Diyanet İslam Ansiklopedisi

MUHAMMED MADDESİ

III. Dindeki Yeri


 

B) İbadet Hayatı ve Hukuktaki Yeri.

İslâm’da imanın üç temel esa­sından birini nübüvvet konularının (di­ğerleri ulûhiyyet ve âhirettir) teşkil ettiği bilinmektedir. Kur’an’da Resûl-i Ekrem’in nebîlik konumuna temas eden âyetlerin bir kısmında onun peygamberler silsilesi­nin son halkasını oluşturduğu [456] peygamberlere gelen ilâhî emir ve yasaklan tebliğ edip fert ve toplumları manevî arınmaya tâbi tutma, onlara ki­tap ve hikmeti öğreterek hak dini yaşayacak bir olgunluğa kavuşturma görevi­nin Hz. Muhammed’e de verildiği ifade edilmektedir.[457] Bütün semavî din mensuplarının hürmetle anıp sahiplendiği Hz. İbrahim, oğlu İsmail ile birlikte Kabe’yi inşa eder­ken sonraki toplulukların içinden bu gö­revleri ifa edecek bir elçi göndermesini Allah’tan dilemiştir.[458] Nü­büvvetinin geçmişle bağlantısının ne ol­duğu hususunda sorulan bir soruya Hz. Peygamber’in verdiği cevap ilgili âyetle­rin bir açıklaması mahiyetindedir: “Nü­büvvetimin tarihî kaynağı atam İbra­him’in duası ve isa’nın benim peygamber olarak gönderileceğimi müjdelemesidir.[459] Yine Re­sûl-i Ekrem, kendisinin diğer peygamber­lerle olan münasebetini mükemmel inşa edilen, fakat bir tuğlası eksik bırakılan binaya benzetir.[460] Sâffât sûresin­de Hz. Nuh’tan itibaren bazı peygamber­lere ismen selâm okunduktan sonra Al­lah’ın bütün elçilerine selâm gönderilmiş, buna bağlı olarak Hz. Peygamber de, “Ba­na selâm okuduğunuzda Allah’ın diğer elçilerine de selâm okuyun, zira ben de onlardan biriyim” demiştir.[461] Bu âyet ve hadisler bütün peygamberlerle birlikte Hz. Mu­hammed’e de iman etmenin gereğini or­taya koymaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de. Hz. Muhammed’in nübüvvetle görevlendiri­lip gönülleri gerçeklere açık olan topluluk­lara gönderilmesi ilâhî bir lütuf diye ni­telendirilmekte [462] onun tebligatı ve oluşturduğu inançlı toplum, bunların tarih içinde oynadığı rol bütün insanlık için bir rahmet olarak değerlen­dirilmektedir.[463]

Resûl-i Ekrem’in Kur’an’ın muhteva­sında çok önemli bir yer tuttuğu görülür. Kur’ân-ı Kerîm’de çoğul sîgasıyla gelip Hz. Muhammed’ide kapsayan 170 civa­rındaki âyette “resul” ve “nebî” kelimeleri geçmekte, ayrıca Peygamber’in kendisi kastedilmek üzere resul 171, nebî de otuz dokuz defa tekrarlanmakta, yirmi beş kadar âyette de “irsal” kalıbından fiil­lerle risâlet görevi ona nisbet edilmekte­dir. On üç âyette “yâ eyyühe’n-nebî”, iki âyette “yâ eyyühe’r-resûl” hitabı yer al­maktadır.[464] Mâtürîdî, Allah’ın bütün peygamberlere kendi isimleriyle hitap ederken Muhammed aleyhisselâ-ma “ey resul, ey nebî” diye hitap etmesi­ni onun diğerlerine üstünlüğünün işareti olarak kabul etmiş,[465] onun bu görüşü talebesi Ebü’1-Leys es-Semerkandî vasıtasıyla Kâdî İyâz’a da intikal etmiştir.[466] Kur’ân-ı Ke-rîm’de dört âyette Muhammed ismi yer almaktadır. Bunların ikisinde “resûlullah” tabiri geçmekte [467] birinde resul olduğu ifade edil­mekte [468] birinde de dün­ya ve âhiret mutluluğuna erişmek için Muhammed’e inanmak şart koşulmakta­dır.[469] Diğer bir âyette, Hz. îsâ’nın kendisinden sonra gelecek re­sulü müjdelerken onun adının Ahmed ola­cağını söylediği bildirilmektedir [470] Seksen altı âyette Allah ve Muham­med kastedilerek resul kelimesi vav eda­tı ile bir arada zikredilmiş, on yedi âyette de “bizim resulümüz”, “O’nun resulü” an­lamındaki terkipler yer almıştır. Kur’an’­da ikinci ve üçüncü şahıs olarak Hz. Pey-gamber’le bağlantılı zamirlerin sayısı bin­leri bulmakta, ona yönelik “kul” (de ki) hi­taplarının sayısı 300’ü aşmaktadır.[471] Ezan içinde yer alan Muhammed ismi yirmi dört saatin her anında Allah adıyla birlik­te anılmaktadır. Buna çeşitli münasebet­lerle tekrarlanan kelime-i tevhid ve keli-me-i şehâdeti. farz namazlardan önceki ikâmette, ayrıca namaz içindeki Tahiyyat, Saili ve Bârik dualarında nebî ve Muham­med isminin tekrar edilişini eklemek ge­rekir. Çok defa dikkat çekmeyen bu iç içe sistem Hz. Peygamber’in dindeki konu­munu göstermektedir.

İnsan sadece maddî sıkıntılarının gide­rilmesiyle huzur bulamamakta, manevî desteğe de ihtiyaç duymaktadır. Tarih di­nin bu desteklerin başında yer aldığını or­taya koymaktadır. Resûl-i Ekrem de ya­kın ve uzak muhataplarının bu ihtiyacını derinden hissetmiştir. “Tebliğ ettiğin ilâ­hî mesaja inanmayacaklar diye neredey­se kendini helak edeceksin [472] “Kur’an’ı sana güçlük çekesin diye değil kalpleri etkilenip ürperecek kimseler için bir uyarıcı olarak in­dirdik [473] mealindeki âyetler bu gerçeğe işaret etmektedir. Müfessirler, Hicr sûresinde görülen (15/72) “ha­yatın hakkı için …” anlamındaki hitabın Resûl-i Ekrem’e Allah’ın bir iltifatı sayıl­dığını, böyle bir mazhariyetin başka hiç­bir peygambere nasip olmadığını İfade eder.[474] Eski peygamber­lerin hitap ettiği kavimler çoğunlukla iman etmedikleri için helak edildiği hal­de Hz. Muhammed’e, kendisi kavminin içinde bulunduğu sürece onların dünyevî bir cezaya mâruz bırakılmayacağı bildirilmistir.[475] Mi’rac dolayısıyla İsrâ ve Necm sûrelerinde Resûlullah’ı yü­celtici ifadeler kullanılmış, Kevser sûre­sinde birçok iyilik ve güzelliğin ona veril­diği zikredilmiştir. Bu sûrede yer alan Kevser ile İsrâ sûresinde (17/79) Resûl-i Ekrem’e vaad edüen makâm-ı rnahmûd bir arada düşünüldüğünde Peygamberin getirdiği mesajın dünya var oldukça et­kinliğini sürdüreceği yolunda bir sonuca ulaşmak mümkündür.

