Yıl: 2012

  • Arapçanın Tarihi 2 (Klasik Arapça-Orta Arapça )

     

    Güney Arapçası’nın en eski şekil veya lehçelerini bazı kitabelerle tanıyoruz ki bunlar Minae [59] Sebâ [60] Katebân ve Hadramut kitabelerinde [61] görülen eski lehçeler­dir. Bunların bir nevi devamı olan bu­günkü bazı lehçeler de [62] aynı grupta toplanır.

    Bu tasnifte. Kuzey Arapçası tâli gru­bunda, klasik Arapça [63] çekir­dek olmak üzere onun bağlı bulunduğu eski ve yeni lehçeler toplanır. Sadece Arapça, Arap dili denildiği zaman, umu­miyetle klasik Arapça ve geniş mana­sıyla da klasik Arapça ile birlikte onun bağlı olduğu veya ona bağlı olan lehçe­ler manzumesi kastedilir.

    Bütünü ile bu Arapça’nın tarihi, geliş­me ve yayılma safhaları bazı ara devre­ler birleştirilmek suretiyle sadeleştiril­miş bir plan içerisinde şöyle hulâsa edi­lebilir:

    1) Eski Arapça.

    2) Klasik Arapça ve ona kaynak olan eski edebî lehçeler. [64]

    3) Orta Arapça.

    4) Yeni [65] Arapça.

    5) Bu son iki safhada edebî yazı diline müvazî olarak devamlı gelişen mahallî lehçeler.

     

    2) Klasik Arapça

     

    Klasik Arapça tabi­riyle bugün mevcut en eski edebî me­tinlerde, Kur’ân-ı Kerim’de ve hadiste gördüğümüz, daha sonraları da Arap­ça’nın yayıldığı yerlerde din, şiir. edebi­yat ve ilim dili olarak ana çatısı değiş­meden devam eden. lehçeler üstü Arap­ça kastedilir. Bu dil muhtelif bölgeler­de, daha İslâmiyet öncesinden bugüne kadar mevcut farklı lehçelerin yanında kendisine mahsus bir gelişme seyri çiz­miştir.

    Arapça’dan bahseden eski müellifler klasik lehçeyi el-Arabiyye, eski büyük lehçeleri luga [70] ko­nuşma dilini avam dili [71] diye adlandırmışlardır.

    Kesin olarak söylenebilir ki milâdî VI. yüzyılın ortalannda gramer [72] ve lügat bakımından farklılık gös­teren lehçeler ve bunlardan ayn, kabi­leler arası ortak bir edebî lehçe [73] mevcuttu. Kelime hazinesi olarak kendi kabilelerinin lehçesinden faydalanmak­la beraber şairler eserlerinde bu ortak lehçeyi [74] kullanıyorlardı. Ni­tekim bu ortak edebî lehçe, onu yaşa­tan ve devam ettiren şairler ve onlann şiirlerini ezberleyip yayan râviler tara­fından kuzeyde Gassânîler’in ve Lahmîler’in saraylarına kadar bütün Arap yarımadasına yayılmış bulunuyordu.

    Eski İslâm âlimleri, hususiyetlerine bakarak klasik Arapça’nın hangi büyük lehçe veya lehçelere dayandığını araştır­mışlar, ancak daha sonraki âlimler Ku­reyş lehçesinin bu dilin esası olduğunu kabul etmişlerdir. Bununla beraber kla­sik Arapça’da farklı nisbetlerde bazı leh­çe veya lehçe gruplannın hissesi vardır. Edebî dile en yakın lehçeler hakkındaki malzeme kıraate dair eserlerde bulun­maktadır. VI-VII. yüzyıllardaki lehçeler hakkında eski müelliflerin müşahedele­rini umumiyetle garîb ve nâdir [75] kelime ve tabirlere dair eserlerle ilk lü­gat ve gramerlerde bulmaktayız. Bu sa­hadaki bilgilerin en eskisini ise Arap filolojisinde ilk lügat çalışmalarını Kur’ânî tedkiklere bağlı olarak başlatan İbn Abbas’a (ö. 68-687-88) borçluyuz. Onun tef­sire dair çalışmaları yanında bilhassa Kur’ân-ı Kerim’deki nâdir kelimeler hak­kında bir çalışması, gerek eski lehçeleri, gerekse bunların Kur’ân-ı Kerîm diline yani klasik Arapça’ya yakınlıklannı ta­yine yardım edecek en mühim kaynak­lardan biridir.

