Yıl: 2012

  • Said Nursinin en büyük hayali gerçek oluyor

    Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a sunulan bir raporda “Arapça , Türkçe ve Kürtçe ” eğitim vermesi istenen okulun merkezi için Van, diğer kampüsleri içinse Diyarbakır ve Bitlis önerildi.

    Raporda, açılacak okulun terör ve ırkçılığa panzehir olacağı vurgulandı. Bediüzzaman Said Nursi ‘nin, 1911 yılında ‘Münazarat’ kitabında ortaya koyduğu Doğu ve Güneydoğu ‘da Kur’an ve pozitif bilimlerin okutulduğu “Medresetü’z Zehra” kurma projesi, Bediüzzaman’ın vefatından 52 yıl sonra yeniden gündemde. Med Zehra Vakfı’nın geçtiğimiz hafta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a sunduğu raporda, Doğu ve Güneydoğu’daki halkın, Said Nursi’nin 100 yıl önce ortaya attığı ‘Medresetü’z Zehra’nın kurulmasını beklediği belirtilerek, okulun açılması istendi.

    ‘ARAPÇA VACİP, KÜRTÇE CAİZ, TÜRKÇE LAZIM’

    Raporda, kurulması istenen “Medresetü’z Zehra”nın merkezinin Van’da olması istendi. Ayrıca bu okulun Diyarbakır ve Bitlis’te de kampüslerinin olması istendi. Arınç’a sunulan raporda okulundili olarak ise “Arapça vacip, Kürtçe caiz, Türkçe lazım” ifadeleri kullanıldı. Emirdağ Lahikasıve Münazarat adlı kitaplardan alıntılara da yer verilen 7 sayfalık raporda okulun islam aleminin birliğinin sağlanması, Anadolu’nun diğer İslam devletlerine açılmasını kolaylaştıracağına, ırkçılık ve terörü yok edeceğine vurgu yapıldı.

    NEFİS TERBİYESİ DE VAR TIP DA!

    Raporda, okulda okutulması istenen dersler ise ‘Medrese ilimleri’, ‘Tasavvuf ilimleri’ ve ‘Fen bilimleri’ olmak üzere 3’e ayrıldı. Medrese ilimleri arasında ‘Tefsir’, ‘Hadis’, ‘Fıkıh’ ve ‘Siyer’ derslerine yer verilen raporda; Tasavvuf ilimleri için ‘Nefis terbiyesi’, ‘riyazet’, ‘insanın kendini bilmesi’, ‘sabır’ ve ‘şükür’ gibi dersler zikredildi. Okulda okutulması istenen modern bilimler ise ‘Fizik’, ‘Kimya’, ‘Biyoloji’, ‘Tıp’, ‘Edebiyat’, ‘Tarih’…

    2015’E KADAR AÇILMASI İSTENDİ

    Raporun ‘netice’ bölümünde ise üniversitenin 2015 yılına kadar açılması istendi.

    “Bu üniversitenin teşekkülüne şiddetli ihtiyaç olup kati maslahatları vardır” denilen raporda “Ayrıca hiçbir zararıda bulunmamaktadır. Hükümet, bu uluslararası projeyi hayata geçirmesiyle hem alem-i islam’ın
    vahdetine bir vesile olmuş olur, hem de milyonlarca nur talebesinin makbul dualarını kazanmış olur.

    Ayrıca 23 mart 2015 yılına kadar bu projenin hayata geçirilmesi halinde Üstad Bediüzzaman’ın ellibeş yıllık gaye-i hayalinin, vefatının 55. yılına tevafuk etmiş olacaktır” denildi.

    YENİ AKİT  

  • Seçmeli derslerinizi belirlemek için geç kalmayın-Ders Tanıtım Videoları

    Ortaokullarda kayıtlı 5 inci sınıf öğrencileri, Milli Eğitim Bakanlığı’nın www.meb.gov.tr internet adresindeki seçmeli derslerin tanıtımlarını 03-10 Eylül 2012 tarihleri arasında inceleyerek hangi dersleri seçeceklerine karar vermeliler.

     

    Milli Eğitim Bakanlığı’nın yayınladığı genelgeye göre normal okullar için bu yıl konulan seçmeli dersler 03-10 Eylül 2012 tarihleri arasında incelenerek, 10-12 Eylül arasında aşağıda örneklerini sunduğumuz dilekçe ile okula başvurmak sureti ile belirlenecektir. Bunun için öğrenciler Milli Eğitim Bakanlığı’nın www.meb.gov.tr internet adresindeki seçmeli derslerin tanıtımlarını incelemeli ve seçimlerini yapmalıdırlar.

     

    Kur’an-ı Kerim Seçmeli Dersi Tanıtımı 

     

    Temel Dini Bilgiler Dersi Tanıtımı 

     

     

    Hz. Muhammed’in Hayatı Siyer Dersi Tanıtımı

     

     

  • Hocaların hocası: Sabahattin Zaim

    Nice önemli isimleri musalla taşından uğurlayan Fatih Camii, tarihî günlerinden birini yaşıyor. Binlerce hüzünlü sima, al bayrağa bürünmüş tabuta nemli gözlerle bakıyor. Birazdan veda edecekleri zatla belki yaşadıkları mutlu hatıralar geliyor gözlerinin önüne. Belki de onun heyecanla anlattığı dersler, konferanslar, ilme aşkı, yeni bir nesil için kurduğu hülyalar geliyor akıllarına. Ama herkes ne kadar büyük bir değeri kaybettiğinin farkında. O hüzünlü cemaat arasında kimler yok ki? Cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, milletvekilleri, akademisyenler, iş adamları, öğretmenler, doktorlar, öğrencileri ve daha niceleri… Çok kimseye nasip olmayacak seçkin bir kalabalık saygıyla saf tutuyor. Derken hüzünlü ama vakur bir tekbir sesi yükseliyor Fatih Sultan Mehmet’in gölgesinde. Namazın ardından ise helâlleşme faslına geçiliyor. Musallada yatan zatın emeğinin daha çok olduğu şuuruyla gür bir “Helâl olsun!” sesi yükseliyor. Namazın ardından kısa bir konuşma yapan imamın sözleri de birazdan omuzlarda yükselecek zatın değerini ortaya koyar nitelikte: “Prof. Dr. Sabahattin Zaim Hoca, Peygambersiz devrin sahabesi gibi yaşadı.” Biz de ‘Hocaların Hocası’ olarak bilinen son devrin bu mümtaz şahsiyetini daha yakından tanımak için hayatına göz atmak istedik.

