Yıl: 2012

  • Allah Rızası İçin Facebook-Twitter

     

     

    Bir zamanlar duygu ve düşüncelerimizi aktardığımız mektuplar şimdilerde yerini mail ve sosyal medya ortamlarına bıraktı. Birçok insan için sosyal paylaşım siteleri, vazgeçilmezler listesinde ilk sıraya oturdu. O kadar ki kimileri, Facebook ve Twitter’sız bir hayat düşünemez oldu. Bu durum haliyle bazı sosyal ve ahlâkî problemleri de beraberinde getiriyor. Çünkü Twitter, Facebook ve YouTube gibi mecralar insanlara tartışma ortamı sunsa da çoğu zaman bireylerin ideoloji ve önyargılarını gözler önüne serebiliyor. Nitekim gayet hızlı iletişim imkânı sağlayan sanal âlemde çoğu zaman düşünmeden hareket edebiliyoruz. Kimimiz Twitter ve Facebook’taki arkadaşlarıyla vakit geçirdiği için ailesinden koparken kimimiz internette yeni bir kişilik kazanıyor, kimimiz anlık bir sinirle karşısındakine hakaret ediyor, kimimizse küfürler sarf ederek mahkemelik oluyor. Çünkü insanlar yüz yüze ifade edemeyecekleri pek çok şeyi sanal(?) âlemde rahatlıkla söyleyebiliyor ya da gerçek profillerini (hatta kişiliklerini) gizleyerek ahlâkî çerçevenin dışına çıkabiliyor.

    ‘Twit’ kelime olarak ‘sataşma’ anlamına gelse de insanlar, bunun ötesine geçerek 140 vuruşluk hakkını 140 kılıca dönüştürüp savaş pozisyonu alabiliyor. Toplumu ilgilendirmeyen, insanlara faydası dokunmayan ya da gerçekliği olmayan konular, sosyal mecralarda rahatlıkla kendisine yer buluyor. Çeşitli isim veya kurumlar, kısa bir süre içinde hedef tahtası haline getiriliyor. Birçok kişi kara propagandaya kurban gidebiliyor. Tüm bu olumsuz tablonun sorumlusu elbette sadece sosyal ağlar değil. Bilakis internet ve paylaşım siteleri, şüphesiz çağın en önemli buluşlarından. Bu mecralar insanlar arasındaki iletişimi hızlandırıyor ve paylaşımı artırıyor. Fakat olumlu kullanımları özendirilmediğinde ortaya ahlâkî ve hukukî sorunlar çıkıyor. Her şeyden önce bireyin, daha sonra yetkililerin ve genel anlamda toplumun her kesiminin, bu konuda da ellerini vicdanlarına koyarak hareket etmesi gerekiyor. Biz de sadece Türkiye değil tüm dünyanın gündemini etkileyen sosyal medyayı, uzmanlarının gözünden değerlendirelim istedik.

    ‘Sosyal medya’ veya ‘yeni medya’ denilince akla ilk gelenlerden Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Erkan Saka, sosyal ağları kullanmadan önce bu mecrayı öğrenmemiz gerektiğini düşünüyor. Saka’ya göre ülkemiz, bu arenaya çok da hazırlık yapmadan girdi. Nitekim Türkiye’de sosyal medya alışkanlığı çok yeni olmasına rağmen şu an dünya sıralamasında Twitter’ı en çok kullanan ilk on ülke arasında yer alıyoruz. Yurtdışındaki gibi bir blog süzgecinden geçilerek paylaşım sitelerine ulaşılmadığı için bizde çoğu zaman hangi mecranın ne amaçla kullanılacağı bilinmiyor. Saka, bu durumun ‘medya cahilliği’ şeklinde özetlenebileceğini düşünüyor. Çünkü insanlar, ulaşmak istedikleri kişilere bir anda, bir tık ya da tweet yakınlığında olunca, ne yapacaklarını bilemiyor. Övgü, nefret, sevinç, keder, her şeyi Twitter’daki anlık iletişime sığdırmaya çalışıyorlar. Bu diyalog haliyle dil hataları ve sert tepkileri beraberinde getiriyor. Yeni medya uzmanı Erkan Saka, sanal ortamda yanlış bir şey yapmaktan çekindiği için kendince bir otokontrol sistemi geliştirmiş. Twitter’ı kullanırken sinirlendiğinde, öfkesine hâkim olmak ve hatalı bir tepki vermemek için yarım saat bekledikten sonra yazıyormuş. Zira sosyal medya üzerinden nefret suçu işleyen birçok kişi var.

    Ama ne yazık ki, hukukî düzenlemeler yetersiz olduğu için birçok hakaret ve iftiranın hesabı sorulamayıp yaşandığı yerde yani internette kalıyor.

    Programcı, gazeteci yazar Tarık Toros, Twitter’da yazdığına tekrar tekrar dönüp bakan ve kırmadan yorum yapmaya çalışan bir isim. Kendisi sosyal medyayı son zamanlarda sadece Twitter’ın oluşturduğunu düşünüyor. Bu sebeple eleştirilerini genel anlamda bu mecra üzerinden yapmaktansa siteyi hedef alıyor. Ona göre Twitter’ın kişisel görüşlerin yazıldığı bir mecra olduğu iddia edilse de, twitleriyle etkili olan isimlerin çoğu gazeteci, sanatçı, akademisyen ya da siyasetçiler, yani hepsi bir kurum/kuruluşla bağlantısı olan kişiler. Haliyle onların yazdıkları hem kendilerini hem de bulundukları yeri bağlıyor. Bu sebeple sanal ortamda, her ne kadar heyecanla ve hızlı bir şekilde düşünceler paylaşılsa da her kullanıcının, çalıştığı kurum, aile, iş ve pozisyonunu düşünmesi gerekiyor. Çünkü kişinin aklından geçen her şeyi oraya yazması etik ve ahlâkî değil. Biliyoruz ki demokratik toplumlarda hiçbir ifade, sınırsız olamaz. Hepimizin hukukî kurallarla belirlenmiş hakları var ve bir kişinin özgürlüğünün başladığı yerde diğerininki sona eriyor. Dolayısıyla böyle bir mecranın, yerinde ve toplum yararına kullanılması en doğrusu.

    140 karakter, 140 kılıca dönüşüyor

    Mayıs 2012’de İstanbul’da gerçekleşen ‘Dünya Politika Forumu’nda ‘Dünyayı yöneten yeni güç: Sosyal/Dijital Medya’ oturumunda yapılan konuşmalar, yeni medyanın getirdiği imkânların yanı sıra problemlerin de bulunduğuna işaret ediyor. Konuşmacılardan İslâm dünyasının Facebook’u diye bilinen Salamworld’un CEO’su Artik Kuzmin’e göre, artık birçok kişinin elinde akıllı telefon olması, rahatlıkla gözlemlerin paylaşılmasını sağlıyor. Fakat insanların internette çok fazla vakit geçirmesi ve bu zamanın büyük çoğunluğunun öznel değerler bina etmek için sarf edilmesi sakıncalı. Zira sanal ortamda ahlâkî sınırların dışına çok rahatlıkla çıkılabiliyor. Özellikle gençler ve bazı sorunlu insanlar, sanal âlemde bambaşka bir kişiliğe bürünerek hareket edebiliyor. İnternette etik kuralların olmaması, haliyle toplumsal iletişim adına sorun teşkil ediyor. Çünkü sosyal medya herkesi katılımcı kılıyor. Burada daha önce hiç açılmayan konular tartışılıyor. Yararlı-yararsız, doğru-yanlış her şey konuşuluyor. Zıt bir görüşle karşılaşan kişi, sinirlenip karşısındakine hakaret ya da küfür edebiliyor. Yani sosyal paylaşım siteleri, fiziksel bazda özgür bir ortam oluşturduğu kadar uygun olmayan ifadelerin de dolaşımını sağlıyor.

