Hocam diyor: “Sosyal ağlarda yani sanal alemde (Facebook özellikle) insanların rahatlığı hakkında, sanki yaptıklarını kimse görmüyormuşçasına(!) davranmaları bizi çok rahatsız ediyor. Yani nasıl anlatsam o kadar abartıldı ki bu iş artık, insanlar tanımadıkları hatta hiç görmedikleri insanlarla evlenme niyetli (esas niyetleri ancak O bilir.) görüşmek ısrarında…”
“-Eee! Ne var bunda! Adam ne güzel evlenmek istiyormuş işte.
Eskiden olsaydı bir elbir tutacaktı. (Bu arada elbir diye kız ile oğlanın arasını bulan, haberleşmelerini sağlayan kimseye denirdi.)
Ondan sonra mektuplaşma işi çıktı. “Kızlara okumasını öğretin ama yazmasını öğretmeyin, çünkü sevgililerine mektup yazarlar” diye atalarımız çok direndi ama gene olacağa kimse mani olamadı. Şimdilerdeki bin sözün yerine eskiden bir söz yetiyordu ve o bir sözü de kişi ya kendisi ya da elbiri vasıtasıyla bir yolunu bulup ille de söylüyordu. İşlemeli çevreler, bir ayna, bir tarak… nice anlamlar taşıyordu.
Bir zamanlar ellerde telsiz “Brek! Brek!” diye keklik gibi ötüşen erkekler ve dişiler vardı.
Şimdi belli ki yeni bir çağ başlamış. Sanal aleme evrilmişiz. Evrilme mi devrilme mi henüz ne olduğunu da anlamamışız.
İmdi eskiden okuldan kaçarak kız/ oğlan tavlamaya giden gençler, şimdi bu kez sanal âlemde ava çıkar olmuşlar. Ağlarını germişler, oltalarını atmışlar ağlarına düşecek, zokayı yutacak avı beklemeye koyulmuşlar.
Bu sadece kızlar için değil aynısıyla tersinden de geçerli. Nice gelin kızdan daha utangaç ve afif delikanlı, fettan bir dürtüşle dengesini bozup kafa kola gelmesi sonunda kendini umutsuz bir vaka içinde bulabilmektedir.
“Bu gerçekten çok tehlikeli ve sakıncalı bir durum…” diyor.
Hee ya gerçekten çok tehlikeli ve sakıncalı. Ama eskiden de öyle idi beya!
Nice körpe kızlar, ağzını şapırdatarak avını bekleyen aç kurtlara av olabiliyordu.
Aslanın aç karnını ve yavrularını doyurmak için ceylanı avlaması zulüm sayılır mıydı? Yoksa işin doğası mıydı bu? Yapılan keyfe keder miydi?
İş bu noktayla sınırlı olsa denilebilecek pek fazla bir şey olmayabilir. Ama canavarlaşan ruhuyla sürünün tümünü kırmaya çalışır, karnını doyurmakla yetinmeyip, ihtiyaç miktarı ile sınırlı kalmayıp, geride kalana acır bir durum sergilerse o takdirde gerçekten haksızlık etmiş, zulüm irtikap etmiş olurdu.
İmdi bir er ya da hatun kişi gerçekten kendisine bir eş bulmak niyet ve iradesiyle sanal âlemde gezinse, kendisine denk gördüğü adaylar ile diyalog oluşturma çabası içerisine girse… bu tavrı makul görülebilir mi?
Bu sanal medya, kendinden değer yüklü bir şey midir, yoksa tanışmanın, tartışmanın, sohbetin, saldırının ve hatta küfürleşmenin… bir imkanı, bir platformu mudur?
Ben ikincisi olduğu kanaatindeyim. Hepsinde da az çok bir bezim oldu diyebilirim. Faydasını gördüm, ama henüz zararı ne oldu hesap edemedim, fatura henüz ortada yok, göremedim. Ama bıçak sırtı gibi bir zeminde olduğumu hep hatırda tuttum. Girdap gibi beni içine çekebilecek bir kara delik olabilme ihtimalini hiç aklımdan çıkarmadım.
Dolayısıyla bu zeminin özünde kötü olduğunu söyleyemeyiz. Onu kötü ya da iyi yapan bizim irademizdir ya da esiri olduğumuz insiyaklarımız, hırs ve ihtiraslarımızdır.
