İlahiyat Haber

Gelenek sünnet, Modernleşme İse Bidattır

14 Mayıs Pazartesi günü Eskişehir önemli bir ismi ağırladı. Prof. Dr. Bedri Gencer, İlim Yayma Cemiyeti Eskişehir Şubesi’nin davetlisi olarak Yunus Emre Kültür Merkezi’nde bir konferans verdi.İslam’da Modernleşme adlı ciddi bir çalışmanın da sahibi olan Bedri Gencer, Eskişehir’de “Modernleşme sürecinde kimliğimizi korumak”tan bahsetti, önemli noktalara değindi. Gencer’in konuşmasından önemli satır başları şöyle:

Modernleşme değişimdir, değişim de kâinatın özünde vardır

Konumuzu üç başlık altında ele alabileceğimizi düşünüyorum; modernleşme süreci nedir, modernleşme sürecinde kimliğimizi nasıl kaybettik, kaybettiğimiz kimliğimizi tekrar nasıl geri kazanabiliriz?

Modernleşmeyi nötr anlamıyla “sosyal köklü değişim” olarak tanımlayabiliriz. Değişim kâinatın özünde olduğundan ötürü modernleşme de kaçınılmazdır. Malumdur ki Allah âlemleri yarattıktan sonra dahi yaratma sona ermemiştir. Kur’an-ı Kerim’de “Kün feyekün” der. Yani “Ol dedi ve oldu” değil, “Ol der ve olur, olmaktadır” anlamına gelir bu. Yaratma eylemi hâlâ devam etmektedir. Dolayısıyla değişim kâinatın özünde vardır.

Gelenek sünnet, modernleşme ise bid’attır

Burada modernleşmeyi değişimin daha özel bir türü olarak ele alabiliriz. Nitel bir değişme diyebiliriz buna. Biz bu kavramları daha iyi anlayabilmek için Kur’an terminolojisini iyi bilmeliyiz. Kur’an’da gelenek dediğimiz şeyin karşılığı sünnet, onun zıttı olan modernleşme de bid’attır.

Modernleşme “yeni” kavramından gelir. Kalıba, sünnete uymayan köklü bir değişimdir modernleşme. Modernleşmeyi veya bid’atı anlamak için önce gelenek ve sünneti bilmek gerekir. Çünkü sünnet vegelenek asıldır, modern ve bid’at ârızîdir. Asıl olanı anlamadan ârızî olanı anlayamayız.

Sünneti bilmek için de din ne demektir, bunu bilmek gerekiyor. Mutlak anlamda din, şeriattır. Sadece İbrahimî dinlerde değil, diğer dinlerde de bu böyledir. Sünnet ise dindarlık demektir. Rasulullah’ın modelini ortaya koyduğu “dini yaşama kalıbı”dır bizim için sünnet. Din, yani şeriatnasıl 23 senede kemâle erdiyse, sünnet de aynı şekilde kemâle ermiştir. Bid’at ise kısaca “ilave” demektir. Mevcut bulunana yapılan ilaveleri anlatıyor bu kavram.

Sünnet, fıtrata uygun yaşamaktır

Sosyolojik açıdan bakacak olursak modernleşmeyi “feodalizmden sanayi toplumuna geçiş” olarak tanımlayabiliriz. İnsanlık tarihinin Hz. Adem’den beri en eski üretim biçimi tarımsal üretimdir. Daha yakın tarihte buna “feodalizm” ismi verildi.

Normatif anlamda modernleşme ise sünnetten uzaklaşma demektir. Diğer bir anlamı ile “fıtrattan uzaklaşma” da diyebiliriz. Çünkü sünnet-i kadime dediğimiz ve Peygamberimizin “10 şey fıtrattandır” diye özetlediği şeyler yeryüzünde Hz. Adem’den beri her insanın sünnete uygun yaşayış halini ifade ediyor. Nasıl ki şeriatın özü Hz. Musa’ya gönderilen on emir ise, sünnetin özü de on fıtrattır. Modern zamana kadar pagan topluluklar dâhil olmak üzere her bir toplumun bu fıtrata uygun yaşadığını görüyoruz.

Bu açıdan bakınca modernleşme sürecinin insanlığa kaybettirdiği en önemli şeyin sünnet-i kadime olduğunu görüyoruz, yani insanî kimliğin ve fıtratın kaybı. Fıtrat önemlidir, çünkü bozulmamıştır. Yeni doğmuş ve hiçbir şey öğrenmemiş çocuk dahi fıtrata göre hareket eder. Çok değil, 200 yıl öncesine kadar Doğu’su ve Batı’sıyla, Müslümanı ve Hristiyanı ile bütün dünya fıtrata uygun yaşıyordu. Bugün ise aynı ortaklığı gayrıfıtrî olma konusunda paylaşıyorlar.

Bu en fazla da modernleşmenin özünde yatan küreselleşme eyleminden kaynaklanıyor. Geçtiğimiz asırlarda topluluklar birbirlerinden izole şekilde yaşayabiliyorlardı. Osmanlı asırlarca burnunun dibinde çok büyük değişimler geçirmiş olan Avrupa’ya sırt çevirebilmişti. Çağımızda artık böyle bir tecrid imkânımız yok.