    Yapılan araştırmalara göre kullanıcıların büyük bir kısmı sosyal paylaşım sitelerini bireyselleşmek, kendini göstermek, “Ben de varım.” demek için kullanıyor. Buradan hareketle Fatih Üniversitesi Araştırma Görevlisi Sosyolog İsmail Köseoğlu, sosyal ağların insanları aynılaştırdığını, bir süre sonra bireyleri birbirine benzeyen bir toplum türettiği kanaatini taşıyor. Köseoğlu’na göre bir toplum, şiddet meyilli ise onunla iletişime geçmek zor oluyor. Ülkemizde sanal ortamda hakim olan saldırı kültürünün sebebi de şiddetin yoğun yaşandığı bir toplum olmamız.

    Son yıllarda sanal medya dili, gerçek medyayı da etkisi altına almış durumda. Twitter’da bir gün önce ele alınan bir konu ertesi gün bir gazetenin manşeti, köşe yazısı ya da tartışma programının içeriği olabiliyor. Köseoğlu, gazetede köşesi ya da bir televizyon programı olduğu halde Twitter üzerinden yorum yapanları eleştiriyor: “Arka arkaya attığı tweetler toplansa neredeyse bir köşe yazısı çıkıyor. 140 karakterle köşe yazıyorlar.” Ona göre bunun sebebi okuyucuların gazeteyi okuduğu zaman o köşeyi es geçebilecek olmasının yanı sıra sosyal medya üzerinden daha hızlı isim yapma ve geri dönüş alınabilme olanağı.

    Amerikalı Psikolog Sherly Turkle, sosyal medya ve internetin yetişkin sağlığı üzerine etkileriyle ilgili araştırma yapmış. Turkle, sanal ortamın her yaştan insanı etki alanına aldığını düşünüyor. Ona göre toplantılarda e-postalarımızı kontrol ediyor, dersin ortasında telefonumuzdan twit atıyor ya da Facebook’a giriyor, internette serbestçe geziniyor, cenazede mesajlaşıyor ve çoğu zaman uykuya dalana dek elimizden akıllı telefonlarımızı düşürmüyoruz. Sosyal ağlarda iletişim kurarken insanlar tarafından nasıl görülmek istiyorsak kendimizi öyle yansıtıyor ve bunu istediğimiz biçimde yeniden yapılandırabiliyoruz. Bu iletişim şeklinde insanlar birbirinin ne söyleyeceğini kontrol etme gibi bir şansa sahip olmadığı için, sanal ortama daha fazla vakit ayırıyor. Böyle bir iletişim, bireyi dostları, ailesi ve çalışma arkadaşlarından giderek koparıyor. Kişilerin, teknolojiden beklentileri artarken, yakınlarından bekledikleri azalıyor. Sherly Turkle, bu noktada tabii ki bize “Telefonları ve sosyal medyayı bir kenara bırakın.” demiyor, ancak insan ilişkilerinin bu denli yüzeyselleştiği bir dönemde biraz daha kendilerine dönmelerini, teknolojiyle daha anlamlı bir ilişki kurmaları gerektiğine inanıyor.

    Gıybet

    İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Psikolojisi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Mehmet Atalay ise insanoğlunun akıl yürüterek ifade gücünü kaybettiği anda, bel altından vurarak saldırgan bir tavır sergilediği kanaatinde. Yani bir insan eleştirisini belli argümanlara dayandıramıyorsa ifadeleri, sataşma, saldırı, küfür ve hakarete dönüşüyor. Başkasının hakkını gözetmeyen ifade, tavır ve davranışlarıyla da kul hakkına giriyor. Oysa başkasının özgürlüğünü kısıtlayan, hakkına giren bir ifade biçimi ne dinen ne de hukuken uygun. Zira insanların birbirinin yüzüne söyleyemediği ifadeleri Facebook ve Twitter gibi mecralarda dile getirmesi ya da birbirinin kusurunu ifşa etmesi gıybet. Atalay, sosyal medyayı bu çerçevede kullanan insanları ağır bir dille eleştirirken, bu kişilerin psikolojik olarak tedavi olmaları gerektiğini vurguluyor. Ardından İmam-ı Buhârî Hazretleri’nin “Hiç kimseyi gıybet etmemiş olarak Allah’a kavuşmayı arzu ediyorum.” sözlerini hatırlatıyor.

    ‘Allah rızası için’ sosyal medya!

    Ülkemizde, Twitter gibi tesirli bir sosyal mecra, maalesef çoğunlukla fikirlerin çatıştığı ideolojik bir kamplaşma yeri gibi kullanılıyor. Oysa Facebook ve Twitter gibi mecraların sürekli ideolojik amaçlara alet edilmesi doğru değil. Çünkü etki alanı bu kadar fazla olan bir arena, istenirse toplumun faydası için kanalize edilebilir. Zira sosyal medyanın faydalı girişimlerine zaman zaman rastlamak mümkün. Mesela geçen yıl meydana gelen Van depremindeki sosyal medya girişimleri buna güzel bir örnek. Gazeteci-yazar Ahmet Tezcan’ın Twitter üzerinden başlattığı ‘EvimEvimVandır’ projesiyle bölgeden diğer illere gelen birçok depremzedeye yardım edildi.

    Dünyaya baktığımızda sosyal paylaşım sitelerinin daha geniş etki alanı bulduğunu görüyoruz. Bazı Ortadoğu ülkelerindeki baskıcı rejimlerin yıkılması ya da Amerika’daki Wall Street Sokak işgallerine Twitter’ın öncülük ettiğini söylemek mümkün. Şimdilerde ise Amerika merkezli indiegogo.com isimli internet sitesi aracılığıyla sosyal mecra resmen ‘Allah rızası’ için kullanılıyor diyebiliriz. Öyle ki yardıma ihtiyacı olanlar, yakalandığı hastalıklarına çare arayanlar ve proje ve hayallerini gerçekleştirmek isteyenler bu site aracılığıyla hedeflerine ulaşabiliyor. Beyninde tümör olan 5 yaşındaki Philippe’in tedavisi için ailesinin indiegogo.com’da açtığı kampanyanın bitimine daha iki buçuk ay kala 17 bin 300 dolar yardım toplanması, sitenin dikkat çeken sosyal projelerinden sadece biri. Dünyada sosyal medyayla alakalı daha birçok olumlu örneğe rastlamak mümkün. Her ne kadar şimdilerde aynı şeyi Türkiye için net bir şekilde söyleyemesek de, o günlerin gelmesi temennisi içinde olabiliriz en azından.

    Hiç beklemediğimiz bir anda hayatımızın vazgeçilmez parçası haline gelen sosyal ağları kullanma şekli ve üslubunu biz belirliyoruz. Sosyolog İsmail Köseoğlu da kullanıcıların otokontrol sağlamasının mümkün olduğunu düşünüyor. Bu anlamda kullanıcıların başka fikirlere açık olması gerekiyor. Zira “Benden olmayan yanlıştır.” zihniyeti ya da küçük gruplar halindeki ideolojik kamplaşmalar etrafında yapılan yorumlar hoş değil. Ayrıca ülkemizde paylaşım sitelerinin gerçek amacında kullanılabilmesi için öğrenme sürecine ihtiyaç var. Tabii burada kastımız çok yeni olan bu mecranın önünü kapatmak değil. Fakat medya ile ilgilenenlerin bu işin pratiğiyle birlikte etik yönlerini de geliştirmesi ve söz konusu arenadaki pozitif örneklerin desteklenmesi şart. Kendi değer ve kültürümüzü esas alan, insan ve toplum ilişkilerinde etik ve ahlâkî bir iletişimi önceleyen sosyal mecralar sizce de gerekli değil mi?