    Lisanı ve edebî malzemeyi derleyen, Arapça’nın kaidelerini tesbit eden ilk dil âlimleri, bu lehçeleri klasik dile yakınlık­larına, fasih oluş derecelerine göre sınıflandırmışlar ve çalışmalarında bu değer­lendirmeyi daima göz önünde bulundur­muşlardır. Nitekim bu âlimler şehirde oturanların dillerine, Arap yarımadasının kuzeyinde ve güneyinde yaşayan bedevî kabilelerin lehçelerine, yabancılarla te­masları bulunmaları ve dolayısıyla dille­rinin saflığını kaybetmiş olması düşün­cesiyle güvenmediler. Bu âlimlerce dil­leri fasih kabul edilen lehçeler, İslâm’ın doğuşunda Tay hariç çoğu Mudar asıllı olan Hicaz ve Necid’de, Fars körfezi sa­hillerine doğru Necid’in doğusunda ya­şayan kabilelerle bunlara komşu olanla­rın lehçeleriydi. Bununla beraber Kureyş lehçesini de içine alan Hicaz lehçesi ile doğudaki Temim’e bağlı kabilelerin leh­çeleri arasında da farklar vardı ve kla­sik dil bazan bir grubun, bazan diğeri­nin hususiyetlerini taşımaktaydı.

    Klasik Arapça’yı temsil eden metinler şunlardır: Kadîm şairlerin câhiliyyûnun, muhadramûn ve İslâmî devrin ilk şairleri­nin, [76] şiirleri, Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber’in ve ilk halifelerin resmî mu­hâberâtı, hadis, eyyâmü’l-Arab’a dair mensur parçalar ve emsal.

    Fasih Arapça ile nazil olan Kur’ân-ı Kerîm edebî mükemmeliyetini kabul et­tirmiş, yüksek belagatı karşısında Arap­lar’ı hayrete düşürmüştü. Kur’ân-ı Ke­rîm daha Hz. Peygamber zamanında ya­zıyla tesbit edilmiş ve çok geçmeden ki­tap haline getirilmiştir. Gerek kısmen veya tamamen ezberlenerek, gerekse mushaf halinde süratle yayılan, aynı za­manda dilin bütün hususiyetlerini akset­tirecek genişlikte bulunan Kur’ân-ı Ke­rîm, fasih ve edebî Arapça’nın en mü­kemmel numunesi, miyarı olmuş ve bu hüviyetini devam ettirmiş, dil ve edebi­yata dair çalışmaların da hareket nok­tası olmuştur.

    Yukarıda belirtilmeye çalışıldığı gibi Câhiliye devrinde ve İslâm’ın zuhuru sı­rasında yazı, Arapça’yı lâyıkıyla tesbite ve aksettirmeye müsait değildi. Şekille­ri aynı olan harfleri henüz birbirinden noktalarla ayrılmayan ve kısa seslilere delâlet eden harekeleri vb. bulunmayan, muhtelif şekillerde okunabilen bu yazı bilhassa nâdir kelimeleri ifade şekille­rini ihtiva eden edebî mahsullerin ne­silden nesile intikalinde ancak hafıza­ya yardımcı bir vasıta idi. Sözlü rivayet esastı. Bunun neticesi olarak İslâm ön­cesinden az miktarda dil ve edebiyat malzemesi kalabildi. Câhiliye devrinin tahminen son 150 yılına ait olup daha çok hafızadan hafızaya intikal eden şiirlerin, emsalin, ahbârın, eyyâmü’l-Arab’a dair mensur parçaların, ensâba dair bil­gilerin yazıya aktarılmasına hicretin 1. yüzyılında daha Hulefâ’yi Râşidîn dev­rinden itibaren teşvikle başlanmış. Emeviler devrinde sınırları genişletilmiş, hic­rî II. III. yüzyıllarda bu tedvîn faaliye­ti büyük bir gayretle devam etmiş ve daha sonra, toplanan malzemenin ta­mamlanıp yeniden tasnif ve tedvîni ya­pılmıştır.

    Hicrî II. yüzyılın ikinci yarısına kadar Arap yazısının çok kifayetsiz oluşu, uzun müddet birçok hususiyeti hafızada ko­runarak sözlü yolla intikali, bu eserlerin başlangıçta taşıdıkları lehçe hususiyet­lerinin hiç değilse bir kısmını kaybet­melerine sebep olmuş, aynı zamanda klasik Arapça’nın sarf, nahiv, lügat ve edebî kullanılış şekillerinin sistemli ve gayretli bir tarzda tayin ve tesbit edil­diği Il-IV. [77] yüzyıllarda bir derece­ye kadar standart bir hale getirilmiştir.

