Yenilikleri (Bidat!) De Böyle Görmek Lazım
Her aşamasını an be an izlediğimiz yıkımı inşallah yapım takip edecek ve biz onun da günlüğünü tutmaya çalışacağız.
Şimdiden bir muhalefet var gibi. Muhafazakârlık böyle bir şey! Varlığı koruma güdüsü, yeni açılımların önünü tıkayabiliyor ve birçok proje buna sebep daha doğmadan ademe mahkum edilebiliyor.
Ben şahsen güzel olacağı inancındayım. Ve ben eminim ki şu anda klasik kabul edilen birçok şey belki de vaktiyle yeni hatta bidat bulunmuş idi. Ama zamanla eskilerin yerini aldı ve hatta klasikleşti. Varlığımızı sürdürebilmemiz, yeni yeni bidatler ortaya koyup daha sonra onları bünye içinde içselleştirip kendi öz varlığımıza dahil etmekten geçiyor. Güneş devamlı parlaklığını, her an içinde gerçekleşen patlamalara borçlu. O patlamalar olmasa sönmeye yüz tutar. Yenilikleri (bidat!) de böyle görmek lazım.
Hz. Ömer’in teravih namazı ile ilgili düzenlemesi sonunda söylemiş olduğu “Ni’meti’l-bid’atü hâzihî” sözünün bugünkü dildeki en doğru karşılığı “Bu ne güzel bir yenilik oldu” demektir. Şimdi teravihimiz ibadetler alanında yapılmış ve sürdürülmekte olan en köklü bir düzenleme olarak varlığını sürdürmektedir. Ben sanat tarihi açısından konuyu ele alabilecek değilim. Ama insanların yenilik karşısındaki tutumlarında muhafazakârlık belirleyici bir tavır gibi gözüküyor ve bu tavır belki bünyeyi koruyor ama gelişmeye kapı aralamadığı için korunduğu sanılan bünye kendini yenileyememenin verdiği sıkıntı ile içten içe zayıflıyor ve çöküyor.
Bugün yere inmiş olan bu kubbenin altında nice hatıralarım vardır. 1984 yılında okutman olarak fakülteye intisap etmiştim. Daha öncesinde Diyanet teşkilatında müftü ve vaiz olarak görev yapmıştım. İslamî İlimler Fakültesinde okuduğum yıllar amelelik yapmadığım son üç yılda -Ramazan ayının yaz aylarına denk düştüğü yıllarda- Ramazan imamlığı yaparak harçlığımı çıkarmaya çalışmıştım. Tabii her akşam vaaz ediyor ve böylece tecrübe kazanıyorduk. İlmimiz yoktu ama, Kayseri’nin Eken Hoca gibi meşhur hatiplerini dinliyor, akşam olunca da topladıklarımızı kendi cemaatimize satıyorduk. Yaptığım bayram vaazının ardından beni büyük âlim zannedenler bile vardı.
İşte bu tecrübe ve cesaretle Fakülte camimizin kürsüsüne çıkma cüretkârlığı gösterdim ve ibadete kapatılıncaya kadar da bazen sık sık bazen aralıklarla kürsüde vazife yapma şerefine erdim.
Laf aramızda bu kürsüye çıkmak pek de kolay değil, tam bir cesaret işi. Bir bakmışsın gördüğün zaman bir gülümseme alan muzip bir arkadaşın girmiş. Bir bakmışsın hocaların girmiş. Bir bakmışsın eski Diyanet işleri başkanlarından Lütfi Doğan hoca girmiş. Hoca minberin arkasına geçerdi ve orada kendisini bana göstermezdi. Herhalde rahat konuşayım diye. Gene Diyanet İşleri Başkanlarımızdan değerli Hocam Süleyman Ateş o da sık sık gelenlerdendi ve o kürsünün arka tarafına doğru geçer ve otururdu. Birkaç defa da benim konuşmalarımı beğendiğini ve aynı minval üzere devam etmemi söylemişti. Bu bana teşvik olmuştu.