Sünnetten nasıl uzaklaştık?

Şimdi bahsettiğimiz sünnet-i kadime ve sünnet-i hadise kavramlarından nasıl uzaklaştığımıza bakalım. Türkiye’ye bakarsak, 1960’lara kadar nüfusun çoğunluğu köylerde yaşıyordu ve tarımla uğraşıyordu bu insanlar. Tarım, Hz. Adem’den beri insanoğlunun aslî ve fıtrî uğraşıdır.

Bahsettiğimiz yıllara kadar köylü halk, başındaki din âlimleri ellerinden alınmış olsa bile sünnete uygun yaşamayı sürdürebilmişlerdi. 1960’lardan itibaren sanayinin gelişmesi ile birlikte köyden kente büyük göçler oluyor. Bu göçler sonucu da sünnetten kopuş yaşanıyor. Dikkat ederseniz, o yıllardaMustafa Uysal’ın İslam’a Sokulan Bid’at ve Hurafeler,Ali Rıza Demircan’ın İslam’da Batıla Benzemenin Hükmü kitapları gibi sünnetin korunması ile ilgili kitaplar yayınlanıyordu. Fakat 80’lerden sonrasına, yani modernleşmenin iyice hızlandığı zamanlara baktığımızda bu süreçte artık sünnetle ilgili duyarlılığın azaldığını, bunun yerine fıkhî meselelerin ön plana çıktığını görüyoruz.

“Harama düşmesek yeter” mi?

Bu ne demektir? Modernleşme hızlandıkça insanımızda Efendimiz’in gösterdiği şekilde sünnete uygun yaşama duyarlılığının azaldığını, buna karşılık “harama düşmeyelim yeter” gibi bir düşüncenin ortaya çıktığını görebiliriz.

Bizim sünnet konusunda genel olarak yanlış bir kanımız var. Sünnet’in tek amacını Rasulullah’ın gözüne girmek olarak düşünüyoruz biz. Bu doğrudur fakat yine de bir yanılgıdır. Sünnet bir fazilet değil, adalettir. Sünnet, insanca yaşamanın yegâne yoludur, fıtrata uygun yaşam şeklidir. Fıtrata uygun yemek, yer sofrasında yenir. Fıtrata uygun su içme şekli, oturarak su içmektir. Bunlar modern tıp tarafından da geç de olsa doğrulanan şeylerdir.

Kentsel mühendislik siyasî mühendisliğin getirdiklerini somut hale dönüştürme işini üstlendi

Bu konuda Tanzimat dönemine dönmemiz yerinde olacaktır. Nedir Tanzimat’ı önemli kılan? Müslüman ve gayrimüslim tebaayı eşit kılıyor olması. Yani klasik fıkhın getirdiği zımni ve millî statülerinin ortadan kaldırılması. Bu, Müslüman toprakların gördüğü en büyük devrimdi. Fakat bu sadece bir siyasî mühendislikti. Bunun bir de kentsel mühendislik boyutu var.  Kentsel mühendislik, bu siyasî mühendisliğin getirdiklerini somut hale dönüştürme işini üstlendi. Nasıl yaptı bunu? İstanbul’da Galata ve Gümüşuyu’nda ilk apartmanlar yapıldı ve Müslüman ve gayrimüslim tebaa o apartmanlarda beraber yaşayarak kaynaşmaya başladılar.

Demek ki siyasî veya diğer bir deyişle toplumsal mühendislik soyut bir şey. Mesela 28 Şubat bizi çok değiştirdi. Bizi daha dünyevî kıldı. Tasavvufta bir kaide vardır: Derviş ne bir şeye sahiptir, ne de bir kimse ona sahip olabilir. Yani dervişin mülkiyet bağları yoktur, gerçekten hürdür. 28 Şubat bizi bu kaideden kopardı. Kentsel mühendislik ise bunu iyice pekiştirdi. Artık Müslümanlar da güvenlikli sitelerde yaşamaya başladılar.

Apartmanların bizi nasıl sekülerleştirdiğine bir örnek verelim. Paganizm’i biliyoruz, Antik Yunan’da olduğu gibi her şehre özgü bir tanrı anlayışı. Antik Yunan’daki bu şehir, Ortaçağ’da malikâne oldu. Her malikânenin lordu, hâşâ, oranın tanrısı gibiydi. Şimdi gördüğümüz bu güvenlikli sitelerde de benzer bir durumla karşı karşıyayız. Şöyle söyleyelim; malum ki camiler yeryüzünün her yerinde Müslümanlara açıktır ve teorik olarak hiçbir güç camiye giriş konusunda kısıtlama koyamaz. Bu güvenlikli sitelerde bulunan camilere ise o siteye giremeyen insanlar giremiyorlar. Uç da olsa günümüzdeki paganizme bir örnektir bu.

Hindular fıtrata bizden daha çok uyuyor!