Bütün peygamberler hitap ettikleri toplumları eğitime tâbi tutmakla görev­lendirilmiştir. Çeşitli âyetlerde Resûl-i Ek­rem’e muhataplarını manevî kirlerden temizleyip arındırması yolunda faaliyet göstermesi, huzur ve sükûnete kavuşma­ları yönünde kendilerinin de şahit olacağı şekilde dua ve niyazda bulunması emre­dilmiş şahsına karşı işleyebilecekleri kusurları affetmesi, ayrıca günahlarının bağışlanması için Allah’tan mağfiret dilemesi istenmiştir.[476] Âyetlerde Pey­gamber ile münasebetleri konusunda topluma da sorumluluklar yüklenmiş, fertlere Allah tarafından görevlendirilen bir elçinin mutlak itaatle karşılanması ge­rektiği hatırlatılmış, günah işlediklerinde Peygamber’e başvurup af dilemeleri, Peygamber’in de kendileri için bağışlan­ma talebinde bulunması halinde Cenâb-ı Hakk’ı fazlasıyla bağışlayıcı ve merhametli bulacakları bildirilmiş [477] ay­rıca müminlerin resuiün duasını isteme­leri tavsiye edilmiştir.[478]

Çeşitli âyetlerden hareketle bir müslü-manın Resûl-i Ekrem’e karşı görevlerini, dolayısıyla gerçek bir mümin olmasının şartlarını ona inanmak, itaat etmek, onun izinden gitmek, onu sevmek ve salâtü se­lâmla anmak şeklinde beş kategori halin­de sıralamak mümkündür. Kur’an’da Hz. Peygamber’in risâletinin bütün insanları kapsadığını belirten âyetin devamında Al­lah ile birlikte resulüne de iman edilmesi emredilmiş [479] bu emir baş­ka âyetlerde iman ve itaat şeklinde tek­rarlanmıştır [480] Kur’ân-i Kerîm’in on iki yerinde emir şeklinde, beş âyette fiil kalıplarıyla Allah’a itaatle resulüne itaat beraber zikredilmiş [481] resule itaat edenin Allah’a itaat etmiş sa­yılacağı belirtilmiş, Allah ile birlikte resu­lüne itaatin kadın ve erkek müminlerin şiarı olduğu bildirilmiştir.[482] Kâdî İyâz, Cenâb-ı Hakk’ın bu tür âyetlerde kendi ismiyle resulünün ismini, ken­disine itaatle resulüne itaati iştirak ifade eden atıf “vâv”ı ile yanyana getirdiğini, böyle bir bağlantının Hz. Muhammed’-den başkası için mümkün olmadığın! kay­detmiştir.[483]

Kur’an’da her şeyi kuşatan ilâhî rah­metten faydalanacak kimselerin nitelik­leri belirtilirken Tevrat’ta ve İncil’de ken­disine atıfta bulunulan ve ümmî bir nebî olan resule tâbi olmalarından söz edilir  böylece yahudilerle hıristiyanların da ona inanmaları gerektiğine işaret edilir. “De ki: Allah’ı seviyorsanız ba­na uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahla­rınızı bağışlasın” mealindeki âyet [484] Hz. Peygamber’in Asr-ı saadet­teki muhatapları yanında bütün insan­lığa bir çağrıdır. Ayrıca meşakkatli Tebük Seferi’ne katılan muhacir ve ensar grup­larının “zor gününde nebîye uyma” sınavı­nı başardıkları için ilâhî rahmet ve yakın­lığa lâyık görüldüğü bildirilmektedir. Bu olayla ilgili âyetlerin sonuncusunda, “Me­dine halkına ve onların çevresindeki be-devî Araplar’a Resûlullah’tan geri kalma­ları ve onun hayatından önce kendi hayat­larını düşünmeleri yakışmaz” denilmek suretiyle Hz. Peygamber’e gösterilmesi gereken saygı ve bağlılık vurgulanmıştır.[485]

Diğer nebilerin yanında Hz. Muham-med’in de muhataplarının hak dini be­nimseyip ebedî mutluluğa erişmelerini gönülden arzu etmesi ve bunun gerçek-leşmemesinden derin üzüntü duyması onun insan sevgisinin bir göstergesidir. Resûl-i Ekrem insanların Allah’ı tanıma­larına ve sevmelerine aracı olduğuna gö­re [486] hem yaratanı hem ya­ratılmışı seven bir insandır. Kendisi “ha-bîbullah” olduğunu, fakat bunu övünme vesilesi kılmadığını söylemiş [487] habîbullah nitele­mesi müslümanların “resû!ullah”tan son­ra en çok tekrar ettikleri vasıf olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de Peygamber’in mümin­lere kendi canlarından daha yakın olduğu [488] sıkıntıya düşmeleri ha­linde üzülüp üzerlerine titreyen, şefkat ve merhamet gösteren bir duyarlılığa sahip bulunduğu [489] ifade edilmektedir. Ebû Hüreyre’nin rivayet et­tiği bir hadiste Resûl-i Ekrem muhatap­ları karşısındaki konumunu, ateşe düş­mekte ısrar edenleri bellerinden yakala­yıp kurtarmaya çalışan kimsenin durumuna benzetmiştir.[490]

