Ay: Ocak 2014

  • Cerh ve Ta’dil Kitapları: Hadis Usulü Online Oku


    Cerh ve Ta’dil Kitapları:

     

    Hadisin sahihini sekîminden, makbulünü
    merdudundan ayırma gayretinin bir neticesi olarak gelişmiş olan bu ilim dalında
    kaleme alınmış bir çok eser mevcuttur. İbn Ebi Hâtim er-Râzi’nin “Kitâbü’l-cerh
    ve’t-ta’dîl’i”; Ahmed b. Hanbel’in “Kitâbü’l-ılel’i” ; Zehebî’nin “Mizânü’l
    i’tidâl’i”; Buhârî’nin “et-Târihü’l-kebir’i” bu alanda yazılmış çok sayıdaki
    eserden sadece birkaçıdır.[1]

    Ravilerin tanınmasında isimlerin, künyelerin ve
    lakabların fevkalade önemi vardır. Bu alanlarda ve onlara bağlı tali derecedeki
    konularda da özel gayretler sarfedilmiş, eserler yazılmıştır.

    Cerh ve ta’dil sonucu oluşan ravi grupları
    hakkında müstakil eserler yazılmış olduğu gibi her iki gruba giren ravileri
    tanıtan müşterek eserler de kaleme alınmıştır. Mesela İbn Hibban (v.354/965)’ın
    Kitabu’s-sikat’ı; Zehebi (v.748/1347)’nin Tezkiretü’l-Huffaz’ı sadece sika
    ravileri; İbn Adiy (v.365/976)’in el-Kamil fi’d-Duafa’sı, Zehebi’nin Mizanu’l-İtidal’i
    ve el-Muğni fi’Duafa’sı, İbn Hacer (v.852/1448)’in Lisanu’l-Mizan’ı sadece zayıf
    ravileri tanıtmaktadırlar.

    İbn Ebi Hatim (v.327/939)’inel-Cerh ve’t-ta’dil’i;
    el-Mizzi (v. 742/1341)’nin Tehzibu’l-Kemal’i; İbn Hacer’in Tehzibu’t-Tehzib’i
    ile Takribu’t-Tehzib’i hem sika hem zayıf ravileri karışık olarak
    tanıtmaktadırlar.

    Ayrıca müdellisler ve ömrünün sonunda zihni
    iğtişaşa uğrayan (muhtelit) sikalar, kendisinden sadece bir kişinin rivayette
    bulunduğu raviler (vuhdan) gibi daha özel ravi gruplarını tanıtmak için yazılmış
    müstakil eserler de bulunmaktadır.

    [2]

    Bugün elimizde bulunan rical kitaplarında, kendi
    zamanlarında belli bir itibar görerek rivayetleri hadis kitaplarına geçmiş
    takriben 20 bin ravinin cerh ve tadil açısından durumu açıklanmış bulunmaktadır.
    Bunların büyük çoğunluğu da hicri ilk dört asırda yaşamış kişilerdir. Hadis
    metinleri kitaplarda toplandıktan sahihler, sakimler, uydurmalar iyice tefrik
    edildikten sonra, artık kitaplardan yararlanma yaygınlaştığı için cerh ve tadil
    prensiplerine göre incelenecek ravi de kalmamıştır.[3]



     




    [1]

    İsmail Lütfi Çakan, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/303.



    [2]

    İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
    Yayınları: 102.



    [3]

    İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
    Yayınları: 91.

  • HADİS TENKİDİ Hadis Usulü Online Oku

    HADİS TENKİDİ

     

    1. CERH VE
    TA’DÎL

     

    Cerh; sözlükte elle, aletle, silahla veya dille
    yaralamak, sövmek, dürtmek, bir yarayı deşmek, tesir etmek demektir

    Ta’dîl; sözlükte doğrultmak, düzeltmek, hizaya
    getirmek, tezkiye etmek, adaleti beyan etmek demektir.

    Istılahî manaları ise; Cerh, günahkârlık, tedlis
    (karıştırıcılık), yalancılık gibi sebeplerle bir râvinin, hadis mütehassısları
    tarafından rivayetlerinin reddedilmesi, ravinin adalet ve zabt yönünden
    eksikliklerini, zaaflarını tesbit etmek, rivayetlerini iyice tetkik etmek,
    râviyi, rivâyetin sıhhat ve değerine te’sir edecek noksan sıfatlara nisbet
    etmektir. Ta’dil; Bir râviyi rivayetleri kabul olunacak şekilde vasıflandırmak,
    tanıtmak, râvinin adalet ve zabt sıfatlarını taşıdığına hükmederek
    rivayetlerinin sıhhatini ortaya koymaktır.

    Cerh ve Ta’dîl ilmi râvileri adalet ve zabt
    yönleriyle inceleyen bir ilimdir. “Cerh” yerine ta’n, taz’îf, tezyîf gibi başka
    kelimeler de kullanılır. Keza “tâdîl” yerine de, tevsîk, tezkiye gibi başka
    kelimeler kullanılmıştır.

    Usulcüler, rivâyeti alınacak râvilerin
    araştırılarak, fâsık olanlarının belirlenip onlardan rivâyet alınmaması,
    haberlerin behemahâl sika (güvenilir) kimselerden alınması gereğine inanırlar,
    bunu Kur’an ve hadîslerle delillendirirler: Ayet-i Kerimede: “Ey iman
    edenler, size bir fâsık bir haber getirecek olursa onun iç yüzünü araştırın”

    (Hucurât: 49/6) buyurmaktadır. Bir başka âyette ise: “İçinizden iki âdil
    şâhid getirin”
    (Talâk: 65/2) buyrulmuştur. İbnu Abbas’ın merfu bir
    rivâyetinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) “İlmi (hadîsi) şehâdetini
    kabul ettiğiniz kimselerden alın”
    diye emreder. Bunu, Hz. Ömer (radıyallahu
    anh)’den yapılan şu rivâyet te’yîd eder: “(Hz. Peygamber) sâdece sika’dan
    (güvenilir kişi) hadîs almamızı emrederdi”. İbrahim Nehâî der ki: “Muhaddisler,
    hadîs almak için râvilere gelince, gidişâtına, namazına ve ahvaline bakıp sonra
    rivâyetini alırlardı.”[1]

    Hadis râvilerinin kusur ve meziyetlerinin özel
    terimlerle tetkik edildiği “cerh ve ta’dil ilmi” hadis ilminin en önemli
    konularından birini oluşturur. Sözlü rivayetlerin yaygın olduğu bir dönemde
    ortaya çıkıp gelişen bu ilmin, hadisin ve dolayısıyla İslâm’ın korunması
    açısından hicrî dördüncü yüzyıla kadar çok faal bir rol oynadığı kesin bir
    gerçektir.