Burada yani sosyal medyada görünmek noktasına gelince, gerçek hayatta görünen birinin burada kendisini görünmez kılması benim öteden beri pek anlayamadığım bir şeydir zaten. Söz gelimi Fakültede okuyup da Mezuniyet Albümüne resmini koydurmamayı ben oldum olası anlayamamışımdır.
Gerçeğinden kaçmayan bir insan, sanalından niye kaçar ki.
Sanal medyada görünürlük modern bir olgudur ve bizim için oldukça yenidir. Düğün davetiyesine eşinin adını bile yazdırmayıp nokta nokta ile geçiştiren benim gibi birinin kızlarının sosyal medyada kendi öz kimlikleri ve resimleriyle arzı endam etmesi gerçekten büyük bir olay olmalıdır.
Kişi modern hayatta varsa, onun meydanlarında ve imkanlarında da var olması bunun tabii bir uzantısı gibidir.
Ha, iradesine hâkim değilse, motor güçlü ama fren mekanizmasından yoksunsa, bir otokontrol mekanizmasından hali ise o zaman zaten ne yapsa yeridir. Akıntıdaki bir kütük gibi kendisini hangi taştan taşa vuracağını zaten kendisi değil, akıntının istikameti ve şiddeti belirleyecektir.
O gibiler ha gerçek hayatta sürüklenmişler ha sanalında… Bu gibiler için bu akıbetten korunmak çok güç gözüküyor.
Kişiliği oluşmamış, iradesi hevâsının zebunu olmuş, özgürlüğü aklına eseni yapma, hırs ve ihtiraslarının peşinden koşma zanneden kimseleri siz zincire bile vursanız, onlar bir yolunu bulur gene yapacaklarını zaten yaparlar.
Bir hapishanede mahkûmlar kumara çok düşkünmüşler. Ellerinden kumar oynamaya imkân verecek her türlü malzemeyi almışlar. Bunlar hemen bir kutu lokum almışlar ve herkese birer tane lokum dağıtmışlar ve ondan sonra kimin lokumu üzerine sinek konacak diye beklemeye başlamışlar. Kumarcıya, kumarın yolu mu olurmuş, o ille de bulur bir yol.
O itibarla, modern insana sanal medyada gözükme demek, çağın ruhuna pek uymuyor. Hem diyeceksiniz ki imaj her şeydir. Görünürlük çağın en karakteristik özelliğidir. “Görünüyorum, o halde varım!” artık varlık felsefesi olmuştur. Bu insanların görünürlüğünü engellemek, onları sanki bir tür dört duvar arasına hapsetmek gibi bir şeydir. Bu bir yol değildir. Vaktiyle televizyon ile mücadelede televizyon galip geldi. Şimdi de sosyal medya galip gelecektir.
O yüzden ey söyleyecek sözü olanlar, bilin ki sözünüzü söylemenin imkânı artık bu yeni alanlar. Bu yeni araçlar. Bu alanlarda yoksanız, siz ha varsınız ha yoksunuz durumunda olacaksınız. Bilgi elde etme araçları içinde başı çeken televizyon imiş. Örgün eğitim ise sadece yüzde birlik bir payı oluşturuyormuş. Geri kalanı da medya. Ona göre ey ahali! Para edecek bir değeriniz varsa, bunun en büyük pazarı artık bu mekânlar.
Nabzını tutmak ve dilini kullanmak sözünüzü ulaştırabilmenin bu alanda da elbette ön koşulu olmaktadır.
Öyle ise bu dünyada gerçekten var iseniz, sanal âlemde de kendinize bir yer açın. Söyleyeceğinizi orada da söyleyin. Sözü olanları orada takip edin. Bilgi ve hikmetin adresi artık bu alanlarda aranmaya başladı.
Doğrusu ben de özellikle Garibce’ye sebep sosyal medyaya iyice takılmış durumdayım. Bir kısmı akraba ama çoğunluğu talebe ve tanış olmak üzere çok sayıda arkadaşım oldu. Sadece şöyle bir göz gezdirme ile bile bu alanda varlıklarını sürdüren yakınlarımdan kimin nerede, ne yaptıklarını eskisinden çok daha iyi biliyorum artık. Fakültemdeki öğrencilerin benim ve diğer hocalarımız hakkındaki düşünce ve değerlendirmelerini çok daha iyi takip edebiliyorum. Güncel olayları izliyor ve özellikle kendi ilgi alanımla ilgili konuları tespit edebiliyor ve buna sebep Garibce için hiç konu sıkıntısı çekmiyorum. Kendisine itimat ettiğim takipçilerimin tavsiye ettikleri yazıları özellikle okumaya çalışıyor ve kendimin de beğenmesi halinde ben de paylaşıyorum.