Ebû Abdullah el-Halîmî. Resûlulla özelliklerini bilen aklıselim sahibi bir I nin onu babasından ve hocasından d çok sevmesi gerektiğini söylemiş, bu da bazan sevginin sevilenden beklen lecek menfaatlerden kaynaklandığına ret etmiş, ancak Peygamber sevgis bu merhaleyi aşarak tazim ve hürmet recesine yükselmesinin lüzumunu be mistir.[491] Resûl-i rem, muhtemelen övünç vesilesi ol; algılanmaması ve sonraki dönemle Hıristiyanlık’ta görüldüğü gibi aşırı te kilere yol açmaması için kendisinin üs lüğünü dile getiren beyanlara fazla vermemişse de birçok hadis mecmu; da Peygamber sevgisine dair bazı if; leri mevcuttur. “Sizden hiçbiriniz ben basından, evlâdından ve bütün insaı dan daha çok sevmedikçe iman etmiş maz” mealindeki hadis [492] bunlardan bir Kur’ân-ı Kerîm’de geçmiş peygam lere, seçkin kullara ve cennet ehlim lah’ın selâmı İfade edildiği gibi [493] Al!; ve meleklerinin Peygamber’e saiât e leri bildirilerek müminlerden de ona: tü selâm getirmeleri istenmiştir.[494] Allah’ın birine salâtı “raht günahlardan arındırma, manevî mak, nı yüceltme” mânasına kabul edilmiş, [eklerin ve müminlerin salâtı da o kir nin bağışlanıp yüceltilmesi şeklinde rumianmıştır [495]Namazlarda tekrar edilen Tahiyyat ı sında Allah’a, Peygamber’e, namaz k ların kendilerine ve Allah’ın bütün : kullarına salâtü selâm okunur, ardır Resûl-i Ekrem’e ve Hz. İbrahim’e öze lât ve bereket dualarında bulunulur tür metinler Hz. Muhammed’in ki sünnet. İslâm inancı ve dolayısıyla İbc teki konumunu göstermektedir.

Müminlerin Hz. Peygamber’e karş revleri sıralandıktan sonra belirtili gereken bir husus da ona karşı saye lık gösterilmesine izin verilmeme; Bütün peygamberler, inkarcıların I kuvvete dayanan reaksiyonlarının ya ra psikolojik eziyetlerine de mâruz mıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de “nebîye vey lah’a ve resulüne eziyet” diye ifade len, dünyada ve âhirette lanete ve t verici cezaya sürükleyeceği haber ve bu davranış [496] II. (VIII.) yüzyıldan itibaren günd getirilmiş, muhtemelen ilk defa Kâdi tarafından derli toplu olarak ele alınmıştır [497] Peygamber’e ezi­yet alay, küçümseme, çekiştirme, ayıpla­ma, iftira, aile hayatını karalama vb. şe­killerde olabilir. “Seb” ve “şetm” (dil uzat­ma, ta’netme, şahsiyetini zedeleyici asıl­sız eleştiriler yapmal kelimeleriyle ifade edilen bu tür eziyetler dinî ve ahlâkî ha­yata maddî eziyetlerden daha büyük za­rarlar getirebilir. Âlimler Hz. Peygam­ber’e dil uzatan müşrik, münafık, inkarcı ve bozguncuların zararlarını ortadan kal­dırmak için bazı maddî müeyyideler be­lirlemiştir.[498]

Kur’an’da Cenâb-ı Hakk’ın, resulü Mu-hammed’i bütün dinlere hâkim olacak hak dinin nebîsi olarak gönderdiği [499] onu peygamberlerin so­nuncusu yaptığı [500] Kur’an’ı bozulmak ve yok olmaktan koruyup ken­di muhafazası altına aldığı [501] hak dinin son halkasını teşkil eden İslâ­miyet’i nihaî şekline erdirdiği [502] ve ondan başka din arayışına kalkı­şanın bu davranışının asla kabul görme­yeceği [503] ifade edilmiş, bu suretle Resûluilah’ın son peygamber ol­duğu vurgulanmıştır. Ayrıca bunu belir­ten birçok rivayet hadis kitaplarında yer almıştın. Hz. Muham-med’e verilen risâletin evrenselliği çeşitli âyetlerde belirtilmektedir.[504] Son pey­gamberin nübüvvetinden günümüze ka­dar geçen on dört asırlık zaman içinde peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkanlar olmuşsa da bu hareketler sapkınlık ola­rak değerlendirilmiş ve iddia sahipleri kit­leleri etki I eyemem iştir. Bu sosyolojik rea­lite sözü edilen faaliyetlerin ilâhî irade ve planla da bağdaşmadığını göstermekte­dir.[505]

Allah nezdinde makbul ve seçkin insan­lar olan peygamberlerin arasında üstün­lük farkının bulunduğu Kur’an’da bildiril­miştir.[506] Re-sûl-i Ekrem, övünç vesilesi yapmadan kendisinin insan türünün ve kıyamet gü­nünün efendisi olduğunu söylemekle bir­likte. Yine, “Meryem oğlu îsâ aşırı bir şekilde Övüldüğü gibi beni de Övmeye kalkışmayın” demiş [507] veko-nuşması sırasında onu överken aşırılığa kaçan bir sahâbîyi uyarmıştır.[508] Kâdî İyâz, Hz. Peygamberin beyanları arasın­daki farklılığı tevazu gösterme, diğer pey­gamberlere bir nakısa getirmeme ve esa­sen nübüvvetle risâletin kendisinde bir üstünlük tercihinin bulunmaması gibi se­beplerle açıklamıştır.[509]

Kur’ân-ı Kerîm’de geçmiş peygamber­ler için “abd” ve “beşer” kelimeleri kullanıl­mış, on âyette Resûlullah’tan abd olarak söz edilmiş, ayrıca beşer olduğunu söyle­mesi emredilmiştir.[510] Bu husus birçok hadiste de yer almıştır.[511] Resûl-i Ek­rem kendisine hürmette aşırıya kaçılma­sını menetmiş [512] ölüm döşeğinde iken. peygamberle­rinin kabrini mâbed edinenleri ağır bir dille yermiş, müslümanları böyle bir dav­ranıştan sakindırmıştır.[513]