    Hz. Peygamber (s.a.s.)’den sonra meydana gelen
    bazı siyasî olaylar neticesinde birtakım sapık itikadî grupların ortaya çıkması
    ve bunların kendi görüşleri lehinde hadisin otoritesinden yararlanmak
    istemeleri, kendilerini hadis uydurmaya sevketmiştir.[2]

    Bu olumsuz gelişmeler karşısında İslâm âlimleri
    kılı kırk yararcasına bir titizlik göstererek, hadislerin kitaplara geçirilip
    tasnif edildiği zamana kadar her râviyi cerh ve ta’dile tabi tutmuşlar ve bu
    şekilde, güvenilir olanları zayıflardan, tanınmayanlardan, uydurmacı ve
    yalancılardan ayırdetmişlerdir.[3]

    Dini, aslî berraklığı içerisinde korumayı yegane
    hedef ve vazife bilen İslâm âlimlerinin bu davranışlarını bir başka şekilde
    yorumlamak mümkün değildir. Zira Tirmizî (279/892)’nin de açıkça ortaya koyduğu
    gibi, amaç, müslümanların hayrını ve iyiliğini istemektir.[4]
    Yoksa hiç bir kimse sebepsiz yere müslümanın gıybetini yapmış ve onları
    çekiştirmeyi istemiş değildir.

    Tanınmış münekkitlerden Yahya b. Saîd el-Kattân
    (198/814) cerhettiği muhterem zevât dolayısıyla kendisine yöneltilen:

    – Sen cerhettiğin bu zevâtın kıyamet gününde
    karşına hasım olarak çıkmalarından korkmuyor musun? şeklindeki bir soruya:

    “Bunların düşmanlığına maruz kalmam; hadisini
    müdafaa etmediğimden dolayı Rasûlullah (s.a.s.)’in karşıma hasım olarak
    çıkmasından çok daha kolaydır.” diye cevap vermiştir.[5]

    Onun bu cevabında da görüleceği gibi, konu bir
    gıybet ve çekiştirme meselesi değil; ilim ehlinin taşıdığı sorumluluk duygusunun
    ve ilmî anlayışın bir çeşit tezâhürüdür.

    Diğer taraftan cerh ve ta’dili yapacak âlimlerde
    birtakım özelliklerin arandığı gibi; cerh ve ta’dil esnasında dikkate alınması
    gereken esaslar da mevcuttur. Bu yönleriyle ehil olmayan bir kimsenin cerh ve
    ta’diline itibar edilemez. Şartlarına riayet edilmeden yürütülmüş cerh ve
    ta’dilin de ifade edeceği hiç bir değer yoktur.[6]

    Hadis münekkitleri cerh ve ta’dilde râvilerin
    kuvvet ve zayıflık, doğruluk ve yalancılık gibi durumlarına işaret eden bir
    takım terimler kullanmışlardır. Ta’dil için kullanılan terimlerin tertibinde
    ulema arasında tam bir ittifak yoktur. İbn Hacer el-Askalânî bu terimleri en
    yükseğinden alta doğru altı derecede toplamıştır. Aynı şekilde cerh için
    kullanılan tabirler de en hafifinden en ağırına doğru altı kısma ayrılmıştır.
    Ta’dilin en yüksek derecesi “evseku’n-nâs”, “esbetü’n-nâs” (insanların en
    güveniliri); cerhin en ağır derecesi ise “ekzebü’n-nâs” (insanların en
    yalancısı), “hüve ruknu’l-kezibi” (o, yalanın ocağıdır)… tabirleriyle ifade
    olunur.[7]



     




    [1]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/5.



    [2]

    Ahmed Nâim, Tecrid-i Sarîh Tercümesi, Mukaddime, 351; Yaşar Kandemir, Mevzu
    Hadisler, 31-48.



    [3]

    Ahmed Nâim, Mukaddime, 351.



    [4]

    Ahmed Nâim, Mukaddime; 351.

    Tirmizi (279/892)
    diyor ki: “Hadisçileri yekdiğerini cerhe sevkeden şey, bize göre
    müslümanların iyiliğini istemeleridir. Yoksa onların müslümanları gıybet
    etmeyi kasdetmiş olmaları hayal bile edilemez… Cerh ve ta’dil alimleri dine
    karşı duydukları şekatten dolayı ravilerin ahvalini beyan etmişlerdir.”
    Kitabu’l-İlel: 5/739; İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi
    İlahiyat Fakültesi Yayınları: 90.-91 



    [5]

    Ahmed Nâim, Mukaddime, 350.



    [6]

    Ahmed Naim, Mukaddime, 365-389.



    [7]

    Ahmed Naim, Mukaddime, 391-398; İbn es-Salâh, Ulûmu’l-Hadis, I33-137;
    Suyûtî, Tedrib, 229-236; İsmail Lütfi Çakan, Şamil İslam Ansiklopedisi:
    1/303.

  • C) Etbauttâbiîn Hadis Usulü Online Oku


    C) Etbauttâbiîn

     

    Resulullah (s.a.s)’e iman etmiş olarak tabiînden
    bir veya birkaçıyla karşılaşan ve Müslüman olarak ölen kimseler.

    Bu tabir ilk gününden itibaren Ümmet-i
    Muhammediyye’nin, bizzat Resulullah (s.a.s)’in mübarek ağızlarıyla hayırlılığını
    bildirdiği ilk üç neslin üçüncüsüdür. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:


    “İnsanların en hayırlısı benim asrım(daki
    ashabım)dır. Sonra onlara yakın olan (Tabiîn)lerdir. Sonra da onlara yakın olan
    (Tebe-i Tabiîn)lerdir.”[1]


    “Benim ashabımın, sonra onların ardından gelen
    (Tabiî)lerin, sonra da bunların ardından gelen (Tebe-i Tabiî)lerin değerini
    takdir etmek bakımından benim hakkımı gözetiniz.”[2]


    “Size ashabımın, sonra onların peşinden
    gelenlerin, sonra da bunların peşinden gelenlerin (hakkını gözetmenizi) tavsiye
    ederim.”[3]

    Tebe-i Tabiîn, ashab ve tabiînden sonra
    İslâm’ın, gelecek nesillere sağlam olarak aktarılmasında üstün gayret ve
    muvaffakiyet göstermiş bir nesildir. Bunların devri özellikle hadis tahammülü ve
    rivâyeti usullerinin en mükemmel şekle girdiği devir sayılır. Bu devirde
    hadisler gelişi güzel değil, düzenli olarak toplanmış, aynı zamanda mevzûlarına
    göre bablara ayrılmış, tasnife tabi tutulmuştur. Bu konuda Râmehürmüzî şunları
    aktarır: Bildiğime göre hadisleri ilk tasnif eden kimse, Basra’da Rebî’ b.
    Subeyh[4],
    Saîd b. Arûbe[5],
    Yemen’de Halid b. Cemîl ve Ma’mer b. Raşid[6]
    Mekke’de İbn Cüreyc[7],
    Kûfe’de Süfyân es-Sevrî[8]‘dir.