Garibce ama, artık bu işler böyle gidiyor.
İşte bu ortamda evlenme çağındaki gençlerin bu imkânı bu kez kendi ihtiyaçları doğrultusunda kullanmaları zaten beklenen bir durum olmalıydı. Nitekim gençler de bunu hep yapıyor olmalılar.
Bu gibi konular açıldığı zaman aklıma hep Erzurumlu ehram içindeki bir genç kızın, arka mahallelerde arkadaş evine gitmekte olan benim görüş alanıma girince ehramını açıp yüzünü göstermesi sahnesi gelir. Eee ne de olsa o zamanlar genciz, üniversite öğrencisiyiz, evlenme çağındayız –ki o zamanlar genelde son sınıfta nişanlanılır, işe girilir girilmez de evlenilirdi- … Şimdi o ehramın içinde evlilik çağında kendisine hayırlı bir kısmet çıkmasını bekleyen o kız ben olsaydım, onun yaptığını ben de yapardım ve yaptığıma belki kendi kendime gülerdim de!
Atılan her oltadan balık çıkmaz. Ama olta atılmadan da balık tutulmaz ki. Bu böyle.
Bir de şöyle bir durum var:
Şimdilerde artık iş başa düşmüş durumda.
Eskiden olduğu gibi kaygımızı çekecek dedeler, babalar, dadaşlar, ağalar, amcalar… kalmadı. Kalmış kızın kaygısını çekecek amca oğulları yok artık.
Kızın yaşı ilerlemiş. Şegav diye bir köy varmış uzakça, oradan bir isteri varmış. Bir de amcasının oğul varmış, yaşı küçükmüş. Abisi acaba bu kızı ne yapsak diye düşünür dururmuş. Kız çeşme başında su için toplandıklarında hal hatır sorusuna:
“Şegav ırak, emmim oğlu ufak, dadaşım şaştı kaldı!” demiş.
İmdi modern aile yapısı, göç olgusu ve gurbet savruntusu kaygıyı başa düşürdü. Gençler kendi işlerini kendileri halletmeye başladılar. Haliyle tecrübe sahibi oluncaya kadar canları çok yanabiliyor, umutsuzluğa düşebiliyorlar, kendilerini çaresiz görebiliyorlar.
Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete, fatura henüz kesilmedi. Kimin ödeyeceği de pek belli değil.
Yakınma devam ediyor: “Üstelik bunu yapanlar da ilahiyat öğrencisi veya başka bir bölümde öğrenci olunca, hatta ve hatta öğretmen olunca, iş daha vahim bir durumda olmuş oluyor.”
Bence burada ilahiyat öğrencisi ve öğretmen gibi ayrım yapmak isabetli olmayabilir. Sonuçta bu alanda görünürlük modern bir ihtiyaç halini alınca –isterse bu bir dayatma sonucu olsun sonuç olarak bu mevcut gerçekliği değiştirmez- onların da bu alanda görünür olmayı arzu etmeleri ve taleplerini bu yolla ulaştırmaya çalışmaları kaçınılmaz olacaktır.
İmdi bunun usulü ve adabı ne olmalıdır?
Doğrusu henüz bunun ilmihali yazılmış değildir. Ama şu bir gerçektir ki dünyada gök kubbe altında yeni bir şey de yoktur. Yeni olan şekillerdir, kalıplardır, yollardır, araçlardır. O yüzden insanî ilişkiler temelde aynıdır. Yüz yüze ilişkilerde insanlar bir birlerine nasıl davranıyorlarsa sosyal medyada da benzer davranışlar geliştirebilirler. Arkadaşlığı kabul etmek ve arkadaşlıktan çıkarmak kişilerin kendi ellerinde olan bir şeydir. Bize gönderilen mesajı kale alıp almamak da keza bizim elimizdedir.
“Gönül kapım açıktır çalmadan gir içeri” diye kapıyı açık bırakacak halimiz yoktur. Ama kapıyı tümden kapayıp da duvar haline getirmenin de anlamı yoktur. İtidalli bir davranış burada da geçerli olmalıdır.