    Bu metinlere dayanılarak dilin kaide­leri tesbit edilirken, lehçeleri fasih sayı­lan, şehir muhitinden, yabancı temas ve tesirinden uzak kalmış kabilelere men­sup bedevilerin dilinden kelimeler der­lenmesi, edebî dilin lugatmda büyük leh­çelerin kelime hazinesinin bir araya ge­tirilmesi neticesini doğurmuştur. Klasik lugatlarda görülen, bir kelimenin kısa seslilerinin değişik birkaç çeşit söyleni­şi, zıt mânaya gelen kelimeler, aynı ke­limenin muhtelif mânalar taşıması, eş­yanın ve canlıların değişik hal ve şekil­lerini karşılayan kelimelerin, müteradif­lerin bolluğu başlıca bundan ileri gel­mektedir.

     

    3) Orta Arapça

     

    İslâmiyet’in Arapça üze­rindeki tesiri büyük ve devamlı olmuş­tur. Kur’ân-ı Kerîm fasih Arapça’nın ça­tısını, esaslarını tesbit için münakaşasız ve mükemmel bir numune olmuştur. Di­ğer taraftan İslâmiyet’le birlikte bu di­lin vatanında eskisinden farklı bir düşü­nüş ve yaşayış tarzı, eski bedevî haya­tından maddî ve manevî yönleriyle çok ayrılan bir şehir hayatı, bir cemiyet ya­pısı doğmaya ve gelişmeye başladı. Yaşayış tarzındaki ve hayat anlayışındaki, düşünce, duygu ve zevklerdeki bu de­ğişmenin pek tabii olarak dilde de bir­takım tesirleri olacaktı. Üstelik Arapça çok geçmeden eski hudutlarından taşa­rak asıl vatanından çok uzaklara, baş­ka dillerin konuşulduğu ülkelere yayıldı. Bunun neticesi olarak da önce İslâmi­yet’in ve dilin sahiplerinin hayatına, da­ha sonra bütün yönleriyle İslâm medeniyetine, bu medeniyet çevresinde serpi­len, büyüyen, çoğalan ilimler ve sanatla­ra bağlı olarak Arapça günümüze kadar devam edegelen, halen de devam etmekte olan bir gelişme safhası yaşadı.

    Milâdî VII. yüzyıl başlarında Arapça’­nın sahası, Arap yarımadasının kuzeyi­ne kadar uzanırken İslâm’ın yayılmasıy­la ve fetihlerle hızla genişlemeye başla­dı. Arapça’nın ilk yayıldığı bölgeler ara­sında bulunan Suriye’de ahalinin çoğu, bu dile akraba olan Ârâmî dilini konu­şuyordu. Esasen Gassânî sarayının dili olan Arapça bu bölgede kolayca yayıldı ve günümüze kadar bu toprakların millî dili oldu. Kültür, siyaset ve kilise dilinin Yunanca, konuşma lisanının Kıptî dili ol­duğu Mısır’a da Arapça aynı şekilde yer­leşti.

    Kuzey Afrika’da kıyı bölgelerde Latin­ce kültür diliydi. İç kısımlarda da Ber­beri dili hâkimdi. Bunların yanında La­tince. Yunanca ve Kartacalılar’dan kalma Sâmî dil unsurlarından mürekkep bir dil de konuşuluyordu. Kuzey Afrika’ya bir­birini takip eden Arap gruplarının iskâ­nı ile Arapça şehirlerden başlayarak ya­yıldı ve neticede Berberi dili yalnız bazı iç bölgelerde varlığını koruyabildi. Arap­ça Afrika’dan Endülüs’e [78]geçti. Bazı Akdeniz adalarını da içine alan bu saha doğuda Irak ve İran üzerinden As­ya içlerine doğru uzanarak Pireneler ve Atlas Okyanusu’ndan Siriderya ve İndus kıyılarına kadar genişlemişti. Doğuda Irak’ta, İran’a yakın bölgelerde eski ta­rihlerden beri Fars dili ve kültürü ile te­mas halinde bulunan Araplar İslâm im­paratorluğunun İran üzerinden genişle­yen fetihleriyle Türk ve Hint kültür sa­halarına kadar İlerlediler. Bu geniş ya­yılma sahasının çeşitli bölgelerinde gün­lük konuşma dili gittikçe farklılaşan leh­çeler şeklinde devam ederken klasik Arapça müşterek ilim ve sanat dili ola­rak kaldı. Aynı zamanda bu yazı ve ede­biyat dili çok uzak bölgelerdeki lehçele­rin birbirlerinden tamamen kopmalarını da önledi.

    Bir taraftan yeni iskân bölgelerine ge­len Arap unsurlarının ekseriyetinin dili olan eski lehçelerin, diğer taraftan bu bölgelerde yerini aldığı veya komşu ol­duğu dillerin, değişik temaslann ve fark­lı şartların tesiriyle Arapça’nın birçok lehçe ve şiveleri doğmuştur. Büyük kıs­mı halen yaşayan bu lehçe ve şiveler umumiyetle doğu lehçeleri grubu ve batı lehçeleri grubu olmak üzere iki kı­sımda toplanır. Doğu lehçeleri grubunda Arabistan lehçeleri [79] Irak lehçeleri, Suriye-Lübnan ve Filistin lehçeleri; Mısır lehçeleri [80] batı lehçeler grubun­da ise Libya ve Trablus Arapçasi, Tunus lehçesi; Cezayir ve Büyük Sahra lehçele­ri; Fas lehçesi; Hassam [81] lehçesi, Endülüs, Patellaria [82] ve Sicil­ya [83] lehçeleri ile Malta dili vardır.