    TUĞBA KAPLAN

  • Öğrenmenin Yaşı Yok

     

    Dile kolay 67 seneyi tüketmişti Ertuğrul Arı. İş, güç, geçim derdi, çoluk çocuk telaşı derken ömür geçmişti işte. Hayatını idame ettirecek imkânlara sahip olmuştu ama ahireti için arzu ettiği bir yaşam sürememişti Ertuğrul Amca. Geriye dönüp baktığında cumadan cumaya kıldığı namazları vardı elinde. Günlerden bir gün Ertuğrul Amca’nın yolu yine düştü camiye. Cumasını edâ edip gidecekti ancak o gün farklı bir hava teneffüs etti. İmam Efendi, Amener-Resûlü’yü okumaya başlayınca Ertuğrul Amca kalbinde bir sıcaklık hissetti, dinlemeye doyamadı. Kısa sûrelerin çoğunu ezbere biliyordu ama Amener-Resûlü’yü bilmiyordu. Namaz biter bitmez imamın yanında aldı soluğu. Amener-Resûlü’yü öğrenmek istediğini anlatınca imam, ona bunun yanı sıra Kur’an-ı Kerim’i de öğretebileceğini söyledi. Bu teklif üzerine kolları sıvadı Ertuğrul Amca. Gecesini gündüzüne katarak kısa zamanda Allah Kelamı’nı okumayı öğrendi. Hatta geçtiğimiz günlerde ilk hatmini indirdi.

    Ertuğrul Arı’ya “Daha önce Kur’an okumayı öğrenmediğine pişman mısın?” diye sorduğumuzda “Ah hem de nasıl!” diyor gözleri dolarak. Hemen akabinde, geçim derdine düşüp Rabb’ini ihmal ettiğini, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya sarıldığını, bu yüzden önceliklerini yanlış belirlediğini, kulluk görevini yerine getirmekten aciz kaldığını anlatıyor. Onun nedameti öyle yoğun ki her “Allah” deyişinde sesi titriyor. Sarıldığı Kur’an’la arasında kıskanılacak bir bağ olduğu aşikâr. Fakat Ertuğrul Amca önce bu bağdan bahsetmek istemiyor, gençlere nasihatte bulunup susacak belli ki. Onu, yaşıtlarına örnek olduğuna ikna ettiğimizde yaşadığı bir anı anlatmakta beis görmüyor.

    Ertuğrul Amca, ‘Hüvallahüllezi’ aşrını ezberlemiş ezberlemesine ama farkında olmadan bir yeri yanlış okuyormuş. Bir gece bu aşrı okumuş ve yatmış. Rüyasında duvarda dikdörtgen şeklinde bir yeşillik meydana gelmiş. Bu yeşilliğin ortasında ‘veşşehadeh’ yazıyormuş. Ama öyle bir renk ve yazı ki dünyada eşi benzeri yokmuş. Ertuğrul Amca birdenbire uyanmış ve koşup Kur’an’a bakmış. Anlamış ki Hüvallahüllezi’yi ezberden okuduğunda ‘veşşehadeh’ kısmını atlıyor. Bunu fark edince onu en güzel haliyle okuyana dek uğraşmış. Rüyasının tüm detaylarını anlatmaktan kaçınsa da amcamızın Kur’an’la olan gönül bağı ortada. Çölün ortasında kavrulduğu esnada soğuk bir pınara denk gelmiş gibi mutlu o.

    Ertuğrul Amca da atalarımız gibi öğrenmenin yaşı olmadığını düşünüyor ve yaşıtlarına Kur’an’a sarılmalarını öneriyor. Sadece yaşıtlarına değil gençlere de seslenmekten alıkoyamıyor kendini. Ona göre gençler sadece İngilizce, Fransızca, İtalyanca öğrenmek için uğraşıyor, halbuki Kur’an hepsinden kolay. Harfleri ezberledikten sonra üstün, esre, ötreyi öğrenmek yeterli. Üstelik Allah, Kur’an öğrenmek isteyene yardım ediyor. “Ah gençlik geri gelse…” diye hayıflanan Ertuğrul Amca, zamanın aleyhimize işlediğini, ahiretimiz için azık hazırlamamız gerektiğini, en güzel azığın ise namaz ve Kur’an olduğunu ifade ediyor.

    İlk hatim heyecanını yaşayan yalnızca o değil, 65 yaşındaki Necmettin Eren de İlahî Beyan’ı geç soluklayanlardan. Yıllarca kunduracılık yapan Necmettin Amca, işten güçten elini eteğini çekince kahvehaneye takılmaya başlamış. Bir gün içli içli okunan ezana dikkat kesilmiş ve o an rotasını değiştirmiş. Camiye varınca kul olarak Allah katındaki değerini düşünmeye başlamış ve Yaradan’ın onun gönlündeki yerine bakmış. O hissiyatla namaz kılarken bulmuş kendini. Huzur yudumladığını idrak edince daha da ayrılamamış bu kapıdan. “Allah işaret veriyor, hissettiriyor ama o işaretleri görmek lazım.” diyen Necmettin Amca, beş vakit namaza başlayınca Kur’an öğrenme ihtiyacını da hissetmiş. Çok kısa sürede Kur’an okumayı öğrenmiş. Ezelî Kelam’ı eline aldığında ne hissettiğini soruyoruz. “Huzur” diyor ve ekliyor: “Kur’an’ı her elime aldığımda kucaklıyorum, öpesim geliyor.”

    Şimdilerde hem Ertuğrul Amca hem de Necmettin Amca çocuk ve torunlarına bu huzuru erken yaşta tattırmak için uğraşıyor. Nasihatlerinin yetmediği yerde tabii ki duaya sarılıyorlar, sadece çocuklarının değil tüm gençlerin Kur’an’a yönelmesi için Hakk’a yakarıyorlar. Onların dualarına “Âmin” diyerek ayrılıyoruz yanlarından.

    Bu kez onlara Kur’an-ı Kerim okumayı öğreten Şehremini Cafer Ağa Camii İmam Hatibi İsmail Arslan’ın yanına giderek onunla hasbihal ediyoruz. Talebelerinin Kur’an iştiyakından etkilendiğini, ikisinin de yaşına rağmen çok hızlı bir şekilde Kur’an öğrendiğini anlatıyor. Genç-yaşlı okumayı isteyen herkesin Ezeli Kelam’ı kolayca öğrenebileceğini vurgulayan Arslan, “Yeter ki O’nu öğrenmeye, anlamaya niyetlenelim.” diyor.

    NEFSİN KAYNADIĞI ÇAĞ: GENÇLİK

    Aynı zamanda Evrensel Hafızlar Derneği Başkan Yardımcısı da olan İsmail Arslan, gençlikte yapılan ibadetin önemine değinmeden edemiyor. Gençken yapılan ibadeti florasana, yaşlıyken yapılanı ise muma benzetiyor. Gençlikteki ibadetlerin fazilet bakımından ihtiyarlıktakinden farklı olduğunu Efendiler Efendisi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem) “Allah’a çokça kulluk eden gencin, yaşı ilerledikten sonra çokça kulluk etmeye başlayan ihtiyara üstünlüğü peygamberlerin diğer insanlara üstünlüğü gibidir.” hadis-i şerifini hatırlatıyor.

