Yıl: 2012

  • Truva Arapça Film

    Truva Arapça Film 

  • Cesur Yürek Arapça Film

     

    M.S 1280 yılında, “Uzunbacaklı” Edward İskoçya’nın büyük bir bölümünü işgal eder ve işgal sırasında William Wallace’ın babasıyla ağabeyini öldürür. Amcası tarafından yurtdışında büyütülen Wallace, yıllar sonra Uzunbacaklı’nın zalim yönetiminin sürdüğü İskoçya’ya döner. Çiftçilik yaparak sakin bir yaşam kurmak isteyen Wallace beladan uzak durmaya çalışır. Çocukluk aşkı Murron’a tekrar aşık olan Wallaca ona Murron’ın çocukken verdiği ve yıllarca sakladığı “gül”ni gösterir. Daha sonra kralın koyduğu primae noctis emri yüzünden gizlice evlenirler. Fakat bir gün, kasabadaki İngiliz askerleri Murron’a tecavüz etmeye çalışır. Askerlere saldıran Wallace, Murron’ı kurtarır ve bir ata bindirerek kaçmasını sağlar. Ancak Murron yolda yakalanır. Kasabanın şerifi, bütün kasaba halkının önünde Murron’ın boğazını keser. Gözü dönen Wallace, kasabadaki diğer İskoçların da yardımıyla İngiliz garnizonunu yener ve o da şerifin boğazını keser.
    Bölgedeki İngiliz lordunun karşılık vereceğini bilen Wallace ve adamları, İngiliz askerlerinin üniformalarını giyerek bir İngiliz kalesine girer ve kaleyi tamamen yakarlar. Wallace’ın kahramanlıklarından cesaret alan İskoç halkı da İngilizlere karşı ayaklanır.
    Wallace’ın efsanesi dilden dile yayılır ve dağılmış olan İskoç klanları gönüllü olarak ona katılmak isterler. Wallace ordusunun başına geçer ve Stirling’te İngiliz ordusunu yener. Bu büyük başarısı için, İskoç soyluları onu İskoçya’nın koruyucusu ilan ederler. Daha sonra York’u işgal eden Wallace burada Uzunbacaklı’yı bekler. Sıradaki büyük savaş için soylulardan yardım ister ve İskoç tahtının varisi Bruce’dan yardım için söz alır. Ancak Falkirk Savaşı’nda İskoç soyluları ona ihanet eder. Uzunbacaklı’ya yenilen Wallace saklanmak zorunda kalır.
    İngilizlerle gerilla taktiğiyle savaşmaya devam eden Wallace, Falkirk’te ona ihanet eden iki İskoç soylusunu öldürür. Bu arada, daha önce İngiliz elçisi olarak Wallace’la görüşen ve ona aşık olan Prens Edward’ın (Uzunbacaklı’nın oğlu ve vârisi) eşi Prenses Isabelle, ona yardım eder. Sonra bir geceyi birlikte geçirirler ve Wallace’tan hamile kalır.
    Wallace’a ihanet ettiği için vicdan azabı duyan Bruce, onu Edinburg’a çağırtır. Bu şekilde İngilizlere karşı başarılı olamayacağını düşünen Wallace, soyluların yardımını alabileceği umuduyla bu daveti kabul eder. Ancak Edinburg’a geldiğinde, Bruce’un babası ve diğer soylular tarafından kurulan tuzağa düşerek yakalanır. Babasına karşı büyük bir öfke duyan Bruce, onun babalığını reddeder.
    Wallace Londra’da krala ihanet etmek suçundan mahkemeye çıkar. Bunu reddeden Wallace, Uzunbacaklı’ya hiçbir zaman bağlılık yemini etmediğini söyler. Bunun üzerine mahkeme, onun “acıyla arındırılmasına” karar verir. Londra meydanında halkın önünde işkenceye maruz kalan Wallace, son gücüyle “Özgürlük!” diye haykırır. Kafası kesilmeden önce, kalabalığa döner ve Murron’ı ona gülümserken görür.

     

     

  • Sinbad Arapça Çizgi Film

     

    Sinbad Arapça SeyretDevamını Oku »

  • Dilencilik Meselesi


    ‘Duha suresi 10. ayetinde ‘El açıp isteyeni de sakın azarlama’ denilmektedir. Öncelikle bilmemiz gereken bu ayetin gece namazı emrinde olduğu gibi sadece peygambere özel bir emir mi olduğu yoksa ekseriyetteki gibi peygamber nezdinde tüm Müslümanlara emir anlamı mı taşıdığı ve ‘azarlama’ emrinden kastın ‘geri çevirme’ anlamında mı yoksa ‘vermesen de azarlama’ anlamında mı olduğudur. Her ne olursa olsun orta halli veya zengin olan birisinin kendisinden isteyen dilenciye hiçbir şey vermemesi hoş gözükmemekle beraber günümüz dilencilerinin çok büyük bir kısmının muhtaç olmaması ve bunun yaygın bir alışkanlık /geçim yolu olarak kullanılıyor olmasını bilmem beni de yukarıda bahsettiğim tereddüte itmektedir. Dünyanın en zengin insanı da olsanız yalancı olma ihtimali çok yüksek bir dilenciye para veresiniz gelmez. İzlenim yapıp gerçekçi görürsek vermek yolu da hiç sağlıklı olmayıp sahtekarlar gerçek muhtaçtan daha acındırıcı olacak şekilde rol yaptıklarından bu da çözüm değildir. Yukarıdaki ayeti göz önüne aldığımızda (eğer ayet tüm Müslümanlara emir hükmünde ise) terslemek ve imkan varsa vermemek ayete muhalefet olur. Ayrıca her gün defalarca dilenci müracaatına kalan birisi bu durumda her isteyene (bahse konu sahtekarlık ihtimali de yüksek olmakla beraber) vermek durumunda mıdır? Aydınlatırsanız memnun olurum.’

