Hayat biraz da semboller üzerinden devam eder. Biz farkına varsak da varmasak da, bu semboller hayatımızın her anında kendini gösterir. Semboller bakımından en belirgin örnekler, hiç kuşku yok ki dinî olanlardır: İslam’ın hilali, Hıristiyanlığın haçı ve Museviliğin siyon yıldızı en çok tanınan sembollerden…
Yabancı bir beldeye gidildiğinde, bu dinlerin müntesiplerinin gözleri ilk olarak bu sembolleri arar. Gözler, ne kadar çok kendi inancını belirleyen sembol görürse, kişi o kadar rahat ve güvende hisseder kendini. Çünkü fiziksel hayat bir şekilde sürdürülür, beden bir şekilde yiyecek ve içeceklerle tatmin edilir ama ruhun mutmain olması bambaşka bir şeydir. Mutmain olmayan huzursuz bir ruh, kişiyi baskı altına alır, o ruhu parçalar ve o kişiyi amaçsız bir dinamit gibi sokağa salar.
Çok bilinen bu sembollerin dışında, hayatımızın her anında başka semboller de görürüz: Binilen bir araba statünün sembolü, başa takılan bir şapka inancın sembolü… Hatta erkeklerin bıyık bırakma biçimi bile onların yaşantı ve ideolojilerinin sembolü olabiliyor. Bir anlamda, sembollerle ifade ediyoruz kendimizi.
Şehirlerin sembolleri
İnsanların olduğu gibi, şehirlerin de sembolleri var. Tarihe dönülüp bakıldığında, bu sembollerin yine dinî semboller olduğunu görürüz: İslam şehirlerinin sembolü camiler ve ulu camilerken Hıristiyan dünyanın sembolü de yine kilise ve katedraller…
İslam’ın geleneksel şehir inşasında, şehre karakterini veren merkezî unsurun camiler ve ulu camiler olduğu öteden beri herkesin malumu. Önce cami, camiye yakın çarşı, eğitim kurumları ve mezarlık… İslam şehrinin genel karakterini belirleyen unsurlar bunlar. Bu unsurlar şehrin kimliğini ve şehrin karakterini belirlerken aynı zamanda o şehirde yaşayanların sosyal hayatlarına da yön veriyor.
Sosyal hayatı düzenleyen mekânlar
Camilerin sosyal hayata yön vermesi şu şekilde gerçekleşir: Camilerin kutsallık taşıyan manevi havası, ister istemez bir saygıyı, bir edebi, bir terbiyeyi ve özel bir davranış biçimini gerektiriyor. Bu terbiye ve edep, zamanla hayatın tümünü kuşatan bir karaktere bürünür. Böylelikle kişiler, belki de hiç farkına varmadan bir manevi terbiyeden geçmiş olur. Dikkat edilirse, bu manevi terbiyenin nirengi noktası camiler…
Nasıl ki cami ve mescitler bulundukları mahalle sakinlerinin karakterlerini belirliyorsa, ulu camiler de şehrin karakterini bu şekilde belirler. Şu denebilir: Bir şehrin merkezî noktası cami ise, o şehirde hayatı belirleyen şey dinî inançlardır. Merkezî nokta camiden başka bir şeyse, o şeyin inşasındaki ideoloji ne ise, o ideoloji nüfuz eder şehrin dokusuna.
Ülkemiz şehir yapılanması, Müslüman dokunun karakterini taşıyagelmiştir öteden beri. Ama son zamanlarda sanki ülkemizde bir şeyler değişmeye başladı gibi. Yok, henüz bu herkesin farkına varacağı netlik ve kesinlikte değil belki ama bunu şu an isimlendiremesek de, bir şeylerin değiştiğini hissediyoruz toplum olarak.
İşte bu değişikliğin ne olduğunu ve bu değişikliğin nedenlerini, biraz da şehirlere karakterlerini veren mekânlarda ve bu mekân etrafında örgütlenen ideolojilerde aramalıyız biraz da.
Gözün ilk gördüğü
Kişi şehirle ilk tanıştığında “İnsanı sevmeli, ona karşı edepli, saygılı olmalısın” mesajını veren ulu camilerin göğe kalem gibi uzanan minareleriyle karşılaşırdı önce ve kişi, minareden aldığı bu mesajı kalbine aktarırdı. Bu hal, hayatın tümünü etkileyen bir şiddette olurdu çoğu zaman.
Şimdiyse insanı çarpan görüntü kutsal mabetler olmaktan uzaklaştı, onların yerini arsızca gökkubbeyi yırtan gökdelenler aldı! Şehrin karakterini belirleyenler ulu camiler olmaktan çıkıyor günden güne. Onların yerini arsız gökdelenler ve albenili plazalar alıyor artık.
İşin estetik boyutuna bakıldığında, gökdelenlerde görece bir görsellik tasarlanıyor belki ama tasarlanan bu görsellik, insanları şımartıp onlara “Her şey sensin, başkalarını umursama!” diyen bir kibrin taşıyıcısı olmaktan başka bir şey değil.
Ulu mekânlar değişiyor mu?
Son zamanların şehirlerine şöyle eleştirel bir gözle bakıldığında, şehrin sosyal hayatını inşa eden mekânların sanki bilerek ya da bilmeyerek değiştirildiğini seziyor insan. Olay belki de “gelişmişlik” adına yapılıyor ama “bu gelişme neyin gelişmesi ve nasıl bir gelişme” sorusu ıskalanıyor gibi. Ve elbette asıl soru şu: Hayatımıza yeni giren bu “Ulu”(!) şeyler, bir şeyleri yerinden söküp götürüyor ve yeni gelenler, götürdüklerinin yerini alıyor. Hayatımızdan çıkan şeyler ise öyle sıradan şeyler değil. Bizleri var eden, bizlerin karakterini inşa eden bir hayat tarzı gidiyor elden.
Toplum olarak biz sadece çeliğin, mermerin gücüne önem verir olduk. Bunlar ise hep maddeyle ilişkili şeyler. Oysa biz, ruhun kemalâtına önem verirdik bir zamanlar, Yûnus gibi “Mal da yalan mülk de yalan/ Gel biraz da sen oyalan” deyip dudak bükerdik dünyaya ve tevazu üzerine inşa ederdik hem hayatımızı hem de hayatımızı sürdürdüğümüz mekânları.
Sözü uzatmamalı: Ben Bursa’ya üç değişik tarafından da girdiğimde, göğü arsızca yırtan ulu(!) otelleri, ulu(!) gökdelenleri değil, kalem olup göğe yazı yazan ulu minareleri görmek istiyorum kardeşim!..
Ahmet Serin
Dünya Bizim