    Camiye daha çok yaşlıların gelip gittiğine şahit olan Arslan, bugün gönlü mescide bağlı olan gençlerin sayısının çok az olduğu kanaatinde. Ona göre dinin şehbal (kanat) açmadığı yerde küfreden, bali çeken, alkol tüketen, eli silah tutan, şiddete meyleden gençleri görüyoruz. Çünkü manevî açlık ruhları paramparça ediyor. Nasıl ki uzun süre aç kalındığında mide guruldayıp ihtiyacını dile getiriyorsa ruh da aç kaldığında çeşitli şekillerde isyan ediyor. Bu açlık iman, namaz ve Kur’an-ı Kerim’le doyurulmazsa ruhta onulmaz yaralar açılıyor. Yaşlıların “Gençlik elden gitti” diye ah vah etmektense gençlerin gönüllerine girip ışık yakması en doğrusu. Bu noktada İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin gençlere verdiği öğüde kulak vermekte fayda var: “Gençlik çağı, nefsin kaynadığı, şehvetlerin oynadığı, insan ve cin şeytanlarının saldırdığı bir zamandır. Böyle bir çağda yapılan az bir amele pek çok sevap verilir. İhtiyarlıkta dünya zevkleri azalıp, güç kuvvet gidip, arzulara kavuşmak imkânı ve ümitleri kalmadığı zamanda, pişmanlıktan, âh etmekten başka bir şey olmaz. Çok kimselere bu pişmanlık zamanı da nasip olmaz. Bu pişmanlık da tevbe demektir ve yine büyük bir nimettir. Çokları bu günlere kavuşamaz.”

    Ertuğrul ve Necmettin amcalarımız gibi nice beyler, hanımlar da Kur’an seferberliği içinde. “Artık geciktim, tren çoktan kaçtı.” deyip köşeye çekilmek bir mümine yakışmaz öyle değil mi? Zira öğrenmenin de yaşı yok, ibadet etmenin de. 

    Hemra Köse

    Yeni Bahar

  • Fitre Miktarının Tespitine Eleştiri

    2012 Yılı Sadaka-ı Fıtır Miktarı

    Din İşleri Yüksek Kurulu, 14/06/2012 tarihinde Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Prof. Dr. Raşit KÜÇÜK’ün başkanlığında toplandı.
    2012 yılı sadaka-ı fıtır miktarının belirlenmesi görüşüldü. Yapılan müzakerelerden sonra:

    Fıtır sadakası, Ramazan bayramına kavuşan ve temel ihtiyaçlarının dışında belli bir miktar mala sahip olan Müslümanların, kendileri ve velâyetleri altındaki kişiler için, yerine getirmekle yükümlü oldukları malî bir ibadettir. Yoksulların ihtiyaçlarının karşılanmasına katkıda bulunmak suretiyle, toplumda karşılıklı sevgi ve kardeşlik bağlarının pekişmesine vesile olan bu mali  ibadetin  meşru kılınmasındaki temel hedeflerden biri, insanların paylaşma bilincini canlı tutmaktır. Bu sayede her Müslüman, ihtiyacı olan yoksullara az da olsa bir şeyler verebilmenin ve yardımlaşmanın sevincini yaşar. Bundan dolayıdır ki fıtır sadakası, zekâttan farklı olarak, daha geniş bir mükellef kitlesi tarafından yerine getirilir.

    Kurulumuz, fıtır sadakasının Müslüman toplumların neredeyse tamamına yakın bir kesimi tarafından veriliyor olmasını da dikkate almak suretiyle;
    Hem sadaka-i fıtır’ın asgarî miktarını belirleyen hadis-i şeriflere dayanarak, hem de ülkemizdeki mevcut sosyo-ekonomik hayat şartlarını ve bir kişinin günlük asgarî gıda ihtiyacını göz önünde bulundurarak ; 2012 yılı Ramazan ayının başlangıcından 2013 yılı Ramazan ayının başlangıcına kadar olan sürede, sadaka-i fıtır miktarının 8.50- TL (Sekiz Lira 50 Kuruş) olarak belirlenmesine,
    Belirlenen bu miktarın, “asgarî miktar” olduğunun, sadaka-i fıtırda verilecek meblağ konusunda bir üst sınırın olmadığının hatırlatılmasına,
    Bu konuda ideal olanın, herkesin kendi hayat standartlarına göre asgari günlük gıda harcamalarına denk düşecek bir meblağı vermesinin tavsiye edilmesine,
    Söz konusu meblağın, gıda gibi aynî olarak veya para şeklinde nakdî olarak ödenebileceğine karar verildi.
     
     
     
    Hayırlı olsun!
    Ancak Garibce’nin bu karara bazı mülahazalarla itirazı var.
     
    Her şeyden önce karar çelişki içeriyor. Hem “Bu konuda ideal olanın, herkesin kendi hayat standartlarına göre asgari günlük gıda harcamalarına denk düşecek bir meblağı vermesinin tavsiye edilmesine,” deniyor -ki bizce doğru olan ve “Ailenize yedirdiğinizin ortalamasından…” şeklindeki yemin kefaretiyle ilgili âyete[1] uygun olan da budur- buna rağmen hesap yapılırken “hem de ülkemizdeki mevcut sosyo-ekonomik hayat şartlarını ve bir kişinin günlük asgarî gıda ihtiyacını göz önünde bulundurarak” denilerek (8.50 TL. gibi) bir meblağ tespiti yapıldığı söyleniyor.
    Ayrıca Kurulun, fıtır sadakasının Müslüman toplumların neredeyse tamamına yakın bir kesimi tarafından veriliyor olmasını da dikkate aldığı söyleniyor. Bu durum kurul tarafından yanlış görülmüyor, mevcut durum bir anlamda tasvip edilmiş oluyor.
    Bu tespit doğrudur ve uygulama bizce de tasvip ve teşvik edilmelidir.
     
    Daha önceki arpadan şu kadar, buğdaydan şu kadar… şeklindeki uygulama -ki tam anlamıyla tarım toplumunun ihtiyaçlarıyla örtüşüyordu- sona erdirildi diye sevinirken, bu kez de toptancı bir rakamla toplumun büyük bir kesiminin üzerine fazladan bir yük konuldu.
     
    Kurulun hesabının hakkaniyetli olması için 8.5 TL fitre verecek dört kişilik bir ailenin aylık sadece gıda harcamasının en az 1020 TL olması gerekir. Bu rakam asgarî ücretin (net 805.50) ve Memur-Sen’in belirlediği açlık sınırının (1040 TL) altında bir rakamdır. Aynı kuruluş yoksulluk sınırını ise 2782 TL olarak tespit etmiştir. Bu rakam Türk-İş’e göre 3014 TL dir.
     
    Eğer gerçekten kurul, fitreyi herkesin kendi hayat standardını dikkate alarak vermesini istiyorsa “belirlenen bu miktarın, “asgarî miktar” olduğunu” belirtmemesi gerekirdi.
     
    Acizane benim kanaatim Türkiye Müslümanlarının ortalama gelir düzeyi esas alındığında bu rakam büyük bir çoğunluğa nispetle bir hayli yüksektir. Hem deniliyor ki herkes veriyor ve bu durum iyi olarak görülüyor, hem de herkese ancak orta halli bir ailenin vermesi gereken bir meblağ belirleniyor.
    Sözgelimi 1694 TL (en düşük memur maaşı) aylık geliri olan bir memur, zaten açlık sınırına yakın bir sınırda hayatını sürdürmeye çalışıyor. Ama bu kişinin fitresini 8.5 TL’den daha az vermemesi söyleniyor.
     
    Denilseydi ki, açlık sınırı altında bir geliri olanlar fitre vermezler, onlar alırlar.
     
    Yoksulluk sınırı altında bir geliri olanlar, kendi durumlarına göre belirledikleri bir miktarı fitre olarak tatavvuan yani bir vecibe olarak değil de gönüllü olarak verebilirler.
     
    Yoksulluk sınırı üzerinde bir geliri olanlar ise en az 8.50 TL olmak üzere kendi aylık gıda harcamalarını dikkate alarak belirleyecekleri bir miktarı fitre olarak vermek zorundadırlar (Vâcib). İşte o zaman gerçekten sözü edilen değerlendirmeler yapılmış olurdu.
     