    Soru böyle.

    Soruda meali verilen ayet, Peygamber (s.a.)in şahsında ümmetine buyruktur; gelip bir şey isteyen azarlanmayacak, kendisine hakaret edilmeyecek, kişinin ihtiyacından fazlası var ise isteyen de vermeyi hak ediyorsa verilecek, verilemeyecekse gönül kırmadan savuşturulacaktır.

    Dilenciliği meslek edinenlere istediklerini vermemek gerekir, ama mümkün olan incelemeyi yaptıktan sonra vermeyerek yanılmaktansa vererek yanılmak evladır.

    Geçimliği olan bir kimsenin dilenmesi caiz değildir.

    Geçimden aciz olan kimse, o istemeden ihtiyacı karşılanmıyorsa istemeye mecbur kalır ve bu takdirde istemek caiz olur.

    Peygamberimiz (s.a.) üç duruma düşen kimsenin istemesinin caiz, bundan başkasının istemesinin ise haram olduğunu ifade buyurmuştur: 1. Başkalarının ihtiyacını karşılamak veya insanları barıştırmak için harcama yaparak borçlanan, 2. Bir felaket, kaza, kuraklık vb. sebebiyle varlığını kaybedip ihtiyaç içine düşen, 3. Kendisini tanıyan doğru dürüst üç kişinin ‘filan şahıs gerçekten muhtaçtır’ diye tanıklık ettikleri kimse.

    Dilenciyi, isteyeni ayıplamadan ve bu işi yasaklamadan önce toplumun, aralarında yaşayan yoksullarla ilgilenmiş, temel ihtiyaçlarını karşılayamayan tek kişi kalmayıncaya kadar, en uygun yol ve yöntem ile onların ihtiyaçlarını karşılamış olmaları gerekir. Bu yapılmayınca istemesi caiz olan kimseler isteyecek, elinde olanlar da ‘istemeden onlara veremedikleri için özür dileyerek’ yardımda bulunacaklardır.

  • Karaman: Okullar ahlak ve ayrımcılık

    ‘İmam Hatip Okulları ahlaklı, diğer okullar ahlaksız adam yetiştirir’ derseniz hem gerçek hem de insaf dışı bir laf söylemiş olursunuz, çocuklarını diğer okullara gönderen milyonların gönlünü kırmış, onları dışlamış, hatta nefretlerini kazanmış olursunuz. Bizim (İmam Hatipliler ve sahiplenenler) camiasından böyle bir sözün sadır olacağını sanmıyorum. Esasen tartışmada mutlaka haklı çıkmak ve İmam Hatipleri gözden düşürmek isteyenler soruyu yanlış vazediyorlar; halbuki yanlış sorunun doğru cevabı olmaz.

    Doğru soru ve cevabı şu olmalıdır:

    Eğitim ve öğretim öğrenciye toplum değerlerini de kazandırır ve kazandırmalıdır. Bizim toplumumuzun önemli sayıdaki bir kısmı resmi ve ismi bakımdan Müslüman olmakla beraber islami şuur, bilgi, ahlak ve hedefler bakımından eksik kalmış, kozmopolit, karışık, biraz Doğu’dan biraz da Batı’dan etkilenmiş bir kişilik yapısı arzediyor. Yalnızca teorik değil, aynı zamanda hayatında görülen ‘aslına uygun İslam toplumu değerleri’ni çocuklarının kişiliğine aşılamak isteyenler bu amaca uygun okulları seçmek durumundadırlar. Yani biri ahlaklı, diğeri ahlaksız değil; biri İslam ahlaklı, diğeri ayrım göstermeden, ayıklamadan toplum değerleri ile bütünleşmiş ahlaklı. Bu ikinciler içinden çıkanların bir kısmı şöyle diyebiliyor: ‘Hem viskimi içerim hem de haccıma giderim.’ Şüphesiz bu da bir ahlak, bir dünya görüşü, bir kişilik yansıması; ama İslam ahlakı ile bütünleşmiş biri ‘Viski içmem çünkü haramdır, hacca giderim çünkü farzdır’ demek ve bunu da yapmak durumundadır.