    Ömrünü ilme, insan yetiştirmeye ve hayır işlerine adamış bir gönül insanı olan Prof. Dr. Sabahattin Zaim, Konya’dan Balkanlar’a göçen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Üsküp’ün Bulgaristan’a doğru uzanan İşkip şehrinde yaşayan Keresteci Mehmet Bey’in oğlu. Onun doğduğu yıllar Devlet-i Âliye’nin dört bir yandan düşmanla yaka paça olduğu dönemlerdi. Zaten o dünyaya geldiğinde (1926) babası önce Balkan cephesinde, sonra da Birinci Cihan Harbi sırasında Kafkas Cephesi’nde savaşıyordu.

    Harbin akabinde Yugoslavya’nın Türk ve Müslümanlara uyguladığı zulüm sebebeyle baba Mehmet Bey ailesiyle birlikte anavatana geri dönme kararı alır. 1934 yılında Türkiye’ye geldiklerinde İstanbul’a yerleşirler. Zaim, ilkokulu Çarşamba’daki Fethiye Okulu, liseyi ise Vefa Lisesi’nde tamamlar. Ünlü felsefe hocası Nurettin Topçu ve tarih hocası Reşat Ekrem Koç gibi dönemin önemli isimlerinden dersler alır. 1947’de Mülkiye’yi bitirdikten sonra ise iş hayatına İstanbul’da Fatih kaymakam vekili olarak başlar. Bir yandan da akademik kariyerine devam eder. Memuriyetle akademik çalışma arasında birtakım sıkıntılar yaşasa da eğitimini aksatmaz. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde, iktisat, işletme ve sosyal siyaset üzerinde yoğunlaşır. Eğitim aşkı onu bir süreliğine Amerika’ya sürükler.

    1955 yılında doçent olur ve 1957 Kasım’ında Türkiye’de ilk kez çalışma ekonomisi dersini vermeye başlar. Ders vermekle kendini kısıtlamayan Sabahattin Zaim, İstanbul’un bütün fabrikalarını belediye çalışanlarıyla birlikte tespit eder ve İstanbul sanayisinin mevcut durumunu ortaya koyar. Bu çalışmayla profesörlük unvanını kazanır.

    Zaim Hoca yoğun eğitim hayatının yanı sıra, ruh ve mana dünyasını da ihmal etmez. İstanbul’un mana büyüklerinden Abdülaziz Efendi’nin sohbetlerine katılır. Buradaki toplantılarda Necmettin Erbakan, Mustafa Köseoğulları, Osman Çataklı, Rıdvan Dedeoğlu, Korkut Özal ve Şadi Pehlivanoğlu gibi isimlerle tanışır. Türk sanayiinde mihenk taşlarından birisi olacak Gümüş Motor Projesi bu görüşmelerde ortaya çıkar. Zaim Hoca, 1958’de Uzel Traktör Sanayii ile Anadolu Cam Sanayii’nin kurulmasına önayak olur. Türk Motor Sanayii’nde yönetim kurulu üyeliğinde bulunur.

    İSLÂM DÜNYASINI BİR ARAYA GETİREN KONFERANSLAR

    Sabahattin Hoca’nın ekonomi alanındaki çalışma ve gayretleri sadece Türkiye ile sınırlı kalmaz. İslâm dünyasında birçok önemli görevi ifa eder. Yaptığı çalışmalarla aranan ekonomi hocası ve otoritelerinden biri haline gelir. 1980’de Suudi Arabistan’daki okullarda dersler verir. İslâm dünyasını bir araya getiren birçok konferans düzenler. Örneğin 1969’da ilk defa ‘İslâm İktisadı Konferansı’nı organize eder. Cidde’de Uluslararası İslâm İktisadî Enstitüsü, akabinde İslâm Kalkınma Bankası kurulmasında önayak olur.

    Yarım asra yakın akademisyenliği süresince yurt içinde ve dışında dersler veren, binlerce öğrenci, uzman ve bilim adamı yetiştiren, çok sayıda ünlü isme hocalık yapan Profesör Zaim, 1998’de emekliye ayrılır. Ama o emekliliğinde de boş durmaz. Son nefesine kadar çeşitli toplantılara katılır, konferanslar verir, yurt içi ve dışındaki sosyal ve kültürel faaliyetlere iştirak eder. 2003-2004 yılları arasında ise Uluslararası Saraybosna Üniversitesi’nin kurucu rektörlüğünü yapar.

    Sabahattin Zaim, sadece hocalığı ve bilime katkılarıyla değil, sosyal ve kültürel alanda yaptığı hizmetlerle de tanınan bir isim olur. Başta Türkiye Milli Kültür Vakfı, İlim Yayma Vakfı, Aydınlar Ocağı, İslâmî İlimler Araştırma Vakfı ve Uluslararası İslâm İktisatçıları Cemiyeti olmak üzere çok sayıda vakıf ve derneğin kurucuları arasında yer alır.

    81 yıllık ömrüne sayısız eser ve hizmetler sığdırıp ‘hoş bir sada’ bırakarak aramızdan ayrılan Prof. Dr. Sabahattin Zaim, lenf kanseri sebebiyle 10 Aralık 2007 tarihinde vefat eder. Son yolculuğunda onu, başta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere “Fidanlarım” dediği öğrencileri ve binlerce seveni uğurlar.

    Sabahattin Hoca, aramızdan ayrıldı ama geride bıraktığı eserler, yetiştirdiği ‘fidanlar’ onu ve adını yaşatmaya devam edecek. Ne mutlu ömrünü onun gibi dolu dolu yaşayıp arkasında silinmez, güzel izler bırakanlara…

    Cihan Yenilmez 

    Yenibahar

  • İstanbula Mührü Değen Valide Sultanlar

    Üç medeniyetin doğuşu ve batışı izlenir surlarından. İsmi değişse de, şehrin tarih durakları arasında bir kadın izine rastlanır hep. Rivayete göre şehir de bir kadın için kurulmuştur zaten. Efsane ve masallarla bezeli İstanbul’a bugün de baksak kadın emeğine rastlanır her köşe başında. Bize bu göz seyrini valide sultanlar armağan eder. Osmanlı Devleti’ni yöneten padişahların eşleri ve anneleri yaptıkları hayırlarla süsler bu güzide şehri. Vakıf banisi onlarca sultan yetiştirir hanedanlık. Valide sultanlar Osmanlı’nın hayır kervanının önündedir her zaman.