Dedik ki sünnet-i kadîme fıtrata uygun hayat tarzıdır ve evrenseldir. Bu anlamda yeryüzünde bazı topluluklar var şu anda. Hinduların, Sihlerin ve Amerika’daki bazı toplulukların hayatı bugün fıtrata çok daha uygun. Erkek için sakal bırakmak fıtrattandır. Bugün bizim din görevlilerimiz, sakalı sebepsiz yere kesmenin hükmü birçok imam tarafından haram olarak belirtilmiş olmasına rağmen, sakal bırakmıyorlar. Ama Hindistan’ın ineğe tapan başbakanı sakalı ve sarığı ile dolaşıyor.

Mesela kadim dünya görüşüne göre vücuttan kopan saç, tırnak gibi şeyler ölü hükmündedir ve nasıl ölü bir insanın bedeni toprağa gömülüyorsa bunların da toprağa gömülmesi gerekir. Bugün bunu kaçımız biliyor ve uyguluyoruz?

Kimliğimizi korumanın reçetesi çok basit!

Biz modernleşme sürecinde kimliğimizi nasıl kaybettiğimiz konusunda çok güzel tespitler yapabiliyoruz. Ama iş reçeteye, bu sorunları çözmeye gelince hiç birimizin elinde bir sihirli değnek yok. Aslında reçete çok açık; sünnete ve fıtrata dönüş. Peki, bu nasıl olacak? Asıl sorun da burada.

Bu konuda iki temel hadisi hatırlamamız çok önemli. Birincisi modernleşme dediğimiz sürecin başımıza geleceğini bildiren bir hadis. “İslam garip olarak geldi, garip olarak gidecektir. Ne mutlu o gariplere” diyen bir hadis. Bu ne demektir? İslam kitlelerin dini olduktan sonra sünnetin ve hatta şeriatın terk edildiği bir çağa gelecek.

Deizm dediğimiz anlayış, “Allah var, peygamber yok” tarzı bir düşünceyi belirtiyor. Bu düşünce dünya Müslümanları arasına 19. yüzyılda geliyor ve günümüzde de taraftar bulmaya devam ediyor. Bunun somut bir ifadesi, “Kur’an Müslümanlığı” tabiridir. Yani “Ben sünneti tanımıyorum” diyen kişileri tanımlıyor bu. Biz sünneti tanımayıp sadece Kur’an’ı esas aldığımızda, aynen Hristiyanlıkta olduğu gibi “ağacı sev, yeşili koru” şeklinde bir inanç ortaya çıkar. “Namaz yok, niyaz var. Komşunu sev, insanı sev” tarzında bir düşünce olur bu ancak.

Bu bahsettiğimiz hadis, işin teşhis kısmıydı. Tedavi kısmını belirten hadis ise şu: “Ümmetimin fesadı zamanında bir sünnetimi diriltene yüz şehid sevabı vardır.” Bu da “ya hep, ya hiç” anlayışının reddini ifade ediyor. Daha da doğrusu, bu anlayışın dinin hangi alanlarında geçerli olup, hangilerinde geçersiz olduğunu söylüyor. Hani derler ya “biraz hamilelik olmaz” diye. Örneğin inançta, imanda biraz hamilelik olmaz. Ancak bu hadisin bildirdiğine göre sünnet alanında böyle bir uygulama olabilir. Yani “ya hep, ya hiç” değil, bir sünneti bile diriltsen çok büyük mükâfat alıyorsun.

Bu iş salonlarda çözülmez, kendi hayatımıza bakalım!

Şimdi biz bunca şeyden bahsediyoruz. Herkes yegâne kurtuluş yolumuzun sünnete uygun yaşamakta olduğunun bilincinde. Ama uygulamaya geçerken sıkıntılar çekiyoruz. Sakal bırakmıyoruz, yerde yemek yemiyoruz en basit örnekleriyle. Bu bahsettiklerimiz salonlarda, yuvarlak masa etrafında konuşularak çözülecek şeyler değil. Burada konuştuklarımızın yaşayışımızda ve görüntümüzde bir etkisi yoksa boşa konuşuyoruz demektir.

Sünnetin iki boyutu vardır, siret ve sûret olarak. Sûret, görünüş olarak Rasulullah (s.a.v.)’a benzemeyi ifade ediyor. Siret ise yaşayışımızın ona benzemesi. Biz bu iki alanda da Peygamberimize ve dolayısıyla fıtrata uygun bir hayat sürmeliyiz.

Son olarak iki tane kitap tavsiye etmenin de faydalı olacağı kanaatindeyim. Bugün sünnete uygun şekilde yaşamamızı sağlayabilecek iki eser bunlar. Birincisi, Seyyid Yakup Alizade’nin Şir-atü’l İslam kitabı. İkinci kitap ise Seyyid Hulusi Efendi’nin Mecma’ul Adab adlı kitabıdır. Bunlar, sünnete uygun yaşayabilme yolunda hepimizin elinin altında bulunması gereken kitaplar.

 

İsmail Kaplan

 

Dünyabizim

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu