İslamın siyasi birliği ve bayramlar
Şimdiye dek çok kere Müslümanlar farklı günlerde bayram yaptılar. Ne oldu? Hiiç!
Zaman zaman aynı günde de bayram yaptıkları oldu. Ne oldu? Gene kocaman bir hiiç! Diyeceksiniz ki o zaman bunca çabaya ne gerek vardı? Kendimizi üzmeye değer miydi?
Müslümanları kültürel olarak bir arada tutan çok sayıda ortak payda var. Ama onların siyasî olarak bir araya gelmeleri mümkün gözükmüyor. Bunda dünyanın gidişatını belirlemede kendilerini gerçek anlamda Yeryüzünün sahibi (eskiden olsaydı ruy-i zemine düşen zıllullah falan derdik) olarak gören ve bunun gerektirdiği davranışları neye mal olursa faturasını ödemeden hiç kaçınmadan siyaset eden dış güçlerin baskıcı emelleri oldukça belirleyici bir rol oynuyor. Osmanlının mirasının geride pay ediliş şekli, sadece haritaya bakmak yoluyla bile olsa bize aslında çoook şey söylüyor. Nasıl bölük pörçük edilmişiz?! Nasıl aramıza asla geçit vermeyen sınırlar koymuşuz, mayınlar döşemişiz?! Nasıl bir siyasî deha ve tahakküm ki koca ümmeti, üstelik hiçbiri kendi başına yeterli olmayacak şekilde bölmüşler. Kiminde nüfus var, toprak yok; kiminde toprak var, nüfus yok, kiminde petrol var; petro-dolarları nereye koyacaklarını bilmez olmuşlar, kiminde yoksulluk diz boyu; kiminde beyin gücü var, göç etmiş; kiminde kol gücü var Almanya’yı imara gitmiş. Potansiyel olarak belki her şey var ama bunların hepsi, bir araya gelip de tek bir vücut oluşturacak durumda değil. Böyle bir birleşimi engellemek için üstelik her türlü tedbir de var.
Eskiden siyasî anlamda bir hilafetimiz vardı, sembolik de olsa zaman zaman işe yarıyordu. Nitekim kurtuluş savaşı sırasında sırf hilafete sebep Hindistanlı Müslümanlar bize yardım etmişlerdi ve biz de o paralarla İş Bankası’nı kurmuştuk (Helal olsun!) Ama hilafetimiz çok sembolikti, faydası mı zararı mı büyüktü, belli değildi. Vaktiyle Mısır’da oturan Abbasî halifeleri gibi, gerçek hükümdarlara ve sultanlara menşurlar veren, unvanlar dağıtan bir makam olmak çok da anlamlı değildi. İcracı bir güç olamayınca bir makam olarak bir yer işgal etmesinin de anlamı yoktu. “Hilafet, Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilafet makamı mülgadır” dedik ve onu tarihe mal olmuş bir kurum olarak sinemize gömdük. Gerçi basübadelmevt (öldükten sonra dirilme) hak ise de, bu gerçeklik bir iman işiydi ve ahirete yönelikti, belli ki bu kurum dünyada artık devrini tamamlamıştı.
Ama doğrusu sembolik de olsa İslam’ın siyasî birliğine ihtiyaç duyuluyordu. İslam Konferansı/İşbirliği Teşkilatı muhtemelen böyle bir ihtiyaçtan doğmuştu. Ama bir türlü etkin olamamıştı ve olamıyordu. Müslümanlar bayramlarını bile tevhit edemiyorlardı.
Bunun elbette birçok sebebi vardı. Ama en büyük sebep, bazı devletler ve yöneticileri için bu ayrılık bir varlık sebebi gibi gözüküyordu. Bütün Müslümanların siyaseten de birliğinin önündeki en büyük engeller, varlıklarını bu ayrılığa endekslemiş “devletlu”lerdi.
Geçmişte de ayrılıklar ve gayrılıklar oluyordu. Ama dünya o zamanlar çok büyüktü, ihtilâf-ı metâli’e itibar, Müslümanların birliğini zedelemezdi. İctihad farklılıkları her zaman olurdu, ama ülülemr bunlardan birini meriyyülicra kılar, ülülemrin emrinin iktiranına mazhar olan o görüş rüçhaniyet kesbeder ve bütün Müslümanların üzerinde toplanabileceği bir ortak payda haline gelebilirdi. En azından nazarî olarak bunun imkânı vardı.
Bugün bu işlevi kim görecek. Halifemiz yok. Onun yerini doldurmasını umut ettiğimiz İslam Konferansı/İşbirliği Teşkilatı, ancak hilafetin düştüğü ülke Türkiye’nin yavaş yavaş yeniden ayağa kalkmasıyla birlikte ona muvazi olarak itibar kazanmaya başladı. Ama henüz dünya Müslümanlarını siyaseten temsil edebilecek güçte olmaktan çok uzak.
Dünya Müslümanları birliğini tepedekilerin istemesi ve buna destek vermesi adem-i imkana talik gibi bir şey. Allah’tan demokrasi diye bir şeyi Müslümanlar da giderek öğrenmeye başladılar da belki halkların kıyamı sonunda onlar da mecburen ve mecburiyetten ayaklarını sürüyerek de olsa böyle bir birlikteliğe doğru adım atarlar. Artık dünya eskisi kadar büyük değil. Anında herkes, ne olup bittiğini görüyor ve biliyor. Kültürel anlamda zaten bir ve beraber olan Müslüman halkların hiç olmazsa bayramların birliği gibi sembolik birliktelikleri istemesi ve yönetimleri bu doğrultuda zorlaması bir ihtimal de olsa mümkün gözüküyor.
Demokrasinin olmadığı ülkeler ve onların yöneticileri bu birlikteliğe ne kadar gönüllü olacaklardır? Sözgelimi el-Memleke el-Arabiyye es-Suûdiyye (Bu arada memleket bizim dilimizdeki memleket değil, kelimenin tam anlamıyla el-krallık (!) demektir) yöneticileri böyle bir birlikteliğe ne kadar katkı sağlayacaklardır?
Vaktiyle Şerif Hüseyin, kendisini bütün müslümanların başı görme sevdasına kapılmıştı. Dünya Müslümanlarının üzerinde bunların siyaseten ağırlıkları ne olabilirdi ki? Bütün Müslümanlığın henüz Cezire dışına taşmadığı bir anda Hilafetin Kureyş’in elinde, halifenin de Kureyşli biri olmasının vakıa olarak (reel politik) da bir anlamı vardı. Çünkü tüm Araplar ancak bir Kureyşlinin etrafında toplanabilirlerdi. Şimdi bütün dünya Müslümanlarına nispetle Arapların hem nüfusu ve hem de nüfuzu belli.
Buna rağmen genelde Araplar ve özelde de Suud Kralları, kendilerini bu dinin sahibi görmektedirler. Kendilerine Hâdimü’l-Haremeyn derler, ama davranışları, tavırları itibariyle Sahibü’l-Haremeyn gibidirler. Kabe’nin tepesinden bakan Krallık Sarayı bu şuuraltının dışa vuran yalın bir tezahürüdür. Bu sahipler, o kutsal beldeler ve özelde de kıblegâhımız olan Kabe ve etrafındaki Mescid-i Haram’ın Mekke’ye nispetle konuşlandırılması, varlığının geleceğe taşınması, geçmişinin ve tüm hatıralarının korunması konusunda dünyanın en uzak köşesinde yaşayan diğer Müslümanların da hakkı olduğunu asla kabul etmezler, mevcut anlayışı sürdürerek bunu yapamazlar. Hal böyle olunca da kendi varlık sebeplerini ortadan kaldırıcı vaktiyle 1978 yılında İstanbul’da yapılan ve Suutlu delegelerin de katıldığı “Rüyet-i Hilal Konferansı”nda alınan kararlara, ayların tespiti ve bayram günlerinin tevhidi yolunda belirlenmiş olan kriterlere uyamazlar. İki kişinin gördüğü iddiasına dayalı olarak mahkemenin vereceği kararlarla tüm müslümanların kaderini ilgilendiren bayram ve hac günlerini belirlemeyi bir dayatma olarak sürdürürler.
Bu konferansla ilgili DİB başkan yardımcısı Ekrem Keleş tarafından verilen kısa bir bilgi:
”Diyanet İşleri Başkanlığı 1978 yılında İstanbul’da Rüyet-i Hilal (Hilalin Görünmesi) konusunu tartışmak üzere 22 İslam ülkesinden katılımla konferans düzenlemiş ve din alimleri ile astronomların katılımıyla bir takım kriterler belirlemiştir. Bu kriterlere göre hilalin görülebilmesi için astronomik olarak güneş battıktan sonra batı ufkunda görülmesi, güneş ile ayın arasında en az 8 derecelik açısal mesafe bulunması ve bu mesafenin en az 5 derecesinin ufuk üzerinde olması gerekiyor. Bunlar görülebilirlik kriterleri. Sadece astronomik hesaplamalar değil, hilalin görülebilirlik esası üzerine hesap yapılması ve bu çerçevede kameri ayın belirlenmesi gerekiyor. Bu ilkeleri Diyanet İşleri Başkanlığı 1978 yılından bugüne uyguluyor.”
Bu konferansta alınan kararla Mekke’de bir rasathane kurulması yönünde karar alındığını ifade eden Keleş, ”Çünkü Mekke-i Mükerreme İslam’ın doğduğu yer ve İslam dünyasının merkezi. Mekke’de kurulacak rasathane ile burada bilimsel hesaplamalar yapılması ve bu doğrultuda rasatlar gerçekleştirmesi kararlaştırıldı. Böylece İslam dünyasında Hicri ayların başlangıcı sağlıklı bir şekilde tespit edilsin ve birlik sağlansın denilmişti” dedi.
Ancak aradan geçen süre içinde Suudi Arabistan’ın fıkıh kitaplarında tarif edildiği şekilde eskisi gibi ”sadece hilali görerek aya başlama ve tamamlama ilkesini” benimsediği için bu karar uygulanamadı.
Bu seneki durumla ilgili olarak da Diyanet adına bir değerlendirme yapan değerli Ekrem Keleş hocamız şöyle bir açıklama getirmiş:
Diyanet İşleri Başkanlığı bu yıl Zilhicce hilâlinin Güney Amerika’nın batısında astronomik hesaplamalara (yani takvime) uygun şekilde görüldüğünü, Kandilli Rasathanesinin de bunu doğruladığını açıkladı.
Suudi Arabistan Yüksek Mahkemesi ise kendi coğrafyasında görülmesini esas alarak, Zilhicce ayının bir gün sonra başladığına karar verdi.
Bu bir içtihattır ve Şafiî mezhebine uygundur.
Türkiye’nin esas aldığı Rasathane verileri ve takvim ise Hanefî mezhebine uygundur.
Garibce de diyor ki Diyanetin bu tavrı da genel konjonktüre uygundur.
Ne yapaydık yani… Doğru olduğuna inandığımız bir ilkeden mi vazgeçeydik. Ya da Suud yönetimini mi yola getireydik.
Şöyle böyle diyoruz ama biz Cumhuriyet Türkiye’si olarak çok yol almışız. Bunu ancak diğer İslam ülkeleri ile kıyaslayabildiğimizde anlayabiliyoruz.
Demokrasi galiba iyi bir şeymiş. Geç de olsa biz öğrendik, öğreniyoruz. Ama öğrenecek daha çoook kimse var!
Bakarsın Arap baharının ardından yaz da gelir, her türlü meyveyi dereceğimiz zamanlar olur.
Neden olmasın?
Dua ile!
Bayramınızı tebrik ediyor, huzur ve mutluluklar diliyorum.