Camınıza biri taş attı diye hemen pencereyi açıp, aşağıya çarşafı uzatıp ne idüğü belirsiz elin adamını içeri almanın bir mantığı elbette yoktur.
“Baba bir hırsız tuttum. -Getir oğlum! -Gelmiyor baba! -Bırak gitsin oğlum! -Gitmiyor baba!” diye ifade edilen türden yavuz hırsızlara bulaşmamak için elbette tedbirli olmak gerekir.
“Elini veren kolunu kaptırır” derlerdi eskiden. Bu sanal âlemde de aynısıyla geçerlidir. İnsanlar karşılaştıkları kimselerin gerçek kimliklerini ve yüzlerini tanımadan mahrem sayılabilecek birçok bilgilerini, sırlarını, fotoğraflarını vb. paylaşıyorlar ondan sonra da pişmanlık duydukları zaman ah vah ediyorlar. “Ahbib habibeke hevnemmâ…” hadisi aynısıyla burası için de geçerlidir. “Sevdiğini ölçülü sev, ola ki bir gün düşmanın olur. Düşmanına da ölçülü davran, ola ki bir gün dostun olur!”
Her şeyden önce ilişkiler insanca olmalıdır. Zorlama ve taciz gibi yollara asla tevessül edilmemelidir. Böylelerine de imkan verilmemelidir.
Sokağa çıkan ve görünmeyi arzu eden herkes, görmek isteyenlerce de görülür. Bundan tabii bir şey yoktur. Ben gezineyim, dolaşayım, ama herkes ben gelince arkasını dönsün, gözünü yumsun, kulağına tıkaç koysun… şeklindeki bir beklenti yerinde olamaz. Ama birileri dışarı çıkmış öyle ise bu o yollu diye arkasına düşüp, kene gibi yapışıp rahatsız etmek, sarkıntılık etmek, hatta taciz ve tecavüzde bulunmak ve arkasından da ne yapalım aranıyordu şeklinde bir savunma içine girmek de asla kabul edilebilir değildir.
Bütün bu tavır ve ilişkilerin insanîlik çerçevesi içinde olması, genel ahlak ve adaba uygun olması gerekir.
Şunu da ilave etmekte yarar vardır: Sosyal yapının geleneksel kurumlarının işlerlik kazandığı devirlerde evliliklerde genelde aileler kendilerine gelin ararlardı ve kefaet (denklik) şartı vardı ve önemli olan aileler arasındaki denklik ve uyumdu. O yüzden evlilik çok daha erken yaşlarda yapılıyordu ve görücü usulü egemendi. Çocuk yaşta evlendirilen eşler aile içinde hem büyürler ve hem de kişiliklerini birlikte tamamlarlardı. Birbirilerine iyiden iyiye benzeşirler, tam manasıyla aileye kaynaşırlardı. Eşler dört duvar arasında baş başa olmadıkları için, sorunların oluşması halinde aile içindeki diğer fertler tampon vazifesi görür ve eşlerin birbirini yiyip tüketmesi gibi durumlar az olurdu. Boşanma oranları biraz da o yüzden düşük olurdu.
Şimdi yıllarca flört ediyorlar ama taraflar birbirlerini gerçek yüzleriyle bir türlü tanıyamıyorlar. Çünkü her iki taraf da müthiş rol kesiyor, gerçek yüzlerini saklayabiliyorlar. Bu durum uzuyor ve işi tensel temasa kadar götürenler oluyor, hatta birlikte yaşam diyorlar, nikahsız her türlü ilişkiyi sürdürüyorlar. Bir insan karşı taraftan elde edebileceği her bir şeyi zaten elde etmişse, bunun için ayrıca evlenmeye gerek kalır mı?
Belediye yeni yapılmış bir daireye su, elektrik, doğalgaz gibi her türlü hizmeti açınca vatandaş vergi ödeyerek iskan almaya yanaşmıyor. O yüzden şu anda çok sayıda arsa tapusu ile içinde her türlü hizmetin sunulduğu evler var. Resmen ev gözükmüyor ama fiilen içinde oturanlar bulunuyor. Birlikte yaşam da galiba böyle bir şey oluyor.
Bütün bunlar aile yapısını bozuyor ve fertlerin sağlıklı büyüyüp yetişmesinin yegane meşru zemini elden kayıp gidiyor.
Evlilik yaşının giderek yükselmesi bu işi daha da zorlaştıran ve içinden çıkılmaz hale getiren bir faktör oluyor.