    Şüphesiz bu devreye ait olup zamanımıza kadar
    intikal eden en önemli musannef eser, İmam Mâlik b. Enes[9]‘in
    Muvatta’ isimli eseridir.[10]

    İmam Sehavî’nin beyanına göre tebe-i tabiîn
    nesli Hicri 220 yılında sona ermiştir.[11]

    Tebe-i Tabiîn, hadislerin cem ve tedvini yanında
    Kur’an ve Sünetten çıkan ahkâmın tatbikinde de tabiînden sonra en büyük çabayı
    gösteren nesildir. İslâm hukuku bunların devrinde büyük inkişâf göstermiştir.
    Aralarından büyük müctehidler yetişmiş, İslâm hukuku müstakil bir ilim halinde
    tedvin edilmeye başlanmıştır.

    İslâm şehirlerindeki fakîh tebe-i tabiîn
    şunlardır:


    Medine’de:

    İbn Ebî Zi’b, Mâlik b. Enes, el-Macîşûn Abdü’l-Azîz, Süleyman b. Bilâl.


    Mekke’de:

    İbn Cüreyc, Süfyan b. Uyeyne, Nâfi b. Ömer el-Kureşî, Müslim b. Hâlid.


    Şam’da:

    Abdurrahman el-Evzaî.


    Mısır’da:

    Yahya b. Eyyûb, Ubeydullah b. Lehîa.


    Yemen’de:

    Ma’mer b. Raşid, Abdullah b. Tâvûs.


    Basra’da:

    Rebî’ b. Sabîk, Saîd b. Ebî Arûbe, Şu’be b. el-Haccâc, Cerîrr b. Hazim, Hammad
    b. Seleme.


    Kûfe’de:

    İbn Ebî Leylâ, Süfyan es-Sevrî, Haccâc b. Ertât, Mis’ar b. Kedâm, İbn Mesrûk,
    Züfer b. Hüzeyl, Abdullah b. el-Mübarek, Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî,
    Hasen b. Ziyâd, Vekî’ b. el-Cerrâh, Âfiye, Ebû Isme, Hammâd b. Ebî Hanîfe.[12]

    Bunlar tebe-i tabiîn âlimleri ve en
    meşhurlarıdır. Bunların dışında H. 220 yılına kadar yaşayıp ashabı görenleri
    gören bütün mümin kitlelerdir. Bu kitlelerin tümü, Hz. Peygamber’in hadislerinde
    övülmüştür. Dolayısıyla saygıya layık bir nesildir.[13]

    Mü’min olarak bir Tâbiî’yi gören ve müslüman
    olarak ölen kimseye denir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından tebcil
    edilen üçüncü nesli teşkîl eder. İslamın pek çok güzîde evladı bu nesilden
    çıkmıştır. Metbu imamlardan Şâfiî ve Mâlik hazretleri (radıyallahu anhüma) bu
    nesle mensuptur. Süfyanu’s-Sevrî (V.1611777), Süfyan İbnu Uyeyne (V.198/813),
    Leys İbnu Sa’d (V.175/792), Etbauttâbiîn’in diğer tanınmışlarındandır.

    [14]

    Hadis ilmi tarihinin kütübü sitte müellifleri
    olarak bilinen muhaddisleri dört ve beşinci tabakaya mensupturlar.[15]



     




    [1]

    Buhari, Fedailü Ashabi’n Nebiyy: 1; Müslim, Fedailü’l-Ashap: 210-214; Ebû
    Dâvud, Sünne: 9; Tirmizî, Fiten: 45.



    [2]

    İbn Mâce, Ahkâm: 27.



    [3]

    Tirmizî, Fiten: 7.



    [4]

    ö. 160.



    [5]

    ö. 156.



    [6]

    ö. 152.



    [7]

    ö. 150.



    [8]

    ö. 161.



    [9]

    ö. 179.



    [10]

    Talat Koçyiğit, Hadis Usûlü, s. 43.



    [11]

    Subhi es-Salih, Ulûmü’l-Hadis ve Mustalahuh, s. 358.



    [12]

    Ö. N. Bilmen, Hukuk-u İslâmiyye ve İstılâhât-ı Fıkhiyye Kamûsu: 1/333-335.



    [13]

    İsmail Kaya, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/140.



    [14]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/539.



    [15]

    İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
    Yayınları: 90.

  • Raviler İle İlgili Terimler Hadis Usulü Online Oku


    Raviler İle İlgili Terimler

     


    1- Muttefak:

    İki ravinin kendi adlarıyle babalarının adları birleşmiş olmak.


    2- Muhtelif:

    İsimler ayrı ayrı olmak.


    3- Müteşabeh:

    Yazılış ve okunuşlarda isimlerinde benzerlik olmak. (Muhammed bin Ukayl-i
    Nisaburi, Muhammed bin Ukayl-i Firyabi) gibi.

    [1]



     




    [1]

    Mevzu Hadisler, Aliyyu’Kari, İlim Yayınları: 9.

  • Tâbiîn Hadis Usulü Online Oku


    Tâbiîn’in Efdalleri
    :

     

    Usûl kitapları Tâbiînden bir kısmını efdal
    olarak kaydeder. Hizmetleri ve mevsûkiyetleri ön plana alınarak tafdîl edilen bu
    zatlar şunlardır:

    Saîd İbnu’l-Müseyyeb, Ebu Osman en-Nehdî, Kays
    İbnu Ebî Hâzim (Esved İbnu Yezîd’in amcası ve İbrahim İbnu Yezîd’in dayısı
    olan), Alkame İbnu Kays, Mesrûk İbnu Ecdâ, İmam Ahmed İbnu Hanbel, bunlardan her
    birini Tâbiîn’e tafdil etmiştir.

    Bir de şu var: Efdâliyet; bazılarınca beldelere
    izafeten tevcîh edilmiştir. Buna göre Medînelilerin efdali Saîd İbnu Müseyyeb,
    Kûfelilerin efdali Üveys İbnu Âmir el-Karenî, Basralıların efdali Hasan-ı
    Basrî’dir.

    Bu ikinci taksim, Hz. Ömer’in merfu olarak
    rivâyet ettiği “Tâbiîn’in en hayırlısı Uveys denen bir kimsedir” hadisine
    uyduğu için İbnu Salah ve el-Irakî beğenmişlerdir.

    Hanım Tâbiîlerin (Tâbiiyyât) efdali Muhammed
    İbnu Sîrin’in hemşiresi Hafsa Bintu Sîrin ile -daha önce tercümesini sunduğumuz
    Amrâ bintu Abdirrahman İbni Sa’d İbni Zürâre ve bu ikisinden sonra Ümmû’d-Derdâ
    künyesiyle bilinen Hüceyme (yahud Cuheyme)’dir.

    Eimme-i Metbû’în’den sadece Ebû Hanîfe
    Tâbiîn’dendir. Hz. Enes (radıyallahu anh)’i çocukluğunda birkaç kere görmüştür.
    Ayrıca, Hz. Câbir, Abdullah İbnu Cez’ez-Zübeydî, Abdullah İbnu Üneys ve Aişe
    bintu Acred (radıyallahu anhüm ecmaîn)’i gördüğü, rivâyetlerde bulunduğu
    bilinmektedir.[1]



     




    [1]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/538-539.