    Fitrenin hâlâ aynî olarak da verilebileceğini söylemek de yanlıştır. Vaktiyle tahılın mübadele aracı olma özelliği vardı. Bugün yegâne mübadele aracı paradır. O yüzden fitre ancak para olarak ödenmelidir.
     
    Bu hususlar dikkate alınsaydı güncelleme işte o zaman sahici olurdu.
    Kurul’a saygılarımızı sunuyoruz.
    Dua ile!
     
    GARİBCE
     
     
    [1] لَا يُؤَاخِذُكُمُ اللَّهُ بِاللَّغْوِ فِي أَيْمَانِكُمْ وَلَكِنْ يُؤَاخِذُكُمْ بِمَا عَقَّدْتُمُ الْأَيْمَانَ فَكَفَّارَتُهُ إِطْعَامُ عَشَرَةِ مَسَاكِينَ مِنْ أَوْسَطِ مَا تُطْعِمُونَ أَهْلِيكُمْ أَوْ كِسْوَتُهُمْ أَوْ تَحْرِيرُ رَقَبَةٍ فَمَنْ لَمْ يَجِدْ فَصِيَامُ ثَلَاثَةِ أَيَّامٍ ذَلِكَ كَفَّارَةُ أَيْمَانِكُمْ إِذَا حَلَفْتُمْ وَاحْفَظُوا أَيْمَانَكُمْ كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ  [المائدة : 89]
  • İslami İlimler, Öğrenci Kabulüne Hazır

     

    İstanbul Şehir Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi’nin açılışı münasebetiyle düzenlenen “Türkiye’nin İslami İlimler Birikimini Dünyaya Açmak” konulu panel, 19 Temmuz 2012 tarihinde İstanbul Şehir Üniversitesi Altunizade kampüsünde geniş bir katılımla gerçekleşti. M. Ü. İlahiyat Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez ve Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Prof. Dr. Raşit Küçük’ün katılımcı oldukları toplantının değerlendirme konuşması T.C. Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu tarafından yapıldı.

    “Akıl akıldan üstündür, ta arşa varıncaya dek” sözüyle konuşmasına başlayan M. Ü. İlahiyat Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hayreddin Karaman, bilimsel birikim açısından hiçbir bölge veya ülkenin kendi başına ve müstağni olamayacağını, herkesin bir başkasının bilgi birikimine ihtiyaç duyduğunu dile getirdi. Ardından İslami ilimler eğitiminde Arapça’nın önemine işaret eden Karaman, Türklerin eliyle kurulan ve Arapça eğitim veren medreselerin başlangıcından günümüze gelinceye dek içinden geçtiği süreçlere değindi. Günümüzde Türkiye’nin İslami ilimler alanında elde ettiği birikimin dünyaya açılmasında üniversitelerin yanısıra Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), Bilim ve Sanat Vakfı (BİSAV), İlmi Araştırmalar Merkezi (İLAM) ve İstanbul Araştırma ve Eğitim Vakfı (İSAR) gibi sivil toplum kuruluşlarının anahtar rol oynayacağını ifade etti.

    Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, bugüne kadar Türkiye’nin İslami ilimler açısından dünyaya yeterince açılamamasının önündeki önemli engellerden biri olarak dil sorununa işaret etti. Dünyaya açılmak için dünya standartlarında bilgi üretiminin şart olduğunu dile getiren Görmez, Türkiye’nin yeni dönem itibariyle bu alanda yeni fırsatlar yakalamanın eşiğinde olduğunu ifade etti.

    Özellikle vakıf üniversitelerinin bünyesinde yer alan İlahiyat ve İslami ilimler fakültelerinin de katılımıyla çeşitlilik kazanan ilahiyat fakültelerinde müfredatta çeşitliliğe açık olmanın önemine işaret eden Görmez, vakıf üniversitelerinin kurucu vakıflarında hakim bakış açısı ve vizyonun İlahiyat eğitiminde kısıtlayıcı ve sınırlayıcı olmaması gerektiğini söyledi.
    Türkiye’deki İslami ilimler birikiminin dünyaya açılmadan önce kendi içinde gerçekçi ve dikkatli biçimde eleştirilmesi gerektiğini dile getiren Görmez, bu alanda hala yapılması gereken çok işin olduğunu vurguladı. İslam’ın ve İslam dünyasının bugün karşı karşıya olduğu meydan okumaya cevap verebilmek için büyük gayret sarfedilmesi gerektiğini hatırlatan Görmez, Türkiye’nin kendi “gönül coğrafyası”na hitap edebilecek uluslararası bir İslami ilimler üniversitesine ihtiyaç olduğunu dile getirdi.

    Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Prof. Dr. Raşit Küçük, Türkiye’deki ilahiyat fakültelerinin dünyaya hitap edebilmesi için öncelikli olarak eğitimde Arapçaya ağırlık vermek gerektiğine işaret etti. Eğitim kurumlarının müfredat, kadro ve alt yapı açısından kalitesinin yükseltilmesi gerektiğine de işaret eden Küçük, büyük bir kültür ve medeniyet birikimine sahip olan Türkiye’nin İslami ilimler açısından dünyayla bütünleşmesinin uzun, yorucu fakat çok verimli sonuçlar doğuracak bir süreç olduğunu vurguladı. Milli, dini ve kültürel açıdan birçok farklı unsuru uzun süre başarıyla bünyesinde bulunduran Osmanlı tecrübesine sahip olan Türkiye’nin, son yıllarda büyük kazanımlar elde ettiği dünyaya açılım tecrübesinin İslami ilimler ayağının da bulunması gerektiğine işaret eden Küçük, vakıf üniversitelerinin bu bağlamda büyük önem arz ettiğini söyledi. Dünyanın önde gelen üniversiteleriyle işbirliğine gitmenin önemine de işaret eden Küçük, bu işbirlikleri sayesinde Türkiye’nin akademik seviyesinde ciddi ilerleme sağlanacağını vurguladı.

    Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, değerlendirme konuşmasına, yeni açılan İstanbul Şehir Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi’nin içinde bulunduğumuz dünyadaki konumu üzerinde durarak başladı. İslam medeniyetinin, insanlık tarihi boyunca görülmüş bütün kadim medeniyetleri tevarüs ve harman eden son büyük medeniyet olduğunu vurgulayan Davutoğlu, İslam medeniyetinin diğer medeniyetlerin etkileşimine açık ancak bir yandan da onlardan uzak bir bölgede doğduğunu ve Büyük İskender’den sonraki ikinci büyük etkileşimi ve yayılışı gerçekleştirdiğini söyledi. Davutoğlu, kendinden önce varolan bütün büyük medeniyetlerle yüzleşen, hesaplaşıp yeniden harmanlayan İslam medeniyetinin, artık kendisi olmadan “kadim”in anlaşılamayacağı bir hal aldığını ifade etti.

    Moderniteyle en fazla yüzleşilen şehrin İstanbul olduğuna işaret eden Davutoğlu, bugün moderniteyle kadim medeniyetlerin başarılı bir sentezinin yapılacağı en uygun yer olarak da İstanbul’un önemine değindi. İslami ilimler birikiminin bu bağlamdaki yerini hatırlatan Davutoğlu, İslami ilimler bilgi paradigmasının, İslam’ın çağdaş dünya ile yüzleşmesinde, insanlığa yeni bir ufuk açmada ve yeni bir bilgi inşası sürecinde hayati değer taşıdığını dile getirdi. “Yeni ilim adamı” prototipine ihtiyaç olduğunu söyleyen Davutoğlu, bu noktada yeni kurulan İslami ilimler ve İlahiyat fakültelerinin önem kazandığını vurguladı. İnsanlık vicdanına hitap eden, kültürel çoğulculuğu ve birarada yaşamayı yeniden başaran, bütün insanlığa adalet mesajı verebilecek yeni bir dilin ve anlayışın bugün İstanbul’da yakalanabileceğini ifade etti. Davutoğlu bu bağlamda İstanbul Şehir Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi’ne olan güven ve inancını dile getirerek sözlerini tamamladı. 