    Ayrımcılık meselesine gelelim:

    Çoğulcu bir toplumun demokrasi bakımından zorunlu olduğu söyleniyor. Eğer farklılara toplum içinde, hayat hakkı başta olmak üzere temel insan hak ve hürriyetlerinin tanınması kastediliyorsa bu hak, baştan beri İslam’da vardır. Ama İslam’ın bazı çekinceleri de mevcuttur: 1.Farklı ve öteki olanlar, insan olmaya değil de -bazı makamlar ve kamu görevleri gibi- liyakat ve ehliyete bağlı olan (daha doğrusu Müslüman olma şartına bağlı bulunan) haklar bakımından bir ölçüde kısıtlı olurlar. 2. Kamu düzeni ve umumi ahlak bakımından sakıncalı olan davranışların aleni (herkesin gözü önünde) yapılmasına izin verilmez.

    Demokratik çoğulculukta ise hakim bir farklı grup olmaz; inanç, dünya görüşü, hayat tarzı bakımından bütün gruplar eşittir. Bu durumda grupların eşit olması aradan farkı kaldırmaz; yani farklı oluş devam eder, hatta mensuplarınca devam etsin diye tedbirler alınır. Eğer buna ayrımcılık deniyorsa bu hem gerekli, hem kaçınılmazdır. İşte çocuklarını İmam Hatip Okullarına gönderenler veya diğer okullarda Kur’an, din, Peygamberimiz’in hayatı derslerini seçtirenler ayrımcılar değil, değerlerini korumak için tedbir alan vatandaşlarımızdır. Ve diğer gruplar da kendilerine göre tedbir almaktadırlar.

    Ayrımcılık, farklı olana yönelik davranışlar ve ilişkilerde oluşabilir. Müslümanlar, farklı olanları, kendileri gibi olsunlar diye zorlamazlar, baskı altında tutmazlar; ama bunu gönülden isterler, bunun için dua ederler. Farklı oldukları sürece de onlara Müslümana yakışan ahlak ile davranırlar.

    Görülen ve gerçekleşen şudur: Laik-demokratik düzen içinde yaşamak durumunda olan Müslümanlar farklı olanlara tahammül ediyorlar, ama farklı olanların onlara tahammülü daha az, daha zor oluyor.

     Hayrettin Karaman

    Yenişafak

  • Mushaf ve Kuran-ı Kerim


    Herkesin bildiği gibi Kuranı Kerim Allah’ın kelamıdır. Bir bakıma O’nun kelam etme, söyleme, buyurma, kullarıyla konuşma sıfatının tecellisi, yani görünür ve duyulur hale gelmesidir. Bu sebeple Sünni gelenek Kuranı Kerim’in mahluk/yaratılmış olmadığını söyler. Çünkü Allah’ın sıfatları kendisiyle kaimdir, tabir caiz ise, kendi zatında mündemiçtir. O’ndan ayrı bir şey değildir. Anlaşılması zor ama O’nun gayrı da değildir. Allah her an söylemektedir, buyurmaktadır. Bu durumu Kuranı Kerim’e aşına olan ve anlayarak okuyan her insan hissedebilir. O, her okuyuşta insana başka bir şey söyler. Onu her elinize aldığınızda yeni bir manayı sanki yeni inmiş gibi taptaze dinlersiniz. Eva De Vitray’ın müslüman olmasına sebep, Kuranı Kerim’in işte bu özelliğidir.

    Bu durum biraz da bilginin tabiatından kaynaklanır. Çünkü her bilgi yeni bir oluştur, her oluş da yeni bir bilgidir. Manasını biliyorsanız her okuyuşta Kuranı Kerim’den yeni bilgiler alacak ve yeniden var olacaksınız. Bu yeni varoluşunuzla okuduğunuzda siz artık önceki siz olarak değil, yeniden varolan siz olarak okuyacak ve önceki sizin görmediği ve anlamadığı şeyleri görüp anlayacaksınız. Bu durum sizi ikinci bir bilgilenmeye, bu bilgilenme ikinci varoluşa götürecek ve bu süreç böyle devam edip gidecektir.

    Mushaf ise işte Allah’ın bu tabiattaki kelamının mürekkeple ve kâğıtla göze ve kulağa, yani alem-i şehadete gelmiş halidir. Kuranı Kerim’in elimize aldığımız bu hali Mushaftır. Mushaf, yani sahifelere/sayfalara dökülmüş Kelam-ı ilahi. Dolayısıyla gazetelerdeki şu kabil ifadeler, haberler, reklamlar yanlıştır:

    Putin dünyanın en büyük Kuranı Kerim’ini ziyaret etti,

    Dünyanın en büyük Kuranı İstanbul’a getirildi.

    İstanbul’a getirilen ya da Putin’in ziyaret ettiği şey Mushaf’tır.

    Kuranı Kerim bir tanedir, Mushaf ise milyarlarca olabilir.

    Birkaç yıl önce bir yayınevi bir gazeteye; “Dünyanın en güzel Kuranını yayınlıyoruz” gibi ucube bir ilan vermişti. Aradım, bu söylediklerimi izah ettim ama dinleyen ilgili ne dediğimi anlamadı ve aynı ilanı vermeye devam ettiler.