  • 2. Fukaha-yı Seb’a: Hadis Usulü Online Oku


    2. Fukaha-yı Seb’a
    :

     

    Medine’de aynı asırda yaşayan tabiîlerden yedi
    fakih.

    Emevilerin iktidarda bulunduğu yıllarda bazı
    sahâbe çocukları ve tabiînden kimselerin bu iktidar ve yönetime karşı gelip
    toplumda çeşitli karışıklıkların çıkması yüzünden bir kısım sahâbîler, tabiîler
    hükümet merkezinden uzak şehirlere çekilip İslâmi ilimlerle uğraşmışlardı.

    Onların ilmî çalışmaları ve çevrelerinde
    toplanan öğrencilerinin gayretleri daha sonra tefsir, hadis ve fıkıh gibi
    ilimlerin teşekkül ve tedvinini doğurmuştur.

    Tabiatiyle birbirinden uzak ve değişik toplumsal
    şartlara sahip olan bu şehirlerdeki bilginler arasında görüş farkları gittikçe
    belirgin hâle geliyor ve her şehirde kendisine göre bir fıkıh ekolü doğmaya
    başlıyordu. Bunların en etkili olanları Hicaz ve Irak ya da diğer adıyla Medine
    ve Kûfe ekolleriydi. Kur’an, sünnet ve sahâbîlerin icmâlarıyla hükmü
    belirtilmemiş olan meseleleri Iraklı bilginler, akıl ve ictihad ile çözmeye
    çalışıyorlardı. Hicazlılar ise daha ziyâde hadis ve geleneklerden hareket
    ediyorlardı. Dolayısıyla bunlara “Hadis” veya “Eser” ehli adı veriliyordu.

    İşte Hicaz ekolünü Fukahây-ı Seb’a denilen yedi
    fakih temsil etmektedir. Bunların başında Saîd b. el-Müseyyeb gelir. Bunlar,
    hakkında nass bulunmayan konularda ictihad yaparlarken en çok maslahata önem
    verirler ve genellikle ortaya çıkmamış problemler üzerinde durmaz ve bu gibi
    konularda görüş beyan etmezlerdi.

    Fukahay-ı Seb’a’ya bu ismin verilmesinin sebebi,
    sahâbeden sonra fetva işinin bunlara kalması, ilim ve fetvanın daha çok
    bunlardan etrafa yayılması ve bununla şöhret bulmaları içindir. Nitekim onların
    yaşadığı asırda Salim b. Abdullah b. Ömer ve benzeri birçok tâbiî âlimler
    olmasına rağmen fetva işi en çok bu yedi fakihten soruluyordu.[1]

    Bu yedi Fakih şunlardır:


    1- Saîd b. el-Müseyyeb

    (ö. 94/712 veya 105/723): Tâbiîlerin reisi idi. Hadis rivâyeti, zühd, ibâdet ve
    takvayı nefsinde toplamıştı. Aynı zamanda rüya tâbirini de çok iyi biliyordu.
    Sa’d b. Ebı Vakkas ve Ebû Hureyre gibi bir grup sahâbîden ve Peygamber
    efendimizin hanımlarından hadis dinlemiştir. Ebû Hureyre’nin kızı ile evli idi
    ve hadislerin çoğunu da Ebû Hureyre’den rivâyet etmiştir. Kendisi der ki: Elli
    seneden beri cemâatle namazda imamın ilk tekbirini kaçırmadım ve elli seneden
    beri namazda bir adamın kafasına bakmadım (ilk safta durduğu için). Ayrıca elli
    yıl sabah namazını yatsı abdestiyle kıldığı söyleniyor. Kendisi şöyle diyordu:
    Allah’a ibâdet gibi insanı şerefli kılan ve Allah’a karşı günâh işlemek gibi
    insanı küçük düşüren bir şey yoktur.

    Emevi yöneticilerinden Abdülmelik b. Mervan’ın
    oğulları Velid ve Süleyman’ın veliaht olmalarına bey’at etmediği için
    Abdülmelik’in emriyle Medine valisi Hişâm b. İsmail tarafından kendisine elli
    değnek vurulup Medine sokaklarında teşhir edildi. Zâlimlerle ilgili şunu
    söylüyor: Zâlimlerin çevresindeki yardımcılarına ancak kalben nefret ederek
    bakın, ta ki amelleriniz yok olmasın. Said b. el Müseyyeb Medine’de vefat
    etmiştir.


    2- Ebû Bekr b. Abdirrahman b. Hâris b. Hişâm

    (ö. 94/712): Tâbiîlerin ileri gelenlerindendir. Kureyş Rahibi diye
    adlandırılırdı.[2]


    3- Kasım b. Muhammed b. Ebu Bekr es-Sıddîk

    (ö. 107/725): Tâbiîlerin ve zamanının en üstün şahsiyetlerindendi. İmam Mâlik,
    “Kasım bu ümmetin fakihlerindendir” diyordu. Kendisi bir grup sahâbîden rivâyet
    etmiş, kendisinden de tâbiîlerin büyüklerinden bir cemâat rivâyet etmiştir.
    Mekke ve Medine arasında bulunan ve Kudeyd denilen bir yerde vefat etmiştir.[3]


    4- Urve b. Zübeyr b. el-Avvâm

    (ö. 94/712): Alim ve sâlih bir zat idi. Kur’an-ı Kerîm kıraatlarıyla ilgili
    kendisinden rivâyetler yapılmıştır. Kendisi teyzesi olan Hz. Âişe’den hadis
    dinlemiş, ondan da İbn Şihâb ez-Zührî ve diğer bazı âlimler rivâyet etmiştir.
    Medine’de kendi adıyla anılan Urve kuyusunu kendisi kazdırmıştır. Medine
    yakınında Fur’ denilen bir köyde vefat etmiştir.[4]


    5- Ebu Eyyub Süleyman b. Yesâr el-Hilali

    (ö. 107/725 veya 104/722): Âlim, âbid ve güvenilir bir zat idi. Kendisi, İbn
    Abbâs, Ebû Hureyre ve Ümmü Seleme’den hadis rivâyet etmiş, ondan da İmam Zührî
    ve büyük hadisçilerden bir grup rivâyet etmiştir.[5]


    6- Hârice b. Zeyd b. Sâbit

    (ö. 104/722 veya 100/718): Kadri yüce âlim ve zâhid bir tâbiî idi. Zührî
    kendisinden hadis rivâyet etmiş, Medine’de vefat etmiştir.[6]


    7- Ubeydullah b. Abdullah b. Ute b. Mes’ud

    (ö. 98/716): Belli-başlı tâbiîlerdendi. Kendisi İbn Abbâs, Hz. Âişe ve Ebû
    Hureyre’den hadis dinlemiş ondan da Ebu’z-Zenad, Zührî ve diğer bazıları rivayet
    etmiştir. Zührî, “Dört denize ulaştım” diyor ve onların arasında Ubeydullah’ı da
    zikrediyor. Ömer b. Abdilaziz, ‘Ubeydullah’ın bir gecesi bana bütün dünyadan
    daha sevimlidir’; O’nun bir gecesini beytulmâlin parasından bin dinara satın
    alırım” diyordu. Medine’de vefat etmiştir.[7]

    Ebu Seleme İbnu Abdirrahmân İbni Avf (V.104)’ın
    da fukahay-ı seb’adan olduğu söylenir.

