Ay: Aralık 2013

  • HZ. PEYGAMBER (A.S.)’İN İNSANLIK HALİ



    Yedinci Bölüm: HZ. PEYGAMBER (A.S.)’İN İNSANLIK HALİ



    7.1. PEYGAMBERLİK VE İNSANLIK



    7.1.1. Peygamberin İnsan Olamayacağına Dair Cahiliyye Düşüncesi



    7.1.2. Peygamber’in İnsan Olması Neden Gereklidir?



    7.2. PEYGAMBERLERİN İNSANLIK HALI



    7.2.1. Hz. Adem (a.s.) Bir insandı



    7.2.2. Hz. Nuh’un İnsanlık Hali



    7.2.3. Hz. Hûd (a.s.) da İnsandı



    7.2.4. Hz. Salih ve Şuayb (a.s.)’ın İnsanlık Hâlleri



    7.2.5. Hz. Musa ile Harun (a.s.)’un Beşeriyeti



    7.2.6. Bütün Peygamberler Beşer (İnsan) dir



    7.3. HZ. PEYGAMBER (A.S.) DE BİR İNSANDI



    7.3.1. Cahil Düşünce Tarzı



    7.3.2. Doğruyu Bulmaktaki Engel



    7.3.3. Gören İle Kör Olanın Farkı



    7.3.4. Peygamber Bir Melek Olmalıydı



    7.3.5. “Peygamber Büyük Bir Adam Olmalıydı”



    7.3.6. Hz. Muhammed’in, Hayatını Kazanmasına İtirazlar

     

    Yedinci Bölüm: HZ. PEYGAMBER (A.S.)’İN
    İNSANLIK HALİ

    7.1. PEYGAMBERLİK VE İNSANLIK

    7.1.1.
    Peygamberin İnsan Olamayacağına Dair Cahiliyye Düşüncesi

    Her devirde cahil İnsanlar, bir insanın hiçbir zaman peygamber
    ola­mayacağını düşünmüşlerdir. Bundan dolayıdır ki, ne zaman bir peygam­ber
    gelmişse, onun normal bir insan olduğunu ve diğer İnsanlar gibi, etlen ve
    kemiklerden yapıldığını, yemek yediğini, içliğini, çoluk çocuk sahibi olduğunu
    görür görmez kendisinin peygamber olmadığına kanaat getir­mişlerdir. Aynı
    peygamber öldükten ve aradan belli bir zaman geçtikten sonra, ona tabi
    olanlardan bazıları, kendisinin peygamber olduğu için nor­mal bir insan
    olamayacağını ileri sürmeye başlamışlardır. Neticede, bazı­ları onun Tanrı
    olduğunu ilân etmiş, bazıları onun Allah’ın oğlu olduğunu sanmış ve bazıları da
    Allah’ın ruhunun ona girdiğine inanmıştır. Kısacası, peygamberlik ile insanlığın
    bir kişide toplanması cahiller için her zaman içinden çıkılmayacak bir bilmece
    olmuştur.

    Mekke’liler için zâten bir insanın peygamber olması akıl almaz
    bir iş­ti. Sakat fikirlerine göre, Allah’ın mesajını ve emirlerini etten ve
    kemikten yapılmış bir insan değil, bir melek getirmeliydi öyle bir varlık ki
    yaşaya­bilmesi için yemeye ve içmeye muhtaç olmasın. Yine de, eğer bir insan
    peygamber olacak idiyse, o zaman bu çok büyük bir adam olmalıydı. Bir hükümdar
    olmalıydı, şöhreti ve şanı her tarafa yayılmış bir kişi olmalıydı. Alelâde
    insanların ona yetişmeleri zor olmalıydı. Bu düşünceler nerde, Hz.’Peygamber
    (a.s.) nerde? Onlara göre, adı sanı fazla bilinmeyen, her­kes gibi yolları
    aşındıran, herkesin onunla görüşmesi, ona yanaşması kolay olan, Üstelik
    olağanüstü herhangi bir yanı olmayan bu kişi peygam­ber olamazdı. Başka bir
    ifadeyle, bir peygambere, insanlara hidayet için değil, tantana, otorite, göz
    kamaştırıcı ve garip şeyler göstersin diye ihti­yaç duyuyorlardı. Onların
    düşüncesine göre, Hz. Muhammed (a.s.)’e hiç olmazsa bir melek refakat etmeliydi.
    Bu melek, elinde bir kırbaçla halkı korkutmalı ve Peygamber (a.s.)’e itaat
    etmeyenlerin Allah’ın gazabına uğ­rayacağını belirterek onları
    cezalandırmalıydı. Onlar, Allah’ın bir pey­gamberin böyle sade, fakir, mustarip
    ve mazlum olarak görmek istemiyor­lardı. Bir peygamberini başkalarının
    hakaretine ve zulmüne uğramasını beklemiyorlardı. En son istekleri de, Allah’ın
    Rasûlünün maddi yönden rahat olması, iyi bir iş ve bol gelire sahip olmasıyla
    ilgiliydi. Allah’ın Pey­gamber’inin alelâde kabile reislerinden az maddi
    imkânlara sahip olması, evi, barkı, bağ bahçesinin bulunmamasından yakınıyor ve
    böyle bir kişi­nin Allah tarafından gönderilen bir peygamber olamayacağına
    inanıyor­lardı.

    Bilgisiz ve budala kimseler öteden beri, Allah’a erişmiş bir
    kişinin in­sanlardan üstün olduğuna inana gelmişlerdir. Bu kimseler, insanüstü
    güç ve yeteneklere sahip olması gereken bu kişinin her zaman garip ve şaşırtı­cı
    şeyler yapmasını beklemişlerdir. Düşüncelerine göre, bu kişinin bir işa­reti,
    bir dağı altına dönüştürmesi için yeterli olmalıdır, işaret parmağını şöyle
    kaldırmasıyla, yerden defineler çıkmalıdır. Gözlerini şöyle kapadı­ğında her
    insanın geçmişi ve geleceğini kitap gibi okumalıdır. Kaybolan şeyleri
    bulmalıdır. Bir hastanın ölüp ölmeyeceğini, bir hamile kadının er­kek mi yoksa
    kız çocuğu mu doğuracağını bilmelidir. Böyle bir kişi her türlü insanlık
    zaafından yoksun olmalıdır. Bu cahil insanların fikrine göre, açlık duyan,
    susayan, dinlenme ve uyuma ihtiyacını hisseden, çoluk çocuk sahibi olan, günlük
    ihtiyaçlarını karşılamak üzere çarşı pazarda dolaşan, alışveriş yapan,
    başkalarından borç alan, parasızlıktan kıvranan bir kişi asla Allah’a erişmiş ya
    da peygamberlik mevkiine yükselmiş sayılmaz. Hz. Muhammed (a.s.) peygamberliğini
    ilân ettiği zaman çevresindekiler ve Arabistan’ın diğer ahalisi işte böyle
    düşünüyordu. Kendisinin Allah’ın peygamberi olduğunu duyunca, kendi akıllarına
    göre doğruluğunu ölçmek amacıyla ondan insanüstü söz ve hareketler beklerlerdi,
    gaipten haber ver­mesini isterlerdi, ama O’nun alelâde bir insan gibi
    davrandığını görünce hayrete düşerlerdi ve kendi kendilerine sorarlardı: Allah,
    Allah, bu ne bi­çim peygamberdir? Bunun kansı var, çocukları var ve bizim gibi
    sokak­larda yürür, çarşı pazarda alışveriş yapar?

    7.1.2.
    Peygamber’in İnsan Olması Neden Gereklidir?

    İlâhi zikr veya ilâhi mesajın bir peygambere gönderilmesinin
    hikmeti­ni anlatırken, Cenab-ı Allah, Nahl sûresinin 44. ayetinde şöyle der:

    “Sana da (habibim) insanlara kendileri için indirilen her şeyi
    açıkla­yasın diye zikri (Kur’an’ı) indirdik”.

    Bu maksat için mutlaka bir insanın peygamber olarak gönderilmesi
    gerekiyordu. “Zikr” ya da Kur’ân-ı Kerim melekler vasıtasıyla da
    gönderi­lebilirdi, hatta bir kitap şeklinde bütün kullara birer nüshasının
    gönderil­mesi de mümkündü. Ne var ki, Allah (c.c.)’ın güttüğü amaç sadece “zikr”in
    gönderilmesiyle tamamlanmayacaktı. Amaca varılmak için, bu zikrin üstün
    kabiliyetli bir insan tarafından getirilmesi gerekiyordu. Böy­lece bu insan, bu
    zikrin çeşitli bölümlerini kullara alıştırarak ve iyice anla­tarak iletebilirdi.
    Bu insan, kulların anlayamadığı bazı mevzuları açıklaya­bilir, herhangi bir
    şüpheleri varsa onları giderebilirdi. İtirazları olanlara gereken cevabı
    verebilir, ikna edilmeleri gerekiyorsa onları ikna edebilir­di. Bu zikri kabul
    etmeyen, buna muhalefet eden ve direnenlere karşı da bir peygamberin şanına
    yakışır bir şekilde davranabilirdi. Ama bu zikri kabul edenlere de bütün
    ayrıntılarını açıklayabilir, gerekliği durumlarda gereken talimatı verebilirdi.
    Bunun yanı sıra, bu zikre göre kendi hayatını bir örnek olarak onlara sunabilir,
    bireysel ve toplumsal alanlarda onlara gereken eğitimi verebilirdi.

    Peygamberin işi, Allah’ın kullarına Allah’ın mesajını iletmekle
    bit­miyor. Peygamberin görevleri arasında, bu mesaja göre insanları ıslah etmek
    de vardır. Bir peygamber, ilâhî ve ulvî usulleri insanların hayatı­na da
    uygulamalıdır. Bir peygamber bizzat kendi hayatıyla bu usullerin nasıl tatbik
    edildiğini göstermelidir .O, sayısız insanların kafalarında, ilâhi mesaj ile
    ilgili doğan soruları tatmin edici bir şekilde cevaplandırmalıdır. Bu mesajı
    kabul edenlerin öğrenimini, eğitimini yapmalıdır, ki böylece örnek bir toplum
    meydana gelsin. Kendisine ve Allah’ın mesajına (Kur’ân-ı Kerim’e) karşı çıkan ve
    direnenlere karşı çetin bir mücadele ver­melidir; çünkü ancak bu şekilde şer
    kuvvetler mağlup edilebilir. Bütün bu işler, İnsanlar arasında ve İnsanlar için
    yapılacağından, insan değilse baş­ka hangi yaratık gönderilmeliydi? Bir meleğin
    yapabileceği tek şey, mesa­jı insanlara ulaştırması olacaktı. Zira bir melek
    emir kuludur ve kendisine verilen emrin dışına çıkamaz. O, insanların aklı ve
    zekâsıyla bir işi başar­maya kadir değildir. İnsanlar arasında insan gibi
    yaşayıp, İnsanlar gibi iş yapmak ve insanların hayatım Allah’ın rızasına göre
    ıslâh etmek bir mele­ğin harcı değildir. Bunu yapsa yapsa bir insan yapabilirdi.
    Nitekim öyle oldu.

    7.2. PEYGAMBERLERİN İNSANLIK HALI

    7.2.1. Hz. Adem
    (a.s.) Bir insandı

    “Sizi yarattık. Sonra size suret verdik. Sonra meleklere,
    ‘Adem’e sec­de edin’ dedik” (A’raf; 11)

    Burada Cenab-ı Allah demek istiyor ki, önce Adem’i yaratma
    plânını hazırladı, sonra bu plânı gerçekleştirme safhasına getirdi, bu safhada
    insa­nın kıvamını hazırladı, bu kıvama insan vücudunun biçimini verdi ve bu
    varlık tam insan şeklini alınca ona meleklerin secde etmelerini emretti. Hz.
    Adem’e secde edilmişse Adem olması sıfatıyla değil, bütün insan ırkı­nın
    temsilcisi olması bakımından edilmiştir. Bu husus, Kur’ân-ı Kerim’de bir başka
    yerde daha net bir şekilde ifade edilmiştir.

    “Hani Rabbin meleklere: ‘Ben çamurdan bir insan yaratacağım!
    O’nu yapıp, içine ruhumdan üflediğim zaman ona secde ederek yere ka­panın’
    demişti” (Sâd; 71-72)

    Bu ayette de yukarıda bahsettiğimiz üç safha başka bir şekilde
    anlatıl­mıştır. Yani, ilk önce toprak veya çamurdan bir insan heykeli yapıldı,
    da­ha sonra yüz hatları, organları ve kuvvetleri arasında bir denge sağlandı ve
    en son Allahu Teâlâ ruhunu, içine üfleyerek canlı bir insan haline ge­tirdi.
    Aynı konu, Hicr sûresi üçüncü rükûda şöyle anlatılmıştır:

    “O vakti hatırla ki, Rabbin meleklere: ‘Ben kuru bir çamurdan,
    şekil­lenmiş bir balçıktan bir insan yaratacağım. Ben onu yaptığım, ona
    Ru­humdan üflediğim zaman siz ona secde edin” (Hicr; 26-29)

    7.2.2. Hz. Nuh’un
    İnsanlık Hali

    “Ben size, ‘Allah’ın hazineleri benim yakınımdadır demiyorum.
    Gaybı da bilmem. Bir melek olduğumu da söylemiyorum. Gözlerinizin hor gör­düğü
    mü’min kimseler hakkında, Allah onlara hiçbir hayır vermez de diyemem. Onların
    içlerindekini en iyi bilen Allah’tır. Ben bunları söylersem şüphesiz zâlimlerden
    olurum’ dedi”. (Hûd; 31)

    Burada, peygamberlerin insan oluşuna itiraz edenlere iyi bir
    cevap ve­rilmiştir. Hz. Nuh (a.s.)’un bir insan oluşuna hayret edenlere
    deniliyor ki, kendisi elbette bir insandı. Hz. Nuh, itiraz edenlere diyor ki,
    “ben insan­dan başka bir şey olduğumu iddia etmedim ki siz benden daha fazla bir
    şey bekliyorsunuz. Ben gerçekten bir insanım. İddia ettiğim şey sadece Allah’ın
    bana bilgi ve hidayet vermesidir.”

    “Beni Allah ıslâh etmem ve doğru yol göstermem için
    görevlendir­miştir. Bunun için beni istediğiniz gibi imtihan edebilirsiniz.
    Fakat beni denemenizin yolları çok gariptir. Siz benden gaybın haberlerini
    istiyorsu­nuz. Bazen bana öyle sorular soruyorsunuz ki benim İnsanlar gibi yiyip
    içmeme itiraz ediyorsunuz. Bana söyler misiniz, ben hiç melek olduğumu iddia
    ettim mi? Akide, iman, iyi ahlâk ve medeniyet hakkında size bilgi ve pratik
    eğitim vermeye gelen bir kişiden ancak onun ihtisâs sahası hakkında sorular
    sorabilirsiniz. Ama siz “falanca adamın ineğinin yavrusu er­kek mi olacak yoksa
    dişi mi olacak” diye soruyorsunuz. Sanki insanların iman ve ahlâkının, ineğin
    erkek veya dişi yavru doğurmasıyla bir ilgisi var gibi!’

    “Kavminden küfreden bir cemaat; ‘Bu ancak sizin gibi bir
    insandır. Sizin üzerinize üstünlük kurmak isliyor. Eğer Allah dileseydi melekler
    in­dirilirdi. Biz evvelki alalarımız zamanından böyle bir şey işitmedik. O,
    herhalde kendisinde cinnet olan bir kimsedir. Bir müddet O’nu gözetleyi­niz
    dediler”. (Mü’minûn; 24-25)

    Doğru yoldan sapmış olan hemen hemen bütün İnsanlar, bir insanın
    peygamber olamayacağı görüşünü paylaşırlar. Bu sebepten dolayıdır ki, Kur’ân-ı
    Kerim sık sık bu cahil fikri tekzip etmiş, bütün peygamberlerin insan olduğunu
    ve insanların hidayeti için insanlara ihtiyaç duyulduğunu kuvvetle ifade
    etmiştir:

    “Bunun üzerine kavminden kâfir olan bir cemaat, ‘Biz seni bizim
    gibi bir insan olarak görüyoruz. Ve sana tâbi olanları bizim basit ve en aşağı
    tabakalarımızdan görüyoruz. Sizin bizim üzerimize bir üstünlüğünüzü görmüyoruz.
    Bilâkis sizi yalancılar zannediyoruz”. (Hûd; 2)

    Gördüğünüz gibi, bu itiraz aynen Mekkeli kâfirlerin ileri
    sürdüğü itirazdır. Mekke’liler de aynı şekilde, Hz. Muhammed(a.s.)’in tıpkı
    kendi­leri gibi, olağan bir insan olduğuna, yiyip içtiğine, uyuyup kalktığına ve
    aile sahibi olduğuna itiraz ederlerdi.

    “Sizden bir adama, Rabbiniz tarafından sizi azaptan sakındırmak
    (in­zar) için nübüvvet gelmesine taaccüb mü edersiniz? Ondan sakının ki, rahmet
    olunasınız”  (A’râf; 63)

    7.2.3. Hz. Hûd
    (a.s.) da İnsandı

    “Dünya hayatında kendilerine nimet verdiğimiz halde, küfredip
    ahi­rete kavuşmayı yalanlayan o peygamberin kavminden ileri gelen bir güruh,
    ‘bu, âncak sizin gibi bir beşerdir. Yediğinizden yiyor, içtiğinizden içiyor” (Mü’minûn;
    33)

    “Eğer siz kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz, o zaman
    hüsrana itişenlerden olursunuz” (Mü’minûn; 34)

    Kur’ân-ı Kerim’i tefsir edenlerden bazısı, yukarıdaki ayetlerden
    Hz. Hûd’un kavminin ileri gelenlerinin bu sözleri aralarında söylediklerini
    sanmışlardır. Ama biraz dikkat edildiğinde, bu sözlerin halka söylendiği ortaya
    çıkar. Mesele şuydu. Hz. Hûd (a.s.)’un ümmetinin hâkim sınıfı ve eşrafı,
    kitlelerin, Allah’ın peygamberinin çekici kişiliğine ve etkileyici
    ko­nuşmalarına kendilerini kaptıracaklarını ve böylece sahip bulundukları maddi
    ve manevî menfaatlerden vazgeçmeleri gerekeceğini tahmin edince halkı yanıltmaya
    ve kandırmaya çalıştılar. Onlar halka şöyle diyordu: “Ar­kadaşlar, siz neyin
    peşine koşuyorsunuz? Peygamberlik, diye bir şey yok­tur. Bu adam sadece maddi
    ikbal ve iktidar peşindedir. Amacına ulaşmak için de böyle şeyler uydurmuştur.
    Arkadaşlar, biraz düşünün; bu adamın sizden nesi üstündür? Bu tıpkı sizin gibi
    etten, kemikten yapılmıştır. Sizin yediğinizi yer, sizin içtiğinizi içer. Farklı
    olan tarafı nedir? Hiç… O zaman bu neden sizden daha büyük olsun, neden size
    emirler versin?” Bütün bu konuşmaların ortak bir yanı vardı. Bütün yöneticiler
    Allah’ın kullarına hükmetmeyi, onlar üzerinde egemenlik kurmayı sadece
    kendilerinin bir hakkı sayıyorlardı. Kendilerinin insan olduğuna ve yeme, içme
    ihtiyacını duyduğuna herhangi bir itirazları yoktu. Zira, hakimiyet ve liderlik
    sıfatlarının sadece kendi haklan olduğunu sanıyorlardı. Bu hususta insan
    ol-malan yadırganacak bir şey değildi. Ama bir peygamberin insan oluşuna
    şiddetle karşıydılar. Çünkü, peygamberin sözünün geçmesiyle iktidarları­nın
    tehlikeye gireceğini düşünüyorlardı. Asıl korktukları şey, iktidarları­nın bir
    peygamber tarafından tehdit edilmesiydi.

    “O, ‘ey kavmim, bende divanelik ve sefahat yoktur. Fakat ben
    âlemlerin Rabbi tarafından (gönderilmiş) bir peygamberim. Sizi inzar et­mek için
    sizden bir adama Rabbiniz tarafından nübüvvet gelmesi tuhafı­nıza mı gitti? Nuh
    kavminden sonra sizi hükümdarlar yaptığını ve sizin halk arasında kuvvet ve
    kudretinizi arttırdığını ve Allah’ın size olan ni­metlerini düşünün ki, felâh
    bulasınız’ dedi” (A’râf; 67,69)

    “Onlar dedi ki, ‘eğer Rabbimiz isteseydi, melekleri gönderirdi.
    Onun için, gönderildiğin sebebi kabul etmiyoruz” (Secde; 14)

    7.2.4. Hz. Salih
    ve Şuayb (a.s.)’ın İnsanlık Hâlleri

    “Onlar ‘Sen büyülenmişlerdensin. Sen de bizim gibi bir beşersin.
    Eğer sözünde doğru isen, bize bir Mu’cize getir’ dediler” (Şuarâ; 153-154)

    “Onlar: ‘Muhakkak sen büyülenmişlerdensin. Sen de bizim gibi bir
    beşersin. Biz seni yalancılardan zannediyoruz” (Şuarâ; 185-186)

    7.2.5. Hz. Musa
    ile Harun (a.s.)’un Beşeriyeti

    Fir’avn ve onun yandaşları, Hz. Musa ile Hz. Harun (a.s.)
    hakkında şunları söylüyorlardı:

    “Kavimleri bize hizmet ve kulluk eden, bizim gibi iki beşere
    iman nu edecekmişiz’ dediler” (Mü’minûn; 47)

    7.2.6. Bütün
    Peygamberler Beşer (İnsan) dir

    “Peygamberleri onlara: ‘Evet biz de sizin gibi insanız. Lâkin
    Allah kullarından dilediğine (peygamberlik nimetini) ihsan eder’ dedi” (İbrahim;
    11)

    Bu ayette, Allah’ın peygamberleri demek istiyorlar ki, “şüphesiz
    biz insanız. Ama Cenab-ı Allah bize Hak ilmini ve kâmil basireti ihsan
    etmiş­tir. Bunda herhangi bir marifetimiz yoktur. Bu Allah vergisi bir şeydir.
    Allah, kullarından kimleri isterse peygamberliğe getirebilir. Bize gelen ilahî
    bilgilerin tümünü ne size aktarabiliriz ne de onlara göz yumabiliriz.”

    “Onlar da: ‘Siz de bizim gibi insansınız. Bizi babalarımızın
    ibadet et­tiği şeyden çevirmek istiyorsunuz. Öyleyse, bize apaçık bir hüccet
    geti­rin”. (İbrahim; 10)

    Burada, peygamberlere karşı olan, daha doğrusu, onların insanlık
    ha­lini bir türlü kabul etmeyenlerin zihniyeti bir kerre daha ortaya konmuş­tur.
    Bu adamlara göre, kendileri gibi insan olan, yediklerinden yiyen, iç­tiklerinden
    içen, uyuyan, kalkan, çoluk çocuklara karışmış olan, açlık du­yan, susayan,
    hasta olan, acı ve sevinç duyan, kısacası her beşerî zaafa sa­hip olan, buna
    karşılık, fevkalâde bir tarafı olmayan bir kişi peygamber olamazdı. Allah ile
    kelâm ettiği düşünülemezdi, meleklerin ona gelmesi imkânsızdı!

    7.3. HZ. PEYGAMBER (A.S.) DE BİR
    İNSANDI

    Mekke kâfirleri, Hazreti Muhammed (a.s.)’in, bir insan olduğu
    için peygamber olamayacağını ileri sürüyorlardı:

    “Ve kâfirler: ‘Bu nasıl peygamber? Yemek yiyor ve çarşıda
    geziyor” (Furkan; 7)

    “Zalimler aralarında gizli meşveret edip: ‘Bu da sizin gibi bir
    insan değil midir. Artık göz göre göre sihre inanıyor musunuz?’ derler” (Enbiya;
    3)

    7.3.1. Cahil
    Düşünce Tarzı

    Kur’ân-ı Kerim, Mekke kâfirlerinin bu cahil fikrini reddederek
    diyor ki, bu yeni bir düşünce değildi. Bu cehâlet eskiden de süregelmişti. Eski
    çağlarda da bütün cahil İnsanlar, bir insanın peygamber olamayacağını, bir
    peygamberin de insan olamayacağını düşünürlerdi. Ümmetinin ileri gelenleri O’nun
    peygamberliğini inkâr ederken Hz. Nuh (a.’s.)’a aynı şekil­de konuşmuşlardı:

    “Kavminden küfreden bir cemaat ‘bu, ancak sizin gibi bir
    insandır. Sizin üzerinize üstünlük kurmak isliyor. Eğer Allah dileseydi melekler
    in­dirirdi. Biz evvelki atalarımız zamanından böyle bir şey işitmedik” (Mü’minun;
    24)

    Ad kavmi de aynı şeyi Hz. Hûd (a.s.) için demişti:

    “Bu âncak sizin gibi bir beşerdir. Yediğinizden yiyor,
    içtiğinizden içi­yor. Eğer siz kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz, o zaman
    hüsrana

    düşenlerden olursunuz” (Mü’minun; 33-34)

    “İçimizden her beşere (insana) tabi mi olalım?” (Kamer; 24)

    Sadece bunlar değil, diğer milletler de kendi peygamberleri
    hakkında aynı tavrı takınmışlardı. Kâfirler, “siz de bizim gibi insansınız” diye
    pey­gamberleri tanımaktan kaçınıyor, peygamberler de kendilerine şu cevabı
    veriyorlardı:

    “Evet biz de sizin gibi insanız. Lâkin, Allah, kullarından
    dilediğine (peygamberlik nimetini) ihsan eder” (İbrahim; 11)

    7.3.2. Doğruyu
    Bulmaktaki Engel

    Bundan sonra Kur’ân-ı Kerim, böyle yanlış fikirlerin her devirde
    in­sanların doğru yolu bulmalarını engellediğini ve dolayısıyla bu İnsanlar ve
    kavimlerin Allah’ın gazabına uğradıklarını belirtiyor.

    “Size bundan evvel kâfir olanların haberi gelmedi mi? Onlar
    işledik­leri şeylerin vebalini tattılar. Onlara (âhirette de) acıklı bir azab
    vardır. Bunun sebebi; kendilerine Mu’cizelerle, peygamberleri geldiğinde ‘bizi
    bir insan mı doğru yola götürecek demeleridir. İnkâr edip yüz çevirdiler. Al­lah
    da hiç bir şeye muhtaç olmadığını gösterdi” (Tegabun; 5-6)

    “İnsanlara hidayet geldiğinde, onları iman etmelerinden alıkoyan
    şu sözlerden başka bir şey yoktu: ‘Allah bir insanı mı peygamber olarak
    göndermiştir?” (İsra; 94)

    Yani her devirde cahil İnsanlar bir beşer (insan)in hiçbir zaman
    peygamber olamayacağını düşünmüşlerdir. Oysa, her zaman normal İnsanlar
    peygamber olmuşlardır.

    Nitekim, Kur’ân-ı Kerim her zaman insanların Allah tarafından
    pey­gamberliğe lâyık görülerek getirildiğini açık bir ifade ile anlatmıştır.
    Za­ten insanlara doğru yolu göstermek için melek veya insanüstü varlıklara değil
    yine kendileri gibi insanlara ihtiyaç vardır.

    “Bizim, senden evvel gönderdiğimiz peygamber kendilerine,
    vahyetti­ğimiz erkeklerdi. Eğer bilmiyorsanız Kitab ehline sorunuz. Biz, onları
    ye­mek yemez birer ceset olarak yaratmadık. Onlar hayatta da ebedi kalıcı
    değillerdir”.(Enbiyâ; 7-8)

    “De ki eğer yeryüzünde de uslu uslu yürüyen melekler olsaydı,
    elbet­te onlara gökten bir meleği elçi gönderirdik”.(İsra; 95)

    “Senden evvel gönderdiklerimiz de, şehir halkından kendilerine
    vah­yettiğimiz kişilerdi. Müşrikler yeryüzünde gezip dolaşıp kendilerinden
    ev­velkilerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bakmazlar mı? Ahiret yurdu, ittika
    edenlere daha hayırlıdır. Hâlâ bunu düşünüp anlamayacak mısınız?”. (Yusuf; 109)

    Burada, çok geniş bir mevzu birkaç cümlenin içine
    sığdırılmıştır. Bu konuyu biraz açacak olursak şöyle diyebiliriz. Bu cahil
    İnsanlar senin söy­lediklerini dinlemiyorlar. Zira, onlara göre, aynı mahalle ve
    şehirde do­ğan, aralarında yetişen, büyüyen, gençleşen ve yaşlılık sınırına
    gelen bir kişinin birden bire Allah’ın elçisi olması akıl almaz bir iştir. Ne
    var ki, on­lar ilk defa böyle düşünmüyorlar. Bu dünya kurulduğu günden beri
    cahil insanların tavrı bu olmuştur. Bundan önce de bir çok defa Allah (cc.)
    dünyaya çeşitli peygamberler göndermiştir. Bunların hepsi insandılar. Hiçbir
    zaman, bir kişi birden bire bir şehirde ortaya çıkıp, “Allah beni peygamber
    olarak gönderdi” dememiştir. Bu iş aniden ve beklenmedik bir şekilde olmamıştır.
    Aksine doğru yoldan ayrılmış insanları ıslâh etmek üzere gönderilen, seçilen ve
    görevlendirilen kişiler (peygamberler) hep in­sanların yaşadığı mahalle, kasaba
    ve şehirlerdendi. Hz. Îsa, Hz. Musa, Hz. Nuh (a.s.) ne idiler? Doğaüstü ve
    insanüstü varlıklar mı idiler, yoksa insan mı? Aklı başında olanlar, bu
    peygamberlerin vaaz ve telkinlerini dinleme­yip dalalet ve kötülüklerinde ısrar
    etmiş olan milletlerin kötü sonunu bil­mekte gecikmezler. Burada, bilhassa
    Mekkelilerin dikkati, felâkete uğramış ve yerle bir olmuş milletlerin sonuna
    çekiliyor ve deniliyor ki, “bakın, siz ticarî yolculuklarınız esnasında pek çok
    memleketten geçiyorsunuz. Herhalde, Allâh’ın gazabına uğraşı olan Ad, Semûd,
    Medyen ve Lût ka­vimlerinin harabelerini, tarihi kalıntılarını kendi
    gözlerinizle görmüşsünüzdür. Siz onların durumundan ibret almadınız mı? Dünyada
    sonları böyle olmuştur. Bir de âhiretteki cezalarını düşünün. Onun için, dünyada
    yaşadığınız süre içinde doğru yolu bulun, kendinizi ıslah edin, Allah’a ve
    Peygamberi’ne sarılın. Çünkü kimin durumu dünyada iyi ise âhirette de iyi
    olacaktır.”

    7.3.3. Gören İle
    Kör Olanın Farkı

    “De ki: ‘Ben size Allah’ın hazineleri benim yanımdadır ve gaybı
    bili­rim demem. Ve ben size meleğim de demiyorum. Ancak bana vahyolunan şeye
    tabi olurum’. De ki: ‘Görmeyenle gören bir olur mu? Hiç düşünmüyor musunuz?” (En’am;
    50)

    Bu ayette Hazreti Muhammed (a.s.)’in Şöyle demesi isteniyor.
    Size anlatmak ve sunmak istediğim gerçekleri kendi gözümle gördüm. Ben bunları
    adetâ yaşadım ve bu gerçekleri vahiy ile öğrendim. Bu hakikatler hakkında benim
    öğrendiklerimi ve gördüklerimi siz bilemezsiniz. Siz bunlar hakkında esas
    bilgiye sahip olmayıp, sadece tahmin yürüttüğünüz ve taklit ettiğiniz için bir
    bakıma kör sayılırsınız. Yani gözleriniz benim gördüklerimi görmüyor. Ben
    gözleri iyi gören bir kişi iken siz gözleri kör olansınız. Size üstünlüğüm varsa
    bundan dolayı vardır. Yoksa maddi veya bedensel herhangi bir üstünlüğü yoktur.
    Bende ne Allah’ın hazineleri var­dır, ne gaybın bilgisine sahibim ve ne de
    insanlık zaaflarından yoksunum.

    “Andolsun ki, senden evvel gönderdiğimiz peygamberlere de
    zevceler ve evlâtlar verdik. Allah’ın izni olmadıkça peygamberler Mu’cize
    getirme­ye kadir değildir”. (Ra’d; 38)

    Bu, Hazreti Peygamber (a.s.)’e yapılan itirazlara bir cevaptır.
    Mekke’li kâfirler, Hz. Muhammed (a.s.)’in çoluk-çocuk sahibi olmasını çok
    yadırgı­yor, bir peygamberin bedensel ve cinsel hiçbir ihtiyacı olmaması
    gerekti­ğini savunuyorlardı.

    7.3.4. Peygamber
    Bir Melek Olmalıydı

    “Allah’ın peygamberleri onlara, önlerinden ve arkalarından
    gelince, ‘Allah’tan başka kimseye itaat etmeyin’ dediler. Bunun üzerine onlar
    dedi ki, ‘Rabbimiz isteseydi melekleri gönderirdi. Bu sebeple, sizin
    söyledikle­rinize inanmıyoruz”. (Fussilet; 14)

    Burada kâfirler demek istiyor ki, “Tanrı bizim dinimizi
    beğenmeseydi ve bizi bundan vazgeçirmek için bir peygamber göndermek isteseydi,
    bize meleklerini gönderirdi. Sen (Hz. Muhammed) melek değilsin ve bizim gi­bi
    bir insansın, onun için, senin Allah tarafından gönderildiğine inanmıyo­ruz.”

    7.3.5. “Peygamber
    Büyük Bir Adam Olmalıydı”

    “Ve şunu da söylediler: ‘Bu Kur’an, iki memleketin büyüklerinden
    bir kimseye indirilseydi ya!”. (Zuhruf; 31)

    Burada bahsedilen “iki memleket” Mekke ve Taif tir. Kâfirler
    diyordu ki, eğer Allah gerçekten bir kişiyi peygamberlik rütbesine çıkarmak ve
    ona Kitabını indirmek istemiş olsaydı, o zaman onların en büyük şehirleri olan
    Mekke ve Taif in ünlü, tanınmış, zengin ve güçlü bir şahsiyetini bu göreve
    getirirdi. Peygamber yapmak için Tanrı bula bula bir öksüz çocu­ğu mu buldu? Hem
    de öyle bir çocuk ki, hiçbir miras devralmamıştır. Gençliği, çobanlık yapmakla
    geçmiştir. Şimdi de geçimini zor sağlıyor. Karısının verdiği sermaye ile ticaret
    yapıyor. O herhangi bir kabilenin rei­si değildir, ailesi de zengin bir aile
    değildir. Mekke’de Velid bin Muğire ve Utbe bin Rabi’a ve Taif te Urve bin
    Mes’ûd, Hubeyb bin Amr, Kinâne bin Abd’i Yâleyl gibi soylu ve varlıklı kabile
    reisleri varken peygamber­lik, ismi cismi belli olmayan böyle bir kişiye mi
    verilir? Mekke’liler işte böyle düşünüyorlardı. Onlar zâten bir “insan’ın
    peygamber olacağına ihti­mal vermiyorlardı. Fakat Kur’ân-ı Kerim’de çeşitli
    deliller ile ancak bir “insan’ın peygamber olacağı hususu tekrarlanınca ve
    insanüstü bir var­lığın peygamber olamayacağı gerçeği ortaya konunca, kâfirler
    bu defa ağız değiştirdiler ve başka türlü konuşmaya başladılar. Artık bir
    insanın peygamber olmasına itirazları yoktu, ama istiyorlardı ki bu insan bir
    hü­kümdar, nüfuzlu, zengin ve güçlü bir kişi olsun. Onlara göre, Hz. Muham­med
    bin Abdullah (a.s.) bu ölçüye uymuyordu.

    7.3.6. Hz.
    Muhammed’in, Hayatını Kazanmasına İtirazlar

    “Ve kâfirler, ‘Bu nasıl peygamberdir? Yemek yiyor ve çarşılarda
    ge­ziyor? O’nunla beraber nezir olmak için neden bir melek indirilmedi?’
    dediler”. (Furkan; 7)

    Yani, bir kerre bir “insan’ın, peygamber olarak gelmesi garip
    bir ha­disedir. Allah’ın mesajını etten, kemikten yapılmış, yemeye, içmeye
    muh­taç olan bir insan yerine, bir melek getirmeliydi. Yine de, eğer bir insan
    peygamberlik payesi ile seçilmişse, bu insan hiç olmazsa yeryüzündeki büyük
    adamlar gibi, bir hükümdar, bir lider, bir kabile reisi olmalıydı, ki huzuruna
    çıkmak için herkes can atsın ve zorla kabul edilsin. Fakat, bu ne biçim
    peygamberdir ki, sıradan İnsanlar gibi cadde ve sokaklarda geziyor, çarşı,
    pazarda alış veriş yapıyor. Sonra, yanında kırbaçlı ve heybetli bir melek
    olmalıydı ki doğru yola gelmeyenleri cezalandırabilsin. Bu konuya şu aşağıdaki
    ayette de değinilmiştir:

    “Bizim, senden evvel gönderdiğimiz peygamberler de, yemek yer ve
    çarşılarda gezerlerdi. Sizin bir kısmınızı bir kısmınız merine imtihan ve­silesi
    kıldık. Sabreder misiniz (diye). Rabbin hakkiyle görendir”. (Furkan; 20)

    Burada, Cenâb-ı Allah, Mekke kâfirlerine gereken cevabı
    vermiştir. Mekke’liler Hz. Peygamber (a.s.)’in normal bir insan olduğuna,
    sokaklar­da ve çarşıda gezmesine itiraz ediyorlardı. Burada şu tarihi gerçek de
    unu­tulmamalıdır ki, Mekke’liler Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz. Musa
    (a.s.) ve diğer bazı peygamberler hakkında bilgi sahibiydiler, halta onların
    peygamberliğini de kabul ediyorlardı. Peki, bu peygamberler insan değil
    miydiler? Hz. Muhammed (a.s.)’in insan oluşuna niçin bu kadar şiddetle
    karşıydılar? Dünyaya daha önce gelen peygamberler yemek yemiyor, çar­şı pazarda
    gezmiyorlar mıydı? Bırakalım başka peygamberleri, sadece Hz. Îsa’nın durumunu
    ele alalım. Meryem oğlu Îsa (a.s.)’ı Hıristiyanlar Allah’ın oğlu ilân etmişler,
    Mekke’liler de O’nun putunu Kâbe’ye koymuşlardı. Ve İncil’de de Hz. Îsa’nın
    normal bir insan gibi yemek yediği ve sokaklarda gezdiği kayıtlıydı. İşte bu
    nedenle, Cenab-ı Allah burada önceki peygam­berler ile Hz. Muhammed(a.s.)’in
    durumları arasında mukayese yapıyor ve Mekke’lilerin garip tutumunu kınıyor.

    “Bizim, senden evvel gönderdiğimiz peygamberler kendilerine
    vah­yettiğimiz erkeklerdi. Eğer bilmiyorsanız Kitab ehline sorunuz. Biz, onları
    yemek yemez birer ceset olarak yaratmadık. Onlar hayatta da ebedi kalıcı
    değildirler” (Enbiyâ; 7-8)

    Bu da, kâfirlerin, “bu adam da bizim gibi bir insandır”
    sözlerine bir cevaptır. Mekke”li kâfirler, Hz. Muhammed (a.s.)’in insan oluşunu,
    O’nun peygamber olamayacağına en büyük delil olarak gösteriyorlardı. Onun için
    burada deniliyor ki, eski çağlarda peygamber olarak kabul ettiğiniz kişiler de
    birer insandılar. Zaten beşer veya insan oldukları için Allah’ın vahyiyle
    şereflendirilmişlerdi.

     

  • BİR İNSAN VE BİR PEYGAMBER OLARAK HZ. MUHAMMED (A.S.)



    Altıncı Bölüm: BİR İNSAN VE BİR PEYGAMBER OLARAK HZ. MUHAMMED (A.S.)



    6.1. RASÛLULLAH (A.S.)’A BAĞLILIK VE İTAAT



    6.1.1. İslâmiyetin Canlı Örneği



    6.1.2. Sadece Bir Elçi Değil



    6.1.3. Nefsin Kötülüklerinden Arınmış



    6.1.4. Her Zaman ve Her Yerde Örnek Hayat



    6.1.5. Allah’ın Tâyin Ettiği Önder ve Hükümdar



    6.1.6. Peygamber (a.s.)’e Bir Hükümdar Olması İtibariyle İtaat Etmek



    6.1.7. Tuhaf Bir İddia



    6.1.8. Hz. Peygamber (a.s.)’in Hâkimiyetinin Kendine Mahsus Özelliği



    6.1.9. İtaatin Üç Derecesi



    6.1.10. Dinî ve Medenî Mevzular Arasındaki Ayırım Yanlıştır



    6.2. HZ. PEYGAMBER (A.S.)’E İTAAT VE İSLÂMDA FİKİR HÜRRİYETİ KAVRAMI



    6.2.1. Tek Hâkim Allah’tır



    6.2.2. İnsanların İnsanlar Üzerindeki Hakimiyeti



    6.2.3. Peygambere İtaat Ne Demektir?



    6.2.4. Kesin İtaat



    6.2.5. Peygamber (a.s.)’e Peygamber Olması Bakımından itaat



    6.2.6. Hz. Peygamber (a.s.)’in Vazifesinin Başlıca İki Hedefi Vardı



    6.2.7. Fikir Hürriyeti Kavramını Yerleştirme Çabaları



    6.2.8. Hz. Zeyd bin Harise Olayının Ardındaki Gerçekler



    6.2.9. Hz. Peygamber’in Öğrettiği Fikir Hürriyeti



    6.2.10. Dört Halife’den Sonra Fikir Hürriyeti Kavramı



    6.2.11. İmam ve Fakihlerin Fikir Hürriyetine Yaklaşımı



    6.2.12. İslâm’da Fikir Hürriyeti Kavramının Ortadan Kalktığı Dönem



    6.3. PEYGAMBERLİK VE FONKSİYONU



    6.3.1. Birinci Grubun Görüşü



    6.3.2. İkinci Grubun Görüşü



    6.3.3. Üçüncü Grubun Görüşü



    6.3.4. Dördüncü Grubun Görüşü



    6.3.5. Çocukluktan İtibaren Peygamberlerin Terbiyesi İçin Alınan Özel Tedbirler



    6.3.6. Olağanüstü Yetenek ve Güçler



    6.3.7. Allah’ın Müşahedesi ve Himayesi



    6.3.8. Değerlendirme



    6.3.9. Peygamber Mükemmel Bir İnsandır



    6.3.10. Konumuzla İlgili Bazı Ayetler



    6.3.11. Peygambere Mutlak İtaat İçin Verilen Emir



    6.3.12. Peygambere İtaat, Alelâde Bir İnsana İtaat Değildir



    6.3.13. Peygamberin Hidâyeti İçin Gönderilen Vahyin Türleri



    6.3.14. Hz. Peygamber (a.s.)’e Gelen Benzeri Vahiyler



    6.3.15. Yukarıdaki Ayetlerden Çıkan Sonuçlar



    6.3.16. Hz. Peygamber (a.s.)’in Bütün Hayatı “Güzel Bir Örnek”dir



    6.3.17. Peygamber, Her Zaman Peygamberdir



    6.3.18. Peygamber İle Peygamber Olmayanın Hâkimiyeti Arasındaki Fark



    6.4. PEYGAMBER’İN ŞAHSÎ VE DİNÎ HÜVİYETİ



    6.4.1. Meselenin Teorik Yönü



    6.4.2. Meselenin Pratik Yanı



    6.4.3. Asr-ı Saadet’ten Sonra Peygamberin Peygamberlik Yönünün Öğrenilmesi



    6.5. PEYGAMBERLİK MAKAMI VE KUR’AN’IN HÜKÜMLERİ



    6.5.1. Peygamber’in Dört Çalışma Alanı



    6.5.3. Dinî Lider ve Taklide Lâyık Örnek Olarak Peygamber (a.s.)



    6.5.4. Kanunların Uygulayıcısı Olarak Peygamber (a.s.)



    6.5.5. Bir Hakim Olarak Peygamber (a.s.)



    6.5.4. Kanunların Uygulayıcısı Olarak Peygamber (a.s.)



    6.5.5. Bir Hakim Olarak Peygamber (a.s.)



    6.5.6. Bir Hükümdar Olarak Hz. Peygamber (a.s.)



    6.5.7. Asr-ı Saadet’te Adlî Sistem



    6.5.8. İslâm Düzeninin Anayasal Temelleri ve Bunda Peygamber (a.s.)’in Yeri



    6.6. HZ. PEYGAMBER’E KUR’AN’IN DIŞINDA İNEN VAHİYLER



    6.6.1. Kıble’nin Tayini



    6.6.2. Mekke’nin Fethiyle İlgili Müjde



    6.6.3. Gizli Bir Şey



    6.6.4. Hz. Zeyneb’i Nikahlaması



    6.6.5. Ağacı Kesme İzni



    6.6.6 Bedir Savaşından Önceki Bir Vaad



    6.6.7. Müslümanların Yalvarışına Cevap



    6.6.8. Ezan ve Cuma Namazı



    6.6.9. Namaz Edâ Etmenin Yolu

     

    Altıncı Bölüm: BİR İNSAN VE BİR
    PEYGAMBER OLARAK HZ. MUHAMMED (A.S.)

    6.1. RASÛLULLAH (A.S.)’A BAĞLILIK VE
    İTAAT

    İslâmiyeti kabul etmiş ve müslüman topluluğa girmiş olanlar için
    Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’in durumu sadece bir elçi veya haber­ci gibi
    değildir. Aksine, Rasûlullah onlar için hem hoca hem velidir. Rasûlullah (a.s.)
    hem İslâm şeriatı ve hayat tarzının canlı misali, hem de kendisine her devirde
    itirazsız sadakat gösterilmesi ve itaat edilmesi gere­ken hâkim ve önderdir.

    6.1.1.
    İslâmiyetin Canlı Örneği

    Muallim, hoca veya öğretmen olarak Rasûlullah (a.s.)’in görevi,
    Al­lah’ın kelâmı, emirleri, talimatı ve kanunlarını kullara anlatmak,
    ulaştır­mak ve açıklamak olmuştur. Bir velî ve terbiyeci olarak vazifesi, Kur’ân-ı
    Kerim’in talimatı ve Allah’ın kanunlarına göre müslümanları yetiştirmek, eğilmek
    ve yaşantılarını değiştirmek olmuştur, İslâm dininin bir örneği olarak da Hz.
    Peygamber (a.s.)’in amacı ve hedefi, Kitabullah’a göre mu­teber ve makbul olan
    hayatın bir simgesi, canlı bir misali haline gelmek olmuştur. Hz. Muhammed bu
    hüviyetiyle, söylediği her söz ve yaptığı her hareket bakımından İslâmiyeti!)
    canlı bir timsalidir. O’na bakan herkes, Kitabullah’a göre nasıl konuşulması,
    nasıl hareket edilmesi ve nasıl bir hayat sürülmesi gerektiğini hemen anlamak
    durumundadır. Bunun yanı sıra, Rasûlullah (a.s.) müslümanların hâkimi, önderi ve
    lideridir de. Bu öyle bir liderdir ki, kendisine tanı itaat edilmeli ve emirleri
    hiç itiraz edil­meden, derhal ve eksiksiz yerine getirilmelidir. O’na inanmak ve
    O’nun emirlerine uymak, Kur’ân-ı Kerim’in ayet ve hükümlerine inanmak ve uymak
    demektir. Bu, bildiğimiz sıradan emir ve önderlerden değildir ki, ya­şadığı veya
    iktidarda kaldığı sürece ona itaat edilsin. Aksine, kıyamete ka­dar
    müslümanların önderi, serdârı ve lideri olarak kalacak ve emirleri her zaman ve
    her şart altında geçerli olacaktır.

    6.1.2. Sadece Bir
    Elçi Değil

    “İnne aleyke ille’l-belâğ” ayetine bakarak, peygamberin sadece
    bir el­çi ve haberci olduğunu ileri sürenler mühim bir noktayı unutuyorlar. Bir
    peygamberin tebliğ edici veya telkin edici hüviyeti, ancak onun dinine
    in­sanların girmesine kadar sürer. Yeni dine girip bir ümmet oluşturduktan sonra
    iman edenler için peygamber kimliği, tebliğ ve telkin edicilikten çı­kar, bir
    lider, hâkim, bir hükümdar, bir hukukçu, bir kadı, bir hoca, bir ve­li ve bir
    kumandan haline gelir. Artık ümmetinin O’na sadakatini bildir­mesi, O’na itaat
    etmesi şarttır.

    Bazı kimseler, bir insan olarak Muhammed bin Abdullah (a.s.)
    ile, bir vaiz ve peygamber olarak Muhammed Rasûlullah (a.s.) arasında ayırım
    yapmaya çalışmışlardır. Ancak Kur’ân-ı Kerim böyle bir ayırım yapmıyor. Kur’ân-ı
    Kerim, Hz. Muhammed (a.s.)’in sadece bir tek kimliğini bildir­mektedir. O da,
    rasûl veya peygamber oluşudur. Cenabı Allah’ın, kendisi­ni peygamberlik
    mertebesine çıkarmasından başlayarak verdiği son nefe­sine kadar, Hz. Muhammed
    (a.s.) her ân Allah’ın Rasûlü sayılmıştır. Her sözü ve fiili Allah’ın peygamberi
    olarak yapılmıştır. Fakat, Peygamber Efendimiz (a.s.) bir peygamber olmasının
    yanı sıra aynı zamanda bir vaiz, muallim, hoca veli, eğitimci, kadı, hâkim,
    İmam, emir ve hükümdardı. Hatta, özel, ailevî ve vatandaşlık hayatını da aynı
    hüviyetiyle sürdürdü. Bütün bu kimliklere bürünmesine rağmen, mübarek hayatı,
    mükemmel bir insan ve dindar bir mü’min olarak öylesine temiz öylesine nezih idi
    ki, O’nu taklit etmek, Allah’ın rızası ve ahiretle şefaat ve selâmetin
    vazgeçil­mez bir kuralı olarak ortaya çıktı. Nitekim, Ahzab sûresinin 21.
    ayetinde şöyle buyurulmuştur: “Sizin için Allah’ın Rasûlünde güzel bir örnek
    var­dır. Bu haslet, Allah’ın rızasını ve ahiret sevabını ümid edip, Allah’ı
    zikre­denlere mahsustur”. Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’in peygamberlik,
    insanlık ve devlet başkanlığı hüviyetlerinde ayırım yapıldığını gösteren en ufak
    bir işaret ve kaydı Kur’ân-ı Hakim’de görmek mümkün değildir. Za­ten, ayırım
    yapılmaya, fark gözetmeye ihtiyaç da yoklu. Zira, Hz. Mu­hammed (a.s.) Allah’ın
    şeriatına göre harekat etmek, bu şeriatın gerçek bir temsilcisi olmakla
    mükellefti ve dolayısıyla Allah’ın emrine aykırı her­hangi bir söz söyleyemez,
    herhangi bir hareketle bulunamazdı.

    6.1.3. Nefsin
    Kötülüklerinden Arınmış

    Aynı noktaya, Necm sûresinin ilk ayetlerinde de temas
    edilmiştir. Meselâ 2. ayette şöyle deniliyor: “Sahibiniz (Hz. Peygamber) ne
    dalâlete düştü ve ne de azdı.” Üçüncü ayette, “O, (Hz. Muhammed), hevasından
    söylemez” deniliyor. Dördüncü ayette de, “O, kendisine (Allah tarafından) vahiy
    olunan bir vahiydir” ve bundan sonraki ayette de, “O’na, O’nu en güçlü olan
    öğretti” deniliyor. Bazı kimseler bu ayetlerde sadece Kur’ân-ı Kerim’in
    vahiylerden ibaret olduğunun anlatıldığını söylüyorlar. Çünkü bilindiği gibi,
    kâfirler Kur’an-ı Kerim’in vahiy olmadığını iddia ediyorlar­dı. Ama bence burada
    Kur’ân-ı Kerim’e en ufak bir işaret yoktur. Dördün­cü ayette kullanılan “huve”
    zamiri, açıkça Rasûlullah’ın nutkuna işarettir ki, bundan üçüncü ayette
    bahsedilmiştir. Bu ayetlerde, Rasûlullah’ın nut­kunun, Kur’an’a mahsus olduğunu
    gösteren herhangi bir şeye rastlanmı­yor. Yani burada denilmek isleniyor ki,
    işbu ayete göre, Resul’ün nutku veya konuşması olma mahiyetindeki her söz vahiy
    olacak ve nefsin hevasından arınmış olacaktır. Kur’ân-ı Kerim’de bu noktanın
    önemle be­lirtilmesinin amacı, Hz. Peygamber (a.s.)’in gönderildiği insanları,
    kendi­sinin masum olduğu ve dalâlete düşmediği konusunda ikna etmekti. Böy­lece
    Mekkeliler, Araplar ve diğer milletlerden olanlar, Hz. Muhammed (a.s.)’in,
    nefsin hevasından arınmış, tertemiz bir şahsiyete sahip olup, yap­tığı her işin
    Allah’ın emrine uygun olduğunu anlayabilirlerdi. Zâten, bir peygamberin bir tek
    sözcük veya hareketinin, nefsinin isteklerine bağlı ol­duğu anlaşıldığı takdirde
    İnsanlar o peygambere itibar ve itimat etmezler. Kâfirlerin asıl bocaladığı
    mesele buydu. Onlar Hz. Peygamber (a.s.)’in söz ve hareketlerinin Allah’tan
    değil, hâşâ kendi kişiliği içindeki aksaklıktan doğduğunu sanıyorlardı. Onlara
    göre Hz. Peygamber (a.s.) ya aklî dengesi­ni kaybetmişti ya da bir kişi O’na
    bazı şeyler öğretmiş olmalıydı. Yüce Allah işte bu ayetleri indirmek suretiyle
    bu tür tereddüt ve şüpheleri tek kalemle ortadan kaldırmış oldu. Allah Teâlâ, Hz.
    Muhammed (a.s.)’in da­lâlete de, kötü yola da düşmediğini, hiçbir sözünü
    nefsinin hevasından söylemediğini, ağzından çıkan her sözün hak olduğunu ve
    Hak’tan geldi­ğini, kendisine ne herhangi bir kişinin ne de şeytanın bir şey
    öğrettiğini, aksine en kuvvetli olan, Rabbi’nin O’na her türlü bilgiyi verdiğini
    açıkça ifade etmiştir. Aynı şeyi Hz. Nebiyi Kerim (a.s.) de kendi mübarek
    ağzıy­la şöyle söylemiştir: “Elinde canım olan Zât’a yemin ederim ki, bundan
    (dilimden) çıkan her şey Hak’tır.”

    6.1.4. Her Zaman
    ve Her Yerde Örnek Hayat

    Maalesef, bazı kimseler, Hazreti Muhammed (a.s.)’in yaşantısının
    her ânının örnek alınması gerekmediğini, bilhassa, özel yaşantısına
    karışılma­ması gerektiğini söylerler. Bu şahıslara göre, Hz. Peygamber’in,
    evinde, ailesi içinde ve bazen dışarıda özel sohbetlerde söylediği sözlerin
    vahiy ol­madığını, bunun için ne kendisinin herhangi bir iddiada bulunduğunu, ne
    de kâfirlerin bunu tartışma konusu yaptıklarını belirtirler. Ben diyorum ki,
    Rasûlullah (a.s.) ne zaman ve ne durumda ne söylemiş veya ne yap­mışsa bir
    peygamber olarak yapmıştır. Yaptığı her iş ve altığı her adım, dalalet, kötülük
    ve sapıklıktan uzaktı. Bütün söz ve fiilleri, Cenabı Al­lah’ın çizdiği çizgi
    üzerinde olmuş, O’nun gösterdiği sınırlar içinde kal­mıştır. Dolayısıyla, bütün
    İnsanlar Hz. Peygamber (a.s.)’in hayatının her ânını kendilerine örnek
    almalıdırlar. Hz. Peygamber (a.s.)’in hayatı, canlı bir Kur’ân-ı Kerim ve İlahi
    Nizamnamedir. Neyin caiz, helâl, mübah, ge­çerli, yararlı ve neyin mekrûh,
    haram, geçersiz ve zararlı olduğunu Pey­gamber Efendimiz’in mübarek hayalından
    anlayabiliriz. Nelerin Allah’ı hoşnut edebileceğini, nelerin O’nun gazabını
    gerektirdiğini, hangi konu­larda içtihâd edebileceğimizi, hangi meselelerde
    Rabbimize itaat edeceği­mizi ve ne gibi meseleleri birbirimize danışmak
    suretiyle halledebileceği­mizi ve dinimizde özgürlüğün yerinin ne olduğunu,
    kısacası her şeyi, Hz. Muhammed (a.s.)’in örnek hayalından öğrenebiliriz.

    6.1.5. Allah’ın
    Tâyin Ettiği Önder ve Hükümdar

    Rasûlullah (a.s.) kendi kendini lider ilân etmemişti. O’nu
    İnsanlar da hâkim seçmemişti. O, Allah’ın seçtiği ve tayin ettiği bir lider ve
    hâkimdi, iktidarı ve hakimiyeti, O’nun peygamberliğinden ayrı bir şey değildi.
    As­lına bakılırsa kendisi zâten Allah’ın Rasûlü olmak itibariyle lider ve
    hü­kümdardı. Şüphesiz kendisine, insanlara danışma fikirlerini alma öğüdü
    verilmişti. Ama bu istişare, ümmetine bir örnek vermek amacıyla gerekli
    görülmüştü. Maksat, Hz. Muhammed (a.s.)’in kendi görüş ve davranışla­rıyla
    İslâmiyet’in allın kurallarını ümmetine gösterme imkânını oluştur­maktı. Bu
    itibarla, Hz. Muhammed (a.s.)’in sıradan lider veya hükümdar­lardan biri olduğu
    sonucu çıkarılmamalıdır. Çünkü başka emîr ve hâkimlere “birbirine danışma” emri
    verilmiştir. (Bk. Şûra Sûresi, ayet: 39). Ayrıca istişare konusunda herhangi bir
    ihtilaf söz konusu olunca Hz. Peygamber (a.s.)’e müracaat edilmesi tavsiye
    edilmiştir (Nisa Sûresi: 59). Fakat Hz. Peygamber (a.s.)’e insanlara danışma
    öğüdü verilmesine rağmen bir şeye azmettiği zaman, Allah’a tam güvenerek
    harekete geçmesi de tavsiye edilmiştir. (Bk. Al-i İmran: 59). Bundan
    anlaşılacağı gibi, Hz. Peygamber (a.s.) için aslında herhangi bir istişareye
    gerek yoktu, ama kendisi bunu yapmıştır; zira insanlara İslâmî hükümetin
    örneğini vermek istemiştir.

    6.1.6. Peygamber
    (a.s.)’e Bir Hükümdar Olması İtibariyle İtaat Etmek

    Bir lider ve hâkim olması itibariyle Hazreti Peygamber (a.s.)’e
    itaat etmenin yalnızca yaşadığı devre kadar sınırlı olduğunu düşünmek
    yanlış­tır. Bu hususta ileri sürülen ayetten aslında böyle bir mânâ çıkmıyor.
    Enfâl sûresinin 20. ayetinde yer alan “ve entüm tesme’ûn” sözlerinden, ba­zı
    kimseler, Hazreti Peygamber (a.s.)’e itaatin sadece O’nu kendi kulakla­rıyla
    dinlemiş olanlara vacip olduğunu iddia ederler. Fakat, Enfâl sûresinin daha ilk
    ayetinde şu sözlere rastlıyoruz: “Ve eğer mü’minlerden iseniz Allah’a ve
    Rasûlüne itaat edin”. Ayet 5’te ise Rasûlullah (a.s.)’ın cihâda daveti üzerine
    canları sıkılanlar azarlanıyor. 13. ayette de şöyle bu­yurulmuştur: Allah ve
    Rasûlüne karşı gelenlere, Allah’ın cezası cidden pek çetindir”. 20. ayette şu
    sözlere rastlıyoruz: “Ey mü’minler, Allah ve Rasûlüne, itaat edin. Kur’ân’ı
    dinleyip dururken ondan yüz çevirmeyin.” Gördüğünüz gibi bu ayette ve yukarıdaki
    ayetlerde Rasûlullah (a.s.)’a itaat edilmesi için defalarca emir verilmiştir.
    Bunun amacı, Allah’ın peygambe­rine itaat etmenin, Cenabı Allah’a itaat etmek
    demek olduğunu müslüman­lara iyice anlatmaktır. Ayrıca, her yerde “rasûl”
    kelimesi kullanılmış, emir veya hükümdar kelimesi kullanılmamıştır. Bunun
    dışında, burada, rasûl veya peygamberin liderlik ve hükümdarlık hüviyetinin,
    peygamberlik sı­fatından ayrı olduğunu gösteren en küçük bir işaret de yoktur.
    Daha sonra, kullar, peygamberin emirlerine karşı gelmekten men edilmiştir.
    Peygam­ber (a.s.)’e karşı gelmenin büyük bir günah olduğu ve cezasının çok ağır
    olduğu anlatılmıştır. Bu bakımdan, “ve entüm tesme’ûn” deyiminin, Al­lah’ın
    emirlerini duyduktan sonra Rasûlullah (a.s.)’a itaatsizlik etmemeleri anlamında
    kullanıldığı akıl ve mantığa da yakındır. Yani, Hz. Peygamber (a.s.)’e sadece
    yaşadığı çağda değil, ondan sonra da ve kıyamete kadar, Kur’ân-ı Kerim’i
    dinledikçe itaat etmek gerekiyor.

    6.1.7. Tuhaf Bir
    İddia

    “Diğer lider ve hâkimler gibi, Hazreti Peygamber (a.s.)’in
    iktidarı ve hükümdarlığı da geçiciydi. O kendi çağının şartlarına göre lider ve
    hâkim sayılabilirdi. Ama bugün, devlet ve siyasetle O’nun kullandığı metod ve
    yaptığı icraata uyulamaz. Bugün şartlar çok değişiktir ve Bedir ile Uhud
    savaşlarında kılıç ve kalkanlarla yapılan muharebe artık tarihe karışmış­tır”.
    Bu gibi iddialar sık sık ortaya atılıyor. Bu saçma bir iddiadır ve biz bunun
    sadece son satırlarını ele almak istiyoruz. Şüphesiz, Hz. Peygamber (a.s.)’in
    zamanında kullanılan silâh, araç ve gereç o çağın ürünüydüler. Ama biz burada
    zahiri şeylerle uğraşmıyoruz. Bizim ilgilendiğimiz şey, Hz. Muhammed (a.s.)’in
    savaş ve barışla ilgili getirdiği altın kurallardır, önemli olan; askeri
    bilgisi, orduyu yönetme ve komuta etme kabiliyeti, çarpışmalarda kullandığı
    taktik, savaşırken dikkat ettiği ahlâk kuralları esirlere uyguladığı insancıl
    muameledir. Hazreti Muhammed (a.s.)’in ha­zırladığı ve uyguladığı savaş yasaları
    sadece kendi dönemi için değil, bü­tün çağlar için geçerlidir. Kanun ve şeriat
    açısından önemli olan; Hz. Peygamber (a.s.)’in kılıç, kalkan, top veya tüfek
    kullandığı değil, bu kılıç, top ve tüfekleri nasıl ve hangi amaçlar için
    kullandığıdır. Hazreti Peygamber (a.s.)’in mübarek gazve(savaş)lerinde bu konuda
    koyduğu kurallar ve gös­terdiği örnekler, İslâm’da savaş ve barış yasalarını
    vücuda getirmişlerdir, İslam’da Cihad’ın ne olduğunu biz Rasûlullah’tan
    öğrenmişizdir ve Server-i Alem (Cihan Önderi) manevî bakımdan kıyamete kadar
    bütün İslâm or­dularının Başkomutanı’dır.

    6.1.8. Hz.
    Peygamber (a.s.)’in Hâkimiyetinin Kendine Mahsus Özelliği

    Yazarlarımızdan biri, bir peygamber ile bir hâkim arasında fark
    oldu­ğunu belirtmiş, müslümanların kendi hâkim ve hükümdarlarıyla ihtilâfa düşme
    hakkına sahip olduklarını, ama peygamberlerine karşı çıkma hak­kına sahip
    olmadıklarını savunmuştur. Şimdi ben kendisine sormak istiyo­rum, eğer sizce Hz.
    Muhammed Mustafa (a.s.) diğer emir ve hükümdarlar gibi bir hâkim ise, O’nunla
    ihtilafa düşme hakkına sahip misiniz? Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberlik
    hüviyetini, O’nun devlet ve siyaset adamlığından ayrı sayan bu zât’a sorabilir
    miyim; herhangi bir müslüman O’nun söz ve davranışlarına karşı gelebilir mi?
    Unutulmamalıdır ki, Hz. Muhammed öyle bir hâkim ve liderdi ki, O’nunla
    konuşurken sadece sesi­ni yükseltenlerin bile, bütün amellerinin ve iyi
    işlerinin hiçe sayılacağı be­lirtilmişti (Hucurat, ayet: 2). bu öyle bir liderdi
    ki, O’nunla kavga edenin cehennem ateşine atılacağı ikâzı yapılmıştı (Nisâ,
    ayet: 115). Eğer kendi­siyle ihtilâfa düşemez, O’na karşı çıkamazsak, O’nu başka
    hâkim ve hü­kümdarlarla nasıl bir tutabiliriz?

    6.1.9. İtaatin Üç
    Derecesi

    Bizden bazıları var ki, Rasûlullah (a.s.)’a itaat ile ilgili
    ilâhi emir ve talimatın, Hz. Peygamber (a.s.)’in hâkim ve hükümdar sıfatıyla
    ilgili oldu­ğunu ileri sürerler. Meselâ, şu satırlara bakalım:

    “Kur’ân-ı Kerim’de nerelerde Allah ve Rasûl kelimeleri geçmişse,
    bunlardan Allah ve Resûlünün hükümdarlık sıfat ve yetkileri anlaşılmalı­dır. Bu
    hükümdarlık ve hükümetin anayasası Kitabullah’tır ve bunu uygu­layan Rasûlullah
    ve halefleridir. Meselâ, “yes’elûneke anil enfâli kul-il-enfâlü li-llâhi ve-rrasûli”
    ayeti bunun bir örneğidir. Ganimet malıyla ilgili emir, Hz. Peygamber’in
    dönemine kadar sınırlı olmayıp, Halifeler tarafın­dan da yerine getirilmiştir.
    Yani son karar ve Selahiyet mercii, Allah ve Rasûlü’nün hâkimiyeti ve
    saltanatıdır. Bu bakımdan, Rasûlullah’ın hâkim ve hükümdar hüviyeti, halifeleri
    için de geçerlidir.”

    Bu tamamıyla yanlış bir fikirdir. Kur’an-ı Kerim’de itaatin üç
    derecesi açıkça belirlenmiştir. Bunlar: 1) Allah’a itaat, 2) Peygambere itaat,
    3) Hâkim veya devletin büyüklerine itaattir. Allah’a itaat ve bağlılık, Kur’ân-ı
    Kerim’in emir ve buyruklarına uymak demektir. Peygamber’e itaat, Rasûlullah
    (a.s.)’ın söz ve hareketlerini takip etmek demektir. Hâkim ve dev­let
    büyüklerine sadakat ve itaat da, müslüman tebaa’nın kendi hâkim ve devlet
    yöneticilerine itaat etmesi demektir. İtaatin ilk iki derecesi hakkın­da Kur’ân-ı
    Kerim’in bir değil birçok yerinde, Allah ve Rasûlünün emirle­rine herhangi bir
    itiraz edilmeden uyulmak gerektiği belirtilmiştir. Müslü­manlar için Allah ve
    Rasûlüne itaat etmekten başka çare yoktur. Bir konu­da Allah ve Rasûlü
    kararlarını vermişlerse, hiçbir müslüman bu konuda kendi görüşünü ileri süremez,
    keyfî hareket edemez. Üçüncü itaat derece­sine gelince devlet büyüklerine, ancak
    Allah ve Rasûlüne bağlı kalınmak suretiyle itaat edilmesi farz edilmiştir. Yani
    bir konuda Allah ve Rasûlü’nün emirleri başka, devlet büyüklerinin emirleri
    başkaysa, hiç te­reddüt edilmeden ilk zikrolunan emirler tercih edilmelidir.
    Herhangi bir şüphe ve ihtilâfta da Allah ve Rasûlünün emirlerine öncelik
    tanınmalıdır. Böylesine açık seçik emirler varken, Allah ve Rasûlünün
    emirlerini, hâkim ve hükümdarlarınki ile bir tutmanın hiçbir anlamı yoktur.
    Ayrıca, yukarıdaki ayet de yanlış şekilde yorumlanmıştır. “Bütün ganimet malları
    Allah ve Rasûlüne aittir” demenin maksadı, Allah ve Rasûlünün meydana getirdiği
    İslâm topluluğunun eline düşen ganimet mallarının, yine bu top­luluğun kalkınma
    ve refahı için kullanılması gerektiğini vurgulamaktır. Böylece, Kur’ân-ı
    Kerim’de geçen Allah ve Rasûl kelimelerinin, Allah ve Peygamberi’nin hâkimiyeti
    ve saltanatı anlamına gelmediği anlaşılmış oluyor.

    6.1.10. Dinî ve
    Medenî Mevzular Arasındaki Ayırım Yanlıştır

    Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’in dini, medeni ve içtimai
    hüviye­ti arasında ayırım yapılması için ortada herhangi bir sebep yoktur.
    Zâten, Kur’ân-ı Kerim’de ve hadislerde, Allahu Teâlâ’nın veya bizzat
    Peygambe­rimiz’in bu konuları ayrı tuttuğunu gösteren en ufak bir işaret ve
    kayıt yoktur. Bu bakımdan, müslümanlar için Hz. Peygamber (a.s.)’in sadece dinî
    söz ve hareketlerinin örnek alınmasının lâzım geldiğini, cemiyet ve medeniyetle
    ilgili söz, hareket ve koyduğu kurallara itibar edilmemesi ge­rektiğini ileri
    sürenler yanlış yoldadırlar. Bu tür iddialarda bulunanlar, Hz. Muhammed
    (a.s.)’in sosyal ve kültürel alanlardaki söz ve fiillerinin sade­ce kendi
    döneminin insanlarını ilgilendirdiğini, çağımızda ise sözlerinin sadece dinî
    vecize niteliği taşıyabileceğini ve faaliyetlerinin de nazar-ı dikkate
    alınabileceğini söylerler. Fakat bu adamlara açıkça meydan oku­yorum, Kur’ân-ı
    Kerim’de Hz. Peygamber (a.s.)’in dini, içtimai ve medeni sıfatları arasında
    ayırım yapıldığına dair tek bir kelime veya ayet göstere­mezler. Halbuki ben
    Kur’an-ı Kerim’de şu ayete rastlıyorum:

    “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkekle
    mü’min bir kadın için, kendi işlerinde muhayyerlik haklan yoktur. Allah ve
    Rasûlüne âsi olan muhakkak açık bir sapıklık etmiş olur”. (Ahzâb; 36).

    Görüldüğü gibi, bu ayette belirli bir zamandan bahsedilmiyor.
    Burada adları geçen “mü’min erkek ve kadınlardan sadece Hz. Muhammed (a.s.)’in
    zamanında yaşamış olan müslümanlar kastedilmiyor. Burada “iş” sözcüğü üzerinde
    de önemle durulmalıdır. Bu iş hem dini, hem dünyevi olabilir. Allah ve Rasûl
    kelimeleri de Allah ve Rasûl kelimeleri olarak kullanılmıştır, onların
    hakimiyeti veya saltanatı olarak değil. Burada bü­tün mü’min erkek ve mü’min
    kadınların, bir konuda Allah ve Rasûlü’nün karar vermeleri halinde ona uymaktan
    başka çareleri olmadığı ifade edil­miştir. Onlar, ister erkek ister kadın olsun,
    ne ferdî ne içtimaî şekilde Al­lah ve Rasûlü’nün emirlerine karşı gelemezler.
    Yukarıdaki ayette, Allah ve Rasûlü’nün emirlerine karşı gelenler de sapıklıkla
    suçlanmıştır. Yani, Allah ve Rasûlü’nün sadece dinî değil, diğer bütün konularda
    verdikleri emir ve kararlara istisnasız uyulmalıdır. Zaten, Allah ve Rasûlü’nün,
    İslâm topluluğu için getirdikleri kanun ve düzenin yaşaması ve gelişmesi,
    onla­rın emir ve kararlarına uyulmaya bağlıdır. Eğer her müslüman Allah ve
    Rasûlü’nün emir ve talimatını bir yana bırakıp keyfine göre hareket etme­ye
    başlarsa bu düzenin ayakta durması mümkün değildir.

    6.2. HZ. PEYGAMBER (A.S.)’E İTAAT VE
    İSLÂMDA FİKİR HÜRRİYETİ KAVRAMI

    Yazarlardan biri şöyle yazıyor:

    “Ahzâb sûresinde Hz. Zeyd bin Harise ile Hz. Zeyneb (r.a.)
    hakkında anlatılan olay, önemli bir şüpheye yol açıyor. Rasûlullah (a.s.) Hz.
    Zeyd’e şöyle demişti: ‘Karının izdivacında kalmasına izin ver ve Allah’tan
    kork’. Fakat Hz. Zeyd, Rasûlullah’ın bu emrine karşı gelerek Hz. Zeyneb’i
    boşa­yıverdi. Hz. Zeyd’in bu hareketinin Hz. Peygamber’in emrine karşı olduğu
    muhakkaktır. Ne var ki, Kur’ân-ı Kerim’de kullanılan ifadeden, Allahu Teâlâ’nın
    Hz. Zeyd’in bu itaatsizliğinden hoşlanmadığını gösteren en kü­çük bir işaret
    bulunmadığı anlaşılıyor. Bilakis, olayın başında Hz. Zeyd için “Allah’ın
    mükâfatlandırdığı kişi” deyimi kullanılmıştır. Bu demek oluyor ki, Hz.
    Peygamber’in bazı emirlerine karşı gelinebileceği ve bazı sözlerinin bizzat
    kendisine ait olduğu kesin ise bile, onlara uymanın Al­lah’ın emirlerine
    uyulması kadar vacip olmadığı ortaya çıkıyor.”

    Burada anlatılan olay ve bununla ilgili olarak sorulan soru öyle
    kar­maşık değildir. Bu husustaki şüphe birkaç kelime ile giderilebilirdi. Ancak
    şüphenin doğduğu noktada çeşitli yanlış anlamalar vardır ve bunlar çok gerilere
    kadar uzanıyor. Onun için, bu şüphenin giderilmesinden önce bu­nun kaynağını
    teşkil eden yanlış anlamaları ele alalım.

    6.2.1. Tek Hâkim
    Allah’tır

    Kur’ân-ı Kerim, semavi kitaplar arasında, Mutlak Hâkim’in, Allah
    (c.c.)tan başkası olmadığını en açık ve kesin ifadelerle anlatan kitaptır.
    Kur’ân-ı Kerim’in çeşitli ayetlerinde, her türlü karar ve hüküm verme hak­kının
    sadece Allah’a ait olduğu, O’nun verdiği emir ve kararlara uyulmak­tan başka
    çare bulunmadığı, O’na itaatin farz olduğu ve insanın yaradılış itibariyle O’nun
    kulu olduğundan O’na ibadet için yaratıldığı, insanlarla birlikte cinlerin de
    Allah’a itaat ve ibadet için yaratıldığı, insanın Allah’tan başka kimsenin
    mahlûku ve kulu olmadığı, bu bakımdan bir insanın başka bir insana itaatinin söz
    konusu olmadığı, emir ve kararların tümünün Allah tarafından verildiği, başka
    kimsenin bunda herhangi bir dahlinin bu­lunmadığı, bir insanın hiçbir zaman
    başka bir insanın mutlak hakimi ola­mayacağı, hatla kuvvet, kudret ve iktidar
    sahibi bir insanın başkasına, Al­lah’ın emirlerine aykırı bir iş yaptıramayacağı
    açık açık anlatılmıştır.

    6.2.2. İnsanların
    İnsanlar Üzerindeki Hakimiyeti

    Kur’ân-ı Kerim’in indirilişinin başlıca amacı, insanı Allah’tan
    başka varlıkların boyunduruğundan kurtarıp onu Allah’ın kulu haline getirmek ve
    bu arada, kendisine tam bir fikir ve vicdan hürriyeti bahşetmektir. Ni­tekim,
    insanların insanlara köleliğine karşı en çok mücadele veren ilâhi kitap Kur’ân-ı
    Kerim olmuştur. Bu kitap, hiçbir insana helâli haram veya haramı helâl yapma
    yetkisi vermemiştir. Ayrıca, bir insanın kanun ve ya­saklarının sanki ilâhî emir
    ve buyruklarmış gibi geçerli ve itaate lâyık ol­duğu fikrini ortadan
    kaldırmıştır. Bu tür sadakat ve itaat Kur’ân-ı Kerim açısından “şirk”tir.
    Nitekim, Kur’ân-ı Kerim, din adamları, ulema, evliya, rahip, keşiş, kâhin,
    papaz, papa ve dini sıfatlar taşıyan hükümdarlarına bir takım tanrısal sıfat ve
    ünvanlar verip tapmasa başlayan, emirlerini Al­lah’ın emri gibi yerine getirmeye
    çalışanlara müşrik demiştir. Zâten bir in­san, başka bir insana aşırı derecede
    bağlanıp onun bir takım insanüstü sı­fat ve selâhiyetler taşıdığına inanmaya
    başlayınca, ister istemez onu ilâh derecesine çıkarır, kendisini de onun kulu
    haline getirir. Bir insan, bir baş­ka insana karşı kalben, zihnen ve bedenen,
    bütün yetenek ve özgürlükle­rinden feragat edince karşısındakini her türlü
    kusur, hata ve ayıptan berî saymış olur. Böyle bir kişi, bağlı olduğu kişinin,
    insan hak ve hürriyetleri hakkında son sözü söyleyebileceğine, herkese hükmetme
    hakkına sahip olduğuna kendi emrindekilere kâr ve zarar verme gücüne haiz
    olduğuna ve hatta insanlara rızk verme ve onları aç bırakma gücünde olduğuna
    ina­nır. Allah (c.c.)’tan başka herhangi bir kimseye bu sıfat ve özellikleri
    ya­kıştırmak şirkin ve köleliğin ta kendisidir. Buna karşılık, “Tevhid”, Allah’ı
    tek saymak, Allah’tan başka kimsede tanrısal özelliklerin bulunmadığına
    inanmaktır. Tek Allah’a bağlı olan bir kişi, diğerlerine köle olmaktan
    kur­tulur, tek Allah’ın hakimiyetine ve himayesine girmiş olur.

    6.2.3. Peygambere
    İtaat Ne Demektir?

    Allah’la insanlara itaat arasındaki bu farkı öğrendikten sonra
    gelin, peygambere itaatin ne demek olduğunu görelim. Bildiğiniz gibi, İslâm’da
    peygambere sadakat ve itaat farz olup, dinin temeli bunun üzerine kurulmuştur.
    Evvelâ, şunu bilmekte fayda vardır ki, peygambere itaatin farz edilmesi, o
    peygamberin insan olmasıyla ilgili değildir. Peygambere, Ah­met oğlu, Mehmet
    oğlu, İmran oğlu, Meryem oğlu veya Abdullah oğlu ol­ması bakımından itaat
    edilmiyor. Peygamberin bu hüviyetiyle, başkaları­na emir verme, bir şeyi
    yasaklama, bir şeyi helâl ve caiz kılma hakkı da yoktur. Çünkü böyle bir şey
    olsa, peygamber de “Allah’tan başka bir ilâh” haline gelir. Böylece bir
    peygamber kendi eliyle, geliş sebebini ortadan kaldırmış olur. Kur’ân-ı Kerim bu
    meseleyi gayet açık seçik bir şekilde bi­ze anlatmıştır. Kur’an diyor ki,
    kişisel olarak, nebi veya peygamber sizin ve bizim gibi bir insandır. “Ey
    peygamber, onlara de ki, Rabbım pâk’tır. Berî insandan başka neyim ki? Ben
    (insan)dan peygamber yapıldım”. Bir başka ayette şöyle deniliyor: “Ve onlara
    onların peygamberi dedi ki, ben de sizin gibi bir insanım”. Ne var ki,
    “peygamber” olmak bakımından bir peygamber ile diğer İnsanlar arasında büyük bir
    fark vardır. Bir peygam­bere, Allah tarafından vahiy gönderilip peygamberlik
    payesi verildikten sonra kendisine “hüküm” de veriliyor. Meselâ, bir ayette
    şöyle deniyor: “Biz peygamberlere kitap, hüküm ve nübüvvet verdik.” Burada hüküm
    kelimesi hem karar verme kabiliyeti, hem hükmetme kuvveti olarak
    kulla­nılmıştır. Demek ki, peygamberin sahip olduğu iktidar ve hakimiyet,
    kişi­sel bir yetenek değil, Allah vergisi bir vasıftır. Bu bakımdan, peygambere
    itaat, Allah’a itaat’tir. “Her kim Rasûl’e itaat ederse, Allah’a itaat
    etmiştir”. Peygamberin dünyaya ve insanlara gönderilmesinin amacı zaten,
    Allah’ın emirlerini insanlara iletmesi ve bu emirlere uymalarını sağlamasıdır.
    “Her peygamberi göndermemizin maksadı, Allah’ın emriyle O’na itaat edilme­sini
    sağlamaktır”. Bu bakımdan, peygamberin emri, Allah’ın emridir ve kimsenin buna
    itiraz etme hakkı yoktur. “Hidayet’in belirlenmesinden sonra peygamber ile kavga
    eden ve iman edenlerin yolundan başka bir yol takip eden birini, saptığı tarafa
    saptıracağız ve onu cehenneme atacağız, orası ne fena yerdir”.

    6.2.4. Kesin
    İtaat

    Bir peygamber’e fiilen itaatsızlık etmek şöyle dursun, biri
    sadece onun emrine karşı gelmeyi aklından bile geçirse, onun imanı silinmiş
    olu­yor. “Vallahi, aralarındaki anlaşmazlığı gidermek hususunda seni hakem kabul
    etmedikçe ve verdiğin kararı, canlarını sıkmadan kabul etmedikçe onlar mü’min
    sayılmayacaklardır”. Bu itaatsizliğin sonucu  hüsran ve ümit­sizliktir.
    “Küfretmiş ve Peygamber’in emirlerine karşı gelmiş olanlar, kıyamet günü
    öylesine bir güçlük ve felâketle karşı karşıya bulunacaklardır ki, kendilerinin
    yerle bir edilmelerini isteyeceklerdir.”

    Daha önce işaret elliğimiz gibi, peygambere lam itaat ve
    teslimiyet din ve imanın esaslarındandır. Bir insanın hidayet bulması ancak nebî
    ve­ya peygambere itaat ile mümkündür. Peygamberin sözlerini dinlemeyen, onun
    hayatını örnek almayan bir kişi ne dünyada ne de âhirette felâh ve refah
    bulabilir. Ama bir kere daha tekrar edelim, peygambere bu bağlılık ve teslimiyet
    onun insanî ve kişisel özelliğine değildir. Allah, bir peygam­beri, insanları
    kendi kulu haline getirmek üzere dünyaya göndermemiştir. Bir insan, Allah
    tarafından kendisine hüküm ve peygamberlik bahşedil­dikten sonra insanlara,
    “Allah yerine benim kulum olunuz” diyebilir mi? Peygamber, insanları şahsî hırs
    ve arzularına göre idare etmeye, onlar üzerinde şahsî iktidar ve hakimiyet
    kurmaya, baskı ve zulüm uygulamaya, onların hak ve özgürlüklerini ortadan
    kaldırmaya, kendine bir takım men­faatler kazanmaya çalışmaz. Eğer böyle olursa
    zâten, peygamberin dünya­ya gönderilme amacı ortadan kalkmış olur. Allah’tan
    başka ilâh ve tanrıla­rı yok etmeye gelen biri kendisi tanrı oluverirse, bunun
    hayırlı ve faydalı tarafı neresindedir? Halbuki, peygamber dünyaya bir insanın
    başka bir in­sanı köle etmesini, sömürmesini önlemeye gelir. “Ve bu peygamber,
    onla­rın yükünü kaldırır ve onların bağlı bulundukları bağları keser”.
    Peygam­berin gelişinin sebebi ve gayesi, insanların başkalarının hak ve
    hürriyetle­rini ihlal eden davranışlarını ve kendilerine sınırsız yetki
    tanımalarını ön­lemektir. “Kendi dilinizle islediğiniz şeyi helâl etme ve
    istediğiniz şeyi yasaklama hakkınız yoktur”. Peygamber, bir insanı başka bir
    insanın önünde eğilme, ona boyun eğme rezaletinden kurtarmak için dünyaya
    gönderilmiştir. “Sizden hiçbir insan başka bir insanı, Allah’tan başka ilâh
    edinmesin”. Böyle bir durumda, bir nebi başkalarının boynundaki boyun­duruğu
    kendi boynuna geçirebilir mi? Başkalarının hak ve hürriyetlerine sadece kendi
    şahsî ihtiras ve menfaatleri için son verebilir mi? Kırmak için geldiği putlar
    yerine kendi putunu dikebilir mi? Allah’ın kullarına baskı ve zulüm yapan zalim
    hükümdarları ortadan kaldırmaya gelen pey­gamber kendisini onların tanıma
    olunabilir mi? Hz. Peygamber (a.s.), Yahudiler ile Nasranîlerin kendi din
    adamları ve rahiplerini, Allah yerine tan­rı haline getirdiklerinden yakınmışım
    Böyle bir peygamber, kendisine iman edenleri, “siz Allah’ı boş verip beni Rabb
    olarak tanıyın ve arzuları­ma boyun eğin” diyebilir mi?

    6.2.5. Peygamber
    (a.s.)’e Peygamber Olması Bakımından itaat

    Peygamber (a.s.)’e peygamber olarak sadakat ve itaat, imanın bir
    par­çasıdır, hatta İslâm dininin temel kurallarından biridir. Biz Hz. Peygamber
    (a.s.)’e bir insan değil, bir peygamber ve Allah’ın elçisi olarak itaat etmeye
    mecburuz. Biz Hz. Muhammed (a.s.)’e bağlılığımızı bildirirken aslında, Allah’ın
    Rasûlü’nün, Allah tarafından bize getirdiği ilim, hidayet, hüküm, emir, kanun ve
    talimata uymayı taahhüt ederiz. Başka bir deyişle, İslâm’a göre müslümanların Hz.
    Peygamber’e itaat etmeleri sıradan bir insana de­ğil, bir peygambere ve
    dolayısıyla, Allah’a itaat etmeleridir. Şu ayetlere bakın:

    “Allah’ın sana gösterdiği gibi İnsanlar arasında hükmetmen için
    sa­na hak olarak Kitab’ı indirdik”. (Nisa; 105)

    “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler zâlimlerin la
    kendileridir”. (Maide; 45)

    Bu kanuna diğer İnsanlar gibi, peygamber de bir insan olarak
    bağlı bulunuyor:

    “Ancak bana vahyolunan şeye tabi olurum”. (En’am; 50)

    Bu ve buna benzer ayetler, Peygamber (a.s.)’e itaatin, aslında
    Yüce Allah (c.c.)’a itaat olduğunu göstermektedirler. Peygamber (a.s.)’e itaat
    ediliyorsa ona Allah tarafından “hüküm” verildiği için ediliyor, insan ol­duğu
    için değil. Hâkimlere ve halifelere itaat ediliyorsa, Allah ve Rasûlü’nün
    kanunlarını uyguladıkları için ediliyor. Ulema’ya itaat edili­yorsa, Allah ve
    Rasûlü’nün helâl ve haram ile ilgili koydukları kurallar hakkında bizi
    uyardıkları için ediliyor. Bu saydığımız kişiler bize Allah’ın herhangi bir
    emrini getirirlerse, biz buna itiraz etmeden uymak zorunda­yız. Allah’ın emri ve
    kararı söz konusu olunca kulun şahsî fikri ve fikir hürriyeti önemli değildir.
    Fakat eğer bir insan Allah’ın emrini değil, kendi görüşünü ve emrini onaya
    koyarsa, bir müslümanın buna mutlaka uyması şart değildir. Bu gibi konularda
    kendi aklını kullanma, düşünüp taşınıp, kararını verme hakkına ve hürriyetine
    sahiptir. İsler ittifak, ister ihtilâf edebilir. Mesele şahsî olunca bir
    müslüman sadece ulema ve yöneticilerle değil, peygamber ile de ihtilâf etme
    hakkına sahiptir.

    6.2.6. Hz.
    Peygamber (a.s.)’in Vazifesinin Başlıca İki Hedefi Vardı

    Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’in dünyaya gelişinin ve
    peygam­berlik vazifesinin iki önemli gayesi vardı. Birincisi, Tek Allah’a itaat
    ve bağlılık halkasını insanın boynuna geçirmek. İkincisi de insanların
    boy­nundaki insanlara ait boyunduruğu söküp atmak. Hz. Muhammed (a.s.)’in
    peygamberliğinin bu iki yanı da aynı önemi taşıyordu. Hz. Peygamber (a.s.)’in
    görevinin ilk bölümünün tamamlanması için bütün müslümanların kendisine kayıtsız
    şartsız itaat etmeleri gerekliydi. Kendisine itaat edilme­si, Allah’a itaat
    edilmesine giden yoldu. Başka bir deyimle, Allah’a itaat etmek Peygamber’e itaat
    etmeye bağlıydı. Hz. Muhammed’in, görevinin ikinci kısmını bitirmesi için, ilk.
    önce kendi fikir ve hareketleriyle bir insa­nın başka bir insana itaat etmesi,
    hatta Abdullah oğlu Muhammed’e bile itaat etmesi gerekmediğini, herkesin fikir
    ve vicdan hürriyetine sahip ol­duğunu müslümanlara anlatması, inandırması
    lâzımdı. Aslında bu son de­rece nâzik bir meseleydi, çünkü Hz. Muhammed bir
    yandan peygamber, bir yandan insan olup her iki hüviyeti şahsiyetinde
    toplamıştı. Hz. Pey­gamber (a.s.)’in bu iki kimliği arasında bir çizgi çizmek
    hayli güçtü. An­cak, Rasûlullah (a.s.) Yaradanının kendisine bahşettiği büyük
    meziyet ve hikmet sayesinde başarıyla bu nazik meselenin üstesinden geldi.
    Netice itibariyle bir peygamber olarak ümmetinin kendisine öylesine itaat
    etme­sini sağladı ki, dünya tarihinde böyle bir itaati, böyle bir bağlılığı bir
    daha göremeyiz. Diğer yandan, bir insan olarak, kendisine iman edenlere ve
    ta­raftar olanlara dünya tarihinde ender rastlanabilecek cumhuriyetçi,
    özgür­lükçü ve demokrat lider ve hâkimlerin tanıyabileceklerinden çok daha
    esaslı hak ve hürriyetler tanıdı, Bir taraftan, bir peygamber olarak, Hazreti
    Muhammed(a.s.)’in müslümanlar arasında en büyük itibar, şeref ve haysi­yete
    sahip olduğu, müslümanların kendisine ne kadar çok sevgi ve saygı besledikleri,
    ona nasıl bağlı olduklarını düşünelim; bir taraftan da, böyle­sine büyük sevgi
    ve saygıya lâyık ve böylesine kudretli olmasına rağmen, güncel ve sosyal
    konularda her yerde ve her zaman insanlık hâlini, pey­gamberlik payesinden ayırt
    edebilme kabiliyetine bakalım. Bir düşünelim, bir peygamber olarak kendisine ses
    çıkarılmadan kitlelerin itaat etmeleri­ne alışık olan bir kişi, bir insan olarak
    insanlara ne kadar çok fikir ve vic­dan hürriyeti vermiş, ne kadar çok kendi
    fikriyle ihtilâf etmelerine izin vermiştir. Böyle bir değerlendirmenin sonunda,
    ancak bir peygamberin, böylesine harika bir ayırt etme kabiliyetine, tahammül,
    tevazu ve basirete sahip olabileceği sonucuna varacağız. Bu noktada sanki
    peygamberin şahsî hüviyeti de onun peygamberlik sıfatıyla özdeşleşmiştir. Yani
    pey­gamber iken insandır, insan iken de peygamberdir. Bir peygamber, kişisel
    kimliğine rağmen peygamberlik vazifesini yapabilir. O kişisel kimliği ile
    çalıştığı sırada taraftarlarına fikir hürriyetini aşılıyor, bir insanın nasıl
    eşit olduğunu ve ona nasıl muamele edileceğini öğretiyor, hatta Allah’ın
    pey­gamberi olarak tanıdıkları insanın görüş ve hareketleriyle de ihtilaf etme
    hakkına sahip olduklarını bildiriyor. Doğrusu, Hz. Muhammed (a.s.) müs­lümanlar
    tarafından öylesine seviliyor, sayılıyor ve yüksek mevkide tutu­luyor ki,
    çeşitli dinlere mensup hükümdar, lider, rahip ve din adamları gi­bi kendisini
    kolayca tanrı mevkiine çıkarabilir ve diğer insanları da kendi kulları
    sayabilirdi. Ama, Hz. Peygamber (a.s.)’in söz ve fiillerinin bunun tam aksine
    olduğunu görüyoruz. Rasûlullah bir yerde şöyle diyor:

    “Ben de bir insanım. Ben size dininiz hakkında bir şey söylersem
    söy­lediklerime uyun. Fakat ben kendi görüşümü ileri sürdüğüm zaman, be­nim
    sadece bir insan olduğumu düşünün.”

    6.2.7. Fikir
    Hürriyeti Kavramını Yerleştirme Çabaları

    Bir defasında Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.) Medine’de
    bahçı­vanlara, hurma ağaçlarının yetiştirilmesi konusunda bazı öğütlerde
    bulun­du. Bahçıvan ve çiftçiler bu öğütlere göre hareket etliler, ancak ürün iyi
    olmadı. Konu Hz. Peygamber (a.s.)’e bildirilince kendisi şöyle buyurdu­lar: “Ben
    tahminlerime göre bir şey söylemiştim. Benim tahmin ve şahsi fikirlerime fazla
    ehemmiyet vermeyin. Fakat bir şeyin Allah tarafından ol­duğunu söylediğim zaman
    bana inanın. Çünkü Allah hakkında yalan söy­lemem.”

    Bedir savaşında Hz. Peygamber (a.s.)’in konakladığı yer iyi
    değildi. Hz. Hubab bin Münzir (r.a.) çadırın kurulması için yer seçiminin, vahye
    göre mi yoksa bir muharebe tedbiri olarak mı yapıldığını sordu. Hz. Pey­gamber
    (a.s.) buyurdular ki, konak yeri vahye göre seçilmemiştir. Bunun üzerine Hz.
    Hubab, çadırın başka bir yerde kurulmasının dâha iyi olacağı­nı belirtti ve Hz.
    Peygamber (a.s.) de bu fikri kabul etti.

    Bedir savaşının esirleri konusunda Hz. Peygamber (a.s.)
    sahabelerin fikrini sordu ve kendisi de kişisel görüşünü ileri sürdü. Tarih
    kitaplarına göre, Hz. Ömer ile Hz. Ebû Bekr (r.a.) bu görüşe karşı çıktılar.
    Aynı top­lantıda Hz. Peygamber, damadı Ebu’l Ass’ın durumunu da ortaya attı ve
    sahabelere, ona fidye olarak alınan kolyenin geri verilip verilmemesini sordu.
    Sahabeler bu fikri kabul edince kolye, Ebu’l Ass’a geri verildi.

    Hendek savaşı sırasında, Hz. Peygamber (a.s.) Beni Gatafan ile
    sulh yapma niyetini açıkladı. Medine’deki Ensâr kabilelerinin reisleri bu
    dü­şünceye karşı çıktılar ve dediler ki: “Eğer sulh yapmak vahiy ile
    bildirilmişse, hiçbir itirazımız yoktur, ama değilse o zaman bazı maruzatımız
    vardır”. Hz. Peygamber, onların itirazlarını dinledikten sonra anlaşma metnini
    yırtıp attı.

    Hudeybiye Anlaşması imzalanırken Müslümanlardan bazısı,
    kâfirlere taviz verilmeme ve onların üstünlüğünü kabul etmeme eğiliminde idiler.
    Hz. Ömer bu anlaşmaya açıkça karşı çıktı. Ancak, Hz. Muhammed (a.s.) bu işi
    Allah’ın peygamberi olarak yapmakla olduğunu söyleyince durum­dan şikayet eden
    ve hayli üzülen Müslümanlardan çıt çıkmadı. Hz. Ömer ise ömrünün sonuna kadar,
    Hz. Muhammed (a.s.)’in bir peygamber olarak yaptığı işe karşı çıkmasının
    pişmanlığını ve burukluğunu duydu.

    Huneyn savaşının ardından ganimetlerin dağıtımı sırasında küçük
    bir ihtilaf ortaya çıktı. Ensâr bazı kimselere ganimet mallarının gerektiğinden
    çok cömertçe dağıtılmasına itiraz elliler. Hz. Peygamber onları yanına ça­ğırdı
    ve: “Ben Allah’ın peygamberiyim, ne istersem yaparım” demedi. Ak­sine,
    özgürlükçü bir rejimde hürriyetçi bir liderin tavrıyla ganimet malla­rının
    dağıtımının çeşitli yönlerini arılattı, dağılımın neden böyle yapıldığı­nı
    açıkladı. Yani peygamberliğini karşısındakileri sindirmek amacıyla bir silâh
    olarak da kullanmadı, aksine kabaran duygularını yatıştırdı, akıl ve mantığa
    göre hareket etmelerini sağladı. Ensâr da evlerine memnun dön­düler.

    Hazreti Peygamber (a.s.)’in bu davranışı sadece sahabelere,
    yakınları­na ve toplumun üst tabakasında yer alanlara karşı değildi. Aynı alçak
    gö­nüllülüğü, açık kalpliliği, yumuşak tavrı toplumun en alt tabakasında yer
    alan köle ve hizmetçilere karşı da gösteriyordu. Kölelere hürriyet fikrini o
    verdi. Berre adlı cariye, kocasından nefret ederdi, ama kocası onu bırak­mak
    istemiyordu, halla ona öylesine aşıktı ki caddelerde, sokaklarda onun için
    gözyaşı döküyordu. Olayı duyan Hazreti Peygamber (a.s.) cariye kıza kocasına
    dönmesini söyledi. Kız, “ya Rasûlallah bu bir emir midir?” diye sordu. Hz.
    Peygamber dedi ki, “bu bir emir değil, bir tavsiyedir”. Kız dedi ki, “eğer bu
    tavsiye ise, ben onun yanına girmek istemiyorum.”

    Bu gibi örnekler daha da çoğaltılabilir. Fakat burada önemle
    belirt­mek istediğimiz şey, Hz. Peygamber’in fikir hürriyeti kavramını
    müslü­manlara nasıl yerleştirmiş olduğudur. Gördüğünüz gibi, Hz. Peygamber,
    kendi insanlık hali ve peygamberlik vazifesini her zaman birbirinden ayırt
    edebiliyordu. Şahsen uygun gördüğü görüşü ileri sürerdi ve arkadaşları buna
    serbestçe karşı çıkabilirlerdi. Başkalarının şahsî fikrine karşı çıkmak şöyle
    dursun, bunu teşvik ederdi. Uygun olmayan fikir ve tutmayan bazı tahminlerini
    geri alacak kadar da geniş kalpliydi.

    6.2.8. Hz. Zeyd
    bin Harise Olayının Ardındaki Gerçekler

    Bu açıklamalardan sonra gelin, Hz. Zeyd bin Harise (r.a.)
    olayının ar­dındaki gerçeklere bir göz atalım: Hz. Zeyd ile Hz. Muhammed (a.s.)
    ara­sındaki ilişki çok yönlüydü. Her şeyden önce, Hz. Muhammed (a.s.) bir dini
    önder ve Zeyd O’nun taraftarıydı. İkincisi, Zeyd, Hz. Peygamber (a.s.)’in
    eniştesiydi. Üçüncüsü, Hz. Peygamber (a.s.), Hz. Zeyd’in manevî babası ve
    velisiydi. Zeyd O’nun elinde büyümüştü. Zeyd, karısıyla geçine-meyince onu
    boşamaya karar verdi. Hz. Muhammed (a.s.) gerek bacanağı gerekse velisi olarak
    en uygun şeyi söyledi, yani “Allah’tan kork ve karını boşama”. Fakat,
    evliliklerini bozacak sebepleri ve anlaşmazlığın kaynak­larını bilen Zeyd,
    durumu daha iyi kavrayabilecek mevkide idi. Bu, onun dini inanç ve
    eğilimlerinden çok, ailevi ve şahsi bir meselesiydi. Bu ne­denle, Hazreti
    Peygamber (a.s.)’in sözlerini dinlemeyip eşini boşayıverdi. Burada dikkat
    edilmesi gereken husus şudur: Hz. Muhammed (a.s.). Zeyd bin Harise’ye nasihatini
    bir peygamber değil, bir insan, olarak vermişti. Zeyd de Rasûlullah (a.s.)’in
    sözlerine değil bir insan ve yakınının nasihatlerine karşı gelmişti. Bundan
    dolayıdır ki ne Hz. Muhammed (a.s.) ne de Cenab-ı Allah, Zeyd’in bu davranışını
    yadırgadılar. Eğer Hz. Muhammed (a.s.) yerine başka birisi, birini elinde
    büyütmüş, ona babalık etmiş, her türlü iyilik yapmış, daha sonra bir köle
    olmasına rağmen onunla amca kı­zını evlendirmiş ve karşı çıkmasına rağmen onu
    boşamış olsaydı, tabii ki hayli öfkelenerek şuursuzca hareketlerde
    bulunabilirdi. Ama Hz. Muhammed (a.s.) sadece bir veli değil, bir peygamber idi
    de. Allah’ın peygamberi olarak görevi ve hedefi, insanı insanın boyunduruğundan
    kur­tarmak, insana insanın hakkını vermek, insana hürriyet nimetini
    tattırmak­tı. Bu sebepten dolayıdır ki, bu hususta Hz. Peygamber (a.s.) gayet
    tem­kinli davranarak, Hz. Zeyd’e emir yerine nasihat verdi ve nasihatine
    uyul­madığı zaman da herhangi bir kızgınlık belirtmedi. Bu olay, Hazreti
    Mu­hammed (a.s.)’in kişiliğinde insanlık ve peygamberlik hallerinin hem nasıl
    birleştikleri hem nasıl ayrıldıklarını göstermeye yeter sanırız. Hz. Mu­hammed
    (a.s.) kendi peygamberlik hüviyeti ile insanlık hali arasında öyle­sine güzel
    bir denge kurmuştu ki, bunu ancak Allah’ın Peygamberi başara­bilirdi.

    6.2.9. Hz.
    Peygamber’in Öğrettiği Fikir Hürriyeti

    Hz. Peygamber, insanın Allah’a itaat ile, İnsanlar arasındaki
    ilişkiler­de nasıl bağımsız olabileceğini, ne gibi bir fikir hürriyetine
    kavuşacağını sözleri ve kendi hareketleri ile ortaya koymuştur. O’nun telkin ve
    davra­nışlarına uyan sahabeler, Allah’a itaat ve bağlılık ile insan hak ve
    hürriyet­lerine saygı konusunda eşine rastlanmayan bir topluluk oluşturdular. Hz.
    Peygamber’in sahabeleri ve diğer müslümanlar demokratik ve özgürlükçü
    düşüncelerle yetişip bu konuda erişilmeyecek örnekler verdiler. Müslü­manlar
    fikir ve söz hakkını sonuna kadar kullanabiliyorlardı. Herkes, her­kesle ihtilaf
    etme hürriyetine sahipli. Bir söz veya fikri, sadece büyük bir adam söylüyor
    diye kabul etmeleri düşünülemezdi. Her şeyi ölçüp biçip kabul ederlerdi. Hazreti
    Peygamber (a.s.)’den sonra yeni doğan İslâm dev­letinin başına geçen Hulefâ-yı
    Râşidin istişareye dayalı bir rejimin temeli­ni attılar. Hz. Muhammed (a.s.)’in
    mübarek sohbetinden kaptıkları bağım­sızlık ve hürriyet fikrini her tarafa
    yaydılar. Halifeler bir yandan devletin temelini düşünce hürriyeti, istişare,
    insan hak ve hürriyeti ilkeleri üzerine atarken bir yandan da kendilerini diğer
    müslümanlarla eşit saydılar, emir­lerini bir hükümdar olarak değil, alelâde bir
    vatandaş olarak verdiler ve herkesin kendileriyle ihtilaf etme hakkını
    tanıdılar. Kendi emir ve kanun­larını halka zorla kabul ettirme yoluna
    gitmediler.

    6.2.10. Dört
    Halife’den Sonra Fikir Hürriyeti Kavramı

    Dört Halife’den sonra Ümeyye ve Abbasî saltanatları döneminde
    fikir hürriyeti kavramına ağır darbe indirilme çabalarına şahit oluyoruz. Bu
    dö­nemde hürriyet ruhu baskı, zulüm, işkence, terör, para ve pul yoluyla yok
    edilmek istenmişse de, hürriyetçi müslümanların bir grubu uzun zaman buna karşı
    direnmeye çalışmıştır. İslâm tarihinin ilk üç yüzyılına kadar söz ve fikir
    hürriyetinin hayli parlak örneklerini görmek mümkündür. Si­yasi alanda despot ve
    zâlim hükümdarlara karşı büyük çaplı direniş görül­mezse de, ideolojik ve
    akademik alanda gayet cesaret verici çalışmalar ya­pılmıştır. Bu dönemde, âlim,
    fakih, düşünür ve yazarlar ile aydınların bü­yük bir bölümünün, hâkimlerine
    boyun eğmeyip doğru bildikleri ve İslâmiyet’e uygun olduğunu sandıkları her şeyi
    büyük bir azim ve kararlılıkla savunduklarını görmek mümkündür.

    6.2.11. İmam ve
    Fakihlerin Fikir Hürriyetine Yaklaşımı

    Sahabeler, peygamberden sonra en değerli kişilerdir. Gayet tabii
    ki sahabelerden hemen sonra dünyaya gelen “tâbiîn” sahabelere son derece
    saygılıydılar. Ancak “tâbiîn” (sahabelerden sonra gelen ve Hz. Peygamber
    (a.s.)’in dönemini yaşamamış olanlar), sahabelerin fikirlerini serbestçe tenkit
    edebiliyorlardı. Tabiiler, sahabelerin sözlerini enine boyuna tartışıp doğru
    bulduklarını kabul ederlerdi. Nitekim, İmam Malik (r.a.) sahabeler arasındaki
    görüş ayrılığına temas ederek şunları söylemektedir: “Sahabe­lerin fikirleri hem
    doğru hem yanlış olabilir. Bu hususta siz kendiniz dü­şünüp karar vermelisiniz.”
    Aynı şekilde İmam Ebû Hanife (r.a.) de şunları yazmaktadır: “Sahabelerin iki
    farklı rivâyetinden biri muhakkak yanlış olacaktır.”

    Zâten sahabeler de kendilerinin masum olduklarını, hata
    işlemedikle­rini, sonrakilerin kendi fikirlerini unutup sadece onların fikrini
    kabul et­meleri gerektiğini hiçbir zaman iddia etmemişlerdir. Nitekim, Ebû Bekr
    (r.a.) bir konuda kendi fikrini söylerken şunları eklemeyi unutmazdı: “Bu benim
    fikrimdir. Eğer doğruysa, Allah tarafından olduğunu düşünün, eğer yanlışsa, bu
    benim hatamdır ve ben Allah’tan af dilerim.” Hazreti Ömer (r.a.) ise şunları
    söylemiştir: “Fikir yanlışlığını, ümmet için sünnet haline getirmeyin.” Hz. İbn
    Mes’ûd şu ikazlarda bulunmuştur: “Sakın, kimse din konusunda başkalarını körü
    körüne takip etmesin. Biri müminse öbürü­nün de mü’min, biri kâfirse öbürünün de
    kâfir olması gerekmez. Yanlıştık ve kötülükte kimse kimseyi takip edemez.” İmam
    Malik (r.a.)’in sözleri şöyledir: “Ben bir insanım. Söylediğim sözler yanlış da
    olabilir, doğru da. Siz fikrimi gözden geçirin. Hangisi Kitap ve Sünnet’e
    uygunsa kabul edin, hangisi değilse kabul etmeyin.”

    Tarih kitaplarında İmam Malik (r.a.)’in bir vakası
    nakledilmiştir: “Abbasi halifesi Mansur, İmam’ın kitabı Muvatta’yı bütün İslam
    Alemi­nin Anayasası haline getirmek istiyordu. Gayesi, bütün diğer mezheple­ri
    ortadan kaldırıp, Malikî mezhebini geçerli hale getirmekti.Ama, başka­larının
    fikir hürriyeti, tetkik, tahkik ve içtihad hakkına son derece saygı­lı olan İmam
    Malik, halife Mansur’u böyle bir adım atmaktan alıkoy­du”. İmam Ebû Yusuf ise
    şunları yazıyor. “Sözümüzün kaynağının ne olduğunu bilmeden bir kişinin bizim
    sözümüze inanması doğru değil­dir.”

    İmam Şafiî aynı konuda şunları söylüyor. “Delil aramaksızın ilim
    tah­sil eden şahıs tıpkı, gece karanlığında odun toplayan adam gibidir. Bu adam,
    gece topladığı odunlar arasında, kendisini sokabilecek bir yılanın saklı
    olabileceğinden habersizdir.”

    6.2.12. İslâm’da
    Fikir Hürriyeti Kavramının Ortadan Kalktığı Dönem

    Hz. Peygamber (a.s.)’in müslümanlara aşıladığı fikir hürriyeti
    mefhu­mu, Hicret’ten sonra 300 yıl kadar muhtelif şekillerde devam elti.
    Müslü­manların önemli bir bölümü ilk yıllarda siyasî ve diğer alanlarda, daha
    sonra ilmi alanda fikir özgürlüğü, araştırma, eleştiri ve yorum yapma hak­larını
    kullanmaya devam ettiler. Ne var ki, daha sonraki çağlarda, hâkim sınıfın baskı
    ve zulmünün giderek artması, aydın kesimin de ilme hizmet­ten vazgeçip, menfaat
    ve İkbal için, takip etlikleri yoldan ayrılmaları yü­zünden fikir hürriyeti
    kavramı havaya uçup gitti. Düşünen kafalardan dü­şünme hakkı alındı, gören
    gözlerden görme kabiliyeti gasp edildi, konuşan diller de kökünden koparıldı.
    Saray ve divanlardan başlayarak medrese ve tekkelere kadar her yerde
    müslümanlara, dalkavukluk, uşaklık ve kölelik dersi verilmeye başlandı. Kalb,
    beyin, ruh ve beden hepsi zincire vuruldu. Sultan ve padişahlar, insanları
    kendilerine secde ettirmek suretiyle insan­lara tapma geleneğini getirdiler.
    Medreselerde büyüklere kayıtsız şartsız itaat etme eğitimleri yapıldı.
    Tekkelerde “biat” sünneti tahrif edilerek ken­dilerini veli, sofu ve evliya ilân
    eden kişilere kölelik yapma devri açıldı. Allah’tan başka kimselerin karşısında
    eller bağlı olarak durulmaya başlandı.İnsanlar, insanın tanrısı oluverdi.
    Kısacası, tevhid ve peygamberlikle il­gili getirilen bütün hükümler ve emirler
    bir tarafa itildi. Açıkça şirk gibi bir günah işlenmeye başlandı. Netice
    itibariyle, müslümanlar, ilmi, ruhi, ahlâki, içtimai, iktisadi, fenni ve siyasi
    hiçbir gelişme kaydetmeden hızla çöküşe doğru sürüklendiler.

    6.3. PEYGAMBERLİK VE FONKSİYONU

    Herhangi bir peygamberin, insan olması bakımından, itaat
    edilmesi ve örnek alınmasının şart olmadığı kesindir. Hz. Musa (a.s.)’a, İmran
    oğlu Musa olması bakımından itaat edilmiyor. Hz. Îsa (a.s.)’nın, Meryem oğlu Îsa
    olduğu için örnek alınması gerekmez. Aynı şekilde Hz. Muhammed (a.s.)’e,
    Abdullah oğlu Muhammed olarak itaat etmek şart değildir. Onlara itaat ediliyor,
    onların hayatı örnek alınıyorsa, bu onların Allah’ın peygam­berleri olmalarından
    ileri geliyor. Allahu Teâlâ onlara, alelâde insanlara verilen bir ilim
    vermemiştir, sıradan insanlara bahşedilen hidayeti bahşet­memiştir; aksine diğer
    insanların kendi akıl gücüyle veya peygamberleri yol göstermedikçe
    başaramayacakları seviyede yetenek, bilgi ve güç ver­miştir. Şimdi gelelim,
    sorumuzun daha sonraki bölümüne; bir peygambere hangi işlerde itaat etmek
    zorunlu, hangi işlerde zorunlu değildir. Yani peygamberlere itaatin sınırı var
    mıdır, varsa ne kadardır?

    6.3.1. Birinci
    Grubun Görüşü

    Müslümanların bir grubu var ki itaat ve bağlılığın sadece Allah
    tara­fından O’nun peygamberine gönderilen Kitaba mahsus olduğunu savunup durur.
    Bu gruba göre, kitabı tebliğ ettikten sonra peygamberin peygam­berlik hüviyeti
    de sona ermiş olur. Kitabullah insanlara indikten sonra peygamber rasgele bir
    insana dönüşür. Bu grubun savunduğu diğer bazı düşünceler şunlardır: Hükümdar,
    hakim, lider ve önderlere itaat yalnızca düzenin korunması ve otoritenin
    sağlanması için lâzım olup, dini bir zo­runluluk değildir. Alim, düşünür ve
    hukukçulara, kabiliyet ve bilgi dere­celerine göre saygı gösterilmelidir. Bu
    itaat ve bağlılık da seçmeli olup bağlayıcı bir tarafı yoktur. Aynı durum
    Allah’ın peygamberi için de geçer­lidir. Allah’ın kitabını dünyaya ve insanlara
    getirdikten sonra peygamber, peygamberlik niteliğini kaybedip sıradan bir insan
    haline gelir. Bir hâkim ve hükümdara da bağlılık onun iktidar sahibi olmasından
    ileri gelir ve ik­tidardan düşer düşmez bu kimliğini yitirir. Bir şahsın hâkim
    olarak etkin­liği, sadece karar alanının sınırları dahilindedir. Bir hakim,
    karar ve yetki alanının dışında gerçek bir hakim değil, bir hukukçu olarak kabul
    edilecek ve verdiği karar ancak benzeri şartlarda örnek olarak
    kullanılabilecektir. Eğer biri mütefekkir veya filozof ise sözleri ve vecizeleri
    kendi değerleri­ne göre göz önüne alınmalıdır.Aynı şekilde iyi ve dürüst bir
    insan ise, onun söz ve davranışları ancak gönüllü olarak örnek alınabilir. Bu
    gruba göre bir peygamber sırasıyla bir hükümdar, hâkim, mütefekkir ve iyi bir
    insan ise, bu hüviyetteki bütün söz ve hareketlerini benimsemek veya
    benimsememekte serbestiz. Bütün bu ayrı ayrı hüviyet ve mevkilerde kul­landığı
    sözler ve yaptığı hareketler o mevki ve işinin icabı olup, bunları bir
    peygamberin söz ve fiilleri gibi kabul etmek doğru değildir.

    6.3.2. İkinci
    Grubun Görüşü

    Başka bir grup, bu görüşte az bir değişiklik yapar. Bu gruba
    göre, peygamberin görevi sadece Allah’ın kitabın dünyaya getirmek değildir. O
    kitapta yer alan emir, tâlimat ve kanunları şahsen uygulamak suretiyle ümmetine
    örnek olmalıdır. Bu bakımdan, peygamberin ibadet ve diğer di­ni vecibeler ile
    ilgili gösterdiği örneğe uymak aslında Kitabullah’a uymak­tır ve bu dini bir
    vecibedir. Ancak peygamberin bir insan olarak işgal etti­ği hükümdar, hakim ve
    kadı gibi mevkiler ve taşıdığı ıslahatçı, düşünür, vatandaş ve cemiyetin bir
    ferdi gibi sıfatlarla yaptığı işler ve söylediği sözlerin kalıcı ve evrensel bir
    nizamname teşkil etmediği ve dolayısıyla bunun dinen farz olmadığı kesindir.

    6.3.3. Üçüncü
    Grubun Görüşü

    Üçüncü grup, peygamberin peygamberlik hüviyetinin, hayatının
    bü­yük bir bölümünü kapsadığını, ahlâkî, toplumsal ilişkiler, resmi uygulama ve
    hukukta veya bazı diğer alanlarda onun söz ve uygulamalarına uyma­nın Allah’ın
    talimatına uymak olduğunu kabul eder. Fakat aynı zamanda peygamberin
    peygamberlik ve insanlık halleri arasında ayırım yapar. Bu gruba göre, Hz.
    Peygamber (a.s.)’in belli bazı söz ve fiillerinin örnek alın­ması gerekli
    değildir. Ama bu grup, nebinin peygamberlik ile insanlık du­rumları arasında
    ayırım yapmakta hayli güçlük çeker.

    6.3.4. Dördüncü
    Grubun Görüşü

    Dördüncü gruba göre, nebinin kişisel ve peygamberlik durumları
    bir­birinden farklı olmasına rağmen ikisi de aynı kişide birleşiyor ve bunlar
    arasında fiilen ayırım yapmak imkânsızdır. Bu grub diyor ki: Peygamber­lik öyle
    hepimizin bildiği sıradan makamlardan değildir ki, onlar bu ma­kamda
    bulundukları sürece peygamber, bundan iner inmez de alelade in­san olsunlar?
    Bilakis, bir peygamber göreve çağırıldığı andan ölümüne kadar sürekli görevde
    sayılır. Bir peygamber, temsilcisi olarak gönderildi­ği saltanatın ruh ve
    yapısına aykırı herhangi bir harekette bulunamaz, ömründe yaptığı bütün işler,
    ister İmam veya hükümdar olarak olsun, is­ter toplumun bir bireyi, bir koca, bir
    baba, bir kardeş, bir akraba veya bir dost olarak olsun, hepsi peygamberlik
    damgasını taşır. Her ne iş yaparsa yapsın, her neyle meşgul olursa olsun, her an
    ve her zaman bir peygam­berdir ve örnek alınmaya lâyıktır. Nitekim, zevcesiyle
    birlikte yatakta ol­duğu sırada bile, camide namaz kıldırdığı sırada olduğu gibi
    Allah’ın rasûlüdür. Hayatın çeşitli alanlarında yaptığı işleri Allah’ın
    hidayetiyle ya­par. O, her an sıkı bir şekilde Allah’ın gözetimindedir. Bu
    sebeple, her an Allah’ın çizdiği yol ve sınırların içinde harekete mecburdur.
    Kendi sözleriyle, hareketleriyle ve hayati yaklaşımıyla adeta insanlığa, “bakın,
    birey­sel ve toplumsal düzeniniz bunlar üzerinde kurulmalıdır” demek ister. Bir
    peygamber, ferdî, ailevî ve toplumsal vazifelerini resmî vazifesi gibi yeri­ne
    getirmeyi bir borç bilir. Bir konuda en ufak bir hatası Allah katında kaydedilip
    hemen düzeltilir. Çünkü onun küçük bir hatası, ümmetinin bü­yük bir hatasına yol
    açabilir. Zaten dünyaya gönderilmesinin amacı, bir “müslüman”ın hayatının ne
    olduğunu fiilen göstermektir. O, insanları bi­reysel yaşantılarında Allah’ın
    emir ve talimatına göre hareket etmeleri için uyarmakla kalmayıp, gerçek anlamda
    bir müslüman toplumunun vücuda gelmesini de sağlar. Peygamber âncak masum ve
    hatasız olmak suretiyle müslümanların sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel
    alanlarda mükemmel bir sistem ve düzen kurmalarına yardımcı olabilecektir.
    Elbette ki pey­gamberin söz ve fiillerine sadakat ve itaatin çeşitli dereceleri
    vardır. Bazı­ları farz ve vacip iken, bazıları isti’cap ve istikmal
    derecesindedirler. Yani bazılarına uymak şart iken, bazılarına uymak için ağır
    şartlar getirilme­miştir. Ama, umumi olarak peygamberin bütün hayatı, ümmeti
    için bir model ve örnektir en doğru ve emin yol, bu modele uymaktır. Gerçekten
    her kim bu “model”e en çok uymuş ve yaklaşmışsa, o gerçekten mükem­mel insan ve
    dindar bir müslümandır. Aynı şekilde bu modelden uzakla­şan kişi sapıklık,
    ahlâksızlık ve dinsizlik çukuruna yuvarlanır.

    Bence, bu son grup doğru yoldadır. Hem Kur’an-ı Kerim, hem
    aklı­mın ışığı altında bu konuyu düşündükçe yukarıdaki grubun haklılığına
    inancım giderek güçleniyor.

    6.3.5.
    Çocukluktan İtibaren Peygamberlerin Terbiyesi İçin Alınan Özel Tedbirler

    Kur’ân-ı Kerim’de peygamberler hakkında anlatılan kıssalar?
    okuduk­tan sonra şu gerçeğe vardım ki, Allah rasgele ya da birden bire bir
    kişiyi peygamber yapmaz. Allah, bir kişiyi yoldan çevirerek kendi kitabını
    gön­dermeye memur etmez. Rabbimiz, bir kişiyi “part time” ya da geçici
    çalış­tıran bir patron değildir ki, birini geçici bir süre için elçisi veya
    habercisi yapsın. Peygamber kıssalarını karıştırdığımızda, peygamberlik vazife
    ve makamının belli bir plân ve düzen içinde verildiğine tanık oluruz. Allah’ın
    belli bir kişiyi bir kavimde yaratmasının amacı zaten onu ilerde peygam­ber
    yapmaktır. Bu insan doğuştan itibaren öyle bir terbiye görüyor ki, peygamberlik
    için gerekli olan bütün üstün zihnî, ruhi yetenek ve güçleri kazanmış oluyor.
    Çocukluk çağında özenli bakılıyor ve yetiştiriliyor. Çocukluktan erginlik çağına
    girip olgunlaşıncaya kadar kötülükler ve ahlâksızlıklardan arınmış oluyor.
    Çeşitli görünmez kaza ve belâlardan kurtarı­lıyor. Peygambere peygamberlik
    vazifesi verildikten sonra bilgisi, irade gücü, karar verme kabiliyeti ve diğer
    meziyetleri de arttırılıyor ve Allah yolunda tam faaliyet gösterecek hale
    getiriliyor. Bundan böyle bütün hayatı Allah’a adanmış oluyor. Artık dünyada
    insanları hidayete davet et­mek, onlara Allah’ın kitabı, emir ve talimatını
    iletmek, onları eğitmek, ibadet ve nefisleri ıslah etmekten başka iş
    kalmamıştır. Gece, gündüz, otururken, yürürken tek düşüncesi ümmetini doğru yola
    getirmektir. O, her zaman “tam gün” mesai yapan insandır, istirahat, izin veya
    grev O’nun için düşünülmeyecek kavramlardır. Aslında onun için zaman kavramı
    yoktur, O 24 saat görev başındadır. En büyük amir olan Allah (cc.) ve O’nun
    denetçileri, peygamberin her ân görevde olduğunu gözetlemekte­dirler. Bunlar
    peygamberin en küçük hala yapmasına imkân bırakmazlar, O’nun kötü yola düşmesini
    de önlerler. En ufak bir tereddüt geçirdiği veya hata işlediği ân uyarılabilir
    ve tekrar düzeltilebilir.

    Burada söylediğim her söz Kur’ân-ı Kerim’e aittir.
    Peygamberlerin çocukluklarından itibaren peygamberlik mevkii için
    hazırlandıklarına dair Kur’ân’da çeşitli örnekler vardır. Meselâ, Hz. İshak
    (a.s.) doğmadan önce, Hazreti İbrahim (a.s.)’e doğumu ve peygamberliği
    müjdelenmiş oluyor:

    “Biz muhsinleri işle böyle mükâfatlandırırız. O bizim mü’min
    kulları­mızdandı. O’na Salihlerden bir peygamber olmak üzere İshâk’ı
    müjdele­dik”. (Saffat; 110-112)

    Hz. Yusuf henüz çocuk iken, Allah’ın seçkin kulları arasında yer
    ala­cağı ve İbrahim ile İshak (a.s.) gibi Allah’ın nimetlerine nail olacağı, Hz.
    Yakub (a.s.)’a bildiriliyor. Hz. Zekeriya (a.s.), kendisine bir evlât ihsan
    edilmesi için Allah’a dua ederken, ona Hz. Yahya (a.s.)’nın doğacağı müj­desi
    şöyle veriliyor:

    “Zekeriya mihrapta ayaküstü durup bu duayı eylediği sırada melek
    O’na, Allah, seni kelimesini tasdik eden, seyyid ve şehevattan kaçınan,
    salihlerden bir peygamber olan Yahya ile müjdeler, diye nida elti”. (Al-i İmrân;
    39)

    Hazreti Meryem’e iyi huylu bir çocuğun doğacağına dair haber
    ver­mek üzere bir melek gönderilip, Hz. Îsa (a.s.)’nın doğum ânı yaklaştığında,
    bu çocuğun doğumunun kolaylaştırılması için tedbirler alınır. (Bk: Meryem
    sûresi, ikinci rükû). Bu arada, Mukaddes Tuva vadisine çağrıla­rak kendisiyle
    konuşulan İsrailli çobana da dikkat edilmelidir. Bu çoban sıradan çobanlardan
    değildi. Bu çoban, Mısır’da Firavun’ları yok etmek ve İsrail oğullarını rezil
    hayatlarından kurtarmak amacıyla dünyaya gelmişti. Bu zât henüz bebekken,
    kılıçtan geçirilmeden kurtarılmış, bir sepete ko­nup, Nil nehrinin sularına
    bırakılmış ve bizzat öldüreceği Firavun’un sara­yına götürülmüş, O’nun tatlı
    yüzü saraydakileri büyülemiş ve orada dikkat ve itina ile yetiştirilmişti. Bütün
    bunları Kur’ân-ı Kerim’de görmek müm­kündür.

    6.3.6. Olağanüstü
    Yetenek ve Güçler

    Peygamberler olağanüstü yetenek ve güçlere sahip olurlar.
    Karakter­leri temiz olur. Öyle bir zihne sahip olurlar ki, doğru yoldan
    sapmaları mümkün olamaz. İçgüdüleri ve tabiatları daima iyiye, güzele
    yönelmeleri­ne yardımcı olur. Alelâde insanların uzun. zaman uğraştıktan sonra
    bile göremedikleri gerçekleri en kısa zamanda görürler. Bir meselenin sonucu­nu
    derhal sezebilirler. Bilgi ve kültürleri, maddi ve gözle görülür yollarla değil
    manevî ve vehbî yollarla elde ederler. Hak ile batılı, doğru ile yanlı­şı derhal
    teşhis edebilirler. Tabiat itibarıyla doğru düşünür, doğru hareket ederler.
    Meselâ, Hz. Yakub (a.s.)’a bakın. Hz. Yusuf (a.s.)’u rüyasında gö­rür görmez,
    O’nu kardeşlerinin yaşatmayacakları hakkında şüpheye düşer. Hz. Yusuf (a.s.)’a
    kardeşleri oyun oynamak bahanesiyle evden uzaklaştı­rırken, Hz. Yakub (a.s.)
    onların niyetini çok iyi bilmekte hatta onların ilerde ne gibi bahane
    uyduracaklarını da sezmektedir. Daha sonra, Yu­suf’un kardeşleri, kanlı
    gömleğini getirip babalarına gösterirken de Hz. Yakub oynadıkları oyunun
    farkındadır. Aynı şekilde Hz. Yusuf’un kardeş­leri Mısır’dan dönüp, Hz. Yakub’a
    Yusuf’un kardeşinin hırsızlık yaptığını ve buna delil olarak olayın geçtiği
    kasabanın sakinlerinin de bunu bildik­lerini söyledikleri zaman Hz. Yakub
    onlara, “bunda nefsinizin mutlaka bir hatası vardır” der. Sonra oğullarını
    tekrar Mısır’a gönderir ve der ki, “gi­din ve Yusuf’un kardeşini bulun.” Yani,
    aradan yıllar geçmesine rağmen Hz. Yusuf’un yaşadığına inanmakla ve Mısır’da
    olduğunu sezmekledir. Bundan sonra Hz. Yakub’un oğulları, Mısır’dan Hz. Yusuf’un
    gömleğini alıp yola çıktıkları zaman, kendilerinden binlerce kilometre uzakta
    olma­sına rağmen Hz. Yakub, sevgili oğlunun kokusunu alabilmektedir. Bu
    ör­nekten anlaşılacağı gibi, peygamberlerin duyuları, duyguları ve manevî
    sezgileri çok kuvvetlidir. Bu durum sadece Hz. Yakub’a mahsus değildir, bütün
    peygamberler böyledir. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Yahya (a.s.) ile ilgili şu
    kayıtlara rastlıyoruz:

    “Ve çocuk iken O’na hikmet (nübüvvet) verdik. Tarafımızdan O’na
    kalp yumuşaklığı ve günahlardan temizlik verdik”. (Meryem; 12-13)

    Hazreti Îsa (a.s.)’nın ağzından da, henüz beşikte iken şu sözler
    söyleni­yor:

    “Beni nerede olursam mübarek kıldı. Hayatla olduğum müddetçe
    ba­na namazı ve zekâlı emretti. Beni anneme hayırlı ve hürmetkâr kılıp zor­ba
    bir bedbaht yapmadı”. (Meryem; 31-32)

    Hazreti Peygamber Efendimiz (a.s.) hakkında ise şunlar söylenir:

    “Sen pek büyük bir ahlâk üzerindesin”. (Kalem; 4)

    Kur’ân-ı Kerim’deki bu ifadeler, peygamberlerin olağanüstü
    yetenek ve güçlere sahip olduklarına açık birer işarettirler. Peygamberlerin bu
    giz­li yetenek ve güçleri, peygamberlik payesine yükselmelerinden sonra,
    büsbütün açığa vurulur. Kur’ân-ı Kerim’de bu meziyet, kabiliyet ve kuv­vetler
    “ilim”, “hüküm”, “hidayet” ve “beyyine” gibi kelimelerle ifade edil­miştir.
    Hazreti Nuh (a.s.) ümmetine şöyle der:

    “Allah’tan gelen vahiyle sizin bilmediğinizi biliyorum”. (Araf;
    62)

    Hz. İbrahim (a.s.)’e yerde ve gökteki eşya ve nimetler
    tanıtılıyor (En’âm: 75) ve bu gezintiden bilgi ve inanç hazinesiyle döndüğü
    zaman babasına şöyle diyor:

    “Ey babam, bana, sana gelmeyen bir ilim gelmiştir. O halde, bana
    uy ki, seni doğru yola hidayet edeyim”. (Meryem; 43)

    Hz. Yakub (a.s) hakkında şöyle denmiştir:

    “Şüphesiz kendisine öğrettiğimiz ilmin sahibi idi. Lâkin
    insanların çoğu bunu bilmezler”. (Yusuf; 68)

    Hz. Yusuf (a.s.) hakkında da şunlar söylenmiştir:

    “Yusuf, erginlik çağına girince O’na hikmet ve ilim verdik”. (Kasas
    14)

    Hz. Lût hakkında yine aynı şey söylenmiştir:

    “Aynı ilim ve hikmet Hz. Lût (a.s.)’a da verilmiştir”. (Enbiya;
    74)

    Ve bu olağanüstü ilim ve hikmete Hazreti Muhammed (a.s.) da nail
    oldu:

    “Allah sana Kitab’ı ve hikmeti indirdi ve bilmediğin şeyleri
    öğretti”. (Nisa; 113)

    ” De ki: ‘Ben Rabbim’den apaçık beyyine üzereyim”. (En’am; 57)

    “De ki, ‘Bu benim yolumdur. Ben Allah’a bir basiret üzere dâvet
    edi­yorum. Ben ve bana tabi olanlar (böyleyiz).” (Yusuf; 108)

    Allah tarafından ihsan edilen bu ilim ve hikmet yüzünden,
    peygam­berler ile diğer İnsanlar arasındaki fark, gözleri görenler ile gözleri
    kör olanlar kadar büyümüş olur:

    “Ancak bana vahyolunan şeye tabi olurum. De ki: ‘Görmeyenle
    gö­ren bir olur mu? Hiç düşünmüyor musunuz?”. (En’am; 50)

    Yukarıdaki ayetlerde bahsedilen şey sadece Kitabullah değildir.
    Bu ilâhî bir nurdur ve peygamberlerin kalbini aydınlatmaktadır. Bu sebeple
    bundan ayrıca bahsedilmiştir ve peygamberlerin müstesna bir vasfı olarak
    gösterilmiştir. Bu nur ve ışık sayesinde peygamberler her şeyi görebiliyor, her
    şeyin farkına varabiliyorlar. Ulema bu ilâhî ışığa “gizli vahiy” adını
    vermişlerdir.

    6.3.7. Allah’ın
    Müşahedesi ve Himayesi

    Kur’ân-ı Kerim, Allahu Teâlâ’nın peygamberlere olağanüstü ilim,
    hik­met ve irade gücü vermesinin yanı sıra onları her an güzelim altında
    tuttu­ğunu, hata yapmalarını önlediğini, kötü yola sapmalarına izin vermediğini
    ifade eder. Cenabı Hak, isler insani sebeplerden, ister şeytani vesveselerden
    olsun, peygamberlerin yanlışlık yapmalarına mani olur. Bir pey­gamber insani
    zaaflara düşerek içtihat veya karar verme konusunda dahi herhangi bir yanlışlık
    yaparsa, Yüce Allah onun kararını derhal düzeltir. Meselâ, Hz. Yusuf (a.s.)’un
    hikâyesine bakalım. Hz. Yusuf, Mısır hâkiminin karısının cazibesine kapılıp
    oyuna gelmek üzere iken, Allah’ın “bürhân”ı veya işareti üzerine hatasından
    kurtuluverdi.

    “Kadın Yusuf’a niyeti kurmuştu. O da kadına niyetlenmişti. Eğer
    Yu­suf Rabbinin burhanını görmeseydi (olan olurdu). Bu şekilde O’ndan fe­nalığı
    ve fuhşu çevirdik. Çünkü, O, bizim muhlis kullarımızdandı”. (Yusuf; 24)

    Hazreti Musa ile Hz. Harun (a.s.)’a, Firavun’a gitme emri
    verildiği za­man, Firavun’un kendilerine kötülük yapabileceğinden korktular.
    Bunun üzerine Cenab-ı Allah onlara dedi ki, “hiç korkmayın, ben sizinle
    berabe­rim ve her şeyi görür ve işitirim”. (Tâhâ; 45-46).Yani Hz. Musa ile Hz.
    Harun insani zaaf yüzünden kuşkulanıyor, korkuyorlardı. Ama, Cenab-ı Allah bir
    vahiy ile bu korkuyu giderdi.

    Hz. Nuh (a.s.) oğlunun boğulduğunu görürken bağırıverdi:
    “Allah’ım, bu benim oğlumdur”. Bu bir insani zaaftı. Allah kendisine hemen vahiy
    gönderip, oğlunun elbette O’nun kanını taşıdığını, ancak kötü huylu ve kö­tü
    karakterli olduğu için O’nunla hiç ilgisi bulunmadığını önemle belirtti. Beşeri
    zaaf ve baba sevgisi, bir peygamberin, hak konusunda baba-oğul ilişkisinin hiç
    önemli olmadığı gerçeğini bir ân için görmesini önlemişti. Ama Yüce Allah,
    gözündeki bu perdeyi çekip gerçeği tekrar görmesini sağladı.

    Hz. Muhammed (a.s.)’in başından da buna benzer olaylar
    geçmiştir. Hz. Peygamber (a.s.) merhametli şahsiyeti, kâfirleri en kısa zamanda
    müs­lüman yapma düşüncesi, kâfirlerin gönlünü alma fikri, insanların kendisi­ne
    yaptığı iyi işlerin bedelini ödeme heyecanı ve münafıkların hareketleri­ni ıslah
    etme niyetiyle herhangi bir karar vermekte hata edince, Allah va­hiy ile bunu
    düzeltmiştir. Meselâ şu ayetlere bakın:

    “Kendisine o âmâ geldi diye. Ne bilirsin? Belki o
    temizlenecekti.”. (Abese; 2-3)

    “Hiçbir peygamberin yeryüzünde zaferler kazanıncaya kadar
    esirler alması vaki olmamıştır” (Enfâl; 67)

    “Onlar için istiğfar etsen de etmesen de, bir eğer onlar lehinde
    yetmiş kerre istiğfar ey les en de Allah onları mağfiret etmez”. (Tevbe; 80)

     “Onlardan ölen bir kimse üzerine katiyyen namaz kılma”. (Tevbe;
    84)

    “Ey peygamber, zevcelerinin rızasını kazanmak için, Allah’ın
    sana helâl kıldığı şeyleri niçin kendine haram ediyorsun?” (Tahrim; 1)

    Bazı kimseler, bu ayetleri, Hz. Peygamber (a.s.)’in hata yaptığı
    ve kendisinin masum olmadığını göstermek için birer delil olarak kullanırlar.
    Özellikle, “Ehl-i Kur’ân” olarak bilinen mezhebe mensup olanlar ve hadis­leri
    tanımayanlar, bu işi daha bir zevkle yaparlar. Fakat bu beyler önemli bir
    gerçeği görmezlikten geliyorlar. Aslında diğer hadis ve ayetlerden da­ha çok bu
    ayetler, Sevgili Peygamberimiz (a.s.)’in üstün bir insan ve Al­lah’ın inkâr
    edilmez rasûlü olduğunu gösteriyor. Zira, bu ayetler, Allah’ın, peygamberleri ve
    özellikle Hz. Muhammed (a.s.)” kötülükler ve yanlışlık­lardan korumak amacıyla
    fevkalâde tedbirler aldığını ispatlıyor. Yani, Hz. Peygamber (a.s.)’in herhangi
    bir hatasına göz yumulmamış ve derhal dü­zeltilmiştir. O halde, bu ufak tefek
    hata ve yanlışlıkları bahane ederek Hz. Peygamber (a.s.)’ı ve O’nun sözleriyle
    fiillerini inkâr etmek düpedüz dalâlettir. Bu hususta Kur’ân-ı Kerim’de çeşitli
    işaretler bulunmaktadır:

    “Eğer Allah’ın fazlı ve rahmeti senin üzerine olmasaydı,
    onlardan bir grup, seni de saptırmak için tasarı kurmuştu. Oysa onlar, ancak
    kendi nefislerini saptırırlar ve sana hiçbir şeyden zarar veremezler. Allah,
    sana Kitabı ve hikmeti indirdi ve sana bilmediklerini öğretti Allah ‘ın
    üzerinde­ki fazlı (lütuf ve ihsan) çok büyüktür”. (Nisa; 113)

    “Az daha onlar, seni, sana vahyettiğimizden ayırarak, ondan
    başka­sını bize iftira etmen için fitneye düşüreceklerdi.”

    “Eğer biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, onlara bir parça
    meyle­decektin”. (İsra; 73-74)

    “Biz senden evvel hiçbir Rasûl veya Nebi göndermedik ki, o bir
    şey temenni ettiği zaman Şeytan onun arzusuna fitne karıştırmış olmasın. Al­lah,
    Şeytan’ın ilkâ ettiği fitneyi bozar. Sonra da kendi ayetlerini tahkim eyler”. (Hacc;
    52)

    Gördüğünüz gibi, Cenab-ı Allah, peygamberlerin hatalarını
    düzeltme­yi ve onların bazı yanlış karar ve hareketlerini ıslah etmeyi bir
    gelenek ha­line getirmiştir. Allah, peygamberlerin ister şahsî ister içtimaî
    olsun, her konudaki hatalarını ânında düzeltmektedir. Bu prensip kabul edildiği
    tak­dirde peygamberlerin Allah’ın müdahale etmediği veya düzeltmediği ka­rar ve
    işlerinin Allah’ın koyduğu kaide ve kurallarına uygun olduğu ve hatta Allah’ın
    onayından geçtiği de kabul edilmelidir.

    6.3.8.
    Değerlendirme

    Buraya kadar anlattığımızı özetlersek, peygamberler sıradan
    İnsanlar değildir. Peygamberliğe yükseltilen kişiler özel bir şekilde
    yetiştirilir, bir takım olağanüstü bilgi, yetenek ve güce kavuşturulur ve
    peygamberlik makamıyla şereflendirildiği zaman mükemmel bir insan durumunda
    olur. Bir kişi yoldan çevrilip peygamber yapılmaz. Her ne kadar bazı
    peygam­berlerin, resmen peygamberliğe getirilmesi kendileri için beklenmez ve
    şaşırtıcı olay gibi görünürse de, kendilerinin bu işe uzun zamandan beri, hatta
    doğduklarından itibaren hazırlandıkları anlaşılır. Bu bakımdan, bir peygamberin
    görevinin sadece Allah’ın vahyini veya kitabını getirip inzi­vaya çekilmekten
    ibaret olduğunu düşünen İnsanlar yanlış yoldadır. Yazı­mızın başında
    bahsettiğimiz ilk grubun durumu budur. Peygamberlik kav­ramını iyi bilen bir
    kişi, ikinci grubun da hatalı olduğu kanısına varır. Bi­lindiği gibi, bu grup
    sıradan İnsanlar ile peygamber arasındaki farkın, sa­dece Allah’ın kitabını
    getirip bunun ayrıntılarını insanlara anlatması ve bir hükümdar, hâkim, kadı,
    lider veya idareci olarak tesadüfen işgal ettiği gö­revlerde bulunduğu müddetçe
    bu yetkilerini kullanması olduğunu ileri sü­rer. Aynı şekilde üçüncü grubun,
    peygamberlerin insanî ve peygamberlik hüviyetleri arasında kesin bir ayırım
    yapması da doğru değildir. Bir pey­gamberin bazı söz ve hareketlerinden bir
    kısmını canımız isteyince alıp, bir kısmını da canımız isteyince atmak mümkün
    değildir. Bir peygambe­rin hayatı bir bütündür ve sözleri ile fiilleri ya
    tamamıyla kabul, ya da ta­mamıyla reddedilmelidir.

    6.3.9. Peygamber
    Mükemmel Bir İnsandır

    Kur’ân-ı Kerim’in ışığında peygamberlik mevkii ve makamı
    incelen­diğinde yukarıdaki üç görüşün de yanlış olduğu ortaya çıkar. Kur’ân-ı
    Kerim bir kişinin aniden veya hiç hesapta yokken peygamber olmadığına işaret
    eder. Bir peygamber çekirdekten yetişir ve doğmasının sebebi de ilerde
    peygamberliği üstlenmesidir. Gerçi peygamber de bir insandır ve insanların bazı
    tabii zaaflarını taşır, ama bu zaaf ve sınırlara rağmen o mü­kemmel bir kişidir.
    Bir insanın sahip olabileceği bedenî, zihnî, psikolojik ve ruhî yetenek ve
    güçlerin en iyisine sahip olur. Kişiliği, denge ve itida­lin bir simgesi olur.
    Zekâsı ve hayal gücü o kadar kuvvetlidir ki, ânında bir meselenin gereğine vakıf
    olur. Huyu ve karakteri öylesine temiz olur ki, herhangi bir dış etken, vaaz,
    telkin veya eğitim olmaksızın şehvani dü­şünce, fiil, sapıklık ve ahlâksızlıktan
    kaçınır. Öyle bir sağduyuya sahip olur ki, doğru ile yanlışı,1ıak ile batılı
    ayırt edebilir ve ilahî hidâyeti bulu­verir. Kendi ölçülü düşünce ve kararıyla
    Allah’ın hoşlandığı şeyleri yapar, hoşlanmadığı şeylerden kaçınır. İşte tekâmül
    etmiş, mükemmelleşmiş in­sanlık budur. Peygamber bu sıfatıyla Allah’ın gerçek
    bir halifesidir. Hidâ­yet nuru ve peygamberlik şerefiyle cilalanan, yoğrulan ve
    pekişen insanî vasıflar, peygamberi her tarafa ışık saçan bir kandil ve parlayan
    bir yıldız haline getirir. Sözün kısası, peygamberlik geçici bir ünvan ve vazife
    de­ğildir. Bu, bir insanın tabiatında vardır. Peygamberlik dünyevi ünvan ve
    makamlar gibi bir şey değildir. Yani bir peygamber, valilik veya kayma­kamlığa
    yapılan atama gibi peygamberliğe atanmaz. Peygamberlik doğuş­tan varolan, Allah
    vergisi bir şeydir. Bu bakımdan, bir nebi veya peygam­berin şahsî yanı da
    aslında peygamberlik yanıdır. Aradaki fark bir pey­gamberin resmen peygamberliğe
    getirildikten sonra bütün meziyet ve selâhiyetlerinin kuvveden fiile çıkmasıdır.

    6.3.10. Konumuzla
    İlgili Bazı Ayetler

    Yukarıdaki açıklamadan sonra, peygamberin insanlık ve
    peygamber­lik halleriyle ilgili Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın ne dediğini aşağıda
    belirt­meyi uygun buluyoruz. Bu ayetler sanırız konumuza daha da açıklık
    geti­recektir:

    1. “Allah size bildirecek değildir. Fakat peygamberlerinden
    dilediği­ni gayba muttaki kılar. Allah ve Rasûlüne iman edin”. (Al-i İmran; 179)

    2. “Biz gönderdiğimiz peygamberi Allah’ın izni ile itaat olunsun
    diye gönderdik”. (Nisâ; 64)

    3. “Kim Rasûl’e itaat etmişse Allah’a itaat etmiştir”. (Nisâ;
    80)

    4. “Battığı zaman yıldıza andolsun ki, Sahibiniz (Hz. Peygamber)
    ne dalâlete düştü ve ne de azdı. O, hevasından söylemez. O, kendisine (Allah
    tarafından) vahyolunan bir vahiydir”. (Necm; 1 -4)

    5. “Ancak bana vahyolunan şeye tabi olurum”. (En’âm; 50)

    6. “Sizin için Allah’ın Rasûlü’nde güzel bir numune vardır”. (Ahzab;
    21)

    7. “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da
    sizi sev­sin”. (Al-i İmrân; 31)

    8. “Aralarında hükmetmesi için Allah ve Rasûlüne davet
    olundukla­rında mü’minler: ‘işittik ve itaat ettik’ derler. Muradına erenler
    işle on­lardır… De ki, Allah’a itaat edin ve peygambere itaat edin. Eğer
    itaatten yüz çevirirseniz, O’na düşen vazife tebliğdir. Sizin üstünüze düşen de
    size yükletilendir, (itaattir). Eğer ona (peygambere) itaat ederseniz doğru
    yo­lu bulursunuz”. (Nûr; 51 -54)

    9. “Hayır öyle değil; Rabbi’ne andolsun, aralarında çekiştikleri
    şey­lerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı
    duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar”. (Nisâ;
    65

    10. “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir
    erkek­le mü’min bir kadın için, kendi işlerinde muhayyerlik hakları yoktur.
    Al­lah ve Rasulüne âsi olan muhakkak açık bir sapıklık etmiş olur”. (Ahzâb; 36).

    Bu ayetleri dikkatle okuduğunuz zaman bütün gerçekleri kendi
    gözü­nüzle görmüş olacaksınız:

    Birinci ayette peygamber ile diğer sıradan İnsanlar arasındaki
    fark üzerinde durulmuştur. Bu ayette peygambere iman etme ihtiyacına işaret
    edilmiştir. Allahu Teâlâ’nın belli bir kuralı vardır; gaybın ilmini ve
    bilgisi­ni herkese tek tek iletmez. Tersine, gaipten haber ve bilgiyi belirli
    bir ku­luna verir. Onun için İnsanlar bu kula iman etmelidir.[1]

    6.3.11.
    Peygambere Mutlak İtaat İçin Verilen Emir

    İkinci ayette, peygambere sadece iman etmenin yetmediği
    belirtilmiş­tir. Yani, bir peygamberi Allah’ın Rasûlü olarak tanıdıktan sonra,
    ona itaat etmek de aynı derecede önemlidir. İtaat ile ilgili emir sadece bu
    ayette de­ğil, diğer ayetlerde de kat’i ve kesindir. Bu hususla herhangi bir
    istisna ve­ya sınırlama getirilmemiştir. Yani kimse, peygambere şu meselede
    itaat edilmesi, şu meselede itaat edilmemesi gerektiğini ileri süremez. Kur’ân-ı
    Kerim’e göre, Hz. peygamber (as.) ve diğer peygamberler birer hükümdar gibidir.
    Bu hükümdarın verdiği her emir yerine getirilmelidir. Eğer bir is­tisna veya
    sınırlama söz konusuysa bunu ancak peygamber yapabilir, ya da Cenab-ı Allah.
    Yani, Peygamber istediği emir veya kanunları yürürlük­ten kaldırabilir ve
    kendisine tabi olanlara söz ve hareket serbestisi verebi­lir. Ama, mü’minler
    hiçbir zaman peygamberin söz, emir ve yetkilerini sı­nırlandıramazlar. Çünkü
    kendileri tamamıyla peygambere tabi ve onun emir kuludurlar. Onlar için emirlere
    uymak ve teslimiyetten başka çare yoktur. Mü’minler, peygamberin sadece din ve
    maneviyatla ilgili emirleri­ne uymakla mükellef değildirler; aksine, ziraat,
    ticaret ve eğilim gibi çok değişik konularda bile verdiği emre itaate
    mecburdurlar. Hiçbir konuda itiraz hakları yoktur.

    6.3.12.
    Peygambere İtaat, Alelâde Bir İnsana İtaat Değildir

    Peygambere kayıtsız-şartsız itaat emri verildikten sonra
    sanırız, bir peygambere itaatin alelâde bir insana itaat gibi olmadığını
    anlatmamıza gerek yoktur. Zaten, kâfirlerin en çok yakındıkları nokta buydu.
    Kâfirler, peygamber için, “Yahu, bu sizin gibi bir insan değil midir?” derlerdi.
    Bazen da şöyle derlerdi: “Yahu, bu sizin gibi bir insandan başka bir şey
    de­ğildir. Sonra da kalkıyor, sizden daha üstün olduğunu söylemek isliyor.”
    Ayrıca şunu da söylüyorlardı: “Eğer siz kendiniz gibi bir insana itaat
    eder­seniz hüsrana uğrayacaksınız”. Ama bu cahil kimseler, peygamberin
    emir­lerinin aslında Allah’ın emirleri olduğunu bilmiyorlardı. Çünkü peygam­ber
    ne diyorsa, Allah’ın emri üzerine diyor ve ne yapıyorsa, Allah’ın emri­ne göre
    yapıyordu. Kendi nefsi için ve kendi şahsi menfaati için herhangi bir söz
    söylemiyor, herhangi bir harekette bulunmuyordu. Bu bakımdan, peygambere itaatle
    herhangi bir yanlışlığın olmadığı peşinen ve kesin ola­rak bilinmelidir.

    6.3.13.
    Peygamberin Hidâyeti İçin Gönderilen Vahyin Türleri

    Bu konuya üçüncü, dördüncü ve beşinci ayetlerde değinilmiştir.
    Dör­düncü ve beşinci ayette bahsedilen vahiyden Kitabullah’ın kastedildiği öne
    sürülüyor. Bazı kimseler, peygambere Kitabullah’tan başka bir vahiy gelmediğine
    inanıyorlar. Ama bu yanlış bir fikirdir. Kur’ân-ı Kerim şahit­tir ki,
    peygamberlere sadece kitap vahyedilmezdi, aksine onların hidâyeti için Allah
    değişik zamanlarda çeşitli vahiyler gönderirdi. Bu vahiyler sa­yesinde,
    peygamberler doğru kararı verir, doğru yolu bulurlardı. Bu va­hiylerle hataları
    düzeltilir, onların korunması veya başarılı olması için ted­birler alınırdı. Bu
    hususla çeşitli misaller verilebilir. Hz. Nuh (a.s.) bu va­hiyler sayesinde
    büyük bir tufanın geleceğini, bunun için hazırlıklı olması gerekliğini, öğrenmiş
    ve dolayısıyla, gemisini inşa etmişti. Hz. İbrahim (a.s.), yerde ve gökte
    gezdirildi ve meleklerle tanıştırıldı. Kendisine ölüle­rin nasıl dirildiği
    gösterildi. Hz. Yusuf (a.s.)’a rüyaların tabiri hakkında bilgi verildi. Hz. Musa
    (a.s.) ile Tûr dağında konuşuldu. Kendisine, elinde ne olduğu soruldu. O da
    cevap verdi, “bu benim âsamdır”. Hz. Musa ayrıca, asasını koyun ve keçileri
    gütmek için kullandığını belirtti. Emredildi, “bunu yere at”. Yere atılan asa
    ejderha haline gelince, Hz. Musa korkup geriye çekildi. Bunun üzerine Allah dedi
    ki: “Ya Musa, korkma, ona yak­laş, sen emniyettesin”. Daha sonra şu emri verdi:
    “Firavun’a git, o tuğyan etmiştir”. Hz. Musa, kendisine yardımcı olması için Hz.
    Harun’u istedi ve bu işleği kabul edildi. Ancak iki kardeş Firavun’a gitmekten
    çekindikleri için, kendilerine şöyle dendi: “Korkmayın, Ben sizinle beraberim.
    Ben işi­tir ve görürüm”. Firavun’un sarayında Hz. Musa (a.s.) sihirbazların
    sihirle yaptıkları yılanları görüp korkunca gene kendisine vahiy geldi: “Korkma,
    (sonunda sen kazanacaksın)”. Firavun’a ak ile kara anlatıldıktan sonra, Hz.
    Musa’ya emredildi, “kullarımı alıp gece vakti yola koyul, sizi takip edecekler”.
    Denize varınca yine bir vahiy geldi: “Asanı suya vur”. Bu va­hiylerin kitap
    şeklinde Hz. Musa’ya indiği ve kitlelere yol gösterme ama­cını taşıdığı iddia
    edilebilir mi? Diğer peygamberlere gelen vahiylerin du­rumu da aynıdır. Bu
    vahiyler, Cenab-ı Allah’ın sık sık peygamberlerle kelâm ettiği ve bu kelâmın,
    ikaz, tenbih, şahsi tavsiye ve nasihat mahiye­tinde olduğu bilinmelidir. Bu
    vahiy, şekil ve muhteva bakımından insan­ların hidâyeti için, kitaba dahil
    edilmek ve ilâhi bir yasa haline getirilmek üzere gönderilen vahiylerden hayli
    değişiktir.

    6.3.14. Hz.
    Peygamber (a.s.)’e Gelen Benzeri Vahiyler

    Benzeri vahiyler Hazreti Peygamber’e de gelirdi. Kur’ân-ı
    Kerim’de buna dair çeşitli işaretler vardır. Örneğin, Rasûlullah önce Kudüs’ün
    müs­lümanların kıblesi olduğunu söylemişti. Bununla ilgili herhangi bir ilâhi
    emir gelmedi. Ama bu kıble iptal edilip Kâbe kıble olunca, Allah’tan şöy­le bir
    emir geldi:

    İnsanlardan bir takım beyinsizler: ‘Onları daha önce üzerinde
    bu­lundukları kıblelerinden çeviren nedir?’ diyecekler. De ki: ‘Doğu da
    Al­lah’ındır, batı da. Dilediğini dosdoğru yola yöneltip iletir”. (Bakara; 142)

    “Senin üzerinde bulunduğun kıbleyi, Peygamber’e tabi olan ile
    arka­sını döneni ayıralım diye yaptık” . (Bakara; 143)

    Bu demektir ki, daha önce kıblenin Kudüs olması kararı Allah’ın
    vah­yi ve emriyle alınmıştı.

    Uhud savaşı sırasında, Hz. Peygamber (a.s.) müslümanlara yardım
    için Allah’ın meleklerinin geleceğini söylemişti. Daha sonra, Allah Teâlâ, Hz.
    Peygamber(a.s.) ‘in bu açıklamasından Kur’ân-ı Kerim’de şöyle bahsetti:

    ” Allah bu yardımı, âncak size müjde olmak ve kalbinizde itminan
    (ya­tışma) hâsıl etmek için yaptı”. (Al-i İmran; 126)

    Demek ki, bu yardım vaadi Allah tarafından yapılmıştı.

    Uhud savaşından sonra, Hz. Peygamber (a.s.) müslümanları ikinci
    bir Bedir savaş ı için Medine’nin dışına çıkmaya çağırdı. Hz. Peygamber
    (a.s.)’in bu çağrısı Kur’ân-ı Kerim’de hiçbir yerde yer almıyor. Ama Allahu
    Teâlâ bu çağrının da kendisinden geldiğini sonradan tasdik etli:

    “Kendilerine yara, elem ve bozgunluk isabet ellikten sonra yine
    Allah ve peygamberin davetine uyanlar için pek büyük mükâfat vardır” (Al-i İmran;
    172)

    Bedir savaşı sırasında, Hz. Muhammed (a.s.)’in Medine’den
    çıkmasın­dan Kur’unda şöyle bahsedilmiştir:

    “Rabbin seni evinden hak uğrunda çıkardığında mü’minlerden bir
    grup isteksizdi.” (Enfal; 5)

    Evden çıkma emri Kurban’da yer almamıştır. Ama daha sonra,
    Allah, evden bu çıkışın kendi emriyle olduğunu beyân etmiştir. Daha sonra,
    sava­şın en şiddetli anında, Allah’ın rasûlü bir rüya gördü:

    “Şunu da hatırla ki, Allah onları sana uykuda (rüyada) az
    gösterdi” (Enfâl; 43)

    Münafıklar, Rasûlullah (a.s.)’ın ganimet dağıtımından hiç
    hoşlanma­mışlardı. Yüce Allah, bu dağıtımın bizzat kendi emriyle yapıldığını
    du­yurmak suretiyle ağızlarını kapatıverdi:

    “Eğer onlar, Allah ve Resûlünün verdiğine razı olsalar”. (Tevbe;
    59)

    Hudeybiye Anlaşması imzalanırken sahabenin hemen hemen hepsi
    buna karşıydılar. Anlaşmanın şartları hoşlarına gitmemişti. Fakat Rasûlullah
    (a.s.) anlaşmayı kabul etti. Rasûlullah (a.s.)’ın bu hareketi daha sonra Allah
    tarafından tasdik edildi:

    “Biz sana âşikâr bir fetih verdik”. (Fetih; 1)

    6.3.15.
    Yukarıdaki Ayetlerden Çıkan Sonuçlar

    Yukarıdaki ayetlerin benzerlerini bulmak kolaydır. Fakat burada
    an­latmak istediğimiz, peygamberler ile Allah arasındaki ilişkinin geçici
    ol­madığıdır. Yani Allah ile Hz. Rasûl (a.s.) arasındaki ilişki, sadece Hz.
    Rasûl (a.s.)’ın bir ilâhi mesaj taşıdığı veya ilettiği sürece devam etmez. Bu
    ilişki sürekli ve kalıcıdır. Allahu Teâlâ her zaman vahiyle peygamberleri­ne yol
    gösterir, hatalarını düzeltir. Necm suresinin ilk ayetlerinde işte bu hususa
    işaret edilmiştir. Bu bolümün başında arz ettiğini gibi, Kur’ân-ı Ke­rim’de
    peygamberlerin her zaman Allah’ın özel gözetimi altında oldukları açıkça ifade
    edilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de Hazreti Peygamber (a.s.) ile diğer peygamberlerin
    hatalarının düzeltilmesi ve Allah tarafından kendileri­nin ikaz edilmesi ve
    ıslah edilmesinin anlatılmasındaki amaç, peygamber­lere güvensizlik belirtmek
    değildir. Bu kıssa ve ifadelerden, peygamberle­rin de bizim gibi hatalı İnsanlar
    olduğunu çıkarmak yanlıştır. Bu bakım­dan onlardan yüz çevirmek, onların söz ve
    hareketlerine uymamak da yanlış bir davranış olur. Aslında peygamberler her
    zaman iyiyi ve doğru­yu yapmakla mükelleftirler ve en küçük hataları bile anında
    düzeltildiği için sözlerine ve hareketlerine güvenmemek doğru değildir. Aslında
    Al­lahu Teâlâ peygamberler konusunda fazlasıyla hassas davranır ve en kü­çük
    hatalarını bile affetmez. Nitekim, Kur’ân-ı Kerim’de, Hazreti Peygam­ber
    (a.s.)’in diğer insanların hayatında belki de hiç önem taşımayan konu­larda
    uyarıldığını görürüz. Örneğin, bir insanın bal yiyip yememesi, bir köre dikkat
    edip etmemesi veya onun itirazından hoşlanmaması ya da biri için mağfiret
    dilemesi… Bunların önemli bir konu olduğu söylenebilir mi? Ama, bu gibi normal
    bir bakışla önemsiz sayılabilecek olaylarda Allah, peygamberlerin kendi veya
    başkalarının fikrine göre hareket etmelerini yasaklamıştır. Aynı şekilde bazı
    kimseleri savaşa katılmaktan müstesna bırakması, veya bazı savaş esirlerini
    fidye alıp serbest bırakması, bir hü­kümdar veya komutanın işlevleri arasında
    çok küçük bir yer tutar. Ne var ki, bir peygamberin hayatında bunlar öylesine
    önemli bir konu haline ge­lir ki, kendisi açık bir vahiy ile ikaz edilir. Neden?
    Çünkü, peygamber ale­lade bir hükümdar veya komutan değildir. O, kendi fikrini
    üstün kılmaya, kendi düşündüğü gibi hareket etmeye selahiyetli değildir. Bir
    peygamber, peygamberlik makamında bulunduğu için verdiği kararın Allah’ın
    rızasına uygun olması gerekir. Bir peygamber gizli vahyi iyice anlamayıp,
    Allah’ın rızasına aykırı en ufak bir harekette bulunur bulunmaz derhal açık bir
    va­hiyle ikaz ve ıslah edilir.

    Peygamberlerin bu özel vaziyetine Allahu Teâlâ’nın özenle
    eğilmesi, onların daima dürüst davranmalarına, her zaman doğru hareket
    etmelerine tam güvenmemizi sağlamak amacını taşımaktadır. Böylece biz
    peygam­berlerin her zaman doğru söz söylediklerine, her zaman kötülüklerden
    ka­çındıklarına inanmalıyız. Peygamberlerin daima Allah’ın gösterdiği çizgi­de
    olduklarını bilmeliyiz. Peygamberlerin hayatının, İslâmî siretin mü­kemmel ve
    üstün bir numunesi olduğuna inanmalıyız. Cenab-ı Hak bu ol­gun ve üstün örneği,
    Allah’ın en sevgili kulu olmak isteyenlerin takip et­mesi için yaratmıştır. Bu
    ilâhi gaye ve hedef, yukarıda kaydettiğimiz 6. ve 7. ayetlerde açıkça ifade
    edilmiştir. Altıncı ayette peygamberlerin, İnsanlar için “güzel bir örnek”
    olduğu belirtilmiş, yedinci ayette ise Allah tara­fından sevilmenin yolunun
    Rasûlullah’a itaatten geçtiği ifade edilmiştir.

    6.3.16. Hz.
    Peygamber (a.s.)’in Bütün Hayatı “Güzel Bir Örnek”dir

    Diğer peygamberler gibi Hz. Peygamber (a.s.)’in de bütün hayatı
    müs­lümanlar için güzel bir örnektir. Hz. Peygamber (a.s.)’in hayatını örnek
    al­mamızda en ufak bir istisna, kısıtlama veya sınırlama yoktur. Bütün ha­yatı
    mutlaka takip edilmesi gereken bir örnektir. Kur’ân-ı Kerim bunu em­retmektedir.
    Hadislerin telkinleri de bu yöndedir. Demek ki, Hz. Peygam­ber (a.s.)’i kim ne
    kadar çok sever, Ona kim ne kadar çok itaat eder, O’nun örneğine uyarsa, Allah
    katında o kadar makbuldür.

    Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın bütün hayatını müslümanlar için
    ör­nek alınması gerekliğini belirtirken, tabiatıyla bazı istisnaların olduğunu
    da unutmayalım. Hz. Peygamber (a.s.)’in hayatını örnek alırken bazı istis­nalar
    olduğunu inkâr etmeyelim. Ama bu istisnaların mahiyeti nedir? Bunlar
    hangileridir? İşte bunları bilmek zorundayız. Rasûlullah (a.s.)’ın hayatının
    örnek alınması gerekliğini söylerken, hayatının her safhasında her an ve her
    zaman ne yapmışsa, nasıl yapmışsa onu aynen taklit etme­miz gerektiğini
    kastetmiyoruz. Rasûlullah (a.s.)’ın hayatına tıpa tip uymak ve hatta aslı ile
    kopyası arasında herhangi bir fark bırakmamak amacımız olmamalıdır. Zaten Kur’ân-ı
    Kerim de böyle bir kopya çekilmesini emret­miyor. Kur’ân-ı Kerim bu hususta bir
    genelleme yapmıştır ve Hz. Pey­gamber (a.s.)’in hayatını genel hatlarıyla örnek
    almamızı istemiştir. Bu hususta, Hazreti Peygamber (a.s.) ile sahabelerin söz ve
    hareketleri de bi­zim için yol gösterici nitelik taşımaktadır. Burada
    ayrıntılara girmeye ge­rek yoktur. Ancak kısaca belirtmek istersek, diyebiliriz
    ki; İslâm dininde farz, vacip ve sünnet olarak bilinen konularda Hz. Muhammed
    (a.s.)’in söz, vaat, telkin, ikaz ve fiillerine tıpa tip uyulmalıdır. Örneğin,
    namaz, oruç, hacc, zekât gibi konularda en ufak bir itiraz veya istisnaya yer
    yok­tur. Ama İslâmî yaşantıyla ilgili genel öğretileri; mesela medeni, kültürel,
    ekonomik, sosyal ve siyasal konuların ayrıntıları konusunda bazı istisna­lar
    vardır. Bu gibi meselelerde Hz. Muhammed (a.s.), ahlâk, hikmet ve dürüstlük ile
    ilgili belli başlı kurallar meydana getirmiştir. Bir de çeşitli söz ve
    hareketleriyle, bu hususla bize seçenekler bırakmıştır. Bunlardan akıl ve mantık
    ile İslâmiyet’in ruhuna en uygun olanlara uyma hürriyeti­miz vardır. Böylece,
    iyi niyetle Hz. Muhammed (a.s.)’in hayatını örnek al­mak isteyen biri için hangi
    konularda kendisine tam itaat etmesi ve hangi konularda kısmen ya da akıl ve
    mantık kuralları çerçevesinde uyması ge­rektiğini öğrenmek hiç de zor değildir.

    Fakat bazı ard niyetli ve bilgisiz kimseler bu hususta tutarsız
    sorular sorarlar. Derler ki, Hz. Peygamber (a.s.)’in dili Arapça idi, o halde
    biz de mi Arapça konuşalım? Hz. Muhammed (a.s.) Arap kadınlarıyla evlenmişti,
    biz de Arap kadınlarıyla mı evlenelim? Hz. Muhammed (a.s.) kendisine mahsus bir
    kıyafet giyerdi, biz de mi aynı kıyafeti giyelim? Kendisinin yiyecekleri,
    içecekleri başka idi, biz de mi o şeylerden yiyelim, içelim? Hz. Muhammed
    (a.s.)’in toplumsal yaşantısı başka türlüydü, biz de mi aynı şekilde yaşayalım?
    Keşke bu İnsanlar önemli olanın, Hz. Muhammed (a.s.)’in konuştuğu dil değil,
    onun muhtevası ve üslûbu olduğunu bilseler, önemli olan, Arap veya başka bir
    milletten olan kadın ile evlenmek değil, o kadına yaptığımız muamele, haklarını
    ödemek, onun üzerine olan şer’i selâhiyetleri, doğru şekilde kullanmaktır.
    Aslında Hazreti Peygamber (a.s.)’in, mübarek zevcelerine yaptığı güzel muamele
    her müslümanın aile hayatı için birer örnek olmalıdır. Sonra, Hz. Muhammed
    (a.s.)’in giydiği kıyafetin bütün müslüman erkekler için mecburi kılındığını
    iddia eden kimdir? Yediği yemekler de müslümanlar için zorunlu hale
    getirilmemiş­tir. Asıl dikkate değer olan şey, giyimde kuşamda Hazreti Peygamber
    (a.s.)’in riayet ettiği sınır ve kurallardır. Yiyecek, içecek konusunda da
    önemli olan getirdiği adab, kaide ve kurallardır. Kur’ân-ı Kerim’de iyi ve kötü
    şeyler arasındaki fark genel hatlarıyla belirtilmiştir. Kur’ân’ın ifadele­rinden
    hangi konularda peygamberlere itaat edilmesinin faydalı olduğu, hangi konularda
    itaat edilmesinin gerekli olmadığını anlamak mümkün­dür. Aslında Hazreti
    Peygamber (a.s.)’in özel ve görevi ile ilgili yaşantısı açık bir kitaptır ve
    bunu incelemek ve örnek almak hiç de zor değildir. Rasûlullah’ın bütün hayatı
    doğru ve Allah’tan korkan bir müslüman için örnek bir hayattır. Nitekim, Hz.
    Aişe (r.a.) bu hususta şöyle buyurmuştur: “Eğer, Kur’ân’ın talimatı ve ruhuna
    göre mü’min bir insanın dünyada nasıl yaşaması gerektiğini bilmek isliyorsanız,
    o zaman Muhammed Mustafa (a.s.)’nın hayatını örnek almalısınız.” Doğrusu,
    Allah’ın kitabında genel hatlarıyla ortaya konan İslâm, Rasûlullah (a.s.)’ın
    kişiliğinde açık ve etraf­lı ifadesini bulmuştur.

    6.3.17.
    Peygamber, Her Zaman Peygamberdir

    Allah’a şükürler olsun ki, bu bölümün başında bahsettiğimiz
    Üçüncü Grub’a bağlı kimseler, Birinci ve İkinci Grup’takilerden daha mantıklı ve
    ileri düşüncelidirler. Ama bazı hadislere bakarak, “Hz. Peygamber her an ve her
    durumda peygamber olmaz. Dolayısıyla, her sözü ve her harekeli bir peygamber
    olarak kabul edilmemelidir” görüşüne kapılmışlardır. As­lında bu yanlış anlama,
    bambaşka olay ve konularla ilgili olan hadislerden kaynaklanmaktadır. Gerçek
    şudur ki Hazreti Peygamber (a.s.) her an ve her durumda Allah’ın rasûlüydü.
    Zaten, Hz. Muhammed (a.s.) kendisinin peygamber olduğunu, ne amaçlarla dünyaya
    gönderildiğini hiçbir zaman unutmamıştır. O’nun dünyaya gönderilme gayesi,
    insanlardan düşünme, fikir beyan etme, hareket etme hürriyetini ortadan
    kaldırmak, akıl ve fikir­lerine kilit vurmak değildi. Hz. Muhammed (a.s.)
    dünyaya, tarım ve sana­yi gibi konulan anlatmaya da gelmemişti. Hz. Muhammed
    (a.s.)’in maksa­dı ve hedefi, insanların ailevi ve özel hayatlarına karışmak da
    değildi.

    Hazreti Muhammed (a.s.)’in hayatının tek gayesi vardı. İslami
    belirli bir inanç olarak insanların kalbine yerleştirmek ve bunu bir ferdin
    şahsiyetinde ve toplumun düzeninde faal ve canlı hale getirmekti. Hz. Muham­med
    (a.s.)’in hayatının bunun dışında bir gayesi ve hedefi olmamıştır. Hz. Peygamber
    (a.s.), hayatında eğer nadiren başka meselelerle ilgilenmişse de kendisine tâbi
    olanlara durumu izah ederek kendi fikirlerini belirtme ve hareket etme konusunda
    serbest bırakmıştır. Gerçi sahabeler ile diğer müslümanlar, Hz. Peygamber
    (a.s.)’in her sözünün Allah’ın Rasûlünün sö­zü olduğunu kabul ederek kendisine
    hiç ses çıkarmadan itaat etmeye ha­zırdılar ve dünyevi konularla ilgili olarak
    söylediği her sözün de risaletin emri olduğuna inanırlardı. Fakat, Hz. Peygamber
    (a.s.) hiçbir zaman, şah­si veya dünyevi bir mesele hakkında sahabelere ne bir
    emir vermiş, ne de onlardan itaat etmelerini istemiştir. Tam 23 yıl bu konuda
    titiz davranma­sı, asıl mevkii ve görevini her an göz önünde bulundurması, bir
    an bile ol­sun şaşmaması, peygamberlik vazifesi ile şahsi ve dünyevi işlerini
    karış­tırmaması ve taraftarlarına tam bir otorite kurmuş olmasına rağmen ilgisi
    olmayan bir konuda kendilerine herhangi bir emir ve direktif vermemesi
    kendisinin ne kadar sağlam karakterli ve vazifeşinas olduğunun açık bir
    delilidir. Fakat bununla beraber, şunu açıklamakta fayda vardır ki; dünya işleri
    ile ilgili söylediği sözler veya yaptığı hareketlerden çoğunun Al­lah’ın emri
    veya vahiy ile olmadığı söylenemez. Gerçi bu gibi konularda mübarek ağzından
    çıkan sözler emir niteliğinde olmamış ve kendisi de, müslümanları itaate mecbur
    etmemiştir. Ancak ağzından çıkan her sözün hak olduğu ve herhangi bir yanlışlık
    ihtimali bulunmadığı bilinmelidir, örneğin, Hz. Peygamber (a.s.)’in tip ilmiyle
    ilgili söylediği sözler ve gös­terdiği yollar, öylesine faydalı ve hikmetlidir
    ki, insanın şaşmaması müm­kün değildir. Tıp ilmini hiç bilmeyen, bu hususta
    hiçbir çalışması olma­yan, hiçbir tecrübeden geçmemiş olan bu Arap Ümmi
    Peygamber (a.s.)’in tıbbın bazı evrensel gerçeklerini nasıl öğrendiğine, nasıl
    bildiğine akıl er­mez. Halbuki, yüzyılların deneyleri ve araştırmaları Hz.
    Peygamber (a.s.)’in bu konudaki tavsiye ve çalışmalarını haklı çıkarmıştır. Buna
    ben­zer pek çok örnekler vermek mümkündür. Bu konular, peygamberlerin asıl
    görevi, yani tebliğ ile ilgili değildir, ama Allah’ın kendilerine verdiği ilham
    ve sağduyuyla her konuda en doğrusunu, en iyisini yapmaya kadir­dirler.
    Demircilik ve zırhçılık ile peygamberlik arasında ne gibi bir müna­sebet
    olabilir? Fakat görüyoruz ki, Hazreti Davud (a.s.) işte usla oluyor ve bizzat
    Allahu Teâlâ kendisine bu ustalığı verdiğini beyan ediyor:

    “O’na, sizi harbin şiddetinden koruması için zırh yapma sanatını
    öğ­rettik”(Enbiya; 80)

    Peygamberlik ile kuşların dilini bilmek arasında ne gibi bir
    ilişki ola­bilir? Ama, Hz. Süleyman, bu konuda usta olduğunu bizzat kendisi
    söylü­yor:

    “Ey İnsanlar, bize kuşların dili öğretildi”. (Neml; 16)

    Marangozluk ile gemi yapımcılığı, peygamberliğin herhangi bir
    bölümü müdür? Fakat, Cenab-ı Hak Hz. Nuh (a.s.)’a sağlam bir gemi yap de­miyor,
    aksine şöyle diyor:

    “Bizim nezaretimizde ve vahyimizle gemiyi yap”. (Hûd; 37)

    Bu bakımdan, peygamberlere sadece tebliğ ve telkin ile ilgili
    vahiyle­rin geldiğini sanmak yanlıştır. Aslında, peygamberlerin hayatının tümü
    Allah’ın hidâyetine tâbiydi. Ama burada, peygamberlerin hayatının iki ya­nı
    olduğunu belirtmeliyiz. Bunlardan birincisine müslümanların uyması her hâlükârda
    şarttır. Bunun adım adım takip edilmesi ve her yönüyle ör­nek alınması elzem ve
    zaruridir. Fakat, peygamberlerin hayatının ikinci yanına uyulması her müslüman
    için her zaman farz değildir.Ne var ki, bu davranış farz olmamakla birlikte,
    Cenab-ı Hakk’ın sevgili kulu haline gel­mek, O’nun katında üstün bir mevkiye
    yükselmek isteyen imanlı ve inanç­lı bir müslüman için, Peygamber (a.s.)’in
    bütün sünnetini örnek almaktan başka çare yoktur. Hz. Rasûl (a.s.)’ün
    sünnetinden bir santim bile ayrıl­mak, Allah ve Rasûlü tarafından daha az
    sevilmeye sebep olabilir. Aşk ve sevginin ilk şartı kayıtsız şartsız
    teslimiyettir. Rasûlullah (a.s.)’ı seven O’na tam olarak teslim olmalı, itaat
    etmelidir. Aşk, ayırım, fark ve istisna tanımaz.

    6.3.18. Peygamber
    İle Peygamber Olmayanın Hâkimiyeti Arasındaki Fark

    Yukarıdaki bahsimizden, peygamberler ile peygamber olmayanların
    hakimiyeti, saltanatı, otoritesi ve hükümdarlığı arasındaki fark sanırız
    ken­diliğinden ortaya çıkıyor. Bu misallerden, peygamberler ile alelade hakim ve
    kadıların verdikleri kararlar arasındaki büyük fark da meydana çıkıyor.
    Özellikle, naklettiğim son üç ayet bu ayrıcalığı büsbütün ortaya koyuyor. Bu
    ayetler, Rasûlullah (a.s.)’ın emrine boyun eğme ve kararlarını itirazsız kabul
    etmenin, imanın esaslarından biri olduğunu gösteriyor. Bu emirlere uymayan, bu
    kararları kabul etmeyen mü’min değildir. Bir hükümdar veya yargıcın emir, kanun
    ve kararlarının bu kadar bağlayıcı, bu kadar etkili ol­duğu söylenebilir mi?
    Eğer değilse, “Allah ve Rasûl gibi kelimelerin Kur’­ân-ı Kerim’de geçtiği her
    yerde saltanat veya hükümet anlamı çıkarılmalı­dır” demenin ne kadar yanlış
    olduğu ortadadır. Benim itirazım, Mevlana Aslam Ciracpûri’nin işte bu
    sözlerinedir. Ben bunu, İslâm’ın ve Kur’an-ı Kerim’in talimatına tamamıyla
    aykırı sayıyorum. Peygamber efendimiz (a.s.)’den sonra hükümdarlar ile devlet
    erbabının emir ve kanunlarına say­gılı olunmasını ben de teslim ediyorum.
    Aslında, bir İslâm devletinde hü­kümdar ve yöneticilere itaat vaciptir. Ama
    yöneticilerin ve liderlerin göre­vi de İslâm’ın gösterdiği yolda yürümektir.
    Onlar devlet ve hükümet işleri konusunda Hz. Muhammed (a.s.)’in mübarek
    hayatından, hikmetli söz ve fiillerinden örnek almalıdırlar. İslâm’da hükümdar
    ve liderlerin kararlarına büyük önem verilmiştir. Hatta bazı durumlarda,
    yöneticilerin hüküm, emir ve kararlarının Allah ve Peygamber’in emirlerine ters
    düşmesine rağmen vatandaşların bir ölçüye kadar doğru fikrini korumak kaydıyla
    bu emir ve kararlara uymaları emredilmiştir. Fakat, bu saltanat, hâkimiyet ve
    hükü­metin, tamamıyla Kur’ân-ı Kerim’de gelen “Allah ve Rasûl” deyimiyle aynı
    olduğu anlamı nereden çıkıyor? Sıradan insanların karar ve hükümleri­nin, Allah
    ile Rasûlü’nün emirleri olduğu söylenebilir mi? Böyle bir şey olsa, devlet
    erbabını masum ve hâşâ peygamber ile Allah gibi varlıkların benzeri kimseler
    olarak kabul etmemiz gerekecektir. Halbuki müslüman ülkeler ve milletler
    arasında Kitap ve Sünnet’ten pek uzak olan, hatta doğ­ru yoldan tamamıyla sapmış
    ve dinsiz hükümdar ve yöneticilerin bulundu­ğu, tarihin çeşitli dönemlerinde
    görülmüştür. Şimdi müslüman halk, bu cahil, sapık hükümdar ve yöneticilerin
    sapık emir ve kanunlarını aynen Allah ve Rasûlü’nün emir ve kanunlarıymış gibi
    kabul edip dalâlete ve felâkete mi sürüklenmelidir? Mevlâna Aslam Ciracpûri’nin
    mantığına ba­kılırsa, böyle bir karanlık devrede ve ortamda Allah’ın bir kulu
    kalkıp bu zalim, cahil ve sapık hükümdar ve yöneticileri ve diğer müslümanları
    yan­lış yolu terk edip Allah ve Rasûlü’ne itaate çağırırsa derhal kafası
    uçurulacaktır. Zira, adı geçen hükümdar ve idareciler pekâlâ diyebilirler ki,
    “Al­lah ve Rasûl biziz, sen hangi Allah ve Rasûle bizi çağırmak istiyorsun?”

    6.4. PEYGAMBER’İN ŞAHSÎ VE DİNÎ
    HÜVİYETİ

    “İslâm’da fikir hürriyeti kavramı” ve “Peygamberlik ve
    fonksiyonları” başlıklı iki yazımın Arapça tercümeleri Şam’da neşredilen “El-Müslimun”
    dergisinde yayınlanmıştı. Bu yazıları okuyan Suriye’li bazı alimler bazı
    noktalarının açıklığa kavuşması gerektiğini bildirdiler. Ayrıca, Şam’dan bir zât
    bana mektup yazarak ikinci yazımla ilgili bazı itirazlarda bulundu. Kendisi,
    mektubunda şunları yazıyordu:

    “Hazreti Muhammed (a.s.) bir insan olarak, bizden bir fert gibi
    midir? Bir insan olarak, Hz. Peygamber (a.s.) de şahsî iktidar ve ikbal peşinde
    olan bir kişi olarak mı tarif edilmelidir? Başka insanlara hükmetme ve oto­rite
    kurma arzuları O’nda da mı aranmalıdır? Eğer durum böyle ise, Hz. Muhammed
    (a.s.)’in bir insan olarak insanî zaaflardan arınmış olmadığı hususları
    birbiriyle nasıl bağdaştırılabilir? Hz. Muhammed (a.s.)’in, pey­gamberlik
    payesine yükseltilmediği sürede sürdüğü normal bir insanın ha­yatı ve
    peygamberlik vazifesi yapmadığı süre içindeki söz ve hareketleri­nin bizim için
    ne yararı olabilir? Hz. Muhammed (a.s.), peygamber olduk­tan sonra insanlık ve
    peygamberlik hüviyetleri ayrı ayrı mı kalmış yoksa birleşmiş midir? İki hüviyeti
    ayrı ise, bunları açıkça ve kesinkes birbirin­den ayırmak mümkün müdür? Çünkü
    böylece Peygamber olan Hz. Mu­hammed (a.s.)’e itaat edilmeyebilir. Başka bir
    deyimle, Hz. Muhammed (a.s.)’in insan olarak ve peygamber olarak söylediği
    sözler ile yaptığı işleri ayırmanın usûlleri nelerdir? Yani, Hz. Peygamber
    (a.s.).’in şahsî ve dinî talimatları arasında ayırım yapmamız mümkün müdür? Hz.
    Peygamber (a.s.)’in hangi sözlerine itaat edilmeli, hangisine edilmemelidir?
    Acaba Hz. Peygamber (a.s.) ve diğer peygamberlerin şahsî görüşüne karşı
    çıkılabilir mi? Muhammed Mustafa (a.s.) kendi insanlık haline dikkat edilmemesi,
    önem verilmemesi için müslümanlara telkinde bulunmuş mudur? Hz. Pey­gamber
    (a.s.) müslümanların şahsi görüşlerini oluşturma ve açıklamaları için
    kendilerini teşvik etmiş midir? Ayrıca, Hazreti Ömer (r.a.) zaman za­man, Hz.
    Muhammed (a.s.)’in şahsi görüşlerine karşı çıkmış mıdır?…”

    Yukarıdaki mektubun dışında bazı diğer kesimlerden de söz konusu
    iki makalem ile ilgili bazı itirazlar kulağıma gelmiştir. Bu itirazların
    başın­da iki yazıda çelişkiye düştüğüm yer alıyor. Bu itirazlara göre, ilk
    yazıda diğer peygamberler gibi Hz. Muhammed (a.s.)’in Peygamberlik ve insan­lık
    yönü arasında fark olduğunu, insanların, peygamberler ile Hz. Muham­med
    (a.s.)’in sadece peygamberlikleriyle ilgili söz ve davranışlarına itaat
    etmeleri, insanlık halleriyle ilgilenmemeleri, bu konuda kendilerine itaat
    etmemeleri gerekliğini belirtmişim. Yine itiraz edenlere göre, ikinci yazı­da bu
    görüşümün aksine, peygamberlere her durumda itaat etmemiz ge­rektiğini
    belirtmişim. Güya ikinci yazımda ilkinin tam aksine bir tez sa­vunmuşum,
    peygamberlerin insanlık ve peygamberlik hüviyetlerinin aslın­da ayrı olmayıp tek
    bir kişide birleştiğini, bu bakımdan hangi şartlarda olursa olsun peygamberlerin
    hareketlerine uyulması lâzım geldiğini sa­vunmuşum. İtiraz edenler, görünüşle bu
    iki ayrı görüş arasında bağ kur­manın zor olduğunu belirtiyorlar.

    Bu bölümde bu konuya ayrıntılı bir şekilde değinmenin yerinde
    ola­cağını sanıyorum.

    Öncelikle şunu unutmayalım ki, bu meselenin iki önemli yanı
    vardır: Birincisi teorik yönü, ikincisi, ise amelî ve pratik yönü. Yani
    peygamberin şahsiyetini bir hidâyet kaynağı olarak kabul edersek; bunu bütünüyle
    bir peygamberin kişiliği olarak mı, yoksa bir insan ile bir peygamber arasında
    bölerek mi kabul etmeliyiz. Önemli olan önce peygamberin kişiliğinde ikilik olup
    olmadığını tesbit etmek, daha sonra da, eğer ikilik olduğunu te­orik olarak
    kabul ediyorsak, bunun pratik yönünü ele almak ve şahsı ile peygamberâne söz ve
    hareketlerine uyup uymayacağımızı belirlemektir.

    6.4.1. Meselenin
    Teorik Yönü

    İlk önce teorik yanını ele alalım. Kur’ân-ı Kerim,
    peygamberlerin şahsî ve peygamberâne hüviyetleri arasında fark olduğunu kesin
    bir şekil­de ifade etmiştir. Kur’ân-ı Kerim’e göre, peygamberler, insanları
    kendi kulları değil, Allah’ın kulları yapmaya gönderilirler. Al-i İmrân
    sûresinin 79. ayetinde şöyle denilmiştir:

    “Beşerden hiç kimsenin, Allah kendisine Kitabı, hükmü ve
    peygam­berliği versin de, sonra o, insanlara: ‘Allah’ı bırakıp da bana kulluk
    edin’ deme (hakkı ve yetkisi) yoktur. Fakat, o, öğretmekle olduğunuz ve ders
    alıp vermekte bulunduğunuz Kitaba göre Rabbâniler olunuz” (deme gö­revindedir).

    Peygamberlere iki vazife birden verilir: Vazifelerden biri,
    insanları Allah’tan başka kimselerin köleliğinden kurtarmaktır. Yani, peygamber,
    insanları başkalarının yanı sıra kendisine kul olmalarından da kurtarır.
    Va­zifelerinden ikincisi, bütün insanları tek Allah’ın kulu yapmaktır

    “Biz her millete bir peygamber gönderdik (ve onlara şu talimatı
    ver­dik:) Allah’a ibadet edin ve Tağut’tan uzak durun” (Neml; 36)

    “De ki: ‘Ey kitap ehli, Allah’tan başkasına ibadet etmemek, O’na
    bir şeyle şirk koşmamak, Allah’ı bırakıp da birbirimizi ma’bud edinmemekten
    ibaret olan ve bizimle sizin aranızda müsavi bulunan bir kelimeye geli­niz”
    (Al-i İmrân; 64)

    Dinimizde, peygamberlere itaatin kayıtsız şartsız emredilmesi;
    pey­gamberlerin şahsî hüviyetleri açısından değil, Allah’ın emir ve talimatının
    onlar vasıtasıyla gelmiş olmasındandır. İşte bu sebeple, peygambere itaat,
    Allah’a itaat ile bir tutulmuştur. Meselâ, şu ayetlere bakın:

    “Biz, gönderdiğimiz peygamberi Allah’ın izni ile itaat olunsun
    diye gönderdik”. (Nisâ; 64)

    “Kim Peygambere itaat ederse muhakkak Allah’a itaat etmiştir”
    (Nisâ; 80)

    Bununla beraber, gerek Kur’ân-ı Kerim, gerekse hadislerden, Hz.
    Mu­hammed (a.s.)’in, Allah’ın emriyle değil, kendi düşüncesine göre söylediği
    bir söze, Allah’tan gelen bir emre uyulması gerektiği gibi uyulmasının ge­rekli
    olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. Bu hususta “İslâm’da fikir hürriyeti kavramı”
    konulu yazımda çeşitli örnekler sunmuş bulunuyorum. Bunun en bariz misali, Hz.
    Zeyd bin Harise (r.a.)’nin, Hz. Peygamber (a.s.)’in emrinin hilafına Hz. Zeyneb
    (r.a.)’i boşamış olması ve ne Allah’ın, ne Pey­gamber (a.s.)’in bu konuda
    herhangi bir olumsuz tepki göstermemeleridir. Bu olayın başka bir açıklaması
    olamaz ve yazımda bunu böyle yorumla­maya çalıştım. Hurma ağaçlarının dikilmesi
    olayı da hepimizin malumu­dur. Hazreti Peygamber bu hususta şunları söylemiştir:

    “Ben de bir insanım. Ben size din ile ilgili bir emir verdiğim
    zaman buna uymalısınız. Ama kendi görüşümü belirttiğim zaman (düşünün ki) ben de
    bir insanım. Ben tahminime göre bir şey söylemiştim. Tahmin ve şahsî görüşüme
    dayalı sözlerimi kabul etmeye mecbur değilsiniz. Ancak Allah tarafından size bir
    şey söylersem onu kabul edin. Çünkü ben Allah adına yalan konuşmadım. Siz
    dünyevî konuları daha iyi bilirsiniz” (Sahih-i Müslim, Dünya işleriyle ilgili
    bölümler).

    Meselenin teorik yanı budur. Şimdi pratik yanını ele alalım.

    6.4.2. Meselenin
    Pratik Yanı

    Aslında, Cenab-ı Allah’ın, peygamberlere yüklediği vazife çok
    has­sastır. Yani, Allah bir insanı yegâne temsilcisi olarak insanlara
    gönderir­ken, kendisine aynı anda iki önemli vazife verir. Bir yandan, bu
    peygam­ber, kendi cinsinden olan büyük insanları, kendisi de dahil bütün
    insanlara itaat ve kölelikten kurtarıp, kendilerine fikir hürriyeti ve
    bağımsızlık ruhu verecektir. Diğer yandan da peygamber olan aynı insan, bütün
    insanların Allah’a kayıtsız şartsız itaat etmelerini sağlamak amacıyla bizzat
    kendisi­ne itaat edilmesini isteyecektir. Yani nazari ve teorik olarak insanları
    in­sanların sömürüsünden kurtarmaya çalışan bir peygamber pratikte Al­lah’ın
    rasûlü olması sıfatıyla insanların kendisine tam olarak bağlanmasını
    isteyecektir. Gördüğünüz gibi, bu iki ayrı ve birbirine zıt olan vazife bir
    peygamber tarafından yerine getirilmek istenmiştir. Bu iki ayrı vazife ve
    kimliğin sınırları öylesine birbiriyle çatışır durumdadır ki, bunlar arasında
    doğru ve iyi bir ayırım çizgisi ancak Allah ve Rasûlü tarafından çizilebi­lir.
    Bu her babayiğidin işi değildir.

    Şu aşağıdaki üç noktayı göz önünde bulundurduğumuz zaman
    mese­lenin daha da karmaşık ve hatta içinden çıkılmaz bir hal aldığını görü­rüz.

    6.4.3. Asr-ı
    Saadet’ten Sonra Peygamberin Peygamberlik Yönünün Öğrenilmesi

    Asr-ı Saadet’te Hz. Muhammed (a.s.)’in şahsi ve peygamberlik
    yönü­nü belirlemek amacıyla söz ve hareketlerini değerlendirmemizin ölçüleri
    bunlardır. Fakat daha sonraki devirlerde ve hatla çağımızda da Rasûlullah
    (a.s.)’ın iki yönü arasındaki farkı bilmemiz için bir takım şeriat usulleri
    vardır. Meselâ, en basitinden Rasûlullah (a.s.)’ın yaşadığı devir, ülke ve
    beraber olduğu İnsanlar bambaşkaydı, hayat tarzları değişikli. Hz. Mu­hammed
    (a.s.) o devirde Arabistan’da revaçta olan elbiseyi giyerdi. Giydi­ği kıyafet
    kendi icadı olmayıp o devrin ve muhitin bir kıyafetiydi. Bu hu­susta kendi zevki
    ve beğenisi fazla önemli değildi ve bir “emri vaki”ye uy­mak zorundaydı. Aynı
    şartlar yiyecek ve içecekleri için de geçerliydi. Kendisi, o devirde
    Arabistan’da Araplar arasında genellikle pişirilen ve yenen yemekleri yemeğe
    mecburdu. İçme konusunda da şahsî zevkinin önemi yoktu. Yani bu konularda seçme
    hakkı hemen hemen yoktu. Şimdi bu kıyafet veya yemeklerin özü veya mahiyeti ne
    olursa olsun, önemli olan Hazreti Peygamber (a.s.)’in bunlarla ilgili getirdiği
    bazı görgü, ahlâk, medeniyet, temizlik ve sağlık kurallardır. Yani bu kıyafet ve
    yiyecekler, içecekler konusunda sözleri ve hareketleriyle belirlediği “Şeriat
    usulleri ve İslâmî âdâb”dır. Kısaca yukarıda zikrettiğimiz husus, Hazreti
    Peygam­ber (a.s.)’in insanlık hali ve şahsiyetiyle ilgili olup, ikinci husus da
    O’nun peygamberlik sıfatlarıyla bağlantılıdır. Başka bir deyimle, Allah
    tarafın­dan insanlara anlatmakla görevlendirildiği Şeriat’ın kapsamına,
    insanların bazı özel faaliyetleri, örneğin, kıyafetler ile elbiselerin deseni ve
    modası ve yemek pişirme şekilleri vs. girmez. Fakat şeriatın ilgilendiği şeyler
    el­biseler ile yemeklerin dış görünüşü ve niteliği değildir. Şeriat, giyim,
    ku­şam, yemek, içmek konusunda caiz, caiz olmayan, helâl ve haram gibi çe­şitli
    sınırlar koymuş, genel hükümler meydana getirmiştir. Yani, Şeriat’ın ahlâk ve
    kültür ile ilgili getirdiği genel kuralların içinde yapılan her şey caizdir.

    Hz. Muhammed (a.s.)’in insanlık ve peygamberlik halleri
    arasındaki farkı ister kendisinin herhangi bir açıklamasından, ister koyduğu
    Şeriat kurallarından öğrenelim, her iki durumda da bilgi kaynağımız Hz.
    Mu­hammed (a.s.)’in kendisidir. Yani, Hazreti Peygamber (a.s.) efendimizin
    herhangi bir insanî durumunu da tesbit etmemiz için O’nun peygamber­lik haline
    müracaat etmek zorundayız. Biz doğrudan doğruya Hz. Mu­hammed (a.s.)’in insanlık
    hüviyetiyle ilgilenemiyoruz, işte, “Hz. Mu­hammed’in sünnetinin fonksiyonları”
    başlıklı ikinci yazımda bu noktayı vurgulamaya çalıştım ve bu konuda sünneti
    inkâr edenleri uyarmak is­tedim. Ehl-i Kur’ân veya sünnetin münkeri olarak
    bilinen bu grubun en büyük hatası, Abdullah oğlu Muhammed (a.s.)’in peygamberlik
    ve in­sanlık hali arasındaki farkı bizzat kendilerinin belirlemeye çalışmasıdır.
    Halbuki daha evvel işaret ettiğimiz gibi bu öyle kolay bir iş değildir ve biz
    buna muktedir değiliz. Ama bu gruptakiler kendilerine göre, Hz. Mu­hammed
    (a.s.)’in insanî ve şahsi olduğunu söyledikleri söz ve davranış­larından
    kendilerini azad etmişlerdir. Yani, Hz. Muhammed (a.s.)’in söz­de insani ve
    şahsi hareketlerine itaat etmiyorlar. Oysa, Hz. Peygamber (a.s.)’in insanlık ve
    peygamberlik halleri arasındaki gerçek ayırım Allah ve Rasûlü tarafından
    yapılmıştır. Bu ayırımın yapılmasının amacı da bi­zim herhangi bir inanç
    yanılgısına kapılıp, Abdullah oğlu Muhammed (a.s.)’i bir tanrı haline
    getirmemizi önlemektir. Yani Allah’a itaat etme­ye çağıran Peygamber’i, “Allah”
    sanmamızı engellemektir. Fakat, bu ayı­rım nazarî ve teorik yapılmıştır.
    Pratikte ise, Hz. Muhammed (a.s.) her za­man ümmeti için bir peygamberdir.
    Ümmeti, Abdullah oğlu Muhammed (a.s.) hakkında fikir hürriyetine sahip oluyor
    veya serbest davranabiliyorsa, bunu yine Rasûlullah (a.s.)’a borçludur. Bu
    hürriyet ve bağımsızlığı kullanmak konusunda gereken bilgi ve eğitimi sağlayan
    da, Rasûlullah (a.s.)’dır.

    İşte bu açıklamalarımdan sonra zannederim, yukarıda bahsedilen
    izah tarzım okuyucular tarafından daha iyi anlaşılacaktır.

    6.5. PEYGAMBERLİK MAKAMI VE KUR’AN’IN
    HÜKÜMLERİ

    6.5.1.
    Peygamber’in Dört Çalışma Alanı

    Kur’ân-ı Kerim’de Hazreti Muhammed (a.s.)’in peygamberlik mevkii
    ve dört çalışma sahası hakkında şu kayıtlara rastlıyoruz:

    “Bizim, Beyti sevap kazanılacak yer ve emniyet mahalli
    eylediğimizi yâd et; İbrahim’in makamını namazgah yapınız. İbrahim ve İsmail’e
    Beyt’imi, tavaf edenler, itikâf eyleyenler ve namaz kılanlar için temizle­yin
    diye emrettik… Ya Rabbi, onlara kendilerinden bir peygamber gönder ki, onlara
    ayetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin, onları günahlar­dan temizlesin”.
    (Bakara; 125,129)

    “Aranızdan size bir Peygamber gönderdik ki; ayetlerini okuyan,
    onları kötülüklerden ve küfürden temizleyen ve onlara kitap ve hikmeti öğ­reten
    bir peygamber göndermekle Allah mü’minlere büyük lütuf ve ke­remde bulunmuştur”.
    (Al-i İmran; 164)

    “İçlerinde, kendilerinden onlara Allah’ın ayetlerini okuyan,
    onları kötülüklerden ve küfürden temizleyen ve onlara kitap ve hikmeti öğreten
    bir peygamber göndermekle Allah mü’minlere büyük lûtuf ve keremde bu­lunmuştur”.
    (Al-i İmran; 164)

    “Ümmetler içinde, onlara kendilerinden ayetlerini okuyan, onları
    te­mizleyen, onlara kitabı, hikmeti öğreten bir peygamberi gönderen O’dur”
    (Cuma; 2)

    Yukarıdaki ayetlerde Hz. Peygamber (a.s.)’e Kur’ân’ın
    ayetlerinin yanı sıra üç şeyin daha verilerek dünyaya gönderildiği defalarca
    tekrarlan­mıştır. Demek ilk iş olarak kendisine Kur’ân-ı Kerim’in ayetleri
    verilmiş­tir. İkinci iş olarak, insanlara Kitab’ı öğretmesi islenmiştir.
    Peygamberlik sahasına giren üçüncü görev de Kitabullah’ın amaç ve ruhuna uygun
    ola­rak peygamberin insanlara, “hikmet”i öğretmesidir. Peygamberlik maka­mının
    dördüncü işi de insanları hem kişi, hem toplum açısından tezkiye etmek, yani
    nefislerini temizlemektir. Bu noktayı açacak olursak, bir pey­gamberin görevleri
    arasında, bireyler ile toplumun her türlü eksiklik, ayıp ve kötülüklerini
    giderip ıslah etmek ve iyi bir ortamda gelişmelerini sağla­mak yer almaktadır.

    Burada önemle durulması gereken husus Kitab ve “hikmet”in
    öğretil­mesidir. Yani Kur’ân-ı Kerim ile “hikmet”in öğretilmesi, ilâhi ayetlerin
    in­sanlara yalın bir biçimde iletilmesinden mutlaka başka bir şeydir ki,
    bun­lardan ayrı ayrı bahsedilmiştir. Aynı şekilde, Hazreti Peygamber’in fertler
    ile cemiyetin ıslahı ve terbiyesi için aldığı tedbirler ve harcadığı çabaların
    da ayrı bir önemi olsa gerek. Şimdi bana söyler misiniz, Kur’ân-ı Kerim’i
    insanlara iletmenin yanı sıra, Hz. Muhammed (a.s.)’in haiz olduğu öğret­men ve
    velî makamlarına kendisi mi gidip oturmuş, yoksa Cenab-ı Allah mı O’na bu mevki
    ve şerefi vermiştir. Kur’ân-ı Kerim’e inanan ve müslü­man olduğunu söyleyen bir
    kimse, Hz. Peygamber (a.s.)’in öğretmen (ho­ca) ve veli sıfatlarının
    peygamberliğinin birer parçası olmadığını iddia edebilir mi? bu husustaki
    çalışma ve faaliyetlerinin, peygamberliği ile il­gili olmayıp, sadece özel
    hayatıyla ilgili olduğu söylenebilir mi? Eğer söylenemezse ve Hz. Peygamber’den
    Kur’ân’ın sözlerini insanlara iletme­nin dışında bir takım hizmet ve vazifeler
    islenmiş ve Kitabullah ile hikmet hakkında insanları bilinçlendirmesi, eğitmesi
    beklenmişse ve Hz. Muham­med (a.s.)’de bunları aynen yapmışsa, akıl, mantık ve
    dinî geleneğimize aykırı düşen bir şey var mı? Böyle bir durumda, Hz.
    Peygamber’in bu çok yönlü çalışmalarını inkâr edenler bizzat O’nun
    peygamberliğini inkâr et­mezler mi?

    6.5.2. Kur’ân’ın Açıklayıcısı Olarak Peygamber (a.s.)

    Nahl sûresinde Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:

    “Sana da (habibim) insanlara kendileri için indirilen her şeyi
    açıkla­yasın diye Zikr’i (Kur’ân’ı) indirdik” (Nahl; 44)

    Gördüğünüz gibi, Hazreti Peygamber (a.s.)’e yüklenen görevlerden
    biri, Kur’an’da yer alan ilâhi emir ve hikmetli sözleri kendisine tabi olan­lara
    tefsir ve izah etmekti. Herkes biliyor ki, bir yazı veya kitabın açıklan­ması ve
    yorumlanması, o yazı veya kitabın sadece okunması veya duyurulmasıyla mümkün
    değildir. Bir yazıda kullanılan dil, kelime, deyim ve üslûp ile işlenen konu ve
    olayları açıklamak için epeyce çaba göstermek gerekir. Değişik değişik ifadeler
    kullanmak, çeşit çeşit örnekler vermek gerekir. Yazı veya kitapta teorik ve
    pratik konular geçer. Teorik konulan açıklamak için öğretmenin bazen pratik
    örnekler vermesi gerekir ve bu­nun tatbikatını da yapar. Şimdi yukarıdaki ayeti
    gördükten sonra, Hz. Mu­hammed (a.s.)’in, Kur’ân-ı Kerim’in açıklayıcısı,
    öğreticisi olmadığını söyleyebilir miyiz? Eğer söyleyemezsek, Hz. Peygamber
    (a.s.)’in açıklayıcı, öğretici ve eğitici kimliğini Allah’tan başka kimsenin
    tayin etmediğini de kabul etmeliyiz. Zâten Cenab-ı Allah da onu ifade
    etmektedir. Yani, Hz. Peygamber (a.s.) söz ve hareketleriyle Kur’ân-ı Kerim’i
    müslümanlara açıklamakla görevlendirilmiştir. Böyle bir durumda, Kur’ân’ın bir
    açıkla­yıcısı olarak Hz. Muhammed (a.s.)’in kimliği, peygamberlik makamından
    ayrı düşünülebilir mi? Akıllı bir insan, O’nun sadece Kur’ân-ı Kerim’i alıp
    getirdiğini kabul ve hem nazarî hem tatbikî olarak onu müslümanlara açıkladığını
    reddedebilir mi?

    Yukarıdaki ayet, Allah’ın “zikrinin bir insan tarafından
    iletilmesine karşı çıkan ve peygamberliği inkâr edenleri nasıl susturucu
    mahiyette ise, Peygamber (a.s.)’in açıklamasını ve yorumunu kabul etmeyerek
    sadece Allah’ın kelamını kabul etmek isteyenleri de cevapsız bırakacak
    nitelikte­dir. Onlar ise Peygamber (a.s.)’in sadece “zikr”i getirdiğine,
    açıklamasını ve yorumunu yapmadığına inansınlar; ister sadece “Zikr”i kabul edip
    Pey­gamber (a.s.)’in açıklamasını reddetsinler; islerse de kendileri için sadece
    “zikr”in kâfi olduğuna ve açıklamaya gerek olmadığına, hatta güvenilecek durumda
    olmadığına inansınlar; bu dört tür inancın hepsi de Kur’ân-ı Ke­rim ile çatışır
    durumdadır ve kendileri mutlak bir yanlış içindedirler.

    Yukarıda bahsettiğimiz ilk inancın anlamı şudur: Hz. Peygamber
    (a.s.) dünyaya gönderilme amacını kendisi ortadan kaldırmıştır. Çünkü, bir an
    için Peygamber (a.s.)’in sadece “zikr”i getirdiğini, açıklamasını yo­rumunu
    yapmadığını farz etsek, O’nun dünyaya gelişi ve peygamberlik gö­revini
    üstlenmesinin hiçbir anlamı kalmaz. Eğer böyle bir şey olsaydı, Allahu Teâlâ “zikr”ini
    ya melekler vasıtasıyla ya da doğrudan kullarına gön­derirdi, Peygamber (a.s.)’i
    göndermeye ihtiyaç duymazdı.

    Yukarıda bahsettiğimiz dördüncü inanç da aynı şekilde tehlikeli
    ve zararlıdır. Böyle bir şeye inananlar aslında, hem Kur’ân-ı Kerim hem ha­dis-i
    şeriflere güvensizliklerini belirtirler ve her ikisini reddetmiş olurlar. Bu
    tehlikeli düşünce yeni vahiy ve yeni peygamberler için de kapıyı ara­lamış olur.
    Yukarıdaki ayetle gördüğünüz gibi, bizzat Allahu Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’in
    indiriliş amacının, ancak Peygamber (a.s.)’in izahatı ve telakkileriyle
    tamamlanabileceğini belirtmiştir. Ayrıca, peygamberin dün­yaya indiriliş
    sebebinin de “zikr” veya “Allah’ın kelâmı”nı açıklaması ol­duğunu vurgulamıştır.
    Şimdi eğer “Hadis”i inkâr edenlerin, artık dünyada peygamberin açıklamasına ve
    yorumuna gerek kalmadığı yolundaki tezini bir an için doğru sayarsak, o zaman şu
    iki ihtimali kabul etmek zorunda­yız.

    Birincisi, Hazreti Muhammed (a.s.) kendi hayatının örnek
    alınması hüviyetini kaybetmiştir. O’nun sözleri ve hareketleri artık bizim için
    “gü­zel birer numune” değildir. Hz. Muhammed (a.s.)’in durumu bizim için Hz. Hûd,
    Salih ve Şuayb (a.s.)’dan pek farklı değildir. Yani nasıl ki onla­rın
    peygamberliklerini kabul ediyor, onlara iman ediyorsak, ama hayatla­rının
    herhangi bir numunesi bulunmadığı için onları örnek atamıyorsak, Hz. Muhammed
    (a.s.)’in hayatını da takip edemiyoruz. Böyle bir inanç, yeni bir peygamberliğin
    ihtiyacını kendiliğinden gündeme getiriyor. Ma­dem ki Hz. Muhammed (a.s.) dahil,
    eski peygamberlerin sünneti tatbik edilmeyecek, o zaman yeni bazı meseleler için
    yeni birtakım vahiylere ve peygamberlere ihtiyaç duyulacaktır. Böyle bir durumda
    ancak akılsız bir kişi peygamberliğin hitamında ısrar edebilecektir.

    İkincisi, Kur’ân-ı Kerim, kendisini getiren peygamberin
    açıklaması ve tatbikatıyla anlatılmadıkça, bizzat kendi ifadeleriyle anlaşılma
    ihtimali za­yıf olduğu için, Kur’ân-ı Kerim’i tanıyan ve buna iman edenler her
    ne ka­dar bunun kulların hidâyeti için yeterli olduğunu iddia ederlerse
    etsinler, onların iddiaları geçerli sayılmayacaktır. Böyle bir durumda yeni bir
    ilâhi kitabın ihtiyacı kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor. Aslında, Hadis’i
    inkâr edenler Kur’an-ı Kerim’i de inkâr etmiş ve dinin temeline dinamit koymuş
    oluyorlar.

    6.5.3. Dinî Lider
    ve Taklide Lâyık Örnek Olarak Peygamber (a.s.)

    Al-i İmran sûresinde Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:

    “De ki, ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi
    sev­sin…

    De ki, ‘Allah’a ve Rasûl’e itaat ediniz. Eğer yüz çevirirseniz,
    kâfir olursunuz”. (Ayet; 31-32)

    Ahzâb sûresinde de şöyle buyurmuştur:

    “Sizin için Allah’ın Rasûlünde güzel bir örnek vardır. Bu
    haslet, Al­lah’ın rızasını ve ahiret sevabını ümid edip Allah’ı zikredenlere
    mahsus­tur”. (Ayet; 21)

    Bu her iki ayette Allahu Teâlâ, Peygamber (a.s.)’in kesin önder
    oldu­ğunu ve kendisine itaatin şart olduğunu söylüyor. Allah (c.c.)’a göre Hz.Peygamber
    (a.s.)’in hayatı müslümanlar için “güzel bir örnek”tir. Cenab-ı Allah,
    kullarının ancak böyle davranmaları halinde kendisine herhangi bir ümit
    bağlayabileceklerini, kendilerini sevdirebileceklerini belirtiyor. Al­lah ayrıca
    diyor ki, “sevgimi kazanmak istiyorsanız Benim sevgili Resûlüme tam olarak itaat
    etmelisiniz. Ondan yüz çevirirseniz, Ben’den de yüz çevirmiş olacaksınız ve
    bunun sonu küfre kadar varır”. Şimdi bir kimse iddia edebilir mi ki, Hz.
    Muhammed (a.s.), dinî liderliğe kendisi gelip oturmuştur? Yoksa müslümanlar mı
    O’nu bu mevkiye getirmiştir? Hazreti Peygamber (a.s.)’e bu mevki ve şeref Cenab-ı
    Hak tarafından ve­rilmemiş midir? Eğer Kur’ân-ı Kerim’in bu açık ifadelerini
    kabul ediyor­sak, o zaman Hz. Peygamber (a.s.)’in, dinî liderliğe ve taklit
    edilecek mevkiye bizzat Allah tarafından getirildiğine inanmalıyız. Eğer bu da
    doğruysa, o zaman Hz. Peygamber (a.s.)’in söz ve hareketlerini numune olarak
    kabul etmemize mani olan nedir? Bu ayetlerden, sadece Kur’ân-ı Kerim’in örnek
    alınmasının kastedildiği öne sürülürse buna ancak gülebi­liriz. Çünkü gerçekten
    böyle bir şey olsaydı, o zaman söz konusu ayetler­de “Fet’tebi’ûnî” kelimesi
    yerine “Fet’tebi-ul-Kur’ân” kelimesi kullanılma­lıydı. Sonra, Hazreti
    Muhammed’in hayalında “güzel bir örnek vardır” de­yimi de kullanılmamalıydı.

    6.5.4. Kanunların
    Uygulayıcısı Olarak Peygamber (a.s.)

    Cenab-ı Allah, A’raf sûresinde Hazreti Peygamber’den bahsederken
    şöyle buyurmuştur:

    “O peygamber, onlara iyiliği emreder, kötülükten nehyeder.
    Tertemiz ve iyi olan şeyleri helâl, kötü ve zararlı şeyleri haram eder. Onların
    sırt­larındaki ağır yükü kaldırır. Onların zincirlerini kırar”. (Ayet; 157)

    Yukarıdaki ayette Cenab-ı Allah’ın, Hz. Muhammed (a.s.)’e
    kanunla­rı hazırlama ve uygulama yetkisi verdiği açıkça ifade edilmiştir. Demek
    ki, kanunun hazırlayıcısı ve uygulayıcısı sadece Allah değildir. Allah’ın
    emrettiği, yasakladığı, helâl ettiği, haram ettiği, doğru ilân ettiği ve yan­lış
    olarak belirlediği konuların dışında Hz. Peygamber (a.s.)’in helâl ve haram
    ettiği şeyler de aynı önemi taşımaktadır. Hz. Peygamber (a.s.) Al­lah’tan aldığı
    yetki ile bazı şeylerin gerekli bazı şeylerin gereksiz oldu­ğunu belirtmiş, bu
    hususta çeşitli kaide ve kurallar meydana getirmiş­tir. Bunlar, Allah’ın
    kanunları ve şeriatının birer parçasıdır. Aynı konuya Haşr sûresinde aynı
    açıklıkla temas edilmiştir.

    “Peygamber’in size verdiğini alın. Sizi, kendisinden nehyettiği
    şeyden de sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çok şiddetlidir”
    (Ayet; 7)

    Burada hiç kimse sadece ve sadece Kur’ân-ı Kerim’den
    bahsedildiğini iddia edemez. Yukarıdaki her iki ayette Hz. Peygamber (a.s.)’in
    bir takım kanunları çıkarma ve uygulama yetkisine sahip olduğu açıkça
    anlatılmıştır Bunları te’vile imkân yoktur. Çünkü böyle bir şey te’vil değil
    tahrif olur. Burada, Cenab-ı Allah kanunları çıkarma ve uygulama yetkisi ile
    emir ve nehy konusunda selâhiyetin Hz. Peygamber (a.s.)’e mi, yoksa Kur’ân-ı
    Kerim’e mi verildiğini söylemektedir? Birisi çıkıp da burada Allah’ın
    yan­lışlıkla (hâşâ) Kur’ân-ı Kerim yerine Peygamber (a.s.)’in adını
    kullandığı­nı söyleyebilir mi?

    6.5.5. Bir Hakim
    Olarak Peygamber (a.s.)

    Kur’ân-ı Kerim’de bir yerde değil, birçok yerde, Cenab-ı Allah,
    Haz­reti Muhammed (a.s.)’ı kadı, hakem ve hâkim olarak tâyin ettiğini ifade
    buyurmuştur:

    “Allah’ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için
    sa­na hak olarak Kitab’ı indirdik. Hainler için müdafaacı olma”. (Nisa; 105)

    “Ve de ki, ‘Den Allah’ın indirdiği her kitaba inandım. Aranızda
    adalet etmekle emrolundum….”. (Şura; 15)

    “Aralarında hükmetmesi için Allah ve Rasûlüne davet
    olundukların­da mü’minler, ‘işittik ve itaat ettik’ derler”. (Nur; 51)

    “Allah’ın indirdiğine ve Rasûlüne gelin denilirse, münafıkların
    sen­den şiddetle yüz çevirdiklerini görürsün”. (Nisa; 61)

    “Aralarında cereyan eden olaylarda seni hakem yapıp sonra da
    ver­diğin karardan yürekleri bir sıkıntı duymadan teslim olmadıkça onlar, Rabbin
    hakkı için iman etmiş olamazlar”. (Nisa; 65)

    Peygamber (a.s.)’in hayatı müslümanlar için “güzel bir
    örnek”tir. Cenab-ı Allah, kullarının ancak böyle davranmaları halinde kendisine
    herhangi bir ümit bağlayabileceklerini, kendilerini sevdirebileceklerini
    belirliyor. Al­lah ayrıca diyor ki, “sevgimi kazanmak isliyorsanız Benim sevgili
    Resûlüme tam olarak itaat etmelisiniz. Ondan yüz çevirirseniz, Ben’den de yüz
    çevirmiş olacaksınız ve bunun sonu küfre kadar varır”. Şimdi bir kimse iddia
    edebilir mi ki, Hz. Muhammed (a.s.), dinî liderliğe kendisi gelip oturmuştur?
    Yoksa müslümanlar mı O’nu bu mevkiye getirmiştir? Hazreti Peygamber (a.s.)’e bu
    mevki ve şeref Cenab-ı Hak tarafından ve­rilmemiş midir? Eğer Kur’ân-ı Kerim’in
    bu açık ifadelerini kabul ediyor­sak, o zaman Hz. Peygamber (a.s.)’in, dinî
    liderliğe ve taklit edilecek mevkiye bizzat Allah tarafından getirildiğine
    inanmalıyız. Eğer bu da doğruysa, o zaman Hz. Peygamber (a.s.)’in söz ve
    hareketlerini numune olarak kabul etmemize mani olan nedir? Bu ayetlerden,
    sadece Kur’ân-ı Kerim’in örnek alınmasının kastedildiği öne sürülürse buna ancak
    gülebi­liriz. Çünkü gerçekten böyle bir şey olsaydı, o zaman söz konusu
    ayetler­de “Fet’tebi’ûnî” kelimesi yerine “Fet’tebi-ul-Kur’ân” kelimesi
    kullanılma­lıydı. Sonra, Hazreti Muhammed’in hayalında “güzel bir örnek vardır”
    de­yimi de kullanılmamalıydı.

    6.5.4. Kanunların
    Uygulayıcısı Olarak Peygamber (a.s.)

    Cenab-ı Allah, A’raf sûresinde Hazreti Peygamber’den bahsederken
    şöyle buyurmuştur:

    “O peygamber, onlara iyiliği emreder, kötülükten nehyeder.
    Tertemiz ve iyi olan şeyleri helâl, kötü ve zararlı şeyleri haram eder. Onların
    sırt­larındaki ağır yükü kaldırır. Onların zincirlerini kırar”. (Ayet; 157)

    Yukarıdaki ayette Cenab-ı Allah’ın, Hz. Muhammed (a.s.)’e
    kanunla­rı hazırlama ve uygulama yetkisi verdiği açıkça ifade edilmiştir. Demek
    ki, kanunun hazırlayıcısı ve uygulayıcısı sadece Allah değildir. Allah’ın
    emrettiği, yasakladığı, helâl ettiği, haram ettiği, doğru ilân elliği ve yan­lış
    olarak belirlediği konuların dışında Hz. Peygamber (a.s.)’in helâl ve haram
    ettiği şeyler de aynı önemi taşımakladır. Hz. Peygamber (a.s.) Al­lah’tan aldığı
    yetki ile bazı şeylerin gerekli bazı şeylerin gereksiz oldu­ğunu belirtmiş, bu
    hususta çeşitli kaide ve kurallar meydana getirmiş­tir. Bunlar, Allah’ın
    kanunları ve şeriatının birer parçasıdır. Aynı konuya Haşr sûresinde aynı
    açıklıkla temas edilmiştir.

    “Peygamber’in size verdiğini alın. Sizi, kendisinden nehyettiği
    şeyden de sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çok şiddetlidir”
    (Ayet; 7)

    Burada hiç kimse sadece ve sadece Kur’ân-ı Kerim’den
    bahsedildiğini iddia edemez. Yukarıdaki her iki ayette Hz. Peygamber (a.s.)’in
    bir takım kanunları çıkarma ve uygulama yetkisine sahip olduğu açıkça
    anlatılmıştır Bunları te’vile imkân yoktur. Çünkü böyle bir şey te’vil değil
    tahrif olur. Burada, Cenab-ı Allah kanunları çıkarma ve uygulama yetkisi ile
    emir ve nehy konusunda selâhiyetin Hz. Peygamber (a.s.)’e mi, yoksa Kur’ân-ı
    Kerim’e mi verildiğini söylemektedir? Birisi çıkıp da burada Allah’ın
    yan­lışlıkla (hâşâ) Kur’ân-ı Kerim yerine Peygamber (a.s.)’in adını
    kullandığı­nı söyleyebilir mi?

    6.5.5. Bir Hakim
    Olarak Peygamber (a.s.)

    Kur’ân-ı Kerim’de bir yerde değil, birçok yerde, Cenab-ı Allah,
    Haz­reti Muhammed (a.s.)’ı kadı, hakem ve hâkim olarak tâyin ettiğini ifade
    buyurmuştur:

    “Allah’ın sana gösterdiği gibi İnsanlar arasında hükmetmen için
    sa­na hak olarak Kitab’ı indirdik. Hainler için müdafaacı olma”. (Nisa; 105)

    “Ve de ki, ‘Ben Allah’ın indirdiği her kitaba inandım. Aranızda
    adalet etmekle emrolundum….”. (Şura; 15)

    “Aralarında hükmetmesi için Allah ve Rasûlüne davet
    olundukların­da mü’minler, ‘işittik ve itaat ettik’ derler”. (Nur; 51)

    “Allah’ın indirdiğine ve Rasûl’üne gelin denilirse, münafıkların
    sen­den şiddetle yüz çevirdiklerini görürsün”. (Nisa; 61)

    “Aralarında cereyan eden olaylarda seni hakem yapıp sonra da
    ver­diğin karardan yürekleri bir sıkıntı duymadan testim olmadıkça onlar, Rabbin
    hakkı için iman etmiş olamazlar”. (Nisa; 65)

    Bütün bu ayetler, Hazreti Peygamber (a.s.)’in kendi kendine ya
    da müslümanlar tarafından seçilen değil, bizzat Allah tarafından tâyin edilen
    bir kadı, yargıç ve hakem olduğunu belirtiyorlar. Üçüncü ayete dikkat
    et­tiğinizde göreceksiniz ki, Hz. Muhammed (a.s.)’in hâkimlik veya kadılık
    sıfatı O’nun peygamberlik sıfatından ayrı değildi. Bu ayette, Hz. Muham­med
    (a.s.)’in hakemlik ve yargıçlığına iman edilmediğinde, peygamberli­ğine
    inanmanın mümkün olmayacağı belirtilmiştir. Yani mü’minlerin, Hz. Muhammed
    (a.s.)’in hâkimliğini sadece sözleriyle değil, hareketleriyle de kabul etmeleri
    zorunlu kılınmıştır. Dördüncü ayette “indirilen” (kitap) ve “peygamber”den ayrı
    ayrı söz edilmiştir. Bu demek oluyor ki, herhangi bir dini ve içtimai konuda
    Allah’ın kesin hükmünü öğrenmenin iki kaynağı vardır. Birincisi, Allah’ın kanunu
    olarak Kur’ân-ı Kerim ve ikincisi, bu ka­nuna göre kararını veren hâkim ve
    yargıç Hz. Peygamber (a.s.). Bu her iki kaynaktan yüz çevirmek münafıklıktır.
    Son ayette daha ileri gidilerek Hz. Peygamber’in kararını beğenmeyen veya O’nun
    hakemliğini kabul etme­yenin, mü’min bile olamayacağı ifade edilmiştir. Hz.
    Peygamber’in kara­rından canları sıkılanlar, imanlarını da kaybederler. Kur’ân-ı
    Kerim’in bu açık ifadelerinden sonra da, Hz. Muhammed (a.s.)’in kadılık,
    hâkimlik ve yargıçlığının özel önem taşımayıp kendisinin alelâde bir hâkim veya
    yar­gıç olduğunu ileri sürenler olabilir mi? Dünyada herhangi bir hâkime böyle
    bir yetki tanınmış mıdır veya tanınabilir mi? Yani, dünyada bir yar­gıcın
    kararını kabul etmeyen, eleştiren ve reddeden bir kişi imanını kay­bedebilir mi?

    6.5.6. Bir
    Hükümdar Olarak Hz. Peygamber (a.s.)

    Kur’ân-ı Kerim’de birçok yerde Hz. Muhammed (a.s.)’in, Allah
    tara­fından hükümdar ve rehber yapıldığı ve kendisine bu makamın da pey­gamber
    olması sebebiyle verildiği ifade edilmiştir.

    “Biz, gönderdiğimiz peygamberi, Allah’ın izniyle itaat olunsun
    diye gönderdik”. (Nisa; 64)

    “Kim rasûle itaat ederse muhakkak Allah’a itaat etmiştir”.
    (Nisa; 80)

    “Gerçekten sana biat edenler, Allah’a biat etmiş olurlar”.
    (Fetih; 10)

    “Ey mü’minler, Allah ve Rasûlüne itaat edin. isyan ile
    amellerinizi boşa çıkarmayın”. (Muhammed; 33)

    “Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkekle
    mü’min bir kadın için, kendi işlerinde muhayyerlik haklan yoktur, Allah ve
    Rasûlüne âsi olan muhakkak açık bir sapıklık etmiştir”. (Ahzab; 36)

    “Ey mü’minler, Allah ve Peygambere ve sizden olan emir
    sahiplerine itaat edin. Eğer bir şey hakkında çekişirseniz onu Allah’a ve
    Peygamber’e döndürün. Eğer Allah ve ahiret gününe iman ediyorsanız bu, sizin
    için hayırlıdır”. (Nisa; 59)

    Bu ayetler açıkça gösteriyor ki, Hz. Muhammed (a.s.) kendi
    başına buyruk olmamıştır veya kendi kendine hâkim olmamıştır. Hz. Peygamber
    (a.s.) gücüne veya kılıcına dayanarak iktidar koltuğuna oturmamıştır. Onu bu
    mevkiye getirenler müslümanlar da değildir. O, Allah tarafından ikti­dara
    getirilen bir hükümdar ve rehberdir. O’nun hükümdarlığı veya reh­berliği
    peygamberlik sıfatından ayrı değildir. Aksine, hükümdar olması peygamberliğinden
    ileri geliyor. O’na itaat etmek, O’nun iktidarını tanı­mak, O’nun çıkardığı
    kanunlara uymak, bizzat Allah’a ve onun emirlerine uymaktır. O’na biat
    ediyorsak, Allah’a biat ediyoruz. O’na baş kaldırmak, Allah’a baş kaldırmak
    demektir. Peygamber (a.s.)’in hâkimiyetine karşı çıkmak O’na isyan etmek, bütün
    iyi işler ve amellerden vazgeçmek demektir. Bu bakımdan Allah ve Rasûlü hangi
    konularda görüşlerini beyan etmiş emirlerini açıkça vermişlerse, aralarında
    hükümdar, lider ve diğer yönetici kadro da olmak üzere, bütün müslümanlar,
    bunlara aynen uymak zorundadırlar. Bu hususlar son ayette daha açık bir şekilde
    dile getirilmiş­tir. Bu ayette itaatin üç derecesinden bahsedilmiştir:

    1-İlk önce Allah’a itaat,

    2-Daha sonra Peygamber (a.s.)’e itaat,

    3-Bundan sonra da “emir sahipleri” yani hükümdar, idareci ve
    devlet erbabına itaat.

    Bu derecelendirme gösteriyor ki Peygamber (a.s.), “emir
    sahipleri” veya devlet yöneticileri arasında yer almıyor. O’nun yeri ve mevkii
    alelâ­de lider veya yöneticilerden ayrı ve yüksektir. Peygamber (a.s.),
    Allah’tan sonra ikinci sırada yer almaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken
    ikinci nokta Allah ve Peygamber (a.s.)’e kayıtsız, şartsız itaattir. Bazı
    konularda devlet yöneticileriyle ihtilaf olabilir, ama Allah ile Rasûlü için bu
    imkân­sızdır. Burada dikkat edilmesi gereken bir başka husus da bu gibi ihtilaf
    ve anlaşmazlık hallerinde karar mercii Allah ve Peygamberidir. Gayet ta­bii ki,
    karar mercii sadece Allah olsaydı. Peygamber (a.s.)’in adı ve sanı burada bu
    kadar açık bir şekilde geçmezdi. Bu durumda Allah’a müracaa­tın Kur’ân-ı Kerim’e
    müracaat anlamında olduğunu kabul edersek, Pey­gamber (a.s.)’e müracaatın da
    O’nun yaşadığı devirde bizzat kendisine, ama vefâtından sonra geride bıraktığı
    sünnetine başvurma mânâsında ol­duğunu kabul etmeliyiz.

    Aslında, meselenin derinliğine inecek olursak, Asr-ı Saadet’te,
    yani Hz. Muhammed (a.s.) sağ iken bile herhangi bir konuda başvurulan ikinci
    kaynağın, Rasûlullah (a.s.)’in sünneti olduğunu görürüz. Bu noktayı şöyle izah
    etmek mümkündür. Hz. Muhammed (a.s.)’in mübarek ömrünün son­larına doğru
    İslâmiyet Arabistan’ın dışına kadar yayılmış ve İslâm Devle­ti’nin sınırları
    bütün Arap Yarımadasını içine almıştı. 110-120 bin mil ka­re gibi geniş bir
    memlekette her şeyin bizzat Hz. Muhammed (a.s.) tara­fından şahsen izah edilmesi
    ve gösterilmesi mümkün değildi. İster iste­mez, o devirde de İslâm Devleti’nin
    vâli, kadı, kaymakam ve diğer mahal­li idarecileri çeşitli konularda karar
    verirken önce Kur’an’a, sonra da ka­nunların ikinci kaynağı olan Rasûlullah’ın
    sünnetine müracaat ederlerdi.

    6.5.7. Asr-ı
    Saadet’te Adlî Sistem

    Hz. Muhammed (a.s.) hayatta iken kendisine intikâl eden idarî ve
    adlî konularda bizzat kendisi karar verirdi. Fakat, daha önce görüldüğü gibi,
    koskoca Arap Yarımadasında çeşitli bölgelerde çıkan bir ihtilaf veya her­hangi
    bir medenî sulh ve ceza davası Hz. Peygamber (a.s.)’e intikal etmez­di. O
    sıralarda, memleketin her tarafında Hz. Peygamber (a.s.)’in tâyin et­tiği
    “muallim”ler vardı. Bu muallim veya öğretmenler halka din bilgisi ve­rirler,
    ayrıca günlük meseleler ile, ailevi ve içtimaî davalarda Allah’ın em­ri ve
    Rasûlullah (a.s.)’ın sünnetine göre karar verirlerdi. Bunun dışında, her bölgede
    Emir (vali), âmir (yüksek dereceli devlet idarecisi) ve kadılar da vardı ki,
    kendi alanlarını ilgilendiren meselelerde Allah ve Peygamber (a.s.)’in emir ve
    talimatına göre hareket eder, yetkilerini kullanırlardı. Bazen da, başka türlü
    mümkün olmadığı için, içtihad ederlerdi. Yani kendi sağduyularını kullanarak
    karar verirlerdi. Bu hususta getirilen kurallar ve kullanılan ölçüler, Hz. Muaz
    bin Cebel (r.a.)’in rivâyet ettiği ünlü hadisin­de yer almaktadır:

    “Rasûlullah (a.s.), Muaz bin Cebel’i Yemen’e kadı olarak
    gönderirken kendisine şu soruyu sordu: ‘Kararını nasıl vereceksin?’ Muaz cevap
    verdi: ‘Allah’ın kitabında yer almış olan hidayete göre’. Dediler ki, ‘eğer
    Kitabullah’ta bir şey bulamazsan?’ Dedi ki: ‘O zaman Rasûlullah’ın sünnetine
    gö­re’. Buyurdular ki: ‘eğer bu şey Sünnet’te de yoksa?’ Arz etti; ‘kendi reyime
    göre (doğru ve hak olanı bulmaya) elimden gelen gayreti göstereceğim’. O zaman
    Rasûlullah buyurdular. ‘Allah’a şükürler olsun ki, Rasûlullah’ın gönderdiği bir
    şahsa, Rasûlullah’ın benimsediği bir yol izleme fırsatı ve imkânı verdi.” (Tirmizî,
    Ebvâb-ü Ahkâm, Sünen-i Ebû Davûd; Kitab’ul Aziye).

    6.5.8. İslâm
    Düzeninin Anayasal Temelleri ve Bunda Peygamber (a.s.)’in Yeri

    “Ey mü’minler, Allah’a ve Peygamber’e ve sizden olan emir
    sahiple­rine itaat edin. Eğer bir şey hakkında çekişirseniz onu Allah’a ve
    Pey­gamber’e döndürün. Eğer Allah’a ve âhiret gününe inan ediyorsanız bu, sizin
    için hayırlıdır. Ve netice itibarıyla daha güzeldir” (Nisa; 59)

    Yukarıdaki ayet, İslâm medeniyeti, dinî ve siyasî düzeninin
    temeli ve İslâm devletinin Anayasasının ilk maddesidir. Bu ayette şu başlıca
    kural­lar kesin olarak ve vazgeçilmez şekilde benimsenmiştir:

    1- İslâm düzeninde itaat edilmeye lâyık olan ilk varlık
    Allah’tır. Bir müslüman her şeyden önce Allah’ın kuludur. Her şey bundan
    sonradır. Müslümanların bireysel ve toplumsal düzenlerinin temeli Tek Allah’a
    sadakat ve itaat üzerinde kurulmuştur. Diğer itaat ve sadakalar, ancak Al­lah’a
    olan itaat ve sadakate ters düşmekle değil, tâbi olmakla geçerli olabi­lir. Bu
    asıl ve temel itaat ve sadakate rakip olabilecek ya da karşı durabi­lecek her
    türlü bağımlılık zinciri koparılıp atılacaktır. Bu hususu Hz. Mu­hammed (a.s.)
    şu kelimelerle ifade etmiştir: “Bir yaratık, Yaradan’ına ita­atsizlik pahasına
    başkalarına itaat edemez.”

    2- İslâmî nizamın ikinci esası Rasûlullah (a.s.)’a itaat ve
    bağlılıktır. Aslında, bu kendi başına bir itaat değildir. Aksine, Allah’a
    itaatin tatbiki ve pratik şeklidir. Hz. Peygamber (a.s.) bizim için itaat
    edilmeye lâyık bir şahsiyettir; çünkü bize Allah’ın emir ve talimatını getiren
    ve onları tatbik ederek gösteren tek merci odur. Allah’a itaat ve bağlılık, Hz.
    Peygamber(a.s.)’in onayı olmadan beş para etmez ve Peygamber(a.s.)’e itaatsizlik
    etmek resmen Allah’a isyan etmektir. Nitekim, şu hadisle aynı konuya te­mas
    edilmiştir: “Bana itaat eden, Allah’a itaat etmiştir ve bana itaatsizlik eden,
    Allah’a itaatsizlik etmiştir”. Kur’ân-ı Kerim’in emri de hemen hemen aynıdır ki,
    bundan ilerde daha etraflıca bahsedeceğiz.

    3- İslâm düzeninde, yukarıdaki iki itaate bağlı olarak,
    müslümanlar için vacip olan üçüncü itaat vardır ki buna müslüman olan “emir
    sahiple­ri” ya da devlet yöneticilerine itaat denilmiştir. Aslında “emir
    sahipleri” geniş anlamlı bir deyimdir ve bütün hâkim ve liderleri kapsamaktadır.
    Ör­neğin, müslümanların din, devlet ve toplum işleriyle uğraşan kişiler, dev­let
    büyükleri, siyasî ve ideolojik alandaki liderler, ulema, aydın, siyasetçi
    düşünür, bürokrat, yüksek rütbeli yetkililer, yargıç, hukukçu, kabile reisi,
    belediye başkanları ve mahalle muhtarları vs., kısacası, müslümanlara âmir
    durumda olan herkes bunun içine girmektedir ve müslümanların ita­atine lâyıktır.
    Bu hâkim yönetici ve âmirlere karşı çıkmak ve kavga çıkar­mak suretiyle Allah’ın
    kullarını zahmete sokmak ve toplum hayatını altüst etmek doğru değildir. Fakat,
    İslâm’da devlet büyüklerine ve yöneticilere itaat ve bağlılığın önemli bazı
    şartları vardır. Bir kere, yöneticinin kendi­sinin müslüman olması şarttır.
    İkincisi, o yönetici Allah ve Rasûlüne tâbi ve itaatkâr olmalıdır. Yöneticilere
    bağlılığın bu şartları sadece bahsettiği­miz ayette değil, Hazreti Peygamber
    (a.s.)’in muhtelif hadislerinde de ga­yet açık bir şekilde sıralanmıştır. Meselâ
    şu hadislere bakınız:

    “Bir müslümanın kendi âmirlerine (yöneticilerine) -ister onların
    söz­lerini beğensin, ister beğenmesin- uyması lâzımdır; ta ki, ona günah işle­me
    emri verilmesin. Günah işleme emri verildiği takdirde, o ne bir şey dinlemeli,
    ne de kabul etmelidir.” (Sahih-i Buhari ve Müslim).

    “Allah ve Rasûl’üne isyan edilecek bir şekilde itaat
    edilmemelidir, ita­at varsa “marûf’ da vardır” (Sahih-i Buhari ve Müslim).

    “Rasûlullah buyurdular ki, size hükümet edecek olanların bazı
    şeyle­rini ‘maruf’ bazılarını ‘münker’ bulacaksınız. Bunların ‘münker’lerinden
    hoşnut olmadığını açıklayanlar kendilerini kurtulmuş olarak sayabilirler.
    Bunları beğenmeyen de paçasını kurtarmıştır. Fakat bunlara rıza gösteren ve
    itaat etmeye başlayan kişi zan altında kalacaktır. Sahabe sordu, ‘bu gibi
    yöneticilerin devri gelince biz onlarla savaşacak mıyız?’ Hz. Peygamber cevap
    verdi: ‘Hayır, onlar namaz kıldıkları sürece değil”.

    Demek ki, yöneticilerin namaz kılıp kılmamaları, Allah ve
    Rasûlü’nün emirlerinden çıkmalarının son belirtisi sayılacaktır. Yani namazı
    terk eden yöneticilere karşı mücadele, doğru bir harekettir.

    “Rasûlullah (a.s.) buyurdular, en kötü reisleriniz
    (yöneticileriniz) sizin için kötü düşünen ve sizin de onlar için kötü
    düşündüğünüz, sizi lânetleyen ve sizin de onları lanetlediğiniz yöneticilerdir.
    Sahabe sordu:

    ‘Ya Rasûlullah, bu durum böyleyken biz onlara karşı ayaklanamaz
    mıyız?’ Buyurdular, ‘aralarınızda namazı sürdürdükleri müddetçe değil”
    (Müs­lim).

    Bu hadis’te daha önce bahsettiğimiz şart, biraz daha açık
    şekilde orta­ya konmuştur. Yukarıdaki hadisten, kötü yöneticilerin kendi kişisel
    hayat­larında namaz kılmaya devam ettikleri sürece kendilerine baş
    kaldırılma­ması gerektiği intibaı alınıyordu. Fakat bu son hadisi ele
    aldığımızda bir yöneticinin şahsen namaz kılıp kılmaması değil, cemiyette ve
    bütün müs­lümanlar arasında namaz nizamını kurup kurmamasının önemli olduğunu
    görüyoruz. Yani yöneticilerin namaz kılmaları yeterli değildir. Onların kurduğu
    düzende namazın nasıl bir yer tuttuğu önemlidir. Eğer bir müslü­man devlette,
    müslüman tebaanın namaz kılmaları mecburiyse ve bu hu­susta gereken bütün
    tedbirler alınmışsa, o devletin her kademesindeki yö­neticileri usulen
    müslümandırlar. Bu da bir İslâm devletinin, “İslâmlık” hüviyetini koruyup
    koruyamamasının en son ölçüsüdür. Bu alâmet ve işa­ret de yoksa demek ki söz
    konusu devlet ve hükümet İslâm’dan ayrılmış­tır. Ve bunu ortadan kaldırıp yerine
    tam manasıyla bir İslâm yönetimi kur­mak için müslümanların mücadele etmeleri
    haklı sayılacaktır. Bu husus bir başka hadiste şöyle anlatılmıştır: “Nebi-yi
    Kerim (as.) bizden diğer konuların yanı sıra şu konuda da söz aldı: ‘İşlerinde
    bariz bir küfre şahit olmadığımız müddetçe reislerimiz ve yöneticilerimizle
    kavga etmeyece­ğiz. Kavga ettiğimiz takdirde de Allah’ın huzurunda onlara karşı
    göstere­bileceğimiz bir delil olmalıdır” (Sahih-i Buhâri ve Müslim).

    4- Söz konusu ayette kat’î ve kesin kural olarak belirlenen bir
    başka husus da, İslâm düzeninde, Allah’ın emri ve Peygamber’in sünnetinin
    kanun-u esasî ve başvurulacak son merci oluşudur. Müslümanların arasında ya da
    hükümet ile vatandaşlar arasında çıkan bir anlaşmazlığın giderilme­si için elde
    olan usullere göre herhangi bir neticeye varılmazsa, kesin ka­rar için Kur’ân-ı
    Kerim ve Sünnet’e müracaat edilmelidir. Allah ve Rasûl (a.s.)’un mahkemesinden
    çıkacak her karar hem hükümet hem diğer müs­lümanlar için bağlayıcı olacaktır.
    Zâten tüm dini ve dünyevî konularda Kitabullah ile Rasûl (a.s.)’un Sünnetine en
    büyük ve en son merci olarak başvurulmasından dolayıdır ki, İslâm düzeni, dinsiz
    ve Allahsız bir dü­zenden ayırt edilebilmektedir. Bu temel felsefe ve
    kurallardan yoksun olan bir düzen elbette ki İslâmî özellikler taşımamaktadır.

    Bu noktada, bazı, kimseler itiraz edebilirler. “Canım böyle bir
    şey olur mu? Hele modern çağda böyle bir şeye imkân var mıdır? Bugünkü günlük
    hayatta her ufak tefek meselede Allah ve Rasûlüne müracaat edilebilir mi?
    Belediye, posta, telefon, telgraf ve buna benzer pek çok şeylerin yönetmeliği,
    kaide ve kuralları Kur’an-ı Kerim ve hadislerde bulunabilir mi?” Aslında, bu tür
    basit sorular ve gülünç itirazlar, dinin kurallarını bil­memekten ileri geliyor.
    Bir müslüman ile bir kafiri birbirinden ayıran ne­dir? Aralarındaki iman. Ama bu
    iman nasıldır? Bir kâfir yüzde yüz özgür ve bağımsız olduğunu iddia ettiği için
    kâfirdir. Ama bir müslümanın öz­gürlüğü ve bağımsızlığının bir sınırı vardır. O
    Allah’ın kulu olmak sıfatıy­la, Rabbi’nin çizdiği sınırların içinde özgür ve
    bağımsızdır. Kâfir bütün iş­lerini kendi çıkardığı ve geliştirdiği kaide ve
    kanun1ann içinde yapmakta­dır ve insanüstü bir varlığa inanmamaktadır. Bunun
    aksine, bir müslüman her konuda ilk önce Allah ve Peygamberine müracaat etmekte,
    onlardan hidayetini almaktadır. Bu iki merciden herhangi bir şey bulamadığı
    zaman âmir ve hâkimlerine müracaat etmektedir. İslâm fıkhının belirlediği emir
    ve itaat zincirinin en sonunda kendi düşüncesine ve görüşüne göre hareket
    etmektedir. Bir müslüman, ancak şeriatın açıklayıcısı ve öğreticisi Hz. Muhammed
    (a.s.)’in herhangi bir hükmü ve işareti bulunmadığı takdirde hareket
    serbestisine sahiptir.

    6.6. HZ. PEYGAMBER’E KUR’AN’IN
    DIŞINDA İNEN VAHİYLER

    “Onu acele (kavrayıp ezber) etmen için dilini onunla tahrik etme
    (depreştirme). Onun toplanması ve onu okutması bize aittir. Sana vahiy ile
    kıraat eylediğimizde sen de oku. Sonra onun beyan ve izahı da bize aittir”
    (Kıyamet; 16-19)

    Bu önemli bir ayettir. Bu ayette öyle bazı usûl ve prensipler
    anlatıl­mıştır ki, bunları iyice kavrayan bir kişi başkalarının yaydıkları yalan
    yan­lış şeylere inanmaktan kurtulur.

    Birincisi, Hazreti Muhammed (a.s.)’e, Kur’ân-ı Kerim’de yer alan
    Al­lah’ın kelâmının dışında da vahiylerin geldiği bu ayetle sabittir. Kur’ân-ı
    Kerim’de yer almayan bazı emir ve bilgiler de Allah tarafından Hz. Pey­gamber
    (a.s.)’e aktarıldı. Kur’ân’da yer alan emir, talimat, işaret, kelimeler ve özel
    deyimler ile ilgili açıklamalar da Allah’ın kitabında yer almış ol­saydı, o
    zaman “onun beyanı ve izahı da bize aittir” demenin hiçbir an­lamı kalmazdı.
    Zâten Kur’ân’da olan bir şeyin izahına ihtiyaç yoktur. O halde teslim etmeliyiz
    ki, Kur’ân-ı Kerim’in anlatımı, açıklaması ve yorumlanmasıyla ilgili Allah
    tarafından Hazreti Peygamber’e gelen ilham ve vahiyler Kur’ân-ı Kerim’de yer
    almamıştır. Kur’ân-ı Kerim’in dışında yapı­lan bu açıklamalar, Hz. Muhammed
    (a.s.)’e “hafî” (gizli) vahyin gelişinin bir delilidir.

    İkincisi, Allah tarafından Hazreti Peygamber (a.s.)’e iletilen
    ve ulaştı­rılan Kur’ân-Kerim’in mefhumu, hikmetleri ve açıklamalarının maksadı,
    Rasûlullah (a.s.)’ın insanlara Kur’ân-ı Kerim’i söz ve fiilleriyle daha açık bir
    şekilde anlatmasını kolaylaştırmaktı. Maksat bu olmasaydı, Kur’ân-ı Kerim’in
    mefhum ve açıklamalarının sadece Peygamber (a.s.)’in istifadesi için
    gönderilmesi anlamsız olurdu. Bu açıklama ve bilgiler yalnızca Hz. Peygamber
    (a.s.)’in şahsiyetine ait olsaydı. Allah’ın bu gayreti hâşâ beyhude olurdu.
    Çünkü bunlar Hz. Muhammed (a.s.)’in kendi peygamber­lik vazifesini yerine
    getirmesinde hiç de yardımcı olamazdı. Onun için, sadece akılsız ve düşüncesiz
    bir insan Allah’ın ek açıklayıcı bilgilerinin hiçbir amacı ve pratik önemi
    olmadığını ileri sürebilir. Nitekim, Allahu Teâlâ Nahl suresinin 44. ayetinde
    şöyle buyurmuştur: “Onları Mu’cize ve kitaplarla gönderdik. Sana da (habibim)
    insanlara kendileri için indirilen her şeyi açıklayasın diye Kur’ân’ı indirdik”.
    Ayrıca, Cenab-ı Allah, Kur’ân-ı Kerim’de “dört ayrı yerde, Rasûlullah (a.s.)’ın
    işinin insanlara, sa­dece Kur’ân-ı Kerim’in ayetlerini duyurmak değil, bunun
    talim ve terbiye­sini vermek olduğunu belirtmiştir. (Bakara; 29 ve 151. ayetler,
    Al-i İm­ran; 164. ayet ve Cum’a; 2. ayet). Bundan sonra aklı başında olan bir
    kişi, Kur’ân-ı Kerim’in en güvenilir ve doğru açıklamasının Hz. Muhammed
    (a.s.)’in söz ve fiilleriyle yapıldığına inanmaktan kaçınabilir mi? Bu doğ­ru,
    güvenilir ve resmi açıklama ile yorumu bir yana bırakıp, kendi keyfine göre
    Kur’ân-ı Kerim’i tefsir etmeye çalışan bir kişi büyük bir günah işle­miş olur.

    Üçüncüsü, Kur’ân-ı Kerim’i şöyle gözden geçirmiş olan bir kişi
    bile, bu ilâhi kitapta geçen pek çok söz ve deyimi sadece Arapçayı bilen bir
    ki­şinin tam anlamıyla anlayamayacağının derhal farkına varabilir. Örneğin, “salât”
    kelimesini ele alalım. Kur’ân-ı Kerim’de imandan sonra üzerinde en çok durulan
    bir şey varsa o da “salât”tır. Fakat sadece Arapçaya vakıf olan, ya da Arapçanın
    sözlüğüne bakarak bu kelimenin anlamını çıkarma­ya çalışan bir kişi gerçek
    anlamını aslâ bulamayacaktır. Kur’ân-ı Kerim’de bu kelimenin sık sık
    kullanıldığını görünce diyecektir ki, Arapça’nın bu kelimesi muhakkak bir terim
    veya ıstılah olarak kullanılmıştır. “Salât’ın gerçek mefhumuna vakıf olmayan bu
    şahıs en nihayet diyecektir ki, bun­dan iman sahiplerinin mutlaka yapmaları
    gereken bir fiil kastedilmiştir. Ama o fiilin gerçek anlam ve mahiyetini
    bilemeyecektir. “Salât”tan ne kasdedildiğini, sadece Arapça bilen bir kişinin
    anlaması mümkün değildir. Şimdi sorarım size, Cenab-ı Allah, Kur’ân-ı Kerim’de
    kullanılan bu ve bu­na benzer pek çok söz ve deyimleri açıklamak ve fiilen
    göstermek üzere kullarına bir peygamber göndermeseydi, dünyada Kur’ân-ı Kerim’i
    oku­yanlardan iki kişi bile “salat”ın, namaz manasına geldiği ve bunun belli bir
    ibadet şekli olduğu üzerinde anlaşabilirler miydi? Halbuki, yaklaşık 1400 yıldan
    beri müslümanlar nesilden nesile aynı şekilde namazı eda ede-geliyorlar ve
    yanlış şeyin yakıştırılmaması için azami gayret sarf ediyorlar. Yanlış şeylerin
    Hazreti Peygamber (a.s.)’e yakıştırılma ihtimalleri gittikçe artınca da ümmetin
    iyiliğini düşünen bir takım fedakâr ve cefakâr fertler, ak ile karayı, doğru ile
    yanlışı birbirinden ayırmak için görülmemiş çaba harcadılar. Aslında hadislerin
    hazırlanması konusunda müslüman âlim ve fakihlerin gösterdiği olağanüstü
    titizlik ve meydana getirdikleri muazzam ilmin bir başka örneğini görmek mümkün
    değildir ve müslümanlar bu­nunla ne kadar iftihar etseler azdır. Bu ilmi
    bilmeyip batılı oryantalistler tarafından aldatılmaları yüzünden hadis ve
    sünnet’i güvenilir saymayan bu zavallı İnsanlar aslında çok talihsizdirler.
    Maalesef, kendi cehaletleri se­bebiyle İslâmiyet’e ne büyük zarar verdiklerinin
    farkında bile değillerdir.

    6.6.1. Kıble’nin
    Tayini

    Kur’ân-ı Kerim’in dışında, Hz. Peygamber’e başka vahiyler ve
    başka ilâhî emirlerin geldiğini bizzat Kur’ân-ı Kerim açıklamıştır. Hz.
    Peygam­ber (a.s.) hem Kur’ân-ı Kerim’e hem diğer vahiylerde yer alan emirlere
    uymaya mecburdu:

    “Senin üzerinde bulunduğun Kıbleyi, Peygamber’e tabi olan ile,
    ar­kasını döneni bilelim diye yaptık” (Bakara; 143)

    Yukarıdaki ayet, her çeşit te’vile son veren ve Hz. Peygamber
    (a.s.)’e Kur’ân’dan başka vahiylerin gelmediği düşüncesini tamamıyla silen
    apa­çık bir ayettir. Mescid-i Harâm (Kâbe) “kıble” ilân edilmeden önce,
    müs­lümanların kıblesi olan yerin (Mescid-i Aksa) kıble ilân edilmesine dair
    herhangi bir emir Kur’ân-ı Kerim’de yer almıyor. Ama ilk kıblenin Hz. Muhammed
    (a.s.) tarafından belirlendiğini ve müslümanların yaklaşık 14 yıl buna dönerek
    namaz kıldıklarını kimse inkâr edemez. 14 yıl sonra ise, Cenab-ı Allah, Bakara
    sûresinin yukarıdaki ayetiyle Hz. Muhammed (a.s.)’in bu kıble seçimini onayladı
    ve bu kıbleyi kendisinin seçtiğini ilân etti. Nitekim, Cenab-ı Hak ayette diyor
    ki, “bu kıbleyi, Hz. Peygamber va­sıtasıyla ben seçtim. Bununla gayem,
    Peygamber’e kimin itaat ettiğini, ki­min etmediğini görmekti”. Bu ayet bir
    yandan, Hz. Peygamber Efendimiz (a.s.)’e Kur’ân-ı Kerim’in dışında başka
    vahiylerin geldiğini, bir yandan da müslümanların, Kur’ân-ı Kerim’de yer almayan
    bazı konularda Hz. Pey­gamber (a.s.)’e itaat etmeye mecbur olduklarını beyan
    ediyor. Hatta Allah katında Rasûlullah (a.s.)’a imanın, onun vasıtasıyla gelen
    emir ve talimata uyulma derecesine göre değerlendirildiği de bir gerçektir.

    Şimdi bizim sormak istediğimiz soru şudur: Madem ki Hz.
    Peygamber (a.s.)’e Kur’ân-ı Kerim’in dışında herhangi bir vahiy gelmiyor, o
    zaman “kıble” ile ilgili ilâhi emir kendisine nasıl geldi? Bu, Hazreti Peygamber
    (a.s.)’e, Kur’ân-ı Kerim’de yer almayan bazı emirlerin de geldiğinin açık bir
    delili değil midir?

    6.6.2. Mekke’nin
    Fethiyle İlgili Müjde

    Hz. Peygamber (a.s.) Medine’de rüyada, Mekke’ye girdiğini ve
    Bey­tullah (Kâbe)’ı tavaf ettiğini görür. Hz. Peygamber (a.s.) bu rüyasını
    saha­beye açıklar ve 1400 kişiyle umre yapmak üzere yola koyulur. Mekke
    kâ­firleri, Hz. Peygamber ile beraberindekileri Hudeybiye adlı yerde
    durdu­rurlar. Nihayet Hudeybiye Anlaşması imzalanır. Bundan bazı sahabe hayli
    rahatsız olurlar. Aralarında bu durumdan yakınanlar da vardır. Bunların
    temsilciliğini Hz. Ömer (r.a.) üstlenir ve Hz. Peygamber (a.s.)’e sorar: “Ya
    Rasûlallah, siz bize dememiş miydiniz, biz Mekke’ye gireceğiz ve tavaf edeceğiz?
    Rasûlullah buyurdular: “Ben bu yolculuk sırasında mı bunun böyle olacağını
    söylemiştim?” Daha sonra Kur’ân-ı Kerim’de Cenab-ı Al­lah şunları söyler:

    “Andolsun ki Allah, Peygamberine hak olarak gösterdiği rü’yayı
    tas­dik etti. İnşallah (hepiniz) emin ve korkusuz başınızı tıraş etmiş,
    kısalt­mış olarak Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Fakat Allah, sizin
    bilemediği­niz şeyleri bildi de, Mekke fethinden önce size yakın bir fethi
    mukadder kıldı.” (Fetih; 27)

    Yukarıdaki ayetten anlaşılıyor ki, rüya yoluyla Hazreti
    Peygamber (a.s.)’e Mekke’ye giriş şekli, arkadaşlarıyla birlikte oraya gidişi
    kâfirlerin onlara mani olacağı, sonra anlaşma yapılacağı, bundan sonra iki sene
    müddetle müslümanlara umre yapmak imkânı sağlanacağı ve nihayet Mekke fethinin
    yolunun açılacağı tek tek anlatılmıştı. Bu da, Kur’ân-ı Kerim’in dışında başka
    vahiy ve ilhamların Hz. Peygamber’e gelmelerinin bir delili değil midir?

    6.6.3. Gizli Bir
    Şey

    Hazreti Muhammed (a.s.), zevcelerinden birine gizli bir şey
    anlatır. Ama bu zevcesi bu gizli şeyi başkalarına anlatır. Hz. Peygamber (a.s.)
    bu­nun üzerine kendisine serzenişte bulunur ve gizli bir şeyi niçin başkaları­na
    anlattığını sorar. Zevcesi de hayret içinde kendisine sorar, “Ya Rasûlallah
    benim bu hareketimi nereden öğrendiniz?” Hz. Peygamber (a.s.) de der ki, “Bu
    bilgiyi bana her şeyi bilen ve her şeyden haberdâr olan Allah vermiştir”:

    “Peygamber zevcelerinden birine bir sözü sır olarak söylediğinde
    o zevce de diğerine bunu haber verdi. Ve Allah da bunu Peygamber’e bil­dirdi.
    Peygamber onun bir kısmını bildirmeyip bir kısmını haber verdi­ğinde zevcesi,
    ‘Bunu sana kim haber verdi’ dedi. Peygamber de: Her şeyi bilen ve her şeyden
    haberdâr olan (Allah) bana bildirdi’ dedi” (Tahrim; 3)

    Kur’ân-ı Kerim’de yukarıdaki ayetin dışında, Hz. Peygamber
    (a.s.)’in zevcesinin, sır olarak söylenen sözü başkasına aktardığına dair Cenab-ı
    Allah’ın kendisine verdiği bilgiyi ihtiva eden bir başka ayet var mıdır? Eğer
    yoksa, Cenab-ı Allah (c.c.)’ın, Hz. Peygamber (a.s.)’e Kur’ân’ın dı­şında da
    bazı mesaj ve haberler yolladığı doğru değil midir?

    6.6.4. Hz.
    Zeyneb’i Nikahlaması

    Hazreti Peygamber (a.s.)’in evlâtlığı, Zeyd bin Harise (r.a.),
    karısını boşar, daha sonra Hazreti Peygamber bu kadın (Hz. Zeyneb) ile evlenir.
    Bunun üzerine münâfıklar ve muhalifler, Hz. Muhammed (a.s.)’e karşı bü­yük bir
    iftira kampanyasını başlatırlar. Hz. Peygamber (a.s.)’i soru ve iti­razlara
    boğarlar. Cenab-ı Allah bu soruların cevabını Ahzâb sûresinin bü­tün bir
    rükûsunda vermiştir. Bu ayetlerde, Allahu Teâlâ, Hz. Muhammed (a.s.)’in, Hz.
    Zeyneb (r.a.) ile kendi keyfine göre değil, ilâhi emir üzerine nikâh yaptığını
    açıklar:

    “Zeyd o kadından alâkasını kesince biz onu sana zevce yaptık ki,
    mü’minlere evlâtlıklarının kendilerinden alakalarını kestikleri (boşadık­ları)
    zevcelerini almakta bir müşkülat olmasın”.(Ahzâb; 37)

    Bu ayet geçmişte meydana gelen bir vak’ayı anlatıyor. Peki, bu
    vak’adan önceki Allah’ın emri, yani Hz. Muhammed (a.s.)’in, Zeyd’in bo­şadığı
    karısıyla evlenme hükmü Kur’ân-ı Kerim’de herhangi bir yerde ge­çiyor mu?

    6.6.5. Ağacı
    Kesme İzni

    Rasûlullah (a.s.), Beni Nadir’in sık sık anlaşmaları bozma
    alışkanlı­ğından bıkıp onların Medine yakınlarında bulunan mahallelerine karşı
    as­keri bir harekâta girişir. Kuşatma devam ederken müslüman askerler çev­redeki
    bazı bahçelerde bulunan ağaçları keserler. Amaç, hücumu kolay­laştırmaktır. Ama
    bu hareket bozguncuların hoşuna gitmez ve hemen yay­garayı basarlar, yok dikili
    ağaçları kesmek günahtır, yok meyveli ağaçları talan etmekle müslümanlar
    yeryüzünde fesad ve huzursuzluğa yol açmış­lardır vs. gibi itirazlarda
    bulunurlar. Buna cevap olarak Allah (cc.) der ki:

    “Kestiğiniz her hurma ağacı veyahut kökleri üstünde dikili
    bıraktığı­nız her ağaç Allah’ın izni iledir”. (Haşr; 5)

    6.6.6 Bedir
    Savaşından Önceki Bir Vaad

    Bedir savaşının sona ermesiyle ganimet mallarının dağıtım
    meselesi ortaya çıkınca Enfâl suresi iner ve bu sûrede Bedir savaşının tümü
    Allah tarafından değerlendirilir. Cenabı Allah, değerlendirmesine, Hz. Muham­med
    (a.s.)’in savaşmak üzere Medine’nin dışına çıktığı ânı hatırlatarak başlar ve
    müslümanlara şöyle hitap eder:

    “Allah iki taifeden birinin sizin olacağını va’d eylediği vakit
    siz, kuv­vetsiz ve silahsız olan taifenin sizin olmasını arzu ediyordunuz.
    Halbuki, Allah, emirleri ile hakkın açığa çıkmasını ve kâfirlerin köklerini
    kesmeyi murad eder”. (Enfal; 7)

    Bu sûrenin dışında, Kuran-ı Kerim’de herhangi bir yerde, Cenabı
    Al­lah’ın yukarıdaki vaadine rastlayabiliyor musunuz? Yani, Allah’ın Hz.
    Peygamber (a.s.)’e ya da müslümanlara hitaben, “bakın biz sizi iki taife
    (ticaret kafilesi ile Kureyş Ordusu)’den birine galip getireceğiz” dediğini 
    belirten başka ayet var mıdır?

    6.6.7.
    Müslümanların Yalvarışına Cevap

    Aynı Bedir savaşıyla ilgili Allah’ın değerlendirmesi devam
    ediyor ve ilerde bir yerde şöyle deniyor:

    “Hani, siz Rabbinizden imdat istediğinizde, ‘size peyderpey bir
    me­lekle yardım edeceğim’ diye icabet buyurdu” (Enfâl; 9)

    Müslümanların feryadına Allah tarafından verilen cevabın, Kur’ân-ı
    Kerim’in herhangi bir yerinde bulunduğunu söyleyebilen çıkar mı?

    Bu tarz kuşkusu olanlara, ben bir değil, iki değil tam 7 ayrı
    misal ver­dim. Kur’ân-ı Kerim’e istinaden verdiğimiz bu misaller, Hazreti
    Peygam­ber (a.s.)’e Kur’ân-ı Kerim’den başka da vahiylerin geldiğini
    ispatlamakta­dır. Konumuzu daha ileriye götürmeden önce Hakka boyun eğmeye hazır
    olup olmadığınızı bilmek isterim.

    6.6.8. Ezan ve
    Cuma Namazı

    “Ey mü’minler, Cuma günü namaza çağırıldığınız zaman hemen
    Al­lah’ın zikrine gidin. Alış verişi terk edin”(Cum’a; 9)

    Yukarıdaki ayette üç nokta dikkate değerdir: 1) Namaz için genel
    bir duyuru ve çağrı yapılması. 2) Bu çağrının cuma günü kılman namaz ile il­gili
    olması. 3) Bu iki şey için, “önce namaz için çağrı yapın ve cuma günü özel bir
    namaz edâ edin” gibi bir ifadenin kullanılması. Burada kullanılan ifade
    gösteriyor ki, İnsanlar namaz kılmakta, özellikle cuma namazına git­mekte
    tembellik yaparlardı, oyalanırlardı ve alış verişlerine devam eder­lerdi. Bu
    sebeple, Cenab-ı Allah bu ayeti indirmeyi uygun gördü. Allah bu ayetle,
    insanların namaz çağrısını dinlemelerini, bu özel namazın önemini ve farz
    olduğunu bilerek camilere koşmalarını istemiştir. Bu üç noktaya dikkat
    ettiğimizde de Allah’ın Hz. Peygamber (a.s.)’e Kurân’dan başka da emirler
    verdiği ve bu emirlerin Kur’ân-ı Kerim’de yer alan emir ve talimat kadar itaate
    lâyık olduğu ortaya çıkar.

    Yukarıda namaz için çağrı olarak tanımlanan şey “ezân”dan başka
    bir şey değildir. Ezan bugün bütün dünyada ve hususiyetle, müslüman ülke­lerde
    müminleri beş vakit namaza çağırmak için müezzinlerin minarelerden okudukları
    Allah’ın kelâmıdır. Fakat çok gariptir ki, Kur’ân-ı Ke­rim’de hiçbir yerde ne
    ezân’ın sözleri yer almıştır ne de mü’minlerin bu şe­kilde namaza çağrılması
    gerektiği belirtilmiştir. Bu geleneği bize Hazreti Muhammed (a.s.) aktarmıştır.
    Kur’ân-ı Kerim’de bu gelenek iki yerde tas­vip edilmiştir. Biri yukarıdaki
    ayette, biri de Maide suresinin 58. ayetinde.

    Aynı şekilde, bugün bütün dünyada müslümanların çok iyi bildiği
    cu­ma namazının ne edâsı ne zamanı ne de mahiyeti hakkında Kur’ân-ı Ke­rim’de
    hiçbir yerde bilgi verilmemiştir. Bu (cuma namazı) Hazreti Pey­gamber (a.s.)’in
    öğrettiği bir şeydir. Yukarıdaki ayet de yalnızca bu nama­zın farz olmasını
    belirtmek üzere indirilmiştir.

    Bu kesin delilden sonra eğer bir kişi yine de şer’i emir ve
    kanunların yegâne kaynağının Kur’ân-ı Kerim olduğunu söyler ve hadis ile
    sünnet’in nazar-ı itibara alınmaması gerektiğini ileri sürerse, ben onun Kur’ân-ı
    Ke­rim’in de inkarcısı olduğunu söylerim.

    6.6.9. Namaz Edâ
    Etmenin Yolu

    “Gördün mü şu kimseyi ki menetti. Namaz kıldığı zaman bir kulu”
    (Alak; 9-10)

    Yukarıdaki
    ayetle bahsedilen “kul”, Hazreti Muhammed (a.s.)’den başka kimse değildir.
    Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Muhammed (a.s.)’den, bu şe­kilde çeşitli yerlerde
    bahsedilmiştir. Meselâ (İsra) sûresinde 1. ayette şöy­le denmiştir: “Kulunu bir
    gece Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya gö­türen (Allah) münezzehtir”. Kehf
    sûresinin birinci ayetinde şöyle buyurul­muştur: “Hamd o Allah’a mahsustur ki,
    kuluna Kitab’ı (Kur’ân) indirdi”. Cin sûresinin 19. ayeti de şöyledir: “Allah’ın
    kulu, O’na ibadet için kalktı­ğı zaman nerdeyse cinler etrafında üst üste
    yığılıyorlardı.” Bunlardan an­laşılacağı gibi bu, Allah’ın sevgili peygamberine
    mahsus bir hitabet şekli­dir ve kendine sevgisini belirten bir konuşma tarzıdır.
    Yukarıdaki ayetten, Allah’ın Hz. Peygamber (a.s.)’i, peygamberliğe getirdikten
    sonra namaz kılmasını da öğrettiği anlaşılıyor. Ancak namazın nasıl kılınması
    gerekti­ğine dair Kur’ân-ı Kerim’de herhangi bir kayıt yoktur. Bu da Hz.
    Pey­gamber (a.s.)’e Kur’ân-ı Kerim’in dışında da başka emir ve talimatın
    veril­diğinin başka bir delilidir.



     




    [1]
    “Gaip”,
    insanların gözleriyle göremediği, duyularıyla duyamadığı duyular üstü
    dünyaya denilir. Gaip hakkındaki bilgi sahibi olunmadan insan hayatının
    sırları öğrenilemez. İnsanın haki­kati nedir? Özü ve kaynağı nedir? Kendisi
    bağımsız mıdır, yoksa bağımlı bir yaratık mıdır? Bağımlıysa kime ve neye
    bağımlıdır? Bir insanın, Yaradan’ıyla ne gibi bir ilişkisi vardır? Evren
    ne­dir, ruh nedir? ölümden sonraki hayal nedir? Bu ve buna benzer sorulara,
    gaipten haber olmadan tatmin edici cevap verilemez. Allah işte bu gaip
    ilmini peygamberlere verir.

  • PEYGAMBERLİĞİN SON BULMASI



    Beşinci Bölüm: PEYGAMBERLİĞİN SON BULMASI



    5.1. PEYGAMBERLİĞİN SON BULMASININ GERÇEK ANLAMI VE BUNUNLA İLGİLİ DELİLLER



    5.1.1. Peygamberliğin Sona Ermesi İle İlgili Açıklamalar



    5.1.2. Hz. Peygamber (a.s.)’den Önceki Çağlarda Durum



    5.1.3. Din’in Tamamlanması ve Peygamberliğin Son Bulması



    5.1.4. Peygamberliğin Son Bulmasıyla İlgili Deliller



    5.1.5. Bütün İnsanlığın Hidayet Yolu



    5.1.6. Bütün İnsanlık İçin Müjdeleyici ve Uyarıcı



    5.1.7. Hz. Muhammed, İnsanlık İçin Bir Rahmettir



    5.1.8. Hz. Muhammed (a.s.) Allah’ın Son Peygamberidir



    5.1.9. Nübüvvetin Hz. Muhammed (a.s.)’le Sona Erdiğine Dair Başka Bir İşaret



    5.1.10. Peygamberliğin Sona Erdiğini Kabul Etmeyenler İçin Ayetlerden Belgeler



    5.1.11. Son Peygamber’den Sonra Nübüvvet İddiası



    5.1.12. Peygamberliğin Sona Ermesi Aleyhinde Kadıyanî’lerin İleri Sürdüğü Bir
    Başka İddia



    5.1.13. Nübüvvet’in Sona Ermesiyle İlgili Ayette Varolan Üç Delil



    5.2. PEYGAMBERLİĞİN SON BULMASI ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME



    5.2.1. “Hâtem-en Nebiyyin” (Peygamberlerin Sonuncusu)’in Sözlük Anlamı



    5.2.2. Hz. Peygamber’in Buyrukları



    5.2.3. Sahabelerin Ortak Görüşü



    5.2.4. Alimlerin Ortak Görüşü



    5.2.5. Önemli Bir Soru



    5.2.6. Yeni Bir Peygambere Gerek Var mıdır?



    5.3. VADEDİLEN MESİH HAKKINDAKİ HADİSLER



    5.3.1. Meryem Oğlu Hz.Îsa (a.s.)’nın Dünyaya Tekrar Gelmesine Dair Hadisler



    5.3.2. Bu Hadisler Neyi İspatlıyor?



    5.4. AHMEDÎ VEYA KADIYANÎLERİN BATIL FİKİRLERİNİN REDDİ



    5.4.1. Nass’lardan Kaçış



    5.4.2. Zoraki Deliller



    5.4.3. A’râf Sûresinin 35. Ayetinin Gerçek Anlamı



    5.4.4. Mü’minûn Sûresinin 51. Ayetinin Anlamı



    5.4.5. Kadıyanî’lerin, Hadislerden Çıkardıkları Yanlış Deliller



    5.4.6. Son Söz

     

    Beşinci Bölüm: PEYGAMBERLİĞİN SON
    BULMASI

    5.1. PEYGAMBERLİĞİN SON BULMASININ
    GERÇEK ANLAMI VE BUNUNLA İLGİLİ DELİLLER

    5.1.1.
    Peygamberliğin Sona Ermesi İle İlgili Açıklamalar

    İnsan kültür ve medeniyeti, herhangi bir nebinin öğreti ve
    mesajı ge­niş bir toprak parçasına ve büyük kitlelere yayılabilecek ve herhangi
    bir cemiyet veya millet bir nebinin talimatını, fiilen yarattığı eserleri
    koruya­rak bütün dünyaya ulaştırabilecek duruma gelinceye kadar Nübüvvet
    zin­ciri devam etti ve çeşitli milletler ile ülkelere nebiler gönderildi. Ancak
    bir yandan bir nebinin mesajının uluslararası ve hata evrensel boyutlara
    varmasına imkânlar sağlayan medeni ve kültürel gelişmeler ve diğer yan­dan ilâhî
    kitap ve kitabı getirenin siretini ve talimatını olduğu gibi muha­faza edip
    dünyaya yayabilecek bir ümmetin doğması üzerine dünyaya ye­ni bir peygamberin
    gönderilmesine hâcet görülmedi. Ve bu şekilde pey­gamberlik zinciri bu noktada
    son bulmuş oldu.

    5.1.2. Hz.
    Peygamber (a.s.)’den Önceki Çağlarda Durum

    Eskiden her cemiyete, her millete ve her memlekete peygamberler
    ge­lirdi. Hatta bir millete bazen birkaç peygamberin geldiği olurdu. Bu
    Pey­gamberlerin vaaz, telkin ve talimatı nispeten küçük bir bölgeye yerleşmiş
    küçük grup ve cemiyetlere kadar sınırlı olurdu. Bir peygamberin mesajı­nın başka
    cemiyet ve milletlere ulaşması hemen hemen imkânsızdı. Zira, o devirlerde
    muhtelif yerleşim merkezleri ve insan grupları arasında her­hangi bir bağlantı
    yoklu. Ulaşım zorlukları nedeniyle birbiriyle temas et­meleri, kaynaşmaları
    mümkün değildi. Her millet adeta kendi memleket hudutları içinde mahsur
    durumdaydı. Böyle bir durumda cihanşümul ve geniş kapsamlı bir dini felsefe ve
    mesajın çeşitli milletlere yapılması söz konusu değildi. Çeşitli toplumların
    durumu değişik olduğu için düşünce ve inançları da değişikti. Her tarafta yaygın
    olan cehalet, iman ve ahlâkı temellerinden sarsmıştı. Bu sebeple, Allah’ın
    peygamberlerinin her toplu­ma ve her ulusa ayrı ayrı şekilde ve metotlarla doğru
    yolu göstermeleri gerekti. Görevleri, sapık düşünce ve inançlara yavaş yavaş son
    verip yer­lerine doğru inancı tesis etmekti. Amaçları, cahili düşünce, örf ve
    âdetleri ortadan kaldırıp en büyük yaratıcı olan Allah’a ve O’nun kanunlarına
    say­gılı olmalarını öğretmekti. Nebi veya Rasûller, cahil ve yollarından sapmış
    olan toplumları tıpkı birer çocuk gibi yetiştirmeli, onlara edeb ve terbiye
    öğretmeliydiler. Bu gibi ilâhî talim ve terbiye için binlerce sene sarf edildi.
    Nihayet, insanoğlu talim ve terbiyenin çocukluk devresini geçirip gençlik çağına
    girdi. Bilim, teknik, sanat, ticaret ve kültürün gelişmesiyle millet­ler
    arasındaki ilişkiler de arttı. Çeşitli uluslar ve toplumlar birbirini tanıdı,
    onlarla çeşitli alanlarda temaslar kurdu. Çin ve Japonya’dan Avrupa ve
    Afrika’nın uzak köşelerine kadar kara ve deniz yolları açıldı. Bazı kavim­ler
    yazıyı icat etti ve başkalarına yaymaya çalıştılar. Okuma, yazma im­kânlarının
    artmasıyla ilmi ve kültürel değişim için zemin hazırlandı. Bir­kaç büyük
    hükümdar ve fatih ortaya çıktı ve birkaç millet ile ülkenin bir tek siyasi
    nizamın altına girmelerine sebep olan fütuhata giriştiler ve mu­azzam
    imparatorluklar kurdular. Böylece çok eski çağlarda insan grupları arasında
    görülen irtibatsızlık ve kopukluk ortadan kalktı. Artık tek İslâm dini, tek
    ilâhî felsefe ve şeriatın bütün dünyaya yayılması için şartlar oluş­muştu.
    Aslında, bundan 2.500 yıl önce insan uygarlığı o dereceye gelmişti ki insanoğlu
    kendiliğinden evrensel ve ortak bir din aramaya başlamıştı. Nitekim, tam bir din
    sayılmayan ve sadece birkaç ahlâkî ve sosyal kural­dan ibaret olan Budizm,
    Hindistan sınırlarını aşıp bir taraftan Japonya ve Moğolistan’a kadar ve diğer
    taraftan Afganistan ve Buhara’ya kadar yayıl­mıştı. Budist misyonerler dinlerini
    daha da uzak noktalara kadar ulaştır­maya çabalıyorlardı. Gerçi Hz. Îsa (a.s.)’nın,
    beraberinde getirdiği din İslamiyet’ti, ancak taraftarları bunun özünü
    değiştirip buna Hıristiyanlık adını takıverdiler. Hıristiyanlar bu tahrif
    edilmiş dini İran’dan Afrika’ya ve Av­rupa’nın en ücra köşelerine kadar
    yaydılar. İşte bu hakikatler gösteriyor ki, medeniyet ve kültürün gelişmesiyle
    İnsanlar büyük, geniş ve kapsamlı bir dini kendiliğinden arar olmuşlar ve bu
    arzu ve ihtiyaçları öylesine artmıştı ki, tam ve mükemmel bir din olmadığı halde
    eksik ve tahrif edilmiş dinle­ri kabul etmeye başlamışlardı.

    5.1.3. Din’in
    Tamamlanması ve Peygamberliğin Son Bulması

    İşte tam bu sırada bütün dünyaya ve tüm insan ırkına hidayet
    yolu gösterecek bir peygamber, Arap topraklarında zuhur etti. Peygamberlerin bu
    en büyüğü ve en sonuncusuna, bütün dünyaya duyurmak ve yaymak amacıyla dinlerin
    en mükemmeli bütün kaide ve kanunlarıyla birlikte ve­rildi.

    Şimdi şu noktayı gözünüzden uzak tutmayınız. Çağımızda İslâm’ı
    bil­me ve benimsemenin gerçek ve doğru yolu, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın
    talimatı ve Kur’an-ı Kerim’den ibarettir. Hz. Muhammed (a.s.) bü­tün İnsanlar
    için Allah’ın Resûlüdür. Peygamberlik silsilesi onunla son bulmuştur. Allahu
    Teâlâ, insanlara vermek istediği kadar hidayetin hepsi­ni son peygamberiyle
    vermiştir. Şimdi Hakk’a talip olan ve Allah’ın hakiki kulu olmak isteyen herkes
    Allah’ın son peygamberine iman etmeli, onun peygamberliğine “âmenna” demelidir.
    Allah’ın doğru yolunu takip etmek isteyenler için Hz. Muhammed (a.s.)’in
    talimatı ve bıraktığı eserleri kabul etmek ve onlara göre hareket etmekten başka
    çare yoktur.

    5.1.4.
    Peygamberliğin Son Bulmasıyla İlgili Deliller

    Peygamberliğin hakikati ve hikmetini bilen bir kişi için
    peygamberle­rin her gün doğmadığını anlamak zor değildir. Ayrıca, her zaman ve
    her devirde, her milletin bir peygamberinin olması şart değildir. Bir peygam­ber
    getirdiği talimatı ve mesajında yaşar. Talimat ve mesajı yaşadıkça o da yaşar.
    Eski çağların peygamberlerinin aramızda yaşadıkları söylene­mez. Zira, onların
    getirdikleri talimat ya tahrif edildi ya da rafa kaldırıldı. Onların
    getirdikleri ilâhî kitaplardan hiçbiri bugün asıl şekilleriyle bulun­muyor. Adı
    geçen peygamberlerin taraftarları bile bugün kalkıp ilâhî ki­taplarda herhangi
    bir değişiklik yapılmadığını iddia edemezler. Kitaplar bir yana, onlar
    peygamberlerinin siretlerini de unuttular. Önceki peygam­berlerin sözleri ve
    davranışlarıyla hayatları hakkında bugün hiç bir mute­ber kitap veya eser
    bulunmuyor. Hatta, hayat hikâyeleri şöyle dursun, ke­sinlikle hangi devirde,
    hangi yerde, hangi millet arasında doğdukları, nasıl yaşadıkları, hangi vaaz ve
    telkinlerde bulundukları, hangi şeyleri yasakla­dıkları bilinmiyor. Fakat buna
    karşılık, Hz. Muhammed (a.s.)’in hayatı ve bıraktığı eserlerine bakın. O’nun
    peygamberliği hâlâ geçerlidir, çünkü O’nun getirdiği talimat ve mesaj
    yaşamakladır. Getirdiği ilâhî kitap “Kur’an-ı Kerim” hâlâ eski şekliyle
    karşımızda duruyor. Bir tek harfi, bir tek noktası ve bir tek hareke ve işareti
    değişmemiştir. Hazreti Peygamber (a.s.)’in mübarek hayatının her dönemi,
    sözleri, fiilleri hepsi aynen muha­faza edilmiştir. Bugün 1300 yıl geçmiş
    olmasına rağmen bu kayıt ve yazı­ların aynasında Hz. Peygamber’i kendi gözümüzle
    görmüş gibi oluyoruz. Gerçek odur ki, dünyada hiçbir tarihi şahsiyetin tercüme-i
    hâl’i ve sireti böylesine itina ve ihtimamla korunmamıştır. Hayatımızın hemen
    hemen her dönemecinde Hz. Peygamber (a.s.)’in mübarek hayatından ders
    alabi­liriz. İşte bu gerçek, Muhammed (a.s.)’den sonra başka.bir peygambere
    ih­tiyaç olmadığının en büyük delilidir.

    Bir peygamberden sonra başka bir peygamberin gelmesi için sadece
    üç sebep olabilir:

    1. İlk peygamberin talimat ve mesajı kaybolup gitmiş ise, yeni
    bir ta­limat ve mesaja ihtiyaç duyulur.

    2. Önceki peygamberin talimatı ve mesajı mükemmel değilse onda
    bazı değişiklik ve ilâveler yapmak gerekir.

    3. Önce gelen peygamberin talimatı sadece belli bir millet veya
    üm­mete mahsus ise başka milletlere yeni peygamber gönderilir


    [1]
    .

    Bu üç sebepten hiçbiri halen ortada yoktur. Şöyle ki:

    1-Hz. Muhammed (a.s.)’in talimatı hâlâ olduğu gibi duruyor.

    Hz. Peygamber’in hangi dini tebliğ ettiği, ne gibi bir hidayet
    getirdiği, ne gibi bir hayat tarzı tavsiye ve tasvip ettiği ve ne çeşit adet ve
    ananelerin yasaklanmasını emrettiğini öğrenmemiz için bütün kaynaklar asıl
    şekilleri ile duruyor. Kısacası, Hz. Peygamber (a.s.)’in getirdiği din ve gerçek
    tali­matı herhangi bir değişikliğe uğramamış ve ortadan kalkmamışsa bunları
    yeniden anlatmak için yeni bir peygamberin gelmesine ne ihtiyaç olabilir ki?

    2- Hz. Peygamber (a.s.) vasıtasıyla dünyaya İslâmiyet mükemmel
    şekliyle öğretilmiştir. Bu mükemmel din ve hayat nizamına herhangi bir şey
    ekleyecek veya fazlalığı azaltacak bir nebiye ihtiyaç duyulmadığı için başka bir
    nebi de gönderilmeyecektir.

    3- Hz. Peygamber efendimiz (a.s.) şu ya da bu millet için değil
    bütün dünyaya nebi olarak gönderilmiştir. Getirdiği talimat ve mesaj bütün
    in­sanlığa yetecekti. Dolayısıyla başka herhangi bir millete bir nebinin
    gön­derilmesine gerek yoktur.

    İşte bu sebeplerden dolayıdır ki Hazreti Peygamber’e “Hâtim’ün
    Ne­biyyin” (Nebilerin Sonuncu, Peygamberliğe Son Veren) denilmiştir. Yani, Hz.
    Muhammed (a.s.), peygamberlik silsilesini sona erdirmiştir. Dünyanın artık başka
    bir nebiye ihtiyacı yoktur. Sadece Rasulü Ekrem’in yolunu ta­kip eden ve bu yola
    başkalarını davet edenlere ihtiyaç vardır. Bu İnsanlar Hz. Muhammed (a.s.)’in
    talimatını anlayıp tatbik edebileler ve böylece Rasûlullah’ın getirdiği
    kanunlara dayalı bir yapıya işlerlik kazandırabilir­ler.

    5.1.5. Bütün
    İnsanlığın Hidayet Yolu

    “(Ey Nebi), Biz seni bütün insanlara müjdeleyici ve uyana olarak
    gönderdik, ama insanların çoğunluğu bunu bilmez.” (Sebe; 28)

    Bu ayette, Hz. Peygamber (a.s.)’in sadece bir şehir, ülke veya
    belli bir zaman için değil, bütün İnsanlar ve her zaman için nebi olarak
    gönderildi­ği, ancak, yaşadığı çağın insanları ve vatandaşlarının onun değerini
    bile­medikleri belirtiliyor. Hz. Peygamber’in sadece kendi memleketi veya
    za­manı için değil, kıyamete kadar bütün insanlığa peygamber olarak
    gönde­rildiği Kur’an-ı Azimüşşan’da muhtelif yerlerde ve vesilelerle
    anlatılmış­tır. Meselâ:

    “…Ve bu Kur’an bana vahiy edilmiştir ki bunun vasıtasıyla sizi
    ve bu­nun ulaşabileceği herkesi uyarayım”. (En’am; 19)

    “De ki, ey İnsanlar ben göklerin ve yerlerin sahibi Allah’ın
    elçisiyim”. (A’râf; 158)

    “Ve ey Nebi, Biz seni ancak dünyalara rahmet olarak gönderdik”.
    (Enbiya; 10)

    “Alemlere uyancı ve korkutucu olsun diye Furkan’ı indiren
    (Allah) ne yücedir”. (Furkan; 1)

    Benzeri açıklamalar, Hz. Muhammed’in çeşitli hadis-i
    şeriflerinde de yapılmıştır. Meselâ:

    “Beyaz olsun, siyah olsun, herkese gönderildim”. (Müsned-i Ahmed:
    Ebu Musa Eş’ari’den rivayet).

    “Ben genel olarak bütün insanlara gönderildim. Halbuki, benden
    önce­ki bütün nebiler sadece kendi milletlerine gönderilirdi”. (Müsned-i Ahmed:
    Abdullah bin Amr’dan rivayet).

    “Eskiden her nebi bilhassa kendi ümmetine gönderilirdi. Ben ise
    bü­tün insanlara gönderildim”. (Sahih-i Buhâri, Müslim, Câbir bin Abdullah’tan
    rivayet).

    “Bi’setim (peygamberliğim) ve kıyamet böyledir diye buyuran Hz.
    Muhammed (a.s.) bunu açıklamak için iki parmağını kaldırıp bize göster­di.”
    (Sahih-i Buhâri ve Müslim).

    Demek ki, Hazreti Peygamber konuyu açıklamak için iki parmağın
    arasında başka bir parmak bulunmadığını belirtti. Yani, kendisi ve kıya­met
    arasında başka bir nübüvvet olmayacaktır. Kendisinden sonra ancak kıyamet var ve
    dolayısıyla kendisi kıyamete kadar nebi sayılacaktır.

    5.1.6. Bütün
    İnsanlık İçin Müjdeleyici ve Uyarıcı

    “Sen ancak bir uyarıcısın, şüphesiz ki biz seni Hak ile müjdeci
    ve uyarıcı olarak gönderdik. Hiçbir ümmet yoktur ki, ona bir uyarıcı gelmiş
    olmasın.”(Fatır; 23, 24)

    İlk âyette şöyle denilmek isteniyor: Ey Nebi, senin işin
    insanlara ha­ber vermek, onları uyarmaktan başka bir şey değildir. Bundan sonra
    eğer kimse akıllanmıyor, kötülüklerinden vazgeçmiyorsa, bunun sorumluluğu sana
    ait değildir. Gözü kör ve kulağı sağır olanlara bir şey yapamazsınız.

    İkinci âyette anlatılmak istenen husus Kur’ân-ı Kerim’in diğer
    birçok yerinde de anlatılmıştır. Şöyle ki, dünyada şimdiye kadar doğmuş olan
    bütün milletlerin birer peygamberi olmuştur. Ra’d sûresinde de aynı du­rum
    belirtilmiştir (âyet; 7). Benzeri buyruklar Nahl sûresi (âyet; 36) ve Şûra
    sûresi (âyet; 208)nde de yer alıyor. Fakat bu hususta herhangi bir yanlış
    anlamaya yer vermemek için iki noktaya dikkat etmeliyiz. Birinci­si, bir nebinin
    vaazı, tebliği ve talimatı ulaşabildiği yerlere kadar yeterli­dir. Yani ayrı
    ayrı yerlere illa birer nebi veya peygamberler gönderilmez. Her yerleşim
    merkezine ve her millete ayrı ayrı peygamberin gelmesi şart değildir. İkincisi,
    bir nebinin talimatı ve bıraktığı eserleri dünyada korun­duğu sürece başka bir
    nebiye gerek yoktur. Her nesil ve her kuşak için ayrı bir nebinin gelmesi
    gerekli değildir.

    5.1.7. Hz.
    Muhammed, İnsanlık İçin Bir Rahmettir

    “Ey Muhammed, de ki: ‘Ben hepiniz için (gönderilmiş), yer ve
    gökle­rin sahibi ve maliki olan Allah’ın peygamberiyim”. (A’raf; 158)

    “Her ümmetin bir rasûlü vardır”.(Yunus; 47)

    Dikkat ederseniz, burada ümmet kelimesi tek bir ümmet veya
    millet için kullanılmamıştır. Buradaki anlamına göre, bir peygamberin talimatı
    hangi kavimlere ve milletlere ulaşmışsa, onların tümü bir ümmeti teşkil ediyor.
    Ayrıca, bir rasûlün bir ümmet içinde her zaman yaşaması gerek­miyor. Önemli olan
    o rasûlün talimatıdır. Eğer talimatı ve bıraktığı eserler yaşıyorsa ve herkesin
    ondan istifade etmesi mümkünse, o rasûl yaşıyor demektir. Eğer bir peygamberin
    talimatı ve mesajı dünyanın bütün insanlarına ulaşabiliyorsa, bütün İnsanlar bir
    ümmet sayılır. Bundan dolayıdır ki, Hazreti Muhammed (a.s.)’in dünyaya gelişi ve
    talimatının bütün insan­lara ulaşmasından sonra, bütün İnsanlar onun ümmeti
    haline geliyor. Bu vaziyet, Kur’ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber (a.s.)’in hadisleri
    asıl şekille­riyle varolduğu sürece devam edecektir. İşte bu sebeple, yukarıdaki
    âyet­te, “her milletin bir rasûlü” yerine “her ümmetin bir rasûlü vardır”
    buyu­rulmuştur.

    Allahu Teâlâ, her bölgeye ve ülkeye birer nebi göndermek yerine
    bü­tün dünyaya bir nebi göndermeyi tercih etmiştir ve bunun için Hz. Pey­gamber
    (a.s.)’i seçmiştir:

    “Eğer isteseydim, her yerleşim merkezine birer uyancı
    gönderirdim”. (Furkan; 51)

    Burada denilmek isteniyor ki, böyle bir şeyi yapmak Allah (cc.)
    için hiç de zor bir şey değildir. Ancak böyle yapmadı ve bütün dünyaya tek bir
    peygamber gönderdi. Nasıl ki bir güneş bütün dünyayı aydınlatıyor, bu tek
    hidâyet güneşi de bütün insanların doğru yol bulmalarına yetecektir.

    Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Peygamber efendimize “haberci”, “tenbih
    eden”, “uyarıcı” ve “gaflet ile delâlet’in kötü sonuçları hakkında insanları
    ikaz eden” gibi lakaplar verilmiştir. Ayrıca kendisine “bütün insanlık için
    uyarıcı” da denilmiştir. Demek ki, Kur’ân-ı Kerim’in daveti ve Hz. Pey­gamber’in
    nübüvveti tek bir ülke için değil bütün dünya için ve belli bir zaman için
    değil, her zaman için geçerli ve yararlıdır. Bu mevzu, Kur’ân-ı Kerim’de
    muhtelif vesilelerle muhtelif şekillerde anlatılmıştır. Meselâ:

    “Ey İnsanlar, hepiniz için (gönderilmiş) Allah’ın resûlüyüm”. (A’raf;
    158)

    “Tarafıma bu Kur’an gönderilmiştir ki, bunun vasıtasıyla sizi ve
    bu­nun ulaşabileceği herkesi uyarabileyim”. (En’am; 19)

    “Ben seni bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak
    gönderdim”. (Sebe; 28)

    Aynı konu Hz. Peygamber’in hadis-i şeriflerinde de açık seçik
    bir şe­kilde anlatılmıştır. Örneğin, “ister siyah, ister beyaz olsun, ben
    herkese gönderildim”,

    “Eskiden bir nebi özel olarak kendi milletine gönderilirdi. Ben
    ise ge­nel olarak bütün insanlara peygamber olarak gönderildim ve benim geli­şim
    üzerine peygamberlerin gelişi sona erdi.”

    5.1.8. Hz.
    Muhammed (a.s.) Allah’ın Son Peygamberidir

    “Hesap vakti gelmiştir, ama onlar hâlâ gaflet içinde
    bulunuyorlar” (Enbiya; 1)

    Yani, kıyamet yaklaşmıştır, insanların yaptıklarının hesabını
    vermek üzere Allah’ın huzuruna çıkmaları bir ân meselesidir. Hz. Muhammed
    (a.s.)’in peygamberlik payesine yükseltilmesinden sonra, insanlık tarihinin son
    safhasına girdiği belli olmuştur. İnsanoğlu artık başlangıcından çok sonucuna
    doğru yol almaktadır. Doğuş ve gelişme aşamaları geride kal­mış ve şimdi son
    aşamaya gelinmiştir. Aynı konuya, bir hadis-i şerifte de temas edilmiştir.
    Hazreti Peygamber bir defasında bir elinin iki parmağını kaldırarak demiştir ki:
    “Ben, öyle bir zamanda peygamberliğe getirildim ki, ben ve kıyamet bu iki parmak
    gibidirler”. Yani, kendisi ile kıyamet arasında başka herhangi bir peygamber
    dünyaya gelmeyecektir. Kendisinden sonra ancak kıyamet gelecektir. Başka
    herhangi bir nebi, müjdeleyici ve tenbih edici gelmeyecektir. Onun için, gaflet
    uykusundan uyanmak is­teyenler uyansınlar!

    5.1.9. Nübüvvetin
    Hz. Muhammed (a.s.)’le Sona Erdiğine Dair Başka Bir İşaret

    “Hani Allah peygamberlerden ‘kesin bir söz (misak)’ almıştı: “Andol­sun
    size Kitap ve hikmet verip sonra size beraberinizdekini doğrulayan bir peygamber
    geldiğinde, ona kesin olarak iman edecek ve ona yardım­da bulunacaksınız.”
    Demişti ki “Bunu ikrar ettiniz ve bu ağır yükümü al­dınız mı?” Onlar: “İkrar
    ettik” demişlerdi ve “Öyleyse şahid olun, ben de sizinle birlikte şahid
    olanlardanım” demişti”. (Al-i İmran; 81)

    Demek, dünyaya gelen bütün peygamberler bu tür yeminde
    bulun­muşlardır. Şimdi bir peygamberin yaptığı yemin onun ümmetinin bütün
    fertleri tarafından da yapılmış sayılır. Bu yemin nedir, ne anlam taşımak­tadır?
    Bütün peygamber ve ümmetlerin içtiği and ve verdiği söz şudur: Allah tarafından,
    onun dininin tebliği ve tesisi için gönderilecek bir nebi­ye hiç itiraz etmeden
    itaat edeceğiz. Onu kıskanmayacağız, ona kızmaya­cağız. Allah’ın dini
    tekelimizde değildir. Hakk’a karşı çıkmayacağız. Ak­sine, nerede ve ne zaman
    olursa olsun, Hak bayrağını taşıyanın etrafında kenetleneceğiz, onu tam olarak
    destekleyeceğiz, onu seveceğiz, sayacağız.

    Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’dan önce bütün peygamberler ve
    dola­yısıyla, ümmetlerinden alınan sözler bunlardı. Nitekim, her nebi,
    kendi­sinden sonra gelecek nebinin talimatına uyulması ve onun peygamber ola­rak
    tanınması konusunda kendi ümmetinden söz aldı. Fakat aynı sözün Hz. Peygamber
    (a.s.)’den alındığına dair herhangi bir kayıt Kur’an-ı Kerim ve­ya hadislerde
    bulunmuyor. Aynı şekilde, Hz. Peygamber kendi ümmetin­den gelecekte herhangi bir
    nebiye iman etmelerini de istememiştir. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Peygamber
    (a.s.)’den sonra Allah’ın bir elçisinin geleceğine dair herhangi bir kehânet
    veya işaret olmadığı gibi, bunun tam aksine kendisine Hâtim’ün Nebiyyin
    denilmiştir. Ayrıca hadislerde Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra herhangi bir
    peygamberin gelmeyeceği açık­ça ifade edilmiştir.

    “Ey Adem oğulları, size kendi içinizden elçiler gelip size
    âyetlerimi anlattıkları zaman (günahlardan) korunup (kendisini) düzeltenlere
    korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir” (A’raf; 35)

     Hz. Adem ile Havva (a.s.)’ın Cennet’ten indirildikleri
    konusunda Kur’an-ı Kerim’de yer alan her kıssada buna benzer ifadeler
    kullanılmıştır. (Bk. Bakara suresi, âyet; 38-39 ve Tâhâ, âyet; 123-124). Burada
    belirtildi­ği gibi, peygamberlerin söz ve fiillerine uyulması için emir, ta
    insanların yaratıldığı sırada Allah tarafından kullarına verilmişti. Fakat bu
    tür emir ve tenbihe Hz. Peygamber (a.s.) ve ümmeti ile ilgili kayıtlarda
    rastlanmıyor. Demek bu emir ve uyarılar Hz. Muhammed (a.s.)’den önceki
    pey­gamber ve ümmetlerine mahsustu ve Rasûlullah’tan sonra başka herhangi bir
    peygamberin gelmeyeceği hesabıyla bu tür emir ve uyarıya ihtiyaç du­yulmadı.

    5.1.10.
    Peygamberliğin Sona Erdiğini Kabul Etmeyenler İçin Ayetlerden Belgeler

    “Ve (Ey Nebi), Hatırla bütün peygamberlerden aldığım sözü.
    Senden, Nuh’tan, İbrahim, Musa ve Îsa’dan ve hepsinden kesin söz aldım”. (Ahzâb;
    7)

    Yukarıdaki âyette Allahu Teâlâ’nın, Hz. Peygamber’e, hem
    kendisin­den hem bütün peygamberlerden aldığı bir sözü hatırlattığını görüyoruz.
    ‘ Bu söz nedir? Bundan hangi yemin kastediliyor? Kur’an-ı Ke­rim’deki ilgili
    surenin daha önceki âyetlerinde bahsedilen konulara dikkat edildiğinde, bu söz
    ve yeminin; peygamberlerin, Allah’ın bütün emirlerine itaat etmek ve başkalarını
    da buna ikna etmeye çalışmalarına dair verdik­leri söz olduğu anlaşılıyor.
    Kur’an-ı Kerim’de bu söz ve yemin çeşitli yer­lerde kaydedilmiştir:

    “O: ‘Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin’ diye
    din­den Nuh’a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimiz, İbrahim’e, Musa’ya ve
    Îsa’ya da vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri’ elli (bir şeriat kıldı)”.
    (Şura; 13)

    “Hani kendilerine kitap verilenlerden; ‘Onu mutlaka insanlara
    açık­layacaksınız ve onu gizleyemeyeceksiniz, diye kesin söz almıştı. Fakat
    on­lar, bunu arkalarına atlılar ve ona kargılık az bir değeri satın aldılar. 0
    aldıkları şey ne kötüdür.” (Al-i İmran; 187)

    “Ve hatırlayın, İsrail Oğullarından, Allah’tan başka kimseye
    kulluk etmeyeceklerine dair söz almıştık”. (Bakara; 83)

    “Onlardan Allah’a karşı hakktan başkasını söylemeyeceklerine
    dair, o kitabın (hükmü veçhile) söz alınmamış mıydı. Sımsıkı tutunuz, size
    verdi­ğim şeyi ve hatırlayın bunda olan telkini. Umulur ki korkup sakınırsınız”.
    (Araf; 169-171)

    “Allah’ın üzerinizdeki nimetini ve: ‘işittik ve itaat ettik’
    dediğinizde si­zi, kendisiyle bağımlı kıldığı sözünü(zü) anın. Allah’tan korkup
    sakının. Şüphesiz Allah, sitelerin özünde olanı bilendir”. (Maide; 7)

    Yukarıdaki söz ve akitler, Hz. Muhammed (a.s.)’in din yolunda
    özel hayatıyla ilgili önemli bir adım atmak üzere olduğu sırada hatırlatılmıştı.
    Hz. Peygamber, İslâm düşmanlarının şerrinden endişelendiği için evlilikle ilgili
    cahiliyyenin bir geleneğini bozmaktan çekiniyordu. Bir hatunla evle­neceği söz
    konusuyken, niyeti her ne kadar iyi ve amacı her ne kadar ce­miyetin ıslâhı
    idiyse de, muhalif ve bozguncuların bu işi nefsi için yaptığı­nı ve bunun için
    toplum reformcusu kılığına bürünmeye çalıştığını öne sü­rebileceklerini
    düşünerek devamlı endişeleniyordu. Bunun üzerine Allahu Teâlâ kitabında diyor
    ki: “Sen, Benim tayin ettiğim peygambersin, diğer peygamberler gibi sen de
    Benimle bir anlaşma yapmıştın. Bu anlaşmaya göre, emirlerime harfiyyen uyacağını
    ve başkalarının da uymalarını sağla­maya çalışacağını taahhüt etmiştin. Bunun
    için, başkalarının kötü niyetli ve kasıtlı sözlerine aldırış etme, hiç korkma,
    utanma ve kendinden bekle­nen vazifeyi yerine getir.”

    Bütün mesele bundan ibaret iken, bir grup insan var ki, buna
    bambaş­ka bir anlam vermeye çalışıyor. Bu grup, bu söz ve yeminden, Hz.
    Mu­hammed (a.s.)’den önceki peygamberler ve ümmetlerden alınan söz ve ye­minin
    kastedildiğini iddia ediyor. Yani diğer peygamberler gibi Hz. Mu­hammed
    (a.s.)’den de hâşâ kendisinden sonra gelecek bir peygamberi tanı­ması ve teyid
    etmesi istendiğini öne sürüyor. Bu tevile dayanarak bir grup, Hazreti
    Peygamber’den sonra da Peygamberlik kapısının açık olduğunu id­dia
    edebilmektedir. Fakat yukarıdaki ayetlerin geçtiği metin bir bütün ola­rak ele
    alındığında bu tevilin yanlış olduğu ortaya çıkar. Zira ayetlerde bahsedilen
    mevzu, Hz. Muhammed (a.s.)’den başka peygamberlere iman etmeleri gerektiği
    yönünde değildir. Ayrıca, ayetlerde zikredilen anlaşma veya yeminin ne olduğu
    kesin ifadelerle belirtilmemiştir. Dolayısıyla an­laşmanın asıl mahiyetini
    anlamak için, Kur’an-ı Kerim’in diğer yerlerinde­ki peygamberler ile varılan
    anlaşmalar hakkındaki kayıtları incelemeliyiz. Eğer Kur’an-ı Kerim’in tümünde
    sadece bir çeşit taahhüt ve yeminden bahsedilmişse ve bu taahhüt de sonra
    gelecek peygamberlere iman etmekle il­giliyse yukarıdaki grubun mantığına
    diyeceğimiz yoktur. Ama Kur’an-ı Kerim’i dikkatle ve itina ile okumuş olan bir
    kişi biliyor ki bu mukaddes kitapta bir değil birçok anlaşma ve sözleşmeden söz
    edilmiş olup bunların niteliği ve şekli başka başkadır. Hatta peygamberler ile
    ümmetlerinin yap­tıkları anlaşmaların da birden fazla çeşidi vardır. O halde bu
    çeşitli anlaş­malardan burada metne en uygun olan anlaşmayı mı ele almalıyız
    yoksa metne uygun olmayanı mı? Bu düpedüz yanlış ve yanıltıcı tevil gösteriyor
    ki, bazı İnsanlar Kur’an-ı Kerim’den hidayet almak yerine bunu menfur ve menhus
    gayeleri için kullanmaya çalışıyorlar. Kur’an-ı Kerim’de şöyle de­niliyor:

    “Allah’a karsı yalan uyduran ve ayetlerini yalanlayandan daha
    zalim kim olabilir? Elbette suçlular hiçbir zaman iflâh olmaz.”(Yunus; 17)

    Bazı akılsız kişiler yukarıdaki âyette geçen “felâh” kelimesini
    “uzun ömür”, “dünyevi refah” ve “manevî huzur” olarak tercüme ederler. Bun­dan
    ötürü, peygamberliğini ilân etmiş bir kişinin, her ne kadar yalancı bir
    peygamber olsa da, iyi ve rahat bir hayat sürmesi, dünyada maddi refaha
    kavuşması, başlattığı fitnenin büyük bir kitle tarafından kabul edilmesi, şan ve
    şöhretinin artması halinde, kendisine ve peygamberliğine inanması gerektiği gibi
    çürük bir delille ortaya çıkarlar. Bu kişilere göre, doğru ve hakiki bir
    peygamberin ölçüsü dünyevi ve uhrevi “felah”ıdır. Onlara göre, sahte ve yalancı
    bir peygamber, maddi ve manevî huzur ve refaha kavuş-muşsa hakiki bir
    peygamberdir. Yine aynı kişilere göre “iflah olmayan bir kişi” sahte ve yalancı
    peygamberdir. Bu ahmakça delil; ancak Kur’an-ı Kerim’de kullanılan “felah”
    terimini bilmeyen, Allah’ın suçlular için uy­gun gördüğü imhâl (mühlet verme)
    kanununa vakıf olmayan ve hangi siyak ve sibakla bu kelimenin kullanıldığını
    idrak edemeyen biri tarafın­dan ileri sürülebilir.

    Öncelikle şunu bilmekte yarar vardır ki, “suçlular hiçbir zaman
    iflah olamaz” ibaresi bir peygamberlik ölçüsü olarak kullanılmamıştır. Onun
    için, bir kişi refah içinde yaşamış ya da yaşamamış, bu onun peygamberli­ği için
    ölçek olamaz. Burada anlatılmak istenen husus, suçluların iflah olup olmamasıdır
    ve kullanılan ifade şudur: “Mücrim veya suçluların hiç­bir zaman iflah
    olamayacağını çok iyi biliyorum. Onun için böyle bir suç işlemek ve yalan yanlış
    yerde peygamberlik payesine yükseldiğimi ilân etmek istemiyorum. Fakat sizin
    hakiki bir nebiye yalancı damgası vurduğunuzdan eminim. Bu yaptığınız suçtur ve
    bu suçla bir zaman iflah ola­mazsınız.”

    Ayrıca, Kur’an-ı Kerim’de “felah” kelimesi sadece “dünyevi huzur
    ve refah” gibi mahdud bir manada kullanılmamıştır. Aksine, “felah” dünyevi
    hayatın ilk safhalarında başarı ihtimalleri çok az görülmesine rağmen, so­nu
    hiçbir zaman hüsran olmayan, daimi bir muvaffakiyet ve saadet de­mektir. Sahte
    bir peygamberin dünyada rahat ve bolluk içinde, para-pul ve şan-şöhret sahibi
    olması pekâlâ mümkündür. Ne var ki Kur’an-ı Kerim açısından bu bir “felah”
    değil, “hüsran” ve başarısızlığın ta kendisidir. Bu­nun tam aksine, Hakk’a davet
    eden hakiki bir peygamber dünyada her tür­lü baskı ve zulme uğrayarak, bin bir
    eziyet çekerek, hiçbir taraftar topla­madan bu fani dünyadan göç edebilir. Ama
    görünüşteki bu başarısızlık Kur’an-ı Kerime göre “felah” ve “saadetin ta
    kendisidir.

    Buna ilâveten, Kur’an-ı Kerim’de yer yer Allahu Teâlâ’nın
    suçluları yakalamakta acele etmediği sarahatle beyan edilmiştir. Allah (c.c.)
    günah­kâr ve suçlu insanların kendilerine çekidüzen vermeleri için geniş
    imkân­lar tanır. Verdiği mühlet bazen yanlış yorumlanır ve kötüye kullanılır.
    Günahkârlar daha çok günah işler, balağa iyice batarlar. Allah böylelerine daha
    büyük fırsatlar verir, hatta onlardan pek çok nimetlerini esirgemez. Nimetlerin
    bolluğunu gören şirretli kişiler nefislerinin bütün çirkinlikleri­ni ortaya
    dökerler, ta ki kedilerine uygun görülen ağır cezalan tamamıyla hak etsinler. O
    halde sahte ve yalancı bir peygamberin ipi uzatılıyor ve kendisi dünyevi
    zenginlik ve nimetler içinde yüzüyorsa, uydurduğu yalan­ları doğru olarak kabul
    etmek büyük bir yanlıştır. Allah’ın uyguladığı suç ve ceza kanunları herkes için
    eşittir ve bunlar sahte nebiler için de aynen uygulanmalıdır. Hepimiz biliyoruz
    ki, Şeytan’a kıyamete kadar mühlet ve­rilmiştir. Fakat bu mühlete bağlı olarak,
    her türlü oyun ve şirretliğine izin verileceği, ancak sahte bir nebiyi ortaya
    çıkarınca buna müsaade edilme­yeceği veya sahte peygamberliğin hiçbir zaman
    yaşamayacağı gibi her­hangi bir şart ileri sürülmemiştir.

    Belki de, yukarıda bahsettiğimiz ayet-i kerimeye cevap olarak
    bazı kimseler Hâkka suresinin 44-47 âyetlerini karşımıza çıkarabilirler: “Eğer
    Muhammed adımıza düzmece bir şey söyleseydi, Biz onun elini tutar, onun kalp
    damarını keserdik”. Fakat burada belirtilmek istenen şey, ger­çekten Allah’ın
    Rasûlü olan bir kişinin, kendi tarafından bir yalan uydurup bunu başkalarına
    Allah’ın vahyi imiş gibi sunmaya çalışması halinde der­hal yakalanacağıdır. Bu
    ayete bakarak, nübüvvet iddiasında bulunan biri­nin yakalanmayışının onun hakiki
    bir peygamber oluşunun delili olduğunu söylemek mantıkî bir hatadır. Burada
    Allah’ın suç ve ceza kanununun istisnasız uygulanmasına dair kayıt sadece doğru
    ve hakiki peygamber ile ilgilidir. Sahte bir peygamber için kanunların aynen
    uygulanması şart de­ğildir. Bu noktayı şu misal ile açıklamaya çalışalım: Bir
    hükümet, devlet personeli için bir kanun çıkarıyorsa bu kanun belli ki sadece
    devletin hiz­metinde olan memur ve işçileri kapsayacaktır. Şimdi bir dolandırıcı
    baş­kalarına kendini devlet görevlisi olarak tanıtır ve bu yolla bir takım
    men­faatler sağlamaya çalışır ve yakalanırsa, buna devlet personel kanununa göre
    mi muamele edilecek, yoksa hakkında ceza kanununun ilgili madde­leri uyarınca mı
    dava açılacaktır. Kendisi devlet memuru ve işçisi olmadı­ğı için gayet tabii ki
    devlet personel kanunu kendisini bağlamaz ve netice­de kendisi memlekette
    yürürlükte olan diğer kanunlara göre yargılanıp ce­zalandırılacaktır. Ayrıca,
    Hakka sûresinde, bir kişinin kalp damarının ke­silmesi, peygamberlik kıstası
    olarak beyan edilmemiştir. Yani gaipten uzanan bir el, peygamberlik iddiasında
    bulunan birini boğazlamasa kendi­si hakiki peygamberdir diye bir kural yoktur.
    Aynı şekilde aksini iddia et­mek de yanlıştır. Bir nebi veya peygamberin doğru
    olup olmadığı sireti, vaazı, telkini, talimatı ve bıraktığı eserlerle ölçülüdür,
    bu tür saçma sapan tevil ve kelime oyunuyla değil.

    5.1.11. Son
    Peygamber’den Sonra Nübüvvet İddiası

    Hazreti Peygamber (a.s.)’in son peygamber oluşuna en çok
    itirazlar Ahmediler[2]
    tarafından yapılır. Bu konuda Ahmediler ve yandaşları tara­fından sık sık
    mektuplar alırız. Bazı diğer Müslümanlar da ortalık bulandırıldığı için
    tereddüde düşerek bize bazı sorular yöneltirler. Bu sorular ve bunlara
    verdiğimiz cevaplar konuyla yakından ilgili olduğu için buraya aktarıyoruz.

    Soru: “Tercüman-ul Kur’an” dergisinin ocak-şubat sayısında (s.
    236) diyorsunuz ki, “tecrübem şahittir, Allahu Teâlâ hiçbir zaman yalanın dal
    budak salmasına izin vermez. Her zaman, doğruluk ve dürüstlükten nasi­bini
    alamayan ve Allah’tan korkmayanlara cevap vermemeyi adet edinmişimdir…
    Onlardan ben değil, Cenab-ı Hak intikam alacaktır ve yalanları inşallah bu
    dünyada ortaya çıkacaktır.” Burada hemen şunu belirteyim ki, ben Ahmedî’lerin
    hemen hemen bütün kitaplarını okumuşumdur ve çalışma­larını da yakından
    izlemişimdir. Benim bu hususta bazı sorularım olacaktır: Birincisi, bu sadece
    tecrübeniz meselesi değildir. Kur’an-ı Kerim’de de Allah Teâlâ buyurmuştur ki:

    “Eğer Muhammed adımıza düzmece bir şey söyleseydi, Biz O’nun
    eli­ni tutar. O’nun kalp damarını keserdik”. (Hakka; 44,45,46)

    Şimdi eğer Mirza Bey yalancıysa, neden Allah (cc.) hâlâ onu
    yakala­mamıştır. Aksine, Müslümanlar için zararlı olduğu söylenen hareketi
    gide­rek kuvvet kazanıyor ve hatta dış ülkelerde de çeşitli taraftarları ortaya
    çı­kıyor. Mirza Bey’in getirdiği mesaj 65 yılını doldurdu. Biz ne zamana ka­dar
    ilâhî kararı bekleyeceğiz? Halen kendisi refah ve saadet içindedir. Bu yeni
    harekete muhalif olanlar niçin meseleyi Allah’ın takdirine bırakmı­yorlar? Son
    kararı Allah (cc.) versin. İkincisi, s. 242’de partinizin Alman asıllı bir
    mensubu Berlin’de Ahmediye Cemaatiyle işbirliği sorununu orta­ya atmıştır. Eğer
    Ahmedîlerin İslâm’ı yayma konusundaki gayret ve başa­rılarını takdir ediyorsanız
    onlarla Pakistan’da niçin işbirliği yapmıyorsu­nuz?

    Cevap: Hayret doğrusu, siz peygamberlik iddiasında bulunan bir
    kişi­nin meselesini bu kadar hafife alıyorsunuz. Temas ettiğiniz sözlerim
    ale­lâde bir durumla ilgiliydi ve bunları sadece yalan bir iftirayı bertaraf
    et­mek maksadıyla söylemiştim, iftira da bana atılmıştı. Şimdi siz
    kalkıyor­sunuz bu sözlerimi hakikaten peygamberlik gibi yalan bir iddiada
    bulunan bir kişi için söylenmiş olduğunu ima etmek istiyorsunuz. Ya da en
    azın­dan, bu birbirinden tamamıyla ayrı iki olay arasında bir benzerlik bulma­ya
    çalışıyorsunuz. Biliyorsunuz ki nübüvvet iddiasında bulunan bir kişiyle ilgili
    yalnızca iki ihtimal vardır. Eğer o gerçekten bir peygamber ise onu tanımayan
    kâfirdir ve durum tam tersi ise onu tanıyan kâfirdir. Bu büyük meseleyi siz
    basit bir kararla halletmeye çalışıyorsunuz ve diyorsunuz ki, Allah onun
    hakkında gazaba gelmemiş ve onu yakalamamışsa onun pey­gamberliğini kabul
    edelim. Söz konusu kişinin başlattığı fitnenin büyüyüp geliştiğini ve ilâhî
    karar için fazla beklemenin anlamsız olduğunu ileri sü­rüyorsunuz. Sizce, her
    kim peygamberliğini iddia eder, etrafında bir sürü adam toplar ve sizin
    belirlediğiniz müddet içinde ilâhî adaletin pençesin­den kurtulabilirse, onu
    peygamber olarak tanımamız mı gerekir? Sizce bir kişinin peygamberlik iddiasının
    doğru olup olamadığının araştırılması için yalnızca bu yöntem yeterli midir?

    “Ve lev tekavvele aleyna ba’de’l-ekâvil” ayetinden çıkardığınız
    mana yanlıştır. Bu âyette anlatılmak istenen şey şudur: Hazreti Muhammed (a.s.)
    -ki gerçekten Allah’ın peygamberidir- Allah’ın vahiy olmaksızın kendi uydurduğu
    bir şeyi Allah’ın adıyla başkalarına sunmaya çalışırsa, onun boynunun damarı
    kesilecektir, Bu demek değildir ki gerçekten Al­lah’ın peygamberi olmayan bir
    kişi, yalan yanlış iddialarda bulunur ve kendisinin Allah’ın rasulü ve elçisi
    olduğunu ileri sürerse onun boğazı da derhal kesilecektir. Ayrıca, yukarıdaki
    ayette, boğazın Allah tarafından kesilmesi peygamberliğin bir ölçüsü olarak
    tanımlanmamıştır. Yani boğa­zı kesilen sahte, boğazı kesilmeyen de doğru
    peygamber olarak tarif edile­mez. Kur’an-ı Kerim’in âyetlerini bu şekilde tevil
    ve tahrif etme hünerini her halde, siz de Mirza Bey ve O’nun cemaatinden
    öğrenmişsinizdir. Sa­dece bu husus, Ahmedîlerin Allah’tan hangi ölçüde
    korktuklarını göster­meye yeter sanırız.

    Doğrusu, Hazreti Peygamber Efendimiz’den sonra peygamberlik
    iddi­asında bulunmaya cesaret edeni süzgeçten geçirirken kimse herhalde sizin
    beyan ettiğiniz usûl ve ölçüleri kullanmayacaktır. Bu tür iddialar evvelâ,
    Kur’ân ve hadis’in açık seçik buyrukları ışığında reddedilecektir. Zira
    hep­sinde, Hz. Peygamber (a.s.)’den sonra herhangi bir nebinin gelmeyeceği kesin
    bir ifade ile anlatılmıştır. Mirza Bey ve taraftarlarının, peygamberlik
    kapısının açık olduğuna dair ileri sürdükleri delilleri çok iyi bilirim. Fakat
    size hemen şunu söyleyeyim ki, onlardan ancak okuması yazması olma­yan saf
    Müslümanlar etkilenebilirler. Okumuş veya bilinçli kişiler ise bu delillere
    sadece gülerler.

    “Tercüman’ul-Kur’an”da Almanya’dan bir okur mektubu
    yayınlanmışsa, bu mektupta yer alan her şey ile mutabık olduğumuz anlamına
    gelmez. Bu mektubu yayınlamamızın amacı, yurdumuzdaki Müslümanları,
    Al­manya’daki İslâm dinini kabul etmiş kardeşlerimize yardım etmeye teşvik
    etmekti. İslâm camiasına yeni yeni giren kişiler İslâm dünyasında ne gibi
    fitneler doğmakta olduğunu nereden bilebilirler? Bu saf ve samimi kişiler
    aslında İslâm denen her şeye sarsabilir, susuzluklarını her kuyudan aldık­ları
    suyla giderebilirler. Onlara İslâm’ı doğru şekliyle tanıtan kitap ve bro­şür
    vermek bizim görevimizdir. Yoksa onların kötü ve yanlış yola sapma­ları işten
    bile değildir.

    Soru: Cevabınızı aldım, maalesef tatmin olmadım. Ben sizin,
    “Allah Teâlâ bizzat, her yalancıyı cezalandıracaktır” yolunda söylediğiniz
    sözle­rin ışığında size sormuştum ki, bütün Müslümanlar tarafından yalancı
    ad­dedilen Mirza Gulam Ahmed Kadıyani’yi Allah neden yakalamıyor ve neden bu
    kadar uzun müddet Müslümanların doğru yoldan sapmalarına mü­saade ediyor? Ben,
    Mirza Bey’in kaleme aldığı 25 kitabı eleştirisel açıdan incelemiş bulunuyorum.
    Ayrıca bu kitapların reddi hakkında diğer Müslüman ulemanın kaleme aldığı
    eserleri de okumuş bulunuyorum. Fakat iti­raf edeyim ki, bu mevzuda sizin
    herhangi bir kitabınıza rastlamadım. Şim­diye kadar Mirza Gulam Ahmed aleyhinde
    yazılan kitaplara gelince, bun­ların çoğu sathi olup bunlarda Mirza Bey’in
    söyledikleri ve yazdıkları çar­pıtılmaya çalışılmıştır. Hakikatte, bu konuya
    temas eden âlimlerin çoğu konuya vakıf değildir, bilgileri de kıttır. Mirza
    Bey’in eserlerinden anladı­ğım kadarıyla, kendisi, Hz. Peygamber’in büyük bir
    aşığıdır ve ona büyük bir saygısı vardır. İşte bu temele dayanarak Mirza Bey’in
    davasına yaklaş­tım ve uzun süreli inceleme ve araştırmalardan sonra şu
    sonuçlara vardım: 1) Mirza Gulam Ahmed’in iddiaları, Kur’an-ı Kerim veya hadis-i
    şeriflere aykırı değildir. 2) Mirza Gulam Ahmed’in peygamberliği, Hz.
    Muham­med’in şan ve şerifini azaltmaya yönelik değildir. Aslında, Mirza Bey,
    bü­tün feyzini Hz. Peygamber (a.s.)’den aldığını her zaman dile getirmeye
    ça­lışmıştır. Nitekim, bir şiirinde şöyle der:

    İn çeşme-yi revân çün be-halk-i Hudâ dehem

    Yek katre-yi zi-bahr-i kemal-i Muhammed est.

    (Allah’ın kullarına verdiğim bu akan çeşme,

    Muhammed (a.s.)’in meziyet denizinin sadece bir damlasıdır)

    Şimdi siz bana Mirza Bey’in iddialarını tekrar incelememi
    tavsiye edi­yorsunuz. Siz Mirza Bey’in davasının aleyhinde Kur’ân-ı Kerim’den
    tek bir örnek gösterebilir misiniz?

    Cevap: Doğrusunu söylemek gerekirse, siz tatmin olmak
    isteseydiniz pekâlâ tatmin olabilirdiniz. Dikkatinizi tekrar “Tercüman’ul Kur’an
    “da yazdıklarıma çekmek isliyorum. Benim orada yazdıklarım bana asılsız
    if­tirada bulunanlarla ilgiliydi. Ben orada Allah’ın takdirine inandığımı ve
    kendilerini mutlaka cezalandıracağını tahmin ettiğimi belirtmiştim. Ne var ki,
    siz bu sözlerimi bir nübüvvet iddiasına uydurmak isliyorsunuz. Pey­gamberlik
    iddiasının doğru olup olmamasının tek ölçüsünün de, iddia eden kişinin Allah
    tarafından cezalandırılması olduğunu kabul ediyorsu­nuz. Siz gerçekten böyle
    saçma sapan bir şeye inanıyor musunuz? Sizce, dünyamızda cezalandırılan yalancı
    ve sahte cezalandırılmayan doğru ve gerçek bir nebi midir?

    Mirza Gulam Ahmed’in peygamberlik iddiasında bulunduğundan bu
    yana 60 yıl geçtiği ve peygamberliğinin doğru olup olmamasını ölçmek için daha
    fazla beklemeye gerek olmadığı gibi gâyet mantıksız bir soruyu da tekrar gündeme
    getiriyorsunuz. Şimdi siz kendiniz söyleyin sahte bir peygambere ne ceza
    verilmelidir? Sizce, gaipten bir el çıkıp yalancı pey­gamberin boynunun damarını
    mı kesmelidir? Size arz edeyim ki, bu ceza sahte peygamberlerden Müseyleme’ye de
    verilmemişti. Halbuki, bu adam, bizzat Hz. Peygamber (a.s.) zamanında
    peygamberliğe talip olmuştu. Bu­na karşılık, Allah’ın gerçek peygamberleri
    olmalarına rağmen, Kur’ân-ı Kerim’de belirtildiği gibi, ümmetleri tarafından
    katledilen peygamberler için ne diyeceksiniz? Sizin mantığınıza bakılırsa bunlar
    sahte peygamber­lerdi. Kur’ân-ı Kerim’de şu âyetlerini herhalde görmüşsünüzdür.

    “Size benden evvel apaçık delillerle ve söylediğiniz şeyle
    peygamber­ler geldi. Eğer sözünüzde doğru idiyseniz onları niçin öldürdünüz
    (Al-i İmran; 183) ve “Ahitlerini bozmaları ile, Allah’ın âyetlerini inkârları
    ile, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ile, ‘kalplerimiz kapalıdır’
    demele­ri, ile azaba müstahak oldular”. (Nisa; 155)

    Bu âyetlerin ışığında düşünce tarzınızda değişiklik
    yapmalısınız. Pey­gamberlik iddiası bu gibi hafif ve basit ölçülerle ölçülmez.
    Asıl yapılması gereken şey, peygamberlik iddiasında bulunan kişinin ve
    sözlerinin Allah’ın kelâmı ışığında incelenmesidir. O kişinin bütün geçmişi ve
    karakteri araştırılmalıdır. Eğer bu ölçüler o kişinin peygamberliğine gölge
    düşürü-yorsa demek ki kendisi de, davası da yalandır.

    Yukarıda bahsettiğim üç ölçüden son ikisi, zâten ilk ölçüye
    uymayan bir peygamberlik iddiasını geçersi/, kılar ve bu ölçülerin bahis mevzuu
    edilmesine bile gerek duyulmaz. Zaten Kur’ân-ı Kerim ve sahih hadisler­den, Hz.
    Muhammed (a.s.)’den sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceği sa­bit olduktan sonra,
    nübüvvet iddiasında bulunanın ne gibi bir dava ile or­taya çıktığı ve kendisinin
    ne gibi bir insan olduğuna bakmaya bile herhan­gi bir ihtiyaç yoktur. Kaldı ki,
    Mirza Gulam Ahmed peygamberlik payesi açısından kanaatimce hiçbir önem taşımıyor
    ve faraza, peygamberlik ka­pısı açık olsaydı bile akl-ı selime sahip olan bir
    kişi onun peygamber ola­bileceğini düşünemezdi. Fakat Kur’ân ile hadis’in açık
    hükümleri ortada dururken bu tür münakaşaya girmeyi gereksiz buluyorum ve
    dolayısıyla, Allah ve Resûlü’ne saygısızlık yapıldığı kanaatindeyim.

    Kur’ân-ı Kerîm ile hadis-i şeriflerde peygamberlik kapısının
    kapan­masıyla ilgili delillere gelince bunu biraz ilerde ayrıntılı bir şekilde
    ele alacağım. Ayrıca, Ahzab suresiyle ilgili hazırladığım tefsirde bu konuyu
    tafsilatlı bir şekilde anlatmış bulunuyorum.

    5.1.12.
    Peygamberliğin Sona Ermesi Aleyhinde Kadıyanî’lerin İleri Sürdüğü Bir Başka
    İddia

    Soru: Tefhim’ul Kur’an adlı eserinizde s. 268’de Âl-i İmran
    sûresinin “ve ehaz Allahu misaka n’nebiyyin…” ayetini açıklarken şöyle
    diyorsunuz: “Burada şu hususu bilmekte fayda vardır ki, Hz. Muhammed (a.s.)’den
    önceki her peygamberden bu söz alınırdı ve buna dayanarak her peygam­ber kendi
    ümmetine müstakbel nebi hakkında bilgi verir ve ona itaat et­mesini islerdi. Ama
    ne Kur’ân-ı Kerîm’de ne hadis’te Hazreti Peygamber (a.s.)’den benzeri bir söz
    alındığına dair bir kayıt bulunmuyor. Buna ilâveten, Hz. Muhammed (a.s.)’in
    kendi ümmetine gelecek bir peygamber hakkında bilgi verdiğine veya ümmetinin ona
    itaat etmesini istediğine dair de herhangi bir kayda rastlanmıyor.” Bu ibareyi
    okuduktan sonra söyle­diklerinizin doğru olduğunu düşündüm. Fakat Ahzab
    suresinde bir anlaş­ma ve sözden bahsedilmekledir. Şöyle ki, “ve iz ehazna
    minennebiyyine misâkahüm ve minke ve min-Nûhin…” Burada “minke” kelimesiyle
    Haz­reti Peygamber’e hitap edildiği kesindir. Ve burada Al-i İmran suresinde
    bahsedilen söz ve taahhütten söz edilmiştir. Bu itibarla, gerek Al-i İmran
    gerekse Ahzab surelerinde söz veya taahhüt kelimesinin kullanıldığını
    görmekteyiz. Bu söz ve vaad tıpkı diğer peygamberlerden alınan söz ve vaad
    gibidir. Yani aynı sözün Hz. Peygamber (a.s.)’dan da alındığını söy­lememiz daha
    doğru olacaktır. Bu sual aslında Ahmedîlerin bir kitabını okuduktan sonra aklıma
    gelmiştir.

    Cevap: “Ve iz ehazna min en-nebiyyine misâkahüm ve minke ve min
    Nûhin…” âyetinden Ahmediler samimiyetle yukarıda belirtilen şekilde an­lam
    çıkarmaya çalışıyorlarsa gerçeklen saf ve hiçbir şeyden haberleri ol­madıklarını
    söyleyebilirim. Fakat bu sakat fikri bile bile ve Müslümanları kasten kötü yola
    sevk etmek maksadıyla ileri sürüyorlarsa, karanlık emellerinin bir delilidir. Bu
    adamlar bir yandan Al-i İmran suresinin “ve iz ehazallahü misâkan-nebiyyin…”
    ayetini alıyorlar ki, bu ayette peygam­berler ile ümmetleri arasında müstakbel
    peygamber için geçen konuşma ve ahitten bahsediliyor ve diğer yandan yukarıda
    zikredilen Ahzab suresi­nin ayetini ele alıyorlar ki, bundan başka
    peygamberlerin yanı sıra Hz. Peygamber (a.s.)’dan da bir sözün alınmasından söz
    ediliyor. Sonra, ikisini birleştirip kendileri tarafından üçüncü bir anlam
    çıkarmaya çalışıyor­lar. Yani, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’dan da gelecek bir
    peygamber ile ilgili söz alındığını ve bu peygamberi teyit etmesi istendiğini
    iddia ediyor­lar. Oysa, müstakbel nebi hakkında söz ve taahhütten bahsedilen
    ayette, Allahu Teâlâ, aynı sözü Hz. Muhammed (a.s.)’dan da aldığını söylemiyor.
    Diğer taraftan, Hz. Muhammed (a.s.)’dan da bir söz alındığı bildirilen ayette,
    bu sözün gelecekteki bir peygamberle ilgili olup olmadığı anlaşıl­mıyor. Şimdi
    aklımıza gelen sual şudur: Bu iki ayrı metin ve konudan, Kur’ân-ı Kerim’de hiç
    kaydı bulunmayan bir üçüncü konu ve anlam hangi mantığa ve esasa dayanılarak
    çıkarılmıştır. Olsa olsa bunun için üç daya­nak olabilirdi. Şöyle ki, bu âyetin
    indirilmesinden sonra, Hz. Peygamber (a.s.) bütün sahabeyi kirâm’ı toplayarak
    diyecekti ki: “Ey iman sahipleri, Allahu Teâlâ benden sonra bir peygamber daha
    gönderecektir ve bu pey­gamberi teyit etmem ve desteklemem için Allah benden söz
    almıştır. Böy­le bir peygambere iman etmem gerekliği için siz de benim ümmetim
    ola­rak ona itaat edecek, onun emrine tabi olacaksınız.” Fakat hadis-i
    şerifle­rin tümüne baktığımızda böyle bir açıklamaya hiç rastlamıyoruz. Aksine
    pek çok hadisler vardır ki, Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberlik silsilesi­ni
    noktaladığı ve kendisinden sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceğini açıkça
    belirtmektedir. Şimdi, Hz. Muhammed (a.s.)’dan bu kadar önemli bir söz
    alındığına ve kendisinin bunu bu şekilde unuttuğuna ve hatta üm­metinin gelecek
    bir peygambere iman etmesini engelleyecek bir takım sözler söylediğine
    inanabilir misiniz? Bu hususta ikinci dayanak veya de­lil, Kur’ân-ı Kerim’de
    peygamberler ve ümmetlerinden sadece tek tip sö­zün alınması olabilirdi. Yani
    alınan söz sırf gelecek nebilere iman edilme­si ile ilgili olacaktı ve başka bir
    şey ile ilgili olmayacaktı. Böyle bir du­rumda belki de Ahzab suresinde de aynı
    sözden bahsedildiği iddia edilebi­lirdi. Ama ne var ki, bu delil de geçerli
    değildir.Zira Kur’an-ı Kerim’de sa­dece bir değil birçok anlaşma ve sözden
    bahsedilmiştir. Meselâ, Bakara Suresi’nin 10. rükûsunda İsrail Oğullarından
    Allah’a itaat ana-babalarına iyi muamele ve aralarında kavga ve çatışmalardan
    kaçınmaları konusun­da söz alınmıştır. Al-i İmran suresi, rüku: 19’da bütün ehli
    kitaptan, kendi­lerine indirilen kitabın talimatını saklamayıp başkalarına
    yaymaları hak­kında söz alındığı beyan edilmiştir. A’raf sûresi, 21. rükûda
    İsrail Oğulla­rının, Allah adına hak’tan başka söz etmemeleri, Allah’ın verdiği
    kitaba sarılmaları ve talimatına uymalarını taahhüt ettiklerinden
    bahsedilmiştir. Maide sûresi, rükû: l’dc Hz. Muhammed (a.s.)’in taraftarlarına,
    Allah’a verdikleri söz hatırlatılmıştır. Bu söz de şu idi: “Siz Allah’ı dinleme
    ve ona itaat etme taahhüdünde bulunmuştunuz.” Şimdi soru şudur: Eğer Ahzâb
    suresinde geçen söz ve anlaşma kelimesine herhangi bir açıklık ge­tirilmemişse,
    bu açıklık niçin sadece tek tip bir söz veya anlaşma ile geti­rilmeye
    çalışılıyor? Madem ki bu cümle veya âyette bir boşluk vardır, bu boşluk neden
    illâ Âl-i İmran sûresinin 9. rükûsuyla doldurulmaya çalışılıyor? Neden başka söz
    ve anlaşmalar değil de illâ bu sözden bahsediliyor? Neden? Şimdi biri kalkıp da
    bana dese ki, böyle yapmanın sebebi, her iki yerde nebilerden ahit ve söz
    alınmasıdır, o zaman ben derim ki, ümmet­lerden alınan diğer söz ve taahhütler
    kendilerinden doğrudan alınmamıştır ve bu iş daima peygamberler vasıtasıyla
    yapılmıştır, Her peygamberden alınan sözün de genellikle Kitabullah’a iyice
    sarılmaları ve talimatına uymalarıyla ilgili olduğu apaçık ortadadır. Bir üçüncü
    delil de Ahzab suresinin metninin gelecek bir peygamber ile ilgili olması
    olabilirdi. Yani sûrede üzerinde durulan ana konu, gelecek bir peygambere iman
    etmek ve itaat etmek olabilirdi. Ne var ki durum burada tamamıyla değişiktir.
    Hatta tam tersine sûrenin metni başka konularla ilgilidir. Ahzab sûresi şu
    sözler­le başlıyor:

    “Ey Peygamber, Allah’tan kork. Kâfir ve münafıklara itaat etme.
    Mu­hakkak ki, Allah Alim’dir. Hakim’dir. Rabbinden sana vahyolunana uy. Muhakkak
    ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır”. (Ahzab; 1,2)

    Daha sonra verilen emir, Cahiliyyenin bir simgesi olarak
    evlâtlık ko­nusunda süregelen bütün batıl itikat ve evhamlardan arınmaları ile
    ilgili­dir. Sonra, kan bağlarının dışında en büyük ve saygı duyulan bağın,
    pey­gamber ile mü’minler arasındaki ilişki olduğu vurgulanıyor. Bu öyle bir
    bağdır ki bunun yüzünden peygamberlerin karıları, onlara anneleri gibi haramdır.
    Allah’ın kitabı açısından bu bağın dışında bütün diğer ilişkiler medeni sayılır
    ve özellikle verasetle ilgili konularda saygıya değer adde­dilirler. Bu emir ve
    hükümlerin verilmesinden sonra, Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (a.s.)’e diğer bütün
    peygamberlerden aldığı vaad ve taahhüdü hatırlatıyor. Aynı taahhüdün kendisinden
    de alındığını belirtiyor (!) Şimdi sağduyulu bir kişi, bu metinden, gelecek bir
    nebiye itaat edilmeleri gerek­tiği anlamını çıkarabilir mi? Bu metinden ne
    münasebetle, gelecekte baş­ka bir nebiye iman edilmesi ahkâmı çıkarılıyor? Bu
    hususla en makul yol geçmişte ve diğer âyetler ile sûrelerde belirtilen söz ve
    taahhüde bakmak­tır. Ve bu vaad ve taahhüd gayet tabii ki, bütün peygamberler
    gibi Hz. Muhammed (a.s.)’den de, Kitabullah’a sarılması, taraftarlarının
    Allah’ın emir ve buyruklarına uymaları ve bu talimatı başkalarına yaymaları
    hak­kındadır. Nitekim, bundan sonra görüyoruz ki, Allah, Hz. Muhammed (a.s.)’e
    evlâtlığı Hz. Zeyd bin Harise’nin boşadığı karısıyla evlenip cahi­liyyenin batıl
    inançlarına son vermesini emrediyor. Çünkü eski inançlara göre evlâtlıklar, öz
    evlât sayılırdı. Hz. Peygamber’in bu husustaki girişimi kâfir ve münafıkların
    hücumuna uğramasına sebep oldu. Bu tenkit ve hü­cumları Allah Teâlâ şu deliller
    ile şiddetle reddetti:

    1)  Bir kere, Muhammed (a.s.) hiçbir erkeğin babası değildir, bu
    se­beple, onun boşadığı karısının kendisine haram olması diye bir kural yok­tur.

    2)  İkincisi, adı geçen kadının Hz. Peygamber için helâl
    olmasına rağ­men kendisiyle evlenmemesi gerektiği görüşü de pek geçerli
    değildir; çünkü, kendisi Allah’ın Rasûlü olduğu için, Allah’ın ortadan kaldırmak
    is­tediği batıl itikat ve ananeleri öncelikle O kaldırmalıdır.

    3)  Bunu yapması, sadece Allah’ın Rasûlü olmak itibariyle değil
    aynı zamanda peygamberlerin sonuncusu olması bakımından gerekiyordu.
    Cahiliyyenin yanlış inanç ve geleneklerine kendisi son vermezse, kendisin­den
    sonra herhangi bir nebi gelmeyeceği için kimsenin gücü buna yetme­yecekti.

    Şimdi elimizde bulunan bu metni daha evvelki metinlerle
    birleştirerek okumaya ve incelemeye çalıştığımızda, Hz. Peygamber (a.s.)’den
    sonra gelecek herhangi bir peygambere iman etmesi konusunda kendisinden ve
    ümmetinden herhangi bir söz ve taahhüt alınmadığını anlamış olacağız. Buradaki
    metin ve işlenen konu gösteriyor ki kendisinden ve ümmetinden belki de her
    konuda söz alınmış olabilir, ama gelecek bir peygambere bağlılık konusunda asla!

    Şimdi dikkat edeceğiniz gibi, Ahmediler veya Kadıyanî’lerin
    ileri sür­dükleri Kur’an’ın tefsiri için ancak üç şey dayanak olabilirdi, ama bu
    daya­naklar yoktur. Halta yukarıda belirtilen dayanak veya deliller Ahmedîlerin
    iddialarını reddeder mahiyettedir. Bu sebeple, onlarda dördüncü bir delilin olup
    olmadığını öğrenmelisiniz. Eğer yoksa, ki muhakkak yok­tur, o zaman teslim
    etmelisiniz ki, âyetlerden çıkardıkları anlam ya ceha­lete dayanıyor ya
    dalâlete. Onlar Allah’tan korkmadan kullarını doğru yol­dan saptırmaya
    çalışıyorlar. Mirza Gulam Ahmed gerçekten “peygamber” ise, “sahabeleri” ve yakın
    arkadaşlarının dönemi henüz geçmemiştir ve kendisi de sağdır. Fakat görüyoruz
    ki, Kitabullah’tan yanlış anlamlar çıka­rılmaya çalışılıyor ve bizzat kentli
    “ümmeti” arasında Kur’ân-ı Kerim’in âyetleri çelişkili biçimde yorumlanıyor ve
    açıklanıyor ve ne kendisinden ne de “ümmetin”den tek bir ses çıkmıyor. Bu nasıl
    bir peygamber ve bu nasıl bir “ümmet”tir?

    5.1.13.
    Nübüvvet’in Sona Ermesiyle İlgili Ayette Varolan Üç Delil

    “Muhammed, adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Fakat O,
    Allah’ın Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilen­dir.”(Ahzab;
    40)

    Dilerseniz Ahzab sûresinin yukarıdaki ayetinde peygamberliğin
    sona ermesi ile ilgili yer alan kaydın perde arkasını görelim. Bilindiği üzere,
    Arabistan’da evlâtlık, öz evlât olarak kabul edilirdi. Bir evlâtlık tıpkı öz bir
    evlât gibi mirastan payını alırdı ve babalığından doğan çocuklar ve karısıyla öz
    evlâtları gibi ilgi ve saygı görürdü. İşte Allah (cc.) bu eski geleneği bozmak
    istiyordu ve aynı sûrenin 4-5. âyetlerinde birinin evlât edinmesinin onun öz
    evlât gibi muamele görmesini gerektirmediğini göstermek istiyordu. Ne var ki
    yıllar ve hatta yüzyılların verdiği alışkan­lık ve geleneğin bozulması öyle
    kolay değildi. Bunun için, bu geleneğin ortadan kaldırılması için pratik bir
    örneğe gerek vardı. Hikmet-i ilâhiye bakın ki; tam o sıralarda, Hz. Muhammed
    (a.s.)’in evlatlığı olan Hz. Zeyd bin Harise (r.a.) nikâhlı zevcesi olan Hz.
    Zeynep (r.a.)’i boşayıverdi. Rasûl-ü Ekrem, cahiliyye devrinden Araplar arasında
    süregelen bir gele­neği bozma fırsatını bulduğunu düşündü ve bu amaçla
    evlâtlığının boşa­dığı karısıyla resmen izdivaca girmenin tek çare olduğu
    kanısına vardı. Fakat Hazreti Peygamber aynı zamanda bu adımı altıktan sonra
    kopara­cağı fırtınayı da sezebiliyordu. Batıl inanç ve geleneklerine son derece
    bağlı olan Medine’nin münafıkları ile Mekke kâfirleri ve çevredeki Yahudilerin
    buna ne gibi sert bir tepki göstereceklerini, hem kendisini hem İslâm’ı
    kötülemek için ne gibi çirkin yollara başvurabileceklerini çok iyi biliyordu.
    Bundan dolayı da, bu hususla adım atmaktan çekiniyor­du. Nihayet, Allah
    kendisine emir verdi ve Hz. Zeynep ile evlenmesini istedi. Tahmin edildiği gibi,
    itiraz, itham ve iftiraların fırtınası koptu ve hatta bazı Müslümanlar da
    tereddüt ve şüpheye düştüler, işte bu fırtına­nın dindirilmesi için Ahzab
    sûresinin beşinci rüküşünün 37-40, ayetleri indi.

    Bu âyetlerde Cenab-ı Hak diyor ki, Hz. Muhammed (a.s.)’in Hz.
    Zey­neb ile nikâhı kendi emri ile olmuştur ve bunun gayesi de ilerde mü’minleri
    kendi evlâtlıklarının dul ve boşanmış karılarıyla evlenmelerine her­hangi bir
    engel kalmamasıdır. Allah bu meseleyi, bir peygamberin, Al­lah’ın emrini yerine
    getirmekte tereddüt etmemesi gerektiği hükmüyle bi­tiriyor ve sonunda şöyle
    diyor: “Muhammed, adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Fakat, o Allah’ın
    Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusu­dur”.

    Allah Teâlâ, meseleyi bu şekilde kesip bitirmek suretiyle Hz.
    Mu­hammed (a.s.)’e dil uzatanlara üç delille cevap vermiştir. Bu delilleri şöyle
    sıralayabiliriz:

    Kâfir ve münafıkların en büyük itirazı, Hz. Peygamber (a.s.)’in
    kendi geliniyle evlenmiş olduğu yolundaydı. Halbuki Hz. Peygamber’in getirdi­ği
    şeriatta öz oğlunun nikâhlı karısı, babası için haramdır. Fakat Hz. Zeyd’in
    eşinin durumu başka idi. Zira, kendisi Hz. Peygamber’in öz oğlu olmayıp
    evlâtlığıydı; dolayısıyla, onun boşadığı eşi de gelini değildi. Bu­nun için,
    yukarıdaki ayette “Muhammed, adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir” dendi.
    Yani, Hz. Peygamber’in, nikâhına aldığı boşanmış kadı­nın eski kocası öz oğlu
    olmadığı için onun eşiyle nikâh haram değildi.

    Söz konusu evliliğe yapılan ikinci itiraz şu merkezdeydi:
    Diyelim ki, evlâtlık, Hz. Peygamber’in öz oğlu değildi, ama onun boşadığı eşiyle
    Hz. Peygamber’in evlenmesi şart değildi. Buna cevap olarak dendi ki, “Fakat o,
    Allah’ın Rasûlüdür”. Yani bir peygamber olarak cehalet ve kötü gele­nek yüzünden
    helâl olan bir şeyin haram olması etrafında dönen her türlü oyunlara son vermek
    onun vazifesidir. Yani o kendi davranış ve hareket­leri ile kötü gelenekleri,
    herhangi bir şüphe ve itiraza mahal vermeyecek şekilde bozmalıdır.

    Yukarıdaki ayette, nikâhın gerekli olması lehinde üçüncü delil
    olarak Hz. Peygamber’in sadece Rasûl değil aynı zamanda nebilerin sonuncusu
    olduğu da gösterilmiştir. Nitekim, ayetle kendisinin “Hâtim’ûn-Nebiyyin” yani
    “peygamberlerin sonuncusu” olduğu söylenmiştir. Demek kendisin­den sonra başka
    herhangi bir nebi veya peygamber dünyaya gelmeyeceği için medenî kanunlarda
    yahut toplumda görülen bir aksaklığı kimse gide­remeyecektir. Her türlü ıslah ve
    düzeltmeyi kendisi yapmalıdır; yoksa iş işten geçecektir.

    Ayetin sonunda da, “Allah, her şeyi bilendir” denilmiştir. Yani,
    cahiliyyenden gelen bir kötü inanç ve geleneğin ortadan kaldırılması için Hz.
    Muhammed’in ne yapması gerektiği ve ne yaptığını en iyi bilen Allah’tır. Allah
    Peygamber (a.s.)’in hareketinin hikmetini pekalâ biliyordu. O, Hz. Muhammed
    (a.s.)’den sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceğini de çok iyi biliyordu.
    Dolayısıyla önemli bir işi Hz. Peygamber vasıtasıyla yaptırmıştır. Çünkü, bu işi
    onunla yaptırmazsa, ondan sonra gelen herhan­gi bir peygamber ve yol gösterici
    yoktur. Kötü bir inanç ve geleneğe son verilmediği takdirde büyük bir ihtimalle
    bu illet ilerde Müslümanların arasında yaygınlaşmış olabilecektir. Daha sonraki
    din adamları, veli ve ısla­hatçı kimselerin sözleri de pek etkili olamaz; zira
    onlar için canlı bir ör­nek yoktur, işte bütün bu düşüncelerle Allah Teâlâ, Hz.
    Peygamber (a.s.)’in Hz. Zeyneb (r.a.) ile resmen evlenmesini mümkün kılmıştır.
    Bu meyanda, sözü edilen ayetlerde peygamberliğin Hz. Muhammed ile sona erdiği ve
    kendisinden sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceği açık bir ifade ile
    anlatılmıştır.

    5.2. PEYGAMBERLİĞİN SON BULMASI
    ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

    Çağımızda peygamberlik fitnesini yaratan sapık bir grup ve insan
    top­luluğu, “Mâ kâne Muhammedün ebâ ehadin min ricâliküm ve lâkin rasûlallahi ve
    hâtem-en Nebiyyin” ayetinde geçen “Hâtem-en Nebiyyin” kelimesini kendi kötü
    emellerine alet etmeye çalışıyor ve bunun manası­nın, “Peygamberlerin mührü”
    olduğunu iddia ediyor. Bu sapıklar, bu keli­menin açıklamasını da şöyle
    yapıyorlar: Hz. Peygamber’den sonra gelecek peygamberler, onun (Hz. Muhammed)
    mührü veya damgasıyla peygam­berlik payesine yükselecekler. Başka bir deyimle,
    Hz. Peygamber (a.s.)’in mührünü taşımayan biri peygamber olamayacaktır.

    Ne var ki, bu ayetin metninde kullanılan ifade ve işlenen konu
    yukarı­daki açıklama ve tevil ile bağdaşmamaktadır. Söz konusu kelime iddia
    edilen anlamda okunduğunda bütün ayet ve bahsedilen konu havada kal­mış oluyor.
    Böyle bir anlam ve açıklama, ayetin ruhuna aykırıdır ve anla­mını büsbütün
    ortadan kaldırmaya yöneliktir. Şimdi, Hz. Peygamber’in Hz. Zeyneb ile evliliğine
    muhaliflerin itirazı ve yarattıkları şüphe ve te­reddüde cevap verilirken birden
    bire “Muhammed, peygamberlerin müh­rüdür” demenin ne anlamı vardır? Burada,
    peygamberin bir mühür oldu­ğunu ve gelecek bir peygamberin onun mührünü taşıması
    gerekliğini söy­lemenin ne manası vardır?

    Aynı grup bir başka tevil ile de ortaya çıkıyor ve diyor ki: “Hâtem-en
    Nebiyyin” deyimi bir başka anlamda da kullanılabilir. Bu gruba göre, “Hâtem-en
    Nebiyyin” deyiminin manası, “Efdâl-en Nebiyyin”dir. Yani peygamberliğin fazileti
    ve kemâli Hz. Muhammed (a.s.) ile sona ermiş ol­masına rağmen peygamberlik
    kapısı açıktır. Fakat demin izah etmeye ça­lıştığımız gibi, bu deyimin anlamını
    bu şekilde kabul etmek de imkânsız­dır. Çünkü aynı şekilde bu mananın da ayetin
    metniyle herhangi bir ilgisi bulunmuyor, halta tam ters düşüyor. Kâfir ve
    münafıklar diyebilirlerdi ki, Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra her ne kadar küçük
    seviyeli ve az kabili­yetli de olsa, peygamberler geleceğine göre, eski
    geleneğin illâ Hz. Mu­hammed (a.s.) tarafından bozulmasına gerek yoktur. Aynı
    şekilde yukarı­daki durumda da diyebilirlerdi ki, Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra
    onun mührüyle gelecek peygamberlerin silsilesi kesilmeyeceği için onlar da bu
    geleneği pekalâ ortadan kaldırabilirler.

    5.2.1. “Hâtem-en
    Nebiyyin” (Peygamberlerin Sonuncusu)’in Sözlük Anlamı

    Söz konusu âyette anlatılan konu ve bizzat ayetin metni, “Hâtem-en
    Nebiyyin” deyiminin ancak “peygamberlerin sonuncusu” veya “peygam­berlik
    zincirine son veren” anlamına gelebileceğini göstermektedir. Fakat sadece metin
    değil, bu kelimelerin sözlük anlamı da aynıdır. Arap sözlü­ğüne göre, “Hatm”
    kelimesi “damga vurmak”, “mühürlemek”, “kapat­mak”, “sona erdirmek” ve “bir işi
    bitirip rahatlamak” gibi anlamlar taşı­maktadır. Burada birkaç örnek verelim:

    1. “Hatem-el amele”, işi bitirip boş kalmak demektir.

    2. “Hatem-el inde”, tencereyi kapatmak demektir. Yani, tencere
    öyle­sine kapatılmış ve mühürlenmiş ki içine ne bir şey girebilir ne de içinden
    dışarıya çıkabilir.

    3. “Hatem el-kitâbe”, mektubu kapatıp, muhafazası için
    mühürlemek anlamına gelir.

    4. “Hateme alel-kalbi”, kalbin mühürlenmesi demektir. Yani kalbe
    öylesine damga vuruluyor ki, ne bir şey anlayabilir ne de içine yerleşmiş bir
    fikir kolay kolay atılabiliyor.

    5.”Hatem-u kulli meşrûin”, bir içkiyi içtikten sonra alınan tad
    de­mektir.

    6. “Hatimet-ü kulli şey’in âkıbeh ve âhirah”, her şeyin bittiği,
    akıbet ve ahiret demektir.

    7. “Hateme ş-Şeyy’a belağa âhıra”, bir şeyi bitirmek, onun
    sonuna varmak demektir. Aynı anlamda “Hatem-i Kur’ân” denilir ve surelerin son
    âyetleri “havalım” olarak bilinir.

    8. “Hâtem-ul Kavmi âhiruhüm”, kavmin hâlimi demek kabilenin son
    ferdi demektir (Bk. Lisan ul Arab, Kamus veAkrab-ul Mevarid)[3]
    .

    İşte bütün bu açıklamaların ışığında dil bilimciler ile Kur’ân-ı
    Ke­rim’in müfessirleri, “Hatem-en Nebiyyin” ifadesini oybirliğiyle
    “peygam­berlerin sonuncusu” olarak tercüme etmişlerdir. Arapça sözlüğü ve
    de­yimlerine göre “hatim”, seri halinde basılarak mektupların yollandığı pos­ta
    damgası değildir. Aksine, zarfın kapanması, içine herhangi bir şey so­kulmaması,
    içinde de herhangi bir evrak veya madde alınmaması için ya­pıştırılan mühürlü
    mumdur.

    5.2.2. Hz.
    Peygamber’in Buyrukları

    “Hatem-en Nebiyyin” deyiminin, hem Kur’ân-ı Kerim’in çeşitli
    metin­lerinde bahsedilen konular açısından, hem sözlük ve hem de gramer
    ku­rallarına göre ne anlama geldiğini yukarıda gördük. Şimdi, bu deyimin Hz.
    Peygamber (a.s.)’in birçok hadislerinde de aynı anlamda kullanıldığını
    göreceğiz. Biz burada sadece birkaç örnekle yetineceğiz:

    1.”Hz. Peygamber (a.s.) buyurdular: İsrail Oğullarının
    önderliğini peygamberler yaparlardı. Bir peygamber ölünce yerine başkası
    geçerdi. Ama benden sonra herhangi bir nebi (peygamber) gelmeyecektir. Benden
    sonra ancak halifeler gelecektir. (Sahih-i Buhari, Kitab-ul Menâkıb, Bö­lüm:
    Beni İsrail).

    2. Hz. Peygamber (a.s.) buyurdular: Benim ve benden önceki
    pey­gamberlerin durumunu size bir misal ile anlatayım: Mesela; bir kişi çok
    güzel ve muhteşem bir bina yaptırdı, ancak bir köşede bir tuğlanın yerini boş
    bıraktı, İnsanlar bu binanın etrafında dönüyor ve güzelliğine hayran
    kalıyorlardı. Ancak boş yere işaret ederek, buraya tuğla neden konmadı diye
    hayretlerini belirtiyorlardı, öyleyse, o tuğla benim ve ben peygam­berlerin
    sonuncusuyum. (Yani, benim gelişimden sonra peygamberlik bi­nası tamamlanmıştır
    ve bu binada eksik veya doldurulacak herhangi bir yer kalmamıştır). (Sahih-i
    Buhari, Kitab-ul Menâkıb, Bölüm: Hâtem-en Nebiyyin).

    Aynı konu, hemen hemen aynı ifadelerle “Sahih-i Müslim, “Kitab-ul
    Fezâil, Bölüm: Hatem-en Nebiyyin”de dört hadis-i şerifte anlatılmıştır, son
    hadis’te şu ilâve kelimeler de kullanılmıştır: “O halde ben geldim ve
    peygamberlerin silsilesine son verdim”.

    Aynı hadis, aynı kelimelerle, “Tirmizî, Kitab-ul Menâkıb, Bölüm:
    Fezâil-ün Nebi, Kitab-ul Adâb ve Bâbül Emsal”de yer almıştır. “Sünen-i Ebu Davud”
    ve “Tayâlisi” de bu hadis Câbir bin Abdullah (r.a.) tarafından rivayet
    edilmiştir. Son kelimeleri de bunlardır: Benim sayemde peygam­berlerin silsilesi
    sona erdi”.

    “Sünen-i Ahmed”de az bir kelime farkıyla aynı hadisler, Hz. Übey
    bin Ka’ab, Hz. Ebu Said Hudrî ve Hz. Ebû Hureyre (r.a.) tarafından
    nakle­dilmiştir.

    3. “Hz. Peygamber (a.s.) buyurdular: Ben altı yönden diğer bütün
    peygamberlerden üstünüm: 1) Bana, az ve öz şey söyleme kabiliyeti veril­miştir.
    2) Bana debdebe ile zafer verilmiştir. 3) Benim için ganimet eşya­ları helâl
    edilmiştir. 4) Benim için yeryüzü mescide çevrilmiş ve temizlik kaynağı
    yapılmıştır. 5) Ben bütün dünya için peygamber olarak gönderil­dim. 6)
    Peygamberlerin zinciri benimle son bulmuştur”. (Müslim, Tirmizî, İbn Mâce).

    4. “Hz. Nebiyi Kerim (a.s.) buyurdular: Resûl’lük ve Nebi’lik
    silsilesi bitmiştir. Benden sonra ne bir rasûl ne bir nebi gelecektir”. (Tirmizî,
    Kitâb’ür-Rüya, Bölüm: Zehab-ün Nübüvvet, Müsned-i Ahmed, Rivayet eden: Hz. Enes
    bin Malik).

    5. “Nebî (a.s.) buyurdular: Ben Muhammed’im, ben Ahmed’im, ben
    Mâhi’yim, çünkü ben küfrü mahvedeceğim. Ben Haşir’im, çünkü benden sonra
    İnsanlar mahşerde toplanacaklardır. (Yani benden sonra ancak kıya­met
    gelecektir). Ve ben Akıb’ım. Akıb da kendisinden sonra herhangi bir peygamber
    gelmeyene denir”. (Sahih-i Buhari ve Müslim, Kitab’ul Fezâil, Bölüm:
    Peygamber’in isimleri, Tirmizî, Kitab’ul Adab, Bölüm: Peygam­berin isimleri,
    Muvatta, Kitab’ul Esma’ün Nebi, el-Müstedrek lil Hâkim, Kitab’ul Tarih, Bölüm:
    Peygamber’in isimleri).

    6. “Rasûlullah (a.s.) buyurdular: Allah’ın gönderdiği her
    peygamber kendi ümmetini, Deccâl’ın doğması konusunda korkutmuştur (amma
    onla­rın zamanında Deccâl gelmemiştir). Şimdi ben son peygamberim ve siz de son
    ümmetsiniz. Onun için, ister islemez o aranızdan çıkacaktır”. (İbn Mâce,
    Kitab’ul Fiten, Bölüm: Deccâl).

    7. “Abdullah bin Cübeyr diyor ki, ben Abdullah bin Amr bin
    As’tan duydum, bir gün Rasûlullah (a.s.) evinden çıkıp bize geldi. Öyle ki,
    sanki bize veda edecek. Rasûlullah bize üç defa seslendi, “Ben ümmi
    peygam­berim” ve sonra dedi ki: “Benden sonra başka herhangi bir peygamber
    gelmeyecektir”. (Müsned-i Ahmed, rivayet eden, Abdullah bin Amr bin As).

    8. “Hz. Peygamber (a.s.) buyurdular: Benden sonra herhangi bir
    pey­gamberlik yoktur. Benden sonra sadece yol gösteren şeyler olacaktır.
    Soruldu, yol gösteren şeyler nelerdir? Rasûlullah cevap verdi: İyi bir rüya veya
    salih bir rüya”. (Yani bundan böyle vahiy gelmeyecektir. Eğer biri Allah
    Telâ’dan işaret alacaksa sadece doğru rüyalarla alacaktır). (Müsned-i Ahmed,
    rivayet eden: Ebu’t-Tufeyl, Nesâi, Ebu Davud).

    9. “Hz. Peygamber buyurdular: Benden sonra eğer peygamberlik
    silsi­lesi devam etseydi, Ömer bin el-Hattab peygamber olacaktı”. (Tirmizî,
    Kitab’ul-Menâkıb).

    10. Rasûlullah (a.s.) Hz. Ali’ye dedi ki: “Benle sen Hz. Musa ve
    Hz. Harun gibiyiz. Fakat benden sonra herhangi bir nebi gelmeyecektir”.
    (Sa­hih-i Buhari, Müslim, Kitab’ul Fezâil-i Sahabe).

    Yukarıdaki hadis-i şerif, Sahih-i Buhari ile Müslim’de Tebûk
    savaşı­nın anlatıldığı bölümde de geçmektedir. Müsned-i Ahmed’de de aynı ko­nuda
    iki hadis Sa’d bin Ebi Vakkas tarafından rivayet edilmiştir. Bunlar­dan birinin
    son cümlesi şöyledir: “Fakat benden sonra herhangi bir nübüv­vet yoktur”. Ebû
    Davud, Tayâlisi, İmam Ahmed ve Muhammed bin İshak bu konuda ayrıntılı bilgi
    vermişlerdir. Bunlardan anlaşılıyor ki, Tebûk gazvesine giderken Hz. Peygamber
    (a.s.) Hz. Ali’yi arkasında, Medine’yi savunmakla görevlendirmeye karar
    vermişti. Fakat münafıklar bu karara itiraz etmeye ve türlü şeyler söylemeye
    başlamışlardı. Bunun üzerine Hz. Ali Rasûlullah (a.s.)’a giderek kuşkularını
    şöyle dile getirdi: “Ya Rasûlullah, siz beni kadınlar ile çocuklar arasına mı
    bırakıyorsunuz?” Hz. Pey­gamber de kendisini teselli ederek şöyle buyurdular:
    “Senin benimle mü­nasebetin tıpkı Hz. Harun’un Hz. Musa ile olan ilişkisi
    gibidir”. Yani, na­sıl ki Hz. Musa, Tûr dağına giderken Hz. Harun’u İsrail
    Oğullarını koru­makla vazifelendirmişse, Hz. Muhammed (a.s.) de Hz. Ali
    (r.a.)’ye Medi­ne’yi savunma vazifesi vermişti. Fakat bu açıklamadan sonra Hz.
    Peygam­ber, Hz. Ali’yi Hz. Harun’a benzetmesinin bir fitneye yol açabileceğini
    dü­şünmüş olacak ki, sözlerine hemen ekleyiverdi: “Benden sonra başka bir
    peygamber olmayacaktır”.

    11.”Sevban tarafından rivayet ediliyor ki, Rasûlullah (a.s.)
    şöyle bu­yurdular: …Benim ümmetimden 30 yalancı doğacaktır. Bunlardan her biri
    peygamberlik iddiasında bulunacaktır. Halbuki ben peygamberlerin so­nuncusuyum,
    benden sonra herhangi bir peygamber yoktur”. (Sünen-i Ebû Davud, Kitab’ul Fiten).

    Aynı konuda bir başka hadis, Ebû Davud’un “Kitab-ul Melâhim”inde,
    Hz. Ebû Hureyre tarafından rivayet edilmiştir. Tirmizî’de de Hz. Seyban (r.a.)
    ile Hz. Ebu Hureyre (r.a.)’nin aynı rivayetleri nakledilmiştir. Bunlar­dan
    ikincisinin sözleri şöyledir: “Ta ki, 30’a yakın yalancı, sahtekâr ortaya
    çıkacak ve bunlardan her biri kendisinin Allah’ın peygamberi olduğunu iddia
    edecektir”.

    12.”Hz. Peygamber buyurdular: Sizden önce dünyada varolan İsrail
    Oğullarından bazılarıyla, peygamber olmamalarına rağmen, konuşulurdu (Allah
    konuşurdu). Benim ümmetimden böyle birisi olsa Hz. Ömer olacaktır”. (Sahih-i
    Buhari, Kitab’ul Menâkıb).

    “Sahih-i Müslim’de aynı mevzuda yer alan hadis-i şerifle, “yü-kellemûn”
    yerine “muhaddesûn” kelimesi kullanılmıştır. Fakat ikisinin an­lamı hemen hemen
    aynıdır. Yani, Allah ile kelâm etme (konuşma) şerefi­ne nail olan veya
    kendisiyle gaip perdesinden konuşulan kişi veya kişiler. Bu hadisten anlaşılıyor
    ki, eğer peygamberlik payesine yükselmeden Al­lah ile konuşma şerefine nail
    olabilecek kimse olsaydı o da Hz. Ömer olurdu.

    13.”Rasûlullah (a.s.) buyurdular: Benden sonra herhangi bir
    peygam­ber yoktur ve benim ümmetimden sonra herhangi bir ümmet yoktur” (Beyhakî,
    Kitab-ur Ru’yâ, Taberânî).

    14.Rasûlullah buyurdular: Ben son peygamberim ve benim camim (Mescid-i
    Nebevi) son cami’dir[4].
    (Müslim, Kitab’ul Hac, Bölüm: Mekke ve Medine’deki Camilerde Namaz Kılmanın
    Faziletleri).

    Bu hadisleri birçok sahabe rivayet etmişlerdir. Birçok muhaddis
    (ha­dis toplayanlar) da bunları sağlam ve güvenilir kaynaklara dayanarak
    eserlerinde toplamışlardır. Bunları incelediğimizde, Hazreti Peygamber efendimiz
    (a.s.)’in çeşitli zamanlarda, çeşitli vesilelerle ve değişik ifade­lerle
    kendisinden sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceğini, kendi­siyle birlikte
    peygamberlik silsilesinin sona erdiğini ve kendisinden sonra peygamberlik
    iddiasında bulunacakların Deccâl ve yalancı olacaklarını açıkladığına tanık
    oluruz. Kur’ân-ı Kerim’de geçen “Hatem-en Nebiyyin” kelimesinin bundan daha
    güzel izahı ne olabilir ki? Rasûl-ü Ekrem (a.s.)’in mübarek sözleri zaten birer
    senet ve vesika gibidir. Üstelik, kendi­si Kur’ân-ı Kerim’i daha iyi anladığını,
    daha iyi tefsir edebileceğini iddia edebilir mi? Şayet biri böyle bir
    küstahlıkla bulunursa, onun sözlerine zerre kadar önem verilebilir mi? Tabii ki
    hayır.

    5.2.3.
    Sahabelerin Ortak Görüşü

    Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet’ten sonra üçüncü derecede önemli
    kaynak, sahabeyi kirâm’ın icmaı’dır. Tarih şahittir ki, Hazreti Peygamber
    (a.s.)’in vefâtından hemen sonra, gerek peygamberlik iddiasında bulunanlar,
    ge­rekse bu sahte peygamberlere iman edenlere karşı bütün sahabeler ortak bir
    cephe aldılar.

    Bu hususta, özellikle Müseyleme-i Kezzâbın durumu dikkate
    değer­dir. Bu şahıs, Hz. Peygamber (a.s.)’in peygamberliğini inkâr etmiyordu.

    Aksine, peygamberlikte Hz. Muhammed (a.s.) ile ortak olduğunu
    ileri sü­rüyordu. Müseyleme, Hz. Muhammed (a.s.)’in ebediyete intikalinden kısa
    bir süre önce kendisine gönderdiği mektupta şöyle diyordu: “Allah’ın Rasûlü
    Müseyleme’den Allah’ın Rasûlü Muhammed’e selâmlar, peygam­berlik işinde sizinle
    ortak olduğumu bilmelisiniz.” (Taberî, cilt: II, s. 399, Mısır baskısı).

    Buna ilaveten tarihçi Taberi’nin anlattıklarına göre,
    müseyleme’nin ta­raftarları ezan okurken, “Eşhedü enne Muhammed’er-Rasûlullah”
    sözleri­ni de kullanırlardı. Ne var ki, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın
    peygam­berliğini açıkça kabul eden bu kişi sahabeler tarafından kâfir ilan
    edildi ve ümmetten ihraç edildi. Hatla bununla yetinilmedi, kendisiyle savaşıldı
    ve çarpışmalarda yenilerek başı uçuruldu. Tarih ayrıca şahittir ki, Beni
    Hani­fe, bir yanılgı sonucu Müseyleme’ye samimiyet ve iyi niyetle iman etmiş­ti.
    Aslında Beni Hanife, Müseyleme’nin Hz. Muhammed (a.s.) tarafından peygamberliğe
    ortak edildiği halasına kapılmıştı. Ayrıca, medine’de Kur’ân-ı Kerim’i öğrenerek
    gelmiş olan bir kişi Beni Hanife’ye Kur’an âyetlerini, güya Müseyleme’ye indiği
    şekilde okumuştu (İbn Kesir, el-Bidâye ven-Nihaye, c. V, s. 51). Fakat buna
    rağmen sahabeler, Beni Hani­fe’yi Müslüman olarak kabul etmediler ve onların
    üzerine ordularıyla yü­rüdüler.

    Burada, Beni Hanife’ye veya Müseyleme’ye karşı sahabelerin
    dinsiz­lik değil, isyan yüzünden savaş açtıkları da iddia edilemez. Çünkü, İslâm
    yasalarına göre, âsi Müslümanlar ile savaşıldığı takdirde, esirlerine köle
    muamelesi yapılamaz. Hana, Müslümanlar bir yana, âsi zımmiler (Müslüman
    olmayanlar) da esir alındıktan sonra köle yapılamaz. Fakat Müseyle­me ile
    taraftarlarına hücum edildiği zaman, Hz. Ebu Bekir, esir kadın ve çocukların
    dahi köle yapılabileceğini ilân etti ve gerçekten Müseyleme’nin mağlubiyetinden
    sonra Müslümanların ellerine düşen esirler köle yapıldı­lar. Nitekim, bir köle
    kadın, cariye olarak Hz. Ali’nin payına düştü ve bu cariyeden İslam tarihinin
    ünlü şahsiyeti, Muhammed bin Hanefiye[5]
    doğmuş oldu (el-Bidâye ven-Nihaye, c.Vl, s. 316, 325). Bundan anlaşıla­cağı
    gibi, sahabeler Müseyleme ve taraftarlarıyla isyan değil, irtidad veya dinsizlik
    sebebiyle savaşmışlardı. Müseyleme ve taraftarları, Hz. Peygam­ber (a.s.)’den
    sonra peygamberlik iddiasında bulunmak ve bir fitne yarat­mak suçundan lâyık
    oldukları eczaya çarptırılmışlardı. Bu gelişmeler Hz. Muhammed (a.s.)’in
    ebediyete intikalinden hemen sonra meydana gelmiş­ti. Bu hareketin lideri Hz.
    Ebu Bekr’di ve sahabelerin tümü kendisiyle ittifak etmişlerdi. Sahabelerin ortak
    görüşü ve hareketinin bundan daha iyi bir misali olabilir mi? Müseyleme’nin
    dışında o devrede peygamberlik id­diasında bulunan herkese karşı aynı şiddet ve
    kararlılıkla hareket edildi ve İslâm alemi emekleme devresinde karşı karşıya
    bulunduğu büyük bir fela­ketten Hz. Ebu Bekr’in basireti ve sahabelerin
    kararlılığıyla yüz akıyla kurtulmuş oldu.

    5.2.4. Alimlerin
    Ortak Görüşü

    Dinî konularda, sahabenin ortak görüş ve hareketinden sonra
    dördün­cü derecede mühim olan husus, ümmetin ileri gelenleri ve âlimler ile
    fa­kihlerinin ortak görüşüdür. Bu açıdan bakıldığında, İslâmiyet’in doğduğu ilk
    Hicri senesinden başlayarak günümüze kadar her devirde ve İslâm dünyasının her
    köşesinde, her ülkenin ulema ve fukahasının Hz. Muham­med (a.s.)’den sonra
    herhangi bir peygamberin gelmeyeceği hakkında itti­fak ettiklerini görürüz. Aynı
    alim ve fakihler, Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra peygamberlik iddiasında
    bulunanlar ile bunlara iman edenlerin kâfir ilân edilmesi ve Müslümanlıktan
    çıkarılması konusunda birleşmişlerdir. Burada birkaç örnek verelim:

    1.İmam Ebû Hanife (80 H. – 150 H.) döneminde bir kişi
    peygamber­lik iddiasında bulunup, “bana, peygamberliğimin alâmetlerini gösterme
    izni veriniz” dedi. Bunun üzerine İmam-ı Azam dedi ki: “Bu şahıs ve bun­dan
    alâmet talebeden şahıs da kâfir olacaklardır. Zira Hz. Muhammed, kendisinden
    sonra herhangi bir peygamber olmayacağını açıkça belirtmiş­tir” “Menakıb-ı
    Ümam’ul Azam Ebû Hanife, İbn Ahmed el-Mekkî, c. I, s. 161, Haydarabat baskısı,
    1321).

    2.Allâme İbn Cerir Taberî (224 H. – 310 H.) meşhur Tefsir-i
    Kur’an’ın da “Ve lâkin rasûlullah-i ve hâtem-en Nebiyyin” ayetini açıklar­ken
    şöyle der: “Hz. Peygamber (a.s) peygamberlik geleneğine son vermiş­tir,
    peygamberliği mühürlemiştir. Bu kapı artık kıyamete kadar açılmaya­caktır”
    (Tefsir-i İbn Cerir, c. 22, s. 12).

    3. İmam Tahavi, (239 H. – 321 H.) “Akide-i Selefiyye” adlı
    eserinde, salih selefler, özellikle İmam Ebu Hanife, İmam Ebu Yusuf ve İmam
    Mu­hammed’in akide ve inançlarını belirtirken, peygamberlik hakkındaki
    inançlarını şöyle anlatıyor: “Onlara göre, Hz. Muhammed (a.s.) Allah’ın güzide
    kulu, seçkin peygamberi ve en beğendiği resulüdür. Peygamberle­rin sonuncusu,
    ermiş insanların imamı, peygamberlerin reisi, Alemlerin Rabbi’nin sevgilisidir.
    Ve kendisinden sonra peygamberlik ile ilgili her türlü iddia sapıklık ve nefse
    hizmettir” (Şerhut Tahâviyye, Dar’ul Ma’ârif, Mısır baskısı, s. 15,87, 96, 97,
    100 ve 102).

    4. Allâme İbn Hazm Endülüsi (384 H – 456 H.) şöyle diyor:
    “Doğru­su, vahiy silsilesi, Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra kesilmiştir. Bunun
    deli­li de şudur; vahiy peygambersiz olmaz. Ve Allahu Teâlâ açıkça
    buyur­muşlardır: Muhammed, adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Fakat o,
    Allah’ın Rasûlü ve peygamberlerinin sonuncusudur” (el-Hullâ, c. I, s. 26).

    5. İmam Gazali, (450 H. – 505 H.)’nin bir deyimini burada uzun
    uzun naklediyoruz; zira peygamberliğin sona ermediğini iddia edenler bu sözle­ri
    çarpıtmaya çalışıyorlar: “Eğer bu kapı (yani, icmayı hüccet veya delil olarak
    kabul etmeme kapısı) açık bırakılırsa çok kötü ve vahim sonuçlara varmak
    mümkündür. Meselâ, biri Peygamber Efendimiz (a.s.)’den sonra başka bir
    peygamberin dünyaya gelme ihtimali var dese, onu yalanlamak­ta gecikmenin yanlış
    olduğunu anlatmak isteyen birini ister istemez icma’ya (ulemanın ortak görüşüne)
    başvurması gerekecektir. Çünkü akıl, onun gerekçesizliği konusunda karar
    veremez. Nakle gelince, böyle bir inanca sahip olan biri, “benden sonra herhangi
    bir peygamber yoktur” ve “ben peygamberlerin sonuncusuyum” gibi ibareleri tevil
    ve tahrif etmek­ten âciz olmayacaktır. O pekâlâ diyebilir ki: “Hatem-en
    Nebiyyin” tabiri, sadece üstün kabiliyetli ve meziyetli peygamberlerin silsilesi
    tamamlan­mıştır, manasındadır. Ve eğer Nebiyyin kelimesinin umumi olduğu
    söyle­nirse, böyle biri için bunu hususî yapmak hiç de zor değildir. “Ben’den
    sonra nebi yoktur” deyimine gelince denilebilir ki burada rasûl kelimesi
    kullanılmamıştır. Yani kendisine göre nebi ile rasûl arasında fark vardır ve
    nebi, resûlden üstündür. Velhâsıl, bu hususla pek çok boş lâflar söylenebi­lir.
    Ve bizce, kelime oyunu öyle zor bir iş değildir. Hatta zahiri şeylerin
    benzetilmesi konusunda her türlü imkân ve ihtimal göze alınmalıdır. Bu gibi
    tevil ve tahriflerde bulunanın, “nassları inkâr ettiğini de söyleyeme­yiz. Fakat
    yine de bu çeşit iddialarda bulunana söyleyecek bir çift sözü­müz vardır:
    Ümmetimiz istisnasız ve ittifakla gerek “benden sonra nebi yoktur” deyiminden
    gerekse Hz. Peygamber’in söz ve hareketlerinden, Hz. Muhammed’den sonra herhangi
    bir peygamberin gelmeyeceğini anlamış­tır. Ayrıca, ümmetimiz, bu mevzuda hiçbir
    tevil ve açıklamaya gerek ol­madığı kanısına da varmıştır. Böyle bir durumda, bu
    kelime ve deyimleri başka başka anlamlara çekmek isteyen biri elbette icmaya
    ters düşmekte­dir” (İktisad fil-İtikâd, Mısır baskısı, s. 114).

    6. Muhy-üs Sünne Beğavi (510 H.’de ölmüştür), “Me’âlim’üt
    Tenzil” adlı eserinde şöyle demektedir: “Allah, Hz. Muhammed (a.s.) vasıtasıyla

    peygamberliğe son verdi. Bu sebeple, kendisi peygamberliği sona
    erdiren­dir… İbn Abbas diyor ki, Allah Teâlâ bu ayette kararını vermiştir,
    yani Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’den sonra başka bir peygamber olmayacaktır”
    (Cilt: 111, s. 158).

    7. Allâme Zemahşerî (467 H. – 538 H.) “Tefsir-i Keşşafla diyor
    ki, “siz diyeceksiniz ki, Hz. Îsa (a.s.) son peygamber nasıl olabilir? Ben
    de­rim ki, Hz. Muhammed, kendisinden sonra herhangi bir peygamber olma­yacağı
    açısından son peygamberdir. Hz. Îsa ise Hz. Muhammed’den önce peygamberlik
    rütbesinde bulunuyordu ve dünyanın sonuna doğru tekrar dünyaya geldiği zaman
    Muhammed (a.s.)’in şeriatına bağlı olacak ve onun gösterdiği kıbleye doğru namaz
    kılacaktır. Yani Hz. Muhammed’in üm­metinin bir ferdi olarak tekrar dünyaya
    gelecektir” (Cilt: II, s. 215).

    8.Kâdı İyâz (vefatı: 544 H.) şöyle diyor: “Kendisini peygamber
    ilân eden, peygamberliğin herkes tarafından elde edilebileceğine inanan, dü­rüst
    karakter ve temiz bir kalple peygamberlik payesine yükselebileceğini düşünen
    filozof ve sofular ve aynı şekilde, kendisinin resmen peygamber olduğunu
    söylemeyen, ancak kendisine vahiy geldiğini iddia eden herkes kâfirdir ve
    Hazreti Peygamber (a.s.)’i tekzip etmiştir. Zira, Hz. Peygamber kendisinin
    peygamberlerin sonuncusu olduğunu ilân etmiştir. Kendisin­den sonra herhangi bir
    peygamberin gelmeyeceğini açıklamıştır. Hz. Mu­hammed (a.s.) ayrıca,
    peygamberliği sona erdiğine ve bütün insanlara peygamber olarak gönderildiğine
    dair Allah’tan haber getirmiştir. Bütün ümmet de açıklamanın zahiri anlamında
    birleşmiş, bu hususta hiçbir tevil ve gizli anlam çıkarmaya imkân olmadığına
    kanaat getirmiştir. Bu sebep­le, gerek icma gerekse nakil açısından bu tür
    grupların kâfir olduğu mey­dandadır” (Şifa, cilt: II, s. 270-271).

    9. Allâme Şehristâni (vefatı: 548 H.) Meşhur eseri, “Kitab’ul
    Milel ven-Nihal” de diyor ki: “Ve böylece, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’dan sonra
    (Hz. Îsa’nın dışında) herhangi bir peygamberin geleceğini iddia ede­nin kâfir
    olması konusunda iki kişi arasında bile bir görüş ayrılığı yoktur” (Cilt: III,
    s. 249).

    10. İmam Râzi (543 – 606 H.), Tefsir-i Kebir’de “Hâlem-en
    Nebiyyin” âyetini açıklarken şöyle diyor: Buradaki metinde “ve Hatem en
    Nebiyyin” sözcüğünün kullanılmasının manası şöyle açıklanabilir. Bir
    peygamber­den sonra başka bir peygamberin gelme ihtimali varsa, şeriatle ilgili
    bazı konular eksik ve noksan bırakılabilir. Bu suretle, daha sonra gelen
    pey­gamber önceki peygamberin eksikliklerini giderebilir. Fakat kendisinden
    sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceğini pekiyi bilen bir peygamber
    tabiatıyla ümmetine ziyâdesiyle şefkat ve ilgi gösterir ve onun hidaye­ti için
    elinden geleni yapar. Çünkü böyle bir peygamber, kendisinden son­ra, evlâdına
    bakacak herhangi bir veli ve koruyucunun bulunmadığını id­rak eden bir baba
    gibidir.” (Cilt: VI, s. 581).

    11. Allâme Beydâvi, (vefatı: 685 H.), “Envâr’ut Tenzîl” isimli
    tefsi­rinde şunları yazmıştır: “Hz. Peygamber (a.s.) peygamberlerin
    sonuncusu­dur. Kendisi, peygamberlik zincirini tamamlamıştır. Kendisi
    peygamber­lerin silsilesini bir mühür gibi kapatmıştır. Hz. Îsa (a.s.)’nın Hz.
    Muham­med (a.s.)’den sonra gelmesiyle, peygamberliğin sona ermişliği
    zedelen­mez. Çünkü Hz. Îsa dünyaya tekrar geldiğinde Hz. Muhammed (a.s.)’in
    dininde olacaktır” (Cilt: IV, s. 164).

    12. Allâme Hâfızüddin En-Nesefî (vefatı: 710 H.) “Derârik’ün
    Tenzil” adlı eserinde diyor ki: “Ve Hz. Peygamber (a.s.) Hatem’en
    Nebiyyin’dir… Yani, peygamberlerin sonuncusu. Kendisinden sonra başka kimse
    nebi olamayacaktır. Hz. Îsa’ya gelince, kendisi Hz. Muhammed (a.s.)’den önce
    peygamberlik payesine yükselenlerdendir. Ve dünyaya tekrar geldiği za­man, Hz.
    Muhammed (a.s.)’in şeriatına tabi olacaktır. Öyle ki, Hz. Mu­hammed (a.s)’in
    ümmetinin bir ferdi gibi olacaktır” (s. 471).

    13. Allâme Alâuddin Bağdâdî (vefalı: 275 H.), “Hazin” isimli
    tefsirin­de şöyle diyor: “Yani Allahu Teâlâ peygamberliğe Hz. Muhammed (a.s.)
    ile birlikte son vermiştir. Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra ne peygamberlik vardır
    ne de peygamberliğinde herhangi bir ortak. Ve Allah, Hz. Muham­med (a.s.)’den
    sonra herhangi bir nebi veya peygamberin gelmeyeceğini pekâla bilmektedir” (s.
    71-72).

    14. Allâme İbn Kesir (vefatı: 774 H.) hayli meşhur olan,
    Kur’ân-ı Ke­rim’in tefsirinde şöyle diyor: “Onun için, bu âyet, Rasûl-i Ekrem
    (a.s.)’den sonra herhangi bir nebinin gelmeyeceği konusunda açık nasstır. Ve Hz.
    Muhammed (a.s.)’den sonra herhangi bir nebi yoksa, üstün dereceli bir rasûl da
    olmayacaktır. Zira, resûllük hususi ve nübüvvet umumi bir mev­kidir. Her resûl
    nebidir, ama her nebi rasûl değildir. Hz. Peygamber (a.s.)’den sonra bu mevki ve
    makam üzerinde hak iddia eden herkes ne ka­dar hokkabazlık ve sihirbazlık
    yaparsa yapsın» yalancı, sahtekâr, deccal, sapık ve başkalarını doğru yoldan
    saptırandır. Aynı durum, kıyamete ka­dar peygamberlik iddiasında bulunan herkes
    için geçerlidir” (Cilt: III, s. 493-494).

    15. Allâme Celaluddin Suyûtî (vefatı: 911 H.), “Tefsir-i
    Celâleyn”de şöyle diyor: “Allah, Hz. Muhammed (a.s.)’dan sonra herhangi bir
    peygam­berin gelmeyeceğini biliyor. Hz. Îsa ise dünyaya tekrar geldiğinde, Hz.

    Muhammed (a.s.)’in şeriatına bağlı olacaktır” (s. 768).

    16. Allâme İbn-i Necim (vefatı: 970 H.) fıkıh usulleriyle ilgili
    tanın­mış eseri, “el-Eşbâh ven-Nezâir”in siyer bölümü, Riddeh faslında şöyle
    diyor: “Hazreti Muhammed (a.s.)’i son peygamber olarak kabul etmeyen kişi
    Müslüman değildir. Zira, bu husus, bilinmesi ve kabul edilmesi gere­ken dinî
    vecibelerden biridir” (s. 179).

    17. Molla Aliyy’ul Kâri (vefatı: 1016 H.) “Şerh-i Fıkh-ı
    Ekber”de şun­ları yazıyor: “İcmaya göre, Peygamber Efendimiz (a.s.)’den sonra
    bir veya birden fazla kişinin peygamberlik iddiasında bulunmaları küfürdür” (s.
    202).

    18. Şeyh İsmail Hakkı (vefatı: 1137 H.), “Tefsir-i Ruh’ul Beyân”
    da nübüvvetin sona ermesiyle ilgili âyeti şöyle tefsir ediyor: “Asım, “hatim”
    kelimesinin “t” harfini zeber işaretiyle yazmıştır. Buna göre “Hatem”, mü­hür
    basmakla kullanılan âlet anlamına gelmektedir. Aynı şekilde, damga­lamak veya
    basmak için kullanılan alete “tabiî” denilir. Demek isteniyor ki, Hz. Muhammed
    (a.s.) peygamberlerin sonuncusuydu. Yani kendisi peygamberlerin silsilesini
    mühürlemiştir, sona erdirmiştir. Farsça’da buna “peygamberlerin mührü”
    denilebilir, yani Hz. Muhammed (a.s.) vasıtasıy­la peygamberliğin kapısı
    mühürlenmiştir ve bundan sonra peygamberler gelmeyecektir. Bazı kâriler
    “hatim”in “t” harfini kesra veya zir ile oku­muşlardır. Yani Hz. Muhammed
    (a.s.), mühürleyen ve damgalayandı. Farsça’da buna, “peygamberlerin mühürdarı”
    denilebilir. Böylece, bu keli­me de “son veren” veya “sona erdiren”
    anlamındadır… Bundan sonra, Hz. Muhammed (a.s.)’in ümmetinin büyükleri ve
    uleması ancak velâyet alabi­lirler, çünkü peygamberliğin mirası, Hz. Muhammed
    (a.s.)’in son peygam­ber oluşu nedeniyle, ortadan kalkmıştır. Hz. Îsa (a.s.)’nın
    ise tekrar dünya­ya gelmesi, Hz. Muhammed (a.s.)’in “Hatem-en Nebiyyin” sıfatına
    gölge düşürmez, çünkü bu kelimelerin anlamı, Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra
    herhangi bir nebi veya peygamberin gelmemesidir. Halbuki, Hz. Îsa zâten daha
    önce peygamberlik sıfatını kazanmıştı. Ayrıca, dünyaya yeniden ge­lince Şeriat-ı
    Muhammedi’ye tabi olacaktır. Hz. Muhammed (a.s.)’in kıb­lesine doğru namaz
    kılacaktır ve ümmetinin bir ferdi gibi olacaktır. Ona ne vahiy gelecektir, ne de
    kendisi yeni emir ve telkinlerde bulunacaktır. Aksine, Hazreti Peygamber
    (a.s.)’in halifesi olacaktır… Ve ehli sünnet, Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra
    herhangi bir peygamberin gelmeyeceği üzerine ittifak etmiştir, çünkü Allah,
    kendisinin rasûl ve peygamberlerin sonuncusu olduğunu açıkça ifade buyurmuştur.
    Hazreti Muhammed (a.s.)’de “benden sonra bir nebi yoktur” demiştir. Şimdi bundan
    sonra biri kalkıp, Hz. Resul-ü Ekrem (a.s.)’den sonra da peygamberlerin
    gelebileceğini söylerse, kâfirdir. Zira o nassı inkâr etmiştir. Aynı şekilde, bu
    hususta kuşkusunu belirten kişi de kâfirdir, çünkü böyle bir durumda hak ile
    batıl bir araya getirilmeye çalışılıyor. Hz. Muhammed (a.s.)’dan sonra
    kendisi­nin peygamber olduğunu iddia eden şahsın iddiası da batıl ve asılsız,
    bir iddiadır” (c. 22, s. 188).

    19. On ikinci Hicri yüzyılında Timur oğulları hükümdarlarından,
    Evrengzib Alemgir’in emriyle, Hindistan’ın ileri gelen bütün alim ve fakihle­ri
    tarafından hazırlanan dev eser, “Fetava-ı Alemgirî’de bu hususta şöyle
    deniliyor: “Hz. Muhammed (a.s.)’in Allah’ın son peygamberi olduğunu kabul
    etmeyen biri müslüman değildir. Ve eğer biri “ben Allah’ın resûlüyüm” veya
    “Allah’ın peygamberiyim” dese, tekfir edilmelidir. (Yani kâfir olduğuna dair
    fetva verilmelidir) (Cilt: II, s. 263).

    20. Allâme Şevkânî (vefalı: 1255 H.), “Tefsir-i Fethu’l-Kadir”
    isimli eserinde diyor ki: “Cumhur, Hatim kelimesinin “t”sini zirle, Asım da
    zeberle okumuştur. İlk okunuşun anlamı, ‘Hz. Muhammed (a.s.), peygam­berlerin
    silsilesine son verdi’dir, yani Hz. Muhammed (a.s.) en son gelen peygamberdir.
    İkinci okunuşun anlamı, ‘Hz. Muhammed (a.s.), peygam­berlerin mührü’dür. Yani,
    Hz. Muhammed bir mühür gibi peygamberlerin silsilesini mühürlemiştir. (Cilt: IV,
    s. 275).

    21. Allâme Alûsî (vefatı: 120 H.), “Tefsir’i Ruh’ul Meânî”de
    şöyle di­yor: “Nebi kelimesi, rasûl kelimesine oranla daha yaygındır. O halde,
    Rasûlullah (a.s.)’ın ‘Hatem-en Nebiyyin’ olması bakımından ‘Hatem el-Mürselin’
    yani rasullerin sonuncusu alması da lazım geliyor. Hz. Muhammed (a.s.)’in nebi
    veya rasûllerin sonuncusu olması, kendisinden sonra ister cinler ister
    insanlardan olsun, hiçbirinin nebilik, resûllük veya peygam­berlik sıfatına
    sahip olamayacağı demektir” (Cilt: 22, s. 32). “Rasûlullah’tan sonra vahiy veya
    peygamberlik iddiasında bulunan herkes kâfir ol­maya mahkumdur. Bu hususla
    Müslümanlar arasında hiçbir ihtilaf yoktur” (Cilt: 22, s. 38).
    “Rasûlullah’ın,peygamberlerin sonuncusu olması hususu, Kur’ân-ı Kerim’de önemle
    ve açık seçik şekilde belirtilmiştir. Sünnet’e gö­re de bu nokta açıkça
    yorumlanmıştır. Ümmet kendi ortak görüşünü ve tavrını bariz bir şekilde ortaya
    koymuştur. Sonuç olarak, bu genel inanç ve kurala ters düşen biri kâfir ilân
    edilecektir” (Cilt: 22, s. 39).

    Hindistan’dan Fas’a, Endülüs’ten Türkiye’ye ve Yemen’e kadar her
    müslüman ülkenin belli başlı bütün ulema, fukaha, muhaddis ve müfessir­leri
    Rasûl-ü Ekrem’in son peygamber oluşunu sözbirliği etmişçesine kabul etmiş,
    böylesine kuvvetle desteklemişlerdir. Gördüğünüz gibi, biz bu bü­yük âlim, fakih
    ve müfessirlerin görüşlerini naklederken doğum ve ölüm yıllarını da vermeyi
    ihmal etmedik. Bu suretle, bir bakışla, İslam’ın doğu­şundan, yani Hicret’in ilk
    asrından başlayarak Hicrî on üçüncü yüzyıla ka­dar her devrin âlimlerinin ne
    düşündüklerini, ne söylediklerini görebilirsi­niz. Biz burada, Hicrî on dördüncü
    yüzyılın büyük âlimlerinin görüşlerine de yer verebilirdik, ama bunu özellikle
    yapmadık. Çünkü, bu âlimlerin tefsirine karşı çıkan biri, kendilerinin kasıtlı
    olarak böyle söylediklerini iddia edebilir. Hz. Peygamber’in son peygamber
    oluşuna karşı olanlar bu tür tefsir ve açıklamalarda kasıt arayabilirler ve
    diyebilirler ki, bu alimler sadece Mirza Gulam Ahmed ve taraftarlarına kin
    besledikleri için “Ha-tem-en Nebiyyin” deyimine bambaşka bir yorum
    getirmişlerdir. Onun için, burada sözleri nakledilenlerin, çağımızın alim ve
    fakihleri olmaması­na özen gösterdik. Yukarıdaki sözler ve alınlılar gösteriyor
    ki, bütün İs­lâm dünyası ve İslâm ümmeti Hicri ilk yüzyıldan günümüze kadar,
    “Ha-tem-en Nebiyyin” deyimini, “peygamberlerin sonuncusu olarak kabul et­miştir.
    Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra peygamberlik kapısının her zaman için kapandığı
    fikri, bütün Müslümanların müşterek akidesi olmuştur ve bu konuda aralarında
    herhangi bir anlaşmazlık olmamıştır. Müslümanlar ayrıca, Hz. Muhammed (a.s.)’den
    sonra kendisini nebi veya rasûl ilân eden ve ona inanan herkesin İslâm dininden
    çıktığı konusunda da görüş birliğine varmışlardır.

    “Hâtem-en Nebiyyin” deyiminin, sözlük ve dil kurallarına,
    Kur’ân-ı Kerim’in siyak ve sibak’ına, Hz. Muhammed (a.s.)’in hadis ve
    açıklamala­rına, sahabeyi kiramın icmaına ve ilk çağdan günümüze kadar bütün
    Müslümanların ortak görüşüne göre belli olan anlam ve kavramına ters düşen bir
    anlamı kabul etmemek, bir sahtekâr için peygamberlik kapısını açma­mak işi artık
    akıl ve mantık sahibi Müslümanlara düşüyor. Şimdi, pey­gamberlik kapısının
    açılabileceğini söylemekle yetinmeyip bu kapıdan içeriye giren ve peygamberlik
    tahtına oturanın, hatta kendisine iman eden­lerin müslüman olduğunu söyleyebilir
    misiniz?

    5.2.5. Önemli Bir
    Soru

    Her şeyden önce, peygamberliğin çok önemli ve nazik bir mesele
    ol­duğu bilinmelidir. Kur’ân-ı Kerim açısından, peygamberliğe iman,
    İslâmi­yet’in temel inançlarından biridir. Peygamberlikle ilgili inanç bir
    kişiyi müslüman veya kâfir yapabilir. Bir peygambere inanmayan kişi kâfirdir.
    Bunun tam tersine, aslında nebi olmayan birine nebi diye sarılan da kâfirdir. Bu
    kadar nazik bir mesele hakkında Allahu Teâlâ’nın hâşâ düşüncesizce davrandığını
    söylemek abestir. Eğer gerçeklen Hazreti Peygamber Efendimiz (a.s.)’den sonra
    bir peygamber dünyaya gelecek olsaydı, Allah (cc.) bu mevzuyu açıkça Kur’ân-ı
    Kerim’de belirtirdi. Yalnız bu değil, Hz. Muhammed (a.s.) vasıtasıyla bunu
    açıkça ilân ettirirdi. Hz. Muham­med (a.s.) da kendisinden sonra peygamberlerin
    gelebileceğini belirtip ümmetinden bunlara itaat etmelerine dair söz almadan bu
    dünyayı terk et­mezdi. Allah ve Hz. Peygamber’in, din ve imanımıza karşı hâşâ
    düşman­lıkları mı vardı ki; Hz. Peygamber’den sonra peygamberlik kapısı açık
    olacak, nebiler gelecek ve Müslümanların imanları buna bağlı olacaktı da bizleri
    hiç uyarmadılar ve böylesine önemli konudan bizleri haberdar et­mediler? Fakat
    bunun tam aksine, Allah ve O’nun Rasûlü (a.s.) 13 yüzyıl bütün Müslümanların
    inandığı ve kabul ettiği gibi, Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra herhangi bir
    nebinin gelmeyeceğini açıkça belirttiler.

    Şimdi farz edelim ki, peygamberlik kapısı gerçekten açıktır ve
    bir peygamber de dünyaya gelmiş olabilir veya ilerde gelecektir. Böyle bir şey
    olsa dahi -ki yoktur- söz konusu peygamberi reddetmekte haklı olaca­ğız. Tek
    korkumuz, Allah’ın bizi sorguya çekmesi olacaktır. Ama mahşer­de hesap vermemiz
    istendiğinde kendimizi savunmak için bütün belgele­rimizi ortaya koyacağız. Bu
    belgelerden, yeni bir peygamberi inkâr etmemizin sebebinin Allah’ın Kitabı ile
    Peygamber (a.s.)’in sünneti olduğu kendiliğinden sabit olacaktır. Bu vesika ve
    delilleri gördükten sonra, Al­lah bizi, bir peygambere itaat etmediğimizden
    dolayı cezalandıracak diye bir korkumuz yoktur. Fakat, peygamberlik kapısı
    gerçekten kapalıysa, herhangi bir peygamber gelmeyecekse ve buna rağmen bir
    müslüman, peygamberliğini ilân eden birine inanıyorsa, bu küfrünün cezasından
    kur­tulmak için Allah’ın mahkemesine ne gibi vesika ve deliller sunabileceği­ni
    kara kara düşünmelidir. Daha doğrusu, Allah’ın mahkemesine çıkma­dan önce kendi
    savunması için kullanacağı malzemeyi bizim sunduğumuz malzeme ile
    karşılaştırmalı ve akıllı bir insanın böyle bir malzemeye da­yanarak küfür
    tehlikesini göze almasının uygun olup olmadığına karar vermelidir.

    5.2.6. Yeni Bir
    Peygambere Gerek Var mıdır?

    Dikkat edilmesi gereken ikinci nokta, peygamberliğin, ibadet ve
    amel-i salih ile elde edilebilecek bir sıfat ve makam olmayışıdır. Ayrıca,
    hizme­te karşı verilen bir ödül de değildir. Aksine, peygamberlik, Allah’ın
    gerek­li gördüğü şart ve zamanlarda bir kişiye verdiği paye ve vazifedir. Yani
    şartlar gerektiriyorsa bir nebi veya peygamber gönderilir, gerektirmiyorsa
    gönderilmez. Peygamberler sudan sebeplerle dünyaya gönderilmezler.

    Kur’ân-ı Kerim’e baktığımızda, peygamberlerin ancak dört değişik
    durumda dünyaya gönderildiğine tanık oluyoruz.

    Birincisi: Daha ünce kendilerine herhangi bir peygamberin
    gelmediği, ancak başka milletlere gelen peygamberin mesajının kendilerine
    ulaştırıl­ması gereken milletlere yeni peygamber gönderilir.

    İkincisi: Geçmişte gelen bir peygamberin talimatı unutulmuş,
    tahrif edilmiş ya da onun gösterdiği yolun takip edilmesi mümkün olmuyor ise,
    yeni bir peygamber gelir.

    Üçüncüsü: Geçmişteki peygamberlerin vaaz, telkin ve talimatı
    eksik kaldığı, ümmetleri yeteri kadar hidayet bulamadığı takdirde din’.n
    tamam­lanması için yeni peygamberler gönderilir.

    Dördüncüsü: Bir peygambere yardımcı olmak üzere başka bir
    pey­gamber gönderilir.

    Yukarıdaki durumları tek tek gözünüzden geçiriniz. Göreceksiniz
    Hazreti Muhammed (a.s.)’den sonra başka bir peygamberin dünyaya gel­mesi için
    herhangi bir ihtiyaç kalmamıştır.

    Bizzat Kur’ân-ı Kerim’de buyurulduğu gibi, Rasûl-ü Ekrem (a.s.)
    bü­tün dünyanın hidayeti için dünyaya gönderilmiştir. Dünya tarihini
    incelediğimizde, Hz. Muhammed (a.s.)’in doğuşundan bu yana mesajının bütün
    insanlara ulaşabilmesi için şartların her devirde müsait olduğunu görürüz. Bu
    durumda, ayrı ayrı milletlere, ayrı ayrı zamanlarda peygamberlerin
    gönderilmesine ne gerek vardır?

    Hem Kur’an-ı Kerim, hem hadis ve siretin tamamı Hz. Peygamber
    (a.s.)’in getirdiği talimatın olduğu gibi muhafaza edildiğini göstermeye yeter.
    Kur’an-ı Kerim’in tek bir kelimesi, tek bir harfi değiştirilmemiştir. Ve bu
    ilâhî kitap kıyamete kadar böyle kalacaktır. Hazreti Peygamber (a.s.)’in söz ve
    hareketleri en küçük ayrıntılarına kadar hadislerde ve diğer eserlerde
    korunmuştur. Bunları gördükçe ve okudukça, Peygamber Efen­dimiz (a.s.)’i sanki
    gözümüzle görmüş oluruz. O halde, yeni bir peygam­berin gelmesi için gerekli
    olan ikinci şart da ortada yoktur.

    Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. Muhammed (a.s.) vasıtasıyla İslâm dininin
    ta­mamlandığı ve mükemmelleştiği beyan edilmiştir. Öyleyse, dinin tamam­lanması
    için de herhangi bir peygambere ihtiyaç yoktur.

    Gelelim dördüncü duruma. Zaten Hz. Muhammed (a.s.)’in yardımcı
    bir peygambere ihtiyacı olsaydı, kendisine o zaman gönderilirdi. O’na yar­dımcı
    bir peygamber gönderilmediği için dördüncü sebep de kendiliğin­den ortadan
    kalkmış oluyor.

     Şimdi bizim işimiz bir peygamberin bulun dünyaya gönderilmesi
    için beşinci bir sebebin olup olmadığını araştırmaktır. Eğer biri diyorsa ki
    müslüman ümmet yozlaşmıştır ve ıslahı için de bir peygambere ihtiyaç vardır; o
    zaman ben derim ki; sadece bir milletin ıslahı için peygamberle­rin gönderildiği
    vaki olmamıştır. Tarihin hiçbir döneminde sırf bir millet ıslah olsun diye bir
    peygamber gönderilmemiştir. Peygamber, Allah’ın belli bir vazifesini yapmak
    üzere dünyaya gönderilir. Peygambere vahiy­ler gelir ve bu vahiylerle, Allah
    tarafından yeni bir mesaj gelir ya da, geç­mişteki dinde herhangi bir noksanlık
    varsa o noksanlık giderilir. Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Rasûlullah (a.s.)’ın
    aynen muhafaza edilmesinden ve din-i İslâm’ın mükemmelleşmesinden sonra herhangi
    bir vahye gerek kal­mamıştır. Bu durumda, sadece ümmetin ıslahı için
    peygamberlerin dünya­ya gönderilmesine ne gerek vardır? Bu işi din adamları,
    âlimler ve ıslahat­çılar pekâlâ yapabilirler.

    Dikkat edilmesi gereken üçüncü husus, bir peygamberin gelmesiyle
    bir ümmette küfür ile iman arasında amansız bir mücadelenin başlamış ol­masıdır.
    Peygamberi tanıyan ve O’na iman edenler bir grup oluştururken, O’nun aleyhinde
    olanlar bir başka cephe meydana getirirler. Bu cepheleş­me ve kutuplaşma öyle
    hafife alınacak cinsten olmayacaktır. Zira kendi fi­kir ve inançlarında ısrar
    edenler birbirini ortadan kaldırmak amacıyla kı­yasıya mücadeleye
    girişeceklerdir. Ayrıca bu iki grubun hayat çizgisi ve yasaları da birbirinden
    farklı olacaktır. Bir yandan bir grup iman ettiği peygamberin getirdiği vahiy,
    talimat ve sünnetten ilham alırken, öbür yandan diğer grup bütün bu talimat ve
    kanun kaynaklarına karşı olacaktır. Netice itibarıyla, bu iki grubun tek bir
    millet veya ümmet olarak yaşaması hayal olacaktır.

    Bu gerçekleri göz önünde bulunduran bir kişi, peygamberliğin
    sona ermesinin, İslâm ümmeti için büyük bir nimet ve rahmet olduğunu derhal fark
    edecektir. Bu hikmetli ve faydalı ilke ve kavram sayesinde Müslümanların
    uluslararası ve kalıcı bir topluluk haline gelmeleri temin edil­miştir. Bu fikir
    ve inanç, aralarında derin ve kapanmayacak yaraların açıl­masını önlemiştir. Bu
    sebeple, Hz. Muhammed (a.s.)’i peygamber ve yol gösterici olarak kabul eden,
    O’nun getirdiği Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet’ten başka hidayet yollarını aramayan
    herkes evrensel bir kardeşliğin bireyidir. Şayet peygamberliğin kapısı açılmış
    olsaydı, böyle bir kardeşlik ve eşitli­ği tasavvur etmek bile mümkün
    olmayacaktı, çünkü her peygamberin ge­lişiyle ümmetin birliği ve beraberliği
    paramparça olacaktı.

    5.3. VADEDİLEN MESİH HAKKINDAKİ
    HADİSLER

    Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra peygamberlik iddiasında bulunanlar
    ve bu sahte peygamberlerin taraftarları, saf ve masum Müslümanları kan­dırmak
    için hadis-i şeriflerde “Vaadedilen Mesih’den bahsedildiğini, Me­sih’in bir
    peygamber olduğunu ve kendisinin dünyaya gelmesiyle peygam­berlik müessesesine
    herhangi bir zarar gelmeyeceği gibi, başka peygam­berlerin de dünyaya gelmesinin
    gayet tabii bir hadise olduğunu iddia eder­ler.

    Bu kişi ve çevreler ayrıca, “Mesih-i Mevûd” (Vaadedilen
    Mesih)’dan Meryem oğlu Hz. Îsa (a.s.)’nın kastedilmediğini de öne sürerler.
    Onlara göre, Mesih çoktan ölmüştür ve hadislerde müjdelenen Mesih aslında
    “Mesil-i Mesih” yani Hz. Îsa’ya benzeyen bir Mesih’tir. Onlara göre bu sözde
    “Mesih” filanca şahıs olup zâten dünyayı kendi varlığıyla “şereflen­dirmiştir”
    (!) ve kendisine iman etmek, peygamberliğin son bulması fikri­ne aykırı bir
    davranış değildir.

    Bu yalan perdesini aralamak için biz konuyla ilgili bütün
    muteber ha­disleri aşağıda belirtmeyi uygun bulduk. Bu hadisleri okuyan herkes,
    Haz­reti Peygamber Efendimiz (a.s.)’in nübüvvetin sonuçlanması konusunda ne
    dediğini ve kötü niyetli insanların bunlardan ne anlamlar çıkarmaya
    ça­lıştıklarını kolayca anlayabilecektir[6].

    5.3.1. Meryem
    Oğlu Hz.Îsa (a.s.)’nın Dünyaya Tekrar Gelmesine Dair Hadisler

    1. Hz. Ebû Hüreyre rivayet ediyor: Rasûlullah bir defasında
    buyurdu­lar: “Elinde canım olan Zât’a yemin ederim, Meryem oğlu mutlaka adil bir
    hükümdar olarak size gelecektir. O zaman o haç’ı kıracak ve domuzu öl­dürecektir[7].
    Savaşa son verecektir” (Başka bir rivayette harp yerine cizye kelimesi
    kullanılmıştır, yani cizyeyi kaldıracaktır[8].
    Ve mallar öylesi­ne bollaşacak ki, bunları kabul eden bulunmayacaktır. Ve öyle
    bir duruma gelinecek ki, insanların Allah’a bir secde etmeleri, kendilerine her
    şeyi unutturacaktır). (Sahih-i Buhari, Kitab-ü Ehâdis-il Enbiya, bölüm: Îsa İbn
    Meryem’in inişi; Müslim, Hz. Îsa’nın dünyaya gelişiyle ilgili bölüm; Tirmizî,
    Fiten bölümü, Hz. Îsa’nın gelişiyle ilgili kısım; Müsned-i Ahmed, ri­vayet eden:
    Ebu Hureyre).

    2. Ebû Hureyre’nin bir başka rivâyeti şöyledir: “Îsa İbn-i
    Meryem dünyaya gelmedikçe kıyamet olmayacaktır”. Bu cümleden sonra yukarı­daki
    hadis geçiyor. (Sahih-i Buhari; Kitab’ul Mezâlim, Kesr’us Salib bölü­mü, İbn
    Mâce, Kitab’ul Fiten, Deccâl fitnesi bölümü).

    3. Hz. Ebû Hureyre rivayet ediyor ki, Hz. Muhammed (a.s.) şöyle
    bu­yurdular: “Aranıza Meryem oğlu (Îsa) gelince siz nasıl olacaksınız? Ve
    imamlarınız o zaman sizlerden olacaktır”[9].
    (Sahih-i Buhari, Kitap: Pey­gamberlerin hadisleri, Îsa’nın inişi bölüm; Müslim).

    4. Hz. Ebû Hureyre’nin rivâyetine göre, Rasûlullah (a.s.) bir
    defasında şöyle buyurdular: “Îsa İbn-i Meryem dünyaya gelecek, domuzu öldürecek,
    haçı yok edecektir. Ve O’nun için namazlar toplanacak ve O, o kadar mal ve mülk
    dağıtacak ki, onları alacak kimse ortaya çıkmayacaktır. Ve O ha­racı durduracak
    ve Ruha[10]
    mevkiinde konaklayıp hac ve umre edâ ede­cektir, ya da ikisini birleştirecektir”[11]
    Rivayet edenin bu hususta biraz şüphesi vardır. (Müsned-i Ahmed, Ebu Hureyre’nin
    rivayetleri, Müslim, Kitab’ul Hac ve Kur’ân ile ilgili bölüm).

    5. Hz. Ebû Hureyre rivayet ediyor: (Deccâl’ın ortaya çıkışından
    bah­settikten sonra Rasûlullah buyurdular): “Müslümanlar onunla (Deccâl)
    sa­vaşmaya hazırlanırken, saflar düzenlerken ve namaz için tekbir getirirken,
    Meryem oğlu Îsa dünyaya gelecektir. Ve namazda kendilerine imamet edecektir. Ve
    Allah’ın düşmanı, (Deccâl) O’nu görür görmez, tuzun suda eridiği gibi
    eriyecektir. Eğer Îsa (a.s.) Onu kendi haline bıraksa, eriyip gi­decektir. Ama,
    Allah onu Hz. Îsa’ya öldürtecektir ve Îsa onun kanma buladığı mızrağını
    Müslümanlara gösterecektir. (Mişkat, Kitab’ul Fiten, Bö­lüm: el-Melâhim,
    Müslim’e atfen).

    6. Hz. Ebu Hüreyre, rivayet ediyor, Rasûlullah şöyle buyurdular:
    “Ben’imle O’nun (Hz. Îsa) arasında herhangi bir nebi yoktur. Ve kendisi dünyaya
    gelecektir. Öyleyse, O’nu gördüğünüz zaman tanıyacaksınız. O orta boylu, pembe
    tenli, sarı renkli elbise giymiş olacaktır. Başındaki saç­lar sanki onlardan su
    damlayacakmışçasına ıslak gibi olacaktır, halbuki onlar ıslak değildirler.
    İslâmiyet için başkalarıyla savaşacak, haçı parçala­yacak, domuzu öldürecek ve
    cizyeyi ortadan kaldıracaktır. Ve Allah . O’nun zamanında, İslâmiyet’ten başka
    bütün din ve mezhepleri ortadan kaldıracaktır. Ve O Mesih, Deccâl’i
    öldürecektir. Dünyada 40 yıl kalacak ve sonra vefat edecektir ve Müslümanlar
    O’nun cenaze namazını kılacak­lardır. (Ebu Davud, Kitab’ul Melâhim, Deccâl’in
    çıkışıyla ilgili bölüm, Müsned-i Ahmed, rivayet eden: Ebu Hureyre).

    7.  Hz. Câbir bin Abdullah diyor ki, ben Rasûlullah (a.s .)’tan
    duydum ki: “… Meryem oğlu Îsa dünyaya gelecektir. Müslümanların imamı O’na
    diyecektir ki, buyurun namazı siz kıldırın, fakat O cevap verecek, hayır siz
    birbirinizin imamısınız. Hz. Îsa, bunları, Allah’ın bu ümmete verdiği şan-ü
    şerefi bilerek söyleyecektir” (Müslim Meryem oğlu Îsa’nın inişiyle ilgili bölüm,
    Müsned-i Ahmed, Câbir bin Abdullah’ın rivayetleri).

     8. Câbir bin Abdullah (İbn-i Sayyâd olayıyla ilgili olarak)
    rivayet edi­yor ki, Ömer bin Hattab bir defasında dedi ki, Ya Rasûlullah, bana
    izin verin, ben onun kafasını uçurayım. Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.)
    buyur­dular, “eğer bu şahıs, (Deccal) bahsettiğimiz insansa, onu siz değil Îsa
    İbn-i Meryem öldürecektir. Ve eğer bu o şahıs değilse, o zaman siz taah­hütlü
    kişilerden (zımmiler) birini öldürme hakkına sahip değilsiniz” (Mişkat, Bâb’ul
    Fiten, İbn-i Sayyâd hikâyesi, Şerh-i Es-Sünne-i Beğavi’ye atfen).

    9. Câbir bin Abdullah rivayet ediyor ki, Hz. Rasûl-i Ekrem
    (a.s.) dedi ki, (Deccâl’in hikâyesini anlatırken) “O zaman Meryem oğlu Îsa
    birden bi­re Müslümanlar arasına çıkacaktır. Sonra namaza kalkılacak ve O’na
    deni­lecek ki, Ey Ruhullah, ileriye hareket ediniz’. Fakat O diyecek ki, ‘hayır
    sizin imamınız önümüze gelsin ve namaz kıldırsın…’ Sabah namazını kıl­dıktan
    sonra Müslümanlar Deccâl ile savaşmaya çıkacaklardır. Buyurdular ki, o kezzab
    (Deccâl) Hz. Îsa’yı görünce tuzun suda eridiği gibi eriyecek­tir. Daha sonra
    (Îsa) onun yanına yaklaşacak ve onu öldürecektir. Ve öyle bir vaziyet meydana
    gelecektir ki, ağaçlar ve taşlar sesleneceklerdir. ‘Ey Ruhullah, bu Yahudi
    arkamıza saklanmıştır’. Deccâl’in taraftarlarından hiçbiri sağ kalmayacaktır.
    Hz. Îsa bunlardan hepsini kılıçtan geçirecektir”. (Müsned-i Ahmed, Cabir bin
    Abdullah’ın rivayetleriyle ilgili bölüm).

     10. Hz. Nevvâs bin Sem’an Kılabi (Deccâl’in hikâyesini
    anlatırken) şöyle der: Bu arada, Deccâl bunları yaparken, Allah, Meryem oğlu
    Îsa’yı gönderecektir ve O Suriye’nin doğu kesiminde, beyaz minarenin yanında,
    sarı renkli iki elbise giymiş vaziyette iki meleğin kanatları üzerinde dün­yaya
    inecektir. O başını aşağıya eğdiği zaman sanki saçlarından su akı­yor gibi
    olacaktır. Başını kaldırdığı zaman da inci gibi damlalar düşecek­tir. Nefesinin
    havası ulaştığı ve gözlerinin gördüğü yere kadar bütün kâfirler ölecektir. Daha
    sonra Meryem oğlu, Deccâl’in peşine düşecek ve Lod[12] 
    kapısında ona yetişip onu kat edecektir”. (Sahih-i Müslim, Deccâl ile ilgili
    bölüm; Ebû Davûd, Kitab’ul Melâhim, Deccâl’ın çıkışı bölümü; Tirmizî, Fiten
    bölümleri, Deccâl kısmı; İbn Mâce, Kitab’ul Fiten, Deccal bölümü).

    11. Abdullah bin Amr bin As diyor ki, Rasûlullah (a.s.) şöyle
    buyur­dular: “Deccâl, ümmetimden çıkacaktır ve 40 (gün mü, ay mı, yıl mı)[13]
    dünyada kalacaktır. Daha sonra Allah, Meryem oğlunu gönderecektir. O’nun yüz
    hatları, Urve bin Mes’ud (bir sahabe) gibi olacaktır. Deccâl’i ta­kip edecek ve
    öldürecektir. Duha sonra yedi yıl İnsanlar öylesine birbirine kaynaşmış olarak
    yaşayacak ki, iki kişi arasında bile herhangi bir fikir ayrılığı olmayacaktır”
    (Sahih-i Müslim, Deccâl ile ilgili bölüm).

    12. Huzeyfe bin Esid el-Gifârî diyor ki, bir defasında
    Rasûlullah (a.s.), toplandığımız yere geldiler. Biz o sırada aramızda
    konuşuyorduk. Hz. Peygamber bizim ne konuştuğumuzu sordular. Dedik ki,
    kıyametten bahsediyorduk. Buyurdular ki, “kıyamet, 10 tane işaret olmadan
    gelmeye­cektir. Sonra bu 10 işareti şöyle sıraladılar: 1) Duman, 2) Deccâl, 3)
    Dâbbet’ul Arz[14],
    4) Güneşin batıdan doğması, 5) Meryem oğlu Îsa’nın inişi, 6) Ye’cuc ve Me’cuc,
    7) Üç büyük toprak kayması, biri Doğu’da 8) Diğeri Batı’da 9) Bir üçüncüsü de
    Arap yarımadasında ve 10) Sonuncusu Yemen’de çıkacak ve insanları soluk soluğa
    mahşere götürecek büyük yangın. (Sahih-i Müslim; Kitab-ul Fiten ve Eşrât-üs
    Saat. Davûd; Kitab-ul Melâhim, Emârât-üs Saat bölümü).

    13. Hz. Peygamber (a.s.)’in serbest bıraktığı (azat ettiği)
    kölesi, Sevbân’ın rivâyetine göre, Hz. Muhammed (a.s.) buyurdular ki, “Onları
    Allah cehennem ateşinden korumuştur. Birincisi, Hindistan’a yürümüş olan ordu,
    ikincisi, Meryem oğlu Îsa’nın yanında olacak ordu.” (Nesâi, Kitab’ul- Cihâd,
    Müsned-i Ahmed, Sevbân’ın rivayetleri).

    14. Mucemmi’ bin Câriyet-i Ensari diyor ki, ben Hazreti
    Peygamber Efendimiz (a.s.)’den duydum, Meryem oğlu (Îsa) Deccâl’i Lod kapısında
    öldürecektir. (Müsned-i Ahmed, Tirmizî, Fiten ile ilgili bölümler).

    15.  Ebû Umâme Bahili (uzun bir hadiste) Deccâl’den bahsederken
    rivâyet ediyor ki: “Müslümanların imamı sabah7 namazını kılmak üzere
    tam ileriye çıktığı anda, Meryem oğlu Îsa onlara gelecektir. İmam geriye dönecek
    ve Îsa’nın ileriye gitmesini (imamlık yapmasını) isteyecektir. Fa­kat Hz. Îsa
    onun omuzlarına elini koyup, hayır namazı siz kıldırın, zira bu cemaat sizin
    için namaza kalkmıştır’ diyecektir. Dolayısıyla, aynı İmam namaz kıldıracaktır.
    Selâm verildikten sonra, Îsa (a.s.) diyecektir ki, kapı­yı açınız. Kapı
    açılacaktır. Orada Deccâl, 70 bin silahlı Yahudiyle karşıla­rına çıkacaktır.
    Fakat Deccâl, Hz. Îsa’ya bakar bakmaz tuzun suda eridiği gibi eriyecektir ve
    oradan kaçacaktır. Îsa ona diyecektir ki, Ben’de öyle bir darbe vardır ki sen
    hiç kurtulamazsın. Sonra onu Lod’un doğu kapısın­da yakalayacak ve Allah
    Yahudileri yenilgiye uğratacaktır… Ve yeryüzü Müslümanlarla tıpkı su dolu kap
    gibi dolacaktır. Bütün dünyanın kelimesi (kelime-i şahadet) aynı olacaktır ve
    Allah’tan başkasına ibadet edilmeye­cektir” (İbn Mâce, Kitab’ul Fiten, Deccâl
    fitnesi bölümü).

    16. Osman bin Ebu’l-As diyor ki, ben Rasûlullah (a.s.)’dan
    duydum, “Meryem oğlu Îsa sabah namazı sırasında dünyaya inecektir.
    Müslüman­ların lideri O’na diyecektir ki, “Ey Ruhullah, namazı siz kıldırın”. O
    cevap verecektir, ‘bu ümmetin insanları birbirinin reisidir’. Bunun üzerine
    Müslümanların lideri ileriye çıkıp namaz kıldıracaktır. Namazı kıldıktan sonra,
    Îsa muharebe etmek üzere Deccâla yürüyecektir. Deccâl kendisini görün­ce tunç
    gibi eriyecektir. Îsa (a.s.) kendi silahıyla Deccâl’i öldürecek ve onun
    taraftarları hezimete uğrayacak kaçacaklar fakat hiçbir yerde sığmak
    bulamayacaklardır. Hatta ağaçlar sesleneceklerdir: “Ey mü’min, bu kâfir
    buradadır” (Müsned-i Ahmed, Taberânî, Hâkim).

    17. Semura bin Cündüb (uzun bir hadiste) Rasûlullah (a.s.)’ın
    şöyle dediğini rivayet eder: “Sonra sabah vakti, Müslümanlara Meryem oğlu Îsa
    gelecektir ve Allah, Deccâl ile ordusunu hezimete uğratacaktır. Ta ki du­varlar
    ve ağaç kökleri haykıracaklardır, ‘Ey mü’min, bu kâfir arkamıza saklanmıştır.
    Gel ve onu öldür’ (Müsned-i Ahmed, Hâkim).

    18. Umran bin Husayn tarafından rivayet ediliyor ki, Rasûlullah
    (a.s.) şöyle buyurmuşlardır: “Ümmetimden bir grup her zaman Hak’tan yana olup
    muhaliflere galip gelecektir. Nihayet, Allah Teâlâ (cc.) kararını ve­recek ve
    Meryem oğlu, Îsa (a.s.) dünyaya gelecektir” (Müsned-i Ahmed).

    19. Hazreti Ayşe (r.a.) Deccâl ile ilgili şu rivayette
    bulunuyor: “Sonra, Îsa aleyhisselam inecektir ve Deccâl’ı öldürecektir. Bundan
    sonra, Îsa (a.s.) 40 yıl dünyada adil İmam ve adaletli hâkim olarak kalacaktır”
    (Müsned-i Ahmed).

    20. Rasûlullah (a.s.)’ın azâd ettiği kölesi, Süfyene (Deccâl
    olayıyla il­gili olarak) rivâyet ediyor ki, “daha sonra Îsa (a.s.) inecektir ve
    Allah Te­âlâ, Deccâl’ı Afik[15]
    tepesi yakınlarında öldürecektir” (Müsned-i Ahmed).

    21. Hz. Huzeyfe bin Yemân (Deccâl’den bahsederken) diyor ki,
    “son­ra Müslümanlar namaza kalkınca gözlerinin önüne Meryem oğlu Îsa gele­cektir
    ve O Müslümanlara namaz kıldıracaktır. Selâm verildikten sonra, oradakilere
    diyecek ki, benimle bu Allah’ın düşmanı arasından çekilin…. ve Allah,
    Deccâl’in taraftarlarına Müslümanları musallat edecektir. Ve Müslümanlar onları
    iyice dövecek ve hırpalayacaklardır. ta ki, ağaç ve kayalar haykıracaklar, ‘Ey
    Abdullah, ey Abdurrahman, ey müslüman, bak iş­te bir Yahudi, vur ona’. Böylece
    Allah onları mahvedecektir ve müslüman­lar galip gelip, haç’ı parçalayacak,
    domuzu öldürecek ve cizye’yi durdura­caklardır.” (Müstedrek-i Hâkim, Sahih-i
    Müslim’de de bu hadis özelle an­latılmıştır. Hâfız İbn Hacer ise “Fethul Bâri”de
    cilt 6, s. 450’de bu hadisin doğru olduğunu beyan etmiştir).

    Yukarıdaki 21 hadis, 14 sahabe tarafından doğru ve güvenilir
    kaynak­lara dayanılarak en geçerli ve en güvenilir Hadis kitaplarında
    kaydedil­miştir. Gerçi bunların dışında da pek çok hadislerde Hz. Îsa (a.s.) ve
    Deccâl’den bahsedilmiştir. Fakat konuyu dağıtmamak ve gereksizce uzat­mamak için
    yalnız bu hadisleri nakletmeyi uygun bulduk.

    5.3.2. Bu
    Hadisler Neyi İspatlıyor?

    Bu hadisleri okuyan herkes herhangi bir “Vaadedilen Mesih”,
    “Mesil-i Mesih” (Mesih Benzeri) veya “Bürûz-u Mesih’den ne açıkça, ne ima
    yo­luyla bahsedilmediğini görmüş olacaktır. Ayrıca, bu hadisler, çağımızda bir
    kişinin bir kadının batınından ve bir erkeğin sperminden doğup, “Hz. Seyyidina
    Muhammed Mustafa (a.s.)’nın geleceğini haber verdiği Mesih benim” diyerek ortaya
    atılmasına da imkân bırakmamışlardır. Bu hadisler, açık sözler ve bariz
    ifadelerle, bundan 2.000 yıl önce babasız, Meryem’in batınından doğan Îsa
    (a.s.)’ın tekrar dünyaya geleceğini belirtmektedirler. Burada, Hz. Îsa’nın ölüp
    ölmediğine dair tartışmaya girmek yersizdir. Çünkü eğer kendisi ölmüş olsa dahi
    Allahu Teâlâ onu tekrar hayata getir­meye kadirdir[16].
    Allah’ın kudreti için, kullarından birini binlerce yıl kâinatın herhangi bir
    köşesinde yaşatıp istediği zaman dünyaya getirmesi hiç de zor değildir. Her ne
    olursa olsun, hadisi tanıyan ve kabul eden biri için, dünyaya tekrar gelecek
    şahsın Meryem oğlu Îsa olduğunu kabul et­mekten başka bir çare yoktur. Ve eğer
    biri hadisleri kabul etmiyorsa, bir şahsın gelmesini de beklememelidir. Bir
    yandan hadislerden, gelecek biri hakkındaki kayıtlar ve bölümler alınırken diğer
    yandan, gelecek kişinin Meryem oğlu Îsa değil, Mesil-i Mesih yani Îsa’nın
    benzeri olacağını ileri sürmek düpedüz pişkinlik ve hatta küstahlıktır.

    Söz konusu hadislerde dikkate değer ikinci husus, Hz. Îsa’nın
    dünya­ya tekrar gelişinde peygamberlik sıfatını taşımayacağıdır. Hz. Îsa
    (a.s.)’ya ne vahiy gelecek, ne de kendisi Allah’tan herhangi bir mesaj ve
    talimat getirecektir. Ne Hz. Muhammed (a.s.)’in şeriatına herhangi bir ilâve
    yapa­cak, ne de İslâm dinini yeniden canlandıracak veya güçlendirecektir. Ne
    insanlardan kendisine iman etmelerini isteyecek, ne taraftarlarından müte­şekkil
    bir ümmet meydana getirecektir[17].
    Hz. Îsa sadece önemli bir görev için dünyaya tekrar gönderilecek ve bu görev de
    Deccal fitnesini ortadan kaldırmak olacaktır. Ve geldiği zaman şartlar ve ortam
    öyle olacaktır ki, Müslümanlardan hiç biri O’nun Meryem oğlu Îsa olduğundan
    şüphe etme­yecektir. Kendisi Hz. Muhammed (a.s.)’in önceden verdiği haberlere
    uy­gun olarak dünyaya gelip müslüman topluluğuna katılacaktır. O zaman
    Müslümanların lideri ve imamı kim ise, onun arkasında namazını eda ede­cektir ve
    o imamın üstünlüğünü kabul etmiş olacaktır[18].
    Böylece eskisi gibi peygamberlik sıfatıyla Müslümanlara imamlık etmesi söz
    konusu ola­maz. Bilindiği üzere bir cemaatte peygamber yoksa, imamlığı cemaatten
    bir kişi yapabilir. Fakat peygamber ortada varken imamlığı da liderliği de o
    yapar. Bir bakıma, Hz. Îsa gelip Müslümanların cemaatine alelade bir ferd gibi
    iştirak etmekle, kendisinin peygamber olmadığını açıkça itiraf edecektir. Bu
    itibarla, O’nun gelişiyle peygamberlik mührünün kırılacağı da söylenemez.

    Burada herhangi bir benzetme olmaksızın şunu söyleyebiliriz ki,
    Haz­reti Îsa (a.s.)’nın dünyaya gelişi, işbaşında bulunan bir devlet başkanı
    dö­neminde eski bir devlet başkanının ziyareti gibi olacaktır. Bu eski devlet
    başkanı, işbaşındaki devlet başkanının emrinde önemli bir vazife veya hizmet
    yapmış olacaktır. Sokaktaki adam bile, bir memlekette bir cum­hurbaşkanı görevi
    başında iken, eski bir cumhurbaşkanının gelişiyle Anayasa’nın rafa
    kaldırılamayacağını pekala bilmektedir. Fakat, Anayasa veya Kanun-u Esasi’ye
    zarar ancak iki şekilde gelebilir: Birincisi, eski devlet başkanının gelip
    tekrar iktidar kolluğuna oturmaya çalışması halinde. İkincisi, insanların eski
    devlet başkanının geçmişteki hukuki durumunu inkâr etmeleri halinde. Zira böyle
    bir durumda eski cumhurbaşkanının ge­rek anayasal ve hukuki statüsü, gerekse
    geçmişteki bütün icraatı tek ka­lemde silinmiş olacaktır. Bu iki durum ortaya
    çıkmadıkça herhangi bir anayasal sorun doğmaz. Ayrıca eski cumhurbaşkanının
    anayasal durumu da zedelenmez. Bunun dışında, Hz. Îsa dünyaya ilk defa değil
    ikinci defa geleceği için nübüvvetin İlhamıyla ilgili gelenek ve kural da
    bozulmaz. Fakat kendisi gelip peygamberlik vazifesini tekrar üstlenir,
    peygamberlik­le ilgili icapları yerine getirmeye başlar ya da herhangi bir kimse
    O’nun geçmişteki peygamberliğini de inkâr ederse Allah’ın koyduğu peygamber­lik
    yasasında bir değişiklik olduğu söylenebilir. Fakat, hadisler bu her iki
    ihtimali de ortadan kaldırmıştır. Bu hadisler bir yandan, Hazreti Peygam­ber
    (a.s.)’den sonra peygamberlik silsilesinin tamamlandığını vurgularken, bir
    yandan da Meryem oğlu Îsa (a.s.)’nın tekrar dünyaya geleceğini açıkça ifade
    ediyorlar. Bunlar, Hz. Îsa’nın ikinci gelişinin, bir peygamber olarak
    olmayacağını da açıkça belirliyorlar. Aynı şekilde, Hz. Îsa’nın gelişiyle
    müslümanlar arasında küfür-iman çatışmasının baş gösterme ihtimali de yoktur.
    Geçmişteki peygamberlik mertebesini inkâr eden herkes eskiden olduğu gibi kâfir
    sayılacaktır. Hazreti Muhammed Mustafa (a.s.) Hz. Îsa’nın peygamberliğini
    tanımış ve kabul etmişti ve ümmeti de bunu ima­nının bir parçası olarak
    benimsemişti. Aynı durum, Hz. Îsa’nın tekrar dün­yaya geldiği sırada da
    olacaktır. Müslümanlar yeni bir peygamberliğe değil, eski mevkii ve payesine
    iman edeceklerdir. Aynı durum bugün de müslümanlar için geçerlidir. Dolayısıyla,
    bu husus ne bugün nübüvvetin hitamına aykırıdır ne de gelecekte olacaktır.

    En son olarak bu hadislerden çıkan bir gerçek de şudur: Hz. Îsa
    (a.s.)’nın ortadan kaldırmak üzere dünyaya geleceği büyük fitne yani Deccâl,
    Yahudiler arasından doğacaktır. Bu Deccâl kendisine “Mesih” de­dirtecektir.
    Doğrusu, Yahudilerin tarihi ve dini inançlarına vakıf olmayan biri bu meseleyi
    iyi kavrayamaz. Oysa tarihi okumuş olanlar bilirler ki, Hazreti Süleyman
    (a.s.)’ın vefatından sonra İsrail oğulları çöküş dönemine girip, kudret ve
    iktidarlarını kaybetmeye başladılar. Nihayet, güçsüz kala­rak Babil ve Asur
    İmparatorluğunun en aşağı ve horlanan tabakası haline geldiler. Bu sıralarda
    İsrail oğullarının peygamberleri Allah’tan yeni bir “Mesih’in geleceği ve
    kendilerini yaşadıkları rezil hayattan kurtaracağı konusunda müjdeler vermeye
    başladılar. Bu kehanetler yüzünden Yahudiler kudretli bir hükümdar olan ve
    savaşarak memleketleri fetheden Me­sih’i beklemeye koyuldular. Yahudiler bu
    hükümdarın kendilerini çeşitli ülkelerden toplayarak Filistin’de birleştirip
    büyük bir imparatorluk kura­cağını umut ediyorlardı. Fakat, bu beklentiler
    sürerken, umutlarının aksi­ne Hz. Îsa’nın, Allah tarafından Mesih, sade bir
    vatandaş ve ordusuz ola­rak dünyaya gönderileceği bildirilince, Yahudiler bir
    hayli öfkelendiler. Yahudiler önce Îsa’nın Mesih’liğini tanımamakta direttiler,
    sonra O’nu öl­dürmeye yemin eltiler. İşte bundan sonra da dünyanın bütün
    Yahudileri hâlâ “Vaadedilen Mesih”i bekliyor ve bu hususta tatlı rüyalar görmeye
    de­vam ediyorlar. Yahudilerin literatürü bu Vaadedilen Mesih’in hikayeleriyle
    doludur. Talmud ve Rabbi’lerin Edebiyatında bu konuda çizilen renkli tablolar
    her Yahudinin gönlünde yaşamaktadır. Yüzyıllardan beri Yahudiler Mesih’in büyük
    bir siyasi ve askeri deha olacağına, Nil nehrinden Fırat nehrine kadar uzanan
    bütün toprakları zaptedip muazzam bir devlet kura­cağına ve dünyanın her
    köşesinden Yahudi milletini toplayarak buraya yerleştireceğine inana
    gelmişlerdi.

    Şimdi, bir kişi, Ortadoğu’daki son gelişmeleri Hazreti
    Peygamber’in haberleri ışığında inceleyecek olursa, Hz. Peygamber (a.s.)’in
    hadislerinde bahsedilen ve haber verilen “Vaad edilmiş Mesih”in dünyaya gelmesi
    için sahnenin çoktan hazır duruma geldiğini görecektir. Bilindiği gibi, Filistin
    topraklarının büyük bir kısmından müslümanlar kovulmuş ve bir kukla İsrail
    Devleti kurulmuştur. Bu İsrail ülkesine dünyanın dört bir yanından, özellikle
    Amerika’dan, İngiltere’den ve Fransa’dan Yahudiler akın akın gelmektedir.
    Amerika ve Batılı ülkeler bu ülkeyi askeri bakımdan son derece güçlendirip,
    Ortadoğu’nun barut fıçısı haline getirmişlerdir. Yahudi sermayesi bu Yahudi
    devlete su gibi akıyor, Yahudi bilim adamları, iktisat­çı ve teknik uzmanları,
    bu devleti, bölgenin en gelişmiş, en müreffeh dev­leti haline getirmek için
    uğraş veriyorlar. Bu devletin liderleri de, “vaadedilmiş toprakların tümünü ele
    geçirmek ve etrafa yayılmak konusundaki kötü emellerini gizlemeye hiç lüzum
    görmemişlerdir. Hayallerinde yaşat­tıkları “Büyük İsrail Devleti’ni kurma ve
    geliştirme amacından hiç caymamışlardır ve hatta bunun için düzmece haritalar da
    hazırlamışlardır. Bu haritalarda Suriye, Lübnan ve Ürdün’ün bütünü, Irak’ın
    büyük bir kısmı, Türkiye’nin İskenderun ve Hatay, Mısır’dan Sina yarımadası ve
    Suudi Arabistan’dan aralarında Medine-i Münevvere’nin de bulunduğu yukarı Hicâz
    ve Necd bölgelerini İsrail toprakları içinde göstermektedirler. Bu­günkü
    uluslararası gelişmelere de bakılırsa, İsrailliler önümüzde patlak verebilecek
    büyük bir çarpışma ya da Dünya savaşı sırasında göz koyduk­ları toprakları yeni
    kurdukları devletlerine kalmaya ve ilhak etmeye çalı­şacaklardır. Herhalde, tam
    bu sırada büyük Deccâl, kendisinin “Vaadedi­len Mesih” olduğunu iddia ederek
    ortaya atılacaktır. Bu Deccâl’in ortaya çıkması haberini Hz. Peygamber bize
    açıkça vermiş, ayrıca o sıralarda Müslümanların büyük zorluk çekeceğini
    bildirmiştir. Hazreti Peygamber (a.s.) bu sebeple, hem kendisinin hem ümmetinin
    Mesih-i Deccâl’den kur­tulması için Allah’a yalvarmıştır.

    İşte bu Mesih-i Deccâl’e karşı koymak üzere Allahu Teâlâ
    herhangi bir Mesih Benzeri (Mesil-i Mesih)ni değil, Yahudilerin 2.000 yıl önce
    Al­lah’ın peygamberi olarak kabul etmedikleri ve fikirlerince çarmıha
    gerdik­leri gerçek Mesih (a.s.)’i dünyaya gönderecektir. Bu gerçek Mesih (a.s.)
    Hindistan’da, Afrika’da veya Amerika’da değil, Şam’da dünyaya inecektir. Zira,
    savaş için cephe buralarda açılacaktır. Haritaya baktığınızda, Şam’ın İsrail
    sınırından ancak 50-60 mil uzaklıkta bulunduğunu göreceksiniz. Daha önce
    naklettiğimiz hadislerde gördüğünüz gibi Deccal 70 bin asker ile Suriye’ye girip
    Şam kapılarına dayanacaktır. Tam bu nazik anda Şam’ın doğu kesiminde beyaz bir
    minarenin yanında Meryem oğlu Îsa sa­bah vakti ortaya çıkacak, Müslümanlarla
    beraber namaz kılacak ve Müslümanlarla birlikte Deccâla yürüyecektir. Muharebede
    yenilgiye uğrayacak olan Deccâl, Afik tepesine (Bk. Hadis: 21) çekilecek, daha
    sonra İsrail’e kaçacaktır. Hz. Îsa (a.s.) onu takip edecek ve bugün Lod
    Havaalanının bu­lunduğu mevkide hayatına son verecektir (Bk. hadisler: 10, 14,
    15). Bun­dan sonra Yahudiler teker teker kılıçtan geçirilip dünyadan tamamıyla
    te­mizleneceklerdir (Bk. Hadisler: 9, 15, ve 217.) Bununla beraber, Hz.Îsa’nın
    gerçek ilân etmesiyle, Hıristiyanlıkta yeryüzünden kalkmış olacak­tır. (Bk.
    Hadisler: 1, 2, 4, 6). Nihayet bütün milletler ortadan kalkıp tek bir İslâm
    ümmeti haline gelecektir (Bk. hadis: 6, 15).

    İşte bu gerçekler, hadisi şeriflerden açıkça ortaya çıkıyor.
    Bundan sonra, memleketimizde “Vaadedilen Mesih” adıyla oynanan oyunun ne maksat
    ve hedefler taşıdığını pekiyi anlayabiliriz. Akl-ı selim sahibi her müslümanın,
    artık bunun tehlikeli bir oyun ve hile olduğunu anlamasında herhangi bir şüphe
    kalmamıştır.

    Bu hile ve tertibin en gülünç yanı, yukarıdaki kehânetlerin
    kendisine ait olduğunu iddia eden zâtın, kendisini Meryem oğlu Îsa alarak
    gösterme sevdasında hata üstüne hata işlemiş olmasıdır. Bakın, bu hususta ne
    gibi te’villerde bulunuluyor.

    “O (yani Allahu Teâlâ), ‘Berâhin-i Ahmediye’ (Mirza Gulam
    Ah­med’in yazdığı Urduca kitabın adi)nin üçüncü bölümünde, adımı ‘Mer­yem’
    koydu. Sonra Berahin-i Ahmediye’de belirtildiği gibi, iki sene ‘Meryem’lik
    sıfatıyla yetiştirildim… Daha sonra, Meryem gibi, Îsa’nın ruhu ba­na duhul
    etti ve sembolik olarak hamile kaldım… Sonra, aradan birkaç ay geçti, ki bu
    süre 10 aydan fazla değildi. Berahin-i Ahmediye’nin dördüncü bölümünde yer alan
    ilhamlar yoluyla ben Meryem’den Îsa’ya dönüştürül­düm. Netice itibarıyla, ben
    Meryem oğlu Îsa’yım (Nuh’un gemisi kısmı, s. 78, 89).”

    Dikkat buyurursanız bu zât önce kendisinin Meryem olduğunu
    söylü­yor, sonra hamile kalıyor ve kendi kamından yine kendisi Meryem oğlu Îsa
    olarak dünyaya geliyor! Doğmasına doğmuş ama daha sonra bir pü­rüzle
    karşılaşmış. Çünkü hadis kitaplarında Meryem oğlu Îsa’nın Şam’da ortaya çıkacağı
    belirtilmiştir. Bilindiği gibi, Şam binlerce yıldan beri Suri­ye’nin önemli
    kentlerinden biri ve başkentidir. Bu zât, bu zorluğu şöyle halletmeye
    çalışmıştır:

    “Burada Şam kelimesi üzerinde de biraz durmak isliyorum. Bunun
    açıklamasını Allahu Teâlâ bana yapmıştır. Şam’dan bildiğimiz Şam kaste­dilmiyor,
    aksine Şam’dan, Yezid ve onun gibi düşünce ve karakterlere sa­hip olan kişilerin
    bulunduğu yer kastediliyor… Kadiyan (Mirza Gulam Ahmed’in doğup büyüdüğü ve
    peygamberliğini ilan ettiği, Pakistan’ın Pencap Eyaletinde bulunan küçük kasaba)
    kasabasının etrafında Yezid’in düşüncesi ve huyunda olan pek çok kişi var ve bu
    açıdan Şam’a benzemek­tedir”. (Evhâm’ın Def i “İzâle’yi Evham” s. 63-73).

    Bundan sonra da yine bir zorluk vardı. Hadislere göre, Meryem
    oğlu beyaz bir minarenin yanında ortaya çıkacaktı. Bizim “Mesih” bununda bir
    çaresini düşündü ve gelip bu minareyi kendisi yaptırdı. Saf ve sade müslümanlar
    için, adı geçen minarenin hadislere göre daha önceden bu­lunması gerekirken
    “Vaadedilen Mesih’in bunu sonradan istediği yerde yaptırdığını düşünme ve
    anlamalarının mümkün olmadığı hesaplanmış ol­sa gerek.

    Son bir pürüz daha vardı ve bu kolay bir mesele değildi.
    Hadislere göre, Meryem oğlu Îsa, Deccâl’i Lod kapısında öldürecekti. Bu zor
    mese­lenin üstesinden gelinmek için türlü çeşit te’vil ve hilelere başvuruldu.
    Bazen, Lod’un, Kudüs’ün köylerinden biri olduğu teslim edildi (Evhâm’in Defi,
    İzâle-yi Evham, Lahor baskısı, s. 220). Bazen, Lod kelimesinin as­lında yersiz
    kavga çıkaran kişiler için kullanıldığı ileri sürüldü. Yani bu zât’a göre,
    Deccâl’in yersiz ve sebepsiz çıkardığı kavga ve olaylar son haddini bulunca, bu
    kavga ve tartışmalara son verilecektir. (Evhamın Defi, s. 730). Fakat bunlar da
    tatmin edici bulunmayınca, Lod’tan, Ludhiyana (Hindistan’ın Pencap Eyaletinde
    bulunan bir kent) şehri kastedildiği, bu şehrin kapısında Deccâl’in
    öldürülmesinden de bütün muhalefet ve karşı koymalarına rağmen, Mirza Gulam
    Ahmed’in eline ilk önce bu kent­te biat edilmesi kastedildiği iddia edildi
    (el-hud’a, s. 91).

    Bu te’vil ve sudan gerekçeleri gören herkes, Mirza Gulam
    Ahmed’in peygamber ve “Vaadedilen Mesih” olarak ortaya çıkışının düpedüz bir
    ya­lan ve sahte bir kişiliğe bürünme olayından başka bir şey olmadığını he­men
    anlayacaktır.

    5.4. AHMEDÎ VEYA KADIYANÎLERİN BATIL
    FİKİRLERİNİN REDDİ

    5.4.1.
    Nass’lardan Kaçış

    Bir mesele, Allah (cc.) ve O’nun Rasûlü (a.s.) tarafından açık
    seçik nass’lar ile halledilmişse, bu sahih nassları bir yana bırakıp, aslında
    ko­nuyla doğrudan ilişkisi olmayan başka âyet ve hadislerden gelişigüzel
    an­lamlar çıkarmak hakikaten büyük bir günah ve dalalet olup, açıkça Allah’a ve
    Peygamber (a.s.)’e isyan etmektir. Cenab-ı Allah ve Rasûlullah (a.s.)’ın emir ve
    talimatına alenen karşı gelip başka bir yol tutmak şirktir. Ama bundan daha
    korkunç olanı, Allah ve Resûlü’nün emir ve talimatına tam aykırı hareket
    etmesine rağmen bu davranışı yine Allah ve Rasûlü’nün söz ve buyruklarına başka
    başka anlamlar vermek suretiyle haklı çıkarmaya çalışmaktır.

    Bu gibi iş yapanların içtenlikle Allah ve Rasûlü’nü tanıdıkları
    şüpheli­dir. Efendimiz, Muhammed Mustafa (a.s.)’nın son peygamber olup olma­ması
    sorunu, ya da kendisinden sonra herhangi bir peygamberin gelip gel­memesi
    meselesi hakkında karar vermek maksadıyla (Nisa; 49) ve (A’raf; 35) sûrelerine
    baş vurmamız ancak bazı belli nasslarda Allah Ve Rasûlü’nün kesin açıklamalarda
    bulunmadıkları durumda gerekebilirdi. Fakat, daha önce gördüğümüz gibi, Kur’ân-ı
    Kerim’in “Hatem-en Nebiy­yin” ayetinde ve Hz. Peygamber’in sayısız hadislerinde
    bu hususta sarih ve kesin açıklamalar yapılmışken sadece yukarıdaki ayetlere
    müracaat et­mek ve bunlardan sarih nassları tam tersine mana çıkarmak en azından
    Allah’tan korkmayan ve öldükten sonra O’nun huzuruna çıkmayacağına inanmış olan,
    doğru yoldan sapmış bir kişinin tavrı ve hareketi olabilir. Bu meseleyi şöyle
    bir misalle açıklamak mümkündür. Diyelim ki, Pakis­tan Ceza Kanunlarının belli
    bir maddesine göre belli bir fiil kesin suç sa­yılmıştır. Ancak bir kişi
    kalkıyor ve bu maddeyi yok sayarak diğer ceza ve medeni kanunlarda, bir tek
    cümle, bent ve hatta bir tek kelimeyi, bu fii­lin suç olmadığını göstermek için
    araştırmaya koyuluyor. Böyle tuhaf ve saçma bir davranış, dünyanın hiçbir adlî
    ve idarî mercileri tarafından dik­kate değer sayılmazken Yüce Allah’ın
    mahkemesinde geçerli kabul edile­bilir mi?

    5.4.2. Zoraki
    Deliller

    Ayrıca, Ahmedî veya Kadiyani’lerin bin bir kuyudan su getirip
    tahrif ve te’vile çalıştıkları âyet ve hadisleri okuyan bir kişi, bunların
    aklının nerede olduğuna hayret ediyor ve zorla çıkarmak isledikleri anlamlardan
    ta­mamıyla farklı anlamlar görünce şaşıp kalıyor. Bu beylerin boy hedefi, daha
    doğrusu deneme tahtası yaptıkları ayetlere isterseniz göz. atalım:

    Kur’ân-ı Kerim’in Nisa Suresi’nin 49 ncü âyeti şöyledir: “Kendi
    nefis­lerini temize çıkaranları görmez misin? Öyle değil, Allah dilediğini
    temi­ze çıkarır. Onlara hurma çekirdeğinin ince ipliği kadar bile zulüm
    yapıl­maz.” Burada anlatılmak istenen nokta, Allah ve Peygamberi’ne itaat
    edenlerin yerinin sıddîk, salih ve şehitlerle beraber olmasıdır. Bundan, Al­lah
    ve Resûlü’ne itaat edenlerin, ya peygamber ya sıddîk, salih veya şehit­ler
    olabileceği nereden çıkarılıyor? Sonra, Hadid Süresinin 19. âyetine ba­kın:
    “Allah’a ve peygamberlerine iman edenler, Rabbları katında çok sa­dık olanlarla,
    şehitler gibidirler.” Bundan anlaşılacağı gibi, iman ve itaatin meyvesi, Allah
    katında sâdık ve şehitlerin mertebesine yükselmektir. Pey­gamberlere gelince,
    onları görmek, onlara refakat etmek en büyük şereftir. Bir hayır iş ve sevaplı
    fiilin meyvesi nebi veya peygamber olmak değildir. Zâten yukarıdaki âyetlerde de
    Allah’a ve Resûlü’ne itaat etmekle bir kişi­nin peygamber olabileceği hiçbir
    şekilde ifade edilmemiştir. A’raf Sûresinin 35. ayetinde söylenen, “Ey Adem
    oğulları, size içinizden ayetlerimi anlatan peygamber geldiğinde, ittika edip,
    ıslah-ı hal edenlere korku yoktur” sözleri ise aslında aynı sure’nin 11.
    âyetinden 36. âyetine kadar devam eden konu ile ilgilidir. Bu ayetler bir arada
    incelendiğinde Allahu Teâlâ’nın, kullarıyla söz konusu konuşmasının dünyanın,
    göklerin ve hatta bütün kâinatın yaratıldığı sırada geçtiği anlaşılacaktır.
    Şimdi bir yandan, insanların henüz yaratıldığı ve peygamberlerin çeşitli
    devirlerde dünyaya gönderileceği gerçeğini, bir yandan da bu ayetteki sözleri
    gözü­nüzün önünde bulundurun. Acaba bu durumda, bu ayette Hz. Peygamber
    (a.s.)’den sonra ortaya çıkacak peygambere itaat edilmesi gerektiği emri­nin
    bulunduğunu söyleyebilir misiniz? Bu ayetin yakından ilgili olduğu bir hadise
    varsa o da, Hz. Adem ve zevcesinin Cennet’ten çıkarılıp yeryü­züne gönderilmesi
    ve insanların O’na ve O’ndan sonraki peygamberlere itaat etmeleridir.

    5.4.3. A’râf
    Sûresinin 35. Ayetinin Gerçek Anlamı

    Ahmedî veya Kadiyanîlerin yaptıklarının tersine A’raf suresinin
    35. âyetini siyâk-u sibak ile incelediğimizde, Allahu Teâlâ’nın burada
    gerçek­ten ne dediğini daha iyi anlayabiliriz. Aslında, 35. âyette geçen sözler,
    A’raf sûresinin 2. rükû’sundan 4. rükûsuna kadar devam eden konunun bir
    parçasıdır. İkinci rükü’da Hz. Adem ile Havva’nın hikâyesi anlatılmış, da­ha
    sonra üçüncü ve dördüncü rükü’da kıssadan hisse çıkarılmıştır. Bu çer­çeve
    içinde 35. âyeti okursak, “ey Adem oğulları” diye başlayan sözlerin, dünya ve
    kâinatın yaratıldığı /-.amana ait olduğunu anlarız. Bu sözlerin, Kur’ân-ı
    Kerim’in Hz. Peygamber’e indirildiği zamanla hiç ilgisi yoktur. Başka bir
    deyimle, kâinat yaratılırken, Yüce Allah, insanları, kurtuluşları­nın
    peygamberlerinin getirecekleri emir ve talimata uymalarında olduğu­nu tenbih
    etmiştir.

    Otuz beşinci âyette yer alan ifade ve benzerleri, Kur’ân-ı
    Kerim’de üç ayrı yerde ve üçü de Adem ile Havva olayı ile ilgili olarak
    geçmiştir. Bi­rinci ayet, Bakara sûresinde(38.) ikinci ayet, A’raf sûresinde
    (35.) ve üçüncü âyet, Tâhâ sûresinde (123.)dir. Bu üç âyetin muhtevası ve
    şartları ile ortamı da hemen hemen aynıdır. Kur’ân-ı Kerim’in belli başlı bütün
    müfessirleri, diğer âyetler gibi A’raf sûresinin 35. âyetinin de Hz. Adem ve
    Havva ile ilgili olduğu konusunda birleşiyorlar. Nitekim, Allâme İbn Cerir,
    kendi tefsirinde, Hz. Ebu Seyyâr-üs Sülemî’nin şu sözlerine yer ver­mektedir:
    “Allah Teâlâ, burada Hz. Adem ile ümmetine aynı anda hitap etmiştir”. İmam Râzi
    de Kur’an-ı Kerim’in tefsirinde şöyle demektedir: “Burada, Allah’ın, Hz.
    Muhammed (a.s.)’e hitap ettiği düşünülürse, o za­man bütün ümmetlere kendi
    sünnetini bildirdiği anlaşılacaktır. Zira, Hz. Peygamber, âlemlerin rahmeti ve
    peygamberlerin sonuncusudur.” Allâme, Alûsi, “Tefsir-i Ruh-ul Me’ânî”sinde
    şunları söylemekledir: “Burada, ‘Adem oğulları’ deyimini, sadece Hz. Rasûl-ü
    Ekrem (a.s.)’in ümmeti ola­rak kabul etmek, zahiri mana ve mantığa aykırıdır.
    Çünkü, burada tek peygamber değil, ‘peygamberlere mahsus ‘rasûl’ kelimesi
    kullanılmıştır.” Allâme Alûsî’nin tefsirine göre, burada Allah’ın sadece Hz.
    Muhammed (a.s.)’in ümmetiyle konuştuğu farz edilirse, o zaman, “sizlere
    peygamberler gelecek” deyimi kullanılmamalıydı, çünkü müslüman ümmetine tek bir
    Rasûl (a.s.)’dan başka bir rasûlün gelmesi söz konusu değildir.

    5.4.4. Mü’minûn
    Sûresinin 51. Ayetinin Anlamı

    Mü’minûn sûresinin 51. âyetini de siyak-u sibak’tan ayırmazsak,
    Ahmedî veya Kadiyanî’lerin çıkardığı anlam çıkmaz. Bu âyette anlatılan konu
    ikinci rükû’dan başlıyor ve aynı şekilde devam ediyor. Arada geçen âyetlerde Hz.
    Nuh’tan başlayarak, Meryem oğlu Îsa’ya kadar çeşitli çağ­larda peygamberler ile
    ümmetlerinin durumundan bahsedilmiştir. Bu âyetlerde her yerde ve her devirde
    peygamberlerin tek bir vaaz ve tek bir telkinde bulundukları, hepsinin takip
    ettikleri yolun aynı olduğu ve hepsi­ne Allah’ın rahmet feyzinin yağdığı dile
    getirilmiştir. Bu âyetlerde, pey­gamberler ve onlara itaat edenlerin durumuna da
    değinilmiştir. Bu açıkla­manın ışığında söz konusu ayette ne denildiğine
    bakalım. Ayet şöyledir: “Ey peygamberler, temiz ve helal şeylerden yeyin. Güzel
    amel işleyin. Ben sizin yaptıklarınızı bilirim.” Burada, Ahmedîlerin dediği
    gibi, “Ey peygamberler, ki siz, Muhammed (a.s.)’den sonra geleceksiniz, temiz ve
    helâl şeylerden yiyin” denmiyor. Demek istenen şey apaçık ortadadır. Ya­ni
    Allahu Teâlâ, Hz. Nuh (a.s.)’dan Hz. Muhammed (a.s.)’e kadar dünyaya gelen bütün
    peygamberlerden helâl rızık yemesini ve iyi amel yapmasını
    istemiştir.                                               
                                                                                                                                                                                                                         

    Müfessirler, bu âyette de, Hazreti Muhammed (a.s.)’den sonra
    pey­gamberlik kapısını açacak şekilde herhangi bir anlam çıkarmamışlardır. Bu
    konuda tereddüdü olanlar çeşitli tefsir kitaplarının ilgili bölümlerini
    okuyabilirler.

    5.4.5.
    Kadıyanî’lerin, Hadislerden Çıkardıkları Yanlış Deliller

    “Eğer Muhammed (a.s.)’in oğlu İbrahim yaşamış olsaydı, peygamber
    olurdu” yolundaki hadisi Kadiyanîler kendi davaları lehinde kullanıyorlar. Ama
    bu delil de diğer asılsız iddiaları gibi, yanlış ve geçersizdir.
    Geçer­sizliğinin nedenlerini de şöylece sıralayabiliriz.

    Birincisi, bu hadisin rivâyeti zayıftır ve kaynağı da sağlam
    değildir. Bu nedenle, muhaddisler bunun sağlam ve güvenilir bir hadis olmadığına
    işaret etmişlerdir.

    İkincisi, Nevevî ve İbn-i Abdulberr gibi tanınmış muhaddisler bu
    ha­disin hiç güvenilir olmadığına kanaat getirmişlerdir. İmam Nevevî, “Teh­zib
    ul-Esmâ’ ve’l Lügât” adlı kitabında şöyle demiştir:

    “Daha sonradan gelenlerin, İbrahim’in hayatta olması halinde
    pey­gamber olacağı yolunda ettikleri rivayet, batıldır. Bu, gaip ile ilgili
    mese­leler hakkında gereksiz ahkâm kesmeye kalkışmak ve hiç düşünmeden büyük
    lâflar söylemekten başka bir şey değildir.” Allame İbn-i Abdulberr ise
    “Temhîd”de şöyle yazmaktadır:

    “Bunun ne gibi bir rivâyet olduğunu anlamam zordur. Hz. Nuh’un
    (a.s.) evlâdının peygamber olmadığına şahidiz. Halbuki, peygamberin evlâdının da
    peygamber olduğu gibi geçerli bir kural olsaydı, o zaman bu­gün herkes nebi ve
    peygamber olacaktı, zira biz bugün hepimiz Hz. Nuh’un evlatları sayılırız.”

    Üçüncüsü, çeşitli hadis kitaplarında, bu rivâyetin, Hz.
    Peygamber’e değil, sahabelere ait olduğu belirtiliyor. Muhaddisler aynı zamanda
    açık­lamalarda bulunup, Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra herhangi bir peygam­berin
    doğacağı söz konusu olmadığı için, Cenab-ı Allah’ın İbrahim’i yanı­na
    çağırdığına işaret etmişlerdir. Meselâ, Sahih-i Buhârî’de yer alan şu ha­dise
    bakın:

    “İsmail bin Ebi Halid diyor ki, ben Abdullah bin Ebû Evfâ’ya
    sordum, ‘siz Rasûlullah (a.s .)’ın oğlu İbrahim’i gördünüz mü?’ Dedi ki, ‘o
    bebek­ken vefat etti’, eğer Allahu Teâlâ, Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra bir
    pey­gamber göndereceğine karar vermiş olsaydı, o zaman oğlu yaşamış ola­caktı.
    Ama, Hz. Peygamber (a.s.)’den sonra başka bir peygamber yoktur”. (Buhari,
    Kitab’ul Edep, Peygamberlerin İsmi Bölümü).

    Buna benzer bir hadis, Hazreti Enes (r.a.) tarafından rivâyet
    edilmiş­tir. İlgili sözler şunlardır:

    “Eğer o (İbrahim) yaşasaydı, nebi olacaktı, ama yaşayamadı.
    Çünkü Nebiniz (Hz. Peygamber) son Peygamber’dir” (Tefsir-i Ruh ul Me’ânî, cilt:
    22, s. 3).

    Dördüncüsü, sahabeler, muhaddisler ve diğer ulema bu konuda
    gere­ken açıklamaları yapmamış olsalardı dahi, bu hadisin sağlam ve güvenilir
    olmadığı yine de ortaya çıkacaktı. Çünkü, Hadis ilminin başlıca kuralla­rından
    biri de, tek bir rivâyetin genelde hadislerin muhtevası ve ruhuna aykırı olması
    halinde, bu hadisin veya rivâyetin dikkate alınmaması yö­nündedir. Şimdi,
    peygamberlik kapısının Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra tamamıyla kapandığı yolunda
    sayısız muteber hadis dururken böylesine zayıf bir rivâyete itibar edilebilir
    mi?

    5.4.6. Son Söz

    Gerek Kur’ân-ı Kerîm, gerekse hadis-i şeriflere göre
    peygamberliğe iman, dinin esaslarından biridir. Böylesine önemli bir konuda
    Cenab-ı Hak ve Rasûlullah’ın, insanları karanlıkta bırakmaları düşünülemez. Bu
    sebeple, peygamberliğin hitamı meselesine tam bir açıklık ve kesinlik
    ge­tirilmiştir. Zâten Hazreti Muhammed (a.s.)’den evvel hiçbir zaman,
    pey­gamberlik silsilesinin tamamlandığı, bundan böyle herhangi bir peygam­berin
    gelmeyeceği belirtilmemişti. Çünkü, peygamberlik kapısı açıktı ve peygamberlerin
    gelişi durmamıştı. Bu itibarla, bir kimsenin peygamberlik silsilesi bitmiştir
    diye söylemesi söz konusu bile değildi. Bunun aksine, peygamberler kendilerinden
    sonra gelecek peygamberler hakkında bir ta­kım kehânet ve işaretlerde
    bulunurlardı ve kendi ümmetlerinden onlara itaat etmelerini isterlerdi. Fakat bu
    âdet ve anane Hazreti Peygamber efen­dimiz (a.s.)’in dünyaya gelmesinden sonra
    ortadan kakmış oldu. Bu nok­tayı hem Kur’ân-ı Kerim, hem de hadisler ehemmiyetle
    ortaya koydular. Hem Allah, hem de O’nun sevgili Rasûlü daha sonra herhangi bir
    pey­gamberin gelmeyeceğini önemle belirttiler.

    Ahmedî veya Kadiyanîler “Hâlim’ün Nebiyyin” veya “Hatem
    en-Nebiyyin” deyimini canlarının istediği gibi kullanmalarım ve bundan
    kendi­lerine göre bir takım anlamlar çıkarmaya çalışmalarına rağmen hiç
    olmaz­sa, bu deyimin bir anlamının da “peygamberlerin sonuncusu” demek oldu­ğunu
    her halde kabul ediyorlardır. Ayrıca, milyonlarca müslümanın, İslâm dininin
    doğuşundan bu yana bu kelimelerden aynı mânâyı çıkardıkla­rının da herhalde
    farkındadırlar. O halde, Yüce Allah ile sevgili Peygam­beri’nin, muazzam
    müslüman camiasında, ancak devede kulak misali olan Ahmedî veya Kadiyanîlerin
    anlayabileceği şekilde muğlak ve anlamsız bir deyim kullanabilecekleri
    düşünülebilir mi, Allah korusun doğruyu, bir elin beş parmağı kadar olan sadece
    bu İnsanlar mı biliyorlar? Buna karşı­lık, Yüce Allah, Hz. Rasûl sahabeler,
    yüzlerce ve binlerce ulema, muhaddis, müfessir, fakih ve diğer milyonlarca
    mü’min 14 asırdan beri bu deyi­mi yanlış mı kullanıp anlaya gelmişlerdir?

    Onun için, bu hususta kim ne derse desin, ne kadar sempatik
    yüzle ve ifade ile gelirse gelsin, ne kadar tatlı dil kullanırsa kullansın ne
    kadar çok başarılı işler yaparsa yapsın, onun peygamberlik iddialarını hiç
    düşünme­den elimizin tersiyle bir yana atacağız. Çünkü yeni bir peygamberin
    gel­meyeceğinden eminiz. Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra peygamberliğe son
    verilmiş ve peygamberlerin gelişi durmuştur. Peygamberlik iddiasın­da bulunan
    herkesi şiddetle tekzip edeceğiz, lanetleyeceğiz. Bunu yapma­mız küfür bile
    sayılsa hiç çekinmeyeceğiz, hiç yılmayacağız. Çünkü biz bu hususta kendimizin
    doğru yolda olduğundan tamamıyla eminiz ve biz kıyamette Yüce Allah’ın huzuruna
    çıktığımızda kendimizi Kur’ân-ı Ke­rim’in açık ifadeleri ile Hz. Peygamber’in
    mübarek hadisleriyle savunaca­ğız!



     




    [1]
      Dördüncü
    bir şık olarak bir peygambere yardımcı olmak için başka bir peygamberin
    gön­derilmesi düşünülebilir. Ancak Kur’ân-ı Kerîm’de buna benzer sadece iki
    misal bulunduğu için bu­nu dördüncü ihtimal olarak ele almadık. Bu iki
    misalden, Allah’ın belli bir kural olarak dünyaya yardımcı peygamberler
    gönderdiği sonucunu çıkaramayız. (Mevdudî).



    [2]
      Ahmedilik
    (Kadıyanilik) ve Mirza Gulam Ahmed Kadıyanî hakkında daha geniş bilgi için
    bak: “Kadıyanilik Nedir?”; Mevdudî.



    [3]
    Burada biz
    sadece üç lügatten söz ettik. Fakat mesele sadece bu üç lügatle sınırlı
    değildir. Arapça lügatlerin hangisini ele alırsanız alın, orada ” Hâtim”
    kelimesinin aynı şekilde tercüme ve tefsir edildiğini görürsünüz.. Fakat
    dini inkâr edenler, lügat veya sözlükler gibi kitaplar ve kelime­nin sözlük
    anlamını da bir yana bırakıp bunu tevile kalkışmışlardır. Onların mantığına
    göre nasıl ki, “Hatem-en şu’ara”, “Hatem-el fukaha” ve “Hatem-el mufesserîn”
    kelimeleri,”şairlerin, fakihlerin ve müfessirlerin sonuncusu” değilse, ve
    bunlardan sonra da çok sayıda şair, fakih ve müfessir doğmuşsa, “Hâtem-en
    Nebiyyin” ifadesi de “Peygamberlerin sonuncusu” anlamına gelemez. Onlara
    göre, yukarıdaki tabirler bir kişinin meziyet ve yetenekleriyle ilgilidir ve
    bu tür la­kapların verilmesinin maksadı, söz konusu kişiden sonra da aynı
    dalda kişilerin doğabileceği ancak yetenek ve meziyet bakımından ona
    yetişmeyeceğini göstermekledir. Ne var ki, yukarıda bahsedi­len lâkap kime
    verilmişse, mübalağa yapılarak verilmiştir. Mübalağalı bir sözü gerçek bir
    kelime ve tarif olarak kabul etmek herhalde Ahmedîlere mahsus bir davranış
    olsa gerek. Bu itibarla, “Hâ­tem” veya “Hâlim” kelimesini “faziletli” ve
    “yetenekli” şeklinde açıklamaya imkân yoktur. Bunları ancak Arapça grameri
    ve filoloji kurallarını bilmeyen biri söyleyebilir. Hiçbir dilde, me­câzen
    veyâ benzeme şeklinde kullanılan bir kelimenin gerçeklen aynı anlam taşıdığı
    görülmemiş­tir. Siz bir Arab’a “Câ’e Hatem-ul kavmi” derseniz, o hiçbir
    zaman bunun anlamının “kabilenin en faziletli ve en yetenekli üyesi
    gelmiştir” olduğunu söylemeyecektir. Dese dese sadece, basit ve olağan
    anlamı olan, “bütün kabile gelmiştir, hatta geride kalan son üyesi de
    gelmiştir” diyecektir.

    Bunun dışında şu hususu da unutmamalıyız ki, “Hâtem-eş
    şu’ara”, “Hâtem-el fukahâ” ve “hâlem el-müfessirin” gibi unvan ve lakapları
    verenler insanlardı ve İnsanlar bu tür unvan ve lakapları verirken o
    yetenekle bir insanın daha doğmayacağını bilmek durumunda değildiler. Bu
    bakımdan insanların verdikleri bu tür unvanlar yalnızca birer abartma olarak
    görülmelidir. Oysa, yetenek bakımından olsa dahi, Allah (cc.) birine “Hâtem”
    derse pek muhtemeldir ki bu kelimeyi gerçek anlamda kullanmakladır. Yani ne
    kişilik ne yetenek bakımından böyle bir dünyaya bir daha gelmeyecektir. O
    halde eğer Allah birine “Hâtem-en Nebiyyin” diyorsa pek mümkündür ki on­dan
    sonra başka bir nebi ve peygamber gelmeyecektir. Çünkü Allah her şeyi
    bilendir. (Mevdudi).



    [4]
    Nübüvvet’in
    hitamına karşı çıkanlar bu hadisi kentlileri lehinde kullanmaya çalışıyorlar
    ve diyorlar ki; “Burada Hz. Peygamber kendi camiine son cami demiştir.
    halbuki, bu caminin dı­şında da daha sonraki çağlarda yüzlerce ve binlerce
    camiler inşa edilmiştir. Aynı şekilde eğer ken­disine “son peygamber”
    diyorsa, bu da kendisinden sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceği
    manasına gelmemelidir. Takat fazilet ve üstünlük bakımından hum kentlisi,
    hem camii, son sayıla­bilirler.” Ama bu teviller gösteriyor ki bu kötü
    niyetli kişiler ya Allah’ın kitabını ve peygamberin hadislerini anlama
    yeteneğini yitirmişlerdir yada kasıtlı olarak Müslümanları kötü yola sevk
    etmeye çalışıyorlar. Sahih-i Müslim’de geçen yukarıdaki hadis ve bununla
    ilgili diğer bütün hadisler in­celendiğinde Hz. Peygamber’in kendi camiine
    neden “son cami” dediği kolayca anlaşılır. Bu ha­dislerde sadece üç caminin,
    dünyanın diğer camilerinden üstün olduğu ve oralarda namaz kılmanın büyük
    bir fazilet olduğu anlatılmıştır ve sadece bu üç camide nama/ kılmak için
    uzun seyahatlere izin verildiği belirtilmiştir. Bunlar Mescid-ul Haram (Hz.
    İbrahim’in yaptığı cami), Mescid-ul Aksâ (Hz.Süleyman’ın yaptığı cami) ve
    Mescid-i Nebevi (Hz Peygamber’in temelini attığı Medi­ne’deki cami)dir.
    Burada Hz. Peygamber dernek isliyor ki, benden sonra dünyaya başka bir
    pey­gamber gelmeyeceği için bahsettiğim camiden fazilet, meziyet ve üstünlük
    bakımından daha üstün bir cami bir daha yapılmayacaktır ve bu son camidir.
    (Mevdudi).



    [5]
      Hanefiye,
    Benu kabilesinin kadını demektir.



    [6]
    Vaadedilen
    Mesih’in, Kur’ân-ı Kerim ile hiç ilgisi yoktur. Bu mevzû sadece hadislere
    ait­tir. Şimdi, bir Mesih’in geleceğini kabul eden bir kişi hadisleri kabul
    etmelidir, hadisleri ka­bul etmemek demek o Mesih’in gelişini de
    önemsememek demektir. Hatla hadislerin varlığını ka­bul etmeyen Mesih’in
    varlığını da inkâr etmiş ulur. Siz. akide ve inancınızı hadislere
    dayandıracak­sınız, ama Mesih’in gerçek durumunu ortaya koyan muteber
    hadisleri reddedeceksiniz., bu saçmalık değilse nedir?



    [7]
    Haç’ı kırmak
    ve domuzu öldürmek, Hıristiyanlığın ayrı bir din olarak ortada kalmayacağı
    anlamına gelir. Hıristiyanlığın temeli, Allah’ın kendi oğlunu (Hz. İsa)
    çarmıha gerdirerek insanların günahının bedelini ödediği inancına dayalıdır.
    Hıristiyanlığın özelliklerinden biri de helâl ve haram arasındaki farkı
    ortadan kaldırmış olmasıdır. Nitekim diğer bütün peygamberlerin haram etliği
    do­muzu Hıristiyanlar helâl saymışlardır. Dunun için Hz.. Îsa kendisi
    dünyaya gelip, “ben Allah’ın oğlu değilim, ben çarmıha gerilmedim, ve bu
    sebeple haç’ın kutsallığı da yoktur” diyecektir. Ayrıca do­muzu helâl
    etmediğini de fiilen gösterecektir.



    [8]
    Başka bir
    deyimle, bulun milletler arasındaki ihtilaflar kalkacak ve tek bir “İslâm
    ümme­ti” olacaktır. Böylece ne aralarında savaş olacaktır ne de zımmilik ve
    cizyeler.



    [9]
    Yani,
    Müslümanlar namaz, kılarken imamlığı, tiz. Îsa yapmayacak, aksine
    Müslümanların imamının arkasında namazını edâ edecektir.



    [10]
    Medine’ye
    33 mil uzaklıkla bir yerin adı.



    [11]
    Şurası
    unutulmamalıdır ki, o devirde Mesîl-i Mesih adıyla anılan kişi hayatında ne
    hac ne umre edâ etmişti.



    [12]
      Lod veya
    Lyoda, halen İsrail’de Tel Aviv yakınlarındaki meşhur havaalanının bulunduğu
    yer.



    [13]
    Bu sözler
    Hz. Abdullah bin Amr bin As’ındır



    [14]
    Sözlük
    anlamı “yer hayvanı” olan bir çeşit hayvan



    [15]
    Bugün Afik
    değil, Fik olarak bilinen kasaba, Suriye-İsrail sınırında bulunmaktadır.
    Bu­nun biraz ilerisinde batıda birkaç mil ötede, Ürdün şehrinin menbası olan
    Taberriye gölü vardır. Bunun güney batısına Pik (Afik) tepesi, denilir.



    [16]
    Böyle bir
    şeyin olacağına inanmayan biri el-Bakara suresinin 259. ayetini dikkatle
    oku­malıdır. Burada Allah şöyle diyor: “Allah onu yüz sene öldürdü. Ve sonra
    tekrar diriltti.”



    [17]
    İslâm
    uleması bu meseleye tam bir açıklık getirmişlerdir. Allâme Taftazani
    (722-792 H.) “Şerh-i Akaid” adlı eserinde şöyle diyor: “Hz. Muhammed
    (a.s.)’in son peygamber olduğu sa­bittir… Eğer kendisinden sonra da Hz.
    İsa’nın inişinden bahsedildiği söylenirse, biz deriz ki; evet hadislerde
    kendisinden bahsediliyor, ama o Hazreti Muhammed (a.s.)’a tabi olacaktır.
    Zira İsa’nın şeriatı iptal edilmiştir. Bu sebeple, ne kendisine vahiy
    gelecek ne de o yeni emirler getirecektir. Aksine Rasûlullah (a.s.)’ın naibi
    durumunda olacaktır.” (Mısır baskısı, s. l35). İmam Râzi bu ko­nuyu daha
    açık bir şekilde ortaya koymuştur: “Peygamberlik devri Hz. Muhammed (a.s.)
    ile ka­panmıştır. Rasûlullah dünyaya geldikten sonra peygamberlerin gelişine
    son verilmiştir. Dolayısıy­la, Hazreti İsa’nın dünyaya geldikten sonra Hz.
    Muhammed Mustafa’ya tabi olacağı şüphe götürmez bir husustur.” (Tefsir-i
    Kebir, cilt: 111, s. 343).



    [18]
    Gerçi iki
    hadis (No: 5 ve 21)’te, Hz. İsa’nın geldikten sonra ilk namazı kendisinin
    kıldıra­cağı belirtilmiştir. Fakat diğer hadislerde (3,7,9, 15 ve 16) namazı
    kıldırmaktan vazgeçip bu vazi­fenin Müslümanların imamı tarafından yerine
    getirilmesini isteyeceği açıklanmıştır. Bu hususta bü­tün muhaddis ve
    müfessirler ittifak halindedirler

  • HZ. MUHAMMED (A.S)’İN PEYGAMBERLİĞİNİN ZARURETİ VE BUNUNLA İLGİLİ DELİLLER



    Üçüncü Bölüm: HZ. MUHAMMED (A.S)’İN PEYGAMBERLİĞİNİN ZARURETİ VE BUNUNLA İLGİLİ
    DELİLLER



    3.1. GEÇMİŞTEKİ PEYGAMBERLERDEN SONRA HZ. MUHAMMED (A.S.)’E PEYGAMBERLİK
    VERİLMESİNİN SEBEPLERİ



    3.1.1. Araplar Öteden Beri Bir Peygambere İhtiyaç Duyuyorlardı



    3.1.2. “Açık Bir Delil”in Gereği



    3.1.3. Hz. Muhammed (a.s.)’in Arabistan’da Doğmasının Hikmeti



    3.2. HZ. MUHAMMED (A.S.)’İN PEYGAMBERLİĞİNİ AKIL PLÂNINDA TARTIŞMAK



    3.2.1. Bin Dört Yüz Yıl Önceki Dünya



    3.2.2. Arabistan’da Durum



    3.2.3. Kişiliği ve Karakteri



    3.2.4. Zihnî ve Ruhi Dünyasında Değişiklik



    3.2.5. Kurtuluş Çağrısı



    3.2.6. Halkın Tepkisi



    3.2.7. Baskı ve Zulme Karşı Direniş



    3.2.8. Tutum ve Davranışındaki İkinci Büyük Değişiklik



    3.2.9. Güzel Ahlâk



    3.2.10. Yeni Bir Çağ Açan



    3.2.11. Çok Yönlü Şahsiyet



    3.2.12. Çevresini Aşan Bir Şahsiyet



    3.2.13. Tarihi Oluşturan Şahsiyet



    3.3. HZ. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİĞİ LEHİNDE KUR’AN’IN İLERİ SÜRDÜĞÜ DELİLLER



    3.3.1. Ümmiliğin Nübüvvet İle İlgisi



    3.3.2. Nübüvvet’ten Önceki Yaşantısı da Bir Delildir



    3.3.3. Kur’ân-ı Kerim Mu’cizevî Bir Kelâm ve Peygamberliğin Delilidir



    3.4. HZ. PEYGAMBER’İN DOĞUŞUYLA İLGİLİ TEVRAT VE İNCİL’İN NAKLETTİĞİ HABERLER



    3.4.1. Hz. Îsa’nın Meşhur Bir Sözü



    3.4.2. Tevrat’ın Nakilleri



    3.4.3. İncil’de Hz. Muhammed’in Peygamberliğine İlişkin Haberler



    3.4.3.1 “Muhammed” ile “Ahmed”



    3.4.3.2. Hz. Mesih, Hz. İlyas ve “O Nebi”



    3.4.3.3. Yuhanna İncil’inde Geçen İbareler



    3.4.3.4. Yukarıda Geçen İbarelerin Anlamı



    3.4.3.5. Dünyanın Lideri Olacak



    3.4.3.6. “Munhamanna”



    3.4.3.7. Necaşi’nin Şehadeti



    3.4.3.8. Barnabas İncili



    3.4.3.9. Barnabas İncili Hakkında Bazı Temel Bilgiler



    3.4.3.10. Hıristiyanlar Neden Barnabas İncili’ne Karşı Çıkıyor?



    3.4.3.11. Barnabas İncili’nde Yer Alan Açık işaret ve Haberler



    3.4.4. Üç Şüphe’nin Giderilmesi

     

    Üçüncü Bölüm: HZ. MUHAMMED (A.S)’İN
    PEYGAMBERLİĞİNİN ZARURETİ VE BUNUNLA İLGİLİ DELİLLER

    3.1. GEÇMİŞTEKİ PEYGAMBERLERDEN SONRA
    HZ. MUHAMMED (A.S.)’E PEYGAMBERLİK VERİLMESİNİN SEBEPLERİ

    “Ve gerçek şudur ki, geçmiştekilerden sonra Kitabın vârisi
    olanlar ıstıraplı bir şüphe içinde bulunuyorlar” (Şûra; 15)

    Her peygamber ve onu takip eden diğer peygamberlerin devri
    geçtik­ten sonra, Kitabullah son nesillere gelinceye kadar bir hayli tahrife
    uğra­mış ve bu nedenle İnsanlar, kitaba inanmakta tereddüt etmişlerdi. Allah’ın
    kitapları hakkında insanların bu tutumu şöyle açıklanabilir. Tevrât ile İn­cil
    eski hüviyetlerini tamamıyla kaybetmişlerdi. Bu kitapların ne muhteva ne de
    dilleri korunabilmişti. Allah’ın kelâmı, tefsir, te’vil, tarihi ve semavi
    rivayetler, efsaneler ve din adamlarının farklı yorumlarıyla tanınmaz hale
    gelmişti. Tercümeleri o kadar kabul gördü ve yayıldı ki asılları ortadan
    kayboldu. Bu kitaplarla ilgili tarihi vesika ve deliller de ya iyice muhafaza
    edilmedi ya da kasten ortadan kaldırıldı. Sonuçta, ellerdeki nüshaların Hazreti
    Musa veya Hazreti Îsa’nın Allah’ın kelâmı olarak insanlara takdim ettikleri
    nüshaların aynısı olup olmadığını tesbit etmek de zorlaştı. Bunun yanı sıra,
    azizler, rahipler, din ve bilim adamları bu kitaplarla ilgili olarak din,
    ilâhiyat, felsefe, hukuk, fizik, psikoloji ve sosyal bilimleri ilgilendiren
    öylesine karmaşık tartışmalar açtı ve ideoloji ile doktrinler ortaya attılar ki,
    İnsanlar için doğru yolu bulmak büsbütün güçleşti. Allah’ın kitabı asıl şekli ve
    güvenilir haliyle ortada bulunmadığı için insanların, Hak ile Batıl’ı ayırt
    edecek bir belge veya kaynağa başvurmaları tamamıyla imkan­sızlaştı.

    Arabistan’a Hak dininin ışıkları ilk defa, tarihten önce yaşamış
    olan Hz. Hûd (a.s.) ve Hz. Salih (a.s.) sayesinde girmişti. Daha sonra Hz.İbrahim
    (a.s.) ve Hz. İsmail (a.s.)in devri başladı. Bu iki peygamber, Hz. Mu­hammed
    (a.s.)’den yaklaşık 2500 yıl önce yaşamışlardı. Hz. Muhammed (a.s.)dan önce
    Hicaz topraklarına gönderilen en son peygamber ise Hz. Şuayb (a.s.) idi.

    3.1.1. Araplar
    Öteden Beri Bir Peygambere İhtiyaç Duyuyorlardı

    “Bunlar yemin ederek diyorlardı ki, kendilerine bir uyarıcı,
    korkutu­cu gelirse, dünyanın her milletinden daha dindar ve dürüst
    olacaklardır.” (Fâtır; 42)

    Arabistan halkı ve özellikle Kureyşliler, Hz. Peygamber’in
    nübüvve­tinden önce Yahudiler ile Hıristiyanların bozuk ahlâkını görerek işte
    böyle yakınıyorlardı. Aynı konuya En’âm suresinde de değinilmiştir:

    “Bu kitabın gelmesinden sonra artık siz diyemezsiniz ki, bu
    kitap biz­den önceki iki topluluğa verilmişti ve bizim onların ne okuduğundan
    ha­berimiz yoktu. Artık siz diyemezsiniz ki, Kitap bize nâzil olsaydı, biz
    on­lardan daha dindar ve yüksek ahlâklı olacaktık.” (En’âm; 156-157)

    Saffât sûresinde de aynı konuya şöyle değinilmektedir.

    “Bunlar daha önce diyorlardı ki, keşke bizde geçmiş kavimlerin
    zikri (kitabı) olsaydı biz Allah’ın güzide kulları olacaktık.” (Sâffât; 167-169)

    3.1.2. “Açık Bir
    Delil”in Gereği

    “Ehli kitap ve müşriklerden kâfir olanlar, kendilerine Allah’tan
    açık bir delil, (yani) kutsal kitapları okuyan bir peygamber gelmedikçe kendi
    (küfürlerinden) vazgeçmeyeceklerdi”. (Beyyine; 1-2)

    Demek oluyor ki, kâfirlerin küfürlerini terk etmelerinin tek
    çaresi, bir peygamberin kesin delillerle gelip, neyin doğru neyin yanlış
    olduğunu açıkça kendilerine anlatmasıydı. Bu demek değil ki, bu parlak ve açık
    delillerin gelmesiyle kâfirlerin hepsi bir anda küfrü terk edeceklerdi. Bu
    ko­nuyu şöyle izah etmek lâzımdır: Açık bir delilin yokluğunda müşrik ve
    kâfirlerin acıklı durumlarından kurtulmaları büsbütün imkânsızdı. Fakat delilin
    gelmesiyle onlardan bazısı için kurtuluş yolu açılmış olacaktı. Kü­fürlerinden
    vazgeçmeyen ve hatalarında ısrar edenlerin sorumluluğu ise kendilerine ait
    olacaktı. Hiç olmazsa, bundan böyle Allah’ın kendilerine hidayet yolu
    göstermediğini öne süremezlerdi. Kur’an-ı Kerim’de bu hu­sus muhtelif
    vesilelerle muhtelif şekillerde dile getirilmiştir. Meselâ, Nahl sûresinde,
    “doğru yolu gösterme sorumluluğu Allah’a aittir” denilmiştir. (Ayet; 9). Leyl
    sûresinde şöyle buyurulmuştur: “Yol göstermekten Ben sorumluyum” (âyet; 12).
    Nisâ sûresinde şu satırlara rastlanır: “(Ey nebi), Nuh ve daha sonraki
    peygamberler gibi senin tarafına vahiy gönderdik. Bu peygamberler müjde vermek
    ve haber vermekle mükellef kılınmışlar­dı. Böylece bu peygamberlerin gelişinden
    sonra insanların Allah’a şikayet edebilecekleri herhangi bir sebep kalmasın”
    (âyet; 165). Şu âyetlere de dikkat edelim:

    “Ey Ehli Kitab, Benim Peygamber’im, Resul’lerin silsilesi uzun
    müd­det durduktan sonra, size hakikati izah etmek için gelmiş bulunuyor. Bun­dan
    böyle, bize müjde ve haber veren herhangi biri gelmediğini iddia edemezsiniz.
    Onun için bakın, size müjde ve haber veren gelmiştir”. (Maide; 19)

    “Önceleri kitapla şereflendirilmiş olanlar arasında uyuşmazlık
    ol­madı, ama daha sonra onlara (doğru yolun) açıklaması geldi”. (Beyyine; 4)

    Demek, bundan evvel Ehl-i Kitab’ın doğru yoldan saparak çeşitli
    grup ve topluluklara ayrılmalarının sebebi, Allah’ın kendilerine açık bir delil
    ve işaret göndermemesi veya doğru yolu göstermemesi değildi. Bu­nun aksine,
    kitap sahipleri Allahu Teâlâ’dan doğru bilgi ve hidayetin gel­mesinden sonra
    kötü yola saptılar. Bu itibarla, sapıklıklarının sorumluluğu tamamıyla
    kendilerine aitti. Aynı şekilde bunların kutsal kitapları tahrif edildiği için
    gerçek değer ve anlamlarını yitirmiş, yol gösterici özellikle­rinden yoksun
    kalmışlardı. Bunun üzerine, Cenab-ı Hak kendi Peygam­ber’ini açık ve parlak bir
    delil olarak onlara gönderdi ve bu Peygamber’in vazifeleri arasında semavi
    kitapları düzeltmek, asıl şekillerine sokmak da vardı. Böylece Allah’ın hücceti,
    yani son delili de verilmiş oldu. Kur’an-ı Kerim’de bu husus Bakara; 213-253,
    Al-i İmran; 19, Maide; 44, Yunus; 93, Şura; 13-15, Casiye; 16-18 sûrelerinde
    etraflıca ele alınmıştır.

    Peygamberlerin bir millete gönderilmesinin maksadı ve gayesi,
    bir resûl veya peygamber olmaksızın, doğru yolu bulmalarına hiçbir imkân
    olmadığı için, onların doğru yolu bulmalarına yardımcı olmaktır. Bir
    pey­gamberin varlığı onun nübüvvetinin bir delilidir. Peygamber’in başlıca
    va­zifesi, geçmişteki kutsal kitapların akıbetine uğramamış ve yanlış itikat ve
    ananelerin ilâve edilmesi ile değerini kaybetmemiş olan Allah’ın doğru ve gerçek
    kitabını ümmetine iletmektir.

    3.1.3. Hz.
    Muhammed (a.s.)’in Arabistan’da Doğmasının Hikmeti

    Dünya coğrafyasını alın, gözden geçirin. Kuş bakışı bir gözlem
    bile, bütün dünyada peygamberlik için Arabistan’dan daha uygun bir yer olma­dığı
    ve olamayacağının anlaşılması için yeterlidir. Arabistan, Asya ile Af­rika’nın
    tam ortasında olup Avrupa’ya da çok yakındır. Özellikle, orta çağ­larda
    Avrupa’nın pek çok uygar uluslarının genellikle Avrupa’nın güne­yinde
    yaşadıkları göz önünde bulundurulursa, Arabistan’ın stratejik önemi
    kendiliğinden ortaya çıkar. Güney Avrupa’nın Arabistan’a uzaklığı Hindistan’ınki
    kadardı.

    O çağın tarihini okuyun. Göreceksiniz ki peygamberlik için Arap
    milletinden daha uygun bir millet yoktu. O zamana kadar pek çok mil­let şan ve
    şöhret kazanmış, sonra muhtelif zaaflara kapılarak tarih sahne­sinden
    silinmişlerdi. Arap milleti ise genç ve dinç olup, benliğini henüz kazanmamıştı.
    Medeniyet ve kültür diğer kavimleri yozlaştırmış, henüz uygarlığın meyvesini
    tadamadığı için, rahata ve lükse alışamamış, dolayı­sıyla, uygarlığın
    zararlarından da etkilenmemişti. Altıncı yüzyılın Arap’la­rı medeniyetin zararlı
    tesirlerinden uzak kalmış, pek çok meziyetlere sa­hiptiler. Onlar cesurdu,
    yiğitti, mertti, cömertti, doğru sözlüydü ve vaatle­rini yerine getirirlerdi.
    Düşünceye saygılı, hür ve hürriyet sever, namuslu ve haysiyetli insanlardı..
    Namusları için canlarım feda etmekten çekin­miyor, sade ve basit hayat sürüyor
    ve her türlü lüksten kaçınıyorlardı. Şüphesiz onların bazı kötü tarafları da
    vardı. Çünkü yaklaşık olarak 2500 seneden beri onlara herhangi bir peygamber
    gelmemişti. Durumlarını düzeltecek onlara iyi ahlâk ve medeniyetin kurallarını
    öğretecek bir lider de yoktu. Asırlardan beri çölde yaşadıkları için çeşitli
    batıl inanç ve hura­feleri kabul etmişlerdi. Cehalete öylesine saplanmışlardı ki
    onları adam etmek kolay değildi. Fakat yine de asıl cevherleri yok olmamıştı.
    Fevkalâde kuvvetli ve kabiliyetli bir lider ve büyük bir dahi onlardaki bu
    cevheri bulup, pekâla emsalsiz bir millete dönüştürebilirdi. Böyle üs­tün
    yetenekli bir önderin öğretisiyle, çöldeki bu bedeviler dünyaya mey­dan
    okuyabilecek ve büyük bir ideal uğruna dünyayı hakimiyetleri altına alabilecek
    güçteydiler. Gerçekten, cihan Peygamberi’nin (a.s.) talimatının her tarafa
    yayılması için işte böyle genç ve dinamik bir millete ihtiyaç vardı.

    Sonra Arapçaya bakın. Bu dili öğrenir, dilin edebi hazinesini
    bilirse­niz, ilâhi emir ve buyrukların en ince noktalarına kadar ulvi bir ifade
    ile anlatılması ve insanların kalbinde heyecan ve dehşet yaratılması için
    bun­dan daha uygun bir lisan olmayacağına kani olursunuz. Arapça ile çok de­rin
    ve bilimsel konular, birkaç kelime ve cümleyle ifade edilebilir. Sonra, bu
    cümlelerde öyle büyük hitabet ve tesir gücü var ki, bunlar dinleyicinin yüreğine
    adeta bir ok gibi işler. Bazen ifadeler öylesine tatlı ve yumuşak olur ki,
    cazibesine kapılmanız işten bile değildir. Bazen Arapçayı duyunca bir musiki
    dinlediğinizi hissedersiniz. Doğrusu, Kur’an-ı Kerim gibi yüce bir kitap için
    böyle bir dile ihtiyaç vardı.

    İşte bu sebeplerden dolayıdır ki Allahu Teâlâ, iki cihan
    Peygambe­ri’nin biseti için Arabistan’ı seçti.

    Bir millet asırlarca cehalet, dalâlet, geri kalmışlık ve
    ahlâksızlığın ba­tağında kıvranıyor. Birden bire Allah’ın rahmetiyle o millete
    bir lider ve önder doğuyor ve hemşehrilerini doğru yola çağırıyor. Bu lider,
    yanında getirdiği Allah’ın kitabıyla milletini gaflet uykusundan uyandırıp
    cehalet, batıl inanç ve evhamı bırakıp Allah’ın yolunu takip etmeleri için ikna
    et­meye çalışıyor.

    Ama bu milletin akılsız ve ahmak insanlarıyla çıkarları
    tehlikeye gi­ren kabile reisleri bu yeni lidere şiddetle karşı çıkıyor ve
    kendisini başarı­sız kılmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Yıllar geçtikçe
    bu kötü niyetli insanların kin, nefret ve düşmanlığı had safhaya ulaşıyor ve en
    nihayet ye­ni lideri öldürmeye karar veriyorlar.

    Tam bu sırada, Allahu Teâlâ bu bedbin ve kinci insanları sert
    bir şe­kilde ikaz ediyor ve diyor ki: “Sakın, budalalığınızla bir şeyin
    halledilece­ğini sanmayın. Sanmayın ki sırf bu yüzden sizi yola getirmekten
    vazgeçe­ceğim. Yüzyıllardan beri içinde bulunduğunuz bataklıktan sizi
    kurtarma­yacağım hissine kapılmayın. Rahmetimin gereğinin bu olduğunu mu
    sanı­yorsunuz? Hiç düşündünüz mü, Allah’ın rahmetine sırt çevirip batıl
    inançlarda ısrar etmeniz sizi nereye götürecek? Sizi ne gibi bir akibet
    bek­liyor, hiç düşünmeye çalıştınız mı?”

     3.2. HZ. MUHAMMED (A.S.)’İN
    PEYGAMBERLİĞİNİ AKIL PLÂNINDA TARTIŞMAK

    3.2.1. Bin Dört
    Yüz Yıl Önceki Dünya

    Bir an için gözlerinizi kapayın ve 1400 yıl önce dünyanın
    durumunu gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Bu nasıl bir dünya idi?

    İnsanlar arasındaki haberleşme ve ulaşım araçları yok denecek
    kadar azdı. Milletler ve ülkeler arasındaki ilişkiler son derece yetersizdi.
    İnsanların bilgisi ne kadar sınırlıydı!.. Düşünceleri çok eksikti! Tersine batıl
    inançları ve evhamı o kadar çoktu! Cehalet ve bilgisizliğin karanlığı, ilim ve
    faziletin aydınlığını alabildiğince zayıflatmıştı! Dünyâda ne telgraf vardı, ne
    telefon. Ne radyo vardı, ne tren veya uçak. Ne matbaa vardı, ne yayınevleri. Ne
    çok okul vardı, ne de üniversite. Ne gazete ve dergiler çı­kardı ne de kitaplar
    yayınlanırdı. O çağın bir âlimi ve düşünürünün bilgisi ve bilgi kaynakları
    bugünkü yazar ve bilim adamından çok daha sınırlıy­dı. O devirde yüksek tabakaya
    ait bir soylunun hayat seviyesi bugünkü bir işçiden daha düşüktü. O devrin en
    aydın kişisinin görüşleri bugünkü belki de en kültürsüz insanın görüşlerinden
    daha eksikti. Bugün herkesin bildiği şeyler geçmişte yıllarca süren, araştırma
    ve incelemenin sonunda öğreni­lebilirdi. Bugün küçük bir çocuğun kısa sürede
    edindiği bilgiler, o devir­lerde yüzlerce kilometrelik yolculuk ve bazen ömür
    boyu süren inceleme­lerin sonunda zorlukla elde edilebilirdi. Bugün evham ve
    hurâfe olarak bi­linenler, o çağda birer “gerçek”ti. Bugün medeniyetten uzak ve
    vahşi ola­rak adlandırdığımız pek çok hareket, eskiden yaşantının birer
    parçasıydı­lar. Bugün vicdanımızın nefretle karşıladığı bazı ahlâki saplantı ve
    adet­ler, o devirde en ufak bir tiksinti uyandırmazdı. İnsanın düşünceleri o
    ka­dar alçalmıştı ki, olağanüstü, Mu’cizevi, garip, örf ve adetlere aykırı ve
    şa­şırtıcı olmayan bir şeyin varlığı veya büyüklüğüne inanmazdı.

    3.2.2.
    Arabistan’da Durum

    Bu karanlık çağda, dünyanın bir köşesinde karanlık biraz daha
    faz­laydı. O çağın medeniyet seviyesine göre Arabistan en alt sırada yer
    alı­yordu. Çevresindeki ülkelerde meselâ, İran, Bizans imparatorluğu ve
    Mı­sır’da bilim, teknoloji, uygarlık ve kültür hiç olmazsa belli bir düzeyde
    idi. Ancak büyük sahra ve çöller yüzünden Arabistan bu medeni ülkelerden hayli
    kopuktu. Arap tacirleri develeriyle aylarca yolculuk ederek bu ülke­lere gidip
    mal satar veya oralardan mal satın alırdı. Bu ticaret kafileleri­nin tek amacı
    alış-veriş olduğu için, Arap tüccarları ülkelerine dönünce ilim ve kültür
    türünden çok az şeyi yanlarında getirirlerdi. Arabis­tan’da ne bir okul vardı ne
    de kütüphane, İnsanlar ne okuma yazma ile il­gileniyorlar ve ne de başkalarından
    bir şey öğrenmeye gayret ediyorlardı. Bütün ülkede okuma yazma bilenlerin sayısı
    parmakla sayılacak kadar az­dı. Bu okumuş kişiler de öylesine âlim ve bilgin
    sayılmazdı. O devrin ilim ve kültüründen hemen hemen yoksundular. Şüphesiz,
    güçlü bir dile sahip­tiler. Bu dilde her türlü derin konular ifade edilebilirdi.
    Araplar edebiyat ve özellikle şiire de çok meraklıydılar. Ne var ki bize gelen
    edebiyat ör­neklerinden haklarında, sağlıklı bir karar vermemize imkân yoktu.
    Zira, ilk bakışta zevklerinin pek iyi olmadığı, ilgilerinin de sınırlı olduğunu
    se­zebiliriz. Bu edebiyat örnekleri, medeniyet ve kültürlerinin çok düşük
    se­viyede olduğunu, düşünce ve hayal güçlerinin pek yüksek olmadığını örf ve
    adetlerinin ne kadar ilkel olduğunu, ahlâk kurallarının ne kadar bozul­duğunu,
    kısacası, ne kadar cehalet içinde olduklarını açıkça ortaya koyu­yor.

    Arabistan’da bir hükümet düzeni, hatta bir siyaset düzeni yoktu.
    Dev­let kavramı da kabile gelenekleri arasında kaybolup gitmişti. Her kabile
    özerkti. Bütün ülkede bir anayasa ve belli başlı kanunlar bulunmadığı için bir
    hukuk devleti tasavvuru hemen hemen hiç yoklu. Her yerde orman ka­nunu
    uygulanıyordu demek daha doğru olur. Yasa ve kurallar, güçlü olan­dan ve kaba
    kuvvetten yanaydılar, kim daha güçlüyse başkasının hakları­na tecavüz eder, mal
    ve mülküne konardı. Bir Arap bedevisi için kabile­sinden olmayan bir kişiyi
    öldürmekten ve malını gasbetmekten daha do­ğal bir şey yoklu.

    Ahlâk ve kültür ile ilgili düşünce ve kavramları garip ve son
    derece ilkeldi. Temiz ile pis, helâl ile haram, câiz ile câiz olmayan arasındaki
    far­kı hiç bilmezlerdi. Pislik içinde yaşarlardı. Hareketleri vahşiydi. Zina,
    ku­mar, içki, soygun, cinayet ve kan dökmek Arapların günlük yaşantısının
    ayrılmaz parçaları haline gelmişti. Çıplaklık ayıp değildi. Ulu orta çıplak
    dolaşma bir adetti. Kadınları bile çıplak vaziyetle Kâ’be’yi tavaf ederlerdi.
    Kızlarını, başkalarına vermemek gibi cahilane bir düşünce ile, doğar doğ­maz
    canlı canlı gömerlerdi. Araplarda, babalarının ölümünden sonra üvey anneleriyle
    evlenmek de bir gelenek idi. Yemek yemek, konuşmak ve gi­yinmek konusunda da en
    basil kurallara riayet etmezlerdi.

    Dinî inançlarına gelince, Araplar’ın durumu, o çağın diğer
    milletleri­nin içinde bulunduğu cehalet ve dalaletin derin karanlığından pek
    farklı değildi. Putperestlik, ruhlara tapma ve yıldızlara tapma, kısacası,
    Allah’a inanmanın dışında ne kadar çok inanç ve ibadet aklınıza gelebilirse
    hepsi o çağın insanlarında vardı. Eski çağ peygamberlerinin öğretileri hakkında
    doğru dürüst hiçbir bilgileri yoktu. Araplar yalnız Hz. İbrahim (a.s.) ile Hz.
    İsmail (a.s.)ın ataları olduğunu bilirlerdi. Fakat bu baba-oğul
    peygam­berlerinin dininin en olduğunu ve kime ibadet ettiklerini bilmezlerdi. Ad
    ve Semud’un öyküleri de yaygındı. Fakat bunlarla ilgili olarak Arap
    tarih­çilerin kaleme aldıkları hikâyelerde Hz. Salih (a.s.) ve Hz. Hûd (a.s.)un
    ta­limatına hiç rastlayamazsınız. Araplar, Yahudi ve Hıristiyan vatandaşları
    vasıtasıyla Beni İsrail Peygamber’lerinin hikâyelerini de az çok öğrenmiş­lerdi.
    Ama bu bilgiler fevkalâde yüzeyseldi. Bunların ne olduğunu öğren­mek isteyenler
    müslüman müfessirlerin İsrail Oğullarının rivayetleri hak­kında anlattıklarına
    göz atabilirler. Bu kayıtlardan, Arap’ların İsrail Oğul­larının Peygamberleri
    hakkında ne kadar sınırlı ve yanlış bilgilere sahip oldukları açıkça
    anlaşılıyor.

    İşte böyle bir devirde ve böyle bir memlekette bir insan
    doğuyor. He­nüz küçükken annesi, babası ve dedesi vefat ediyorlar. Şartların bu
    kadar ağır ve imkânların bu kadar sınırlı olduğu bir dönemde bir Arap çocuğu,
    hakkı olduğu aile himayesinden de mahrum kalıyor. Biraz büyüyünce be­devi
    çocuklarla çobanlığa başlıyor. Gençliğinde ticaretle meşgul oluyor. Yukarıda
    özelliklerini sıraladığımız bir ortamda yetişiyor. Herhangi bir âlim veya vâizin
    yanında da görülmüyor. Zâten o devrin Arabistan’ında âlim kabilinden kimse
    yoklu. Evet, birkaç defa Arabistan’ın dışına çıkma fırsatını buluyor ama
    yolculuğu sadece Şam’a kadar uzanıyordu. Bu yol­culuk da o dönemde Arap
    tacirlerinin yaptığı ticari seyahatlerden farklı değildir. Şimdi bir an için
    Resul-ü Ekrem’in bu ticari yolculuklar sırasında bir iki kez bilgi ve kültür
    kaynaklarından yararlandığını farzetsek bile, bu şekilde bölük pörçük elde
    edilen bilgi ve gözlemin gayet yüzeysel ve sı­nırlı olduğunu söyleyebiliriz. Bu
    tür parça parça ve acil durumlarda elde edilen bilgiyle kimsenin kişiliği
    değişemez. Bu noksan bilgilerin, bir kişi­yi çevresinden koparacak ve hatta
    kendisini bambaşka bir insan yapacak çapta olduğunu söylemek abestir. Okuması
    yazması olmayan bir bedeviyi, sadece bir ülke değil, bütün dünyanın ve bir çağın
    değil, bütün çağların li­deri ve önderi yapacak bilgilerin bu tür ayak üstü
    sohbetlerle elde edilece­ğini sanmak gerçekten saflıktır. Kendisinin
    yabancılardan” bir ölçüde bilgi alış-verişinde bulunduğunu kabul etsek bile, bu
    bilgi ile kimsenin o çağda bilemediği herhangi bir emsalini göremediği ve halta
    hiçbir yerde bulun­mayan din, ahlâk, medeniyet ve kültürün en alâsını sunacak ve
    şahsen temsil edecek ve yaşayacak hale gelmesine inanmak zordur.

    3.2.3. Kişiliği
    ve Karakteri

    Sadece Arabistan’ın değil, bütün dünyanın o zamanki halini bir
    defa daha gözünüzün önüne getirin ve bunun karşısında şu hususlara dikkat edin.
    Söz konusu kişinin hangi şartlar altında doğduğuna, ailesinin nasıl olduğuna,
    çocukluğunun nasıl bir çevrede geçtiğine, gençliğinde ne yaptı­ğına ve kimlerle
    haşir neşir olduğuna. Daha ilk bakışta kendisinin bam­başka bir insan olduğuna
    kanaat getirirsiniz. Ondan daha yüksek ahlâklısı ve temiz karakterlisi yoktur.
    Hiçbir zaman yalan söylemez. Doğru sözlü­lüğüne bütün millet şahittir. En ezeli
    düşmanı bile falanca yerde veya za­manda, yalan söylediğini iddia edemez.
    Kimseye kötü sözler söylemez. Kimse O’nun şu veya bu vesile ile küfür
    söylediğini veya müstehcen şey­ler konuştuğunu ileri süremez. Her türlü insanla,
    her konuda görüşür ama kimse ile ağız kavgası yaptığı, sert konuştuğu
    söylenemez. Dili sert değil, yumuşak ve tatlıdır. Öylesine tatlı dillidir ki
    O’nunla konuşan ve sohbet eden kişi olgunluğuna hayran kalır. Kimseye kötü
    muamele yapmaz, kim­senin hakkını çiğnemez. Yıllarca ticaretle meşgul olmasına
    rağmen bir de­fasında bile birinin parasını yediği veya para yüzünden kavga
    çıkardığı vaki olmamıştır. Beraber çalıştığı herkes dürüstlüğüne inanmıştır.
    Öylesi­ne doğru sözlü ve ilişkileri dürüst olan bir insandır ki, herkes O’na
    “emin” lakabını takmıştır. Dürüstlüğüne o kadar inanılıyor ve güveniliyor ki
    düş­manları bile para ve kıymetli eşyalarını O’na emanet ediyorlar. Her tarafta
    hayasızlık ve çıplaklık almış yürürken, kendisi çocukluğundan beri her zaman
    uygun kıyafette bulunmuş, hayalı davranmıştır. Ahlâksızlık yanın­dan bile
    geçmemiştir. İçkiye dokunmaz, kumar oynamaz, görgüsüz ve kültürsüz İnsanlar
    arasında temizlik ve erdemliliğin timsâlidir. Laubalilik­ten nefret eder.
    Temizlik ve taharet hayranıdır. Yumuşak kalbli ve merha­metlidir, herkesin
    derdini paylaşır. Başkaları için acı ve eziyet çeker. Çev­resi, vahşilerle
    doluyken kendisi şiddet ve kan dökülmesinden nefret eder. Aşiretler arasındaki
    kavgalardan uzak durur, şahsi ve ailevi çatışmalara katılmaz, hatta bunları
    tasvip de etmez. Herkes putlara taparken, O akıl ve mantıkla hareket eder. O’na
    göre, gökler ile yeryüzü arasında tapılacak hiçbir şey yoktur. Hiçbir yaratığın
    önünde eğilmez. Putlara kurban verme­yi veya putlara adanan hediye ve
    yiyecekleri kabul etmez. Gönlü her türlü şirke ve mahluklara tapılmasına razı
    olmaz. Kısacası, bu insan alacakaran­lıkta etrafını aydınlatan bir kandil ve âdi
    taşlar arasında göz kamaştırıcı bir elmas gibidir.

    3.2.4. Zihnî ve
    Ruhi Dünyasında Değişiklik

    Yaklaşık kırk yıl böylesine temiz ve dürüst bir hayat süren bu
    insanın ömründe büyük bir değişiklik ve devrim meydana gelir. Çevresindeki
    ka­ranlıktan canı sıkılır. Çevresindeki cehalet, ahlâksızlık, kötülük,
    düzensiz­lik, şirk ve putperestlik denizinden bir anda kurtulmak ister. Bu çevre
    ve ortam, O’nun tabiatına hiç uymaz. Nitekim bu pislik dolu dünyasından
    bunalarak sessiz ve sakin yerlere gider, dağlar ve tepelerde huzur ve sükûnu
    aramaya çalışır. Bu hareketini sık sık tekrarlar. Günlerce dağlarda ve
    ma­ğaralarda hakikati arar. Oruç tutarak zihnini ve kalbini temizlemeye
    çalı­şır. Düşünür, taşınır ve murakabe yapar. Çevresindeki karanlığı yırtacak,
    ortadan kaldıracak bir ışık arar durur. Eline öylesine sihirli bir imkân
    ge­çirmek ister ki, bununla doğru yoldan sapmış olan dünyayı kökünden yı­kıp
    yeni bir dünya oluşturabilsin.

    3.2.5. Kurtuluş
    Çağrısı

    Birden bire kişiliğinde ve durumunda muazzam bir değişiklik
    meyda­na gelir. Birden bire kalbi kendisinden olmayan bir ışıkla dolar. Birden
    bi­re kendisinde daha önce olmayan bir güç hisseder. Mağaranın yalnızlığın­dan
    çıkıp, şehre iner. Ve insanlara taptıkları putların gerçek olmadığını, hiçbir
    anlam taşımadıklarını dolayısıyla onları bırakmaları gerektiğini söyler. Hiçbir
    insan, ağaç, ruh, yıldız, ay ve gezegenin tapılmaya lâyık ol­madığını belirtir.
    Bunlara itaat ve ibadet etmenin gereksiz ve anlamsız ol­duğunu söylemeye
    çalışır. Der ki, bu dünya, ay, yıldız, güneş, gök ve kâinat Allah tarafından
    yaratılmıştır. Sizi yaratan da öldüren de Allah’tır. Sadece O’na kul olun, O’na
    itaat edin, O’nun önünde eğilin. Yaptığınız hırsızlık, soygun, yağma, katliam,
    zulüm, fuhuş ve diğer hayasızlıklar gü­nahtır. Bunlardan sakının, Allah
    bunlardan hoşlanmaz. Doğru söz söyle­yin, doğru hareket edin. Herkese adaletli
    davranın. Kimsenin canına kıy­mayın, kimsenin malına göz dikmeyin. Hakkınız ne
    ise alın, hakkı olana hakkını verin. Hepiniz insansınız ve bütün İnsanlar
    eşittir. Kimse rezil ve alçak olarak doğmamıştır. Aynı şekilde kimse şeref ve
    haysiyet madalya­sıyla dünyaya gelmemiştir. Büyüklük ve üstünlük ırk ve soydan
    değil, Al­lah’a yakın olmak ve dürüst olmaktan gelir. Allah’tan korkan, ahlâkı
    temiz olan üstün insandır. Gerisi boştur, öldükten sonra hepiniz dirilecek ve
    Al­lah’ın huzuruna çıkacaksınız. Herkes kendi söz ve hareketlerinin
    muhase­besini yapacak, Allah’a hesap verecektir. Her şeyi bilen ve gören Allah,
    yaptıklarınızın muhakemesini görüp son kararını verecektir. O’ndan hiçbir şey
    saklayamazsınız. Bütün hayatınız açık bir kitap gibi Allah’ın önünde duracaktır
    ve O, bu kitaba göre hakkınızda hükmünü verecektir.) O Adil-i Mutlak’ın nezdinde
    kimse kimsenin avukatlığını yapamayacak, kimse kimseyi kurtaramayacaktır.
    Allah’ın katında ne rüşvet geçerlidir, ne de şan ve şöhret.Orada ne ırk
    sorulacak ne aile şeceresi. Tek değer ölçüsü iman ve iyi amel olacaktır, iman ve
    amel sermayesi bol olan doğruca cennete gidecek, bundan yoksun olan ise cehennem
    ateşinde yanacaktır.

    İşte O büyük insan, mağaradan çıkıp böyle bir kurtuluş
    çağrısında bulundu, bu şekilde halkına seslendi.

    3.2.6. Halkın
    Tepkisi

    Cahil halk sert bir tepki gösterir ve O’na birden bire düşman
    kesilir. Ona küfür eder, taş atar. Bir gün değil, iki gün değil, birkaç ay
    değil, tam on üç yıl kendisine zulüm eder, eziyet çektirir. Nihayet evinden,
    ocağından koparıp sürgüne gönderir. Bununla da yetinmez, sığındığı yerde
    kendisini ve taraftarlarım rahat ettirmez. Bütün Arabistan’ı O’na ve bir avuç
    taraftar­larına karşı ayaklandırır ve tam sekiz yıl kendileri için suikast
    hazırlar, kendilerine karşı üst üste seferler düzenleyip, saldırıya geçerler.
    Fakat bü­tün bu güçlük ve engellere rağmen o büyük insanın azmi kırılmaz.

    Bu halk, bu millet neden kendisine düşman kesilmiştir? Bu bir
    para ve arazi kavgası mıydı? Bir kan davası mıydı? Yoksa O onlardan bir mal mı
    talep ediyordu? Hayır, hiçbir şey! Bütün düşmanlık kin ve nefret sırf Allah’a
    çağırdığı içindi. Onlar hayret ediyorlardı; bu adam bizi neden tek Allah’a
    inanmaya, itaat etmeye davet ediyor? Bizi neden putperestlik, şirk ve fuhuştan
    alıkoymak istiyor? Kâhin, keşiş ve rahiplerin ekmeğine niçin mani oluyor? Kabile
    reislerinin sultasını neden kırmak istiyor? İnsanlar arasındaki farkı neden
    kaldırmak istiyor? Aşiret kavgaları ve ırkçı taas­supların niçin cehalet
    olduğunu söylüyor? Eski çağlardan beri süregelen toplum düzenini neden bozmak
    istiyor? Halk demek isliyordu ki: “Senin talimatın aile ve toplum düzenimize
    ters geliyor, milli geleneklerimize uy­muyor. Sen bu işten vazgeç, yoksa seni
    yaşatmayız.”

    3.2.7. Baskı ve
    Zulme Karşı Direniş

    Peki, bu insan neden bunca baskıya uğradı, neden bu kadar eziyet
    çekti? Milleti O’na hükümdarlık vermeye hazırdı ve talimatından vazge­çerse,
    O’nu servete boğmaya hazırdı. Ancak O her şeyi reddetti ve tebliği­ni, vaazını
    vermekten vazgeçmedi. Hem de her türlü zorluk ve zulme katlanarak. Bu niçin
    böyle idi? İnsanlar Allah’a inanıp, dürüst olsalardı, O herhangi bir şahsi
    menfaat mi elde edecekti? O’nu yolundan caydırmayan iktidar, servet ve
    başkalarına hükmetmekten daha cazip ve faydalı bir şey mi vardı? Ne gibi bir
    menfaat O’nu tam yirmi bir yıl her türlü bedeni ve ru­hi eziyet ve işkenceye
    katlanmaya itti? Düşünün; fedakârlık, iyi niyet ve yardımlaşmanın bundan daha
    büyük ve yüce bir örneği var mıdır? Kişi kendi nefsi için değil, başkalarının
    maddi ve manevî faydası için bunca zahmete ve külfete katlanabilir mi? Hem de
    iyi olmalarını, doğru yolu bulmalarını istediği millet O’nu taşlarken, evinden
    barkından koparırken ve sürgünde de peşini bırakmazken!

    Bir yalancı, bir sahtekâr, aslı astarı olmayan bir şey için
    bunca güçlük ve engellerle boğuşabilir mi? Macera peşinde olan bir şahıs sadece
    tahmin ve kıyasına dayanarak davasını böyle savunabilir mi? Bunca yalan, iftira
    ve ithamların yanı sıra fiili müdahaleye ve tecavüze karşı dayanabilir mi? Bir
    hokkabaz veya bir soytarı ortaya attığı bir oyun için, büsbütün ayağa kalkan bir
    millet ve memlekete karşı son ana kadar mücadele edebilir mi? Bir hilekâr ve bir
    şakacı sadece keyfi için büyük ordulara karşı koyabilir mi? Bu azim, bu
    kararlılık, bu sebat kendisinin ne kadar haklı olduğunu, davasının ne kadar
    sağlam olduğunu zaten gözümüzün önüne sermiyor mi? Davasının noksan veya zayıf
    olduğunu bilen bir kişi tam yirmi bir yıl her türlü muhalefete nasıl karşı
    koyabilirdi?

    Söz konusu insanın durumunda göze çarpan bu değişikliğin yanında
    bir değişiklik daha vardı ki, bu daha da şaşırtıcıydı.

    3.2.8. Tutum ve
    Davranışındaki İkinci Büyük Değişiklik

    Kırk yaşına kadar o bir Arap’tı, diğer Araplar gibi. Bu süre
    içinde kimse bu tüccarın büyüleyici hitabetine tanık olmamıştı. Kimse O’nun
    ilâhiyat, ahlâk, felsefe, siyaset, hukuk, iktisat ve biyoloji’nin en derin
    ku­ral ve tezlerinden bahsettiğini duymamıştı. Kimse, Tanrı, melekler, sema­vi
    kitaplar, geçmiş peygamberler, eski ümmetler, kıyamet, ölümden son­raki hayat,
    cennet ve cehennem hakkında tek bir söz söylediğini işitme­mişti. Şüphesiz,
    temiz bir karakteri, efendi bir kişiliği vardı, ama kırk ya­şına kadar hayatında
    olağanüstü herhangi bir değişikliğe rastlanmamıştı. Dolayısıyla O’nun ilerde
    büyük bir insan olacağını kimse sezememişti. Yakın çevresindekiler sessiz,
    sakin, barış sever ve dürüst bir kişi olduğu­nu biliyordu. Ancak kırk yaşından
    sonra mağaradan çıkınca sanki dünya­lar değişmişti.

    Artık O, yepyeni sözler söylüyordu. Konuşmasında öyle bir
    çekicilik, söylediklerinde bir cazibe vardı ki kendisini duyanlar büyülenmiş
    gibi oluyorlardı. Kelâmı öylesine etkileyici idi ki ezeli düşmanları bile,
    etki­lenmemek için O’nu dinlemekten kaçıyorlardı. Fesahat ve belağati öylesi­ne
    kuvvetliydi ki, aralarında büyük şair, hatip ve konuşmacının bulundu­ğu bütün
    Arap milletine açıkça meydan okuyor ve diyordu ki: “Okudu­ğum sûre ve ayetlere
    benzer bir tek sûre ve ayet getirin, köleniz olayım.” Ama kimse buna cesaret
    edemedi. Zira Arapların kulağı böylesine zarif, böylesine hitabet dolu bir
    konuşmaya alışmamıştı.

    Bu şahıs şimdi bir anda emsalsiz bir hekim, eşine rastlanmayan
    bir ıs­lahatçı, yeni bir medeniyetin kurucusu, usta bir siyasetçi, üstün
    kabiliyetli bir hukukçu, yüksek seviyeli bir hâkim ve tecrübeli bir komutan
    hüviyetleriyle karşınıza çıkıyor. Bu şahıs Arabistan çöllerinin cahil
    bedevilerine akıl, mantık ve hikmetin öylesine derin ve çekici meselelerini
    anlatıyor ki bunun eşine ne geçmişte rastlanmış, ne de gelecekte benzeri
    bulunacaktır. Bu ümmî, artık ilâhiyat üzerine konferans verebiliyor, milletlerin
    tarihi ve iniş çıkış sebepleri konusunda konuşmalar yapabiliyor, felsefenin
    karma­şık kurallarından bahsedebiliyor, geçmişteki ıslahatçıların günah ve
    se­vaplarını bir kitap gibi okuyabiliyor, dünyanın çeşitli din ve mezheplerini
    eleştirebiliyor, milletler arasındaki davalarda ve kavgalarda karar
    verebili­yor, ahlâk, medeniyet ve kültürün en güzel derslerini verebiliyordu.

    Bu insan bununla da yetinmiyor, toplum, ekonomi, sosyal
    problemler ve uluslararası ilişkilerle ilgili kanun ve beyannameler
    çıkarabiliyordu. Bu hususta öyle kanunlar hazırlıyor ve hukuk nizamı meydana
    getiriyordu ki, büyük hukukçu ve âlimler, bütün ömürlerini bile harcadıktan
    sonra bu gi­bi eserler ortaya çıkaramazlardı. Hatla zaman ilerledikçe ve
    insanoğlu ge­lişme kaydettikçe bu kanun ve kuralların hikmetini daha iyi
    anlayabil­mektedir.

    O, sessiz, mütevazı ve alçak gönüllü tüccar, -ki hayatında
    kılıca bile dokunmamış, hiçbir askeri eğitimden geçmemiş hayatında sadece bir
    kere bir çarpışmayı uzaktan seyretmişti- birden bire cesur bir asker
    oluveriyor­du. Öyle bir asker ki muharebenin en şiddetli anında bile mevziden
    kıpır­damıyordu. Öyle büyük kumandan olmuştu ki, dokuz yılda bütün Arabis­tan’ı
    fethediyordu. Öylesine müthiş bir askeri liderdi ki, meydana getirdiği ordu,
    askeri düzen ve milletine aşıladığı askeri ruh sayesinde, çaresiz ve miskin
    Araplar sadece birkaç sene zarfında dünyanın iki muhteşem askeri gücünü alt üst
    ediyorlardı.

    O sessiz ve kendi halindeki insan, ki kırk yaşma kadar herhangi
    bir siyasi konuyla ilgilendiği görülmemişti, bir anda öyle büyük bir devlet
    adamı, ıslahatçı ve politikacı oluverdi ki, yirmi üç yılda 1.2 milyon mil
    ka­relik Arabistan çölünün dağınık, kavgacı, cahil, dik kafalı, kültürsüz
    kabi­lelerini telgraf, telefon, radyo, demiryolları veya karayolları basın ve
    ya­yın gibi ulaşım ve haberleşme araçları olmaksızın bir dine, bir medeniye­te,
    bir kanuna ve bir hükümete bağlayıverdi. Düşüncelerini değiştirdi, ahlâklarını
    düzeltti, kültürsüzlüklerini kültürle ikame etti, vahşiliğini me­deniyete
    çevirdi, kötülük ve ahlâksızlıklarını iyilik, takva ve dürüstlüğe dönüştürdü.
    Kanunsuzluk ve anarşi hareketlerini gıpta edilecek bir kanuna saygınlık ve
    devlete, nizama bağlılığa çevirdi, asırlarca içinden kaliteli ve yetenekli bir
    insanın çıkmadığı kısır bir milleti öylesine verimli ve bere­ketli yaptı ki, her
    alanda yüzlerce ve halta binlerce uzman, âlim, sanatçı ve ünlü şahsiyetler doğdu
    ve dünyaya din, ahlâk, medeniyet ve kültür dersleri vermeye başladılar.

    3.2.9. Güzel
    Ahlâk

    Üstelik, bütün bunları zulüm, cebir, hile ve aldatmaca ile
    yapmadı. Aksine bu muazzam değişiklik ve gıpta edilecek devrimi, herkesi kendine
    hayran bırakan güzel ahlâkı, kalbleri fetheden efendiliği, kibarlığı ve
    zi­hinleri etkileyen vaaz ve telkinleriyle yaptı. Güzel ve üstün ahlâkıyla
    düş­manlarını dost yaptı, merhamet ve şefkatle gönüllere taht kurdu, adalet ve
    dostlukla hükümet işlerini yürüttü, hakkaniyet ve doğruluktan bir mili­metre
    bile ayrılmadı. Savaşla da kaba kuvvete ve vahşete başvurmadı, kimseye hile
    yapmadı, sözünden caymadı. Ezeli düşmanlarından bile inti­kam almadı. Kanını
    emmek isteyen, O’nu taşlayan, O’nu sürgüne gönde­ren, O’nun aleyhinde bütün
    Arabistan’ı ayaklandıran, hatta cinnet getirip amcasının ciğerini çiğneyenleri
    bile affetti, şahsi kin veya garaz için kim­seden intikam almadı.

    Bütün bunların yanı sıra, tüm ülkenin tek hâkimi olmasına
    rağmen, fakir bir hayat sürecek kadar fedakâr bir insandı. Bütün ülkenin
    hükümda­rı ve şöhreti ile nüfuzu yurtdışına da taşmış olmasına rağmen sadeliğini
    terk etmedi. Her türlü servet ve zenginlikten yararlanma imkânı bulunma­sına
    rağmen, yaşantısında bir değişiklik olmadı. Hasır üzerinde yalar, ola­ğan
    elbiselerle vücudunu sarar, fakir yemeği yer, bazen günlerce ağzına bir tek
    lokma girmezdi. Geceleri kalkıp namaz kılar, dua ederdi. Bazen bütün gece ümmeti
    için dua ederdi. Fakir fukaraya yardım eder, bir işçi gibi onların hizmetine
    koşardı. Ömrünün sonuna kadar mağrur insanların, despot ve padişahların gurur ve
    gösterisine kapılmadı. Alelâde bir insan gibi herkesle görüşür, dertleşirdi.
    Ümmet arasına karışıp onlarla öyle mü­tevazi bir şekilde konuşurdu ki, bir
    toplantıda milletin önderi, halkın sev­gilisi, ülkenin hükümdarının da bulunduğu
    fark edilemezdi. Maddi ve manevî rütbesi bu kadar büyük olan bir kişi sokaktaki
    adamıyla aynı seviye­de ve aynı kılıkla buluşur, konuşurdu. Kendisine ait olan
    her şeyi ve hakkı olan bütün mirasını ümmetine bıraktı. Öz evlâtlarının hakkını
    ümmetinin haklarından üstün kılmadı, kendilerine herhangi bir imtiyaz veya
    üstünlük tanınmasına şiddetle karşı çıktı. Öyle ki, çoluk çocuklarını ve diğer
    aile üyelerini zekât alma hakkından mahrum bıraktı. Sırf taraflar ve
    dindaşla­rının ilerde, çocuklarına ve aile fertlerine zekâtların tümünü vermeye
    baş­layabilecekleri korkusuyla!

    3.2.10. Yeni Bir
    Çağ Açan

    Bu büyük ve muhteşem insanın meziyetleri ve faziletleri burada
    bit­miyor. Gerçek mevkii ve yerini tesbit etmek için dünya tarihine şöyle bir
    göz atmanız gerekiyor. Göreceksiniz ki, bin dört yüz yıl önce dünyaya ge­len
    Arabistan çölünün bu ümmi ve sade insanı, aslında eski çağı kapatarak yeni bir
    çağ açan Cihan Önderi’dir. O yalnızca kendisini tanıyanların, ken­dine bağlı
    olanların değil, kendisini tanımayanların da lideridir. O’na dil uzatmaya
    cesaret edenler, düşüncelerine, hayat düzenlerine, kanunlarına ve kısacası modem
    çağa O’nun getirdiği ruhun ne kadar nüfuz ettiğini bil­miyorlar.

    Dünya insanlarının fikir ve hayallerini vehimler, batıl itikat
    ve ruh­banlıktan gerçekçiliğe ve dürüst bir dünyacılığa çeviren insan O’dur.
    Mu’cize ve keramet isteyen dünyaya, akıllara durgunluk veren gerçekleri öğ­reten
    ve aklî ölçüler kullanmayı telkin eden O’dur. İnsanların, cehalet ve vehameti
    terk edip, gözleriyle Allah’ın kudreti ve tabiatın sırlarını görme zevkini
    sağlayan O’dur. Hayal âleminde yaşayan, olur olmaz şeyler için tahmin
    yürütenleri akıl, mantık, müşahede ve tetkike davet eden ve alıştı­ran O’dur. O,
    akıl ile his arasındaki değer ölçüsünü insana öğretti. Madde ile Ruh arasında
    bağ kurdu. Din ile ilim ve amel arasında irtibat kurdu. Dinin gücüyle, fen ve
    bilime ilgiyi arttırdı, aynı şekilde bilimin dinle ilgi­lenmesini sağladı. Şirk
    ile putperestliğin kökünü kazıdı ve ilmin kuvvetiy­le tevhide inancı öylesine
    sağlamlaştırdı ki müşrikler ile putperestlerin dinlerinde bile tek tanrıyla
    ilgili inancın öğeleri görülmeye başlandı. Ah­lâk ve ruhaniyetin temel
    fikirlerini değiştirdi. Eskiden dünyayı terk edip, nefsi öldürmek ahlâk ve
    faziletin vazgeçilmez yolu sayılırdı. Ama O onla­ra dünyadaki sorunlarla
    ilgilenerek, cemiyet kurallarının dışına çıkılmayarak ve dünya nimetlerinden
    tamamıyla yararlanarak ebedi hakikati bulma­nın mümkün olacağını öğretti. Aynı
    şekilde dünyevi ve maddi sorunlarla uğraşırken ölçülü davranılması ve ahiret ile
    öbür dünyadaki hayatın unu­tulmaması gerektiği fikrini yerleştirdi. Ayrıca,
    insanın gerçek değerinin ne olduğunu öğreten de O’dur. Putlar, ilâhlar ve
    Allah’ın oğlundan başka kimseyi peygamber, dini lider ve tapılmaya lâyık nesne
    veya kişi olarak kabul etmeye yanaşmayanlara, bir insanın evrensel hükümranlığın
    temsil­cisi ve alemlerin Rabbi’nin naibi, halifesi olabileceğini vurgulayan
    O’dur. İnsanların kuvveti ve kudretine göre yanlarında diz çökenlere, onlara
    ta­panlara bunların basit insanlardan farkı olmadığını anlatan da O’dur. Her
    güçlü ve iktidarlı insana Tanrı diyerek sarılanlara, insana sadece insan
    muamelesi yapılması gerektiğini öğreten O’dur. Hiçbir insanın doğuştan ulviyet,
    kutsallık, hükümdarlık ve efendilik sıfatlarını taşımadığını, aynı şekilde
    kimsenin alçaklık, mahkûmiyet ve esaret damgası vurularak dün­yaya gelmediğini
    söyleyen de O’dur. Dünyada İnsanlar arasındaki birlik, beraberlik, eşitlik,
    sevgi, saygı ve özgürlük düşüncelerini yaratan ve güç­lendiren işte bu talimat
    ve telkinlerdir.

    Hayal âleminden gerçeklere dönün ve bu ümminin liderlik
    dehasının pratik sonuçlarına bir göz alın. Bunları devletlerarası ilişkilerde,
    devlet hukukunda, belli başlı anlaşma ve sözleşme ile kanun ve kurallarda
    rahat­ça görebilirsiniz. Ahlâk, adap, tahâret, kültür ve medeniyetin birçok
    usûlü O’ndan alınmıştır. Toplumun pek çok kurallarının kaynağı O’dur.
    Ekono­miyle ilgili getirdiği bir dizi teori ve uygulamalar dünyada nice doktrin
    ve devrimlerin gerçekleşmesine ve bu sürecin hâlâ devam etmesine yol aç­mıştır.
    Devlet ve hükümet ile ilgili ilke ve kuralları dünyada sayısız siyasi
    ideolojinin doğması ve rejimlerin kurulmasına sebep olmuştur. Adalet ve hukuka
    ait olan düzenlemeleri dünyanın adlî sisteminde ve hukuk edebi­yatında gözle
    görülür değişiklikler meydana getirmiştir. Dünyada savaş ve barışın ilk kez
    medeni kurallar içinde yapılmasını sağlayan işte bu Arap ümmîsidir. Çünkü daha
    önceki çağlarda savaşın da bazı kuralları olabileceğine ve çeşitli milletler
    arasındaki anlaşmazlıkların ortak insanlık değerlerine dayanılarak
    giderilebileceğine kimse inanmıyordu.

    3.2.11. Çok Yönlü
    Şahsiyet

    İnsanlık tarihinde bu hârika insanın mevkii ve yeri o kadar
    üstün ve yüksektir ki, gelmiş geçmiş bütün büyük insan ve kahramanlar O’nun
    yanında küçük ve önemsiz kalırlar. Dünyada birçok büyük insan doğmuştur, ama
    hiçbirinin meziyetleri bir iki alandaki uğraşı ve başarıdan öteye git­mez. Ya
    teorisyendir, pratiği yoktur, ya da pratiği varsa teorisi zayıftır. Kimi siyasi,
    kimi askeri dehada rakipsizdir. Birinin gözü sosyal hayatın tek bir cephesine
    öylesine dikilmiştir ki, diğer bütün cepheleri gözünden kaçmıştır. Bir başkası
    ahlâk ve ruhaniyete o kadar dalmıştır ki, ekonomi ve politikayı bilememiş, hatta
    dünyadan elini eteğini çekmiştir. Buna kar­şılık biri ekonomide ve politikada
    tek söz sahibi haline gelmiş, ama ahlâk ve faziletten nasibini alamamıştır.
    Kısacası, tarihte kime bakarsanız tek cepheli, tek meziyetli kahraman veya
    uzmandır. Fakat bir tek şahsiyet vardır ki, bütün meziyetleri kendisinde
    toplamıştır. Bu büyük insan hem filozof hem hakimdir, hem de söylediklerini
    aynen tatbik etme başarısını göstermiştir. O aynı zamanda büyük bir devlet
    adamı, askeri lider, hukuk adamı ve hukukçu, ahlâk hocası, dini ve manevî
    önderdir. Bakış açısı bü­tün bir insan hayatını kapsayacak kadar geniş olmasına
    rağmen en küçük ayrıntılar bile dikkatinden kaçmaz. Sofrada yemek yemenin adabı
    ve vü­cut temizliğinin usullerinden tutun da milletlerarası münasebetlere kadar
    her konuda emir ve talimat verir. Kendi getirdiklerine dayanan bir mede­niyet
    oluşturur. Ve insan hayatının bütün alan ve yönleri arasında tam denge kurabilen
    bir hayat düzeni getirir. Böylesine çok yönlü ve çok yete­nekli başka bir lider
    ve kahraman gösterebilir misiniz?

    3.2.12. Çevresini
    Aşan Bir Şahsiyet

    Dünyanın hemen hemen bütün şahsiyetlerinin yetişmelerinde
    çevre­lerinin rolü büyük olmuştur. Fakat sözünü ettiğimiz insanın bambaşka bir
    özelliği vardır. Bu insanın yetişmesinde çevresinin hiçbir rolü olmadığı
    görülür. Arabistan’ın o zamanki durum ve koşullarının böyle bir tarihi
    şahsiyetin doğmasına müsait olduğu da söylenemez. Arapların en çok ih­tiyaç
    duyduğu belki de aşırı milliyetçi bir liderdi. Böyle bir lider kabileler
    arasındaki kavga ve çekişmeye son verip Arapları bir millet haline getire­bilir,
    ülke içinde birlik sağlayarak ve çevredeki ülkeleri fethederek güçlü bir Arap
    krallığı kurabilir ve nihayet, Arapların siyasi ve iktisadi gelişme­sini mümkün
    kılabilirdi. Bu liderde Arapların bütün kötülükleri bulunabi­lir ve baskı,
    zulüm, acımasızlık, katliam, hile, desise ve mümkün olan her kötü yola
    başvurarak milletinin geleceğini teminat altına almaya çalışabi­lirdi. Arap
    toplumunun o günkü yapısı yukarıda özelliklerini saydığımız bir liderin ortaya
    çıkmasını gerektiriyordu. Hegel’in tarih felsefesi veya Marks’ın tarihin maddi
    yorumu açısından ,böyle bir ortamda çevrede yalnızca bir ulusu birleştirebilecek
    ve devlet kurabilecek bir liderden baş­ka birine ihtiyaç olmadığına inanırsınız.
    Ama Hegel ile Marks’ın felsefeleriyle aşağıdaki durumun izahı mümkün olabilir
    mi?

    Bir yandan o zamanki Arabistan ve hatta bütün dünyanın perişan
    ha­lini göz önünde bulundurun, diğer yandan güzel ahlâkı öğreten, insanlığı
    ıslah eden, nefisleri temizleyen ve cahiliyyenin tüm evham ve hurafelerini yok
    eden birini düşünün. Öyle biri ki, bakışları ülkesi, halkı ve ırkının bü­tün
    sınırlarını aşıp dünyaya ve bütün insanlara uzanmıştı. O, sırf kendi yandaşları
    veya vatandaşları için değil, bütün İnsanlar için cihanşümul bir ahlaki, manevî,
    medeni ve siyasi nizamın temellerini attı. O, sosyal ve ekonomik meseleler ile
    milletlerin siyaseti ve uluslararası ilişkilerin sağ­lıklı temellere
    dayandırılması ve çözümlenmesini hayal aleminde değil, yaşadığımız gerçekler
    dünyasında sağladı. O, maddiyat ile maneviyatı öy­lesine dengeli biçimde
    birleştirdi ki, herkes O’nun hikmetine ve basiretine hayran kaldı. Şimdi kalkıp
    siz bu insanın Arap cahiliyye devri ve ortamı­nın bir ürünü olduğunu
    söyleyebilir misiniz?

    3.2.13. Tarihi
    Oluşturan Şahsiyet

    Şurası bir gerçektir ki bu insan, kendi çevresinin ürünü
    değildi. Fakat bu noktayı iyice inceleyecek olursak, şahsiyetinin zaman ve mekân
    sınır­larını da aştığını göreceğiz. Uzak görüşlülüğü çağın koşullarını bir yana
    bırakıp yüzyılları bir anda kapsamıştır. O, bütün insanları zaman tünelin­den
    geçirmiş, onları her çağda ve her ortamda tasavvur edebilmiştir. Bu sebepten
    dolayıdır ki, İnsanlar için her devirde ve her şart altında geçerli ve
    uygulanabilir hayat kurallarını tanzim etmiştir. O, tarihin yıprattığı kişi ve
    varlıklardan değildir. O, diğer büyük şahsiyetler gibi sadece kendi çev­resi
    veya dönemi için iyi sayılan bir lider değildir. O, herkesten ayrı, her­kesten
    seçkin öyle liderdir ki tarihin akışıyla hareket etmiş ve her çağda kendi
    çağındaki kadar yeni ve ilerici görülmüştür.

    Genelde cömertçe “tarihi oluşturanlar” olarak vasıflandırılan
    kişiler aslında “tarihin oluşturduğu” kişilerdir. Gerçekten bütün insanlık
    tarihinde “tarihi oluşturan” bir tek kişi varsa, o da işte peygamberdir. Tarihi,
    araştırıcı bir zihniyetle ele alacak olursak, bütün ihtilâl, inkılap ve ıslahat
    yapan kişi ve liderlerin zamanın şartlarından büyük ölçüde yararlandıklarını
    görürüz. Pek çok durumlarda bugün ani ve harikulade olarak
    nitelendirebile­ceğimiz devrim ve değişiklikler için şartların hazır olduğunu
    anlayabiliriz. Çoğu hallerde devrim için zeminin elverişli olduğuna, hatta
    devrimin yönünü tayin edecek şartların bulunduğuna tanık oluruz. Bir devrimcinin
    görevi bu şartları fikirden eyleme dönüştürmek olmuştur. Yani başka bir
    de­yimle, büyük devrimci ve devlet adamı dediğimiz pek çok lider, genellikle
    sahnesi hazır ve rolü belirlenmiş birer oyuncudan farksızdır. Fakat, tari­hi
    oluşturan ve gerçek bir devrim yapan bu kişiye bakın ki ihtilâl ve inkılâbın
    şartlarını kendisi oluşturmuştur, inkılâb için malzemeyi kendisi ha­zırlamıştır.
    İnkılâbın ruhu ve bunu gerçekleştirecek, yaşatacak hiçbir şey ortada yokken,
    yeni bir ruh, yeni bir insan türü ortaya koymuştur. Kendi kişiliğini eriterek
    binlerce kişinin kalbine girmiş ve onları istediği hale ve kıvama getirmiştir.
    Kafa ve kalp birliği ve çelik gibi irade gücüyle devri­min şartlarını kendisi
    hazırlamıştır. Bu devrimin şeklini ve yönünü kendi­si tayin etmiştir. Sonra yine
    kendi irade gücüyle hadiselerin seyrini değiş­tirmiş ve istediği istikâmete
    götürmüştür. Tarihin oluşumunu böylesine etkileyen ve böylesine harikulâde bir
    değişimi meydana getiren bir başka, inkılabçı var mıdır?

    Şimdi gelin şu soruyu kendi kendimize soralım: Bin dört yüz yıl
    önceki karanlık dünyada, Arabistan gibi en karanlık ülkenin bir köşesinde önce
    çobanlık, daha sonra ticaretle uğraşan, okuma yazması olmayan bir kişide bu âni
    değişiklik, bu muazzam devrim nasıl meydana geldi? Nasıl oldu da bu sade
    vatandaş böyle münevver bir kişi oluverdi? Bunca güç, bilgi, ye­tenek ve
    terbiyeyi nerden kazandı? Siz derseniz ki bunların hepsini kendi­si bulmuştu,
    hayal gücünü kullanmıştı. Ben derim ki eğer bunları kendisi bulmuşsa O’nun
    peygamberlik değil, tanrılık iddiasında bulunması gere­kirdi. Şayet o böyle bir
    iddiada bulunsaydı, Rama’yı ilâh ilan eden, Krişna’yı mücessem tanrı olarak
    kabul eden, Buda’ya tapmaya başlayan, Hz. Îsa’yı kendiliğinden Allah’ın oğlu
    mevkiine çıkaran ve hatta ateş ile rüzgar ve suya tapan bu dünyanın insanları,
    böylesine dirayetli ve meziyetli bir kişiyi tanrı olarak kabul etmekten
    çekinmezlerdi. Fakat bakın O, kabiliye­tini ve fevkalâde kuvvetlerini kendisine
    mal etmiyor ve “ben de insanım, tıpkı sizin gibi, hiçbir şey benim değildir.
    Bende ne varsa Allah vergisidir. Bütün dünyada eşi bulunmayan bu kelâm, bu
    harika sözler benim değil­dir, bu benim kafamın mahsulü değildir. Bu, kelimesi
    kelimesine Al­lah’tan gelmiştir ve bunun için bütün hamdler Allah’a olsun.
    Başardığım işlerin, çıkardığım kanun1ann, size öğrettiğim usullerin hiçbiri, ama
    hiçbi­ri, düzmece değildir. Benim aklım ve gücüm bu büyük işleri başarmaya
    yetmez. Adım adım Rabbimi izlerim, her konuda benim yol göstericim O’dur. Her an
    O’na muhtacım. Bana O’ndan işaret gelir gelmez ağzımı açar, adımımı atarım”
    diyor.

    Bakın bu sözler ne kadar harikadır. Ne kadar doğru ve samimidir.
    Bir yalancı kendisini haklı çıkartmak ve büyütmek için elinden gelen yalanla­rı
    uydurur, yapamadıklarını yaptığını söyler, başkalarının mallarının ken­disine
    ait olduğunu iddia eder. Ama Peygamber, kendisinde bulunan me­ziyetlerin, şahsi
    meziyet ve kabiliyetler olduğunu iddia etseydi bile başka­ları O’nu
    yalanlayamazdı. Zira, bunu tesbit edecek imkânları yoktu. Doğ­ruluk ve
    içtenliğin bundan daha büyük kanıtı olabilir mi? Çok gizli yollar­la edindiği
    bilgi ve yeteneklerinin kaynağını başkalarına açıklamaktan çe­kinmeyenden daha
    doğru ve dürüst biri olabilir mi? Söyleyin bana, neden O’na iman etmeyelim,
    neden peygamberliğini teyid etmeyelim?

    3.3. HZ. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİĞİ
    LEHİNDE KUR’AN’IN İLERİ SÜRDÜĞÜ DELİLLER

    Kur’an-ı Kerim’de deniliyor ki:

    “Ey Nebi, sen bundan evvel ne bir kitap okuyordun ne elinle
    yazıyor­dun. Eğer böyle olsaydı, bâtıl’a tapanlar şüpheye düşebilirlerdi.
    Aslında bunlar, ilim sahiplerine parlayan birer işarettirler.” (Ankebût; 48-49)

    Bu ayet açıkça Hz. Peygamber’in okuma yazma bilmediğini
    vurgulu­yor. Eğer bunun aksi olsaydı bütün ömrünü aralarında geçirdiği
    kabilesi­nin ve bulunduğu şehrin insanları bunu bilir ve şahitlik ederlerdi. Ama
    on­lar O’nun okuyup yazma bilmediğini biliyorlardı.

    3.3.1. Ümmiliğin
    Nübüvvet İ
    le İlgisi

    Bu noktaya değindikten sonra şunları söyleyebiliriz: Semavi
    kitapla­rın talimatı, geçmişteki peygamberlerin durumu, çeşitli çağlarda ortaya
    çı­kan din, mezhep ve akidelerin mahiyeti, eski İnsanlar, kavimler ve
    mede­niyetlerin tarihî, siyaset, cemiyet ve iktisadın karmaşık meseleleriyle
    ilgili olarak bir ümminin dilinden çıkan sözler vahiy’den başka bir şey
    değildir. Eğer Hz. Muhammed (a.s.) azıcık okuma yazma bilebilseydi[1]
    yakınları ile çevresindekiler O’nun herhangi bir zaman eline bir kitap aldığını,
    araştırma yaptığını görmüş olsalardı, kâfir ve batıla inananlar bel­ki de
    diyebilirdi ki, yukarıda bahsettiğimiz konular hakkında belirli bazı bilgiler
    toplamıştır. Fakat Hz. Muhammed (a.s.)in ümmiliği, bu gibi ihti­malleri
    tamamıyla ortadan kaldırmış oldu.

    Bir ümmi’nin Kur’an-ı Kerim gibi muhteşem bir kitabı insanlara
    sun­ması ve geçmişte kendisinde olmayan harika meziyet ve kabiliyetlere sa­hip
    olması, akıl ve mantık sahibi her insan için zaten peygamberliğinin en büyük
    delilidir. Dünyada tarihî kişilerden hangisinin durumunu araştıra­cak olursak,
    yaşadığı çağ ve çevre ile o zamanki şartların onun yetişme­sinde büyük rol
    oynadıklarını görürüz. Fakat Hz. Peygamber (a.s.) kendi çağı veya çevresinin
    ürünü değildi. O’nun kişiliğindeki ani ve büyük deği­şiklik ve devrimin, mutlaka
    ilâhi bir menbaı ve kaynağı vardı. Bu nedenle, yukarıdaki âyette Hazreti
    Muhammed (a.s.)in kişiliği parlayan bir delile benzetilmiştir. O’nun kişiliği
    aslında bir değil, bir çok delilin toplamıdır. Cahil biri bu delilleri
    göremiyorsa görmesin. Ama ilim, akıl ve mantık sa­hibi kimseler bu delilleri
    görür görmez, bunların ancak bir peygamberin şanına lâyık olduğuna can-ü
    gönülden inanmışlardır. Şu âyete bakın:

    “Bunlar diyor ki, neden bu insana Allah tarafından delil ve
    işaretler indirilmedi. De ki: “Delil ve işaretler sadece Allah’ın indindedir.
    Dense sadece uyarıcıyım, açık seçik (haber vermek için görevlendirilmişimdir).
    Ve bu (delil) bunlara yetmiyor mu? Biz sana kitap gönderdik. Bu (kitap)
    kendilerine okunuyor. Aslında, bunda, iman edenler için rahmet ve nasi­hat
    vardır.” (Ankebût; 50-51)

    Burada demek isteniyor ki, Hz. Peygamber bir ümmî olmasına
    rağ­men, kendisine Kur’an-ı Azimüşşan gibi bir kitabın gönderilmesi bir delil
    değil midir? Zâten bu kendi başına öyle bir Mu’cizedir ki herkes Hz. Mu­hammed
    (a.s.)in peygamberliğine inanabilir. Bundan sonra başka bir Mu’cizeye ne hâcet
    vardır? Geçmişte gösterilen Mu’cizeler âni ve geçiciydi. Halbuki bu Mu’cize her
    zaman iman sahiplerinin yanında bulunacaktır. Bu kitap her gün ve her zaman
    Peygamber tarafından çevresindekilere okunu­yor ve anlatılıyordu.

    3.3.2.
    Nübüvvet’ten Önceki Yaşantısı da Bir Delildir

    “Bir kerre, bütün ömrümü aranızda geçirmişimdir.” (Yunus; 16)

    Bu ayette dile getirilen gerçek, Kur’an-ı Kerim’in Hazreti
    Peygam­ber’in zihninin bir ürünü olduğu hâşâ Allah’ın kelâmı olmayıp kendisinin
    uydurduğu bir kitap olduğu yolunda Kureyş’li müşrik ve kâfirlerin yaptık­ları
    iddiaları yalanlayacak niteliktedir. Burada, müşriklerden, diğer delil­leri bir
    yana bırakıp bu daha yakın, gözle görülür gerçeğe bakmaları iste­niyor. Hz.
    Muhammed (a.s.) ömrünün kırk yılını onlar arasında geçirmiş­ti. Aynı şehirde
    doğmuş, gözlerinin önünde büyümüştü. Erginlik, derken orta yaşma kadar onlar
    arasında oturmuş, yemiş, içmiş, alış veriş yapmış, evlenmiş, kısaca, her türlü
    içtimai faaliyette bulunmuştu. Hayatının hiçbir yanı onlardan saklı değildi.
    O’nun şahsiyeti açık bir kitap gibi önlerinde duruyordu. Kişiliği, davranışı ve
    tulumu başlı başına birer delildiler. Haz­reti Peygamber’in hayatının şu iki
    önemli yanı hemen hemen bütün Mek­ke’liler tarafından biliniyordu.

    Nübüvvet’inden önceki kırk senelik süre içinde peygamber
    olduğunu söylemeye başladıktan sonra birden bire dilinden dökülmeye başlayan
    ilim, irfan ve hikmet dolu sözlerin herhangi bir dünyevi merci ve kaynağı hiçbir
    yerde görülmemiş duyulmamıştı. Kimse onun ilmi, siyasi ve içti­mai konularla
    ilgilendiğini görmemişti. Bu âni değişikliğin, kişiliğindeki güç ve yetenekten
    değil dışardan, olağanüstü ve insanüstü bir kaynaktan meydana geldiği apaçık
    ortadaydı. Bundan dolayıdır ki, Kur’an-ı Ke­rim’in, Hz. Muhammed (a.s.)in
    hayalinin ürünü olduğu saçmalığına kim­senin inanamayacağını sezen Mekke’nin
    kurnaz ve kötü niyetli insanları, bütün bunları başka birinin Hz. Muhammed
    (a.s.)’e öğrettiğini söylemeye başladılar. Ne var ki, bu ikinci iddia da
    birincisi kadar saçma ve asılsızdı. Zira Mekke şöyle dursun, bütün Arabistan’da
    Kur’an-ı Kerim gibi ilâhî bir kitabın yazarı olacak seviyede bir bilgin veya
    ilim adamı yoktu. Sonra, bu seviyedeki bir dâhi geçekten varolsaydı, Mekkeliler
    ve Arap’lar kendisin­den haberdâr olmayacaklar mıydı?

    Hz. Muhammed (a.s.)in, Nübüvvet’inden önceki yaşantısının ikinci
    yanı daha da ilginçtir. Kendisiyle yakından, uzaktan ilgilenmiş olan her­kes
    temiz karakteri ve efendi kişiliğine hayrandı. Yalancılık, hilekârlık,
    dolandırıcılık ve buna benzer illetler O’nun yanından bile geçmemişti. Çevresi
    ve ülkesinin hiçbir ferdi bu kötülüklerin hiçbir örneğini O’nda görmemişti.
    Onlar, Hz. Peygamber’i son derece namuslu, dürüst, sözüne güvenilir, lekesiz,
    doğru ve hemen hemen kusursuz biri olarak bilirlerdi. Hz. Muhammed (a.s.)in
    nübüvvetinden beş yıl önce Kâ’be’nin yapımı sı­rasında Hacer-i Esved ile ilgili
    meşhur olay meydana gelmişti. Bilindiği gibi, Kâbe’de Hacer-i Esved olarak
    bilinen siyah taşın yerleştirilmesi ko­nusunda Kureyş’in muhtelif kabile ve
    aileleri arasında anlaşmazlık çık­mıştı. Aileler meseleyi aralarında
    halledemeyince şöyle bir karara varmış­lardı. Yarın sabah Harem (Kâ’be)e adım
    alacak ilk kişi hakem olacaktır, o ne derse kabul edeceğiz. Ertesi sabah
    Kâ’be’ye adım atan ilk kişi Hz. Mu­hammed (a.s.)den başka birisi değildi.
    Kendisini görür görmez herkes bir­den haykırıverdi: “İşte emin (emanetçi,
    dürüst, güvenilir) burada, bu Mu­hammed’dir, biz bunun hakemliğine razıyız”.
    Aynı şekilde, Allahu Teâlâ, Hz. Muhammed(a.s.)’i Nebi yapmadan önce Kureyş
    kabilesinin büyük bir toplantısında kendisinin “emin” olduğunu belgeletmişti.
    Şimdi, ömründe hiç yalan söylememiş, kimseyi kandırmamış, kimseyi dolandırmamış
    olan bir kişinin kalkıp böylesine büyük bir yalan söyleyeceğine böylesine
    kor­kunç bir hile yapabileceğine inanabilir misiniz? Böyle bir insanın,
    kafa­sında oluşturduğu fikirler ve plânların, Allah’ın sözleri ve emirleri
    olduğu­nu söyleyebileceğini kabul edebilir misiniz?

    “Ve işte bu şekilde, (Ey Muhammed) Biz kendi emrimizle, bir ruhu
    sana vahiy ile gönderdik. Öyle ki, sen Kitabın ve imanın ne olduğunu
    bil­miyordun” (Şûra; 52)

    Nübüvvet mertebesine yükseltilmeden evvel Peygamber, kendisine
    bir kitap geleceğini aklının ucundan bile geçirmemişti. Halta, diyebilir ki,
    ilâhi kitaplar ve muhtevaları hakkında da herhangi bir bilgisi yoklu. Aynı
    şekilde belki de tek tanrıya inanıyordu, ama bunun yanı sıra melekler,
    pey­gamberlik, ilâhi kitaplar, kıyamet, mahşer, âhiret, cennet ve cehennem
    hakkında bildiği bir şey yoktu. Bu hususlar Mekke kâfirlerinden saklı de­ğildi.
    Mekke’nin hiçbir vatandaşı, Peygamber’lik vazifesini üstlenmeden önce Hz.
    Muhammed (a.s.)’in ağzından kutsal kitaplar veya falan filan şeylere inanmak
    icap ediyor gibi bir söz dinlememişti. Belli ki, ilerde nebi ve peygamber
    olacağını tasarlamış olan bir kişi bu hususta gereken hazır­lıkları yapacaktı.
    Fakat bu büyük insana bakın ki, kırk yıl kadar din ve inançlarla ilgili ağzından
    bir tek lâf çıkmamış, ama kırkından sonra aynı konularda herkesi şaşkına
    çeviren, büyüleyen ve herkesi cezbeden vaaz ve konuşmalar yapmaya başlamıştı.

    “Sen, kendine bir kitabın ineceğini hiç beklemiyordun. Bu sadece
    Rabbinin lutfuyla (sana inmiştir). Onun için kâfirlerin yardımcısı olma­yın”. (Kasas;
    86)

    Yukarıdaki âyette görüldüğü gibi, Allah’ın kitabından habersiz
    olma­sı, Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberliğine bir delil olarak ortaya
    kon­muştur. Bilindiği gibi, Hz. Musa (a.s.) da kendisinin nebi olacağı ve bü­yük
    bir vazife alacağından tamamıyla habersizdi. Devrinin en büyük hü­kümdarına
    meydan okuyacağı, onu mahvedeceği aklının ucundan bile geçmemişti. Günlerden
    birinde, yoldan geçerken aniden Allah’ın huzuru­na çağırılmış bir anda nebilik
    görevi kendisine verilmiş geçmişiyle hiç il­gisi olmayan muazzam bir göreve
    atanmıştı. Tıpkı bunun gibi, Hz. Mu­hammed (a.s.) da peygamberlik mevkiine
    yükseliverdi. Mekke’liler, Hz. Muhammed (a.s.)’in Hira mağarasından peygamberlik
    vazifesiyle dışarı çıktığı günden önceki bir gün ne yapmış olduğunu çok iyi
    biliyorlardı. Yaşantısının nasıl olduğu, nelerle iştigal ettiği, meraklarının ne
    olduğunu çok iyi biliyorlardı. Konuşma konuları, zevkleri, üzüntü ve sevinçleri
    ve faaliyetlerini pekâla takip ediyorlardı. Kendisinin doğruluk, dürüstlük,
    na­musluluk ve güzel ahlâkın timsali olduğu, munis, mütevazi, kibar, doğru sözlü
    ve yardımsever kişiliğe sahip bulunduğuna kâniydiler. Ama Mekke’lilerden hiçbiri
    çıkıp diyemezdi ki, bu iyi ve dürüst insan yarın pey­gamberlik iddiasında
    bulunacaktır. Hz. Muhammed (a.s.)’a en yakın olan, O’nunla her zaman temasta
    olan akraba, yakınları ve arkadaşlarından hiç­biri kendisinin peygamberliğe
    soyunmakta olduğunu iddia edemezdi. Hz. Muhammed (a.s.)’in daha önce vaaz
    söylediği, bir harekelin başına geçti­ği, bir dava uğruna insanlara çağrıda
    bulunduğu vaki olmamıştı. Peygam­berliğe getirilmesinden önce mütevazı bir
    hayatı vardı. Ekmeğini kazanı­yor, çoluk çocuklarını geçindirmeye çalışıyordu.
    Böyle bir kişinin dünya­yı sarsan evrensel bir mesajla yakınları, vatandaşları,
    milleti ve hatla bü­tün dünyanın karşısına çıkması ne ile izah edilebilir? Bu
    öyle bir değişik­lik ve devrimdir ki, insan tabiatı ve toplum psikolojisi
    açısından buna büyük bir hazırlık ve karakter terbiyesi bile kâfi gelmez. Ama
    bir an için böyle bir hazırlığın sayesinde bu kadar büyük işler başarılacağını
    varsa­yalım ve bakalım Hz. Peygamber böyle bir çaba ve hazırlık yapmış mıdır?
    Bilindiği üzere bu çaptaki bir değişiklik ve devrim için, bir insanın büyük bir
    ön hazırlık içinde olması gerekiyor, daha sonra da bin bir kuyudan su getirmesi,
    gecelerini gündüzlerine kalarak çalışması gerekiyor. Eğer Hz. Muhammed (a.s.)’in
    hayali bu gibi bir hazırlığın tarihi safhalarından geçmiş olsaydı, gece gündüz
    aralarında yaşamış olduğu insanlardan gizli kal­mayacaktı. Şayet kendisi belirli
    bir plân ve sistem içinde böyle bir çabaya ve hazırlığa girişmiş olsaydı, bugün
    bunun binlerce şahidi bulunabilirdi. Çevresindeki İnsanlar diyeceklerdi ki,
    “bakın biz demiyor muyduk, bu adamın bütün çaba ve hazırlıkları bir gün kendi
    peygamberliğini ilân et­mek içindi?” Fakat tarih şahittir. Mekke’li kâfirler Hz.
    Peygamber (a.s.)’e her çeşit itham ve iftiralarda bulundular, ama hiçbiri,
    kendisinin nebi veya peygamber olacağını önceden sezdiğini iddia edemedi.

    Bunun dışında, Hazreti Muhammed (a.s.) Nübüvvete hevesli ve
    istek­li değildi, halta benzeri bir beklenti içinde de değildi. Çünkü
    peygamberli­ğe memur edilmesi tamamen bilmediği ve beklenmedik bir olay olarak
    karşımıza çıkıyor. Hadislerde Hz. Peygamber’e ilk vahyin geliş keyfiye­ti
    etraflıca anlatılmıştır. Cibril (a.s.) ile ilk buluşma ve tanışması ve “Alak”
    Sûresinin ilk âyetlerinin inişinden sonra, Hz. Muhammed (a.s.)’in, sarsılmış
    halde, titreyerek ve soluk soluğa eve geldiği nakledilmiştir. Ev­dekilere, “beni
    örtün, beni örtün” der. Biraz sonra toparlanmış gibi olur ve hayat arkadaşına
    başına gelenleri anlatır ve “canımdan korkuyorum” der. Ama zevcesi, “hayır, hiç
    korkmayın, sizi Allah hiçbir zaman zor duruma sokmayacaktır. Siz mazlumların
    haklarını verir, çaresizlere derman bulur, fakirlerin yardımına koşar,
    misafirleri ağırlar ve her hayır işe katılırsı­nız”. Daha sonra kendisini Varaka
    bin Nevfel’e götürür. Nevfel, amca oğ­lu olup, okumuş, doğru sözlü bir Ehl-i
    Kitaptır. Varaka bin Nevfel bütün olayı öğrendikten sonra hiç duraklamadan,
    “sana gelmiş olan varlık, Hz. Musa’ya da gelirdi. O bir melektir. Keşke ben genç
    olsaydım ve halkınızın sizi sürgüne göndereceği zamana kadar yaşayabilseydim. ”
    Hz. Pey­gamber hayret içinde sorar: “Bu İnsanlar beni buradan çıkarır mı
    dersi­niz?” Ve Varaka bin Nevfel cevap verir: “Evet, sizin gibi yanında bir şey
    getirmiş olan birine şimdiye kadar düşman olunmadığı vaki olmamış­tır.”

    Bütün bu olay, sade ve basit bir insanın birden bire ve
    beklenmedik bir şekilde görülmemiş bir tecrübe geçirmesinden sonraki tabii
    halini bü­tün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Eğer Hz. Muhammed (a.s.) uzun
    zaman­dan beri peygamberliğe hevesli olup bunun için hazırlık yapmış olsaydı ve
    peygamberlik görevinin kendisine verilmesi için köşeye çekilip mura­kabelerde
    bulunmuş olsaydı, Hira mağarasında meydana gelen olaydan sonra mutluluktan uçar,
    derhal dağdan şehre iner, yeni bir inanç ve güven­le ve hatta gururlu bir
    şekilde halkının karşısına çıkar ve kendilerine me­sajını sunmaya çalışırdı.
    Fakat burada durum bambaşkadır. Gördüklerine inanamamış, sapsarı bir yüzle
    titreyerek eve dönmüş, yorgana sarınmıştır. Biraz kendine gelince de mağarada
    başına gelenleri karısına anlatmış ve bunun ne olduğunu merak etmiştir. Bu
    hadise, O’nu öylesine sarsmıştır ki canının tehlikede olduğunu düşünmeye
    başlamıştır. Nübüvvet’i önceden tasarlamış biri bunları yapabilir miydi?

    Ayrıca, kocasının durumu, düşünceleri ve yaşantısı hakkında
    karısın­dan başka kime güvenebilir? Eğer karısı, kocasının öteden beri
    peygam­berliğe heveslendiği ve her an bir meleğin gelmesini beklediğini
    bilseydi, O’nun sözleri herhalde Hz. Hatice (r.a.)’ninkinden çok farklı
    olacaktı. O diyecek ki, “kocacığım, niye korkuyorsun? Beklediğin an işte geldi.
    İste­diğin peygamberliğe kavuştun, sakin ol ve çık milletin karşısına ve de ki
    arlık bana itaat etmelisiniz, ben yeni bir mezhep, yeni bir tarikat kuruyo­rum,
    bütün hediye ve adaklarınızı bana getirin. Artık işimiz yolundadır.” Sonra
    adaklar toplamaya ve maddi menfaat sağlamaya hazırlanacaktı. Fa­kat on beş
    yıllık müşterek hayalı O’na göstermişti ki kocası dürüst ve fedakâr bir insan
    olup hep başkalarının iyiliğini düşünmüştür. Onun için O’na ne şeytan çarpmış,
    ne de Allah O’nu cezalandırmış veya güç durum­da bırakmıştır. Gördüklerinin
    gerçek olduğuna o an inanmıştır.

    Aynı durum Varaka bin Nevfel için de geçerlidir. Varaka yabancı
    biri değildir. Hz. Peygamber’in akrabalarından biri olup Kureyş kabilesinin
    ileri gelenlerindendir. Ayrıca, okumuş bir Hıristiyan olarak Peygamberlik,
    Kitabullah ve vahiy konusunda hakiki ve gayri hakiki olanlar arasında ayı­rım
    yapacak şuura sahiptir. Yaşlı olduğu için, Hz. Muhammed (a.s.)’in bü­tün hayatı
    O’nun gözlerinin önünde geçmiştir. Hira mağarasında geçen olayı duyar duymaz
    kendisine gelenin bir melek olduğuna inanmıştır. O’na göre Hz. Muhammed (a.s.)’a
    gelen melek, daha önce Hz. Musa’ya gelen meleğin vasfına sahip olup kendisine
    aynı şekilde vahiy getirmiş­tir. Varaka bin Nevfel, Hz. Musa’nın Allah’tan gelen
    mesajı, habersiz ve aniden aldığını hatırlayarak, kesin olarak o da, Hz.
    Muhammed (a.s.) ola­yında herhangi bir yalan, hile ve şeytanî oyun olmadığı
    sonucuna varmış­tır.

    Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberliği lehindeki bu deliller
    sağdu­yulu ve gerçekçi bir insanın gözünden kaçmaz. Bu sebeplen dolayıdır ki,
    Kur’an-ı Kerim’de bu hususlar birkaç defa Hz. Muhammed (a.s.)’in Nübüvvet’inin
    lehinde delil olarak kullanılmıştır. Meselâ, Yunus sûresinde şöyle buyurulmuştur:

    “Ey Nebi, onlara de ki, Allah bunu istememiş olsaydı, ben bu
    Kur’an’ı size duyurmazdım. Hatla, O bununla ilgili hiçbir haber size
    vermeyecekti. Bir kerre, bundan önce ömrümü aranızda geçirmişimdir. Siz bu basit
    noktayı da anlamaz mısınız?” (Ayet; 16)

    Şûra sûresinde şöyle buyurulmuştur:

    “Ey nebi, sen bilemezdin, kitap nedir ve iman nedir? Ama Biz bu
    vah­yi nur yaptık ve bununla kullarımızdan hangisine istersek yol gösteririz.”
    (Ayet; 52)


    [2]

    Hz. Peygamber’in temiz hayatı, sahabelerin yaşantısındaki büyük
    de­ğişikliğe O’nun vaaz ve telkinlerinin büyük etkisi ve Kur’an-ı Kerim’in
    di­li, üslûbu ve içinde bahsedilen önemli meseleler, Allah’ın birer parlak
    işa­reti ve sağlam birer delilidir. Bu sebeple, geçmişteki peygamberlerin
    du­rumu ve kutsal kitaplara vakıf olan birinin Hz. Muhammed (a.s.)’in
    pey­gamberliğinden şüphe etmemesi gerekirdi.

    “Allah tarafından bir resul temiz kitapları okuyup anlatır. Bu
    kitap­larda doğru ve gerçek şeyler yazılıdır.” (Beyyine; 2-3)

    Burada, Hazreti Peygamber’in kendisi aydınlatıcı bir delil
    olarak ad­dedilmiştir. Zira, Nübüvvet’ten önceki ve sonraki hayatı, kendisinin
    ümmi olmasına rağmen, Kur’an-ı Kerim gibi Mu’cizevi bir kitap sunması, talima­tı
    ve telkinleri sayesinde binlerce ve yüz binlerce insanın hayatında müthiş bir
    değişiklik olması ve temiz bir hayal sürmek, tek Allah’a inanmak, gü­zel ahlâka
    sahip olmak, söz ve fiildeki birlik ve dengeyi kurmak konusun­da gösterdiği azim
    ve kararlılığı, bütün bunlar kendisinin Allah’ın Rasûlü olduğunun inkâr edilmez
    delilleriydi.

    3.3.3. Kur’ân-ı
    Kerim Mu’cizevî Bir Kelâm ve Peygamberliğin Delilidir

    “Bu kitabın inişi şüphesiz Alemlerin Rabbi tarafından (mümkün)
    ol­muştur. Bu İnsanlar diyor ki bu şahıs bunu kendisi uydurmuştur. Halbuki, bu
    Hak’tır, Rabbın tarafından”. (Secde; 2-3)

    Burada Kitabullah’ın Alemlerin Rabbi tarafından nâzil olduğu
    söylen­mekle yetinilmemiş, aynı zamanda, “şüphesiz bu kitap Allah’ındır”
    denilmiştir. Yani, bu kitabın Allah tarafından geldiğine hiç şüphe edilmemesi
    gerekir, denilmek istenmiştir. Bu uyarıcı ve vurgulayıcı cümleyi, Kur’an-ı
    Kerim’in indiği şartlar, ortam ve bizzat Kur’an-ı Kerim’in muhtevası açı­sından
    değerlendirecek olursak bunda iddia ile beraber bir delilin de va­rolduğunu
    göreceğiz. Bu delil, kendilerine sunulduğu Mekke’lilerden saklı değildi.
    Mekke’liler, Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberlikten önceki ve sonraki hayatını
    açık bir kitap gibi bilirlerdi. Kur’an-ı Kerim’in dili ve üslûbu, Hz.
    Muhammed(a.s.)’in dili ve anlatım tarzından çok farklı ve de­ğişikti. Onlar aynı
    kişinin aynı zamanda birbirinden son derece farklı dil ve davranışa sahip
    olamayacağını pekalâ biliyorlardı. Aynı zamanda bu kitapta bulunan eşsiz üslubun
    da farkındaydılar. Aynı dili konuştukları ve bildikleri halde bütün Arabistan’da
    hiçbir edip, yazar ve şairin Kur’ân-ı Kerim’inkine benzer kitap hazırlamak şöyle
    dursun, küçük bir bölümünü bile yazamayacaklarını çok iyi biliyorlardı. Bunun
    dışında Kur’ân’ın muhtevası da çok değişik ve etkileyiciydi. Mekke’liler, bütün
    Arap şair, kâhin, keşiş ve hatiplerinin söz ve eserlerinde bahsedilen konuların
    değe­rinin, Kur’ân’ın yanında hiç olduğunu anlıyorlardı. Kur’ân-ı Kerim’deki
    mevzuların ehemmiyeti, temizliği ve yüceliğinin hiçbir eşi yoklu. Bu kita­bın
    metni de, yalan ve asılsız bir dava peşinde olanların boş iddiaları ve
    bencilliğinden uzaktı. Kâfir ve müşrikler, Kur’ân’ın metni veya Hz.
    Pey­gamber’in sözlerinden, peygamberlik mevkiine yükseltildiğini açıklamak
    suretiyle kendi kişiliği, ailesi, kabilesi ve milletinin maddi menfaati için
    çalıştığına dair herhangi bir örnek gösteremezlerdi. Son olarak, Hz. Mu­hammed
    (a.s.)’in daveti üzerine Allah’a sarılanların hayatında, düşünce ve fikirlerinde
    ne büyük değişiklikler meydana geldiğini görüyorlardı. Bütün bu hususlar
    iddianın birer deliliydiler. Bu bakımdan, hem Kur’an-ı Ke­rim’in Alemlerin Rabbi
    tarafından dünyaya nazil olduğu, hem bu kitabın, Hz. Muhammed (a.s.)’in
    peygamberliğinin açık delili olduğu ortadadır.

    3.4. HZ. PEYGAMBER’İN DOĞUŞUYLA
    İLGİLİ TEVRAT VE İNCİL’İN NAKLETTİĞİ HABERLER

    3.4.1. Hz.
    Îsa’nın Meşhur Bir Sözü

    “Ve hatırlayın, Meryem oğlu Îsa’nın söylediği bu sözleri:” Ey
    beni İsrail, ben tarafınıza gönderilen Rasûlüm ve benden önce geçmiş bulu­nan
    Tevrat’ın doğrulayıcısıyım ve benden sonra gelecek, Ahmed adında bir elçiyi
    müjdeleyiciyim.” (Saff; 6)

     Bu âyet-i kerime’nin üç mânâsı vardır ve üçü de doğrudur.
    Birincisi, Hazreti Îsa demek isliyor ki: “Ben yeni, garip ve ender bulunan bir
    din ge­tirmedim. Bu dini daha önce Hz. Musa getirmişti. Ben yalnızca Tevrat’ı
    tasdik etmeye geldim, tekzip etmeye değil. Esasen, Allah’ın Rasûlleri öte­den
    beri kendilerinden önceki Rasûl’leri teyid ve tasdik etmişlerdir. Onun için,
    benim peygamberliğime inanmamanız için herhangi bir sebep yok­tur.” İkincisi, bu
    sözler şöyle tefsir edilebilir: “Benden önce Tevrat’la be­nim dünyaya gelmeme
    dair verilen müjde işte şimdi gerçekleşiyor. Tevrat’taki kayıtların doğru
    olduğunu ispatlamak için Rabbım beni size göndermiştir. Bu sebeple, bana karşı
    çıkmayın, aksine geçmişteki pey­gamberlerin müjdelediği Peygamber’in geldiğine
    sevinin.” Üçüncüsü, bu âyeti daha sonraki âyet ile birleştirince, şu anlamı
    çıkarabiliriz: “Ben, Al­lah’ın Rasûlü, Ahmed (a.s.)’in gelişine dair Tevrat’ın
    verdiği müjdeyi tas­dik etmek üzere dünyaya geldim. Ben de onun geleceğini
    bildiririm”. Üçüncü tefsir, Hz. Îsa’nın Hz. Muhammed (a.s.)’in doğusuyla, Hz.
    Musa (a.s.)’nın kendi ümmetine verdiği müjdeye temas etmesiyle ilgilidir.

    3.4.2. Tevrat’ın
    Nakilleri

    Hz. Musa’nın şöyle dediği nakledilmiştir: “Allahu Teâlâ, senin
    Rab­bın, senin için senin kardeşlerin arasından, benim gibi bir nebi peydan
    edecektir. Siz onu dinleyin. Bu senin, Rabbına, kendi Rabbına, toplantı günü
    Havreb’te yaptığın müracaata uygun olacaktır. Sen o gün Rabbına, kendi Rabbına
    demiştin ki, Rabbımın sesini bir daha duymayayım ve bel­ki de benim ölmeme sebep
    olacak büyük bir ateşi görmeyeyim. Ve Rab­bım bana dedi ki, onlar ne diyorsa
    doğrudur. Ben onlar için kendi kardeş­leri arasından, senin gibi bir nebi
    yaratacağını ve kelâmımı onun ağzına koyacağım. Ve Ben ona ne emredersem, onlara
    söyleyecektir. Ve onun, benim adımı anarak söyleyeceklerini dinlemeyenlerden
    hesap soracağım.” (Tevrât: istisna, Bölüm: 18, âyet; 15-19).

    Tevrat’ın bu açık haberi, Hz. Muhammed (a.s.)’den başka kimseye
    uy­maz. Bu ibarede Hz. Musa (a.s.) Allah’ın şu müjdesini veriyor: “Senin için,
    sizin aranızdan, yani senin kardeşlerinin arasından bir nebi var edeceğim”. Bir
    milletin “kardeşleri”nden o milletin bir kabile veya ailesinin kastedilmediği
    ortadadır. Bu deyimin, sözü edilen millet ile ırk yönünden yakın ilişkisi
    bulunan bir millet için kullanıldığını söylemek daha doğru olur. Şayet gelecek
    Nebi’nin Beni İsrail’den doğacağı kastedilmiş olsaydı, o zaman başka ifade ve
    sözler kullanılacaktı. O zaman yalnızca, “senin için aranızdan bir nebi
    yaratacağım” demek kâfi olurdu. Bu sebeple, Beni İsrail’in kardeşlerinden burada
    “Beni İsmail”in kastedildiği akla daha ya­kındır. İsmail oğulları Hazreti
    İbrahim (a.s.)’in evlâtları olduğu için, İsrail oğullarının kuzenleri sayılırdı.
    Üstelik, Hz. Musa’dan sonra Beni İsrail’de sadece bir tek ve büyük bir nebi
    gelseydi bu haber doğru sayılırdı, ancak İncil’de belirtildiği gibi Beni
    İsrail’de, Hz. Musa’dan sonra da bir çok nebi doğdu.

    Burada verilen müjdede bir noktaya daha dikkat edilmelidir.
    Gelecek nebinin tıpkı Hz. Musa (a.s.) gibi olacağı ifade ediliyor. Elbetteki bu
    ben­zerlik dış görünüş, yani yüz şekli, kişilik ve kılık kıyafet benzerliği
    değil­di. Çünkü dünyada hiçbir insan başka bir insanın tıpatıp aynısı değildir.
    Bu benzerlik her iki nebinin peygamberlik payesi ve özelliğiyle ilgili de
    sayılmaz. Zira, bu benzerlik, Hz. Musa’nın ardından dünyaya gelen bütün
    peygamberlerde bulunuyordu. Bu iki ihtimal ortadan kalktıktan sonra, Hz. Musa
    (a.s.) ile Hz. Muhammed (a.s.)’in ortak yanını araştıracak olursak, bunun kalıcı
    ve müstakil bir şeriat getirmekten başka bir şey olmadığını görürüz. Bu özellik
    ve benzerlik gerçekten Hz. Musa ve Hz. Peygamber arasında vardı. Hz. Musa’yı
    müteakip Beni İsrail’de doğan peygamberler, hep Musevi şeriatın
    savunucusuydular. Değişik ve müstakil bir şeriat geti­ren sadece Hz. Muhammed
    (a.s.) idi.

    Bu açıklama ve yorum, Tevrat’taki şu ifadelerle daha da
    kuvvetleni­yor: “Rabbına toplantı günü Havreb’te yaptığın müracaata uygun olarak
    size bir nebi gönderilecektir. Sen o gün demiştin ki Rabbımın sesini bir daha
    duymayayım ve belki de benim ölmeme sebep olabilecek büyük bir ateşi görmeyeyim.
    Ben senin gibi bir nebi yaratacağım ve kelâmımı O’nun ağzına koyacağım”. Burada,
    bahsedilen Havreb, Hazreti Musa (a.s.)’ın ilk kez şeriat hükümlerini aldığı
    dağdır. Hz. Musa’nın Allah’ın nuruyla ilk kez karşılaşması ve O’nun sesini
    duyması kendisini müthiş sarsmıştı ve bir an öleceğinden korkmuştu. Burada
    bahsedilen Beni İsrail’in müracaatı ve yalvarışı da, şeriatın Havreb dağında
    olduğu gibi, çok korkunç şartlar altında verilmemesiyle ilgilidir. Bu vak’a
    Kur’an-ı Kerim’de de geçmiştir. Ayrıca İncil’de de benzeri kayıtlar vardır[3].
    Buna cevap olarak Hz. Mu­sa, İsrail Oğullarına, Allahu Teâlâ’nın onların
    isteklerini kabul ettiğini bil­diriyor. Allah diyor ki onlar için göndereceğim
    peygamberin ağzına kendi kelâmımı vereceğim. Demek ki, bundan böyle şeriat
    verilirken Havreb dağında meydana gelen korkunç olay tekrarlanmayacak. Yani
    bundan sonra gönderilecek peygamber, yanında Allah’ın kitabıyla gelecek ve onu
    insanlara anlatacaktır. Bu açıklamadan sonra, Tervât’taki haberin Hz. Mu­hammed
    (a.s.)’den başkasına ait olduğu söylenebilir mi? Hz. Musa (a.s.)’dan sonra
    dünyaya kalıcı bir şeriat, yani din ve ahlâk nizamı getiren Hz. Muhammed Mustafa
    (a.s.)’dır. Bu şeriatın verilmesi sırasında Havreb dağında İsrail Oğullarının
    toplandığı sırada meydana gelen korkunç olaya benzer bir olay olmadı.

    3.4.3. İncil’de
    Hz. Muhammed’in Peygamberliğine İlişkin Haberler

    Hazreti Îsa (a.s.)’nın Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberliği
    hakkında verdiği müjde, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle dile getirilmiştir:

    “Ve hatırlayın, Meryem oğlu Îsa’nın söylediği bu sözlerini ‘Ey
    Beni İsrail ben tarafınıza gönderilen Rasûlüm ve benden önce gelmiş bulunan
    Tevrat’ın tasdik edicisiyim. Ve benden sonra, adı Ahmed olacak bir Rasûlun
    geleceğini müjdeliyorum”. (Sâf; 6)

    Bu, Kur’ân-ı Kerim’in en önemli âyetlerindendir. İslam
    düşmanları bunun üzerinde bir hayli durmuş, bunu alabildiğine eleştirmeye
    çalışmış ve bu hususta küstahlıkların en kötüsünü yapmışlardır. Çünkü bu ayette
    Rasûlullah’ın, ismi açıkça verilmek sureliyle ve Hz. Îsa’nın ağzıyla dünya­ya
    geleceğine dair müjde verilmiştir. Bu sebeple, bu mevzuun etraflıca ele alınması
    gerekiyor.

    3.4.3.1 “Muhammed”
    ile “Ahmed”

    Görüldüğü gibi, söz konusu âyette Nebi-yi Ekrem (a.s.)’ın adı “Ah­med”
    olarak belirtilmiştir.Ahmed’in iki anlamı vardır. Birincisi, Allah’ın en çok
    medhini yapan kişi, ikincisi, en çok medhedilen kişi veya kullar arasında en çok
    övülen kişi. Sahih hadislerden, Hz. Peygamber’in çeşitli isimlerinden birinin “Ahmed”
    olduğu anlaşılıyor. Sahih-i Müslim ile Ebu Davud’da, Ebu Musa Eş’ari (r.a.)’in
    bir rivâyeti şöyle nakledilmiştir: “Ben Muhammed’im ben Ahmed’im ve ben
    Haşir’im…” Benzeri rivayetler Cü­beyir bin Mut’im (r.a.) tarafından İmam
    Mâlik, Buhârî, Müslim, Dârimi, Tirmizî ve Neseî’de de nakledilmiştir. Hz.
    Peygamber’in bu mübarek ismi sahabeler arasında iyi biliniyordu. Nitekim, Hassan
    bin Sabit (r.a.)’ın bir şiiri şöyledir:

    “Allah ve Arş’ın etrafında toplanan melekler,

    Ve bütün temiz varlıklar, Bereketli Ahmed’i methettiler.”

    Tarih kitaplarından da Hz. Peygamber’in isminin hem Muhammed,
    hem Ahmed olduğu sabittir. Burada dikkate değer nokta, Peygamber efendimizden
    önceki bütün Arap edebiyatında “Ahmed” isminin hiç kul­lanılmayışıdır. Hz.
    Peygamber’den sonra da Ahmed ve “Gulam Ahmed” (Ahmed’in uşağı) isimleri öylesine
    yaygınlaşmıştır ki, bunun haddi hesabı yoktur. Zaten, bu ismin doğru ve gerçek
    oluşunun en büyük delili, pey­gamberimizin devrinden başlayarak günümüze kadar
    ümmetimizde bunun kadar yaygın, tutulmuş, beğenilmiş ismin az oluşudur.
    Peygamberimizin mübarek ismi Ahmed olmasaydı, müslümanların büyük bir çoğunluğu,
    çocuklarının ismini ne diye Gulam Ahmed koyacaklardı? Ahmed olma­dan, Gulam
    Ahmed olmak mümkün müydü?