Kızın karşısına biri çıkıyor. Bir heyecandır sarıyor, her şeyi unutuyor. Aklı fikri o kişiye takılıyor ve iş ciddiye biniyor. Adam evliliğe yanaşmıyor ve kız karşısındakinin kendisini kullanma amacında olduğunu görüyor ve vazgeçiyor. Ama yorgun ve bitkin düşmüş bir ruh haleti ile enkaz yığını gibi bir vaziyette. Kendisini toparlaması aylarca zaman alıyor. Her şey yoluna girmiş gibi gözükürken karşısına bu kez bir başkası çıkıyor. Üç beş ay yine öyle. Arkasından gene olmuyor. Zaten bu işler ilkinde olmayınca diğerlerinde çok daha zor oluyor. Derken öyle bir haleti ruhiye oluşuyor ki artık iyice usanmış ve bıkmış biri olarak “Artık yoruldum, önüme çıkan ilk kişi ile evleneceğim, yürürse yürür, yürümezse bu evlilikten bir çocuk yapsam o da benim kârım olur” şeklindeki bir anlayışı seslendirebiliyor.
Abe kızım, madem öyle önüne çıkacak ilk kişiyle evlenecektin de yıllarca niye bu kadar hem kendini yordun hem de karşına çakanları…
Maalesef sonuç giderek böyle olacağa ve bu sürecin hızla devam etmesi halinde boşanmış ve ayrı yaşayan eşlerin çoğalacağı ve ailenin sıcak ortamını kaybeden çocukların daha bir perişan hale gelecekleri bir kehanet olmadan öteye bir öngörü gibi duruyor.
Bunun ötesinde ilişkilerin taciz şeklini alması halinde günümüz ceza yasaları oldukça caydırıcı mahiyettedir. Gerektiği hallerde hakların yasal yollardan da aranacağının karşı tarafça bilinmesi ve yeri geldiğinde yeterli anlayışı göstermeyen tarafa bunun ihsası da önemlidir ve olumsuz tavırlar için caydırıcı olabilir.
Öteden beri bir slogan vardır: “Kişilik mi dişilik mi?” diye. Dişilik çoğu kez kişiliği dövüyor. Ama nihaî planda dişilik gidiyor de geriye kişilik kalıyor. O da varsa tabi.
Benim özellikle kız öğrencilerimize tavsiyem sosyal medyada kendi kimlik ve kişilikleriyle bir duruş sergilemeleridir. Yalancı, geçici ve aldatıcı yaldızlı görüntülere, reklamlara aldanmamalarıdır.
Eskiden “Huffeti’l-cennetü bi’l-mekârih…” idi. yani “Cennetin etrafı zorluklarla, insanın nefsine ağır gelici şeylerle kuşatılmıştır. Cehennem ise arzu ve heveslere hitap edecek şeylerle çevrilidir.” deniyordu. Bu sosyal medya için de aynısıyla geçerlidir. Çilesi çekilmeyen, bedeli ödenmeyen hevesler aldatıcıdır, bizi felakete götürür. Hoşumuza gitmese de çektiğimiz zorluklar, engelleri aşma uğrunda ortaya koyduğumuz çabalar, fedakârlıklar bizi olgunlaştırır.
Bu hep böyleydi, eskiden de öyleydi, şimdi de böyle. Gerçek hayatta da böyledir, sosyal medyada da.
İnsan, ne kadar yanılsa ve yanlış yola düşse de içinde hiç susmayan bir fıtrat sesi hep olagelmiştir. Biraz da ona kulak vermek ve içindeki sessiz çığlığı dinlemek gerekir.
Ve elbette ki her zaman sığınabileceğimiz bir Hafîz, kendisine dayanacağımız bir Yüce Kudret, her türlü umurumuzu kendisine havale edeceğimiz bir Rahman ve Rahîm olan Rab olması ve O’nu şah damarımızdan kendimize daha yakın hissetmemiz en büyük gücümüz ve imdadımız olacaktır.
Cümlenizi Allah’a emanet ediyorum.
Başarıya eyvallah, fakat bize lazım olan daha çok mutluluktur, diyorum.
Ve o da elbette ki ne kadar bizim dahlimiz olsa da Allah vergisi.
Yüce Rabbimizden cümlenize lütuf buyurmasını niyaz ediyorum.
Mutlu olun, mutlu kalın!