Yıl: 2012
-
Arapçaya Şaşırtan İlgi
ORTADOĞU ülkeleriyle olan ilişkilerin giderek artması ve bu ülkelere yönelik ihracattaki artışla birlikte Arapça’ya olan ilgide büyük bir artış yaşanıyor. Bölgeyle iş yapmak isteyen işadamlarının en büyük sıkıntılarından biri haline gelen Arapça tercüman zorluğuyla birlikte iş adamları da Arapça kurslarına yoğun şekilde ilgi göstermeye başladı. İzmir’de de ilk kez bu amaçla dil kursu açıldı. Cemre Arapça dil kursuna kısa sürede 700 kişi kayıt yaptırdı. NYC Eğitim Kurumları Genel Müdürü Arzu Atalay, “Yoğun talebin kendilerini şaşırttığını belirterek talebi karşılamakta zorlanıyoruz. Üstelik sadece İzmir’den değil, Türkiye’nin dört bir yanından kurs açmamız için talepler alıyoruz” diye konuştu.
Konuyla ilgili konuşan NYC Eğitim Kurumları Genel Müdürü Arzu Atalay, Kursa İzmir’den değil; Türkiye’nin her yerinden yoğun talep akışı yaşandığını dile getirerek şunları söyledi. “Mardin, Ankara, Sivas, Kastamonu gibi çok sayıda il kendi bölgelerinde de kurs açılması için bizi arıyorlar. Başlangıçta hedef olarak biz sadece İzmir’i düşünürken yoğun ilgi üzerine Türkiye genelinde Arapça dil merkezleri açmayı düşünüyoruz. Öyle ki başlangıçta 20-30 kişi ile başlayan kurs, şimdilerde 700 kişiyi buluyor. Bu seneki mezun sayısı da 114 kişi. Buradan mezun olan öğrenciler İlahiyat mezunlarından daha fazla Arapça bilgisine sahip. Birçok ilahiyat öğrencisi dahi bize kayıt yaptırıyor.”
İşadamı ve kadınlardan yoğun ilgi
Arzu Atalay, Sırf işadamlarına özel gece kursları ve özel VİP dersleri başlattıklarını kaydederek, “Pratik Arapça’ olarak adlandırılan bu sınıflar, daha çok konuşmaya ağırlık veriyor. Öğretmenler ise konuşmaya yönelik olduğundan anadili Arapça olanlar. Faslı, Tunuslu, Mısırlı Iraklı öğretmenler titizlikle iş adamlarına Arapça’nın inceliklerini öğretiyorlar” dedi. Atalay “Eskiden hanımlar ilmi sadece erkeklere özel gibi kabul ederlerdi. Oysa şimdi durum değişti ve hanımlar bu tür eğitim programlarına yoğun istek gösteriyorlar. İşadamları da yoğun istek gösteriyor” diye konuştu.
İmamlar için özel eğitim
Günümüzdeki imamların Arapça’yı bilmedikleri için ayetlerin anlamlarını bilmekte sıkıntı çeken imamlar için de özel sınıflar açtıklarını vurgulayan NYC Eğitim Kurumları Genel Müdürü Arzu Atalay, “İmamların Arapça dil eğitiminden geçmeleri önemli. Onlara özel eğitim veriyoruz. Eğitimi Arapça olan İlahiyat Fakülteleri’nde açılan hazırlık sınıfı öğrencileride bizde kurs aldıktan sonra hazırlık sınıfını atladıklarını söylediklerinde mutlu oluyoruz” dedi.
Şube sayısı hızla artıralacak
DİL Kurslarıyla ilgili de bilgiler veren Arzu Atalay, kursun kurucusunun Dr. Necla Yasdıman olduğunu belirterek, kendisi bir eğitim uzmanı olduğunu belirtti. Cemre Dil Merkezleri’nin ana merkezinin Çankaya’da bulunduğunu aktaran Atalay, Karşıyaka, Bornova, Yeşilyurt gibi bölgelerde de açılan Arapça dil merkezleri sayısını artırmayı düşündüklerini ve halkın yoğun talebine cevap verebilmek için başta İzmir olmak üzere bütün Türkiye’de yeni merkezler açmayı hedeflediklerini kaydetti.
Arapça’da 100 farklı kelime mevcut
Arapça dilinin zenginliğine de değinen Arzu Atalay, Arapça’da neredeyse 90 bin kelimenin mevcut olduğunu ifade ederek şu bilgileri verdi. “Sadece deve demek için 100 farklı kelime var. Arapça çok mantıklı bir dil. Az şeyle çok şey ifade ediliyor. Dil öğretirken, okuma yazma anlama dinlemeye aynı oranda önem veriyoruz.”
Star
Karaman:Siyasal İslamcılık Bitti mi, Niçin?
Bir de vaktiyle yapılmış tartışmaların, söylenmiş sözlerin tekrarı söz konusu. Bazı yazarların yeni uyandıkları anlaşılıyor.
Konuşulmuşa ve tartışılmışa örnek olarak birkaç yıl önce verdiğim cevap ve yazdığım yazıdan alıntılar yapacağım:
Siyasal İslâmcılık bitti mi, niçin?
Siyasal İslâmcılık nisbeten yeni bir terim, İslâm’ın mensuplarından istediklerinden bir kısmının, belli bir dönemin şartları içinde öne alınmasıyla ve gerçekleştirilme stratejileriyle ilgili. Bu bir kısmından maksat da İslâm’ın siyasî, sosyal, hukukî ve ekonomik talepleridir. “Bütün olmadan parça da olmaz” düşüncesinden yola çıkan İslâmcılar, “inancın, ibâdetin, eğitimin, medeniyetin olabilmesi için siyasî iktidarın da müslümanların elinde olması gerekir” diyorlardı. Bu düşünce dün de, bugün de yanlış değildir, ancak müslümanların bütün misyonu, siyasî iktidar şartına bağlı değildir, siyasî iktidar başkalarının elinde olduğu zaman da İslâm, müslümanlar ve onların insanlığa rahmet olan dîni temsil ve tebliğ vazifeleri devam eder. Ben buna da İslâmcılık dediğim için “İslâmcılık bitmez” diyorum. İslâmcılığın muhtevâsını yalnızca siyasî iktidar ile sınırlamak doğru değildir, hiçbir devrin İslâmcısı da dâvâsının sınırını böyle çizmemiştir. Dün siyasî iktidar da müslümanların elinde olsun diye çalışanlar, bu amaçlarına eremedikleri zaman ve zeminlerde yine İslâmcı olarak misyonlarını -geri kalan alanlarda, ama iktidar mücadelesinden de vazgeçmeden- sürdürüyorlardı. Bugünün müslümaları -ki bana göre hepsi aynı zamanda İslâmcıdır, işte bunların bir kısmı- yaşadığımız dünyanın şartları içinde, yeni bir siyasî İslâmcılık çizgisi/hedefi belirlediler: Demokratik, laik, çoğulcu bir düzen içinde (bunlar müslümanların talebi değil, verili şartlardır), başkalarının hak ve hürriyetlerine zarar vermedikçe İslâm’ı, azamî ölçülerde yaşamak; bunun içinde bütün şubeleriyle sosyal hayat da vardır…
Olivier Roy gibi bazı yazarlara göre “siyasi İslam” iflas etmiştir ve artık “post İslam” dan söz etmek gerekir. Yine yerli ve yabancı birçok yazara göre “İslamcılar değişmiş, davalarını terk etmiş, sekülerleşmiş ve küreselleşen dünyaya uyum sağlamışlar, batılı manada demokrat olmuşlardır, bu demokrasiden başka yol yoktur…”
Bu iddiaların iki kusurdan kaynaklandığı için gerçeği yansıtmadığını düşünüyorum: 1. Olanı değil, olmasını istediklerini düşünüyor, kuruyor ve yazıyorlar. 2. İslam’ın özü, tabiatı ve müminlerin hayatındaki yeri konusunda bilgi eksikleri var, dışa (mesela son isyan hareketlerindeki sloganlara ve pankartlara, İslamcıların görünmemelerine) bakarak hükme varıyor, isabetsiz genellemeler yapıyorlar.