İslâm dininde Peygamber sevgisine bü­yük önem verilmekle birlikte bütün sev­gilerin üstünde Allah sevgisinin bulun­duğu özellikle belirtilmiştir.[514] “Bir şeyi aşırı derecede sevmen gö­zünü kör, kulağını sağır edebilir” mealin­deki hadisin de işaret ettiği gibi [515] Peygamber sevgisi onun gerçek hayatı, şahsiyeti ve dindeki konumuyla paralel olmalıdır. Ehl-i kitap, aslında tek tanrı inancına sahip olduğu halde peygamberlerine beşer üstü bir ko­num biçmiş, böylece tevhid ilkesini zede­lemiştir.[516] İslâm tarihinde Hz. Peygamber’İ tanrılaştırmaya kadar gi­den inanç grupları ortaya çıkmamişsa da onun gerçek hayatı, şahsiyeti ve konu­muyla bağdaşmayan bazı aşın telakkiler bilhassa halk kitleleri arasında etkili olmuştur. Zaman zaman yabancılar tara­fından Resûl-i Ekrem’in şahsiyetiyle ilgili yakıştırmalar ileri sürülmüş, bunun ya­nında Peygamber’İ yüceltme amacıyla asılsız rivayetler ve hayal ürünü malzeme­ler de üretilmiştir. Aklî ve naklî ilimler ala­nında uzman olan bir kısım âlimler dahi Resûlullah’a dair haber ve rivayetlerde bazı yanlışlıklara düşmüştür. Nitekim Ebû Abdullah el-Halîmî, el-Minhâc il şu’a-hi’1-îmûn adlı eserinin Peygamber sevgi­sine ayırdığı bölümlerinde sa­hih olmayan birçok rivayeti toplamıştır. Aynı şey. Kâdî İyâz’ın eş-Şifâ3 ve Süyûtî”-

nin el’Haşâşü’l’kübrâ adlı eserleri için de söz konusudur. Süyûtî, el-Le’âli’l-maşnüVsında mevzu olduğuna hükmet­tiği rivayetlerle ilk dönem muhaddisleri-nin zayıf veya mevzu kabul ettiği nakille­rine bile bu eserinde yer vermiştir. Hz. Muhammed’in şahsiyetini doğru olarak bilip tanımak, iman ve gönül hayatını ona göre düzenlemek her müslümanın önem­li görevlerinden biridir. Zira Muhammed aleyhisselâmın Kur’an ve Sünnet ile sahih siyer kitaplarında yer alan gerçek şahsi­yeti taklit edilip uyulması mümkün olan en güzel örnektir.

Bibliyografya :

Râgıb el-İsfahânî, ei-Müfredât, “cazr”, “siy” md.Ieri; M. F. Abdülbâki. el-Mu’cem, “nb’e”, “rsl”, “kvl”, “tvca”, “sim”, “rabd”, “bşr” md.le-ri; Wensinck, el-Mu’cem., I, 183 |”bşr” md.]; IV, 108, 109 (‘”abd” md ], Müsned,I, 23-24, 395, 410, 429-430, 462; II, 241, 428. 460; III, 249; IV, 127, 128, 194, 256, 379, 381; V, 194, 227, 262; VI, 450; Dârİmî. “Mukaddime”, 8; Buhârî. “Menâkıb”, 18, “îmân”, 8, “Enbiy┑, 3, 24, 35, “Tefsir”, 17/5, “Huşûmât”, 1, “Hudûd”, 31, “Şalât”, 55, “Ezan”, 95; Müslim. “Fezâ’il”, 17-18,21-23, 160-163, 166-167, “îmân”, 69, 337-338, “Cunfa”, 48, “MesâncT, 19-23, “Şalât”, 35-38; Ebû Dâvûd. “Sünnet.”, 13, “Nikâh”, 40, “Edeb”, 116;Tirmizî,”Menâkıb”, i,”Edeb”, 82, “Radâc”, 10; Taberi. Câmi^u’l-beyân [nşr. Sıdki Cemîl el-Attâr). Beyrut 1415/1995, XXIII, 139; Mâtürîdî, Te’uüâtü’l-lSur’ân, Süleymaniye Ktp,, Mihrişah, nr. 176, vr. 183b; Ebû Abdullah el-Ha­lîmî, el-Minlıâcfişu’abi’l-İmârUnşr. HilmîM. FÛde), Beyrut İ399/1979, II, 45-178; Kâdî İyâz. eş-Şifâ I, 24. 62, 307-309; II, 625-627, 932-1046; İbn Kesîr, Tefsîrü’i-Kur’ân.Beyrut 1385/ 1966, VI,43; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ’, Kahire 1351, I, 343-344; Şevkânî, Fetlm’l-kadîr, Kahire 1349-51, III, 132; Muhammed Abduh. Risâletü’t-teu-/îfd(nşr. M. Reşîd Rızâ), |baskı yeri ve tarihi yok| (Dâru ibn Hazm|, s. 160-161; Bekir Topaloğlu, “Peygamber’e Saygısızlığın Dinî Hükmü”, Hz, Peygamber ue AiieHayatı (haz. İ. Liitfi Çakan -İsmail Kurt). İstanbul, ts. (İlmî Neşriyat), s. 429-445.  


B) İbadet Hayatı ve Hukuktaki Yeri.

Hz. Peygamber’in, içinde yetiştiği toplumun dinî telakkilerinin merkezinde yer alan çok tanrı inancından ve putlara tapma gibi ritüellerden baştan beri uzak durdu­ğu, peygamberlik öncesinde Kabe’yi ta­zim gibi İslâm’daki ibadet anlayışına pa­ralel dinî davranışlarda bulunduğu bilin­mektedir. Onun vahiy almadan önceki dö­nemde geçmiş peygamberlerden birinin dinine göre amel etmekle yükümlü olup olmadığı meselesi İslâm âlimlerince geniş biçimde tartışılmıştır. Hz. Muhammed’in tâbi değil metbû sayıldığı gerekçesiyle buna olumsuz bakanlara karşılık bazı de­lillerden hareketle ve Âdem. Nûh, İbrahim, Mûsâ, îsâ isimlerini tasrih ederek belirli bir peygamberin dinine uyduğunu ileri sürenler yahut izlediği yolun bütün peygamberlerin dinine uygun olduğunu söyleyenler de vardır. Birçok usulcü ise aklen mümkün görünse de böyle bir mü­kellefiyetin fiilen varlığı konusunda delil bulunmadığı için bir hüküm belirtmenin doğru olmayacağı kanaatindedir. Resû-lullah’ın hayatını inceleme ve değerlen­dirme açısından önem taşıması bir yana, muayyen bir naklî bilgiye değil değişik naslardaki ifadelerin yorumuna dayanan bu görüş ve tartışmaların bizzat Resûl-i Ekrem’in yükümlülüğü açısından pratik sonucunun bulunmadığı genellikle kabul edilir. Bu konunun fıkıh usulündeki asıl önemi ise Kitap ve Sünnet’te anılan, fakat yürürlükte bırakıldığı veya kaldırıldığı bil­dirilmeyen önceki İlâhî dinlere ait hüküm­lerin müslümanlar bakımından da kaynak değeri taşıyıp taşımamasıyla ilgilidir.[517]

Kur’ân-i Kerîm’de kendisine itaatin Al­lah’a itaat etmek gibi olduğu ve Kur’an’ı insanlara açıklamakla görevlendirildiği bildirilen Hz. Muhammed’in [518] teşri” içerikli söz. fiil ve onaylarının kitaptan sonra ikinci ana kay­nak sayılması, ibadetlerin yanı sıra hukukî İlişkiler alanına ait meselelerin hükümle­rini delillerden çıkarma işini üstlenen fı­kıh ilminin bütün İslâm âlimlerince kabul gören temel ilkelerinden biri olduğundan, Resûl-i Ekrem’in hayatının peygamber­lik sonrası dönemi İslâmiyet’teki ibadet ve hukuk ahkâmı bakımından özel bir önem taşır. Usûl-i fıkıhta bu anlamıyla sünnet delili çok geniş biçimde incelen­miştir. Hadislerin rivayetiyle ilgili mese­leler yanında değişik sünnet türlerinden ve özellikle Hz. Peygamberin fiillerinden farklı mânalar çıkarılabilmesi olgusu ve sünnetin kitap delili karşısındaki konu­mu etrafında gelişen metodolojik tartış­malar bu konuda zengin bir literatürün oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bu ara­da Resûlullah’ın teşri’ içerikli tasarrufla­rının peygamber sıfatıyla yahut hâkim veya devlet başkanı gibi bir sıfatla işlen­miş olması da bunlara bağlanacak sonuç­lar açısından önemlidir. Doğrudan pey­gamberlikle ilgisi bulunmayan ordu dü­zeni, meyve ağaçlarına aşı yapılması gibi konularda Resûl-i Ekrem’in kendi bilgi ve tecrübesine göre kararlar verdiği hususu genel kabul görmekle birlikte onun şer’î hüküm kapsamına giren meselelerde ic-tihad yoluyla -vahiy almadan- açıklama yapmasının mümkün olup olmadığı hususu tartışılmıştır. Şer’î hüküm ve re’y kavramlarının tanım ve kapsamıyla ilgili görüş farklılıklarının etkisi altında cere­yan eden bu tartışmalarda iki temel yak­laşımdan biri Hz. Peygamber’in ictihad yoluyla bir şey söylemediği, diğeri de bu­nun mümkün olduğu yönündedir. Hatta ikinci grupta yer alan Hanefî usulcüleri-ne göre Resûl-i Ekrem gerektiğinde icti­had etmekle görevlidir ve bu konuda üm­metine örnek teşkil etmiştir. Bununla birlikte onun içtihadı vahyin kontrolünde olmasıyla başkalannınkinden ayrılır; di­ğer bir ifadeyle onun ictihadla ulaştığı so­nuçlar vahiyle düzeltilmemişse isabetin­de tereddüt kalmaz ve vahiyle sabit hü­kümler gibi hüccet kabul edilir.[519]

Hz. Muhammed’in sîreti. ibadet kavra­mının “Allah’ın hoşnutluğunu kazanma çabası içinde olma ve bu maksatla yapı­lan iradî davranışlar” şeklindeki geniş an­lamı esas alınarak incelendiğinde onun bütün yaşantısının bu amaca yönelik ol­duğu görülür. İbadetin “yaratana saygı, sevgi ve itaatin simgesi olan belirli dav­ranış biçimleri” mânası esas alındığında ise onun başta namaz, oruç, zekât ve hac olmak üzere bu kapsama giren ibadet­lerle ilgili söz. uygulama ve davranışları­nın özünü ve amacını Allah’a tam bir tes­limiyetle, içtenlikle, sırf O’nun rızasını gözeterek, vahiyle bildirilenlere sadık kala­rak kulluk yapma ve ruhu arındırma ça­bası içinde olma şeklinde ifade etmek mümkündür. İbadetin şekli konusunda Resûlullah’ın kendisinin örnek alınmasını istemesi [520] dar anlamıyla ibadetin vah­yin sınırları içinde kalması gerektiği husu­sunda bir uyandır. Resûl-i Ekrem cema­atle namazı teşvik etmiş ve ashabına biz­zat imamlık yaparak bu konudaki örnek­lik misyonunu hayatı boyunca sürdür­müştür. Birçok hadisinde genel olarak temizliğin ve manevî arınmanın önemini vurguladığı gibi bazı ibadet şekillerinde beden, elbise ve ibadet mahallinin mad­dî temizliğinin, ayrıca bir çeşit ibadet temizliğinin (hükmî temizlik) şart olduğu­nu bildirmiştir.[521] Hz: Peygamber’in günlük yaşayışını inceleyen eserlerde ibadetlere ilişkin uygulamala­rına da geniş yer verilmiş olup bunların müslümanlar açısından ne anlam ifade ettiğini belirlerken onun İbadet hayatını bir yandan peygamberlik görevinin, öte yandan şükreden bir kul olabilmenin [522] icapları arasında den­geleyerek düzenlediği göz ardı edilme­melidir. Nitekim Hz. Muhammed’in bu alandaki bazı uygulamalarının ümmeti için bir ölçü sayılmadığı veya aynı hükmü taşımadığı naslarda ifade edilmiştir. Me­selâ visal orucu ümmeti için caiz değildir ve ona farz olan teheccüd namazı üm­meti bakımından nafile ibadetlerdendir. Diğer taraftan Resûlullah’ın ibadetlere ve günlük yaşantıya ilişkin uygulamaların­dan bunların dinî bildirim içermekle bir­likte vücûb düzeyinde bağlayıcı olmadığı sonucuna ulaşılanlar teklifi hüküm ter­minolojisinde mendup kavramıyla, Hz. Peygamber’in verdiği önem derecesine göre de sünnet-i müekkede, sünnet-i gayri müekkede, mendup. müstehap gibi kavramlarla ifade edilir. Fakat hacdaki bir kısım uygulamalarında görüldüğü gibi bir ibadetle ilişkili olan bazı fiilleri bir kısım âlimlerce ibadet amaçlı sayılırken bazıla­rı tarafından başka gerekçelerle açıklan­mıştır. Bu arada Resûl-i Ekrem’in teşrîî otoritesi ibadetler kapsamında mütalaa edilen helâl-haram meseleleri açısından değerlendirilirken kendisinin dünya ni­metlerinden haz alan ve buna bağlı ter­cihlerde bulunan bir beşer olduğu da [523] göz ardı edilmemelidir. Bu se­beple usul âlimlerince, onun sırf beşer olarak İşlediği fiillerin yükümlülük ifade eden şer’î hükümlere dayanak kılınama­yacağına, ancak mubahlık hakkında özel delil sayılabileceğine, bütün terklerinden de haramlık sonucunun çıkarılamayaca­ğına dikkat çekilir. Hz. Peygamber’in, sof­radaki yemeğin kızarmış bir keler olduğu­nun açıklanması üzerine yemekten vaz­geçtiğini farkeden ve onun haram mı ol­duğunu soran sahâbîye, “Hayır, bizim yö­rede bulunmaz, hoşuma gitmediği için yemiyorum” cevabını vermesi [524] bu hususu des­teklemektedir. Resûlullah’ın bu alandaki bildirimlerinden ve ümmetine örnek ol­mak üzere yaptığı uygulamalardan çıkan önemli bir sonuç da şudur: İbadet hü­kümlerinde insana gücünün üstünde bir görev yüklenmemesi, kolaylık ve kolay­laştırma temel ilke olmakla birlikte kişi­nin de belirtilen çerçevede kalan yüküm­lülüklerin aşkın bir kaynaktan geldiği, yüksek hakikat ve hikmetler içerdiği inan­cını koruyarak tam bir teslimiyet içinde bulunması ve bunların meşakkatini bir külfet değil yüce varlığa kul olma hazzını tattıran görevlerin tabii uzantısı şeklinde telakki etmesi gerekir. Nitekim Hz. Peygamber, bazı dinî yükümlülükleri ağır bu­lan ve İslâmiyet’e şartlı olarak girmek is­teyen kişilere ve gruplara tâviz vermemiş, sadece onların içinde bulunduğu şartlara göre geçici kolaylıklar sağlamıştı.[525]