    İslâmiyet’ten önceki devirlerden beri pek tabii olarak Arapça’ya bazı dillerin tesirleri olmuştur. Daha çok kelime al­ma şeklindeki bu tesir Arap dilinin son­raki yayılması, sınırlarının genişlemesi, coğrafya ve kültür temaslarının artması nisbetinde büyümüştür. Arapça’ya geç­miş yabancı unsurlann tesbitine dair ça­lışmaların çok eski bir tarihi vardır. Ni­tekim Kur’ân-ı Kerîm dilinde, yani fasih lehçede diğer lehçelerden Arapça’ya ak­raba veya yabancı dillerden geçmiş ke­limeler üzerinde daha hicri I. yüzyılın ilk yansında durulduğu görülmektedir. [84]

    Arapça’ya girmiş [85] Arapçalaşmış [86] kelimeler hakkında daha son­raları müstakil eserler yazılmıştır ki bun­ların en tanınmışları, Ebû Mansûr el-Cevâlîki’nin (ö. 540/1145) el-Mucarreb’i ile [87] Şehâbeddin Ahmed el-Hafâcî’nin (ö. 1069/ 1659) Şifâ’ü’l-galîl’idir.

    Yakın akrabalığı olan bazı Sâmî diller bir yana bırakılırsa, Arapça’da uzun ta­rihî seyri boyunca tesiri görülen dillerin belli başlıları arasında şunlar sayılabilir: Pehlevi ve daha sonraki şekliyle Farsça, Yunanca. Latince, Sanskritçe, Şimalî Af­rika’da Berberilerin dili, muhtelif Ro­man dilleri bilhassa [88] Bir kısmı yazı diline kadar uzanan bu tesirler kültür tarihi bakımından da ehemmiyetlidir. Nitekim Arap kültürü ve İslâm medeniyetinin gelişme devre­sinde Arapça’nın bilhassa Farsça’dan [89] felsefeye, muhtelif riyâzî ve tabii İlimlere da­ir eserlerin Arapça’ya nakledildiği kesif tercüme hareketleri sırasında Yunanca ve Süryânî dilinden gelen tesirler bu tarz temasların neticeleridir.

    Arapça’nın en çok alışverişte bulun­duğu dillerden biri de Türkçe’dir. Ehem­miyetli izler bırakmayanlar bir tarafa, Türk-Arap temasları daha Halife Hz. Ömer’in hilâfetinin son yıllarından iti­baren gittikçe artarak devam etmiştir [90] III. [91] yüzyılda Türkler’in büyük gruplar halinde İslâmi­yet’i kabulü, Abbasî sarayında askerî güçlerinin ve nüfuzlarının artışı. Selçuklular’ın kuruluşundan sonra Türkler’in İran üzerinden Arapça’nın asıl vatanına doğru akışı ve nihayet Anadolu’ya yer­leşen Türk hâkimiyetinin bütün Arap dünyasını uzun müddet içine alışı, her iki dilde de kaçınılmaz tesirler bırakmış­tır. Nitekim Fas’tan Irak’a kadar uza­nan bölgelerde konuşulan bütün lehçelerde olduğu gibi yazı dilinde de Türk­çe’den geçmiş unsurlar hâlâ yaşamak­tadır. [92] Türkler’in zaman zaman Arap dil ve edebiyatının gelişmesinde menfi tesir­leri olduğu hususundaki bazı görüşler, dil ve edebiyatın tarihî akışındaki dal­galanmaları, yükselme, duraklama veya gerilemeleri, satıhtaki birtakım tarihî sebeplere veya zaman bakımından aynı devreye tesadüf eden hadiselere bağlayıverme gayretleriyle izah edilebilir. Me­selâ Abbâsîler’in kudretlerinin zayıfla­ması ve 111. [93] yüzyılda Türk askerî nü­fuzunun saraya hâkim oluşunun fikrî seviyede umumi bir düşüşe yol açması, saray dilinin bile eski saflığını kaybede­rek halk konuşma dili unsurlarıyla dol­ması hükmü [94] bu tarz görüşlerdendir. Halbuki III. [95] yüzyıl, eski klasik metinlerin titiz ve sistemli bir şekilde derlendiği, Arap­ça’nın gramerinin sağlam temellere otur­tulduğu, diğer taraftan “Muhdes” [96] şairlerin en büyüklerinin yetiştiği, bilhassa yeni bir nesir dilinin büyük eser­ler verdiği devirdir. Yine Fück’e göre X. [97] yüzyılda Arapça’nm konuşulduğu memleketlerin Osmanlılar tarafından fet­hi de bu yerlerde ve hatta o zamana ka­dar Arap kültürünün merkezi olan Mı­sır’da edebî faaliyetin en düşük seviye­sine inmesi neticesini doğurmuştu. Bu­nun sebebi ise Osmanlı hükümdarlarının Arap dili ve edebiyatını korumaya husu­si bir alâka göstermemeleriydi. [98] Bu kanaat de yanlıştır. Çün­kü Osmanlılar yalnız Arapça’nın vatanı olan ülkelerde değil, imparatorluğun ya­yıldığı her yerde açtıkları medreselerde Türkçe yerine Arapça okutmuşlar, Türk­çe, Farsça ve Arapça olmak üzere her üç dildeki sanat ve ilim eserlerini des­teklemişlerdir. Osmanlı devrinde Türk müelliflerinin Arapça olarak kaleme al­dıkları sayısız eser, bu dile karşı besle­nen alâkanın en açık delilidir.