İslam her değişime olumsuz bakmıyor, her değişimi yasaklamıyor, İslam’ın amaçları doğrultusundaki değişimi (gelişmeyi, iyileşmeyi, kemale ermeyi) teşvik ediyor; ama bozulma manasında değişmeyi istemiyor, bu değişmeye karşı tedbir alınmasını istiyor.
Müslüman (Müslim) ve mümin terimleri baştan beri vardır, ama İslamcı terimi, bir siyasi ideoloji olarak ikinci meşrutiyetten sonra konuşulmaya başlanmıştır; yani yenidir. Bütün zamanlarda ve bir zamandaki bütün dünyada tektip bir İslamcı yoktur. Müminleri İslam dairesinden çıkarmayan farklı İslam anlayışları hep olduğu gibi farklı İslamcılar da olmuştur. İslamcı olmanın en önemli ayırıcı özelliği “dinin etki alanı” ile ilgilidir ve İslamcı laik olamaz.
Daha önce niçin siyasi bir dava olarak İslamcılık yoktu?
Çünkü İslam dünyasında “din ile dünyanın, din ile siyasetin, din ile devletin ayrılması, ayrı olduğu” şeklinde bir düşünce de uygulama da yoktu. Müminlerin bütün inanç ve davranışları -yorumlar isabetli olsun olmasın- dine dayandırılıyor, meşruiyetini dinden alıyordu. Bazılarının iddia ettiği gibi Selçuklu’da, Osmanlı’da laiklik nüveleri yoktu; örfî kanunlar, vergiler, teşrifat kaideleri… dinden bağımsız değildi, bütün bunlar “dinin serbest bıraktığı, ülü’l-emre yetki verdiği alanlarda” oluyordu ve meşruiyetini yine dinden (dinin verdiği yetki ve imkandan) alıyordu.
İslam dünyasında “yenileşme hareketleri” Batı’nın etkisiyle başladı, bazıları Müslümanları dinin geri bıraktığını iddia ettiler, batılılaşmadan yana olanlar dini asgari sınırlara indirmek (iman ve ibadetler dışında kalan hayattan dini çıkarmak) ve medeniyet değiştirmek istediler. Yenileşmeyi ve değişmeyi istemekle beraber bütün şümulüyle dinden vazgeçmeyenler ise -ki, bunlara geniş manada İslamcılar diyebiliriz- ictihad ve tecdidi devreye sokarak hem Müslüman kalmak hem de çağdaşlaşmak istediler. Kalın çizgilerle ayırırsak ortaya Batıcılar ve İslamcılar diyebileceğimiz iki gurup çıktı…
Müslümanları medeniyet ve düzen değiştirmeye zorlayanlar hep batıcılar oldu, güç olarak da askeri kullandılar. Asker ya demokrasiyi yıkarak doğrudan duruma el koydu veya demokrasi maskesi altında asker destekli sivil otoriteler duruma hakim oldular; yani halkın iradesini engellediler.
İşte İslamcılarda bazılarının gördüğü, görmek ve göstermek istediği değişikliğin -ki, bu taktik değişikliğidir- sebeplerinden biri budur. İslamcılar da peygamber olmadıklarına göre elbette ötekilerden etkilenme de söz konusudur.
Hayrettin Karaman
Ulu Caminin Minberindeki Önemli Ayrıntı
Kıvrılıp bükülerek giden yollarında araç hareketliliği hiç eksilmeyen, modern zamanların seküler mabetleri olan alışveriş merkezlerinin bulunduğu caddelerinin hıncahınç insanla dolu olduğu bir kadim kent… Bu yönüyle alabildiğine karmaşık, alabildiğine hareketli, alabildiğine bu dünyaya ait bir kent Bursa. Ne araçların akışı bitiyor ne de insanların bir o yana, bir bu yana devinimleri. İnsanı alıp giden bu akışa kapılıp yitmemek o kadar zor ki… “Mahşer nedir” diye sorsalar birine ve o da Bursa’nın bu hareketliliğini gösterip “Şunun gibi bir şey işte!” dese, yalan söylemiş olur mu bilmem.
Bursa’ya kalp gözüyle bakmak gerek!
Ama bu, Bursa’nın ilk bakıldığında görünen makyajlı yüzüdür. Bu yüz, Bursa’nın, mahremini meraklı gözlerden sakınmak için yüzüne taktığı iğreti bir maskedir aslında. Kenti tanıyıp da, onun kılcal damarlarında yürümeye başladığınızda, sizi bir değil, birden fazla paralel hayatın yaşandığı bir sakin dünyanın beklediğini büyük bir şaşkınlıkla görüverirsiniz. Bu dünyanın ilk özelliği sakinliğidir. Bu paralel dünyada hayat, sindirilerek yaşanılır. Telaş yoktur. Her şey sekinet ve huzur üzeredir. Bir şey yapılırken düşünülerek yapılır ve yapılan şeyler üzerinde de düşünülür. Yapılan her şey ya huzur verir ya da hüzün; ama illa ki her şeyin bir karşılığı olur ruhlarda. Öyle hemen tüketilip bitirilmez, bilinir ki sözlerin de bir tarihi vardır, onlar da bir yerden gelip bir yere gitmektedir. Bilinir ki önce söz vardı ve söz kutsaldı.