    Kaldı ki sadece ‘Kuran’ demek de edebe aykırıdır. Kuranı Kerim demek gerekir. Çünkü Allah’ın (cc) en büyük şiarı, yanı O’nu gösteren sembolü ve işareti Kuranı Kerim’dir ve O buyurur ki, “Allah’ın şiarlarına saygı göstermek kalbin takvasındandır”.

    ŞİAR YA DA SEMBOL

    Şiar bir bakıma sembol, yani simge demektir. Geniş bir mefhumu, derin bir manayı, manevi bir arkaplanı insanın şuuruna yani bilincine getiren şeydir şiar. Şiar ve şuur… Şiir de bu köktendir. Şuurunuza hislerinize hitap eden, meramını sembollerle ifade eden söz demektir.

    Kuranı Kerim’de “Allah’ın şeairi/şiarları” dendiğine göre O’nun pek çok şiarı vardır. Yani görüldüklerinde O’nu hatırlatırlar. Kuranı Kerim’in en büyük şiar olduğunu söyledik. Kâbe bir şiardır, hacla ilgili bütün görüntüler ve eylemler birer şiardırlar. Camiler, minareler, sakal, sarık, türban… hep birer şiardırlar.

    Bir zamanlar türbanın sembol, yani simge olduğu söylenirdi. Elhak doğrudur. Türban elbette bir simgedir yani şiardır. Allah’a inanmayı, O’nun emirlerine boyun eğmeyi, O’na saygıyı, iffeti şuurlara getirir. Elbette türbanlı olmayanlar imansız ya da iffetsiz demek değildir. Ama türban iffetin ilanıdır, duyurusudur. Hal böyle iken ısrarla göstermeye çalıştıkları gibi türban bir siyasi partinin simgesi değildir. Nitekim bu günlerde CHP ikinci çarşaf açılımını yaptı. Çarşaf orada olunca özgürlüklere saygının simgesi olur da diğer partilerde olunca gericiliğin simgesi mi olur?

    Hangi düşüncenin, hangi partinin, hangi spor kulübünün simgesi yoktur ki? Bayraklar da birer şiar, yani simge değil midir? Siz birisinin bayrağına sataşsanız o bunu hoş karşılar mı? Galatasaray’la Beşiktaş maçı öncesi stadın önünde sarı kırmızılı bir boyunbağını yaksanız kavga çıkmaz mı?

    Zaman insanların kendilerini, dinlerini düşüncelerini, aidiyetlerini simgelerle ifade etmeye çalıştıkları bir zamandır. Simgeler içerdikleri anlamın ön yüzüdürler. Tıpkı kitabın kapağı gibi.

    Faruk Beşer

    Yenişafak

  • Mehmet Görmez:Mezhepçilik fitnesine dikkat!

    İran İslâmî ve Kültürel İşler Bakanı Muhammed Bagher Hurremşad, Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’i makamında ziyaret etti.
    İran İslâmî ve Kültürel İşler Bakanı Muhammed Bagher Hurremşad, Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’i makamında ziyaret etti. Diyanet İşleri Başkanı Görmez, karşılıklı ziyaretlerin iki ülkearasındaki ilişkilere katkıda bulunduğuna işaret ederek, “Bu ziyaretin Türkiyeile İran arasındaki ilişkileri daha ileri bir seviyeye götüreceğine inanıyorum.”dedi. İslâm dünyasının son derece önemli bir süreçten geçtiğini kaydeden Başkan Görmez, bu sürecin üstesinden ancak birlik ve kardeşlikle gelinebileceğini vurguladı. Başkan Görmez, şöyle devam etti: “İslâm dünyası yeter ki birliğini, kardeşliğini bozacak teşebbüslere kaymasın. Bunun da en kötü yolu, mezhepçilik fitnesi yayarak, Müslümanları birbirine düşürmektir. Çünkü hepimizin en büyük mensubiyeti, İslâm’a olan mensubiyetimizdir. Bu mensubiyet, bizi kardeş kılan mensubiyettir. Bumensubiyete gölge düşürecek her türlü fitneden, fesattan uzak durmak ve Müslümanları da uzak tutmak için fikir ve düşünce insanlarına, dini kurumlara,din âlimlerine büyük görevler düşüyor. Onun için bu ziyaretlerinizin bukardeşliğe önemli katkılarının olacağını düşünüyorum. Bu konuyu sadece diplomatik seviyede birkaç kelime ve cümleyle geçiştirmeyi düşünmüyorum. Fikirve düşünce temellerini sizinle daha derinlemesine konuşmak istiyorum.” İran İslamî ve Kültürel İşler Bakanı Hurremşad da, Diyanet İşleri Başkanı Görmez’in sözlerine katıldığını belirterek, şöyle konuştu: “Söylediğiniz gibi bu konuda Türkiye ve İran’a büyük görevler düşmektedir.” “Tefrika fitnesi hakkında yapılması gerekenlere ilişkin ortak bir nokta üzerinde anlaşıp uygulamamız gerekiyor.” diyenHurremşad, İran İslâm Cumhuriyeti’nin Türkiye ile kültürel ve dini alanlarda yapılacak işbirliklerine de hazır olduğunu söyledi. Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Emin Özafşar ve Dış İlişkiler Genel Müdürü Prof. Dr. Mehmet Paçacı’nın da eşlikettiği ziyaretin sonunda Diyanet İşleri Başkanı Görmez, İranlı Bakan’a Kur’an-ı Kerim hediye etti.