    [8]



     




    [1]

    İbn Hallikan, Vefeyâtu’l-A’yân, I, 117.



    [2]

    İbn Hallikan, a.g.e., 1/117.



    [3]

    İbn Hallikan, a.g.e., 4/60.



    [4]

    İbn Hallikan, a.g.e., 3/255-258



    [5]

    İbn Hallikan, a.g.e., 2/399.



    [6]

    İbn Hallikan, 2/223.



    [7]

    İbn Hallikan, a.g.e., 3/125; Abdulkerim Ünalan, Şamil İslam Ansiklopedisi:
    2/199-200,
    İbrahim Canan, Kutub-i
    Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/538.



    [8]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme
    ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/538.

  • 1. Muhadramun: Hadis Usulü Online Oku


    1. Muhadramun
    :

     

    Rasulullah (s.a.s), zamanında yaşayıp müslüman
    olduğu halde, onu görme fırsatına kavuşamayan kimseler. Edebiyatta, ömrünün
    yarısını câhiliye döneminde, diğer kısmını da müslüman olarak geçirmiş olan
    şâirler.

    Arapça “hadrama” kökünden türetilmiş olan “muhadram”
    kelimesinin çoğuludur. Hz. Peygamber (s.a.s) devrinde müşrik Arap kabilelerle
    müslümanlar arasında savaş yapıldığı zaman, bu kabileler içindeki müslümanlar,
    kendilerinin diğer müşriklerden ayırdedilebilmelerini sağlamak maksadıyla,
    develerinin kulaklarından bir kısmını kesiyorlardı. Develerinin kulaklarını
    kestikleri için bu kimselere, “bir kısmını kesen” anlamında “muhadrim”
    denilmiştir.[1]
    Kelimenin “iki şeyin birbirine karışması” anlamında değişik bir kullanımına göre
    ise, yaşı itibarıyla sahabeden mi yoksa Tabi’inden mi olduğu karıştırılan
    kimselere de muhadramun denilmektedir.

    [2]

    Arap edebiyatında ise, cahiliye şairlerinden
    olup, İslâm dönemini de idrak eden ve hayatının kalan kısmını müslüman olarak
    geçiren kimseler için kullanılmaktadır.

    İki ayrı mu’alâka’nın sahibi, Lebib el-Amirî ve
    Ka’b bin Züheyr, Hassân b. Sâbit, Nâbiğa el-Ca’dî, Ebu Züeyb el Hüzelî gibi
    şairler muhadramûn şairleri olarak adlandırılırlar.

    Bazıları ise Hz. Peygamber (s.a.s)’in zamanında
    yaşamış olduğu halde, onun ölümünden sonra iman eden kimseleri muhadramûn olarak
    adlandırırlar.

    Muhaddisler, Hz. Peygamber devrinde müslüman
    olarak yaşamış oldukları halde onu göremeyen kimseler için bu sıfatı
    kullanmışlardır. İmam Müslim, Irakî ve Suyûtî, bunlardan bilinen ve meşhur
    olanlarının bir kısmını tesbit etmişlerdir. Veysel Karanî adıyla şöhret bulmuş
    olan Üveys bin el-Karenî, Kadı Şüreyh bin el-Haris, Alkame bin Kays ve Ka’b el-Ahbâr
    bunlardan bazılarıdır.[3]

    Muhadram, hadisçilerin ıstılahında, Resûlullah (aleyhissalâtu
    vesselâm)’ın sağlığında müslüman olduğu halde, Resûlullah (aleyhissalâtu
    vesselâm)’la görüşmek şerefine eremeyen kimselere verilen bir unvandır. Tariften
    de anlaşıldığı üzere bunlar câhiliye devrini de idrak etmiştir, İslâmı da.
    Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’la sohbetlerine dair bir rivâyet olduğu
    takdirde sahâbî sayılırlar, olmadığı müddetçe Tâbiîn’e dâhil edilirler.

    Muhadram kelimesi lügatçiler tarafından biraz
    farklı bir kullanılışa sâhiptir. Muhtemel iltibasın önlenmesi için bilinmesinde
    fayda var: Onlar, yarı ömrünü câhiliye’de, yarı ömrünü de İslâm’da geçiren
    herkese muhadram derler ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’la sohbet şartını
    aramazlar. Böyle olunca Muallaka sâhibi Lebîd-i Âmirî, Ka’b İbnu Zübeyr, Hassân
    İbnu Sâbit el-Ensârî, Nâbiga el-Ca’dî (radıyallahu anhüm ecmaîn) ile Ebu-Züeyb
    Hüzelî, Mütemmim İbnu Nüveyre, Muhadram şâirler addedilirler. Halbuki bunlardan
    Lebîd, Hassân, Hakîm İbnu Hizâm muhaddislerce sahâbî sayılırlar.

    Muhadram sayılan müslümanlardan bir çoğunun ismi
    kitaplarda belirtilir. Biz sadece birkaç tanesini örnek olarak kaydediyoruz: Ebu
    Osman en-Nehdî, İbnu Recâ el-Utâridî, Ahnef İbnu Kays et-Temîmî, Uveys İbnu Âmir
    el-Karenî, Kadı Şureyh İbnu’l-Hâris, Alkame İbnu Kays, Ka’b el-Ahbâr, Mesrûk
    İbnu Ecda’, Ertât İbnu Süheyye vs.[4]



     




    [1]

    Sahih-i Buharî Tecrîd-i Sârih Tercümesi, Ankara 1980, 1/33.



    [2]

    Sahih-i Buharî Tecrîd-i Sârih Tercümesi, Ankara 1980, 1/32.



    [3]

    Sahih-i Buharî Tecrîd-i Sârih Tercümesi, Ankara 1980, 1/33-34; Ömer
    Tellioğlu, Şamil İslam Ansiklopedisi: 4/240.



    [4]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/537-538.

  • Tâbiîlerin Tabakaları Hadis Usulü Online Oku


    Tâbiîlerin Tabakaları
    :

     

    Sahâbe gibi Tâbiîn’in tabakalara ayrılmasında da
    ihtilâf edilmiştir. Bunları Müslim üç, İbnu Sa’d dört tabakaya ayırır. Hâkim
    onbeş tabaka teklif ederse de bütün tabakaları açık seçik beyan edip, her
    tabakaya ait isimleri zikredememiştir. Bu sebeple hepsini zikretmekten ziyade
    iki noktaya temas edip geçeceğiz:

    Hâkim’in Ma’rifetu Ulumî’l-Hadis’te belirttiğine
    göre:


    1) Büyük Tabiiler Tabakası:

    Sahabelerin büyüklerinden hadis rivayet edenler. İlk tabakayı Aşere-i Mübeşşere
    ile karşılaşanlar teşkil eder: Saîd İbnu’l-Müseyyeb, Kays İbnu Ebî Hâzım, Ebu
    Osman en-Nehdî, Kays İbnu Ubâd, Ebu Sâsan… gibi.