    Valide sultanlık unvanı, İstanbul’un fethinden sonra ortaya çıkar. Topkapı Sarayı’na yerleşen ilk padişah validesi, Sultan II. Bayezid’in annesi Gülbahar Hatun olur. Ancak bu makamı ilk olarak Yavuz Sultan Selim’in eşi ve Kanunî Sultan Süleyman’ın annesi Hafsa Valide Sultan alır. Valide sultanlar kendilerine tahsis edilen maaş ve geliri, yoksullar için tahsis eder. Hastane, külliye, imarethane, çeşme, kütüphane, şifahane, köprü ve sayısız cami yükselir böylece hanedan sınırları içerisinde. Bu yapılar inşa edildiği dönemlerde şehirlerin sosyal yapısını da değiştirir. Hatta bazı semtler hâlâ o yapıların ismiyle anılır: Haseki, Mahmutpaşa, Cerrahpaşa gibi…

    Hanedanlıkta ilk hayırla anılan kişi I. Murad’ın annesi Nilüfer Hatun olsa da şüphesiz tek olmayacaktır. Zira banisi olduğu eserlerle tarihe geçenlerden biri de Çelebi Mehmed’in kızı Selçuk Hatun’dur. Osmanlı’nın kuruluş döneminin hayırseverlerinin başında gelen Selçuk Hatun, 1450’de Bursa’nın Kayhan semtinde küçük bir mescit yaptırır. Ardından sırasıyla Mihraplı Köprü, ardından sırasıyla Aksaray’da bir cami, Bursa’da tabhane, Balıkesir’de zaviye ve Manisa’da Sultaniye Külliyesi’ni yaptırır. Cennet mekân Selçuk Hatun’un ardından bu geleneği sürdürecek sultanlar da yetişmekte gecikmez. Bilhassa on altıcı yüzyılın ortalarında temeli atılan vakıf medeniyeti yıllar boyunca validelerimizin omuzlarında yükselmeye devam eder. Yükseliş ve duraklama döneminin ilk yılları valide sultanların çağı olur adeta. Hafsa, Hürrem, Safiye, Nurbanu sultanlar tebaanın sevgisini kazanır. Daha sonraki dönemlerde ise Kösem, Hatice Turhan, Bezm-i Âlem Sultanlar rikkat ve cömertlikleriyle anılır.

    Dünyanın ilk kadın hastanesi: Haseki

    Valide sultanların eserleri denildiğinde öncelikle camiler gelir akla. Zira İstanbul’un çeşitli semtlerinde valide camileri, bugün de aradan yüzyıllar geçmesine rağmen secdegâh olarak hizmet vermeye devam ediyor. Fakat onların banisi olduğu eserler sadece mescitlerden ibaret değil. Yaptırdıkları eserlerin tamamını bu haberde zikretmemiz ne yazık ki mümkün değil. Ancak onları hayırla anmak gayemiz olması hasebiyle birkaç örnek vermeden geçemeyeceğiz. Dilerseniz Haseki Hastanesi ile başlayalım. Hürrem Sultan tarafından Mimar Sinan’a on altıncı yüzyılda inşa ettirilen hastane, dünyanın ilk kadın sağlık kurumu olarak tarihe geçer. Buradaki Darü’ş-Şifa’da 1873’ten sonra akıl hastaları tedavi edilir. Atik Valide Külliyesi’ni kuran Nurbânu Valide Sultan (II. Selim’in eşi, III. Murad’ın annesi) ise Osmanlı’ya kütüphanecilik geleneğini getirir. Onu takiben Sokullu Mehmet Paşa’nın eşi, İsmehan Sultan da binlerce kitap içeren kütüphaneyi Eyüp’te inşa ettirir. Sultan IV. Mehmet’in eşi Gülnuş Valide Sultan, Balkan coğrafyasında adını taşıyan birçok eseri vakfeder. Gülnuş Valide Sultan’ın İstanbul, Sakız Adası ve Mekke’de de yaptırdığı hayır eserleri bulunuyor. Bezmiâlem Valide Sultan’ın (II. Mahmud’un zevcesi, Abdülmecid’in annesi) banisi olduğu hayır eserlerinin başında İstanbul’un Yenibahçe semtinde yer alan ve bugün de hizmete devam eden ‘Gureba-i Müslimin Hastanesi’ geliyor. Hastanenin yapımında 1826’daki kolera ve 1843’teki çiçek hastalığı salgını etkili olmuş. 1845’te açılan kurum ‘Gureba Hastanesi’ ve ‘Bezmiâlem’ adlarıyla hizmet vermiş. Hastane bugün de Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi olarak faaliyetine devam ediyor. Sultan Abdülaziz’in annesi Pertev Nihal Valide Sultan, kendi adıyla ayakta kalan mektebi kurar. Son dönem saray hanımlarından bir diğeri II. Mahmut’un kızı Adile Sultan ise 27 vakfı hayata geçirir. Ayrıca sahipsiz kadınlar için sığınma evi açarak Osmanlı tarihinde bir ilke imza atar.

    İstanbul’da halkın yararına yaptırılan çeşmelerin sayısı da binleri bulur. Ancak bir tanesi vardır ki görülmeye değer. III. Selim, 1806’da Beykoz Küçüksu’da bir kasır inşa ettirir. Onun hemen yanı başında nakış gibi işlenmiş bir çeşme göze çarpar.  Küçüksu Çeşmesi, Sultan III. Selim’in göz bebeği annesi Mihrişah Sultan’a sunulmak üzere yaptırılır. Yaklaşık sekiz metre yüksekliğindeki çeşme, günümüze ulaşan valide sultan hayratlarının en alımlısı olarak İstanbullulara göz kırpıyor. Zeynep Sultan Çeşmesi,  Sultan III. Murad’ın kızı Ayşe Sultan’ın, eşi Kanijeli İbrahim Paşa için yaptırdığı Şehzade Camii yakınındaki çeşme, Sultan III. Mustafa’nın kızı Beyhan Sultan’ın banisi olduğu Kuruçeşme, Saliha Sultan’ın yaptırdığı Azapkapı’daki büyük çeşme de valide sultanların hayratları arasında.