  • İlahiyat fakültelerini ihmal etmeyin


    Uludağ Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. A. Saim Kılavuz, imam hatip mezunlarına üniversite kapılarının açıldığını belirterek, “Ancak siz ilahiyat fakültelerini de ihmal etmeyin” dedi.
    İnegöl İmam Hatip Lisesi Okul Aile Birliği tarafından öğrencilere yönelik düzenlenen seminere konuşmacı olarak katılan Prof. Dr. A.Saim Kılavuz, öğrencilerden ilahiyatları ihmal etmemelerini istedi. İmam hatip liselerinin üniversite yollarının açıldığını hatırlatan Prof. Dr. Kılavuz, “Cenabı Hak bir yol açtı, hayırlı bir yol açıldı sizler için. Ama bu, ilahiyatlardan vazgeçme olmamalıdır. Öğretmen arkadaşlarımız bu konuda öğrencilerimize yönlendirmelerde bulunmalı. Bazı öğrencilere ilahiyat, bazılarına hukuk, bazılarına tıp tavsiye edilebilir” dedi.
    Öğrencilere, “Hangi fakülteye giderseniz gidin, imam hatip ruhundan vazgeçmeyin” diyen Prof. Dr. Kılavuz, “Ne okursanız okuyun o ruha uygun hareket edin. Sosyal ilişkilerde her fikre sahip insanla iletişim kurabilecek, kendi fikrinizi de ortaya koyabilecek donanımda olun. ‘Fikri benimle uyuşmuyor, ama arkadaş dediğin böyle olmalı’ dedirtin. Alçak gönüllü ve mütevazı olun. Bilgiyle donanın. Seçtiğiniz mesleği her yönüyle çok iyi öğrenin. Fakülteyi bitirdiğinizde kariyer yapmak için çaba sarf edin” ifadelerini kullandı.
    Öğrencilerden mutlaka üniversiteyi kazanmalarını isteyen Prof. Dr. Kılavuz, tavsiyelerini şöyle sürdürdü:
    “Üniversite eğitimi alırken mutlaka bir yabancı dil öğrenin. İmam hatiplileri yanlış tanıyanlara doğru şekilde anlatın. Hatta anlatmayın, yaşayın. ‘İşte imam hatipli böyle olur’ dedirtin”.

  • Ulu camilere karşı ulu(!) gökdelenler

    Hayat biraz da semboller üzerinden devam eder. Biz farkına varsak da varmasak da, bu semboller hayatımızın her anında kendini gösterir. Semboller bakımından en belirgin örnekler, hiç kuşku yok ki dinî olanlardır: İslam’ın hilali, Hıristiyanlığın haçı ve Museviliğin siyon yıldızı en çok tanınan sembollerden…
    Yabancı bir beldeye gidildiğinde, bu dinlerin müntesiplerinin gözleri ilk olarak bu sembolleri arar. Gözler, ne kadar çok kendi inancını belirleyen sembol görürse, kişi o kadar rahat ve güvende hisseder kendini. Çünkü fiziksel hayat bir şekilde sürdürülür, beden bir şekilde yiyecek ve içeceklerle tatmin edilir ama ruhun mutmain olması bambaşka bir şeydir. Mutmain olmayan huzursuz bir ruh, kişiyi baskı altına alır, o ruhu parçalar ve o kişiyi amaçsız bir dinamit gibi sokağa salar.
    Çok bilinen bu sembollerin dışında, hayatımızın her anında başka semboller de görürüz: Binilen bir araba statünün sembolü, başa takılan bir şapka inancın sembolü… Hatta erkeklerin bıyık bırakma biçimi bile onların yaşantı ve ideolojilerinin sembolü olabiliyor. Bir anlamda, sembollerle ifade ediyoruz kendimizi.
    Şehirlerin sembolleri

