N.A.T.O. (Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı), İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, komünist emperyalizminin muhtemel saldırılarına karşı, hür milletlerin, istiklal ve toprak bütünlüğünü savunmak niyetiyle 4 Nisan 1949’da kurulan savunma teşkilatıdır.
Antlaşmanın beşinci maddesine göre: “Üyelerden birine yapılan saldırı, bütün üyelere yapılmış kabul edilmektedir. NATO; hürriyetleri ve hukukun üstünlüğünü tanıyan milletlerin, medeniyetlerini, barış ve güvenliğini sağlar ve karşılıklı askeri, sosyal, kültürel yardımı esas alır.” Antlaşmaya taraf olan ülkeler, Birleşmiş Milletler Kanunu’na uygun olarak, barış ve milletlerarası güvenliği korumayı ve Kuzey Atlantik bölgesinde istiklal ve refahı geliştirmeyi taahhüt etmişlerdir.
Ansiklopedilere geçmiş bu sözler, bu teahhütler daima tek yanlı, tarafgir, hak ve hürriyet için değil, antlaşmaya dahil ülkelerin çıkarlarını korumak için işletildi. Hatta bu ülkeler arasında bile (Mesela Türkiye örneği) farklı uygulamalar yapıldı.
Hak ve hürriyetlere saygılı olan inanlık kesimi bunları, yalnızca kendileri için değil, bütün insanlar için korumalıydılar. Nato üyesi ülkenin hak ve hürriyeti saygıya layık da üye olmayan, gücü de yetersiz olan ülkeler ve topluluklarınki layık değil mi?
Satırlar arasında gizli manalara dikkat edilirse bu antlaşmanın, İslam’ı da dışladığı anlaşılacaktır; nitekim gün geldi, komünizm tehlikesi bertaraf edildi ve yeni düşmanın yeşil (İslam) olduğu bu teşkilatın sekreteri tarafından ifade edildi.
Şimdi fesi sarığı önümüze koyup düşünelim:
Ümmet olarak Nato’ya mı güveneceğiz, yoksa biz de bir Nato mu oluşturacağız?
Bu soruyu Kur’an’a sorduğumuzda bize şu cevabı veriyor:
“Allah’ın ve sizin düşmanlarınızı ve onların gerisinde olup sizin bilmediğiniz, ama Allah’ın bildiklerini korkutup caydırmak üzere, onlara karşı elinizden geldiği kadar –her çeşit– güç ve savaş atları hazırlayın. Allah yolunda harcadığınız her şeyin karşılığı, zerrece haksızlığa uğratılmadan size tastamam ödenecektir. (Enfâl: 8/60).
İslâm’a göre savaş gücüne sahip olmaktan, savaş için hazırlanmaktan maksat, dinleri başka da olsa fiilen savaşarak insanları öldürmek olmayıp onların maddî ve mânevî olarak kendilerine ve başkalarına zarar vermelerini engellemektir. Bu da, mevcut ve muhtemel düşmandan daha güçlü olmakla mümkündür. Sağduyusunu yitirmemiş olan topluluklar, ortada zaruret bulunmaksızın kendilerinden daha güçlü bir topluluğa saldırmazlar. “Hazır ol cenge eğer ister isen sulhu salâh” şeklinde manzumlaştırılmış bulunan bu ilke, barışın ancak, bunu isteyenlerin caydırıcı güce sahip olmaları sayesinde gerçekleşebileceğini ifade etmektedir. Ayetin bu kısmı evrensel bir gerçeği dile getirmektedir. Buradaki “Savaş atları” ve bazı sahih hadislerde (Müslim, “İmâre”, 167) teşvik edilmiş bulunan okçuluk ve atıcılık ise tarihî şartlar içinde yapılmış bir tavsiyedir, bir örnektir. Bugün caydırıcı güç nükleer güçtür (silahlardır). Bu silahlar ABD, İsrail, Çin, AB, Hindistan, Rusya… gibi ülkelerin ellerinde bulunduğu sürece ümmetin elinde de bulunmalıdır. “Ümmet”ten maksadım müslümanların bütünüdür. Bugün bu bütünlük ulus devletler yüzünden parçalanmış olsa bile bu durum, bir güvenlik antlaşması, bir İslam Natosu oluşturmaya engel değildir. Ancak İslam Natosu’dur ki, bütün insanlık için hak ve hürriyeti hedefleyecektir.a