Diğer taraftan müslümanların Resûl-i Ekrem’e karşı vecîbeleri kapsamında bazı özel hükümler vardır ki bunların bir kıs­mı onun hayatından sonrası için de yü­rürlüktedir. Meselâ Peygamber’e itaat ve sevgi ilkesi sahâbîleriyle sınırlı olmayıp bütün müminler için geçerli ve önemlidir. Salavat getirerek onun İçin dua edilme­si ve ona olan sevgi ve bağlılığın değişik vesilelerle tazelenmesi emir ve tavsiye edildiği gibi [526] fıkhî hükmü hak­kında mezhepler arasında farklılıklar olsa da- namazların her oturuşunda diğer sâ-lih kullarla birlikte Peygamber’in özel ola­rak selâmlanmasın! içeren Tahiyyat dua­sının okunması [527] ve bazı na­mazların ilk oturuşuyla bütün son oturuş­larda Resûlullah’ın yanı sıra İslâmiyet’in tebliğinde seçkin bir yere sahip olan aile­sine salât okuyarak [528] minnetle anılması na­mazın tâli unsuru sayılmıştır. Bu kapsam­daki hükümlerin bir kısmı ise sadece be­lirli bir süre uygulanmış veya onun yakın çevresindeki müminleri muhatap almış­tır; ancak bunlardan çıkan sonuçlar da bütün müslümanlar için önem taşır. Me­selâ Hz. Peygamber’le özel görüşme yap­mak isteyenlerden hali vakti yerinde olan­ların fakirlere bağışta bulunması emrinin [529] asıl hedefi gerçek­leşince tasadduk hükmünün bir kural ha­linde işletilmesine gerek kalmamıştır. Fa­kat müslümanların böyle bir tecrübe ya­şamaları, geride bir yandan Resûl-i Ek­rem’in nezaketine ve insanları incitme­mek için gösterdiği hassasiyete dikkat çeken, öte yandan imkânı olanların ihti­yaç sahiplerini sürekli gözetme vecîbesi­ne vurgu yapan öze! bir mesaj bırakmış­tır. Resûlullah’ı ziyaret ederken, onun hu-zurundayken ve ona hitap ederken âdâb-ı muaşerete uyma hususunda daha özenli davranılmasını emreden, onu üzecek ha­reketleri yasaklayan ve onu incitmeyi Al­lah’ı incitme gibi niteleyen âyetler de [530] şeklen onun ha­yatıyla sınırlı hükümler içermekle birlikte, bunların bütün müminler için peygam­berlik makamına ve Resûl-i Ekrem’in hâ­tırasına gösterilmesi gereken saygı hususunda dikkatli olunması mesajı taşıdığı açıktır.

İslâm tebliğinin temel ilkelerinden olan tedrîcîlik uyarınca hukukî ilişkiler alanın­daki bozuk yapının ıslahı için önce inanç ve ahlâk temellerinin hazırlanmasına ağır­lık verilmiş, bu alanda toplu bir düzenle­me yapma cihetine gidilmemiştir. Hz. Peygamber’in Medine’ye yerleşirken ora­daki yetkililerin katılımıyla oluşturduğu esas teşkilât içerikli metin, bir yandan dı­şa karşı tek bîr yönetici tarafından tem­sil edilecek siyasî birliği tescil ederken öte yandan müslümanların kendi içinde ba­ğımsız bir sosyal yapı teşkil ettiklerini, do­layısıyla Mekke dönemindekinden farklı olarak hukukî yaptırımları olan kurallar döneminin başladığını gösteriyordu. Gü­nümüze ulaşan bu yazılı belgeden Hz. Muhammed’in, yeni kurulan siyasî birli­ğin başkanı ve içeride farklı gruplar ara­sında çıkabilecek ihtilâfların nihaî yargı mercii olduğu anlaşılmaktadır ve uygula­ma da bu yönde gerçekleşmiştir. Müslü­manlar bakımından yapılacakyeni huku­kî düzenlemelerin vahye dayanması esas olduğundan teşri” erkinin merkezinde Re­sûlullah’ın yer alması tabii idi. Kaldı ki. Hz. Peygamber’in ve onun sağlığında saha­benin ictihad ettiğini kabul edenlere gö­re de, Resûl-i Ekrem’in bu içerikteki İcti-hadî görüşleri doğrudan ilâhî vahiyle ve Peygamber’in muttali olduğu sahabeye ait ictihadlar onun tarafından düzeltil-memişse neticede vahiy kapsamında sa­yılmaktadır. Yargı ve yürütme erklerinin işletilmesi ise Resûlullah’ın bizzat yetki kullanması veya başkalarını yetkilendir­mesi yoluyla gerçekleşmekteydi.