    Bugün ne yazık ki saray entrikalarıyla ismi zikredilen ya da hanedanlığı yönetmekle suçlanan valide sultanların hikâyelerine baktığımızda saray hayatından fazlası çıkıyor karşımıza. Esasen kimi zaman hükümdarların yetersizliği kimi zaman da yaşlarının küçük oluşu, sarayda hanım sultanların etkinliğini artırmış. Hatta tarihçilerin bir bölümü Hürrem Sultan’dan başlayarak bir dönemi ‘kadınlar saltanatı’ olarak anıyor. Ancak onların ülkeyi yönettikleri veya çöküşe sürükledikleri iddiası asılsız kalıyor. Zira Osmanlı yönetim yapısı ve mekanizmaları padişaha destek olacak şekilde birçok birime ayrılıyor. Sözünü ettiğimiz gerekçelerle iktidara katkı sağlayan valide sultanlar, Osmanlı’nın kültür ve toplumsal hayatını şekillendiriyor. İstanbul’u ve Anadolu’yu birbirinden değerli eserleriyle donatıyorlar. Valide sultanların, harem teşkilatının işleyişinden, medreselerin artırılmasına kadar pek çok alanda emekleri var. İhtiyaç duyulduğunda mal varlıklarını Devlet-i Aliye’nin seferleri için de feda etmişler. Örneğin Mihrimah Sultan o kadar zengin ve devlet işleriyle ilgiliymiş ki, babası Kanunî Sultan Süleyman’ı Malta Seferi’ne çıkmaya ikna etmek için kendi cebinden ödeyeceği dört yüz gemi yapımı için söz vermiş. Bazıları kutsal topraklara duyduğu muhabbeti su kanalları yaptırarak gösterirmiş, bazıları da serhat şehirlerine köprüler inşa etmeyi tercih etmiş. Bu hayır yarışının imparatorluğun güçlü dönemlerinde sınırlı kaldığını düşünenler de çıkabilir. Oysa valide sultanlar ve saray hanımları, Osmanlı’nın yıkılışına kadar tebaa ve reayanın menfaati için çabalar. Toprak kayıplarının yaşandığı çöküş döneminde mücevherlerini Hilal-i Ahmer’e bağışlar, değerli eserleri korumak adına kütüphaneler açmak için ellerinde ne var ne yok hibe ederler. İlim ve birikimlerine rağmen İstanbul’dan ayrılmak geçmez akıllarından. Lakin Osmanlı’nın yıkılışı esnasında hanedan üyesi olarak yurtlarından sürgün edilen sultanların pasaportları dahi geri dönmemek üzere hazırlanır. Bir bilinmezliğe doğru yol alınan bu seyahatlerden geriye cefa kalır. Yakın tarihimizi hüzne boyayan nice hadiseye şahitlik eden sultanları bir Fatiha ile anmamız için ne çok eser var halbuki. 

    Süheyla Sancar

    Yenibahar

  • Görmez: Şiddet, İslamı referans alamaz

    Görmez, Le Meridien Otel’de düzenlenen ”Arap Uyanışı ve Orta Doğu’da Barış: Müslüman ve Hristiyan Perspektifler” başlıklı uluslararası konferansın açılışında yaptığı konuşmasına, İslam medeniyetinin hakim olduğu coğrafyanın hukuk normunun temel paradigmasının beş temel esas üzerine bina edildiğini söyledi.

    Herkesin canının, nesebinin, aklının, malının ve dininin kutsal ve güvence altında olduğunu ifade eden Görmez, hiç kimsenin dini inancından dolayı kınanamayacağını, her dinin kutsal kabul ettiği mabetlerin barış zamanında da savaş zamanında da dokunulmaz olduğunu vurguladı.

    Görmez, insanlığın geldiği bugünkü evrensel tabii hukuk çerçevesinde de farklı inançları benimseme, o inanç içerisinde farklı yol ve yorumlarla dini hayatı anlama ve yaşamanın her insanın ve topluluğun doğal ve özgür tercihi olarak kabul edildiğini belirterek, ülkelerinde toplumsal barışı ve huzuru temin etmek isteyenlerin asgari olarak bu hakları teminat altına alan hukuku tesis etmesi gerektiğini söyledi.

    -”Şiddetin dili, hiçbir dinin dili olamaz”-

    Prof. Dr. Görmez, ilahi dinlerin bütün mensuplarına seslenerek bir öz eleştiri yaptığı konuşmasını şöyle sürdürdü:

    ”Mirasçısı olduğumuz peygamberler geleneği geldikleri her şiddet toplumunu merhamete dönüştürmüşken, bizler modern zamanlarda hangi öğretinin etkisinde kalarak merhamet medeniyetinin yurdu olan beldelerimizi şiddetle anılır hale getirdik. Şiddetin dili, hiçbir dinin dili olamaz. Dinler şiddete bizi çağırmaz, barışa ve esenliğe davet ederler. Bugün şiddeti ve terörü enstrüman olarak kullanan hiçbir yapının İslam’dan referansını alması asla söz konusu olamaz. Peygamberler her zaman şiddetten, sulh; fitne ve kaostan selamet; kinden af ve merhamet; düşmanlıklardan rahmet çıkardılar. Bizlere düşen o kutlu önderleri izlemek olmalıdır.”

    Peygamberlerin bütün zorluklara rağmen yılmadan doğruyu söylemekten, hakkı anlatmaktan vazgeçmediğini ifade eden Görmez, dini kurumlar ve din adamlarının son yüzyıllarda sekülerizmin etkin gücü ile zayıflamasına karşın siyasetin onları kendi amaçları için kullanmaktan vazgeçmediğini belirtti.

    Görmez, ”Siyaset, dini kurumlarımızı ve toplumlarımızı güç kavgasının bir aracı olarak görmekten geri durmadı. Bizler dinlerimizin gücünü siyasetin yanlış emellerine vermemeliyiz” dedi.

    Din adamları ve dini kurumların modern zamanlarda toplumla iç içe olmaktan uzaklaşıp sadece mabetlerin içine kendilerini hapsettiğini dile getiren Görmez, bu durumun toplumsal dinamiklerin kendilerini farklı referanslarla besleyip yeni dini tezahürlerin oluşmasına neden olduğunu söyledi.

    Prof. Dr. Görmez, konuşmasını şöyle sürdürdü:

    ”Hiç şüphesiz gelenekten uzak kalarak oluşan bu yeni anlayışlar, sığ ve derinliksiz yapıları oluşturmakta ve kolaylıkla şiddete savrulabilmektedirler. İnsanlığın geleceği için mabetlerimizden ve kurumlarımızdan dışarı çıkarak sorumluluğumuz doğrultusunda ahlakın egemen olmasını sağlamalı ve buna göre toplumsal hayatın oluşmasına katkı yapmalıyız. Bizler buradan dünyaya seslenmeli ve demeliyiz ki hiçbir siyasi mühendislik çalışmaları tarih boyunca yaşadığımız beraberliğimize halel getiremez. Bu birlikteliğimizi bozma çabası üzerine yapılacak her türlü girişimler ve oluşumların bizlerden destek alması mümkün olmayacağı gibi, bütün bunlar kadim dini geleneklerimiz tarafından etkisiz hale getirilecektir.”

    Din adamlarını, yeniden bölgenin barış yurdu olması için savaşın stratejisini değil, barışın kelamını yapmaya ve barışın hukukunu oluşturmaya çağıran Görmez, ”Korkularımızı yenelim, duanın ve sözün gücüne inanarak ümitvar olalım. Geleceğin inşa edilecek dünyası, bizim bu umudumuza ve niyazımıza bağlıdır” diye konuştu.

  • İlahiyat Fakültesinde Bölüm Sayısı 4e Çıkıyor

    – Uşak Üniversitesi Rektörlüğü’nün, İlahiyat Fakültesi bünyesinde İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Eğitimi Bölümü açılması yönündeki teklifi, Yükseköğretim Yürütme Kurulu tarafından  uygun görüldü.

    Uşak Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sait Çelik, İlahiyat Fakültesi’nde şu an Temel İslam Bilimleri Bölümü, Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü ve İslam Tarihi ve Sanatları Bölümü olmak üzere üç bölüm olduğunu belirterek açılması uygun görülen İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Eğitimi Bölümü ile bu sayının dörde yükseldiğini söyledi. İlahiyat Fakültesi İlköğretim Din kültürü ve Ahlak Bilgisi Eğitimi Bölümü’nden mezun olan öğrencilerin öğretmenlik yapacaklarını da aktaran Prof. Dr. Çelik ” Yeni eğitim sistemi ile okullarımızda sosyal bilimler, fen, güzel sanatlar, spor ve din başlıklarının altında 20 civarında seçmeli ders olacak. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ilköğretimde zorunlu. Bu açıdan bakıldığında İlahiyat Fakültesi İlköğretim Din kültürü ve Ahlak Bilgisi Eğitimi Bölümü’nden mezun olan öğrencilerin konuyla ilgili yeterlilikleri olduğundan öğretmen olarak görev yapacaklardır” dedi.

  • Dini liderlerin İstanbul buluşması

    ürkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) ve Marmara Üniversitesi Orta Doğu Araştırmaları Enstitüsü işbirliği ile Etiler’deki Le Meridien Otel’de düzenlenen toplantıya, 19 ülkeden Müslüman ve Hristiyan toplulukların liderleri, akademisyenler ve uzmanlar katılıyor.
    İki gün sürecek konferansa, Bahreyn, Suriye, Libya gibi Arap Baharı duraklarının yanı sıra Irak, İran, Lübnan, Kuveyt ve ABD’den de katılım olacak.
    Zirvenin odak noktası, 1, 5 yıldır halk isyanlarının yaşandığı Ortadoğu’da barışın nasıl tesis edileceği ve yeni dönemde dini dinamiklerin nasıl rol oynayacağı olacak.
    Zirvenin açılışında konuşan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Alınacak kararlar ve çıkacak sonuçların, başta Orta Doğu olmak üzere tüm ülkelerde, bölgelerde ve kıtalarda, birlikte yaşama kültürüne, birbirine saygı ve hoşgörü arayışlarına önemli katkılar sağlayacağına inandığını belirtti. Erdoğan, bu kadar farklı din ve mezheplerden din adamı ve kanaat önderlerinin, tek bir şehirde, tek bir salonda böyle bir fotoğraf veriyor olmasının, bir araya geliyor olmasının bile tek başına son derece önemli olduğunu vurguladı. Erdoğan, konuşmasını şöyle sürdürdü:

    “Biz bugün burada, bu toplantıyı gerçekleştirirken, belki de aynı anda dünyanın birçok yerinde çocuklar öldürülüyor, kadınlar öldürülüyor, savunmasız insanlar öldürülüyor. Biz bugün burada bir araya gelirken, belki de aynı anda, Orta Doğu’da bir yerlerde, dünyada bir yerlerde, bir kadın katlediliyor ya da bir kadın kocasız, babasız, evlatsız bırakılıyor. Biz burada dünya barışı için, insanlığın huzuru için çareler ararken, belki de aynı anda, dünyanın bir yerinde, sadece, ama sadece farklı olduğu için bir insan katlediliyor, işkence görüyor ya da haklarından mahrum bırakılıyor. Altını çizerek ifade etmek istiyorum; tarihte ya da bugün, hiç birimizin şahit olmak istemediği ölümler, savaşlar, çatışmalar, yalnızca siyasi ve ekonomik nedenlerden dolayı yaşanmadı, yaşanmıyor. Din savaşları, tarih boyunca arkasında milyonlarca mağdur, mazlum, maktul bıraktı. Her dinin kendi içindeki mezhep savaşları, aynı şekilde arkasında çok acı, trajik, çok kanlı enkazlar bıraktı. Bugün bunları yine yaşıyoruz. Gerek İslam dini içinde gerek Hristiyanlık içinde aynı dinin, fakat farklı mezheplerin, farklı kolların insanları birbirine kastetti ve tarihin birçok sayfası kızıl kana boyandı.”
    “Yaşadığımız trajedileri nasıl açıklayacağız?”

    Recep Tayyip Erdoğan, sadece İslam dininin mezheplerinde, sadece İslam dininde değil, yeryüzündeki tüm semavi ve kitabi dinlerde öldürmenin haram, yani yasak olduğunu ifade ederek, “Sünni için öldürmek nasıl haramsa, çok iyi biliyorum ki Şii için de öldürmek haramdır. İslam dininde öldürmek nasıl yasaksa, çok iyi biliyorum ki, Hristiyanlık’ta, Musevilik’te de öldürmek haramdır” diye konuştu.
    Şii inancının referanslarına eleştiri
    Semavi dinlerin mensupları olarak kendilerine tarihi değil, dinlerin, inançların öz kaynaklarını referans almak zorunda olduklarını söyleyen Erdoğan, şöyle konuştu:

    “Bizler tarihte yaşanan acı hadiseleri değil, peygamberleri kendimize örnek almak zorundayız. Dinler ve mezhepler tarihi acı olaylar, olumsuz hadiseler üzerinden okunabileceği gibi, işte biraz önce naklettiğim türde, olumlu hadiseler üzerinden de okunabilir. İslam tarihi içinde başta Kerbela hadisesi olmak üzere hepimizi derinden yaralayan acı hadiseleri elbette unutmayacağız. Ancak, Peygamberin mübarek torununun ve ailesinin katledildiği o meş’um hadiseyi, bir ayrılığın değil, kardeşliğin, birliğin, vahdetin bir referansı olarak görmek zorundayız. Kerbela’da meydana gelen, hepimizin bugün bile yüreklerini dağlayan o acı hadise, bütün Müslümanlar için, bütün mezhepler için bir ibret vesikası olmak zorundadır. Kerbela hadisesi üzerinden bölünmek, bu bölünmenin ardından da yeni ve çok daha fazla Kerbela hadisesi üretmek, inanın, en başta Hazreti Hüseyin ve Ehl-i Beyt’in ruhunu muazzep etmektedir.”
    Erdoğan Şii inanışında büyük önem taşıyan Kerbela olayına bu şekilde değindikten sonra sözü Suriye’ye getirerek, Esad’a yönelik suçlamalarda bulundu. Erdoğan, “Şu anda, Suriye’de, zalim, diktatör, acımasız bir rejim, kendi halkına karşı en ağır silahlarla toplu katliam gerçekleştirirken, sırf mezhep taassubu nedeniyle bu zulme sessiz kalanlar, alkış tutanlar, çanak tutanlar var. Mensubu olduğum mezhepte öldürmek, zulmetmek, masum çocukların canına kıymanın insanlık dışı bir girişim olduğu gibi bu zulmü yapanların mensubu oldukları mezhepte de, onları destekleyenlerin mezhebinde de bu, insanlık dışı bir girişim. ‘Bu masum çocuk bizim mezhebimizden, bizim dinimizden değil. Öyleyse bırakın öldürsünler.’ Allah aşkına bu nasıl bir anlayıştır? Bu nasıl bir yorumdur, nasıl bir yaklaşımdır? Bir insan, bırakınız kendi kaynaklarıyla, kendi değerleriyle, kendi vicdanıyla bunu kendisine nasıl izah edebilir? 1332 yıl önce Kerbela’da yaşanan neyse, açık söylüyorum bugün Suriye’de yaşanan da odur. Hz. Ömer’le Hz. Ali Kerremallahü veche efendimiz aralarında herhangi bir sıkıntı yoktu. Onlar aynı idealler için bir mücadeledeydi. Peki bugünkü yaklaşım niye böyle? Bunların üzerinde durmak lazım. Mazlum değişik olabilir, zalim değişik olabilir… Ama yaşananlar, yeni birer Kerbela’dır” şeklinde konuştu.

    Erdoğan, “1332 yıl önce Kerbela’da yaşanan neyse, açık söylüyorum, bugün Suriye’de yaşanan da odur. Mazlum değişik olabilir, zalim değişik olabilir… Ama yaşananlar, yeni birer Kerbela’dır” diye konuştu.
    Erdoğan, bazı Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde cereyan eden olayların, harici saiklerin ve yönlendirmelerin bir neticesi olarak değil; son derece tabii bir sonuç olarak ortaya çıktığını ileri sürerek, “Bizde bir söz var. Dere yatağında akar ve dere yatağını bulmuştur. Halkın, talep, arzu ve isteklerini güçlü şekilde dile getirmesi, meşru hak talebinde bulunması, baskıcı rejimlere karşı sesini yükseltmesi, bu coğrafyanın geleneğidir ve son derece tabiidir. Tabii olmayan, zulümdür, baskıdır, kendi halkının arzu ve taleplerine duyarsız kalmaktır” dedi.
    Çatışma körüklenmekte
    Toplantıda konuşan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Mehmet Görmez ise “İslam medeniyet havzasında bulunan unsurlar arasında yeni bir fitne ateşi yakılarak medeniyet içi bir çatışma istendiğini” öne sürerek, “Müslüman coğrafyasında dine, mezhebe ve etnisiteye dayalı farklılıklar derinleştirilmekte
    ve çatışmalar körüklenmektedir” dedi.

  • Helal gıdaya Diyanet logosu

     

    Dünyada son yıllarda büyük artış gösteren helal gıda pazarında önemli aktörlerden birisi haline Türkiye, sertifikalandırma süreçlerini pazarın ihtiyacına göre iyileştirmeye devam ediyor. Türkiye’de ilk olarak GİMDES tarafından başlatılan, ardından teknik imkanlarını da kullanarak TSE’nin de dahil olduğu süreç, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da daha ön planda yer alacağı bir düzenlemeyle yeni bir boyuta taşınıyor. Çok yakın bir tarihte uygulamaya geçmesi beklenen düzenleme ile bundan sonra ‘Helal Gıda Sertifikası’ verilen ürünlerin üzerlerinde Diyanet İşleri Başkanlığı logosu da yer alacak. TSE ile DİB’in Temmuz 2011 tarihinden itibaren başlayan ‘helal gıda’ işbirliği yakında ortak logo ile taçlanacak.

    DİYANET FETVA VERİYOR

    Ürünlerin İslam dinine uygunluğu açısından incelenmesi Müslüman tüketiciler için son derece önemli. İslam dünyasından ve Türkiye’den yükselen talepler üzerine ‘helal’ sertifikası vermeye başlayan TSE, incelediği ve sertifika verdiği ürünler üzerine TSE’nin ‘helal’ logosunun konulmasına müsaade ediyordu. TSE tarafından incelenen ürünlerin içindeki tüm katkı maddeleri ve ana malzemeler için Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan tek tek ‘helaldir’ yazısı alan TSE, bu belgeyi sertifika verdiği kuruluşun dosyasına koyuyordu. Ancak Ortadoğu ve Arap ülkeleri başta olmak üzere TSE’nin sertifika verdiği firmalardan gelen “TSE’nin fetva verme yetkisinin olmaması, Diyanet işleri Başkanlığı’nın verdiği belgenin de ürün üzerinde görünmemesi nedeniyle müşterimizle sorunlar yaşıyoruz” itirazı üzerine iki kurum uzmanları çalışma başlattı. Diyanet’in daha etkin konumda görüneceği bu çalışma ile ürünlerin üzerinde Diyanet’in fetvasını simgeleyen bir logo bulunacak. Henüz son şekli verilmeyen ve kurumlar nezdinde tartışılmaya devam edilen uygulamanın gerekli prosedürün tamamlanmasının ardından ekim ayı ortalarında yürürlüğe gireceği kaydediliyor.

    MARKAYA DEĞİL ÜRÜNE DAMGA

    Yeni düzenlemenin uygulamaya girmesinin ardından sertifikalandırma işlemleri sırasında piyasada oluşan yanlış algı da önlenmiş olacak. İslam Ülkeleri Standartları ve Metroloji Enstitüsü (SMIIC) tarafından hazırlanan ‘Helal Gıda Standartları’, TSE’nin Diyanet İşleri Başkanlığı ile işbirliği içerisinde çalışarak oluşturduğu ‘Adapte Türk Standardı’ olarak kabul edilerek 4 Temmuz 2011 tarihinde ‘Helal Gıda’ belgelendirmesine başlandı. ‘Helal Gıda Belgesi’ almak için, TSE’ye resmi başvuru yapıldıktan sonra, Diyanet İşleri Başkanlığı ve TSE’den konunun uzmanı en az iki kişiden oluşan İnceleme Heyeti tarafından üretim yerinde ilgili standarda göre inceleme gerçekleştiriliyor. Bu incelemede; belgelendirilmesi talep edilen ürünün üretiminin, standardın öngördüğü şartlarda ve ortamda yapılıp yapılmadığı yerinde tespit ediliyor.

    STANDARTLAR GEÇEN YIL BELİRLENDİ


    İslam Ülkeleri Standartları ve Metroloji Enstitüsü (SMIIC) tarafından hazırlanan ‘Helal Gıda Standartları’, TSE’nin Diyanet İşleri Başkanlığı ile işbirliği içerisinde çalışarak oluşturduğu ‘Adapte Türk Standardı’ olarak kabul edilerek 4 Temmuz 2011 tarihinde helal gıda belgelendirmesine başlandı. Daha sonra İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) bünyesinde İslam Ülkeleri Standardizasyon ve Metroloji Merkezi, TSE’nin muadili bir kuruluş kurdu. 2011 yılının mayıs ayında 36 İslam ülkesi temsilcisinin katılımıyla Kamerun’da yapılan toplantısı ve İslam Fıkıh Akademisi’nin de incelemeleri sonucu 3 adet Helal Standardı yürürlüğe girdi.

    TSE İNCE ELEYİP SIK DOKUYOR

    Üretim yeri incelemesi olumlu bulunan firmaların ürünlerinin laboratuvarlarda muayene ve deneylerinin yapılmasının ardından belgelendirme çalışmasının ilk aşaması tamamlanıyor. Hazırlanan raporlar Diyanet’ten bir üyenin de bulunduğu 5 kişiden oluşan Helal Gıda Belgelendirme Komisyonu’na öneri niteliğinde sunuluyor. Nihai belgelendirme kararı bu komisyon tarafından veriliyor. Oybirliği kararının esas alındığı komisyon çalışmalarında Diyanet mensubu üyenin katılmaması durumunda hiçbir karar alınamıyor. Ürününe Helal Gıda Belgesi alan kuruluşa yılda en az iki kez habersizce olmak üzere ara kontroller yapılıyor.

    ÜRÜNLERE FETVALI SERTİFİKA


    Türk Standartları Enstitüsü’nün geçen yıl temmuz ayından bu yana verdiği ‘Helal Gıda Sertifikası’na artık Diyanet İşleri Başkanlığı da imza atacak. TSE ve Diyanet, ‘helal gıda’ belgesi kullanan üreticilerin, “Müşterilerimiz ürünler için Diyanet fetvası da istiyor” demeleri üzerine işbirliği kararı aldı. Alınan kararla et, tavuk, süt, sucuk, salam başta olmak üzere binlerce yiyecek ve içeceğin üretimini yapan şirketler, ‘Helal Gıda Sertifikası’ ile satış yapmak istediklerinde ürünlerini Diyanet’in de onayına sunacak.

    ALTERNATİFİ TEK

    Türkiye’de TSE’nin dışında bazı kuruluşlar da helal gıda sertifikası veriyor. Bu kuruluşlar arasında Gıda ve İhtiyaç Maddeleri Denetleme, Sertifikalama ve Araştırma Derneği (GİMDES) dikkati çekiyor. Dünya Helal Konseyi’nin başkanlığını da yürüten ve 50 ülkeden akreditasyonu bulunan GİMDES, Türkiye’de 210 firmaya helal gıda sertifikası verdi. Başvuru sayısının 550’ye ulaştığı GİMDES’te 100 firmanın da sertifikalama süreci devam ediyor. (Yeni Şafak)

  • Yüksek yapan kızlara hocaların insafsızlığı

    Bendeniz 1995 yılında doçent olmuş iki yıl gecikmeli olarak 1997 yılında ancak İslam Hukuku Öğretim Üyesi olmuştum. O yıl, İbrahim Kafi hocamız da Malezya’ya gitmiş, ona bağlı olan Suat adında bir öğrenci benim danışmanlığıma aktarılmıştı. Bizde Suat adı erkek adıdır. Gele gele bir bayan öğrenci geldi. Dedi:

    “-Hocam, Suat benim, beni size bağlamışlar!”

    “-İyi, güzel. Hoş geldin Suat. Anlat bakalım, ne var ne yok”.

    Hemşeriymişiz de aynı zamanda Suat ile. Suat anlattı:

    “-Hocam, dedi. Ben Yüksek Lisansa başladım, bir süre çalıştım. Sonra evlendim…”

    “-İyi güzel Allah mesut etsin. Eee, sonra?”