    2) Orta Yaşlı Tabiiler Tabakası:

    Sahabe ve tabiinden hadis rivayet edenler. el-Esved İbnu Yezîd, Alkame İbnu Kays,
    Mesrûk İbnu’l-Ecda, Ebu Seleme İbnu Abdirrahman, Hârice İbnu Zeyd vs.


    3) Küçük (Genç) Tabiiler Tabakası:

    Bunlar, Hz. Peygamber zamanında küçük yaşta olan sahabilerden hadis rivayet
    edebilen ve uzunca yaşayan sahabilere kendileri çocuk yaşlarındayken
    kavuşabilenler. Âmir İbnu Şurâhî’l eş-Şa’bî, Ubeydullah İbnu Abdillah ve
    akranları…

    Hâkim bu kısa bilgiden sonra: “Tâbiîn onbeş
    tabakadır, sonuncu tabaka Basralılardan Enes (radıyallahu anh)’e, Kûfelilerden
    Abdullah İbnu Ebî Evfa’yı, Medînelilerden Sâib İbnu Yezîd’e, Mısırlılardan
    Abdullah İbnu’l-Hâris’e… rastlayanlardır” der.

    Tâbiîn, daha önce kaydettiğimiz ve mütevâtir
    olduğunu belirttiğimiz “İnsanların en hayırlıları benim asrımdakilerdir…”
    hadisinde tebcil edilen ikinci nesli teşkil eder. Bunların sayıları hususunda
    rakam verilmemiştir. Ama Ashab’ın her tarafa dağılmış olmaları sebebiyle
    miktarları çoktur. İslamî ilimlerin gelişmesinde bu altın neslin büyük hizmeti
    olmuştur. Hadîslerin cem ve tedvîninde bunlar hizmet sunmuşlardır.

    Bunlardan en çok hizmet ve eser sunulan
    bölgelere göre şöyle zikredebiliriz:


    Mekke’de:

    İkrime (V. 105/723) (Abdullah İbnu Abbas’ın kölesi), Ata İbnu Ebî Rabâh
    (V.115/733), Ebu’z-Züheyr Muhammed İbnu Müslim (V. 128/745).


    Medîne’de:

    Sa’îd İbnu’l-Müseyyeb (V. 93/711), Urve İbnu’z-Zübeyr (V.94/712), Sâlim İbnu
    Abdillah İbni Ömer (V. 106/724), Süleyman İbnu Yesâr (V.93/711), el-Kâsım İbnu
    Muhammed İbni Ebî Bekr (V. 112/730), Abdullah İbnu Ömer’in kölesi Nâfi (V.
    117/735), Muhammed İbnu Şihâb ez-Zührî (V.124/741), Ebu’z-Zinâd (V.130/747).


    Kûfe’de:

    Alkame İbnu Kays (V. 62/681), İbrahim en-Neha’î (v.96/714), Âmir İbnu Şürâhîl
    eş-Şa’bî (V.104).


    Basra’da:

    el-Hasen el-Basrî (V.110/728), Muhammed İbnu Sîrîn (V.110/728), Katâde
    (V.117/735).


    Şam’da:

    Kabîsa (V.86/704), Ömer İbnu Abdilazîz (V.101/719), Mekhûl (V.118/736).


    Yemen’de:

    Tâvus İbnu Keysân (V.106), Vehb İbnu Münebbih (V.110/728).

    [1]

    Tabiin neslinin meşhurları arasında Said b. El-Müseyyeb
    ve Ebu Hanife bulunmaktadır.

    Tabiilerin sayısı hakkında kesin bir rakam verme
    imkanı yoktur. Cahiliyye dönemini ve Hz. Peygamber zamanını idrak etmiş
    olmalarına ve müslüman da olmuş olmalarına rağmen Hz. Peygamber’le görüşemeyen
    ancak sahabilerle görüşebilen muhadramlar da tabilerdir.[2]



     




    [1]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/536-537.



    [2]

    İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
    Yayınları: 88-89.

  • B) Tâbiîler Hadis Usulü Online Oku


    B) Tâbiîler

     

    Hz. Muhammed (s.a.s)’in sahabilerinin devrine
    yetişen, onları gören, imân sahibi olduğu halde onlarla beraber bulunan ve imân
    üzere vefât eden kişiler, sahabeden hadis nakledenler.

    Arapça bir kelime olan tâbiûn, “tebi-e”
    fiilinden gelmektedir. Bu fiil, birinin izinde yürümek, ona tabi olmak,
    beraberinde bulunmak, cemâatın namazda imama tabi olması gibi manaları ifâde
    eder. Bu fiilden ismi faili, “tâbiun” dur. Sonuna nisbet ya’sı bitişince,
    “tabiî” olur. Bunun çoğulu da, “tâbiûn” dur. Kelime olarak Türkçe karşılığı;
    uyanlar, tabi olanlar demektir. Dinî anlamda da, Hz. Muhammed (s.a.s)’in
    sahabilerine tabi olan, onları takib eden nesil için kullanılır. Arap gramerine
    göre, tâbiûn kelimesi ref’ halindedir, yani ötreli okunma durumundadır. Bunun
    nasb ve cer (kesreli ve fethalı) okunma hali ise, “tâbin”dir. Buna göre “tâbiûn”
    ve “tâbin”, aynı anlamda olan iki kelimedir.

    Müslüman bir kişinin Tâbiûn’dan sayılabilmesi
    için, Sahabileri gördüğünde, görüp işittiğini hafızasında tutabilecek bir yaşta
    olması gerekir.

    Tâbiûn, İslâmın ikinci neslinden oluşmaktadır.
    Onlardan sonra gelen nesle de, “etbâu’t-tâbiîn” veya “tâbeu’t-tâbiîn” denir.

    İlk tabiînin kim olduğu hususunda alimlerin
    farklı yorumları vardır. Bazı alimler, “Yalnız bir sahabiyi gören kişi Tabiûndan
    sayılır” demişler, diğer bazı alimler de, yalnız görmeyi, bir araya gelmiş
    olmayı yeterli kabul etmemişlerdir. Onlara göre, bir kişinin Tâbiûndan
    sayılabilmesi için, Sahabilerle sohbette bulunmuş olması gerekir. Onun için
    Tabiûn’un başlangıcı net bir şekilde tesbit edilmemiştir.[1]

    Tâbiûn devri hicri 120 tarihlerine kadar devam
    etmiştir. Tâbiûn devri, İslâm kültür hayatının son derece gelişen ve parlak olan
    devridir. Siyâsi iktidar bakımından bu dönem, Emevilerin hakimiyetine rastlar.