Hz. Peygamber’in hukukî ilişkiler ala­nında tebliğ ettiği ilke ve hükümlerle or­taya koyduğu Örnek uygulamaların ortak hedefi daha çok belli kişi ve grupların menfaatlerini korumaya yarayan, bilgi­sizlikten beslenen, taklide dayalı bozuk yapının değişmesi yönünde bir zihniyet inkılâbı gerçekleştirmek; ilâhî iradeye ay­kırılık taşımamak şartıyla adalet ve mas­lahatın dengelenmesine dayalı bir meş­ruiyet anlayışı tesis etmek; İnsanın insan olmaktan kaynaklanan değerlerini koru­mak: yönetenlerle yönetilenler arasında­ki ilişkilerde hukuku hâkim kılıp keyfîliği önlemek; barışı, zulüm ve zorbalığa karşı tavır koymayı esas alan bir milletlerarası ilişkiler düzeni kurmak şeklinde özetle­nebilir. Eskiye ait her şeyin sökülüp atıl­ması amaçlanmadığından Resûlullah’ın getirdikleriyle İslâm öncesi döneme ait olanlar arasındaki ilişki hep ilga yönünde olmamış, İslâm teşriinin ilkeleriyle çatışmayan, toplumda köklü yer tutmuş ku­ral ve kurumların önemli bir kısmına do­kunulmamış veya değişiklikler yapılarak korunmuştur. Bazı kavâid müelliflerinin İbadetler ve hukukî ilişkiler alanındaki bü­tün sonuçlan kuşatıcı nitelikte kabul et­tiği beş temel prensip, kitabın yanı sıra Hz. Peygamber’in birçok söz ve uygula­masından destek alır. Bunlardan Me-celle’öe, “Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir [531] “Zarar izâle olunur [532] şeklinde ifade edilenler özellikle Resûlullah’ın cevâmiu’l-kelimden (veciz sözler) sayılan, “Ameller ancak niyetlere göredir”  “Za­rar vermek de zarara zararla mukabele etmek de yoktur [533] mealindeki hadislerine dayandırılır. Hakkında özel düzenleme bulunmayan durumlarda örf ve âdetin hakem rolü üstleneceğini belirten, “Âdet muhakkem-dir” kaidesi de [534] yukarı­da temas edilen sosyal gerçekliklerin dik­kate alınması yönündeki teşri” siyaseti­nin özlü bir ifadesidir. Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği hükümle­rin ve gerçekleştirmeyi hedeflediği zih­niyet inkılâbının doğru anlaşılabilmesi açısından onun olumsuz bulduğu davra­nışlar hakkındaki sözlerini bizzat kendi­sinin onları yapmama şeklindeki uygula­malarıyla pekiştirmesinin ayrı bir önemi vardır. Meselâ kölelik bir hamlede ve ke­sin biçimde kaldırılmamakla birlikte Kitap ve Sünnet’te bu kurumun tedricen kalk­masını sağlayacak düzenlemelere yer ve­rilmiş, Resûl-i Ekrem de kölelere iyi mua­mele edilmesini, hatta onlara ailenin bir ferdi gibi davranılmasını ısrarla istemiştir.[535] Bizzat kendisinin peygamberlik ön­cesinde hediye edilen köleyi azat etmesi ve daha sonra bu tavrına sahip çıkması, Medine döneminde köle edinme imkân­ları varken bu yola tevessül etmediği gibi hukukî yollarla mülkiyetine geçen köle ve cariyelerini de uzun süre bu statüde tut­mayıp tamamını hayatta iken azat etmesi [536] onun insanın özgür­lüğüne verdiği değer hakkında önemli mesajlar içerir. Yine, evlilikte karşılıklı hak ve ödevlere riayetin önemini belirtmekle birlikte sosyal gerçeklik olarak kadının mağduriyetini dikkate alan Resûl-i Ekrem erkekler hakkında en iyi olmanın ölçütü­nü eşine iyi davranma şeklinde belirlemiş, kendisi de birçok evlilik yapmış olmasına rağmen hiçbir eşine nezaket sınırlarını aşan bir muamelede bulunmamış [537] aile kurumunun kadına değer verilmesi esasına dayalı ol­ması gerektiği hususunda kesin bir tavır ortaya koymuştur. Aynı şekilde öç alma­nın tutku haline geldiği bir toplumda ye­tişmesine, kendisini intikam almaya yö­neltecek şartların bulunmasına rağmen hayatı boyunca kişisel bir öç alma yoluna girmemiş, intikam konusundaki olumsuz bakışını.[538]

İbadetlerde olduğu gibi hukuk alanın­da da Hz. Peygamber’e özgü birtakım hükümler bulunduğu ve naslarda onun konumuna özel atıflar yapıldığı görülür. Kendisine bir imtiyaz tanınmasının söz konusu olmadığı bu hüküm ve atıflarla onun peygamber veya devlet başkanı sı­fatına, dolayısıyla görevinin yüklediği ağır sorumluluğa yahut bu konumunun mü­minler tarafından iyi algılanması gereği­ne dikkat çekmenin amaçlandığı anlaşıl­maktadır. Nitekim torununun zekât hur­malarından bir tane almasına bile müsa­ade etmeyip zekât gelirlerinin kendisine ve ailesine helâi olmadığını belirtirken [539] aynı zamanda yö­netimi kendisine verilen kamu mallarının şahsî serveti olmadığını da anlatmış olu­yordu. Yine zekât dışındaki devlet gelirle­rinden pay alma konusunda yetkisini kul­lanırken asgari geçim şartlarını esas al­mış ganimeti, diğer peygam­berler gibi o da ailesine zikre değer mad­dî bir miras bırakmamıştır. Buna karşılık kamu malına göz dikenlerin yüklendiği ağır vebale dikkat çektiği, aldatma yoluy­la kazanç sağlayanları şiddetle kınadığı [540] bilhassa malî konular­da keyfîliği önleyıp şeffaf yönetim ilkesi­ni titizlikle uyguladığı halde bunu idrak edemeyen ve Resûlullah’ı üzecek tavırlar ortaya koyan kişiler uyarılmış, onun konu­muna ve görevinin bir parçası olan takdir yetkisine saygı gösterilmesi istenmiştir.[541] Dört­ten fazla hanımla evlenmesine izin veril­mesi ve daha sonra eşlerini boşayıp yeni evlilikler yapmasının yasaklanması da [542] Hz. Pey­gamber’e has olup evlilik hayatının büyük bölümünü tek eşli geçirdiği dikkate alın­dığında bunların bazı hikmetlere dayalı istisnaî hükümler olduğu anlaşılır.