  • Erkek Kuran Kursu Yok Denecek Kadar Az

    Tavşanlı Kaymakamı Numan Hatipoğlu ve ilçe protokolünün yanı sıra Diyanet İşleri Başkanlığı Eğitim Hizmetleri Daire Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş, Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı Davut Kaya, çevreden gelen din görevlileri ile davetlilerin katıldığı program tashihi huruf öğretmeni Şükrü Şükür’ün Kur’an tilavetiyle başladı. 

     

    Açılış konuşmasını yapan Tavşanlı Müftüsü Mecit Amil, geçen yıl 20 öğrencinin hafızlık belgesi aldığını, bu sayıyı 27’ye çıkarmanın mutluluğunu yaşadıklarını söyledi. Gönüllerin Kur’an’la beslenmediğinde farklı duygu ve düşüncelerin yerleşeceğini kaydeden Amil, bu sene 22.sini düzenledikleri hafızlık töreninin bir sembol olduğunu asıl törenin hafızların anne ve babalarına giydirilecek olan taç olduğunu bildirdi.

    Tavşanlı Kaymakamı Numan Hatipoğlu, yurt içinde ve yurt dışında Kur’an’ı Kerim’i en fazla hürmet gösteren ülkenin Türkiye olarak bilindiğini ve Kur’an eğitimine Tavşanlı’da ayrı bir önem verildiğine değindi. Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı Davut Kaya’nın Tavşanlı’nın Kur’an eğitiminde aldığı başarıların sınırları aştığını ve gittiği yerlerde bunu anlatmaya çalıştığını söyleyerek okuduğu ayetlerle katılımcıları duygulandırdı.

    Diyanet İşleri Başkanlığı Eğitim Hizmetleri Daire Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş, “Düzenlenen bu program hem kutlu aya hazırlanma noktasında hem de bundan sonraki yıllarda çocuklarımızın hafızlığa bağlanarak yapmaları noktasında teşvik unsuru olacaktır. Ne mutlu bu yavrularımıza ki akranları Allah’ın hoşuna gitmeyecek programlarda boy gösterirken, bu kardeşlerimiz Rabb’imizi ve Resulünü memnun edecek bir program için buraya geldiler. Allah Rasulü, güneş ve ay gibi dünyayı aydınlatma özelliğini Kur’an’ın nurundan alıyor. Hafızlarımızı, onlara eğitim veren öğretmenlerini, anne ve babaları ile bu kurumlara destek olan halkımızı kutluyorum.” dedi.

    Kur’an hafızlarının hıfz ederek Kur’an’ı koruduğu gibi Allah’ü Teala’nın şeytandan ve her türlü kötülüklerden hafızları koruyacağını söyleyen Erbaş, “Ülkemiz genelinde 13 bin kursunda Kur’an eğitimi veriliyor. Bunun yüzde 92’si bayan Kur’an kursları. Cenab’ı Allah, inşallah erkek Kur’an kurslarımızın sayısını artırmayı da nasip eyler.” şeklinde konuştu.

    Konuşmaların ardından hafızlar, dualar eşliğinde sahneye çıktı. Tavşanlı Müftülüğü’nün hafizelerin velilerine belge vermesiyle duygulu anların yaşandığı programda ayrıca geçtiğimiz günlerde Kur’an okumada Türkiye ikincisi olan Havva Artun ve hafızlıkta bölge birincisi olarak finallere gitmeye hak kazanan Ayşenur İnneci, Ali Erbaş tarafından altınla ödüllendirildi.

    Cihan

  • Konyada İlahiyat Fakültesi Ramazana Renk Katıyor

     

    Mübarek Ramazan ayı kendine has bereketi ve güzellikleri ile kapımızı çalmak üzere. Bu ayın heyecanı ve coşkusu ile Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi de bu güzelliklerden birine ev sahipliği yapmaya hazırlanıyor. Fakülte, ‘Gök kubbe Altında İlahiyat Ramazan Geceleri’ adıyla düzenleyeceği programla tüm Konyalıların Ramazan gecelerinin ihyasına bir katkıda bulunmayı amaçlıyor. Programda Yrd. Doç. Dr. Ali Öge, Arş. Gör. Recep Koyuncu, İsmail Yaprakçı, Mahmut Tahir Koçak ve Ali Tos ile Açık Havada Hatimle Teravih Ziyafeti, Ahmet Çalışır, Mehmet Emin Karataş, Süleyman Özen, Zübeyir İnce ve Hasan Çiftçi’den İlahiler ve Kasideler, Namaz Öncesi Özlü Vaazlar,  İlâhiyat Fakültesi Hocalarından Teravih Sonrası Sohbetler, Çocuklarımıza Ramazan Sokağında Eğlenceler ve Gece Boyunca Kantinde Çay ve Meşrubat imkânı sunulacak. İlgilenenlere duyurulur.

     

    Yrd. Doç. Dr. Ali ÖgeArş. Gör. Recep Koyuncuİsmail YaprakçıMahmut Tahir Koçak ve Ali Tos ile

    • Açık Havada Hatimle Teravih Ziyafeti

    Ahmet ÇalışırMehmet Emin KarataşSüleyman Özen,Zübeyir İnce ve Hasan Çiftçi‘den

    • İlahiler ve Kasideler

    • Namaz Öncesi Özlü Vaazlar

    • İlâhiyat Fakültesi Hocalarından Teravih Sonrası Sohbetler

    • Çocuklarımıza Ramazan Sokağında Eğlenceler

    • Gece Boyunca Kantinde Çay ve Meşrubat

    Yer: İlâhiyat Fakültesi Camii – Meram Yeni Yol / Konya

  • Vecdi Hocayı Tanımalısınız

     

    Çünkü Vecdi Akyüz, çayı da, muhabbeti de, öğrencilerini de çok sever

    Üsküdar Bağlarbaşı’nda, Marmara İlahiyat’ın bahçesinde onun kapıdan girişini görünce hemen yanına koşuveren talebeleri vardır. Ya da olduğu yerde bekleyip arkadaşıyla olan muhabbetine, hoca yanlarından geçeceği vakte kadar bir nokta koymaya çalışan talebeleri vardır ki hoca geçerken yanlarından, onunla konuşabilsin.

    Çok içtendir Vecdi Hoca. Öğrencilerini kardeşi gibi görüp bunu dillendirmekten çekinmez. “Vaktin varsa hadi gel bi’ çay içelim kantinde” teklifi genellikle ondan gelir. Çünkü o, çayı da, muhabbeti de, öğrencilerini de çok sever.

    Onunla her konuda konuşabilme rahatlığı vardır öğrencilerde. Sanki kendi akranınızla konuşuyorsunuz hissi verir insana. Tecrübeleriyle yol gösterir ama bunu yaparken asla üst perdeden konuşmaz.

    Kendini bilen, kendinin farkında olan bir hoca

    Renkli giyimi ve rahat tavırlarıyla dikkat çeker. Rahat dediysek Müslümana yakışmaz bir rahatlık değil tabii ki, hâşâ! Kendini sıkıp başkalarının lafına göre hareket etmez. O, kendinden gayet emindir, kim olduğunu ve sınırlarını iyi bilir, ona göre davranır. Mutedildir. Realisttir. Masa başı fıkıhçısı değil, halkın içinde yaşayan ve hayatın gerçeklerinin farkında olan bir fıkıhçıdır. Fıkhı geçmişlere hapsetmez, günümüze en etkin haliyle uyarlar.