    Sahâbilerin tabakaları hakkında olduğu gibi,
    Tâbiûn’un tabakaları hakkında da alimlerin farklı yorumları olmuştur. Herkes
    onları kendilerine göre farklı bir şekilde tabakalara ayırmıştır. İmam Müslim,
    Tabileri üç, İbn Sa’d dört, Hâkim de onbeş tabakaya ayırmışlardır. Hâkim’e göre
    ilk tabaka, Aşere-i Mübeşşere (Cennetle müjdelenen on sahabî)’yi görenlerdir.
    Onlar da şu zatlardır: Kays b. Ebi Hazm el-Becelî, Ebu Osman en-Nehdî, Kays b.
    Ubâd el-Kaysî, Ebu Sasan Hüseyn b. el-Münzir er-Rekâsî, Ebu Vâil, Şakik b.
    Seleme el-Kufi, Ebu Recâ el-Utaridî.

    Bunlar muhadremûndandırlar. Muhadremûn, hem
    cahiliye döneminde ve hem de İslâm döneminde bulunduğu halde, Hz. Muhammed
    (s.a.s) ile buluşamayan müslümanlara verilen bir ünvandır. “Sahih” sahibi
    Müslim, bunların sayısını yirmi olarak zikretmiştir.

    Tâbiûn neslinin hadis rivâyetinde, Tefsirde,
    nahv’ın gelişmesinde, fıkhî konuların oluşmasında ve diğer çeşitli ilimlerde
    büyük hizmetleri olmuştur. Hadislerin yazılması ve tasnif edilip konularına göre
    kısımlara ayrılması onların öncülüğünde gelişmiştir. Tabiûn neslinden hadis
    yazan çok kişi vardır. Bunların en meşhurları İbn Şihâb ez-Zühri, Said İbnu’l-Müseyyeb,
    Said b. Cübeyr, Hasan el-Basri, İbrâhim en-Nehai vb.dirler.

    Tâbiûn neslinden fıkıh ilmi ile de meşgul olan,
    bu sahada hizmeti geçen bir çok kişi vardır. Medine’de, arkadaşları arasında
    fıkıh ilminde temâyüz eden, ileri derecelere ulaşan yedi zat olmuştur ki,
    bunlara “fukahâ-yı seb’â” adı verilir ve onlar da şunlardır: Saîd b. el-Müseyyeb,
    Kasım b. Muhammed b. Ebi Bekr es-Sıddîk, Urve b. ez-Zubeyr, Harice b. Zeyd b.
    Sabit, Ebu Seleme b. Abdurrahman b. Avf, Ubeydullah b. Utbe b. Mes’ûd ve Ebu
    Eyyûb Süleyman b. Yesâr el-Hilâlî.

    Sonradan fetvaları taklid edilen ve mezheb imâmı
    olarak kabul edilen kişilerden yalnız Ebu Hanife, Tâbiûn neslindendir. Diğer
    mezhep imâmları, daha sonraki nesillerdendirler.[2]

    Tâbiûn zamanında tefsirde de büyük gelişmeler
    kaydedilmiştir. Bu dönemdeki tefsir çalışmaları, tefsirin ikinci dönemi olarak
    kabul edilmiştir.

    Tâbiûn’un tefsirdeki görüşlerinin delil olarak
    kabul edilip edilmemesi hususunda, alimlerin farklı görüşleri vardır. Bazı
    alimler onların görüşlerini delil olarak kabul ederken, diğer bazı alimler de,
    onların görüşlerini delil olarak kabul etmemişlerdir.

    Tâbiûn, döneminde Mekke, Medine ve Irak’ta
    tefsir okulları gelişmiştir. Bu okullarda, Tâbiûn neslinden büyük tefsir
    alimleri yetişmiştir. Bu alimlerden bazıları şunlardır: Tâvus b. Keysan, İkrime,
    Atâ b. Ebi Rabah, Zeyd b. Eslem, Alkame b. Kays, Mesrûk, Uveys b. Zeyd, Mürre
    el-Hamedânî, Muhammed b. Ka’b el-Kurezî.[3]

    Diğer çeşitli ilim dalları da, Tâbiûn döneminde
    gelişme kaydetmiştir. Bu ilim dallarında, büyük ilim adamları yetişmiştir.
    Tâbiûn devri, bütün ilim dalları için gelişme devri durumundadır.

    Tâbiûn’un fazileti, Kur’an’a dayanmaktadır:


    “Onlardan sonra gelenler derler ki: Rabb’imiz,
    bizi ve bizden önce inanan kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimide inananlara karşı
    bir kin bırakma! Rabb’imiz, sen çok şefkatli, çok merhametlisin!”

    (el-Haşr, 59/10).

    Bu ayette, Tâbiûn’un güzel vasıfları dile
    getirilmiştir. Onların dönemi, bu ayet nazil olduktan sonra gelmiştir. Onların
    döneminden önce, Yüce Allah onlardan överek bahsetmiştir.

    Ayette ifâde edildiği gibi, insanlar arasında
    ırk, mekân, vatan, kabile, renk gibi hiç bir ayırım yapmadan, bütün imân ehli
    için dua etmişlerdir. Tâbiûn, tevhid, imân ve inanç kervanı, duaları da imân
    duasıdır. Onlar, ne şerefli bir kervan ve duaları, ne güzel bir duadır![4]

    Konu ile ilgili olan diğer bir ayetin meâli
    şöyledir:


    “Muhâcirlerden ve Ensârdan (İslâm’a girmekte)
    ilk önce geçenler ile bunlara güzelce tabi olanlar… Allah onlardan razı
    olmuştur, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. (Allah) onlara, altlarından ırmaklar
    akan, içinde ebedi kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş
    budur.”
    (et-Tevbe: 9/100)

    Ayette geçen “tabi olanlar” ifâdesi, müfessirler
    tarafından iki mana da yorumlanmıştır. Birincisi, onları takib eden, onlardan
    sonra gelen Tâbiûn nesli demektir. İkincisi ise, kıyâmet gününe kadar din, imân,
    ahlak ve takvada onlara tabi olan insanlar olarak kabul edilmiştir.[5]

    Hz. Muhammed (s.a.s) de, çeşitli hadislerde
    Tâbiûn’u övmüş, methetmiştir:


    “Ne mutlu beni görüp imân edene! Ne mutlu beni
    göreni görene!..”[6]


    “Ümmetimin en hayırlıları, benim zamanımda
    yaşayan Sahabelerdir. Ondan sonra, onlardan sonra gelen nesildir ve ondan sonra
    hayırlı olanlar da, onlardan sonraki nesildir”[7]

    Tâbiûn’un son tabakasını, en son ölen Sahabeyi
    görenler oluşturmuştur. Buna göre son tabi, Mekke’de Ebu’t-Tufeyl Amir b.
    Vasile’yi gören Halef b. Halife’dir (180/796). Halef’in ölümüyle Tâbiûn’un sona
    erdiği kabul edilir.[8]