    Eski Arabistan’ın bedevi hayatının şiir dili, yukarıda kısaca bahsedilen âmiller­le İslâm medeniyetinin en çok işlenmiş ilim ve sanat dili olmuştu. Bu zengin dilin İslâm medeniyeti çerçevesinde gelişen bütün ilim ve sanat sahalarına dair ıstı­lahları içine alan geniş bir lügati yoktu. İbn Manzur’un (ö. 711-1311) Lîsânü’l-‘Arab’ı. Ez-Zebidi’nin (ö. 1205-1790) Tâcü’l-‘arûs’u gibi kendilerinden önceki çalışmaları bir araya getiren büyük lugatlarla bunların tertip edildikleri za­manların muhtelif mevzulardaki eserle­rini anlamak mümkün değildir. Çünkü klasik dilin fasih sayılan malzemesin­den derlenen bu lugatlara İslamî, şehir hayatına bağlı ve yeni [99] kelimelerin, tabir ve ıstılahların pek azı girebilmişti. Lugatlardaki bu boşlu­ğu kısmen çeşitli sahalar için tertip edi­len ıstılah lugatları karşılamaya çalışı­yordu. Devamlı değişme içerisinde bu­lunan hayatın getirdiği yeni kelimeler yanında eski kelimeler türlü yollarla ye­ni mânalar kazanıyordu. Nitekim ez-Zemahşerî (ö. 538-1144), edebi dilde eski kelimelerin kazandığı yeni mânaları Esâsü’1-belâğa’sında tesbit etmek istedi. Fakat bu ve daha sonraki bazı gayret­ler klasik lugatlardaki boşluğun pek kü­çük bir kısmını doldurabilmiştir. Hatta R. Dozy’nin Supplement aux dictionnaires Arabes’ [100] ve bu­na ek olarak verdiği diğer çalışmaları gibi eserler de işaret edilen eksikliği tamamıyla giderememiştir.

     Kaynak:DİA

  • Arapçanın Tarihi 1( Eski Arapça )

     

    Güney Arapçası’nın en eski şekil veya lehçelerini bazı kitabelerle tanıyoruz ki bunlar Minae [59] Sebâ [60] Katebân ve Hadramut kitabelerinde [61] görülen eski lehçeler­dir. Bunların bir nevi devamı olan bu­günkü bazı lehçeler de [62] aynı grupta toplanır.

    Bu tasnifte. Kuzey Arapçası tâli gru­bunda, klasik Arapça [63] çekir­dek olmak üzere onun bağlı bulunduğu eski ve yeni lehçeler toplanır. Sadece Arapça, Arap dili denildiği zaman, umu­miyetle klasik Arapça ve geniş mana­sıyla da klasik Arapça ile birlikte onun bağlı olduğu veya ona bağlı olan lehçe­ler manzumesi kastedilir.

    Bütünü ile bu Arapça’nın tarihi, geliş­me ve yayılma safhaları bazı ara devre­ler birleştirilmek suretiyle sadeleştiril­miş bir plan içerisinde şöyle hulâsa edi­lebilir:

    1) Eski Arapça.

    2) Klasik Arapça ve ona kaynak olan eski edebî lehçeler. [64]

    3) Orta Arapça.

    4) Yeni [65] Arapça.

    5) Bu son iki safhada edebî yazı diline müvazî olarak devamlı gelişen mahallî lehçeler.