    İnsanların olduğu gibi, şehirlerin de sembolleri var. Tarihe dönülüp bakıldığında, bu sembollerin yine dinî semboller olduğunu görürüz: İslam şehirlerinin sembolü camiler ve ulu camilerken Hıristiyan dünyanın sembolü de yine kilise ve katedraller…
    İslam’ın geleneksel şehir inşasında, şehre karakterini veren merkezî unsurun camiler ve ulu camiler olduğu öteden beri herkesin malumu. Önce cami, camiye yakın çarşı, eğitim kurumları ve mezarlık… İslam şehrinin genel karakterini belirleyen unsurlar bunlar. Bu unsurlar şehrin kimliğini ve şehrin karakterini belirlerken aynı zamanda o şehirde yaşayanların sosyal hayatlarına da yön veriyor.
    Sosyal hayatı düzenleyen mekânlar
    Camilerin sosyal hayata yön vermesi şu şekilde gerçekleşir: Camilerin kutsallık taşıyan manevi havası, ister istemez bir saygıyı, bir edebi, bir terbiyeyi ve özel bir davranış biçimini gerektiriyor. Bu terbiye ve edep, zamanla hayatın tümünü kuşatan bir karaktere bürünür. Böylelikle kişiler, belki de hiç farkına varmadan bir manevi terbiyeden geçmiş olur. Dikkat edilirse, bu manevi terbiyenin nirengi noktası camiler…
    Nasıl ki cami ve mescitler bulundukları mahalle sakinlerinin karakterlerini belirliyorsa, ulu camiler de şehrin karakterini bu şekilde belirler. Şu denebilir: Bir şehrin merkezî noktası cami ise, o şehirde hayatı belirleyen şey dinî inançlardır. Merkezî nokta camiden başka bir şeyse, o şeyin inşasındaki ideoloji ne ise, o ideoloji nüfuz eder şehrin dokusuna.
    Ülkemiz şehir yapılanması, Müslüman dokunun karakterini taşıyagelmiştir öteden beri. Ama son zamanlarda sanki ülkemizde bir şeyler değişmeye başladı gibi. Yok, henüz bu herkesin farkına varacağı netlik ve kesinlikte değil belki ama bunu şu an isimlendiremesek de, bir şeylerin değiştiğini hissediyoruz toplum olarak.
    İşte bu değişikliğin ne olduğunu ve bu değişikliğin nedenlerini, biraz da şehirlere karakterlerini veren mekânlarda ve bu mekân etrafında örgütlenen ideolojilerde aramalıyız biraz da.
    Gözün ilk gördüğü
    Kişi şehirle ilk tanıştığında “İnsanı sevmeli, ona karşı edepli, saygılı olmalısın” mesajını veren ulu camilerin göğe kalem gibi uzanan minareleriyle karşılaşırdı önce ve kişi, minareden aldığı bu mesajı kalbine aktarırdı. Bu hal, hayatın tümünü etkileyen bir şiddette olurdu çoğu zaman.
    Şimdiyse insanı çarpan görüntü kutsal mabetler olmaktan uzaklaştı, onların yerini arsızca gökkubbeyi yırtan gökdelenler aldı! Şehrin karakterini belirleyenler ulu camiler olmaktan çıkıyor günden güne. Onların yerini arsız gökdelenler ve albenili plazalar alıyor artık.
    İşin estetik boyutuna bakıldığında, gökdelenlerde görece bir görsellik tasarlanıyor belki ama tasarlanan bu görsellik, insanları şımartıp onlara “Her şey sensin, başkalarını umursama!” diyen bir kibrin taşıyıcısı olmaktan başka bir şey değil.
    Ulu mekânlar değişiyor mu?

    Son zamanların şehirlerine şöyle eleştirel bir gözle bakıldığında, şehrin sosyal hayatını inşa eden mekânların sanki bilerek ya da bilmeyerek değiştirildiğini seziyor insan. Olay belki de “gelişmişlik” adına yapılıyor ama “bu gelişme neyin gelişmesi ve nasıl bir gelişme” sorusu ıskalanıyor gibi. Ve elbette asıl soru şu: Hayatımıza yeni giren bu “Ulu”(!) şeyler, bir şeyleri yerinden söküp götürüyor ve yeni gelenler, götürdüklerinin yerini alıyor. Hayatımızdan çıkan şeyler ise öyle sıradan şeyler değil. Bizleri var eden, bizlerin karakterini inşa eden bir hayat tarzı gidiyor elden.
    Toplum olarak biz sadece çeliğin, mermerin gücüne önem verir olduk. Bunlar ise hep maddeyle ilişkili şeyler. Oysa biz, ruhun kemalâtına önem verirdik bir zamanlar, Yûnus gibi “Mal da yalan mülk de yalan/ Gel biraz da sen oyalan” deyip dudak bükerdik dünyaya ve tevazu üzerine inşa ederdik hem hayatımızı hem de hayatımızı sürdürdüğümüz mekânları.
    Sözü uzatmamalı: Ben Bursa’ya üç değişik tarafından da girdiğimde, göğü arsızca yırtan ulu(!) otelleri, ulu(!) gökdelenleri değil, kalem olup göğe yazı yazan ulu minareleri görmek istiyorum kardeşim!..

    Ahmet Serin
    Dünya Bizim

  • Geleneği olmayan din olur mu? Konferans özeti gibi

    Dünkü konferansımızın başlığı “Geleneği olmayan din olur mu? Din, Şeriat ve Fıkıh” idi.
    Peki, nelerden bahsettik? Garibce’den özet beklentileri var. Bir fikir vermesi amacıyla bu doğrultuda kısa bir metin kaleme almayı uygun bulduk.
    İnsanlığın özünde meknuz ve mündemic bulunan değerlerin ete kemiğe bürünüp görünür kılınması lazımdır. Bu değerler fıtrî özelliklerdir. Fıtratallah’tır, Zâlike ed-Dîn’ül-kayyim işte gerçek din budur.
    Fakat bu nasıl dışa vuracak. Söz gelimi herkes anne babasına saygı duymayı bir din, dinin bir gereği bilir. Ama bu saygı hangi formlar içinde yerine getirilir. Örnek olarak Amerika’da bir yerli kabilesinde kişi kendi öz anne babasını henüz hasta düşüp ölmeden öldürürlermiş, çünkü nasıl ölürlerle öyle dirileceklerine ve öbür hayatlarını hep öyle geçireceklerine inanırlarmış. Bu yüzdende anne babasına olan sevgi ve şefkatinin bir eseri olarak onları henüz elleri ayakları tutuyorken öldürürlermiş. Mahza sevgiden, mahza saygıdan bunu yaparlarmış.
    İşte bu kabilden insan özünde meknuz bulunan diyanî duyguların nasıl dışa vurulması gerektiğini, hangi şekiller içinde ifa edilmesinin lazım geldiğini bize şeriatlar gösteriyor. Bu haliyle şeriatlar, dinin ete kemiğe bürünüp ahkâm (şerâi’ = belirli şekiller içinde ifası gerekli olan düzenlemeler, ritüeller) olarak görünüyor.
    Biz mahşerde tam kemal yaşında (33 yaşı) diriltileceğimize inanıyoruz. O yüzden anne ve baba sevgimiz, onlara olan saygımız bizi onları henüz elleri ayakları tutarken öldürme gibi bir erdemli(!) davranışa itmiyor, onlara öf bile demememizi gerektiriyor ve huzuru huzur evlerinde değil, gerçek huzuru buldukları ortamda geçirebilmeleri ve yaşlılıklarını saygı görerek yaşamalarını gerektirecek bir davranış içine girmemizi lazım kılıyor.
    İyiliğe, ihsana ve lütfa mukabil bir teşekkür borcunun gerekli olduğunu içimizde meknuz değerlerden, fıtrî duygulardan biliyoruz. Ama sözgelimi Allah’ın bize bunca lütuf ve ihsanına karşı ona nasıl teşekkür edeceğimizi Musa’nın çobanı örneğinde olduğu gibi kendi aklımızca, kendi keyfimizce belirleyerek mi yapacağız.
    Onun aklı ona yetiyordu ve Allah’ı bir köleye nispetle efendi gibi tasavvur ediyordu ve “Ah Efendim, neredesin, seni bir görebilsem, sana bir erebilsem, eline suyunu döksem, ayaklarını ılık su ile oğalasam, saçlarını tarasam, bitlerini ayıklasam…” diye yalvarıp yakarıyordu.
    Yüce Allah, insanlar, çobansız koyunların her birinin alıp başını kendi yoluna koyulup da kurda kuşa yem olmaması için dini bedenlendirdi, herkesin aynı şekilde takip edeceği bir yol, bir şeriat kıldı. (Şir’a ve minhâc)
    Bunu insanların kendi içlerinden seçtiği birinin örnekliği üzerinden gerçekleştirdi. Şeriat nasıl ki dinin bedenlenmesi ise, peygamber de şeriatın bedenlenmesi oldu; hem kendisine şeriat olarak buyurulanı duyurdu, hem öğretti, hem açıkladı hem de uyguladı (Dört T: Tebliğ, talîm, tebyîn ve tatbik).
    Bu haliyle o yaşayan Kur’an oldu. O artık insanlığın ufkunda, inzal (vahiy) yoluyla insanlık dünyasına mal edilen değerler dizisinin kendisinde somutlaştığı bir rol model, bir nümune-i imtisal (üsve-i hasene) idi.
    Ebu Bekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler, dini o örneklikten tevarüs ettiler ve ardıllık yoluyla onun çizgisini sürdürdüler. Yaşları küçük sahabîler aynı şekilde büyük sahabîlerden tevarüs ettiler. Bir sonraki nesil, bir önceki neslin içine doğmanın tabii bir sonucu olarak, onlardan gördüklerini, kendi benliklerine ve hayatlarına taşıdılar. Bu nesiller boyu hep böyle devam etti.
    Bir taraftan fetihler başlamış ve yeni merkezler oluşmuştu. Hz. Peygamber’in örnekliğini tevarüs etmiş olan nesiller bu yeni merkezlerde kendi birikimleri ile birlikte temerküz ettiler. Her bir merkezde farklı da olsa büyük çaplı birikimler oluştu. Sonra bu merkezler hac ve ilim yolculukları (rıhle fî talebi’l-ilm) gibi yollarla birleşik kaplar mesabesine dönüştü. Artık her ilim havzası bir diğerinin birikimine muttali bir hale geldi. Bu rıhleler, arıların bir çiçekten öbür çiçeğe dolaşması gibi ilmin aşılanması sonucunu doğurdu. Bu aşamada kendisini bu işe adayan Allah adamları elinde mevcut birikimler imbikten geçirildi ve ayıklandı. Tedvin ve tasnifler yapıldı. Yöntemler geliştirildi. Her şey tabii mecrasına çekildi. Zaman içinde her şey duruldu ve suyun yatağında derinden derinden sessizce akması gibi istikrar buldu. Böylece Hz. Peygamber’in örnekliğinde tecessüm eden şeriatın geleneği de oluşturulmuş oldu.