    Tâbiî, Hâkim en-Neysâburî’nin de dâhil
    bulunduğu, ulemâdan ekseriyetin kabul ettiği tarife göre, Sahâbe (radıyallahu
    anhüm)’den biriyle veya birkaçıyla karşılaşmış olan mümin kimsedir. Sahâbeliğin
    sübûtunda imâna mukârin olmak şartıyla uzaktan bile olsa Resûlullah’ı görmek
    yeterli sayıldığı halde burada, Sahâbî ile mülâkat şart koşulmuştur. Hattâ İbnu
    Hibbân, görüşmeyi de yeterli bulmayıp, sahâbeden gördüğünü ve işittiğini
    zabtedecek yaşta olması şartını koşar. Bağdâdî, Sahâbî ile olacak Lika’nın kısa
    değil, bir müddet devam edecek bir sohbet olması gereğinde ısrar eder. Bu farklı
    görüşlere rağmen ekseriyet karşılaşmayı yeterli gördüğü için, Enes’ (radıyallahu
    anh)’i görmüş bulunan A’meş’i (V. 148/765), Yahya İbnu Ebî Kesîr’i (V. 129/746),
    Cerîr İbnu Hâzım’i (V. 170/786) Tâbiîn’den saymışlardır. Keza Amr İbnu Hureys
    (radıyallahu anh)’i gördüğü için Musa İbnu Ebî Aişe’yi; Abdullah İbnu Ebî Evfa
    (radıyallahu anh)’yı gördüğü için Mansûr İbnu el-Mu’temîr’i (132/749) Tâbiîn’den
    saymışlardır. Halbuki bunların görmeleri mücerred bir görmedir, hiçbirinin
    sahâbilerden muttasıl rivâyetleri mevcut değildir.[9]

    Tabileri bilmenin, hiç şüphesiz onları
    sahabilerle karıştırmamak, etbau’t-tabiinden olanları da tabii saymamak
    bakımlarından önemi büyüktür. Tabiiler, İslam kültürünü ve davetini sonrakilere
    ulaştırmakta sahabilerden görevi devralmış bir nesildir.

    Tabiilerin en büyüğü ve faziletlilerinin kim
    olduğu konusu, her şehir ve yöre halkınca farklı şekilde tesbit edilmişse de
    genelde Said b. El-Müseyyeb (veya el-Müseyyib) kabul edilmiştir. Uveys
    el-Karani’dir diyenler de vardır. Hatta Ömer b. El-Hattab’ın “Tabiinin en
    hayırlısı kendisine Uveys denilen kişidir.”[10]
    Buna göre Uveys el-Karani’yi tabiin’in en hayırlısı kabul etmek gerekmektedir.

    Hanımlardan da Hafsa binti Sirin ve Amra binti
    Abdirrahman sayılmalıdır.

    Tabiilerin ilimler tarihindeki en büyük rolü,
    başta hadis ilmi olmak üzere İslami ilimlerin tedvin, tasnif ve neşrini
    gerçekleştirmekte kendisini gösterir. Medine, Mekke, kufe’nin fıkıh ve hadis
    ilimlerinin merkezleri olarak dikkat çekmesi hep bu dönemde olmuştur.[11] 



     




    [1]

    Celâluddin es-Süyûti, Tedribu’r-Râvi fi Şerhi Takribi’n-Nevev, Mısır 1379,
    s. 416 vd.



    [2]

    Zeynuddin Ahmed b. Ahmed b. Abdullatif ez-Zebıdî, Sahih-i Buhârî Muhtasarı
    Tecrid-i Sarih Tercemesi, trc. Ahmed Naim, Ankara 1970, Mukaddime, s. 30 vd.



    [3]

    Mahmud Hüseyn ez-Zehebî, et-Tefsû ve’l-Mufessirûn, Lübnan 1976, 1, 99 vd.



    [4]

    Seyyid Kutub, Fi Zilâli’l-Kur’an, Beyrut, tsz., XXVIII, 41 vd.



    [5]

    el-Kâdı Beydâvi, Envaru’t-Tenzil ve Esraru’t-Te’vl, Mısır 1955, I, 207;
    Muhammed Ali es-Sâbûnı, Safvetu’t-Tefâsir, İstanbul 1987, I, 559.



    [6]

    Ahmed b. Hanbel, Müsned: 5/248, 257, 264.



    [7]

    Buhârî, Fedâilu’s-Sahabe: 1, Rikâk: 7.



    [8]

    Nureddin Turgay, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/71-72.  Tabiilerin ilk vefat
    edeni Ebu Zeyd  Ma’mer b. Yezid (30/651)’dir. (İsmail Lütfi Çakan, Hadis
    Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 88.) 



    [9]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/535-536.



    [10]

    Bk. Şerhu Elfiye: 4/55.



    [11]

    İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
    Yayınları: 87-88.

  • Aşere-i Mübeşşere: Hadis Usulü Online Oku


    Aşere-i Mübeşşere
    :

     

    Hayatta iken Hz. Peygamber (s.a.s.)
    tarafından Cennet’le müjdelenen ashabın ileri gelenlerinden on kişi için
    kullanılan bir tabir.

    Kur’an-ı Kerîm’de bu hususta
    herhangi bir delil mevcut olmamakla birlikte, Rasulullah’ın sahîh hadisleriyle
    sabit olan bu ashabın Cennetlik oluşları, İslâm’ın genel prensipleri dahilinde
    gayet tabi bir olaydır. Aşere-i Mübeşşere tabirinin yanısıra “el-mubeşşirun
    bi’l-Cenneh” tabiri de bu sahabeler hakkında kullanılmıştır. Bu meşhur on sahabi
    şunlardır: Hz. Ebû Bekr (ö. 634), Hz. Ömer (ö. 643), Hz. Osman (ö. 655). Hz. Ali
    (ö. 660), Hz. Abdurrahman b. Avf (ö. 652), Hz. Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh (ö. 639),
    Hz. Talha b. Ubeydullah (ö. 656), Hz. Zubeyr b. Avvam (ö. 656), Hz. Sa’d b. Ebi
    Vakkâs (ö. 674), Hz. Said b. Zeyd (ö. 671).

    Bu büyük sahabilerin kendilerine
    has özellikleri vardır. Meselâ: Mekke’de ilk müslüman olan bu şahsiyetler Hz.
    Peygamber’e ve İslâm davasına büyük katkıları olan kişilerdir. Bu büyük
    sahabilerin hepsi İslâm devletinin müşriklere karşı giriştiği ilk büyük cihat
    hareketi olan Bedir gazvesinde bulundukları gibi, Hz. Peygamber’e, O’nu ve
    İslâm’ı sonuna kadar koruyacaklarına dair Hudeybiye gününde ağaç altında Bey’at
    etmişlerdir. İslâm akidesi için Allah yolunda en yakın akrabalarına karşı
    çarpışmaktan geri durmamışlardır. Hadis âlimlerinden bazıları eserlerine bu on
    sahabinin rivayet ettikleri hadîslerle başlamışlardır. Ayrıca sırf Aşere-i
    Mübeşşere’nin hayatlarını konu alan müstakil eserler kaleme alınmıştır. Bunların
    faziletleri ve Rasulullah tarafından Cennet’le müjdelendikleri sahih hadis
    kaynak ve mecmualarında sabittir.
    [1]



     




    [1]

    Tirmizî, Menâkıb: 25; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 1/193; Şamil İslam
    Ansiklopedisi: 1/172.