     

    1) Eski Arapça

     

    Eski Arapça’nın husu­siyetleri ve geçirdiği safhalar hakkında bilgilerimiz bazı eski kitabelere, bir dereceye kadar da Araplar’la münasebet­leri olmuş kavimlerin metinlerinde ge­çen kabile, şahıs ve yer adlarına dayan­maktadır.

    Bugün en eski Arapça vesika, milât­tan önce 853-626 yılları arasında Asurlular’ın Aribiler’e [66] karşı yaptıkları savaşlara dair Asurî metinle­rinde geçen kırk kadar has isimdir.

    Araplar’a ait en eski kitabeler, tahmi­nen milâttan önce VI. yüzyılın ortalarına kadar çıkan ve müsned denilen Güney Arabistan yazısından gelişmiş bir hatla yazılmış, sayılan çok fakat dilin yapısı ve hususiyetlerini aksettirebilecek uzun­luk ve zenginlikte olmayan metinlerdir. Bunlardan Medâinü Salih’in biraz güne­yinde. Kuzey Hicaz’da el-Ulâ ve civarında Dîdânî ve ühyânî kitabeler [67] Sînâ. Ür­dün ve Güney Filistin’de, hatta Mısır’da bulunan binlerce Semûdî kitabe ile baş­ta Suriye’de Şam’ın güneydoğusunda vol­kanik bir bölge olan es-Safât’ta, ayrıca Ürdün’de, Kuzey Hicaz’da bulunan ve sahiplerinin Semûdîler’le yakın akrabalıklan anlaşılan Safâtî kitabeler, Arap­ça’nın, Güney Arabistan kültürünün hâ­kim olduğu uzun devreden kalma vesi­kalar olup çoğu ticaret yolları üzerinde kayalara kazılmış isimlerden ve kısa hâ­tıra kayıtlarından [68] ibarettir.

    Daha sonra Arapça’nın teşekkülüne müessir olan Ârâmî kültürü IV. yüzyıl­dan itibaren tesirini kaybetmeye başlamıştır. Araplar kendi kitabelerinde Nabat dil ve yazısını kullanırlarken daha sonra bitişik Nabat yazısından Arap ya­zısı doğmuş ve Nabat dilinin yerini de Arapça almıştır. Bu bakımdan milâdî 328 tarihli en-Nemâre kitabesine, Nabat di­linde olmakla beraber, daha önceki de­virlerden kalan vesikalann Arapça’sın­dan farklı ve klasik Arapça’ya çok yakın bir Arapça’dan bazı unsurlar taşıdığı için ayn bir ehemmiyet verilir. “Bütün Araplar’ın meliki” İmruülkays’ın mezar taşındaki bu kitabenin yazısı da Nabatî yazıdan Arap yazısının doğuşuna doğru meydana gelen gelişmeleri aksettirme bakımından [69] halen mevcut en eski vesikadır. Böylece artık mevcudiyeti an­laşılan klasik Arapça milâdî 512 tarihli Zebed, 528 tarihli Üseys ve 568 tarihli Harran kitabelerinde açıkça ortaya çık­maktadır.

     Kaynak:DİA

  • Görmez:Cemaat En Az İki Genci Camiye Getirmeli

     

     

    Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, cami cemaatinin, evinden camiye gelirken, her cemaatin en az 2 genç cemaat getirmesini istedi. Prof. Görmez, cemaat profilinin gençleştirilmesini istedi.

    Sapanca Güral Otel’de gerçekleştirilen ‘Yurtdışı Hizmetleri Konferansı-Küresel Gelişmeler Yeni Perspektifler’ konulu programa katılmak için Sakarya’ya gelen Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Yenikent Karaman 17 Ağustos Camii’ni ziyaret etti. Görmez, buradaki cami cemaatinden, camiye gelirken en az iki genci camiye getirmesini istedi.

    Görmez, Sakarya Valisi Mustafa Büyük’ü makamında ziyareti ardından, Sakarya İl Müftüsü İlyas Serenli ile birlikte Marmara depreminden sonra yapılan Yenikent Karaman 17 Ağustos Camii’ni ziyaret etti. Cami Dernek Başkanı Yunus Özçelik, 17 Ağustos Camii İmam Hatibi Yakup Alemdar, Ahmet Kopal ve Cami Müezzini Hüseyin Barutçu ile de görüşen Prof. Dr. Mehmet Görmez, cami cemaati ile bir süre sohbet etti.

    Cami cemaatinin, evinden camiye gelirken, her cemaatin en az 2 genç cemaat getirmesini isteyen Prof. Dr. Mehmet Görmez, cemaat profilinin gençleştirilmesini istedi. 17 Ağustos Camii din görevlilerine, sabah namazında kaç cemaat olduğunu soran Prof. Görmez, bu büyük eserin içinin dolu olması gerektiğini vurguladı.