    Şöyle bir örnek verelim: İndirilen Kur’an ile gök yarıldı, ilahî rahmet bir menba gibi Ümmü’l-kurâ’dan fışkırdı. Orada 23 yıl boyunca birikti. Hz. Peygamber’in vefatı ve ardından fetihlerle birlikte bu birikim çeşitli merkezlere aktı. Peygamberlerin varisleri konumunda olan ulema elinde bu merkezlere doluşan ilim havuzları rafine edildi, birbirlerine açılan kanallarla bağlandı ve tevhid edildi. Ardıllık yoluyla tevarüs edilen bu değerler dizisi, gene aynı şekilde ardıllık yoluyla insanlığın geleceğine doğru akmaya başlayan hayat ırmakları oldu. Asırlar boyu sessizce aktı. Çünkü istikrar bulmuştu. Durgun gözüküyordu, fakat akıyordu. O yüzden de etrafa zararı olmuyordu ama içinde yaşayanlara hayat sunuyordu. Bugün bizim için de aynı şekilde bu dinin hayat sunabilmesi için bu geleneğin kesintisiz olarak bizim zamanımıza da ve bizden sonrakilerin çağlarına da akıtılması gerekiyor.
    Suyun tabii mecrasında akıtılması, onun doğasının bir gereğidir. Su işte o zaman hayattır. Ama su tabii mecrasını bir kaybederse önüne gelen her bir yeri istila eder, tarım alanlarını batırır, evlere barklara dolar, her yer çamur deryasına döner ve hayata sebep olması lazım gelen aynı su yüzünden hayat diye bir şey kalmaz.
    Şimdilerde birileri çıkıyor ve bu geleneği yok sayarak Kur’an’ın kendisine geldiğini iddia ediyor. Bunu, sözü ile söylemesi gerekmiyor. Geleneği yok sayarak “Kur’an’dan ben bunu anlıyorum” demesi bu anlama geliyor. Sözün bağlamı nedir, mâ sîka leh’i yani hangi saikle sevkedilmiştir gibi sorular onu hiç mi hiç ilgilendirmiyor. “Aklıma bir fikir geldi, onun ayetini arıyorum” mantığı tavırlara hakim oluyor. Çoğu kez esastan kabulü asla mümkün olmayacak nice modern algılar, mevcut olgular Kur’an’a giydirilmeye çalışılıyor. Okuduğu ayet belki de ayettir, doğrudur, Ama Hz. Ali’nin Hariciler için dediği gibi “Kelimetü hak üride bihâ’l-bâtıl” söz hak söz ama ne var ki bâtıla âlet ediliyor. Herkesin tam keyfine göre hoca aradığı bir ortamda bu tavır, şöhrete ve ardından paraya da tahvil edilebiliyor.
    Şimdi bir iki örnek de verelim:
    “Salat”ın gelenek içinde tevarüs edilegelen bir anlamı ve bir uygulaması var. Siz bu geleneği yok sayarak ona sözlük anlamını vermek üzere lügate bakar ve “Aaa! Salât demek bak dua ve niyaz demekmiş, tam da bana göre, çok bir zamandır aradığım bir mana!” tavrıyla ona “belli vakitlerde, belirli şart ve rükünleri olan… bir ibadet” anlamı vermez ve keyfe keder bir anlam yüklemeye kalkışırsanız, herkes de sizin yaptığınızın bir benzerini yapmaya kalkışırsa işte o zaman bu din mecrasından çıkmış ve önüne gelen her düz ve kuytu yeri istila eder bir hal almış olur. Elimizde ne namaz kalır, ne oruç, ne hac, ne zekat, ne nikâh ne de dinin kendinde bedenlenmiş olduğu bir başka kurum.
    Namazımız en hayranlık uyandırıcı bir yorumla zikr-i dâim olur, orucumuz verilen ahdi tutmak olur, hac ziyaret. Madem öyle idi de yıllardır biz “Kabe Arabın olsun!” diyene neden haksızlık ettik.
    Evet. Sünnet, Kur’an-ı içkin olan bir kurumdur. İcma da İslam’ın ana gövdesini oluşturmayı ve ileriye doğru koruyarak geleceğe taşımayı amaçlayan bir işlevselliğe sahiptir.
    Siz bu geleneği, bu gün keyfinize göre davranmanıza imkân vermiyor diye yok sayarsanız, İslam dini olarak elinizde din kalmaz ki, yorumculuğun keyfini çıkarasınız.
    Ama inşa edeceğiniz kendi dininizin peygamberi olarak kendinize yeni bir rol biçmiş iseniz o zaman kimsenin size diyeceği olmaz. Karşınıza yeni Ebu Cehiller çıkabilir. Ama onları aşar ve kendi müminlerinizi oluşturur, yeni bir ümmet olarak sahnede yer alabilirseniz ve de risaletinizi onaylayacak ve ümmetinize muzahir olacak yeni bir Rab bulursanız eyvallah!
    O zaman bize de kelamcılarımıza, “Yahu bir daha sayın hele, şu yetmiş küsurluk kontenjanda şu bizimkilere de yer ayarılmış mı!” diye sormak düşer.
    Allah’ım cümlemize hidayet eyle!
    Hidayette daim eyle!

    GARİBCE