Müslümanlar referans aldıkları ahlakî değerleri ve gerçekleştirmek zorunda oldukları dünyevî idealleri için kendileri olmak zorundadırlar.
Oysa 300 senedir Batı’nın muhtevasını belirlediği siyaseti takip etmektedirler. Artık bunu kritik etmeleri ve dünyanın geldiği noktada yeni politik kültür arayışına cevap verme konusu üzerinde uzun uzadıya imal-i fikr etmeleri lazım. Birinci ve ikinci İslamcı nesillerin siyaset anlayışları bugün için sorun çözmekten uzaktır, ama diğer siyasî ve ideolojik grupların da siyaset anlayışları, takip ettikleri siyasi stratejiler bize yeni durum konusunda tatminkaâr şeyler söylemiyor. “İslam, siyasî bir hareket öngörmez, biz sadece iman ve ibadetlerle uğraşırız” diyenlere bizim bir diyeceğimiz yok, onlar gönüllü olarak dinin muamelatını hayatın dışına çıkarıyorlar. Hermönetikçilere göre de din inanç, ibadet ve ahlaktan ibaret olup İslam’a göre inanır ama başka bir ideoloji veya siyasete göre yaşayabilirsin.
Siyaset üzerinde imal-i fikr ederken elbette Batı’daki siyaset teorilerini, verili siyaseti iyi bilmeliyiz. Fakat akademik dünyamız, aydınlarımız ve siyasetçilerimiz amiyane tabirle “ben kargadan başka kuş tanımam” anlayışıyla Batılı siyaset teorilerinden başka hiçbir şeyle ilgilenmezler ve bilmezler. Sorunlarımızın kendimize özgü ayırt edici özellikleri var, siyasî düşünceyi ve siyaset yapma biçimini tekilleştiren Batılı teorilerle yetinemeyiz. Kendi tabii tarihî tecrübesinin bir ürünü olarak geliştirdiği çeşitli siyaset teorileri ve modelleri Batı için anlamlıdır; ancak Batı-dışı dünya için aynı anlamı ifade ettiklerini iddia etmek için, söz konusu teori ve modellerin insanî-evrensel değerler mecmuası olduklarını, mutlak hakikat ve doğruları temsil ettiklerini düşünmek lazım. Bu ise varlık yapısı açısından mümkün değildir. Zira eğer bir teori ve onu besleyen düşünce insanî karakterde ise, insan bizatihi kendisi tarihsel ve toplumsal durumdan ya etkilenir ya belirlenir. Burada ciddi bir insan sorunuyla karşı karşıya olduğumuz gözden kaçırılmamalı. Kendisine verilmiş olan cüz’i iradesini külli irade doğrultusunda kullanmayan insan, zorunlu olarak tarihsel ve toplumsal durumlarca belirlenir. Özü itibarıyla kendini ilahi bir kaynağa refere etmeyip dini dışarı çıkarma esasına dayanan siyaset teorileri elbette evrensel nitelikte olamazlar.
Nasıl birbiriyle karşılıklı etkileşim halindeki dünyanın nereye gittiğini, hangi değişimlerin vuku bulduğunu anlayıp zamanında izlemek için Batılı siyaset teorilerini, yeni düşünce ve akımları bilme zaruretimiz varsa, aynı şekilde İslam kelamına, fıkıh ve usul mirasına da dönüp bakma zarureti var. Fıkıh ve kelam beşeri cehdin ürünü düşünce ve içtihatların hasılasıdır, yani kelamcı veya fakihin söyledikleri mutlak hakikati ifade etmez, ama kendilerini refere ettikleri kaynak hak ve hakikattir, bu yüzden Batılı siyaset teorilerine nazaran daha evrensel olma potansiyeline sahiptirler. İslam tarihinde siyasetin dinden kopmamış olması, aksine iktidar mücadelesine katılan toplumsal grupların bir şekilde meşruiyeti dinde araması, din ile siyasetin birbirinden kopamayacağını gösterir. Yahudiliğin “doktrin”den, Hıristiyanlığın “yorum”dan, İslamiyet’in de “siyasetten ve siyasiler”den zarar gördüğü gerçektir. Öyle de olsa zararı gidermenin yolu dini siyasetin dışına çıkarıp bu alanı sekülerleştirmekten geçmez. Adalet, ahlakî erdem, doğruluk, hakka ve halka hizmet, hukuk karşısında eşitlik, barış ve anlayış içinde bir arada yaşama gibi temel sorunlar, siyasî alanın yine İslam dairesi içine dahil edilmesiyle çözülür.
Ali Bulaç
Zaman