Bir de böyle bir yönü vardır Bursa’nın. Velhasıl, tanımak için bakmak gerekir Bursa’ya; dünya gözüyle değil, kalp gözüyle bakmak gerekir. Bakıldığında, çok basit görünen birçok şeyin bile, aslında içinde nasıl derinlikler barındırdığı ortaya çıkar. Tıpkı Ulu Cami’nin minberinde olduğu gibi.
Ulu Cami, Bursa’nın kalbi olarak bilinir. Şehrin merkezinde o vardır ve hayat, o merkezden başlayarak gümrah bir şekilde yayılır çevreye doğru. Dıştan bakıldığında insanda hayranlık uyandıran bu heybetli caminin içine girildiğinde, bu heybet, yerini huzura terk eder. Ve sonra gözler caminin içini tarar; biraz duvarlarda, biraz kubbede dolaştıktan sonra bir de minbere değer o göz.
Ulu Cami’nin minberi: Dünya içinde dünya
Ulu Cami’nin minberi, ceviz ağacından kütük kündekâri işçiliği ile yapılmış. Kısım kısım işlenen motifler, geçmeler açılarak minberin alnına kenetlenmiş. Hiç çivi kullanılmayan bu minberde, muhtemelen 6666 parça abanoz kullanılmış. Minberin süslemelerine bakıldığında ise, bunların sadece göze hoş görünme amaçlı sıradan süslemeler olmadığı, her süslemenin bir anlamı olduğu ortaya çıkar.
Mesela minberin doğu cephesine, küresel motifler biçiminde dokuz gezegen ve Güneş Sistemi yerleştirilmiştir. Hem de orijinal sistemine uygun sıralanışına göre olmuştur bu yerleştirme… Güneş Sisteminin arka tarafına yıldızlar ve kuyruklu yıldızlar eklenerek sistemin bütünlüğü sağlanmıştır.
Minberin alt eşikleri de bu ustalıktan nasibini almış. Minberin alt eşiklerinin hem doğu hem de batı taraflarına on ikişer kapı yerleştirilmiş. Toplamda yirmi dört olan bu kapı sayısı, yirmi dört Türk boyunu sembolize etmektedir.
Daha birçok ayrıntıyı bağrında saklayan bu minber bile, önce kendisinin, sonra da Bursa’nın görünüşte basit ama gerçekte nasıl da derin ve gizemli bir dünya olduğuna dair harika bir örnektir. Elhasıl, görmek için bakmayı bilmek gerek, kalp gözü gerek. Bursa, ehl-i dilin keşfini bekliyor dersek pek de yalan söylemiş olmayız sanırım.
Ahmet Serin
Dünyabizim
Mezhep Gerilimine Karşı Ortak Tavır Koyacağız
Davutoğlu, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Irak Sünni Vakıflar Divanı Başkanı Abdul Gafur El Sammari ve Şii Vakıflar Divanı Başkanı Salih Haydari ile iftar yemeğini de kapsayan bir görüşme gerçekleştirdi.
Görüşmenin ardından misafirleriyle birlikte gazetecilere açıklama yapan Davutoğlu, Sammari ile Haydari’nin Türkiye’ye “önemli bir mesaj” ile geldiklerini belirterek, “Orta Doğu’da son dönemde çıkarılmaya çalışılan mezhep gerilimlerine karşı Sünni ve Şii alimlerin, dini mercilerin ortak tavır alması konusunda mutabakat sağladık” diye konuştu.
Suriye‘deki çatışmaların bir an önce durması için güçlü bir mesajı İstanbul’dan iletmek istediklerini vurgulayan Davutoğlu, “Buradan, bütün kardeş kavgalarının son bulması için çağrıda bulunuyoruz” dedi.
Davutoğlu, Suriye‘deki kutsal mekanların korunması, buralara karşı herhangi bir saldırıda bulunulmaması çağrısı yaparak, “Özellikle Halep’te süren ağır bombardımandan zarar görecek bütün kutsal mekanların korunması çağrısında bulunuyoruz. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti olarak Şam-ı Şerif’teki bütün kutsal mekanlara saygı gösterilmesi çağrısında bulunuyoruz. Bütün bu mekanlar bizim ortak mirasımızdır” şeklinde konuştu.
Kutsal mekanların korunması için İİT zirvesinde girişim
İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) zirvesine katılmak üzere bu gece Cidde’ye hareket edeceğini belirten Davutoğlu, “İİT toplantısında da bu konuda bir girişimde bulunacağız. Bütün dini mekanlara saygı gösterilmesi ve çatışmalardan bu mekanların etkilenmesini önleyecek her türlü tedbirin alınmasını sağlayacak bir karar alınması için çalışacağız” dedi.
Irak‘ın son 9 yılda mezhep gerilimi nedeniyle büyük acılar yaşadığını, hem çok büyük ölçüde insan kaybı olduğunu hem de birçok kutsal mekanın saldırılarda zarar gördüğünü belirten Davutoğlu, şunları söyledi:
“Bu kötü tecrübeyi bizzat yaşayan sayın Sammari ile Haydari’nin ülkemize gelip birlikte böyle bir teklifte bulunmalarından, Suriye‘de de benzer şeylerin yaşanmaması için girişimde bulunmalarından dolayı kendilerini tebrik ediyorum. Türkiye, hangi dine veya mezhebe ait olursa olsun, kutsal mekanların korunması için her türlü girişimde bulunacaktır.”
Görmez: “Ortak mirası korumak ortak vazifemiz”
Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez de 10 gün önce Türkiye’ye gelen Sammari ve Haydari ile “kardeş kavgasını durdurma konusunda din adamlarının üstüne düşen vazifeyi” tartıştıklarını söyledi.
Mabetleri korumanın, Müslümanların Hz. Muhammed’den devraldığı bir vazife olduğuna işaret eden Görmez, “İslam dini, gönülleri ayırmaya değil, birleştirmeye gelen bir dindir. Ortak mirası korumak ortak vazifemiz” diye konuştu.
Şii Vakıflar Divanı Başkanı Salih Haydari de silahlı grupların İslam dünyasındaki bazı mabetleri havaya uçurma planları yaptıklarını öğrenince Türkiye’ye geldiklerini ve Türk hükümetinden mabetlerin korunması mesajını dünyaya iletmesi için yardım istediklerini söyledi.
Haydari, “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin fark gözetmeden Irak‘taki ve bölgedeki herkese eşit davranması ve samimiyetle yaklaşması bizi memnun etmiştir. Sonsuz teşekkürlerimizi sunuyoruz” diye konuştu.
İstanbulun Tarihi Camileri Neden Cemaatsiz Kaldı!
Beyazıt, Süleymaniye ve Sultanahmet gibi semtlerdeki camiler cemaatsiz kaldı. Sultanahmet ve Beyazıt gece geç saatlere kadar hareketli iken bu bölgedeki camilerde teravih namazı çok az insanla kılınıyor. Beyazıt Meydanı’nın yanı başındaki Kâtip Sinan Camii imamı Hüseyin Kanatsız, bu duruma neden olarak evlerin tamamının otel ve işyerlerine dönüşmesini gösteriyor. İstanbul’un Beyazıt, Sultanahmet ve Süleymaniye gibi semtlerini tanımlamak için kullanılan ‘Dersaadet’ bölgesi, Ramazan’ı buruk yaşıyor. Tarihî yarımadadaki yaklaşık 300 caminin bahçesi ve etrafındaki restoranlar iftarda doluyor. Ancak camilerde aynı coşku yok. Nüfusun azalması, evlerin otel ve işyerine dönüşmesi sebebiyle teravih namazlarında tek saf dahi olmuyor. Sadece 4 kişiyle teravih kılınan Beyazıt’taki Kâtip Sinan Camii’nin 30 yıllık imamı Hüseyin Kanatsız, “1980-90’larda camimiz tıklım tıklım olurdu. Ama şimdi garip kaldı.” diyor.
1980’lere kadar öğrenci evleri, yurtlar ve evlerle dolu bu mekânlar, ticaretin yoğunlaşmasıyla yerini dükkânlara ve ticaret merkezlerine terk etmiş. Camide saf tutup 4 kişilik teravih cemaatine katıldığımız Kâtip Sinan’ın imamı Hüseyin Hoca anlatıyor: “Bu çevreler üniversiteye yakın olduğu için eskiden beri talebeler ve talebe evleri de çok burada. Burası cıvıl cıvıldı 1980’lerde. Camimizde Kur’an kursları yapılır, öğrencilerimizin derslerine takviye dersleri tertiplenirdi. Cami cemaatindeki insanlarla, mahalle sakinleriyle sohbetler gerçekleştirilirdi. Ama şimdi biraz garip oldu. İnşallah bu güzide mekânlar, tekrar eski haline gelir diye ümit ediyoruz.”
İmam Hüseyin Kanatsız’ın anlattıklarını teyit eden en önemli bilgiler, aslında ilçenin nüfus kayıtlarına ve demografik değişimine de yansımış. Örneğin Sultanahmet Mahallesi olarak kayıtlarda yer alan bölgede, kayıtlı nüfus sadece bin 183 kişi. Beyazıt, Molla Fenari, Mercan ve Mesihpaşa gibi mahallelerin nüfusu ise 30’lu ve 70’li sayılarla ifade ediliyor. 1950’de 1 milyon 160 bin nüfuslu İstanbul’un en büyük ilçelerinden biri olan Eminönü’nde yaşayan kişi sayısı 123 bin. 1980’li yıllarla birlikte sürekli bir düşüş yaşayan bu rakam, 2010’da 39 binlere kadar düşmüş. Toplamda 300 civarında caminin yer aldığı tarihî yarımadadaki nüfus ile cami sayısı arasındaki orantı ise bu rakamlar göz önüne alındığında dikkate değer.
Eminönü, ticari olarak İstanbul’un en hareketli bölgesi. Sabah 7’den itibaren başlayan ticari hareketlilik esnafın kepenk kapattığı 21’e kadar sürüyor. Teravihlerin 22’de başlayıp 23’e kadar sürdüğü bir ortamda camilerin cemaatsizliğine bir anlam vermek belki mümkün. Katip Sinan Camii imamı Kanatsız bu durumu, “30 sene önce buralar meskûn mahallerdi ve yüzde yüz oturma semtiydi. Buradaki camilerin önceleri gerçekten mazbut ve seçkin bir cemaati vardı. Teravihler, sabah ve akşam namazları camimiz tıklım tıklım olurdu. Seksenlerde başlayarak doksanlarla devam eden süreçte burası tamamen boşalıp işyeri oldu. Bu bakımdan cemaatimiz burada gündüz geliyor. Birkaç senedir Ramazan’ın yaz mevsimine denk gelmesinden dolayı buralar biraz garip kaldı.” şeklinde açıklıyor.
Vakti zamanında Kâtip Sinan Camii’nin çok güzel bir cemaati olduğunu ifade eden Kanatsız, aynı zamanda caminin çok meşhur bir hocası olduğunu da dile getiriyor ve devam ediyor:“Bir hocamız vardı Kemal Hoca. Buradaki cemaatin babası gibiydi. Talebelere de çok sahip çıkardı.”
Kâtip Sinan Camii, örneklerden sadece birisi. Hatırı sayılır mekânlardaki cemaat azlığının sebebi sadece yerleşim yeri olmamalarından kaynaklanmıyor aslında. Belediyeler ve bölgedeki sivil toplum kuruluşları Ramazan’ı eğlencelerin ötesine taşıyamıyor. Özellikle Süleymaniye ve Sultanahmet’te Ramazanlar, bu tehlikeyle karşı karşıya.
Aracın amaç yerine geçmesiyle birlikte, manevi havası yüksek mekânların sahip olduğu kutsal yön, dünyevi yöne kurban ediliyor. Bu mekânlar sadece bir mesire alanı, bir yeme-içme yeri olarak lanse ediliyor. Ramazan’ın hakkıyla yaşanabilmesi için ise daha bilinçli birlikteliklere zemin hazırlanması gerekiyor.
İlahiyatçılar İzmiri Korumaya Aldı
Arapça Türkçe İngilizce Atasözleri Deyimler Sözlüğü
Atasözlerinin ve deyimlerin Türkçe ve Arapça karşılıkla rı verilirken İngilizce asılları esas alınmıştır. Tam karşılık
ları bulunabildiği zaman aynen verilmiş ancak bulunama dığı hallerde çeviri yoluna gidilmiştir. Türkçe ‘de aynı ya da çok yakın anlamlı atasözlerinin bulunması halinde birden fazla karşılık verilmesi uygun görülmüştür.
Winrar Şifresi: www.fasiharabic.com
Evimizde İstişare Eksik
Mehmet Bey, maçları daha iyi seyredebilmek için son model dev ekran bir televizyon alıp eve geliyor. Onun bu alışverişinden hanımı habersiz. Çünkü Mehmet Bey, eşine danışma ihtiyacı hissetmiyor. Merve Hanım beyine sormadan annesine akşam yemeği için söz veriyor. Selim Bey, evin müsait olup olmadığına bakmadan arkadaşlarını eve davet ediyor. Gülsüm teyze, 40 yıllık eşinden gizli saklı kızına para gönderiyor. Muhsin amca, hanımına danışmadan sürüye 7 koyun daha alıyor. Bu şahısların ortak paydasının ne olduğunu sorsak fazla kafa yormanıza gerek yok değil mi? Zira cevap belli: Figüranlarımız, eşleriyle istişare etmiyor, dahası “Her meseleyi eşime danışmak zorunda mıyım?” şeklinde düşünüyor. Fakat eve alınacak bir eşyadan tutun da çağrılacak misafire kadar her konuda hayatı paylaştığımız kişilerle meşveret etmek gerekiyor. Zaten birbirine danışma hali esas değilse evlilikler erozyona uğruyor, bir süre sonra en basit sorunlarda bile çiftlerin aklına boşanma geliyor. Bu da ailenin kontrol mekanizmalarının zayıflamış olduğunu gösteriyor ki istişare bu mekanizmanın asıl güç kaynağını teşkil ediyor.
Aile hayatı üzerine pek çok kitap kaleme alan eğitimci yazar Vehbi Vakkasoğlu, ailelere her konuda istişare yapmalarını tavsiye ediyor. Zira karşılıklı fikir teatisi, insana verilen değerin bir göstergesi. Kaldı ki Allah dahi insanı yaratırken melekleriyle istişare ediyor. Mevlaâ-yı Müteâl, “Yeryüzünde emirlerimi yerine getirip varlıklar üzerinde tasarrufta bulunacak bir halife yaratacağım!” buyurduğunda melekler, “Yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Hâlbuki biz Seni hamd ile tesbih eder, Seni her türlü noksandan yüce tutarız!” der. Rahman, görüş bildiren melekleri kınamaz, itham etmez. İtirazlarına açık bir beyanla, insanı yaratma muradındaki hikmeti bildirir. Bedîüzzaman Said Nursî, bu ayeti ‘İşârâtü’l-İ’câz’ adlı eserinde tefsir ederken Allah’ın insanlara müşavere üslubunu benimsetmek istediğini anlatır. Melekleriyle istişarede bulunan Allah, Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde olduğu gibi Allah Resûlü’ne Al-i İmran Sûresi’nde de “İşlerinde onlarla istişare et.” buyurarak meşvereti emreder.
İstişare etmeyi hayatın bir parçası yapmak aynı zamanda, Peygamberimiz’in sünnetine de uymak demek oluyor. Ete Kemiğe Bürünmüş Kur’an olan Efendimiz’in ilk vahiyden sonra gördüklerini Hz. Hatice Validemiz’e açması, onun görüşüne başvurması, gece ibadet etmek için Hz. Ayşe’den müsaade istemesi, Hudeybiye Sulhu sırasında zevcesi Ümmü Seleme’nin tavsiyesine uyması ya da ifk (iftira) hadisesinde Hz. Ayşe hakkında tahkikat açması ve Hz. Ali’den tutun da Hz. Ayşe’nin cariyesi Berire’ye kadar birçok insanın düşüncesini alması istişarenin sünnetteki fiilî örneklerinden sadece birkaçı.
Yazar Vakkasoğlu, meşveret emrinin aile hayatının bütününe tatbik edilmesi gerektiği görüşünde. Zira istişare yapan ailelerde tüm akıllar istifadeye yarar görüldüğünden evde huzur hâkim oluyor. Anne-baba ve çocukların birbirinin düşüncelerine önem vermesi, saygı duyması, sorunlara çözüm odaklı yaklaşması yuvanın temelini sağlamlaştırıyor. Hz. Ali (ra), “7 yaşına kadar çocuğunuzla oynayın, 15 yaşına kadar arkadaşlık ediniz, 15’inden sonra da istişare ediniz.” diyerek ailede istişare meclisinin sadece anne-babadan ibaret olmadığını ortaya koyuyor. Ayrıca kimse kendi aklına güvenmediği için şahsi menfaatlerden arınmış ve mütevazı bir tavır ortaya çıkıyor.
Vakkasoğlu’na göre meşveretsiz hareket etmek, ailenin bütünlüğünü bozuyor. Eşler tek ruh olarak yaşarsa mutluluk yakalanıyor. Biri, herkes adına kararlar alıp müşavereden uzak bir hayat sürdüğünde aileyi teke indirmiş oluyor. Bu da çeşitli sorunlara yol açıyor.
Tabii eşe danışma konusunda, tıpkı anne-babaya itaat meselesinde olduğu gibi bazı istisnai durumlar da söz konusu. Zira “Allah’a isyan olan yerde kula itaat olmaz.” hadisi bu istisnaları açıklıyor. Allah’ın emirlerine ve Efendimiz’in sünnetine aykırı bir konuda ısrar varsa istişareden ziyade dinin çizdiği çerçeveye uymak gerekiyor. ‘aile reisi’nin her dediği olmaz!
Bir yerde istişare yapılacaksa orda bir danışma makamı da olmalı değil mi? Peki, aile ortamında bu makam baba mı olmalı, anne mi? Yoksa her ay birisi mi bu görevi devralmalı?
Evlilik ve iletişim uzmanı İnci Yeşilyurt, aile reisi kavramının hukuken varlığını kaybettiğini hatırlatıyor. Malumunuz yeni Medeni Kanun ile “Aile reisi kocadır.” ibaresi değiştirilerek “Evlilik birliğini eşler beraber yönetirler.” ibaresi getirildi. Ancak kökenini dinden alan geleneksel anlayışımız itibarıyla aile reisi deyince akla ilk ‘baba’ geliyor. İslâm’da da öncelikli sorumluluk erkeğin üzerinde. Allah, “Allah’ın bazısını bazısına üstün kılma ve onların kendi mallarından harcaması nedeniyle erkekler kadınlar üzerinde sorumlu-gözeticidir. (Nisa, 4/34)” ayetiyle onu reis tayin ediyor.
Yeşilyurt’un tabiriyle aile reisliği kişiye özgürlük değil, temsil ve sorumluluk yüklüyor. Bu noktada aile reisinin “İstediğim kararı alırım. Herkes buna uymak zorunda.” yaklaşımı içinde olmayıp ev ahalisinin istek ve beklentilerine önem veren, çözüm üretme yolunda onların görüşlerine de başvuran bir tavra sahip olması gerekiyor. Ailede darbe olmayacağına göre diktatör de olamaz. Kaldı ki meşveret kabiliyeti olan ailelerin mutluluğu diğer ailelere göre daha fazla. Çünkü aile bireyleri fikirlerine önem verildiğini hissettiklerinde kendini güvende hissediyor, hayatın diğer alanlarında karşısına çıkan sorunlara da çözüm odaklı yaklaşmayı öğreniyor. Ortak karara teslimiyet kolaylaşıyor. En önemlisi aile bireylerinin değersiz hissetmesini engelliyor.
“Eşim bana hiç sormaz. Benim düşüncemin zaten önemi yok” şikâyetleri ise o ailede ciddi bir yönetim sıkıntısı olduğunu ortaya koyuyor. Yeşilyurt’a göre aile reisi, sormaktan, danışmaktan, kararları ortaklaşa almaktan korkan değil, istişare kabiliyeti ile kendine duyduğu güveni ailesine yansıtabilen ve bu yüzden saygıda kusur edilmemesi gerekilen kişinin ta kendisi. Her şeyi kendi kendine halleden bir aile reisine alışanlar ise bir açıdan risk altında. Zira sevk ve idareyi üstlenen kişinin ani vefatı karşısında, o güne kadar hiçbir problemin çözümüne katkısı olmamış, problemleri hep ailenin diğer bireyi tarafından çözülmüş kişi, adeta ‘sudan çıkmış balığa’ dönüyor. Bu durum evin faturalarını halletmeye çalışan kadınların “Ah eşim sağken hep bu işleri kendi hallederdi. Ben şimdi nasıl üstesinden geleceğim bu işlerin?” yakınmasında bile kendisini gösteriyor. Aslında bu serzeniş geçmişte yapılmayan istişarelerin eksikliğini ve sorumluluk paylaşımındaki dengesizliği yansıtıyor.
Özellikle çiftlerden sadece birinin çalıştığı ailelerde maddi harcamalar konusunda da sorun yaşanıyor. Çalışmayan aile bireyleri, para kazananların yanında kendilerini güvensiz ve her an terk edilebilir hissettiklerinden ona içten içe kızıyor. Bu kızgınlık, aşırı harcama isteği veya ailenin ihtiyaçlarına karşı duyarsız olmayı beraberinde getiriyor. Ve nihayetinde ‘mutsuzluk’ kapıyı çalıyor. Hâlbuki ailenin bir ferdi, tüm ihtiyaçları karşılamak için canını dişine takıp çalışsa dahi bu, parayı harcama konusunda tek yetkili olduğu anlamına gelmiyor. İki tarafın da kendini iyi hissetmesi için bütçeyi çiftlerin birlikte planlaması lazım. Erkeğin ve kadının çalıştığı ailelerde de maddi konularda istişare yapılmayabiliyor. “Sen kirayı öde, ben faturaları yatırayım.” gibi yaklaşımlar ev arkadaşlığına benziyor. Evlilik ise hayat yolunda birlikte yürüme başarısını gösterme anlamını taşıyor ve bu yolda yürürken gidilecek güzergâha beraber karar vermek gerekiyor.
Aynı zamanda Aile Yaşamını Koruma Derneği başkanı da olan İnci Yeşilyurt, istişare etmekle onay almanın birbirine karıştırılmaması gerektiğini vurguluyor. Ona göre istişare, ‘Akıl akıldan üstündür.’ niyetiyle fikir alma yolunda kullanılmalı ki amaca ulaşılsın. Üstelik kararlarımız sadece ‘onay alma’ şekline dönüşürse farza ve sünnete uymanın feyzinden faydalanamayız değil mi? Örneğin Gönüller Sultanı, Uhud Savaşı’nda Medine’de kalıp müdafaa harbi yapmak gerektiğini savunur. Fakat ashabıyla yaptığı istişarede Medine’nin dışına çıkılarak taarruz harbi yapılmasına karar verilir. Allah Resulü, kendi fikrini dayatmak yerine meşveretin sonucuna uyar, sonuç ise malum. Hiç şüphesiz Nebiler Serveri bu şartlarda bile meşverete uyarak bizlere büyük bir ders verir.
DÖNÜŞÜMLÜ AİLE MECLİSİ
İster aile, isterse devlet mekanizması olsun ortak hareket edilmesi gerekilen her yerde bir yöneticiye de ihtiyaç olduğu yadsınamaz. Dolayısıyla bir yönetici eşliğinde ve ortak akılla sorunlara çözüm üretmek gerekiyor. Eğitimci yazar Vehbi Vakkasoğlu ailelere, meclis kurmalarını öneriyor. Nitekim bu aile meclisi, demokrasi ortamını beraberinde getiriyor. Aile meclisinde, görüşmeleri karara bağlayan makamın her zaman baba olması gerekmiyor. Mesela istişareyi bir ay baba yönetiyorsa, diğer ay anne yönetebilir. Hatta evin diğer bireyleri de bu ortamı idare edebilir. Hem böylece idare sorumluluğunun ne demek olduğunu öğrenmiş hem de yönetene uymanın gerekliliğini kavramış olur. Ama mühim olan istişareden çıkan karara uymak. Tabii verilen karara itaat edildikten sonra “Ben demiştim, benim dediğim doğru.” havalarına girmemek icap ediyor. Şahsiyeti küçülten, kişiyi rencide eden ya da aklının üstünlüğü konusunda gereksiz iddiaya girenler istişarenin feyzini ve bereketini kaçırıyor. Meşveret sonrasında “İstişarenin dediği olmuştur.” deyip sen-ben meselesini ortadan kaldırmak lazım ki farklı fikirlere kapı aralayan gönüllere kilit vurmayalım.
Vakkasoğlu, çekirdek ailelerde birbirine danışmanın bir nebze daha kolay olduğunu geniş ailelerde ise işin renginin değiştiğini düşünüyor. Nitekim büyükler, ‘Bizim tecrübemiz, fikrimiz varken istişare de nereden çıktı?’ algısına kapılabiliyor. Bilhassa babalar, “Ben babayım, söz ağzımdan bir kere çıkar.” deyip istişare yollarını tıkayabiliyor. Bu durumda onlara “Of” demeden, saygıdan taviz vermeden, münakaşa etmeden ikna yoluna gitmek gerekiyor. Hiç şüphesiz ikna ederken meşveretin dindeki yerine dikkat çekmek, İslamî argümanları kullanmak etkili bir yol. Tabii anne-babaların da kendi kararında diretmek yerine ortak akla başvurması gerekiyor. Böylece evlatlarını da asiliğe itmemiş oluyorlar.
İstişare için sabit bir gün ve saat belirlemek en güzeli elbette. Belirtilen saatte televizyonu, bilgisayarı kapatıp sıcak çaylar eşliğinde bir iki sayfa kitap okumak, Allah kelamı konuşmak, sonra halledilmesi gereken konuları bir bir açmak ve hep birlikte çözüm üretmek o yuvayı bereketlendirmez mi? Hepsinden önemlisi ev alışverişlerinden tutun da evdeki duvarları karalayan çocuğunuza vereceğiniz cezaya kadar her şeye ailecek karar vermek Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) kutlu hanelerinden yuvalarımıza nefhalar getirmez mi?
Hemra Köse
Yenibahar
Uhudda Çarpışan Anne Yüreği
Medine’de İslâm’la şereflenen ilkler Mekke’nin karanlığında İnsanlığın İftihar Tablosu’yla bir araya gelmenin heyecanını yaşar. Onlar, Akabe tepelerinde gerçekleşen bu buluşmada bundan sonra hayatlarını şekillendirecek önemli bir söz verirler. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) huzurunda canlarını, mallarını, evlâd-ü iyallerini muhafaza ettikleri gibi, Allah’ın Elçisi’ni muhafaza edeceklerine yemin ederler. Ve Âlemlerin Efendisi’ni Yesrib’e davet ederler. Bu daveti yapan kutlu insanlar arasında iki kadın da vardı. Bunlardan biri, dine hizmeti ile asırlarca kadınlık âlemine örnek olacak Ümmü Umâre Nesibe binti Ka’b’tır.
Yesrib’e İslâm’ı anlatmak için giden Mus’ab bin Umeyr’in gayretleriyle kısa zamanda birçok aile Müslümanlıkla şereflenir. Bunlar arasında Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) anne tarafından akrabaları Necefoğulları da vardır. Bu kabile içerisinde İslâm’a ilk adım atanlar ise Hz. Zeyd, hanımı Hz. Nesibe ve iki oğlu Abdullah ile Habib olur. Onlar Medine’nin ilk Müslüman ailesi olmakla birlikte, davayı omuzlayan ilk fedakârlar arasına isimlerini yazdırır.
Peygamber Efendimiz Medine’ye hicret edince Medine’nin ilk Müslüman ailesi İslâm davası için elinden gelen bütün gayreti gösterir. Hz. Nesibe, Akabe’de verdiği söze oldukça sadık davranır ve oğulları Abdullah ile Habib’i de bu doğrultuda yetiştirir. Bu sebepledir ki Hz. Nesibe’nin en mutlu günlerinden biri, oğlu Abdullah’ı Bedir’e çarpışmaya göndermesidir.
Sıra Uhud Savaşı’na geldiğinde ise bu kahraman aile, İslâm orduları arasındaki yerini alır. Hz. Nesibe de yaralıları tedavi etmek ve su dağıtmak için muharebeye gider. Uhud’da galibiyet heyecanı yaşandığı sırada okçuların yerlerinden ayrılmasıyla müşrikler arkadan saldırır ve Müslümanlar iki ateş arasında kalır. Fırsattan istifade ederek Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) etrafını çevirmeye başlarlar. Sahabe Efendilerimiz, Allah Resûlü’nün etrafında etten kale oluşturur. Ok yağmuru ve kılıç darbeleri altındaki bu mukaddes hâlenin içinde Hz. Nesibe de yer alır.
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), üzerine gelmekte olan bir grup gözü dönmüşü göstererek, “Bunlara karşı kim çıkacak?” deyince Hz. Nesibe, “Ben yâ Resûlallah!” diye haykırır ve müşriklerin yaptığı hamleleri püskürtmeye çalışır. Bu büyük kadın Efendimiz’i hedef alan kılıç, ok ve mızrak darbelerine vücudunu siper eder. Nebiler Serveri, onun Uhud’daki kahramanlıklarını daha sonra şöyle anlatır: “Hangi tarafa döndü isem onu orada kıyasıya savaşırken gördüm.”
‘ARTIK DÜNYANIN HİÇBİR MUSİBETİNE ALDIRMAM’
Hz. Nesibe, Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) önünde mücadelesini devam ettirirken bir ara oğlu Abdullah’ın kolunun bir kılıç darbesiyle kesildiğini görür. Anne şefkatiyle hemen yanına koşar ve evladının kanayan yerini sarar. Ardından elini oğlunun sırtına vurarak, “Haydi oğlum şimdi git, Resûlullah’ın önünde savaş!” der ve kendisi de savaş mevkiine döner. Bu sözleri duyan Kâinatın Efendisi: “Ey Ümmü Umâre, senin yaptığını kim yapabilir ki?” der. Bu fırsatı iyi değerlendiren Hz. Nesibe, “Ya Resûlallah, dua et Cennet’te seninle beraber olayım!” der. Efendimiz, hiçbir duanın geri çevrilmeyeceği o makamda ellerini kaldırıp, “Allah’ım, bu aileyi benimle Cennet’te komşu yap!” diye niyaz eder. Ümmü Umâre Nesibe binti Ka’b, istediğini elde etmenin sevinci içerisinde Uhud Dağı’nda şu sözleri söyler: “Artık dünyanın hiçbir musibetine aldırmam.”
Hz. Nesibe, Uhud Savaşı’ndan ayrılırken vücudunda 13 yara vardır. Biri o kadar derindir ki, iki yumruk girecek kadar derin bir yara olarak tarif edilir. Yaralarının tedavisi tam bir yıl sürer. Ancak bu süre zarfında herhangi bir şikayet izhar etmez. Şefkat Peygamberi (sallallahu aleyhi ve sellem) de bu mübarek kadının tedavisiyle yakından ilgilenir.
Tesettür âyeti nazil olduktan sonra Müslüman kadının cihadı, örtüsü altında ve evinde olacaktır. Hz. Nesibe, İslâm ordularıyla birlikte savaşlara katılamamaktan büyük üzüntü duyar. Ancak Allah’ın emrine uymakta tereddüt etmez. Kendisindeki cihad aşkını ise iki oğluna devamlı aşılar. Annelik şefkati, onları savaş meydanlarına göndermeye engel teşkil etmez.
Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürümesiyle yalancı peygamberlik iddia edenler zuhur eder. Bu zorlu günlerde bu mübarek aile bir kurban daha verir. Hz. Nesibe’nin küçük oğlu Habib, yalancı peygamber Müseylemet-ül Kezzab’a, Hz. Ebubekir’in mektubunu götürdüğü sırada şehid edilir. Acılı anne, 60’ı aşan yaşına rağmen yalancı peygamberle mücade eden İslâm ordusuyla birlikte Yemâme önlerine gider. Savaşın sonlarına doğru oğlu Abdullah’ın, aralarında Vahşi’nin de bulunduğu Ensar’dan birkaç kişi ile birlikte Müseyleme’nin üzerine yürüdüklerini görünce eline bir kılıç alarak savaş meydanına atılır. Bu sırada kolu hain bir kılıç darbesiyle kopar. Ama o hiç aldırmadan mücadelesine devam eder, Müseyleme’ye bir öldürücü darbe de o vurur.
Hz. Nesibe Medine’ye tek koluyla ve ağır hasta olarak geri döner. Hz. Ebubekir, onu devlet başkanı sıfatıyla evinde ziyaret eder. Ümmü Umâre, aldığı ağır yaradan kurtulamaz ve şehid olur. Cennet-i Bakî’ye, şehidler ve sıddıkların yanına defnedilir.
Cihan Yenilmez
Yenibahar
İSAM Nedir? Neresidir Ne İş Yapar Biliyor Musunuz ?
İşte bu kısa röportajımızda sizlere, bu ansiklopedilerin hazırlandığı, yanı sıra kütüphane ve akademik hizmetlerin verildiği bir ilim yuvası olan İslami Araştırmalar Merkezi’ni, kısa adıyla İSAM’ı tanıtmak istedik. Bunun için İSAM Başkan Yardımcısı Dr. Tuncay Başoğlu’ndan bilgi aldık.
İslâmi Araştırmalar Merkezi ne zaman ve hangi amaçla kuruldu?
Türkiye Diyanet Vakfı’nca, İslâm Ansiklopedisi’nin hazırlanma kararı alındığında, bu çalışmalar sürerken araştırmacılar yurt dışına gönderildi. Bu araştırmacıları bir yerde organize etme ihtiyacı doğdu ve işte 1988 yılında merkezimiz kuruldu. Kurulduğundan bu yana üç ana birimi var:
1- Ansiklopedi birimi.
2- Kütüphane birimi: İhtisas kütüphanesidir. Akademik değeri olan eserler mevcıttur. 250 bin adet kitap bulunmaktadır.
3- Araştırmalar birimi: Yurt içi ve yurt dışında doktora yapan araştırmacılar görev yapmaktadır. Fakültelerin artmasıyla eski araştırmacılardan 7-8 araştırmacı kaldı. Fakat önümüzdeki dönem yeni araştırmacılar almaya devam edeceğiz.
İSAM bünyesinde (kitap, dergi vs.) alanında ne tür çalışmalar yapılıyor?
Bizim kütüphane dışında iki hizmetimiz var:
1- Eğitim: Çeşitli araştırmacıları organize ederek verdiğimiz eğitimlerdir.
2- Eserler: Süreli yayınlar ve kitaplar.
Şu an İslam Araştırmaları dergisi ve Osmanlı Araştırmaları dergisi çıkarılmaktadır.
Kitap olarak akademik eserler yayınlamaya yönelik eğilimimiz var. Buranın varlık sebebi, dışarıda yapılamayan işleri yapmak.
Bu arada doktora tezleri serimiz var. İlk çalışmada 35 eser yayınladık. Şimdi ikinci seriye başlıyoruz.
Arapça tahkik edilmiş eserler var. Bunlar Lübnan’da basılıyor ve bizim adımızla yayınlanıyor.
“Temel Kültür” dizisi var ki, bunları genel okuyucular da okuyabilir.
Kadı sicillerimiz var. Şu ana kadar on binden fazla defter toplandı. Bunlardan seçme yaparak 40 ciltlik defter yayınladık. Bu çalışmaları, başkanımız Prof. Dr. Mehmet Akif Aydın bey yürüttü.
Bunlar dışında Türkçe eserler Latinize edildi. Temel İslam Ansiklopedisi projemiz var. Rusya için hazırlanıyor. Orada yaşayan dostlarımızın, akrabalarımızın faydalanmasına sunulacaktır. Rusya’da basılacaktır. Bunu takiben de Çince’ye çevrilecektir.
İslam Ansiklopedisi’nin hazırlık süreci ve çalışmaların nasıl sürdürüldüğü hakkında bilgi verir misiniz?
İlk çıkan ansiklopediden bahsedeyim. 1988’de çıkarıldı. Merkez kurulduğunda. Bunun için beş yıl gibi uzun bir süre hazırlık safhası geçirildi. Ansiklopedide maddeler vardır. Bu maddeler tespit edildi, bunlarla ilgili dokümantasyonlar tespit edildi ve kaynaklar araştırıldı. 17 bin tane madde var ve 17 bin tane klasörümüz vardır.
Maddelerle ilgili yirmi ilim heyeti var. Her heyetin başkanı var. Bazı maddeler birkaç heyetle incelenir. Uzun bir süreçten geçer. İlmî ve teknik süreç önemli olmakla beraber on beşten fazla basamaktan geçer. Bu süreçlerden geçtikten sonra baskıya girer. Altı ayda bir cilt oluşturulur. Maddenin hazırlanması için ise 5 yıl hatta daha öncesinden sipariş verilir. Ansiklopedi bir aynadır, dünyanın birikimini yansıtır. Dolayısıyla uzun bir çalışmadan geçer. Ansiklopediye iki bine yakın müellif katkı yaptı. Arap dünyasından, Avrupa’dan vs. bir çok müellifler katıldı. 41 cilt yayınlandı şu ana kadar. 42. cilt basımda. 43 ve 44. ciltlerin ise hazırlık süreci bitmek üzere. Basımını Diyanet Vakfı üstlenmektedir.
İSAM’ın geleceğe dönük farklı hedef ve projeleri var mı?
Kütüphane bünyesinde başlattığımız veri tabanları var. Türkiye’deki bütün makalelerin künyesi var. Şu ana kadar yirmi bin makalenin Pdf’sine ulaşılabiliyor.
Tezler veri tabanı var. İlahiyat alanında çalışma yapacak olanlar o veri tabanına girerek faydalanabilirler.
Kitap olarak da tezler yayınladık. 1953 yılından 2010 yılına kadar olan tezler katalog olarak hazırlandı. Bunlar veri tabanında görülebilir. İleride popüler çalışmaların ansiklopedilerini de yapmayı düşünüyoruz.
Elektronik Ansiklopedi düşüncemiz var. Mevcut olan Ansiklopediyi elektronik ortama açacağız. Bunun yanısıra araştırmacılar yetiştirme projemiz var. İkinci klasik dönem projemiz var ki, çok ağırlıklı ve önemli bir projedir. Fahreddin Râzî döneminden 19. yüzyıla kadar ilmî eserlerin ve düşüncelerin erişilebilir olmasına çalışacağız. Bu proje akademik olarak çok faydalı olacaktır.
Kütüphanenizden kimler faydalanmaktadır?
Lisans üstü, mastır ve doktora yapan araştırmacılar faydalanmaktadır. Buraya gelenler hocalarla görüşüp, tartışırlar. İlmî bir atmosfer oluşuyor. Bir çok ortak projenin gerçekleştirilmesi açısından iyi bir ortam sağlıyor kütüphanemiz.
Vakit ayırıp bizi bilgilendirdiğiniz için teşekkür ederiz.
Biz teşekkür ederiz ilginiz için. Umarız faydalı oluruz.
ARZU KONAN- MERVE COŞKUN
Yeniasya