    Kaynak : İnternethaber

  • Diyanet Din Eğitimine El Koyuyor

    Din eğitimi ve öğretimi konusunda Başkanlığımızca yürütülen hizmetlerdeki etkinlik ve verimliliğin arttırılması, söz konusu hizmetlerden yararlananların yeterliklerinin geliştirilmesi ve bu alanda yeni yöntemler oluşturulmasına katkı sağlanması amacıyla, 30 Mart-1 Nisan 2012 tarihlerinde Eğitim Hizmetleri Genel Müdürlüğü koordinesinde yürütülen “Yaygın Din Eğitimi Sempozyumu” hazırlık çalışmaları tamamlanmıştır. 

     

     Ankara Rixos Otel’de üç gün boyunca iki ayrı salonda devam edecek olan Sempozyumda Yaygın Din Eğitimi ile ilgili konular ve sorunlar ele alınacaktır. 45 bilim adamının tebliğ sunacağı sempozyumda 45 bilim adamı da müzakere yapacak ve ayrıca yaygın din eğitimini alanda uygulayan 60 davetli, moderatörler yönetiminde farklı salonlarda tecrübe paylaşımı çalıştayları yaparak sorunların çözümüne ve verimliliğin artmasına katkı sağlayacaklardır. 

    Oturum başkanlarıyla birlikte 165 bilim adamı ve alan uzmanının katılımıyla gerçekleşecek olan sempozyum 1 Nisan 2012 Pazar günü değerlendirme oturumuyla tamamlanacaktır. Sempozyumda ele alınacak konular Program’da başlıklar halinde detaylı olarak yer almaktadır.


     


    “Yaygın Din Eğitimi Sempozyumu” programı için tıklayınız.

     

     


  • Özenti Olma!

     

    “Yaff choq manyaq bi topic, çüüş falan olrsn yaanıı xDasdf:P” diye başlasaydım yazıma birçoğunuz bu nasıl bir yazı diye hayrete düşebilir ve devamını okumadan sayfayı terk edebilirdiniz. Ancak günümüzde bu tip cümleleri o kadar çok görüyor ve duyuyoruz ki, sanırım bir süre sonra konuşmayı ve yazmayı beceremeyen bir topluluk haline geleceğiz gerekli önlemleri almazsak eğer. Oysa “dil” bir milletin en belirgin ve en güzel vasfıdır. Diller, bozulursa, ülkeler yok olur.

    Bu hale nasıl geldik, şöyle eskilere dönüp bir bakalım her beraber.

    Günümüzde yaşanan bu konuşma ve yazışma bozukluğu aslında yabancı dil hayranlığı ve batı taklitçiliği ile ortaya çıkmaya başladı. Bizler “dahi” anlamında olan “de” ayrı, birçok bitişik, pek çok ayrı yazılır hatta ince ve kalın okunmasına göre “şapka işareti” nerelerde nasıl kullanılır diye dilimizi en güzel bir şekilde öğrenmeye çalışırken, içimize sinsi sinsi işlemeye başlayan bu taklitçilik ve yabancı dil hayranlığı okuduğumuz kitapları, dinlediğimiz müzikleri, izlediğimiz programları birer birer değiştirmeye, bunlara bağlı olarak da kavramlarımızı farklılaştırmaya diğer adıyla modernleştirmeye! başladı. Cafe, shop, outlet, patisserie, center veya hard, slow, pop, rock, hip pop vs. gibi kavramlarımız yoktu önceleri mesela. Bir dilde yabancı sözcüklerin olması o dili zenginleştirir ama gereksiz yere ve yanlış kullanımlar da o dili öldürür.

    Tam sıradanlaşmaya ve normalleşmeye başlamıştı ki bu kavramlar, hızla gelişen ve yenilen dünyaya ayak uydurmak adına “internet” diye yeni bir kavram çıktı karşımıza. Bu kavramla birlikte alfabemize “q” , “w” , “x”gibi nur topu gibi yeni harfler eklendi!!! Her şeye hakkını vermek gerekir düsturundan yola çıkarak! alakalı-alakasız her yerde bu harfleri kullanmaya başladı milletimiz. Bizim için önemli ve değerli olan bazı kavramlar bu gereksiz ve bilinçsiz kullanımın kurbanı oldu maalesef. Mesela, “ashqım, sewgilim” kelimeleri bunun en bilindik örnekleri. Kelimeler böyle bozulunca onlara can veren ruh da maalesef yok oluyor. Bu nedenle, birçokları aşktan, sevgiden dem vurduğu halde ona varamıyor, onu bulamıyor.

