa, imamın okuyuşu ona yeterlidir”
    hadîsi ile, Hz. Ali’nin (ö. 40/660) “İmanın arkasında okuyan, çirkin hareket
    etmiş olur” sözüne dayanır.[16]

    Medîne ekolü ise cehrî namazlarda okunmamasını,
    hafî namazlarda ise okunmasını tercih eder. Dayandıkları deliller şunlardır:
    Abdullah b. Ömer (ö. 74/693) “Biriniz imama uyarak namaz kılarsa ona imamın
    kırâati yeterlidir” demiş; Ebû Hüreyre’nin naklettiği bir hadiste de, cehrî
    olarak kılınan bir namazda, Hz. Peygamber cemaatten birinin Kur’ân okuduğunu
    işitmiş; kendi okumasını zorlaştırdığı için, namaz sonunda onu bundan
    menetmişti. Bundan sonra halk cehrî namazlarda imamın arkasında okumayı
    terketmişlerdi.[17]


    b.

    Re’y ehlinden İbrahim en-Nehâî Hz. Peygamber’in namazda, yatırılan sol ayak
    üzerine oturduğunu ifade eden rivâyetlere dayanıyor. Eser ehlinden el-Kâsım b.
    Muhammed (ö. 102/720) ise namazda oturuş şeklini çevresindekilere gösterirken,
    sağ ayağını dikiyor ve sol kabası üzerine oturuyor. Bunu yaptıktan sonra da
    Abdullah b. Ömer’in aynı şekilde yaptığını naklediyor.[18]
    Buna göre, her bölge, kendi üstadlarından elde ettiği bilgiyi nakletmiş ve
    uygulamıştır.


    c.

    Yine iki ekol arasında mahkemede, tek şahid ve bir yeminle karar verilebileceği
    konusunda ihtilaf edilmiştir. Medine ekolü “Hz. Peygamber’in bir şahid ve bir de
    yeminle hükmettiği” rivâyetini esas alarak uygulamada bulunmuştur.

    Küfe ekolü ise, “İki erkek şâhidin
    şâhitliğini alın, iki erkek bulunamazsa bir erkek ile iki kadının şâhitliği de
    olur”
    (el-Bakara: 2/282) meâlindeki âyet ile, “Beyyinenin davacıya, yeminin
    ise davalıya âit olduğunu” bildiren hadîse dayanarak, “Bir şâhid ve bir yeminle
    hüküm verme” görüşünü kabul etmez. Diğer yandan Küfeliler; “Şâhid ve yeminle
    hüküm verme” hadisini sağlam bir yoldan işitmemişlerdir.[19]

    Sonuç olarak vahiy ve Sünneti akıl ve tecrübe
    ile yorumlayan ve toplumda karşılaşılan problemleri toplum yararı yönünde
    çözmeye çalışan re’y veya Irak ekolü İslâm hukukuna akılcı bir dinamizm
    kazandırmış, yüzyıllar boyunca uygulamayı kolaylaştırmıştır. Ancak gelişen ve
    değişen hayat şartları karşısında bu dinamizmin de yenilenmesi ve geliştirilmesi
    gereklidir.[20]

     



     




    [1]

    Ebû Dâvud, Akdiye: 11.



    [2]

    Osman Keskioğlu, Fıkıh Tarihi ve İslâm Hukuku, 67.



    [3]

    Muhammed Zâhid el-Kevserî, Hanefî Fıkhının Esasları, Trc. Abdulkadir Şener,
    Cemal Sofuoğlu 20, 21.



    [4]

    M. Ebu Zehrâ, a.g.e., 69; Abdülkerim Ünalan, Durak Pusmaz, Şamil İslam
    Ansiklopedisi: 1/165-166.



    [5]

    İbn Kayyim, İlâmü’l-Muvakkıin, Mısır 1955, I, 66; İbn Sa’d Tabakât, Beyrut
    1960, II, 15, 375, 386; İbn Hacer, el-İsâbe, I, 302.



    [6]

    İbn Sa’d, a.g.e., II, 15; İbn Hacer, a.g.e., I, 302.



    [7]

    Şâfiî, el-Ümm, VII, 273; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 230, 236, 242; Tirmizî,
    Ahkâm, III; es-Serahsî, el-Mebsût, XVI, 69, 70.



    [8]

    İbn Kayyim, a.g.e., I, 63, 91 vd.



    [9]

    Buhârî, İ’tisâm: 73; İbn Mâce, Sünen, Mısır 1313 H., I,14.



    [10]

    Zebîdi, Tâcul-Arüs, I, 141; Zeylaî, Nasbu’r-Râye, I, 21-23; eş-Şirâzî,
    Tabâkât, Beyrut 1970, s. 135.



    [11]

    İbn Kayyim, a.g.e., I,16,17, 20.



    [12]

    İbn Kayyim, a.g.e., I, 14-22; Dârimî, Sünen, I, 83-84; Şah Veliyullâh,
    Huccetûllah, Seyyid Sâbık Mısır 1966, s. 6,10 vd.; Ebû Zehra, Usulül-Fıkh,
    s. 108-111.



    [13]

    Buhârî, Vüdû: 33; Müslim, Tahâre: 89, 91, 92, 99.



    [14]

    Ebû Zehra, a.g.e., s. 109, 110.



    [15]

    Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda İctihad, Ankara 1975, s. 109.



    [16]

    İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, Haydarâbâd 1966, I, 375-377.



    [17]

    Mâlik, Muvatta; I, 44.



    [18]

    Mâlik, a.g.e., II, 47.



    [19]

    Şâfiî, el-Ümm, VII,182; Zeylâî, Nasbü’r-Râye, IV, 95 vd.



    [20]

    Hamdi Döndüren, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/249-251.