    Dedim ya kendini bilen, kendinin farkında olan bir hocadır diye; bu yüzden kimseye kini, gururu, hasedi yoktur. Onun mevkisinde bulunan kişilerde sık görülebilecek, öğrencilere üstünlük taslama ve meslektaşlarına haset duyma gibi hastalıklar yoktur onda. Nereden mi biliyorum? Hem sözlerinden, hem tavırlarından. Bu o kadar belli ki. İyi bir iş yapıldı mı, kim tarafından yapılırsa yapılsın, onu takdir eder. Menfi olaylar için de aynı durum geçerlidir. İçi dışı birdir. Kimseden çekincesi yoktur. Doğru bildiği neyse söyler.

    Vecdi Akyüz, kendini sadece kendi alanına hapsetmez

    Vecdi Hoca’nın kendine has bir üslubu ve ders anlatışı vardır. Her şeyi şematize etmeye meyyaldir. Kendi çizdiği şemalar, tablolar ve kendisine ait olan cevizeler ile anlatır dersi (cevize, vecizenin Vecdice’sidir). Kürsüye geçip de “şunlar helal, bunlar haram, onlar farz, âlimler böyle demiş” diye anlatmaz dersi. “Siz sorun, ben cevaplayayım, böylesi aklınızda daha iyi kalır” der ve hep öğrencilerin yanına oturur. Olayın mantığını kavratıp ilkeleri öğretir.

    Vecdi Akyüz, ilgi alanı geniş ve bunlarla alakalı çalışmalar yapan, kendini sadece kendi alanına hapsetmeyen bir hoca. Fıkıhla ilgili kitaplarının yanında, doğrudan ilgili olmayan eserleri de mevcut. Onun hazırladığı eserler arasında benim favorim olanlar ise, Kur’an’da Siyasi Kavramlar ve editörlüğünü yaptığı 4 ciltlik Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam.

    Vecdi Hoca, hakikaten kıymetli, önemli bir insan. İyi ki böyle bir hocamız var.

     

    Şeyma Benli 

    Dünyabizim

  • Diyanet: Ramazanda TV ler Sömürüden Uzak Durmalı

    Müslümanların kutsal ayı Ramazan Perşembe günü başlıyor. Sahur yemekleri, gösterişli iftar programları, ihtişamlı davetler, geçtiğimiz senelerde göze çarpan manzaralar…

    İşte tüm bu gösterişli sofralara karşı Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez Ramazan ayı başlamdan uyardı. “İftar sofraları, israf sofralarına dönmemeli” diyen Görmez “Orucu ne bozardan çok bozulan kişilikleri nasıl tamir ederiz buna bakılsın” mesajı verdi.

    Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez iftar çadırlarını da eleştirdi. “Çadırlar yoldan geçenler ya da yolda kalmışlar için yapılır. Buralarda da gösterişe kaçılmamalı” dedi. Sözlerine devam eden Mehmet Görmez, “Diyanet bu yıl ramazan için “selam” temasını belirledi. Tüm vaaz, sohbet ve etkinliklerde bu tema üzerinde durulacak” dedi.

    EKRANLAR SÖMÜRÜDEN UZAK DURMALI

    Televizyonda yayınlanan ramazan programlarına da değinen Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez ramazan ayında televizyon kanallarındaki dini programlarla ilgili araştırma yaptıklarını anlattı.

    Bu programların reytingi artırmak için hüzün eksenli dramatik din anlayışını öne çıkardığı tespitini paylaştı. Sömürüden uzak durulmalı mesajını iletti. 

  • Hadisi Şeriflerde Teravih Namazı Nasıl Geçiyor


    Buharî’nin Kitâbu salâti’t-terâvîh bölümündeki hadisler özetle şunları söyler:

     

    1.       Ramazan gecelerini ihya etmek günahların kefaretine vesiledir.

     

    2.       Rasûlullah  (sav) Ramazan ayının ilk üç günü mescide çıkmış ve her gün artan bir kalabalıkla cemaat halinde namaz kılmış, ancak dördüncü günü kalabalığı mescid almaz hale gelince Hz. Peygamber durumu bilmesine rağmen yanlarına çıkmamış ve Sabah namazına çıktığında onlara, hallerini gördüğünü ancak farz kılınır endişesiyle kendisinin çıkmadığını beyan buyurmuştur.

     

    3.       Hz. Peygamber (sav) zamanında, Hz. Ebu Bekir zamanında ve Hz. Ömer’in halifeliğinin ilk yıllarında durum bu minval üzere devam etmiş; insanlar kimi evlerinde kimi de mescidde kendi başlarına teravih namazını kılagelmişler. (Hz. Ali’nin de teşviki ile) Hz. Ömer mescidde namaz kılmakta olanları meşhur hafız sahabî Übey b. Ka’b’ın arkasında toplamış ve böylece teravih namazı cemaat halinde mescidde kılınmaya başlamıştır.  Bu durumu çok beğenen ve bu uygulamanın “güzel bir yenilik” olduğunu söyleyen Hz. Ömer, buna rağmen “Uyuyup da kılmadıkları (teheccüd) namazının, bu kıldıkları (teravih) namazından daha faziletli olduğunu” da beyan etmekten geri kalmamıştır.

     

    4.       Hz. Peygamber’in dört artı dört artı vitir (4+4+3) olmak üzere teravih namazını 8 rekat olarak kıldığına dair Hz. Aişe validemizin sarih beyanı vardır.

     

    (Buhârî’nin özeti bu kadar)

     

     

     

    Ayrıca İbn Hibbân’ın Sahihi’inde geçen bir rivayette de sahabî Übey b. Ka’b’ın evdeki kadınlara teravih namazını dört artı dört artı vitir (4+4+3) şeklinde kıldırdığını söylemesi karşısında Hz. Peygamber’in buna ses çıkarmadığı, dolayısıyla bu şekilde kılınması ile ilgili olarak takrîrî sünnet bulunduğu bilgisi mevcuttur.

     

    Beyhakî’de yer alan bir rivayette ise Hz. Ali’nin bir adamı, insanlara beş tervîha şeklinde yirmi rekat namaz kıldırmak üzere görevlendirdiği belirtilmektedir. Aynı şekilde Beyhakî’de geçen başka bir rivayette de es-Sâib b. Yezîd, “Hz. Ömer zamanında teravih namazını yirmi rekat artı vitir şeklinde kıldıklarını” söylemiştir.

     

    Değerlendirme: Bütün bu rivayetlerden anlaşılıyor ki teravih namazını kılmak sünnettir. Duruma göre bunun tek başına ya da cemaat halinde kılınması da sünnet olmaktadır.

     

    Sekiz rekat şeklinde kılınması Hz. Peygamber’in sünneti, beş terviha şeklinde yirmi rekat olarak kılınması ise Râşid Halifelerin sünneti olmaktadır. Daha sonra ise bütün ümmet bunu hüsn-i kabul ile benimsemiş ve İslam dünyasının her yerinde teravihin cemaat halinde kılınması bir gelenek halini almıştır.

     

    İki yıl öncesi Şam’da bulunuyorduk. Orada değişik camilerde teravih namazları kıldık.  Bizdeki gibi orada da büyük bir coşku ile cemaat halinde kılınıyor.  Sekiz rekat kılındıktan sonra kısa bir bekleme oluyor. Cemaatin bir kısmı ayrılıyor. Geri kalan kısmı ile de yirmi rekat tamamlanıyor. Yani uygulama bizdeki gibi, ancak bizdeki gibi katı değil; dileyen sekiz rekat sonrasında ayrılabiliyor ve bu yadırganmıyor.

     

    Teravih namazı yoktur iddiası:
     
     Kimilerinin teravih namazı yoktur şeklindeki iddialarının esası yoktur. Raşid halifelerin uygulamasını –ki bu da bizim terminolojimizde “sünnet” diye anılır ve değerlendirilir- yok saymak ve işi ilk baştaki şekle döndürmek çabası, bir çocuğu “Bu doğduğunda çıplaktı, üzerindekileri sonradan giydirdiler, dolayısıyla onları atmak lazım” demek kabilinden  onu anadan uryan haline döndürme çabası gibi bir şeydir.