Resûlullah’ın asıl görevi ilâhî mesajı tebliğ etme ve açıklama olmakla beraber konumu ve içinde bulunduğu şartlar onun topluma liderlik yapması, dolayısıy­la sadece kendisinin değil ailesinin de ilgi odağı olması sonucunu beraberinde ge­tirmişti. Bu konumun aslî görevin lâyıkıy­la yerine getirilebilmesi açısından taşıdığı önemi ve ilgililerin bu husustaki ağır so­rumluluğunu hatırlatmak üzere Kur’ân-ı Kerîm’de, Peygamber ailesi hakkında top­lumsal refahtan pay alma arzusunu sınır­lamaktan aile üyeleri dışında kalanlarla görüşme usulüne varıncaya kadar bir dizi özel hüküm ve uyarıya yer verilmiştir. Re-sûlullah’ın eşlerinden, ya peygamber ha­nımı olarak kalma yahut dünya nimetle­rinden yararlanan sıradan bir fert olma arasında seçim yapmalarının istenmesi onları bilinçli bir statü tercihine yöneltir­ken bunun şeref yönü ve külfetiyle birlik­te çok özel bir statü olduğu ifade edilmiş­tir.[543] Resûl-i Ek­rem’in müminlere kendilerinden daha ya­kın ve eşlerinin de onların anneleri oldu­ğunu, vefatından sonra Peygamber eş­leriyle evlenmenin ebedî olarak yasaklan­dığını, buna karşılık Hz. Muhammed’in eski evlâtlığı Zeyd’in veya -öz çocukları dışında- hiçbir erkeğin babası olmadığını bildiren âyetler [544] beraber değerlendirildiğinde Resû-lullah ile müslümanlar arasında hukukî sonuçları bulunan bir akrabalık bağının tesis edilmesinin değil onunla müminler arasındaki manevî yakınlık bağının vur­gulanması yanında eşlerine özel bir saygı gösterilmesi gerektiğini zihinlere yerleş­tirmenin hedeflendiği ve bu amaçla da somut bir yasaklık hükmünün konduğu anlaşılmaktadır.

Bibliyografya :

el-Muuatta’, “Akzıye”, 1; Müsned, I, 200, 201; V, 73, 395, 424; Dârimî, “Şalât”, 42; Bu-hârî,”Bed’ü’l-vahy”, 1, “îmân”, 22, “Hayız”, 1, 7,”Zebâ:ih ve’ş-şayd”, 33, “TeFsîr”, 48/2, “Ezin”, 148,150,”Enbiyâ'”, 10, Da’avât”, 32, “Menâkıb”, 23, “Edeb”, 80; Müslim, “Taharet”. 1, 2, “İmân”, 43; İbn Mâce. “Ahkâm”, 17,”Ce-tıâMz”, 64, “Nikâh”, 51, “Cihâd”, 34; Ebû Dâ­vûd.”Şalât”, 73, 178-179,”Büyü1″, 5;Tirmİzî, ‘Taharet”, 3, “Edeb”, 41, “Vitir”, 21, “Da’avât”, lOO/’Radâ”, 11; Nesâî. “Menâsik”, 220, “İs-ti’âze”, 13, 65; ibn Sa’d. et-Jabakâtü’i-kübrâ, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), VIII, 52-150, 164-205; Cessâs, e!-Fuşûl fi’l-uşûl (nşr. Uceyl Câsim en-Neşemî), Kuveyt 1405/1985, III, 35-244; IV, 289-291; İbnü’t-Tallâ1, AkZıyetü Resûüllâh (nşr. M. Nizâr Temîm – Heysem Nizâr Ternîm), Beyrut 1418/1997, tür.yer.; Gazzâlî, e!-Müstaş-fâ, Bulak 1324, I, 129-173; il, 212-227; Ebû Şâme el-Makdisî, el-Muhakkak min ‘tlmi’l-uşûl Lnşr Ahmed el-Küveytîl. Amman 1409/1989, tür.yer,; Karâfî. el-Furuk, Kahire 1347 -> Bey­rut, ts. [Âlemül-kütüb). I, 205-209; Abdülazîz el-Buhârî. Keşfü’l-esrâr, İstanbul 1308, II,359-

404; İH, 2-104, 199-217; İbn Kayyım el-Cevziy-ye, Zâdü’i-me’âd, I-V, tür.yer.; Şâtıbî, ei-Muvâ-fakât, 1, 118; 111, 308-345; IV, 3-86; Şah Veliyyul-lah ed-Dihİevî, Hüccctuitâhi’i-bâliğa (nşr. Sey-yid Sabık), Kahire, ts. (Dârü’l-kütübi’l-hadîsel, I, 262-416; II, tür.yer.; Mecelle, md. 2, 20,36; R. Blachere. Le probleme de MahomeL, Paris 1952, tür.yer.; W. Montgomery Watt. Muhammad at Madina, Karachi 1981, s. 221-302; Muhammed el-Arûsî Abdülkâdir. Ef-Mü’r-Resûl ve delâietü-ha ‘aie’i-aljkâm, Cidde 1404/1984, tür.yer.; Nâ-diye Şerif el-Ömerî, İctihâdü’r-Resût, Beyrut 1405/1985,tür.yer.; M. Süleyman el-Eşkar. Efâ-lü’r’Resûl ue delaletiihâ ‘ate’l-ahkâmi’ş-şerty-ye, Beyrut 1408/1988, [-11, tür.yer.; E. Rabbath. Mahomet: Prophete arabe et fondateur d’etat, Beyrouth 1989, s. 243-337; Hamîdullah, İslâm Peygamberi iTuğl, 1-11, tür.yer.; Abdurrahman b. Abdullah ed-Dervîş, eş-Şerâ’İcıt’s-sâbık.a ue medâ hücciyyetihâ /Tş-şenta£n-/s/âmıyye, (baskı yeri yok] 1410, s. 239-251; İbrahim Kâfi Dönmez, “Hz. Peygamberin Tebliğine Hakim Olan Başlıca Hukuk Prensipleri”, Ebedî Risalet, İzmir 1993, 1. 161-181; Celâl Yeniçeri, Peygam­ber, Deulet Başkam, Aile Reisi Hz. Muhammed ue Yaşadığı Hayat, İstanbul 1420/2000, tür.yer.; M. Abdülhay el-Kettânî. Hz. Peygamber’in Yö­netimi: et-Terâtîbu’i-idâriyye tire. Ahmet Özeli. İstanbul 2003, 1-11, tür.yer.

Önceki sayfa 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11Sonraki sayfa