Birinde ben kürsüde iken ön yan kapıdan Sevgili Cumhurbaşkanımız girmiş ve beni elini yüreğine götürerek selamlamış ve mihrabın hemen arkasında yerini almıştı.
Yaptığım birkaç bayram vaazlarımdan ikisinde sevgili başbakanmız da hazır bulunmuş ve imamın hemen arkasına dizüstü çökerek bir buçuk saat süren vaazlarımı hiç oturumunu bozmadan dinlemişti. O orada olduğu için bütün devlet erkanı da oradaydı. Birinde Avrupa Birliği’ne fazlaca asıldıkları bir zamanda ben bir hikaye anlatmıştım:
Adamın birinin iki karısı varmış. Biri yaşlı biri genç. Adam yaşlı olana son derece vefalı, saygılı ve bağlı imiş. Genç olana da âşık. Adamcağız yaşlı eşinin dizine başını koyduğu zaman kadıncağız eşinin başındaki siyah saçları koparırmış ki kendisine daha çok benzesin. Genç olanın başına koyduğu zaman o da ak saçları koparırmış ve kendine benzetmeye çalışırmış. Adamın işi zormuş vesselam.
Türkiye’nin durumu da tam öyle idi. Doğuya bağlı idi, vefası bunu gerektiriyordu. Avrupa’ya ise aşıktı. Aslında hikayeyi kendisi için anlatmamıştım, yeri gelmişti. Ama onun durumuna tam denk düşüyordu.
Böyle daha nice tevafuklar olmuştu.
İlk zamanlarda hocalardan biri bana “Vaaz etmememi, üslubumun güzel olduğunu, vaazın üslubumu bozacağını” söylemişti. İlahi cilveye bakın ki bana bu öğüdü veren hoca daha sonra bizden vaaz etme talebinde bulunmayı gerektiren bir makama getirilmişti.
Bizi doğru anlayıp takdir edenler de vardı. Yanlış anlayıp siygaya çekenler de.
İlmî görüşüm ne olursa olsun, tartışmalı konuları hiçbir zaman kürsüye taşımadım ve her vesile ile ahlâkî değerlerden söz ettim. Bir fıkıh hocası olmama rağmen ilmihal konularının ahkâma ilişkin hususlarına hemen hemen hiç değinmedim. Bunları başka alanlarda olan hoca arkadaşlarım zaten yapıyorlardı.
Vaazlarımın başkalarına etkisi konusunda bir bilgi sahibi değilim. Ama bizzat kendimin konuşmalarımdan etkilendiğimi hissedebiliyordum. En azından benim kendime etkisi oluyordu ve bu bana yetiyordu.
Vaazın, bilgilendirmeden daha çok duygu boyutunu öne çıkaran ve bilinen konular da olsa“Fezekkir, fe inne’z-zikrâ tenfeu’l-mü’minîm = Sen hatırlat çünkü hatırlatma inananlara fayda verir” fahvasınca etkili bir biçimde hatırlatma kabilinden olması gerektiğine inanıyorum.
Camimizde vaaz yanında hutbe iradı dışında imamlık, müezzinlik gibi görevler de yaptım. Hatta birkaç akşam ezanı bile okudum.
Bir mabed için çok kısa ama bir insan için uzun sayılabilecek bu kabilden etkinliklerin sürdürüldüğü işte o kubbe şimdi yere indi…
Daha iyi imkânlarla yeni bir inşa onun yerini alacağı için üzgün değilim. Klasik bir kubbe yerine şimdi helozonik bir kubbe örtecek gene üstümüzü. Bir kamış gibi minareleri olacak. Mihrap, minber, kürsü şekli ne olursa olsun aynı işlevi sürdürecek. Önemli olan bu makamlarda kalıcı hizmet üretebilmek. İnşallah o günleri de görür, huzur içinde yıkımı tamamladığımız gibi inşayı da tamamlar ve cemaatimizle yeniden buluşuruz.
Projeye destek verenleri, uygulayanları dualarımızla destekliyoruz.
Haydi kolay gelsin!
Garibce