     

    Evet çocuk çıplak doğar, ama insanlar onu kendi kültürlerine ve birikimlerine, sanat ve estetik anlayışlarına ve zevklerine göre giydirirler.

     

    Aynı şekilde dinler de çıplak doğar; ama içine inmiş olduğu kültürün kalıpları içinde insanlar onu giydirirler. Bunun sonucunda ezanı kaptırarak değil makam ile okurlar, Kur’an tilavetine sanatı da katarlar, Kur’an hattını sanat haline getirirler, ezanı damda değil, eşsiz güzellikte minarelerde okurlar… Hz. Peygamber’e kendi dillerinde naatler, kasideler, mevlidler  yazar-okurlar, tekbirleri, salavatları bestelerler… Bütün bunlar, insan olmamızın bir sonucu olarak bizim de dine bir katkımız olur. Gelenek böyle oluşur ve hayatiyetini sürdürür.  Kimse bunları yok sayamaz ve din ancak bunlarla yaşar.

     

    Bid’at dinin özüne yönelik eklemlerde bulunmaktır; düzenlenmesinde, kendi kültürel kalıplarımızla onun ifadesinde değil.

     

    Kucağınızda çıplak bir dini taşıyamazsınız; elinizden kayar gider ya da buharlaşır ve yok olur.

     

    Hem işinize geldiği yerde tam bir selefî, işinize geldiği yerde ise tam bir modernist tavırla dinin yaşatılması hiçbir zaman mümkün olmaz.

     

    Ve din Allah’ındır.

     

    Biz O’nun kullarıyız. Din bizim için vardır; daha iyi bir insan olabilmemiz, kendimizi daha iyi ifade edebilmemiz, etrafımıza daha yararlı bir insan olabilmemiz için vardır.

     

    Bugün teravihin –dün olduğu gibi- cemaat halinde ve mabetlerde kılınmasında hem bireysel hem de toplumsal açıdan faydalar vardır.

     

    Teravihe gitmediğinizde ne yaptınız? İsterseniz bunun bir çetelesini tutun. Eğer hem kendiniz hem de insanlık açısından daha yararlı şeyler yapabiliyorsanız onlara devam edin. Yok daha çok televizyon seyretmiş, daha çok dedi kodu yapmış, daha çok kendi dertlerinizle baş başa yalnız kalmış ve ruhî bunalım anlamında daha geri bir konuma düşmüşseniz… gelin teravihimize devam edin. Camilerimizde, saflarımızda sizin için yerimiz her zaman var. Gördüğünüz yanlışlara müdahil olun, güzellikleri paylaşın.

     

    İnanın paylaşılacak çok şey var!

     

    Hayırlı Ramazanlar!

     

    Bizi manen rahatlatacak güzel teravihler!

     

     
    Dua ile!
     

     

    GARİBCE 
  • Abdulaziz Bayındırdan Namaz Ve İmsak Vaktine İtiraz

     

     

    İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır, ”Özellikle imsak vaktinde enine yayılan kızıl ve beyaz ışık kuşaklarının net görülmesi gerekirken aydınlığın emaresinin dahi olmadığı saatlerde oruca ve namaza başlanması akıl tutulmasıdır” dedi. 

    Süleymaniye Vakfı Din ve Fıtrat Araştırmaları Merkezi’nde açıklama yapan merkez başkanı İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bayındır, namaz ve oruç vakitleri konusunda yürüttükleri projenin sonuçlarını gazetecilerle paylaştı. 

    Bayındır, gözlem maksadıyla yaz ve kış mevsiminde kutup dairesine gittiklerini belirterek, bilim ve tekniğin imkanlarını Kur’an sünnet bütünlüğü içinde kullanarak büyük bir ekip çalışması yaptıklarını söyledi. Koordinatlar ve bölgenin yüksekliği (rakım) girildiği takdirde ekvatordan kutuplara her noktanın namaz ve oruç vakitlerine ulaşmayı sağlayacak program geliştirdiklerini açıklayan Bayındır, ”Farklı noktalardaki gözlemlerle programımızın örtüştüğünü tespit etmek bizi mutlu etti” dedi. 

    Prof. Dr. Bayındır, namaz ve oruç vakitleriyle ilgili ayet ve hadislerde hiçbir yoruma yer bırakmayacak kadar açık tarifler bulunduğunu kaydetti. 

    ‘Yanlış ölçülerle oruca ve namaza başlanması kabul edilebilir bir durum değildir” diyen Bayındır şöyle devam etti: 

    ”Özellikle imsak vaktinde enine yayılan kızıl ve beyaz ışık kuşaklarının net görülmesi gerekirken aydınlığın emaresinin dahi olmadığı saatlerde oruca ve namaza başlanması tam bir akıl tutulmasıdır. Ufku gören herkes, yaptığımız çalışmanın doğruluğunu penceresinden kafasını uzatarak test edebilir. Bunu yapmamak kişiyi, vakit girmeden kıldığı namazların sorumluluğundan kurtarmaz.” 

    Eskiden bütün vakitlerin gözlemle şimdi ise astronomiye göre belirlendiğini ve astronomi ile gözlemin birleştirilmesi gerektiğini ifade eden Bayındır, imsak vaktinin yaklaşık 1 saat erken olduğunu, yatsı zamanının da vaktinin dışına çıkarıldığını belirtti. 

    Bayındır projenin sonuçlarını fotoğraflarla şu şekilde anlattı: 

    ”Her gün 3 doğuş ve batış vardır. Birincisi seher vaktinin doğuşu, ikinci doğuş fecr-i sadığın doğuşu. Ufukta enine yayılan bir kırmızılık var. Çok net ve parlak, onun üzerinde beyaz bir ışık var. Altta da kara parçasının siyahlığı var. Bütün bunlar çok net bir şekilde ortaya çıktığı zaman, fecr-i sadık; yani imsak vakti başlamış oluyor. Üçüncüsü de güneşin doğuşudur. 3 tane de batış var. Birincisi güneşin batışı, ikincisi akşam vaktinin sonu. Aynen sabahleyin fecr-i sadık nasıl oluşuyorsa akşam namazının sonu da aynı kurallara göre oluşuyor. Bir de yatsı vaktinin sonu.” 

    Seher vakti ve fecr-i kazip kavramlarının günümüzde tamamen kaybolduğunu belirten Bayındır, bu yüzden de sabah namazının gecenin ortasına alındığını, orucunda gecenin ortasından itibaren tutulmaya başlandığını ifade etti. 

    Yatsı namazının da vaktinin dışına itildiğini belirten Abdülaziz Bayındır, ”Şu anda yatsı ezanı okunduğu zaman yatsı vaktinin başlangıcını değil, bitişinin ilanı ilan eder” dedi. 

    Bayındır, konuyla ilgili İsra Suresi’ndeki ayetin ve hadislerin incelenerek evrensel ölçülerin tespit edilemediğini, güneş varsa gündüz, yoksa gece sayıldığını böylece 45. enlemden ötesinin ölçülerinin bulunamadığını anlatarak, şunları kaydetti: 

    ”Güneş, gecenin ve gündüzün göstergesi sayılmasa, vakitler, güneş ışıklarının günlük hareketine göre hesaplansa bir sıkıntı olmayacaktır. Hazırladığımız prototip program ile ‘www.suleymaniyevakfı.org’ adresinden bulunduğu yerin koordinatlarını giren herkes namaz ve oruç vakitlerini çıkarabilir. Önümüzdeki günlerde tüm dünya için programlar yapacağız, isteyen o programları cep telefonlarına dahi indirebilecek.