    “-Sonra bir çocuğumuz oldu ve ben ara vermek zorunda kaldım. Şimdi ise yeniden (sanıyorum af yoluyla idi) kaldığım yerden devam etmek istiyorum.”

    “-Oh ne âlâ, ne güzel, evlenmişsiniz, her kızdan, oğlandan vakti geldiğinde beklenen, geciktirildiği zaman da tedirginlik veren bir durumu siz tam da vaktinde yapmışsınız. Evliliğin tabii semeresi çocuktur. Allah size onu da vermiş. Daha ne isteriz. Şükürden başka?”.

    Neyse biz Suat ile baktık eskiden fazla bir şey yok, yeni bir konu belirledik, kaynakları tespit ettik, plân yaptık. Suat’ı epey bir dolduruşa getirdik. Suat o heyecan ile bir müddet geldi gitti, kaynak topladı, şunu etti bunu etti. Derken Suat’in ayağı kesildi. Uzun bir süre sonra Suat çıktı geldi ve hoş beşten sonra Suat:

    “-Hocam bizim ikinci çocuğumuz oldu!” dedi.

    Ben ellerimi dizlerime vurdum ve:

    “Suat! dedim. Şu biz hocaların insafsızlığına, gaddarlığına bak yahu!”

    “-Estağfurullah hocam! O ne demek, hiç öyle olur mu?”

    “-Yok, Suat yok! Bu kadar gaddarlık da olmaz ki canım. Yüksek Lisans dediğin ne ki? Toru topu iki yıllık bir sürede nihayet bir risale hacminde bir eser vermekten ibaret. Sen ise aynı dönemde nur topu gibi iki eser vermişsin, biz hocalar diyoruz ki “-Hayır! Olmaz, bunlarla yüksek yapmış olamazsın, illâ ki bizim istediğimiz eseri vereceksin! Bu bir insafsızlık ve gaddarlık değil de nedir?”

    Gülüştük, artık karşılaştığımızda Suat’a sorulacak soru “Suat! Çocuklar nasıl? olacaktı. Tezi sormanın yeri değildi artık.

    Sonunda tabii bizim Suat çalışmalarını tümüyle bırakmak zorunda kaldı. Birinde acaba kaydı silindi mi silinmedi mi diye öğrenmek için telefonla evini aradım. Kucağındaki canavarın çığlığından anlaşamamıştık bile. Etrafı adeta yıkıyordu. Sen Suat ol da yap bakalım nasıl yapacaksın şu yükseği?!

    İki çocuğu ile bitirenler de oldu, olmadı değil. Ama herhalde onların yardımcıları vardı.

    Şimdi ilim tahsilinde yüksek yapmanın kızlar için ne kadar zor olduğu bu örnekle birazcık olsun daha anlaşılmıştır umarım.

    Ta kariyerlerini tamamlayana kadar hiç evlenmesinler denilebilir. Ama bunu söyleyecek kişi asla ben Garibce olamaz. Bu fıtrata, evliliğin doğasına ve amacına aykırı bir tutumdur.

    O yüzden Allah kızlarımıza iki kere rahmet eylesin!

    Onlarla evlenen erkeklere de dört kere lütufta bulunsun; ikisi sabır olsun, ikisi insaf.

    Dua ile!

     

    GARİBCE

     

     

    Kaynak

  • Beü İlahiyat Fakültesini Hayırseverler Yaptıracak

    Bülent Ecevit Üniversitesi (BEÜ) bünyesinde açılacak ilahiyat fakültesinin binası, Zonguldak Müftü Yardımcısı Bahtiyar Taranoğlu başkanlığında kurulan dernek tarafından yaptırılacak. İl Müftüsü Refik Bulut, hayırseverlerin destekleriyle yaptırmayı hedefledikleri fakültenin kente canlılık getireceğini söyledi.

    23 Haziran 2012 Tarihli ve 28332 Sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile BEÜ’nde açılması uygun görülen ilahiyat fakültesinin eğitim binasının yapımını, geçen Mayıs ayında kurulan BEÜ İlahiyat Fakültesi Yaptırma ve Hizmetlerini Destekleme Derneği üstlendi. Müftü Yardımcısı Bahtiyar Taranoğlu başkanlığındaki dernek, fükülte binasının yapımı için girişimlere başladı. Derneğin 12 kişilik yönetim kurulu, BEÜ Rektörü Prof.Dr. Mahmut Özer’i ziyaret ederek, binanın yapılacağı merkez kampüsündeki 6 bin metrekarelik alanda incelemelerde bulundu.

    İl Müftüsü Refik Bulut, hayırseverlerin destekleriyle yaptırmayı hedefledikleri 4 katlı ilahiyat fakültesinde, sınıfların yanında kütüphane, konferans salonu ve öğrencilerin uygulamalı eğitimi için caminin de yer alacağını söyledi. Fakülte binasını yaptıracak olan derneğin, aynı zamanda fakülte ile ilgili her türlü faaliyetleri yürütüp, hizmetlerini destekleyeceğini belirten Müftü Bulut, şöyle dedi:

    “Fakülte binasının yapımı şu anda proje aşamasında. Proje oluşturulduğunda inşaatına başlamış olacağız. Amacımız bir an önce binayı bitirip seneye de ilahiyat fakültesini açmak. Biz ümit ediyoruz ki; ilahiyat fakültesi ilimize canlılık getirecek. İmam Hatip Lisesi’nden mezun olan çocuklarımız dışarıdaki illere değil de buradaki ilahiyat fakültesine gitmiş olacaklar. Bu yüzden derneğimize olduğu kadar kentte yaşayan zenginlere, esnafa ve vatandaşlara büyük işler düşüyor. Bu hayırlı bir iştir. Burada ilahiyat dersleri okutulacak, Kuran okutulacak. Herkesi makbuz karşılığında destek olmaya davet ediyoruz.”

    BEÜ İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hasan Vergil ise Yüksek Öğretim Kurulu’nun geçen 10 Mayıs’taki kararı ile Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği Bölümü’nün eğitim fakültesinden ilahiyat fakültesine devredildiğini, bu yüzden üniversitede ilahiyat fakültesine ihtiyaç olduğunu söyledi. Prof. Dr. Vergili, 4 bölümden oluşacak fakülteye 2013-2014 eğitim öğretim yılında öğrenci almayı planladıklarını kaydetti