    Özellikle gençlerimiz bu yozlaşma girdabının içine hızla sürüklenmekte ve farkında olmasalar bile yaşanan bu bozulmanın birer kurbanı olmaktadırlar. Her istediklerine hemen hemen rahat bir şekilde kavuşabilen bu güzelim gençliğe sahip çıkmaz, bilgisayar ve internet dünyasında kontrolsüz bir şekilde kaybolmalarına engel olmaz isek hem bu dünyada hem de ahirette bunun bedelini ağır bir şekilde ödeyebiliriz. Düşünün dilini bu şekilde kullanan bir öğretmen, eğitmen, hoca veya ebeveyn nasıl güzel bir miras bırakabilir kendisinden sonra gelenlere.

    Son olarak şunları söylemek istiyorum. Bir zamanlar mirc/irc, sonraları msn, şimdilerde ise facebook ve twitter çılgınlığı yaşanıyor ülkemizde ve dünyada. Yediden yetmişe hemen herkes bunları artık nerdeyse biliyor ve kullanıyor. Gelecekte isimleri değişik olacak ama bunlar yine var olacaklar. Bu yüzden kendimizi, yakınlarımızı ve sevdiklerimizi bize zararı dokunacak bu tip şeylerden korumalıyız. Eğer illa da olsun istiyorsak helal dairesinde dilimize ve kültürümüze sahip çıkmalıyız. “Yoqsa hepimis choq üsülürüs!!! :(bxvaasfd:(“


    İlyas UÇAR
    www.ilyasucar.com / ilyasucar@gmail.com

  • Klasik Arapça 16.Ders Tefalül, İfinlâl, İfillâl ve Tefalül Babına Mulhak 5 Bab

    https://www.youtube.com/watch?v=zaBYyFCf4o8&list=UUv37VpVXOqALdb8o5rQtjiw

  • Arapça İçin UNESCO Devreye Girdi

     

    3 gün sürecek olan konferansa, Arap ülkeleri dışında Asya, Afrika, Avrupa, Avustralya ve Amerika kıtalarından toplam 47 ülkeden 272 araştırmacı iştirak ediyor. 23 Mart’ta sona erecek olan konferans, dünya üzerinde Arap dili ve kültürüneilgi duyan ve bilimsel araştırma yapan yabancıların beklentilerinin karşılanması hedefliyor. Konferansta ayrıca, Arap dili vekültürünün, gelişen yeni iletişim koşulları içinde dünya dili olarak kullanılması, hükümetlerin ve bireylerin bu yöndeki çabaları ve karışaşılan güçlükler masaya yatırılacak.

    Uluslararası Arapça Dili Konseyi’nin Genel Sekreteri Dr. Ali Ben Abdullah Ben Musa, İHA’ya yaptığı açıklamada, “Kamu kurumları ve sivil toplum örgütleri temsilcilerinin katılımıyla gerçekleştirdiğimiz konferansta Arapça’yı her yönüyle müzakere ediyoruz. Arapça’ya büyük bir ilgi sözkonusu. Konferansın sonunda, Arapça ile ilgili meselelerin özetlendiği çok önemli bir rapor yayınlayacağız. Arapça günümüzde artık daha yaygın olarak talep edilen bir lisan oldu. Beklentilerin üzerinde bir talep var. Bu konuya ilişkin de birçok tavsiyeler olması bekliyoruz” dedi.

    UNESCO’nun Beyrut Ofisi Müdürü Hamad ben Seif Alhammamy ise, “Bu konferans, Uluslararası Arap Dili Konseyi ile UNESCO tarafından düzenleniyor. Uluslararası öneme sahip bir konferans. Zaten UNESCO olarak diğer uluslararası kurumların katılımı ve işbirliğini açık bir şekilde görebilirsiniz. Arapça, UNESCO Yönetim Kurulu’nda kullanılan dillerden biri” diye konuştu.

    Konferansa İran’dan katılan Dr. Hassan el Haydari ise, Arapça’nın bozulmadan kullanılmaya devam etme noktasında bazı tehlikelerle karşı karşıya olduğunu belirterek, “Bu dilin uzmanları, Arapçayı günümüz dünyasında korumaya odaklanmalı” ifadelerini kullandı.

  • Klasik Arapça 19.Ders Lefif, Muzâaf ve Mehmuz Fiiller

    https://www.youtube.com/watch?v=cjpvOgW18Xo&list=UUv37VpVXOqALdb8o5rQtjiw

  • Klasik Arapça 17.Ders Sülasi Mücerred, Rubai Mücerred

    https://www.youtube.com/watch?v=8uQctx6RK7U&list=UUv37VpVXOqALdb8o5rQtjiw

  • Klasik Arapça 15.Ders Falele Babına Mulhak 6 Bab

     

     

     

    15.Ders

    Falele Babına Mulhak 6 Bab 15. Ders İzle-İndir  Fasih Klasik Arapça


    https://www.youtube.com/watch?v=48TJXrhvBCI&list=UUv37VpVXOqALdb8o5rQtjiw