    3.4.3.2. Hz. Mesih,
    Hz. İlyas ve “O Nebi”

    Yuhanna İncil’inde, Hz. Mesih’in gelişi sırasında Beni İsrail’in
    üç şah­siyeti bekledikleri ifade edilmiştir. Bunlar sırasıyla Mesih, İliyah (Hz.
    İl­yas’ın ikinci gelişi) ve “O Nebi” idiler. İncil’in âyetleri şöyledir:

    “Ve Yuhanna, (St. John, Johannes, Hz. Yahya) tanıktı ki,
    Yahudiler Kudüs’ten kendisine, ‘sen kimsin?’ diye sormak üzere keşiş ve rahipler
    gönderince o ne müsbet cevap verdi, ne menfi. Aksine kendisinin Mesih olmadığını
    söyledi. Onlar sordu; öyleyse sen kimsin? Sen İliyah mısın? O dedi ki, ‘ben
    değilim’. (Sonra dediler ki) ‘sen o nebi misin?’ O dedi ki ha­yır. Dunun üzerine
    onlar onun kim olduğunu sordular. O dedi ki, ‘Den sahrada çağıran birinin
    sesiyim, ki siz Tanrı’nın yolunu düzeltebilin.’ On­lar ona sordular, ‘Madem ki
    sen ne Mesih, ne İliyah ve ne de o peygam­bersin, o zaman sen ne diye insanları
    takdis edersin?’ ” (Bölüm I, âyet; 19-25)

    Buradaki sözler gösteriyor ki, İsrail Oğulları Hz. Mesih ile Hz.
    İl­yas’ın dışında başka bir peygamberi de bekliyorlardı ve bu peygamber Hz.
    Yahya (a.s.) değildi. Bu üçüncü Nebi veya Resul’ün geleceğine öylesine muhakkak
    gözüyle bakılıyordu ki, İsrail Oğulları arasında sadece “O Ne­bi” kelimelerini
    söylemek kendisine yapılan bir işaret sayılıyordu. Yani, “hakkında Tevrat’ta
    müjde verilen Nebi” olarak tarif etmeye de gerek yok­tu. Ayrıca, sözü edilen
    peygamberin dünyaya geleceğine herkes inanmış gibiydi. Çünkü bu nebinin gelişi
    hakkındaki inanç yanlış olsaydı, Hz. Yahya’ya yukarıdaki sorular sorulurken
    kendisi pekalâ diyebilirdi ki, “Ey İsrail Oğulları, siz hangi peygamberden
    bahsediyorsunuz? Öyle bir pey­gamber gelmeyecektir.”

    3.4.3.3. Yuhanna
    İncil’inde Geçen İbareler

    Şimdi gelin, Yuhanna İncil’inde (St. John İncili) bölüm on
    dörtten on altıya dek sürekli olarak yer alan gelecek peygamber hakkında müjde
    ve haberlere bir göz atalım:

    “Ve ben Babam’a yalvarırsam O size ikinci yardımcıyı
    gönderecektir. Bu yardımcı ebediyen sizlerle kalacaktır. Yani, dünyanın elde
    edemeyece­ği Hak Ruhu. Bunu dünya ne görür, ne bilir (ama siz onu bilirsiniz,
    çün­kü o sizlerle yaşar, sizin içinizde bulunur”. (Bölüm 14; 16-17)

    “Ben bu sözleri sizlerle beraberken size söyledim. Ama, pederim,
    Ruh-ul Kuds’ün adıma site göndereceği Yardımcı size her şeyi öğretecek ve size
    bütün söylediklerimi hatırlatacaktır” (14: 25-26).

    “Bundan sonra ben sizinle pek konuşmayacağım, Zira, dünyanın
    ön­deri geliyor ve bende onun hiçbir şeyi yoktur” (14; 30)

    “Ama, Pederim tarafından size göndereceğim Yardımcı yani
    “Hakikat’in Ruhu” size gelince benim için şahitlik yapacaktır” (15; 26)

    “Ama ben size doğruyu söylüyorum, benim gitmem sizin için
    faydalı­dır. Zira ben gitmesem o yardımcı size gelemeyecek. Ama gidersem onu
    size göndereceğim” (16; 7)

    “Ben size bazı diğer şeyler de söylemek isliyorum, ama siz
    bunlara tahammül edemezsiniz. Ama o, yani, Hakikat’in Ruhu size gelince, size
    doğru yolu gösterecektir. Zira o kendi tarafından hiçbir şey söyleyemeye­cektir,
    aksine duyduklarını anlatacaktır ve size geleceğin haberini vere­cektir. O size
    Celâlimi (öfkemi) gösterecektir. Çünkü o size benden aldığı haberleri
    verecektir. Peder’in olduğu her şey benimdir. Onun için dedim ki, benden alacak
    ve verecektir”. (16; 12-15)

    3.4.3.4. Yukarıda
    Geçen İbarelerin Anlamı

    Yukarıda geçen ibarelerin anlamını tayin etmeden önce şunu
    bilmek­te fayda vardır ki, Hz. Îsa ve o dönemin Filistinlilerinin konuştuğu halk
    dili, “Arami” dilinin bir lehçesi olan Süryanice idi. Hz. Îsa’nın doğuşundan iki
    yüz, iki yüz elli sene evvel, Seluk (Seleucide) döneminde bu bölgede
    İbranice’nin kullanılmasına son verilmişti ve yerini Süryanice almıştı. Gerçi
    Seluki ve daha sonra Roma İmparatorluğu’nun etkisiyle bölgeye Elence de
    girmişti. Fakat bu dil alanı, hükümetin gözüne girmek ve yüksek mevkile­re
    yükselmek isteyen ve Yunan etkisi allında kalan İnsanlar arasında varo­lan
    sınırlı bir alandı. Filistin halkı genellikle Süryanicenin değişik bir
    leh­çesini kullanırdı. Bu lehçe, Şam’da konuşulan Süryaniceden farklıydı.
    Fi­listin halkı Elenceye o kadar yabancıydı ki, miladi yetmiş’te de Romalı
    general Titus Kudüs’lülere hitap etmek isterken konuşmasını Süryaniceye tercüme
    ettirme mecburiyetini hissetmişti. Bu sebeple, Hz. Îsa’nın arkadaş ve
    öğrencilerine söylediklerinin mutlaka Süryanice olduğu gerçeği ortaya çıkıyor.

    Burada şu noktaya da dikkat edilmelidir ki, İncil’in dört cildi
    de, Hz. Îsa’dan sonra Hıristiyanlığı kabul etmiş olan Elence konuşanlar
    tarafından kaleme alınmıştı. Bu yazar ve kâtiplere Hz. Îsa’nın söz ve
    hareketleriyle ilgili ifadeler, herhangi bir yazılı metinden değil Süryanice
    konuşan kişile­rin şifahî rivâyetleri şeklinde geçmişti. Bu ifade ve rivâyetler
    daha sonra Süryaniceden Elenceye çevrilmişti. İncil’lerin hiçbiri miladî
    yetmişten ön­ce kaleme alınmamıştı. Yuhanna İncili ise Hz. Îsa’nın ölümünden
    yaklaşık yüz yıl sonra muhtemelen Türkiye’nin Ege bölgesinin Ephesus (Efes)
    ken­tinde bitirilmişti. Buna ilâveten, bu İncillerin hiçbir Elence nüshası
    muha­faza edilememiştir. Halbuki, İncillerin ilki Elence yazılmıştı. Matbaanın
    bulunuşundan önce kaleme alman ve şuradan buradan müsveddeler halinde toplanan
    Elence İncillerin ilk nüshaları dördüncü asırdan öteye gitmiyor. Bu bakımdan, Hz.
    Îsa’dan sonra aradan geçen üç yüz senede bu kitaplarda ne gibi değişiklikler
    yapıldığını lam kestirmek hemen hemen imkânsızdır, İncil’de değişiklikler
    yapılmasına ilişkin şüphemizi kuvvetlendiren unsur, Hıristiyanların Mukaddes
    Kitapla her türlü tahrifi caiz saymalarıdır. “Encyclopadea of Britanica”nın
    Bible (İncil) maddesinde şu satırlara rastlanı­yor:

    “İncillerde bu tür belirgin değişiklikler kasten yapılmıştır.
    Meselâ, bazen bütün bir ibare başka kitap ve kaynaklardan İncillere eklenmiştir.
    Bu tür tahrifât, İncil’in metnine, uygun gören yazarların, buldukları, her
    yerden topladıkları yazı ve iktibaslardan ileri geliyor. Bu yazar ve
    derle­meciler İncili daha derli toplu ve faydalı yapmak maksadıyla
    kendilerin­den de bazı malzeme eklemek konusunda kendilerini yetkili
    sayıyorlardı… Birçok ilâve ve çıkarmalar ta ikinci asırda yapılmıştı ve
    bunların kayna­ğı bilinmiyordu…”

    Böyle bir durumdu, İncil’de geçen Hz. Îsa’nın sözlerinin aynen
    nakledildiğini ve bunlarda bir değişiklik yapılmadığını söylemek gerçeklen çok
    zordur.

    Üçüncü ve en önemli husus da, Filistin’in müslümanlar tarafından
    fethedilmesinden sonra yaklaşık üç yüz yıl kadar Hıristiyan tebaanın dilinin
    Süryanice olmasıdır. Tarihi kayıtlara göre Filistinli Hıristiyanlar, ancak
    do­kuzuncu yüzyılda Süryanice yerine Arapça konuşmaya başladılar. Bu Süryanice
    konuşan Hıristiyanlardan ilk üç yüzyılda müslüman âlimlere geçen Hıristiyan
    rivâyetlerinin, daha sağlam ve geçerli olduğu söylenebilir. Zira, diğer
    Hıristiyan kavim ve âlimlere, Hıristiyanlığın temel inanç, felsefe ve
    gelenekleri Süryaniceden Elenceye daha sonra da Latinceye tercüme edil­mek
    suretiyle ulaşmıştı. Halbuki, Hz. Îsa’nın ağzından çıkan sözler Filis­tin’de
    uzun süre konuşulan Süryanice olduğu için bunların ilk etapta iyi korunduğu daha
    yakın bir ihtimaldir.

    3.4.3.5. Dünyanın
    Lideri Olacak

    Bu inkâr edilmez tarihi hakikatlerin ışığında Yuhanna İncili’nin
    yuka­rıda geçen ibaresini değerlendirecek olursak, Hz. Îsa’nın kendisinden
    son­ra gelecek bir peygamber hakkında milletine bir müjde vermekte olduğu­na
    tanık oluruz. Îsa, (a.s.) bu şahsiyeti “dünyanın lideri”, “ebediyen yaşa­yacak”,
    “doğruluğun bütün yollarını gösterecek” ve bizzat kendisini (Hz. Îsa’yı) “teyid
    edecek” bir kişi olarak tarif etmektedir. Dikkat edeceğiniz gibi, asıl ibarelere
    Ruh’ül-Kuds’an (Kutsal Ruh) ve “Hakikat’ın Ruhu” gibi kelimeler ilâve edilmek
    suretiyle ifade muğlak ve hatta anlamsız kılınmak istenmiştir. Buna rağmen,
    bütün ibareleri dikkatle tahlil ettiğimizde müj­delenen şahsiyetin bir ruh
    değil, bir insan ve belirli bir kişi olduğunu anla­rız. Bu öyle bir kişidir ki
    öğretileri cihanşümûl olup herkesi kapsayacak ve kıyamete kadar yaşayacak
    nitelikte olacaktır. Bu özel şahsın bir husu­siyeti de “yardımcılık”tır.
    Tercümede biz “yardımcı” kelimesini kullandık. Hıristiyanlar Yuhanna İncili’nin
    Elence asıl nüshasında geçen kelimenin “‘paracletus” olduğunda ısrar
    etmektedirler. Ama bunun manasını tesbit ederken kendileri de ihtilâfa
    düşmüşlerdir. Bu kelimenin kökü olan Yunanca “paraclete”nin anlamı şunlardır:
    Bir yere çağırmak, yardıma çağır­mak, ikaz ve tenbih, teşvik etmek, yalvarmak,
    dua etmek vs. Elencede bu kelimenin karşılığı şunlardır: Teselli etmek, teskin
    etmek ve cesaret ver­mek, İncil’de hangi yerlerde bu sözcük kullanılmışsa orada
    buna yukarıda­ki anlamlardan hiçbiri uygun düşmez. Origen, bu kelimeyi bazı
    yerde “teskin eden” ve bazı yerde “takbih eden” olarak tercüme etmiştir. Ama
    diğer yorumcular bu tercümeleri reddetmişlerdir. Çünkü bunlar ilkin, Yunanca
    grameri bakımından doğru anlamlar değildir. İkincisi, söz konusu kelimenin
    geçtiği ibarelerden hiçbirinde bu anlamlar uygun düşmüyor. Bazı diğer
    mütercimler bunu “öğretmen” ve “hoca” olarak çevirmişlerdir. Ama Yunancanın
    genel kural ve kaideleri bu anlamın çıkarılmasına da müsait değildir. Turtulian
    ve Augustein ise “avukat” ve “vekil” kelimesini tercih etmişlerdir. Başkaları
    “yardımcı”, “teskin eden ve teselli eden” söz­cüklerini kullanmışlardır[4].
    İşin ilginç yanı, Yunancada sözünü ettiğimiz kelimeye benzer başka bir kelime, “Periclytos”un
    bulunmasıdır. Bu keli­menin manası, “medh edilmiştir. Görüldüğü gibi, bu kelime,
    Arapça Mu­hammed’in hemen hemen aynısıdır. Hem telaffuz bakımından da ikisi
    ara­sında epeyce benzerlik vardır. Şimdi ister misiniz, kendi kutsal
    kitapların­da keyiflerine göre değişiklik yapmayı meslek ve âdet edinmiş olan
    Hıristiyan din adamları, Yuhanna’nın naklettiği haberde yer alan bu kelimeyi
    akide ve inançlarına ters düştüğünü görünce bunu az bir değişiklikle “pa­racletus”
    yapmış olsunlar! Bu değişikliğin gerçekten yapılıp yapılmadığı, Yuhanna
    İncili’nin asıl Yunanca nüshasının bulunmasıyla mümkün olabi­lirdi. Maalesef, bu
    nüsha bulunmadığı için eski ve yeni metinde kullanılan kelimenin ne olduğunu
    tesbit etmek imkânsız kılınmıştır.

    3.4.3.6. “Munhamanna”

    Ancak vereceğimiz karar sadece bu hususa bağlı değildir ve çok
    şü­kür ki değildir. Zira, Yuhanna’nın Yunanca İncil’inde müstakbel peygam­ber
    için hangi kelimenin kullanılmış olması meseleyi tamamıyla halletmi­yor. Bir
    kerre, bu İncil de Süryaniceden Yunancaya çevrilmişti. Demek oluyor ki bu
    hususta asıl önemli olan, Hz. Îsa’nın kullandığı Süryanice ke­limedir. Çok
    şükür, bu kelime, İbn Hişam’ın Siyer-i Nebevi’sinde vardır. Siret-i İbn Hişam’da
    sadece aradığımız kelime bulunmakla kalmıyor, ayrı­ca bundan asıl Yunanca
    kelimenin ne olduğu da açıkça anlaşılıyor. İbn Hi­şam, Muhammed bin İshak’a
    atfen Yuhannes (Yuhanna) İncili’nin 15. Bölümü -âyet 23 ilâ 27 ve Bölüm-16 âyet;
    1 ‘in tümünü tercüme etmiştir. Adı geçen tercümede Yunanca “paracletus” kelimesi
    yerine Süryanice “Munha­manna” kelimesi kullanılmıştır. Daha sonra, İbn İshak ya
    da İbn Hişâm bu kelimeyi şöyle tarif etmiştir: “Munhamanna” kelimesi Süryanicede
    Mu­hammed (methedilmiş) ve Yunancada “pericletus” anlamına gelmektedir” (İbn
    Hişam, cilt I, s. 248).

    Olaya tarih açısından bakacak olursak, Filistin’li
    Hıristiyanların ana di­linin dokuzuncu asra kadar Süryanice olduğunu görürüz. Bu
    bölge, yedin­ci yüzyılın ilk yarısında müslüman topraklarına katılmıştı. İbn
    İshak 768’de ve İbn Hişam 828 yılında vefat etmişti. Demek ki, her iki yazar ve
    âlimin zamanında Filistin’li Hıristiyanlar Süryanice konuşuyor ve yazıyor­lardı.
    Her ikisi için kendi memleketlerinin Hıristiyan tebaasıyla temas kur­maları hiç
    de zor değildi. Ayrıca, o devirde Yunanca konuşan yüz binlerce Hıristiyan,
    müslüman topraklarında yaşıyorlardı. Bu nedenle, kendileri, Süryanice’nin hangi
    sözcüğünün Yunancanın hangi sözcüğüne eş anlamda olduğunu gayet iyi
    bilebiliyorlardı. Şimdi İbn İshak’ın naklettiği tercüme­de Süryanice kelime, “Munhamanna”
    geçmişse ve İbn İshak veya İbn Hi­şam bunun Arapça “Muhammed” kelimesi ya da
    Yunanca “Pericletus” söz­cüğüne eş anlamda kullanıldığını açıklamışsa, Hz.
    Îsa’nın Hz. Peygamber (a.s.)’in mübarek ismini vererek kendisinden sonra dünyaya
    geleceğini müjdelemiş olmasında hiçbir şüphe kalmıyor. Bu açıklama ile birlikte,
    Yuhanna İncili’nde geçen kelimenin aslında “periclytos” olduğu, ancak Hıristiyan
    din adamları tarafından sonradan “paracletus” olarak değiştirildi­ği de hiçbir
    şüpheye yer vermeyecek şekilde anlaşılıyor.

    3.4.3.7. Necaşi’nin
    Şehadeti

    Bundan daha eski tarihi delil, Habeşistan Kralı Necaşi’ye bir
    avuç müslümanın gidip kendisine İslâmiyet hakkında bilgi vermeleriyle
    ilgili­dir. Hz. Abdullah bin Mesud (r.a.)’un rivâyetine göre, Habeşistan’a
    hicret etmiş olan müslümanlar, Kral Necaşi’nin huzuruna çağrılınca, heyet
    baş­kanı Hz. Ca’fer bin Ebû Talip (r.a.) İslâm peygamberi ve getirdiği din
    hakkında bir konuşma yaptı. Bu konuşmayı duyan Necaşi dedi ki: “Mer­haba size ve
    tarafından geldiğiniz şahsiyete. Ben O’nun Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet
    ediyorum. İncil’de zikri geçen elbette O’dur ve geleceği­ne dair müjdeyi Meryem
    oğlu Îsa bize vermişti.” (Müsned-i Ahmed). Bu kıssa, hadislerde bizzat Hz.
    Ca’fer ile Ümmü Seleme (r.a.) tarafından da nakledilmiştir. Bu demek oluyor ki,
    yedinci yüzyılda Habeşistan Kralı Necaşi, Hz. Îsa’nın bir Nebi’nin geleceğini
    müjdelediğini biliyordu. Bu kıssa ile ayrıca, İncil’de, Hz. Muhammed Mustafa
    (a.s.)nın gelişine dair bazı açık işaretler bulunduğu ve bu işaretlere dayanarak
    Necaşi’nin, gelen peygamberin Hz. Muhammed (a.s.) olduğu neticesine varmakla hiç
    gecik­mediği de anlaşılıyor. Fakat, burada geçen rivayet ve hikâyeden, Hz.
    Îsa’nın müjdesiyle ilgili Kral Necaşi’nin bilgi kaynağının Yuhanna İncili mi
    yoksa başka İncil ve kitaplar mı olduğu anlaşılmıyor.

    3.4.3.8. Barnabas
    İncili

    Gerçek şudur ki, sadece Hz. Muhammed (a.s.) ile ilgili Hz.
    Îsa’nın müjdeleri ve haberleri değil, aynı zamanda bizzat Hz. Îsa’nın hayatı ve
    eserleri hakkında da bilgi edinmenin muteber ve güvenilir kaynakları, Ka­tolik
    Kilisesinin meşru ve geçerli saydığı sadece dört İncil değildir. Bu hususta
    belki de nispeten daha muteber kaynak, kilisenin “muhtevası şüp­heli” olduğu
    gerekçesiyle nazarı dikkate almadığı Barnabas İncili’dir. Çok ilginçtir,
    Hıristiyanlar bu kutsal kitabı saklamaya azami gayret göstermiş­lerdir. Bu kitap
    asırlarca herkesin gözünden uzak kaldı. On altıncı asırda Latince tercümesinin
    nadir bir nüshası Papa Sixtus’un kütüphanesinde bu­lunuyordu ve kimsenin buna el
    sürmesine izin verilmiyordu. Ancak on se­kizinci yüzyılın başında bu nüsha John
    Toland adında bir kişinin eline geçti. Bundan sonra çeşitli ellerden geçerek
    1738 yılında Viyana İmpara­torluk Kütüphanesine ulaştı. 1907’de bu İncil’in
    İngilizce çevirisi Oxford-Clarenden Matbaası tarafından neşredildi. Ne var ki,
    bu eser piyasaya çı­kar çıkmaz, Hıristiyan dünyasında bir telaş başladı ve pek
    çok din adamıyla kilise çevreleri, bu kitabın fazla yayılmasının, Hıristiyan
    dininin yok olma­sına neden olabileceği kuşkusuna kapıldılar. Neticede, basılan
    nüsha esra­rengiz, ama plânlı bir şekilde ortadan kaldırıldı. Bir daha da
    İngilizce ter­cümesinin yayınlanması mümkün olmadı. Aynı şekilde Latince
    tercüme­sinden İspanyolcaya çevrilen nüshanın on sekizinci yüzyılda piyasada ve
    kütüphanelerde bulunduğu belirtiliyor. Bu bilgiyi George Sell, Kur’an-ı Kerim’in
    İngilizce meâlinde bize nakletmiştir. Ama İspanyolca çevirisinin de ortadan
    kaldırıldığı görülmüştür. Bugün maalesef bunun hiçbir nüshası hiçbir yerde
    bulunmuyor. Ben, Oxford’da yayınlanan İngilizce tercümesi­nin fotokopisini okuma
    fırsatını buldum. Barnabas İncili’nin tümünü dik­katle okudum. Bence, bu İncil
    Hıristiyanlar için büyük bir nimettir ve sade­ce taassup ve inatçılıkları
    yüzünden böyle kıymetli bir eserden mahrum kalmışlardır.

    Hıristiyan literatüründe Barnabas İncili’nin adı nerede
    geçmişse, oraya bir muhalefet şerhi konmuş, bunun sahte ve uydurma bir İncil
    olduğu, dolayısıyla reddedilmesi gerektiği ileri sürülmüştür. Gözü dönmüş, ilim
    ve irfandan nasip alamamış bazı Hıristiyan din adamları bunun bir müslüma­nın
    hayal gücünün eseri olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmişlerdir. Bu, aslında
    büyük bir yalandır ve bunun sebebi sırf İncil’in metninde pek çok yerlerde Hz.
    Peygamber (a.s.)’in dünyaya geleceği konusu da açık se­çik kayıtların
    bulunmasıdır. Bir defa, bu İncil’i okuyan herkes, bunun bir müslüman tarafından
    kaleme alınmadığına katiyetle inanmış olur. İkinci­si, böyle bir kitap bir
    müslüman tarafından yazılmış olsaydı bu, müslü­manlar tarafından iyice tanınır
    ve müslüman ilim adamlarının eserlerinde bundan sık sık ve geniş şekilde
    bahsedilirdi. Fakat, George Sell’in Kur’an-ı Kerim’in İngilizce mealinden önce
    müslümanlar Barnabas İncili’nin adı­nı bile duymamışlardı. Taberi, Yakûbi,
    Mes’udi, Birûnî, İbn Hazm, İbn Teymiye vs. gibi Hıristiyan kaynaklarına iyice
    vakıf olan fakih, yazar ve tarihçiler Hıristiyanlık ve Hıristiyanlığın kutsal
    kitaplarından bahsederken Barnabas İncili’ne en ufak bir işarette bile
    bulunmamışlardır. İslâm dünya­sında sayısız kütüphanelerde bulunan kitapların en
    geniş ve güvenilir bib­liyografyaları İbn Nedim ile Hacı Halife (Bk. “El
    Fihrist” ve “Keş-üz Zünûn”) tarafından hazırlanmıştır. Ama bunlarda da Barnabas
    İncili’ne rastlamak mümkün değildir. Hıristiyanların ileri sürdüğü iddianın
    asılsız, oluşunun üçüncü ve en büyük delili, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın
    dünyaya gelişinden 75 yıl önce bile, Papa Gelasius I döneminde “yanlış ve dini
    düşüncelere aykırı kitaplar” adı allında hazırlanan listede Barnabas İncili (Evangelium
    Barnabe)nin adının geçmiş olmasıdır. Söyler misiniz, o çağda bu sözde sahte
    İncili yazacak bir müslüman var mıydı?

    3.4.3.9. Barnabas
    İncili Hakkında Bazı Temel Bilgiler

    Barnabas İncili’nde Resul-ü Ekrem (a.s.)’in dünyaya peygamber
    olarak gelmesine dair haber ve müjdelerden söz açmadan isterseniz önce
    Hıristi­yanlarca meçhul kamış, müslümanlar tarafından da hiç bilinmeyen bu
    ki­tabı size tanıtalım. Böylece bunun mahiyeti, muhtevası ve dolayısıyla
    ehemmiyetini anlamış olacağız. Ayrıca, Hıristiyanların bundan neden bu­cak bucak
    kaçtıklarını kavramış olacağız.

    Kitab-ı Mukaddes’te meşru ve muteber olarak yer alan dört
    İncil’den hiçbirinin Hz. Îsa’nın sahabeleri veya havarileri tarafından kaleme
    alınma­dığını bilmekte fayda vardır. Sonra, bu İncil’leri yazanlardan hiçbiri,
    yaz­dıklarının Hz. Îsa’nın havarilerine dayandığını veya onlar tarafından
    nak­ledildiğini iddia etmemiştir. Böyle atıflar şöyle dursun, yazılanların
    hiçbir kaynağı gösterilmemiştir. Bu itibarla, rivayet edenin, sözleri kendisinin
    mi duyduğu, veya olayları kendisinin mi gördüğü, yoksa bunları bir veya birden
    fazla aracıdan mı işittiği bilinmiyor. Buna karşılık, Barnabas’ın ya­zarı diyor
    ki: “Ben Hz. Mesih’in ilk 12 havarisinden biriyim. Baştan sona kadar Mesih ile
    beraberdim ve gözlerimle gördüğüm olaylar ve kulakla­rımla duyduğum sözleri bu
    kitapta yazıyorum.” Sadece bu değil, Barnabas şunları da yazıyor: “Hz. Mesih bu
    dünyadan ebediyete intikal ederken kendi hakkında çıkan yalan yanlış
    dedikodulara son vererek dünyaya ger­çekleri açıkça ortaya koymamı emretmişti.”

    Barnabas kimdi? Kitab-ı Mukaddes’in “Ameller Bölümünde” bu
    şah­sın ismine sık sık rastlanıyor. Buna göre, Barnabas, Kıbrıslı bir Yahudi
    ai­lesine mensuptu. Hıristiyanlığın yayılması ve Hz. Îsa’nın taraftarlarına
    ya­pılan yardımlar konusunda Barnabas’ın büyük hizmetler verdiği
    kaydedil­miştir. Fakat, kendisinin ne zaman Hıristiyanlığı kabul ettiği
    belirtilmemiş­tir. Ayrıca, üç İncil’de geçen ilk 12 havarinin isimleri arasında
    Barnabas ismine rastlanmıyor. Bu bakımdan, bahsettiğimiz İncil’in yazarının bu
    Barnabas mı yoksa başka bir Barnabas mı olduğu kesinlik kazanmıyor. Matta ile
    Markos’un verdiği havariler listesini, Barnabas’ın listesiyle kar­şılaştıracak
    olursak, ikisi arasında sadece iki ismin değişik olduğuna şahit oluruz. Bir
    Torna (Thomas) ki bunun yerine Barnabas kendi ismini veri­yor ve diğeri Şemun
    Kenanî, ki bunun yerine Yakup oğlu Yahudah (Juda)nın adını yazıyor. Lucas’ın
    İncil’inde bu ikinci isim de vardır. Bu ba­kımdan, sonradan Hıristiyan din
    adamları ve ileri gelenlerinin, Barna­bas’dan ve onun İncil’inden yakalarını
    kurtarmak için ismini silip yerine Thomas’ın adını yazdıkları akıl ve mantığa
    daha uygundur. Zira, çıkarları uğruna bu tür tahrifler yapmak Hıristiyan aziz ve
    din adamları için olağan bir şeydi.

    Tarafsız ve sağduyulu bir kişi Barnabas İncil’ini okuduktan
    sonra bu­nu Ahd-i Cedid’in dört İncil’iyle karşılaştıracak olursa, bunun diğer
    dört İncil’den kat kat daha iyi olduğu sonucuna varacaktır. Bu İncil’de Hz.
    Îsa’nın hayatı ve başından geçenler daha teferruatlı şekilde anlatılmıştır.
    Tıpkı bir kişinin gördükleri ve yaşadığı olaylar gibi. Dört İncil’de kopuk ve
    birbirine bağlı olmayan hadise ve hikâyelerin anlatımı Barnabas İn­cil’inde daha
    düzgün ve anlamlı hale getirilmiştir, özellikle tarihi olaylar biraz daha
    dikkatli bir sıra ile kaydedilmiştir. Bunun yanı sıra, Hz. Îsa’nın dini
    telkinleri burada dört İncil’e oranla daha ayrıntılı, açık ve etkin biçim­de
    kaydedilmiştir. Tevhid ile ilgili nasihatler, şirkin reddi, Allahu Teâlâ’nın
    sıfatları, ibadetin ruhu ve güzel ahlâk gibi mevzular gayet ayrıntılı, mantıklı
    ve kuvvetli şekilde anlatılmıştır. Bu kitapta Hz. Îsa’nın kullandığı dil ve
    konunun iyi anlaşılması için verdiği pratik misallerin en küçük ör­neğini bile,
    dört İncil’de bulmak mümkün değildir. Bundan, Hz. Îsa (a.s.)’nın kendi
    taraftarları ve havarilerine nasıl nasihat ve telkinde bulundu­ğu ve bu hususta
    ne kadar akıllıca yöntemler kullandığı da anlaşılıyor. Hz. Îsa’nın dili, üslûbu,
    tabiatı ve huyuna azıcık vakıf olan biri bile, bu İncil’i okuduktan sonra bunun
    sahte veya düzmece bir kitap olmadığına kanaat getirecektir. Gerçeği söylemek
    gerekirse, Hz. Îsa’nın kişiliği ve öğretileri diğer dört İncil’e nisbetle
    Barnabas İncili’nde, daha net, daha açık bir şe­kilde karşımıza çıkıyor. Ayrıca
    bu İncil’de diğer İncil’lerin belirgin bir ek­sikliği olan çeşitli söz ve
    fiillerdeki tezat da yoktur.

    Barnabas İncili’nde yer alan Hazreti Îsa’nın hayatı ve talimatı
    bir nebi­nin hayatı ve talimatına tıpa tip uyuyor. Kendisi bir nebi olarak
    karşımıza çıkıyor, bütün peygamberleri ve kitaplarını tasdik ediyor.
    Peygamberler olmaksızın Hakk’ı tanımanın bir yolu olmadığını belirliyor ve
    peygamber­lere boş verenin aslında Allah’a boş verdiğini anlatıyor. Tevhid,
    Peygam­berlik ve âhiret hakkında diğer bütün peygamberlerin talimatına uygun
    sözler söylüyor. Namaz, oruç ve zekât için gereken telkinde bulunuyor. Barnabas
    İncil’inde sık sık bahsedilen namazların aslında müslümanların bildiği sabah,
    öğle, ikindi, akşam, yatsı ve teheccüd namazları olduğu an­laşılıyor. Ayrıca,
    her namazdan önce abdest alındığı da belli oluyor. Hz. Îsa, peygamberlerin
    listesine Hz. Davud ile Hz. Süleyman (a.s.)’ı da dahil ediyor. Halbuki hem
    Yahudiler hem Hıristiyanlar bu iki peygamberi, pey­gamberler listesinden
    çıkarmışlardır. Hz.İsmail (a.s.)in “zebih” (Allah’a adanmış kurban) olduğunu
    kabul ediyor ve bu hususta bir Yahudi âlimi de, bu gerçeği kabul etmeye
    zorluyor. Aynı âlim, İsrail Oğullarının kendi menfaatleri için Hz. İshak (a.s.)’ın
    zebih veya kurban olduğunu herkese inandırmaya çalıştıklarını belirtiyor.
    Kısacası, Barnabas’taki kayıtlara göre Hz. Îsa (a.s.)’nın ahiret, kıyamet,
    cennet ve cehennem ile ilgili vaaz ve tel­kinleri Kur’an-ı Kerim’de
    anlatılanların hemen hemen aynısıdırlar.

    3.4.3.10.
    Hıristiyanlar Neden Barnabas İncili’ne Karşı Çıkıyor?

    Hıristiyanların Barnabas İncili’ne neden bu kadar şiddetle
    muhalefet ettiklerini araştıracak olursak, bunun sebebinin sadece Hz. Muhammed
    (a.s.)’in gelişine dair açık seçik işaretleri ihtiva etmesinin olmadığını
    görü­rüz. Zira, Hıristiyanlar bu İncil’i zaten Hz. Muhammed (a.s.)’in doğuşundan
    önce reddetmişlerdi. Aşağıdaki satırlarda Hıristiyanların şiddetli öfke ve
    muhalefetinin gerçek nedenlerini ayrıntılı bir şekilde anlatmaya çalışacağız.

    Bilindiği üzere, Hazreti Îsa’nın ilk taraftarları kendisini
    sadece bir Peygamber olarak tanırlardı, O’nun bütün talimatlarına harfiyyen
    uymaz­lardı. Bu ilk yandaşları Musevi şeriatına bağlı olup akide, ilâhî emir ve
    ibadetler bakımından kendilerini Beni İsrail’den ayrı saymazlardı. İlk
    Hıristiyanlar ile Beni İsrail arasındaki tek fark, birincilerin Hz. Îsa’yı Mesih
    olarak tanımaları ve O’na iman etmeleriydi. Oysa, Beni İsrail Hz. Îsa’yı
    peygamber olarak tanımıyordu. Daha sonra, Aziz Paul Hıristiyan cemaati­ne
    girince Romalı, Yunan ve İsrailli veya Yahudi olmayan diğer ulusları da
    Hıristiyanlığın çatısı altında toplamaya çalıştı. Bu sebeple, yeni bir mez­hep
    ve hatta dinin temelini attı. Bu yeni din akide, inanç ve kurallar açı­sından Hz.
    Îsa’nın yaymaya çalıştığı dinden çok farklıydı. Aslında bu aziz, hiçbir zaman Hz.
    Îsa’yı görmemiş, ondan telkin almamıştı. Hatta Hz. Îsa sağ iken kendisinin en
    büyük muhaliflerinden biriydi ve Îsa peygamber öldükten sonra birkaç yıl bu
    tavrına devam etti. Daha sonra Hıristiyan ola­rak yeni bir dini oluştururken de
    kendi yaptığı tasarruflara delil olarak Hz. Îsa’nın hiçbir söz veya fiilini
    halka göstermedi, aksine bunların kaynağı­nın şahsi ilham olduğunu ileri sürdü.
    Yeni dini ortaya koyarken başlıca amacı, bu dinin Yahudi olmayan bütün kavim ve
    milletlerin tereddütsüz kabul edebileceği mahiyette olmasaydı. Nitekim, bir
    Hıristiyanın Yahudili­ğin bütün şeriatından bağımsız olduğunu ilân etti.
    Yiyecek, içecek konu­sunda her türlü helâl ve haram farkını ortadan kaldırdı.
    Yahudi olmayan­ların zoruna giden sünnet ananesine de son verdi. Sadece bunlar
    değil, Hz. Îsa’nın ulviyeti, Allah’ın oğlu olduğu ve çarmıha gerilerek Adem
    oğulları­nın günahını üstüne aldığı ve böylece bedellerini ödediği gibi çeşitli
    saç­ma sapan tezleri de ortaya atıverdi. Fakat bu tür fikir ve tavırlar müşrik
    ve kâfirlere çok cazip geliyordu ve Aziz Paul bu gibi uydurmalarla
    hissiyat­larını okşamaya ve yeni dine teşvik etmeye çalıştı. Hz. Îsa’nın ilk
    yandaş­ları bu tür bidat ve batıl itikatlara karşı çıktılar. Ama ne çare ki,
    Aziz Paul’un şeytanca bir düşünce ile Hıristiyanlığa açtığı bu kapıdan Yahudi
    olma­yan Hıristiyanlar büyük bir sel halinde girdi ve bu baskın karşısında çok
    az sayıdaki özüne bağlı dindar kişiler dayanamadılar. Yine de M.S. üçüncü
    yüzyılın sonuna kadar, Hz. Îsa’nın ulûhiyetini reddeden çok kişi vardı. Ne var
    ki, MS. dördüncü gün başında Nicaea’da toplanan Paralık Konseyi (325), Aziz
    Paul’ün düşünce ve görüşlerini Hıristiyanlığın esasları olarak kabul et­ti. Daha
    sonra, Roma İmparatorluğu da Hıristiyanlığı resmi din olarak be­nimsedi. Bu
    olay, İmparator Theodoseus zamanında çıkarılan bir kanunla perçinleşti. Bundan
    sonra, Aziz Paul’ün akide ve inançlarına karşı olan bütün kitap ve belgeler
    gayet doğal olarak gayri meşrû ve gayr-i kabili rücû ilân edildiler. M.S. 367’de
    ilk defa, Athanasius’un bir mektubuna uy­gun olarak muteber, meşrû kitap ve
    vesikaların listesi hazırlandı. Bu liste­yi 382’de Papa Damasius başkanlığında
    toplanan konsey onayladı. Beşin­ci yüzyılın sonunda ise, Papa Gelasius bu
    listeyi tasdik etmesinin yanı sıra muteber ve meşrû olmayan kitap ve vesikaların
    listesini de hazırlattı. İşin ilginç tarafı, adı geçen kitapların meşru,
    güvenilir veya güvenilmez olarak tasnif edilmesi için kabul edilen ölçü sadece
    Aziz Paul’ün uydurduğu inanç ve kurallardı ve hiçbir Hıristiyan âlim veya kilise
    adamının çıkıp bunların Hz. Îsa’nın talimatına uyduğunu iddia etmeye cesaret
    edemeyişiy­di. Hatta, muteber ve meşrû kitaplar mecmuasına dahil edilen
    İncil’lerde de Hz. Îsa’nın kendi söz ve hareketlerine dair herhangi bir kayıt
    bulunmu­yor.

    Gayet tabii ki, Barnabas İncili, itibar edilmeyen ve meşrû
    olmayan ki­tapların listesinin başına geçirilmişti. Bunun başlıca sebebi,
    muhtevasının o zaman revaçta olan resmi dinin inanç ve kurallarına tamamıyla zıt
    ol­masıydı. Kitabın yazarı, başta kitabı kaleme alışının sebebini anlatıyor:
    .”Bu kitabın gayesi, Şeytan’ın hilelerine uyarak Hz. Îsa’yı Allah’ın oğlu ilân
    edenleri ıslah etmektir. Bu İnsanlar (Şeytan’a uyanlar) erkeklerin sün­net
    edilmesini gereksiz buluyor, haram yiyecekleri helâl kılıyorlar. Bu tür hataya
    düşenler arasında (Aziz) Paul de vardır.” Barnabas’ın beyan ettiği gibi, Hz. Îsa
    sağ iken, Mu’cizelerini gören müşrik Romalı askerler O’nun Allah’ın oğlu ve
    hatta Allah olduğunu söylemeye başladılar ve bu yanlış inanca daha sonra İsrail
    Oğulları da bulaştılar.

    Barnabas bundan sonraki gelişmeleri şöyle nakleder: “Hz. Îsa bu
    gidi­şata çok üzülmüştü. Defalarca, O’nun etrafını saranları uyardı ve yanlış
    inançlarını şiddetle yerdi. Öğrencilerini çeşitli bölgelere gönderdi. Bu
    öğ­renciler, Hz. Îsa’nın duaları sayesinde tıpkı kendisi gibi halka bazı
    Mu’cizeler gösterdiler. Bu gösterinin maksadı kendisinden Mu’cizeler sadır olan
    bir kişinin Tanrı veya Tanrı’nın oğlu olması gerekmediğini açıkça ortaya
    koymaktı”. Barnabas bundan sonra Hz. Îsa’nın bu konuda yaptığı çeşitli
    konuşmalarını nakleder. Bu konuşmalardan, Hz. Îsa’nın halk arasında yaygınlaşan
    batıl itikatlara ne kadar karşı olduğu anlaşılıyor. Barnabas Hz. Îsa’nın
    ümmetinin doğru yoldan sapmasından son derece endişeli ol­duğunu ifade ediyor.
    Ayrıca, Aziz Paul’ün, Hz. Îsa’nın çarmıhta can verdi­ği yolundaki gerici
    akidesini şiddetle yalanlıyor ve kendi gözleriyle gör­düğü olayı şöyle
    anlatıyor: “Şakirt Yahuda (Judah, Judas) Yahudilerin Baş Hahamlarından rüşvet
    alarak Hz. Îsa’yı yakalamak üzere askerlerle gelin­ce, Allah’ın emriyle, dört
    melek, Hz. Îsa’yı semaya kaldırdılar ve Şakirt Yahuda’nın yüzü ve sesi tamamıyla
    Hz. Îsa’nınki gibi yapıldı. Böylece, çarmıha Hz. Îsa değil Yahuda gerildi”.
    Barnabas İncili’ndeki bu ifade, gö­rüldüğü gibi, Paul’ün kurduğu Hıristiyanlığın
    kökünü kazıdığı gibi, Kur’an-ı Kerim’in ifadesini de tamamıyla doğrular
    niteliktedir. Hiç şaşılmamalıdır ki, Kur’an-ı Kerim’in inişinden tam 115 sene
    evvel Barnabas İncili’ndeki bu ifadeler, kitabın Hıristiyan kilise adamları
    tarafından aforoz edilmesine sebep oldu.

    3.4.3.11. Barnabas
    İncili’nde Yer Alan Açık işaret ve Haberler

    Yukarıda kısaca değinmeye çalıştığımız hususlar, Barnabas
    İncili’nin diğer dört İncil’den çok daha güvenilir olduğunu göstermeye yeter
    sanırız. Bu İncilde Hz. Mesih (a.s.)’in söz, fiil ve sireti gerçeğe uygun
    şekilde an­latılmıştır. Maalesef, Hıristiyanlar, kendi akide, inanç kuralları
    ile Hz. Îsa’nın talimatını bu İncil ile bilme ve düzeltme fırsatını kaçırdılar.

    Bu açıklamalardan sonra, zannediyoruz, Barnabas İncili’nde,
    Peygam­ber Efendimiz (a.s.)’in gelişine dair Hz. Îsa’nın ağzıyla dile getirilen
    işaret ve haberleri buraya aktarabiliriz. Söz konusu haberlerde Hz. Îsa, Hz.
    Mu­hammed (a.s.) için bazen “Rasûlullah” bazen da “Mesih” kelimesini
    kul­lanmıştır. Bazen “Takdir Edilmeye Lâyık” ibaresini kullanmış, bazen da öyle
    sözcükler kullanmış ki, bunlar “Lailâhe illallah Muhammed-ur Rasûlullah”
    anlamına gelmektedir. Hz. Îsa’nın, Hz. Peygamber hakkında verdiği işaretler o
    kadar çoktur ki, bunların hepsini anlatmak için ayrı bir kitapçığa ihtiyaç
    duyulacaktır. Bunların hepsini iktibas etmemiz imkânsızdır. Biz burada sadece
    belli başlı haberleri naklediyoruz:

    “Allah’ın dünyaya gönderdiği peygamberler, ki sayıları 144
    bindi, muğlak şekilde konuştular. Ama benden sonra, bütün peygamberler ile
    mukaddes varlıkların nuru gelecektir ki, peygamberlerin söylediklerini
    açıklayacak, sizi aydınlatacaktır. Çünkü o Allah’ın Rasûlüdür”. (Bölüm; 17)

     “Ferisiler ile Lâviler, dedi ki, madem ki sen ne Mesih, ne
    İlyas, ne de başka bir Nebisin, o zaman sen neden yeni bir vaaz ve telkinde
    bulunu­yorsun ve kendini Mesih’den de daha büyük olarak gösteriyorsun. Îsa
    Me­sih dedi ki, Tanrı’nın benim vasıtamla gösterdiği Mu’cizelerin maksadı,
    be­nim yaptıklarımın hepsinin Tanrı’nın isteğine bağlı olduğunu size
    göster­mektir. Yoksa, ben kendimi, sizin bahsettiğiniz (Mesih)ten büyük
    saymı­yorum. Ben, sizin Mesih dediğinizin çorabının boncuğunu veya ayakkabı
    bağlarını açacak seviyede bile değilim. O Mesih benden önce yaratılmıştı ve
    benden sonra gelecektir. O dinin hiç son bulmaması için hakikatleri ya­nında
    getirecektir.” (Bölüm; 42)

     “Size yemin ederek söylüyorum, gelen her nebi sadece bir millet
    için Allah’ın rahmetinin işareti olarak gelmiştir. Bu sebeple, bu
    peygamberle­rin talimatı, gönderildikleri ümmet ve ulusların dışına çıkmadı. Ama
    Al­lah’ın Rasulü gelince, Allah O’na adeta elindeki mührünü verecektir. Taa ki,
    O’nun talimatını almış olan dünyanın bütün ulusları selâmete ve rah­mete
    kavuşacaklardır. O inkârcılara hâkim olacak ve putperestliği öylesi­ne
    yeryüzünden silecektir ki Şeytan kaçacak delik arayacaktır”. (Bu satır­lardan
    sonra, Hz. Îsa’nın şakirtleriyle uzun bir konuşması yer alıyor. Bu konuşmada Îsa
    Mesih (a.s.) müstakbel peygamberin Beni İsmail’den ola­cağını izah ediyor).
    (Bölüm; 43)

    “Bu sebeple size diyorum ki, Rasûlullah, Allah’ın yarattığı
    hemen he­men bütün mahlûk ve eşyaları memnun edecek bir saadettir. Zira O,
    anla­yış, nasihat, hikmet, kuvvet, şefkat ve sevgi gibi güzel duygularla
    dolu­dur. O, cömertlik, rahmet, adâlet, takva, dürüstlük, efendilik ve sabrın
    ru­huyla donatılmıştır. Kendisine bu faziletlerin üç misli verilmiştir. Yani
    Allah’ın yarattığı diğer mahlûklara nisbetle O’nun dünyaya gelişi ne mü­barek
    bir an olacaktır. İnanın, ben O’nu görmüş ve ona saygılarımı sun­muşumdur. Tıpkı
    diğer bütün peygamberlerin O’nu gördüğü ve O’na say­gılarını sundukları gibi.
    Allah O’nun ruhunu görerek O’na Nübüvvet bah­şetti. Ve ben O’nu görünce
    heyecandan ruhum titredi ve dedim ki: “Ey Muhammed (methedilmiş kişi, zât) Allah
    senin yardımcın olsun ve Allah beni senin pabuçlarının bağlarını bağlamaya lâyık
    yapsın. Zira ben bu mevkiye yükselirsem, kendimi büyük bir peygamber ve Allah’ın
    mukad­des varlığı sayacağım”. (Bölüm; 44)

    “(Buradan gideceğim için) yüreğiniz sızlamasın ve siz korkmayın.
    Çünkü sizi yaratan ben değilim. Sizi yaratan, Yaratıcımız, Allah’tır ve O sizi
    koruyacaktır. Bana gelince, şu anda dünyada, dünyaya selâmet ve kurtuluş
    getirecek olan Allah’ın Rasûlü için zemin hazırlamaktayım… Andreas dedi ki:
    ‘Ey Üstâd, O’nun bazı belirgin özelliklerini bize bildir ki O’nu. tanıyalım!.’
    Îsa Mesih (a.s.) cevap verdi: ‘O sizin zamanınızda gel­meyecek, aksine birkaç
    zaman sonra gelecek. O zamana kadar benim İncil’im öylesine tahrif edilmiş
    olacak ki, dünyada en fazla 30 mü’min bulu­nacaktır. O zaman Allah dünyaya
    acıyacak ve Rasûlünü gönderecektir. O Rasûlün başında beyaz bulutun gölgesi
    olacaktır. Bu gölge sayesinde Al­lah’ın sevgilisi ve yakını olduğu belli
    olacaktır ve O’nun aracılığıyla dün­ya Allah’ın mağfiretine kavuşacaktır. O,
    inkârcı insanlara karşı büyük bir güçle gelecek ve yeryüzünden putperestliği
    silecektir. Ve ben bundan son derece memnunum, zirâ O’nun sâyesinde Tanrı’mız
    tanınacak, takdis edilecek ve hakikati dünyaya anlatacaktır. O ayrıca beni
    İnsanlar ötesinde bir şey zannedenlerden intikam alacaktır… O öyle bir
    hakikatle gelecektir ki, bu hakikat bütün peygamberlerin getirdiklerinden daha
    açık seçik olacak­tır!” (Bölüm; 72)

    “Allah için and Kudüs’te mi yoksa Süleyman tapmağında mı
    içilmiş­ti? Fakat sözlerime inanın, bir gün gelecek, Allah rahmetini başka bir
    şeh­re nâzil edecektir. Ondan sonra her yerde O’nun için doğru biçimde ibâdet
    yapılacaktır ve Allah kendi rahmetiyle her yerde hakiki namazı kabul
    ede­cektir… Ben aslında, İsrail Kavmi için kurtarıcı nebi olarak gönderildim.
    Fakat benden sonra Mesih gelecek, Allah’ın bütün dünya için gönderdiği. Öyle bir
    nebi ki, Allah bütün dünyayı O’nun için yaratmıştır. O zaman bü­tün dünyada
    Allah’a ibâdet edilecek ve her tarafa rahmeti nâzil olacaktır” (Bölüm; 83)

    “(Mesih, Başrahibe söyledi:) Yaşayan Allah ve elinde canım olan
    Ya­radan’a yemin ederim, bütün dünyanın milletlerinin beklediği o Mesih ben
    değilim. Allah bu nebî ile ilgili vaadini atamız Hz. İbrahim’e (a.s.) şöyle
    diyerek vermişti: “Senin neslinin vasıtasıyla, yeryüzünün bütün milletleri
    berekete kavuşacaktır”. (Doğum: 22; 18). Ancak Allah beni bu dünyadan
    kaldırınca, Şeytan yine isyân çıkaracaktır ve mü’min olmayanlar benim Tanrı ve
    Tanrı’nın oğlu olduğumu iddia edeceklerdir. Bu nedenle, sözle­rim ve talimatım
    tahrif edilecektir. Ta ki belki de en çok 30 iman sahibi geriye kalacaktır. O
    zaman Allah dünyaya acıyacak ve rasûlünü gönderecektir. O Rasûl ki, O’nun için
    dünyanın her şeyi yaratılmıştır. O Rasûl bü­tün gücüyle güneyden gelecek ve
    putları putperestler ile beraber mahve­decektir. Şeytandan iktidarını alacaktır.
    Ve Allah’ın rahmetini, kendine iman edecek olanların kurtuluşu için yanında
    getirecektir. Ne mutlu, O’nun sözlerini dinleyene.” (Bölüm; 96)

    “Baş Rahip sordu: ‘Allah’ın bu Rasülünden sonra başka nebi’ler
    de ge­lecek mi?’ Mesih cevap verdi. ‘Bundan böyle, Allah’ın gönderdiği hakiki
    nebiler gelmeyecekler, ama pek çok sahte nebiler geleceklerdir. Ben bu­nun için
    üzgünüm. Çünkü Şeytan, Allah’ın adaletli kararı yüzünden bunla­rı sahneye
    koymaya çalışacaktır. Ve onlar benim İncil’imin perdesinin ar­kasında
    saklanacaklardır” (Bölüm; 97)

    “Kâhinlerin başı sordu, ‘Bu Mesih hangi isimle çağrılacaktır? Ve
    onun gelişinin işaretleri ne olacaktır? Îsa Mesih dedi ki, ‘Bu Mesih’in adı
    “Takdir Edilmeye Lâyık”tır. Zira, Allah O’nun ruhunu yarattığı zaman O’na bu
    ismi kendisi vermişti. Ve orada O’na seçkin bir muamele yapıl­mıştı. Allah dedi
    ki: “Ey Muhammed, bekle, çünkü senin için cenneti. dünyayı ve birçok mahlûku
    yaratacağım ve bunları sana hediye olarak ve­receğim. Ta ki, seni tebrik edecek
    olanlara bereket verilecek ve seni lanetleyecek olanlar lanetlenecekler. Ben
    seni dünyaya göndereceğim za­man, kurtuluş habercisi olarak göndereceğim. Senin
    sözlerin doğru ola­caktır, öyle ki, yeryüzü ve gökler kaybolup gidecekler ama
    senin dinin ayakta duracaktır. Öyleyse, O’nun mübarek ismi Muhammed’dir”
    (Bölüm;97)

    Barnabas diyor ki, bir defasında Hz. Îsa şakirtlerine hitaben
    yaptığı konuşmada “şakirtlerimden biri (ki sonradan Yahuda, Judah, Judas olduğu
    ortaya çıktı) beni 30 sikkeye karşılık düşmanlara satacaktı” dedi ve şunları
    ekledi:

    “Bundan sonra beni salacak olanın benim adımla öldürüleceğinden
    eminim. Zira Allahu Teâlâ beni yerden semaya kaldırtacak ve o hâinin yüzünü
    öylesine değiştirmiş olacak ki, herkes onu ben sanacak. Ne var ki kötü şekildeki
    ölümü bir müddet benim karalanmama yol açacaktır. Fa­kat, Muhammed, yani
    Allah’ın mukaddes Rasûl’ü gelince bana sürülen le­ke temizlenmiş olacaktır. Ve
    Allah bunu, benim o Mesih’e sadakatimi bil­dirdiğim için yapacaktır. O bana
    mükafatımı verecektir. Bu şekilde, her­kes benim yaşamakta olduğumu ve bu rezil
    ölümle hiç ilişkim olmadığını anlamış olacaktır” (Bölüm; 113)

    “(Hz. Îsa şakirtlerine dedi ki) Elbette ben size diyorum ki,
    eğer Musa (a.s.)’nın kitabından gerçekler çıkarılmamış olsaydı, Allah atamız
    Davud (a.s.)’a başka bir kitap vermeyecekti. Ve eğer Davud’un kitabında
    değişik­likler yapılmamış oldaydı. Allah bana İncil’i vermezdi. Zira, Allah,
    yani Rabbimiz, tahrif eden veya değiştiren değildir. Ve herkese aynı mesajı
    vermiştir. O, Rasûlullah geldiği zaman, inkârcı insanların benim Kitabıma
    bulaştırdıkları bütün (uydurma) şeyleri temizleyecektir.” (Bölüm; 124)

    3.4.4. Üç
    Şüphe’nin Giderilmesi

    Bu açık ve kesin işaret ve haberlerde sadece üç şey ilk bakışta
    şüpheli erde ve Barnabas İncili’nin başka bölümlerinde Hz. Îsa’nın, kendisinin
    Mesih olmadığını ısrarla belirtmesidir. İkincisi, sadece yukarıdaki alıntı­larda
    değil, İncil’in diğer birçok yerlerinde de Rasûlullah (a.s.)’ın asıl Arapça ismi
    olan “Muhammed” açıkça zikredilmiştir. Peygamberlerin ge­lecekten haber verirken
    kesin ifadelerden kaçındıkları, özellikle şahıs isimlerini vermedikleri müşahede
    edilmiştir. Üçüncü nokta yukarıdaki ibarelerde Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’dan
    “Mesih” olarak bahsedilme­sidir.

    Birinci şüphe için şunu söyleyebiliriz ki, sadece Barnabas
    İncili’nde değil, Lucas (Luka) İncili’nde de Hz. Îsa (a.s.)’nın kendi havari ve
    şakirtleri­ne kendisine “Mesih” dememelerini emrettiğine dair kayıtlar vardır.
    Lucas İncili’nin sözleri şunlardır: “O onlara sordu, siz bana ne diye hitap
    edersi­niz? Peter cevap verdi: ‘Allah’ın Mesihi’. Bunun üzerine onları tenbih
    etli, ‘bunu kimseye söylemeyin’ (Bölüm: 9; 20-21). Bu yasaklamanın sebebi, öyle
    sanıyoruz ki, Hz. Îsa’nın kendi isminin beklenen Mesih ile karıştırıl­masını
    istememesiydi. Bilindiği gibi, İsrail Oğulları öteden beri Mesih’in gelmesini
    bekliyorlardı. Onlara göre Mesih kılıcıyla bütün Hak düşmanla­rını mağlup
    edecekti. İşte bunun üzerine Hz. Îsa (a.s.) bekledikleri Me­sih’in kendisi
    olmadığını ve O’nun kendisinden sonra geleceğini açıkla­mak zorunda kaldı.

    İkinci şüpheye gelince, halen dünyada varolan Barnabas
    İncil’inin Latince tercümesinde Resûl-i Ekrem’in adı gerçekten “Muhammed” olarak
    geçmektedir. Fakat kimse bu kitabın hangi dillerden tercüme üstüne tercü­me
    edilerek Latinceye kadar geldiğini bilmiyor. Barnabas İncil’inin aslının
    Süryanice olması kuvvetle muhtemeldir. Zira, daha evvel de işaret ettiği­miz
    gibi, Hz. Îsa ile havarilerinin dili buydu. Kitabın aslı bulunsaydı, on­da Hz.
    Muhammed (a.s.)’in adının nasıl yazıldığını görmemiz mümkün olacaktı. Kanımıza
    göre, daha önce İbn İshak’ın Yuhanna İncil’inin tercü­mesinden bahsederken
    belirttiğimiz gibi, Hz. Îsa aslında muhtemelen “Munhamanna ” sözcüğünü
    kullanmıştır. Daha sonra bu sözcük muhtelif tercümelerde muhtelif şekilde ifade
    edilmiş olabilir. Daha sonra, müjdele­nen peygamberin isminin hemen hemen
    “Muhammed” manasına geldiğini gören bir mütercim bu ismi yazmış olabilir. Bu
    sebeple, sadece “Muham­med” isminin açık seçik şekilde yazıldığını görerek,
    bütün Barnabas İnci­li’nin bir müslüman tarafından kaleme alındığını iddia etmek
    yanlış olur.

    Üçüncü noktaya gelince, “Mesih” aslında bir İsrail terimidir. Bu
    te­rim, Kur’an-ı Kerim’de, Hz. Îsa (a.s.)’nın Mesih olduğunu inkâr eden
    Yahudileri ikna etmek üzere kullanılmıştır. Yoksa, bu ne Kur’an-ı Kerim’in
    te­rimidir ne de bu terim Kur’an’da İsrail Oğullarının kastettiği anlamda
    kul­lanılmıştır. Bu bakımdan, Rasûl-ü Ekrem (a.s.) hakkında, Hz. Mesih (a.s.)
    “Mesih” kelimesini kullanmış ve Kur’ân-ı Kerim’de bu kelime kullanılma­mışsa,
    bundan Barnabas İncili’nde, Kur’ân’da olmayan bir şeyin Hz. Pey­gamber’e
    atfedildiği anlamı çıkmaz. Aslında Beni İsrail’de şöyle bir gele­nek vardı. Bir
    şahıs veya eşya kutsal bir amaç için tahsis edildiği zaman o eşya üstüne ya da
    şahsın başına mukaddes yağ sürülerek takdis edilmiş olurdu. İbranice’de yağ
    sürme hareketine “mesh” ve başına yağ sürülene de “mesih” denilirdi. Tapınak ve
    ibadet yerlerinde bulunan çanak çömlek, tabak, bardak ve sürahiler aynı şekilde
    “mesh” edilerek ibadete tahsis edi­lirdi. Kâhin ve rahipler de rahiplik mevkiine
    getirildiği zaman “mesh” (takdis) edilirlerdi. Aynı şekilde hükümdar ve
    peygamberler de taç giyer­ken veya peygamberlik mevkiine yükselirken takdis
    edilirlerdi. Yani İncil açısından, İsrail oğullarının tarihinde sayısız “mesh”
    olayı ve “Mesih” vu­ku bulmuştur. Nitekim, Hz. Harun (a.s.) bir haberci olarak
    bir “Meshti. Aynı şekilde, Hz. Musa haberci ve nebi olarak, Talût padişah
    olarak, Hz. Davud padişah ve peygamber olarak, Sadak, hükümdar ve kâhin olarak
    ve Hz. Elyesa bir nebi olarak birer mesih idiler. Daha sonra takdis etmek için
    illâ yağ sürme ananesi de kaldırıldı. Aksine, birinin sadece Allah tarafın­dan
    bir mevkiye veya göreve tayin edilmesi, “mesih” veya takdis edilme anlamına eşit
    hale geldi. Meselâ, I- Hükümdarlar, Bölüm: 19’da Allah’ın, Hz. İlyas (İlliyah)’a,
    Haz’ayil’i mesh edip Arâm (Şam) hükümdarı, Nem­si’nin oğlunu meshedip İsrail
    hükümdarı ve Elyesa’yı meshedip kendisinin yerine nebi yapma emri verildiği
    kaydedilmiştir. Bunlardan hiçbirinin bar sına yağ sürülmedi. Yalnızca, Allah
    tarafından bir vazifeye getirildiklerini ilân etmek, onları mesh (takdis) etmek
    anlamına gelirdi. Demek oluyor ki, İsrail oğullarının anlayış ve geleneklerine
    göre, “mesih” kelimesi sadece “Allah tarafından görevlendirilmiş” anlamına
    gelirdi. Ve Hz. Îsa (a.s.) da Hz. Muhammed (a.s.) için “Mesih” kelimesini bu
    anlamda kullanmıştı[5].



     




    [1]
    Kuran-ı
    Kerîm’in Rasûl-u Ekrem’in Ümmî olduğunu açıkça ifade etmiş olmasına rağ­men,
    bazı kimselerin kendisini okuma yazma bilen bir kişi olarak göstermekte
    ısrar etmeleri doğ­rusu şaşılacak bir tutumdur. Gördüğümüz gibi, Hz.
    Peygamber’in Nübüvvetinin lehinde bir delil olarak Kuran-ı Kerim’in ileri
    sürdüğü husus, O’nun ümmi olmasıdır. İşin tuhafı, Müslümanlardan bazı
    kimseler de Hz. Muhammed’in okumuş bir kişi olduğunu ispatlamaya
    çalışıyorlar. Bu iddianın halinde ileri sürülen bazı asılsız ve uydurma
    rivâyetler hemen ilk bakışta reddedilecek mahi­yettedir. Bir kere, Kur’an
    gibi Allah’ın kelâmı ortada dururken ve bu ilâhî kitab tam aksi bir iddia­da
    bulunurken, kaynağı meçhul rivâyetlere inanmak abestir. Ayrıca bu rivayetler
    de oldukça zayıf ve gülünçtürler. Bu rivayetlerden biri Sahih-i Buhari’de
    geçiyormuş. Buna göre Hudeybiye Anlaş­ması kaleme alınırken Mekke’li
    kâfirlerin Hz. Muhammed’in ismine “Rasûlullah” kelimesinin ek­lenmesine
    itiraz ettiği, bunun üzerine Hz. Peygamber’in kâtibine (Ali’ye), “peki,
    Rasûlullah keli­mesini karalayıp Muhammed bin Abdullah yaz” diye buyurduğu,
    Hz. Ali’nin bu kelimeyi karala­makla tereddüt etmesi üzerine Rasûlullah’ın
    ondan kalemi alıp bu sözleri sildiği ve (Muhammed bin Abdullah) ibaresini
    yazdığı belirtiliyor.

    Ancak bu rivayet Ber’a bin Âzib’in ağzıyla Sahih-i
    Buhari’de dört yerde ve Sahih-i Müslim’de iki yerde geçmiştir ve her yerde
    kullanılan kelimeler değişiktir:

    1.) Buhari’nin “Kitabüs-Sulh” de bir rivâyetin inceleme
    ve  sözleri şöyledir: Hz. Peygamber, Hazreti Ali’ye, bu kelimeleri karalayın
    dedi, Hz. Ali arz etti, “ben bu kelimeleri karalayamam”. Nihayet Hz.
    Peygamber bu kelimeleri karaladı.

    2.) Aynı kitapta bir başka rivâyet vardır: Sonra,
    Ali’ye dedi, “Rasûlullah”! silin. O dedi ki, vallahi isminizi hiçbir zaman
    silmeyeceğim. Nihayet Hazreti Peygamber (a.s.) yazıyı alıp şu ibare­yi
    yazdı. “Bu, Muhammed bin Abdullah’ın yaptığı anlaşmadır”.

    3.) Üçüncü rivâyet yine Ber’a bin Azib Buhari, “Kitabul-Cizye”
    de yer almıştır. Sözleri şöyle­dir: Rasûl-ü Ekrem, kendisi yazamadı.
    Buyurdular ki ey Ali, “Rasûlullah’ı karala. Ali arz etti, val­lahi bu
    kelimeyi hiçbir zaman silmeyeceğim. Bunun üzerine Hz. Peygamber kendisine bu
    kelime­lerin bulunduğu yeri göstermesini istedi. Ali (r.a.) o yeri gösterdi.
    Ve Hz. Peygamber o ibareyi kendi eliyle karaladılar.

    4.) Dördüncü rivayet, Sahih-i Buhari, “Kitabül Meğazi”
    de yer alıyor. Anlatılanlar şunlardır: “Bunun üzerine, Hz. Peygamber o
    yazıyı aldı ve kendisi yazmayı bilmemesine rağmen şu kelime­leri yazdı: “Bu
    muahadeyi Muhammed bin Abdullah yapmıştır.”

    5.) Yine Ber’a bin Azib’in Sahihi Müslim, “Kilabul-Cihad”
    da yer alan rivâyetine göre; Hz. Ali’nin hayır demesi üzerine Hz. Peygamber
    eliyle “Rasûlullah” kelimesini sildi.

    6.) Aynı kitapla Ber’a bin Âzib tarafından şu rivayet
    nakledilmiştir: Hz. Ali’ye dedi ki, “Rasû­lullah kelimesi nerdedir, bana
    göster.” Hz. Ali o yeri gösterdi ve Hz. Peygamber onu silerek, “Ab­dullah
    oğlu” yapıverdi. Rivâyetler arasındaki bu tutarsızlık gösteriyor ki, aradaki
    râviler, Ber’a bin Azib’in sözlerini doğru nakledemediler. Bu sebeple
    bunlardan hiçbirine itibar edilemez. Hazre­ti Peygamber’in anlaşma metnine
    kendi eliyle “Muhammed bin Abdullah” kelimesini yazdığı ke­sinlik
    kazanmamıştır. Belki de asıl vaziyet şöyle idi: Hz. Ali’nin metindeki “Rasûlullah
    kelimesini silmeyi reddetmesi üzerine Hz. Peygamber, Ali’den o kelimenin
    yerini öğrenip onu kendi eliyle ka­raladı. Daha sonra Ali’nin veya başka bir
    kâtibin oraya “Abdullah oğlu Muhammed” ibaresini yaz­masını sağladı. Bazı
    rivayetlere göre anlaşma iki kâtip tarafından hazırlanmıştı. Biri Hz. Ali ve
    di­ğeri Muhammed bin Mesleme (Bk: Fethul Bâri, c. 5, s. 217) Bu sebeple, pek
    mümkündür ki bir ke­limeyi bir kâtip yazmayınca, bu işi başka bir kâtip
    yaptı.

    Bu arada, bir başka rivayet de Hz. Nebî (a.s.)’nin
    okumuş olduğu lehinde ileri sürülüyor. Bu rivâyeti Mücahid’den İbni Ebi
    Şeybe ve Ömer İbni Şeybe nakletmişlerdir. Bunun sözleri şöyledir: Rasûlullah
    (as.) vefâtından önce okuma yazmayı öğrenmişlerdi. Fakat unutulmamalıdır ki
    bu rivâyetin kaynağı çok zayıftır ve doğruluğu da şüphelidir. Nitekim, İbn-i
    Kesir şöyle diyor: “Bu­nun aslı zayıftır”. Sonra, Hazreti Peygamber (a.s.)
    ömrünün sonlarına doğru da olsa, okuma yaz­mayı öğrenmiş olsaydı, bu haber
    bir anda her tarafa yayılır ve bundan herkes haberdar olurdu. Şüphesiz Ashab-ı
    Kirâm bu hadiseye büyük ehemmiyet verirlerdi ve pek çoğu, Hazreti
    Peygam­ber’in kimden, ne zaman ve nasıl okuma-yazmayı öğrendiğini rivayet
    ederlerdi. Ne var ki böylesi­ne önemli bir olay ile ilgili rivayet sadece Hz.
    Avn bin Abdullah’a atfediliyor ve ondan Mücahid bize nakletmiştir. Sonra şu
    nokta da göz önünde bulundurulmalıdır ki Avn bin Abdullah bir sahabe değil
    tabiindendir. Avn bin Abdullah’ın, Hz. Peygamber’in okuma yazmayı
    öğrendiğini hangi saha­beden haber aldığı da sabit değildir. Dolayısıyla, bu
    gibi zayıf ve güvenilmesine imkân bulunma­yan rivayetlere dayanarak Kuran-ı
    Kerim’de beyan edilen ve belgeler ile yaşanan olaylardan sabit olan bir
    gerçeğe göz yumulamaz. Mevdûdi.



    [2]
    “Tefhim-ul
    Kuran”, cilt 2, 3 ve 4’te bu mevzu daha teferruatlı şekilde anlatılmıştır.



    [3]
    Bk: Bakara;
    55,56 63, A’râf; 155-171 ve İncil, Kitab-ı Huruc, 17,18-19.



    [4]
    Bk:Encyclopaea
    of biblikal literatüre; parakletus maddesi.



    [5]
    Mesih
    kelimesinin İsrail oğullarının anladığı anlamının ayrıntılı açıklamaları
    için Bk: Encyclopadea of Biblical Literature, “Messiah” maddesi.

  • CİHAN ÖNDERİ



    Dördüncü Bölüm: CİHAN ÖNDERİ



    4.1. HZ. PEYGAMBER BÜTÜN DÜNYANIN ORTAK MİRASIDIR



    4.2. CİHAN ÖNDERİNİN EN BÜYÜK BAŞARISI



    4.2.1. Peygamber Efendimiz’in Güzel Ahlâka Dair Sözleri

     

    rdüncü Bölüm: CİHAN ÖNDERİ

    4.1. HZ. PEYGAMBER BÜTÜN DÜNYANIN
    ORTAK MİRASIDIR

    Biz müslümanlar, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’ya “Server-i Alem”
    (Cihan Önderi, Dünya Lideri) deriz. Bunun sade ve basit anlamı, “Dünya­nın
    Lideri” (Serdar-ı Alem)dir. Hintçe’de bu deyim için “Jagal Guru” ve İngilizce’de
    “Leader of the World” ifadesi kullanılabilir. Görünürde bu bü­yük bir lâkabtır.
    Fakat, bu lâkabın verildiği şahsiyetin bıraktığı eserler o kadar büyüktür ki,
    kendisine “Server-i Alem” demek bir mübalağa değil, tamamıyla hakikattir.

    Bir kere, bir kişiye “Cihan Önderi” lâkabını vermenin birinci
    şartı, onun belli bir millet veya ırk ya da sınıf için değil, tüm dünya
    insanlarının refahı ve mutluluğu için çalışmış, bazı olumlu sonuçlar almış
    olmasıdır. Bir vatanperver ve milliyetçi lideri yürekten takdir etmiş, onun için
    medhiyeler düzmüş olabilirsiniz. Onun kendi halkı ve milleti için yaptıklarım
    övmüş olabilirsiniz. Fakat onunla aynı vatan veya aynı millete bağlı
    değil­seniz, o sizin lideriniz olamaz. Bir kişinin sevgisi, iyiliği ve
    başarıları sa­dece meselâ, Çin’e veya İspanya’ya aitse, bir Hintli’nin onu lider
    olarak ta­nıması için ortada ne sebep olabilir ki? Aksine, eğer o kişi kendi
    milletini başkalarından üstün görüyor, başka toplumları alt edip kendi toplumunu
    yüceltmek istiyorsa bütün milletler ona muhalefet eder, ona nefretle ba­karlar.
    Bütün milletlerin insanlarının, bir kişiyi kendi liderleri olarak tanı­maları, o
    kişinin ancak bütün milletlere aynı gözle bakması, bütün insan­lara eşit muamele
    yapması, hepsinin mutluluğu ve refahı için çalışması ve bir milleti başka bir
    millete tercih etmemesiyle mümkündür.

    Dünyanın liderliği ve önderliğini kazanmanın başka bir şartı,
    bütün insanlara doğru yolu gösteren kaide ve kurallar getirmektir. Bu kaide ve
    kurallar, bütün dünyada insanların belli başlı meselelerine birer çözüm
    ge­tirmelidir. Zaten liderin anlamı başkalarına önderlik etmektir. Ve lidere
    ancak kurtuluş, refah ve saadet için ihtiyaç duyulur. Demek ki dünyanın
    li­derliği, ancak bütün insanlara refah ve saadet yolunu gösterene verilebilir.

    Dünya liderliğinin üçüncü önemli şartı, liderliğin belli bir
    zaman için olmamasıdır. Aksine, talimatı ve mesajı her zaman ve mekâna uygun,
    her şarta müsait, her ortam ve her çağ için aynı öneme sahip ve her zaman için
    geçerli olmalıdır. Bir liderin talimatı bazı zamanlar için geçerli ve uy­gun,
    bazı zamanlar için geçersiz ve faydasız olursa, o gerçek bir lider de­ğildir ve
    ona “Cihan Önderi” lâkabı verilemez.

    Dördüncü şart, bir liderin sadece usûl ve talimat getirmesi
    yetmez. O bu usûllere ve kaidelere kendisi uymalı ve talimatının tatbik edilir
    olduğu­nu kendi hareket ve fiilleriyle ispatlamalıdır. Böyle bir lider,
    getirdiği tali­mata dayalı bir cemaat veya cemiyetin kurulup rahat
    yaşayabileceğini göstermelidir. Sadece fikir, usûl ve kaideler ortaya koyan bir
    kişi ancak düşünür veya filozof sayılabilir, lider değil. Lider olabilmek için
    bir kişi­nin talimatını düşünceden eylem haline dönüştürebilmesi gerekir.

    Şimdi geliniz, bu dört şartın, “Server-i Alem” dediğimiz mübarek
    Zat’la bulunup bulunmadığını görelim:

    İlk şartı ele alalım. Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın hayatına
    bir göz atacak olursanız, daha ilk bakışta kendisinin bir yurtsever veya
    milliyetçi olmadığını, bütün insanlığın sevgisini taşıdığını ve evrensel bir
    düşünce ve inanca sahip olduğunu anlarsınız. O’nun gözünde bütün İnsanlar aynı
    ve eşittir. Şu veya bu aile, sınıf, cemiyet, millet, ırk veya ülkeye özel bir
    ilgi veya bağı yoktur. Zengin, fakir, küçük sınıf, büyük sınıf, siyah, beyaz,
    Arap, Arap olmayan, Doğulu, Batılı, Sümer veya Aryalar diye fark gözet­mez, zira
    O bütün insanların tek bir soy ve kaynaktan geldiğine inanır. Hayatının hiçbir
    döneminde, belli bir insan sınıfını tercih ettiği veya on­lardan yana olduğunu
    gösteren tek bir söz söylememiş, tek bir harekette bulunmamıştır. Bu sebepten
    dolayıdır ki, kendisi sağ iken bile, yakın çev­resinde Arapların yanı sıra,
    Habeşli, İranlı, Mısırlı, İsrailli ve Bizanslıların da çok sayıda bulunduğunu
    görürüz. Kendisinden sonra ise dünyanın her bölgesinin insanları tıpkı kendi
    milleti gibi O’nu lider olarak tanımışlardır. Bu cihanşümul insan kardeşliği
    felsefesine bakınız ki, bugün benim gibi Pakistanlı bir Müslüman asırlarca evvel
    Arabistan’da doğan bir peygam­berden takdir ve övgüyle bahsediyor.

    Şimdi ikinci ve üçüncü şartlan birlikte ele alalım. Hz. Muhammed
    (a.s.) zamanını, belirli veya birkaç millet ve memleketin geçici ve mahalli
    meseleleriyle uğraşmakla geçirmemiştir. Tersine, bütün enerjisi ve gücü,
    dünyanın tüm diğer ufak tefek sorunlarının kendiliğinden çözümlenebile­ceği
    büyük bir soruna el atmıştır. Bu büyük sorun nedir? Bu büyük sorun şudur:

    “Kâinat düzeni neye bağlıysa, insanın hayat nizamı da o usûle
    bağlı­dır. Zira, insan bu kainat’ın parçasıdır ve parça (cüz)nın bütün (kül)e
    aykı­rı davranması zaten düzensizlik ve kötülüğün başlıca sebebidir.”

    Siz eğer bu sözleri anlamak istiyorsanız, o zaman bir an için
    gözleri­nizi zaman ve mekân sınırlarından öteye çevirmelisiniz. Şimdi yeryüzüne
    öyle bir şekilde göz atınız ki; dünyanın varoluşundan bugüne dek ve bun­dan
    sonraki sınırsız zaman sürecinde yaşamış ve yaşayacak olan bütün, ama bütün
    İnsanlar gözünüzün önünde olsunlar. Sonra, insanın hayatında şimdiye kadar
    meydana gelmiş olan ve bundan sonra meydana gelebile­cek bütün dengesizlik,
    düzensizlik ve bozukluğun allında ne bulunduğunu araştırmalısınız. Bu nokta
    üzerinde durdukça ve konuyu derinliğine ince­ledikçe şu sonuca varırsınız.
    “Bütün kötülük ve düzensizliğin alımda insa­nın Allah’a başkaldırması
    yatmaktadır.”

    Çünkü, Allah’a başkaldırmış olan bir kişi mutlaka şu iki
    hareketten bi­rini yapmaktadır. Ya kendini bağımsız, muhtar ve sorumsuz sanarak
    key­fine göre hareket eder, ki bu onu zâlim, serkeş ve gaddar yapar. Ya da,
    Allah’ın dışında başka ilâh ve putlara tapmaya başlar. Bu cehâlet ve
    bilgi­sizlik ise dünyada kötülüğün birçok şekilde ortaya çıkmasına sebep olur.
    Her iki durumda da sonuç vahim olur. Bu da, tabiata karşı gelmek ve tabii . olan
    her şeyi altüst etmekten ileri geliyor. Gözümüzün gördüğü kâinat as­lında
    Allah’ın saltanatıdır. Yer, gök, ay, rüzgâr, su, ışık hepsi Allah’ın
    ta­sarrufundadır. İnsan bu saltanatla doğuştan tebaa durumundadır. Şimdi bu
    saltanatın belli bazı kaide ve kuralları vardır. Bunun bir parçası olan insan
    kalkıp bu kaide ve kuralları bozmaya, keyfine göre hareket etmeye başlar­sa,
    sonuç iyi olmaz. İnsanın, kendisi üzerinde bir hâkimin bulunmadığını zannetmesi,
    O büyük varlığa her hareketinin hesabını vermekle mükellef olmadığını sanması,
    gerçeklere ters düşmekten ibarettir. Böylece kendi başına buyruk kesilip
    sağa-sola saldırıp, hayat kanunlarını bozmaya çalış­ması, vahim sonuçlar
    doğurur. Aynı şekilde, insanın Allah’tan başka bir insan, hükümdar, lider veya
    kuvvet ve iktidar sahibi birine tapması, ona sevgi veya korkuyla aşırı derecede
    bağlı olması da yaratılış kanunlarına zıt bir harekettir. Zira, Allah’tan başka
    herhangi bir kuvvet ve varlık tapılacak meziyetlere sahip değildir. Dolayısıyla,
    bunun sonucu da felâkettir. Tabiat kanunu ve nizamına uymak, iyi ve müsbet
    neticeler almanın tek yoludur. Yani, insan olumlu ve yararlı sonuçlar almak
    istiyorsa, başını yerde ve gökte tek hâkim olan Allah’a eğmelidir. Benliğini ve
    isyankârlı­ğını O’na teslim etmelidir. İtaat ve teslimiyetini O’na
    bildirmelidir. Kısa­cası, hayatının kaide ve kanunlarını başkalarından değil
    yalnızca O’ndan almalıdır.

    Hazreti Muhammed Mustafa (a.s.)’nın insan hayatının temelden
    ıslahı için sunduğu geçerli reçete işte budur. Bu öyle hayati bir reçetedir ki,
    do­ğu ile batı gibi kavramlardan uzaktır. Yeryüzünde insanların yaşamakta
    oldukları her yörede ve her iklimde düzensizlik, kötülük ve her türlü has­talığı
    giderecek ilaç işte budur. Bu inanç ve iman zaman kavramının dı­şında, hal ve
    mazi hudutlarının ötesindedir. Bu formül yaklaşık 1400 yıl önce nasıl yeni ve
    geçerliydi ise bugün de aynıdır ve 10 bin yıl sonra da aynı kalacaktır.

    Son bir şart daha kalıyor. Bunun izahı da şöyledir: Rasûl-ü
    Ekrem (a.s.)’nın sadece kaide ve kanunlar getirmekle yetinmeyip bu kaide ve
    ka­nunlara dayalı dinamik, güçlü, kalıcı bir toplum da oluşturduğuna tarih
    şa­hittir. Hz. Muhammed (a.s.) 23 yıl gibi kısa bir süre içinde, yüz binlerce
    insanı İslâmiyet’in çatısı altında toplayarak Allah’a teslim olmalarını
    sağ­ladı. Onlar sadece kendilerini beğenmişlikten kurtarmadı, aynı zamanda sahte
    tanrılar ve başka insanlara tapmalarına da son verdi. Sonra hepsini Allah adına
    birleştirerek yeni bir ahlâk nizamı, yeni bir uygarlık düzeni, yeni bir ekonomik
    sistem, yeni bir devlet nizamı kurdu ve getirdiği usûl ve talimatına dayalı adil
    ve mesut bir hayat nizamının nasıl tesis edilebile­ceğini dünyaya fiilen
    göstermiş oldu.

    İşte bu büyük başarıdan dolayıdır ki, biz Hz. Muhammed (a.s.)’a
    Server-i Alem (Cihan Önderi) demeye mecburuz. O’nun liderliği, önderliği ve
    meydana getirdiği eserler tek bir millet değil, bütün insanlık içindi. İşte
    bütün insanlığın müşterek mirası budur. Bu ortak mirasda kimse kimse­den daha
    fazla hak iddia edemez. Herkes bu mirastan istifade edebilir.

    4.2. CİHAN ÖNDERİNİN EN BÜYÜK
    BAŞARISI

    Hz. Muhammed (a.s.)’in, ta eski çağlardan beri insanlığı Allah’a
    tap­maya ve güzel ahlâk edinmeye davet eden insanların seçkin camiasından
    geldiğini bütün dünya bilmektedir. Tek Allah’a itaat etmek, temiz bir hayat
    sürmek ve âhirete hazırlık yapmak konusunda dünyanın kuruluşundan beri insanları
    teşvik ve ikna etmeye çalışan peygamber, veli ve ermiş kişi­ler arasında Hz.
    Muhammed (a.s.) de yer alıyordu, hatta en yüksek mevki­de o bulunuyordu. Hz.
    Peygamber yeni bir Allah kavramını geliştirmedi, yeni ve ender bir ahlâk düzeni
    de getirmedi. Bu husustaki talimatı geçmiş­teki peygamber, evliya ve
    ıslahatçılardan değişik değildi. Şimdi siz bana soracaksınız, o halde O’nun,
    insan tarihinin en büyük insanı olduğunu ne­den ilân ediyoruz? Bu sorunun cevabı
    şudur: Şüphesiz İnsanlar, Hz. Pey­gamber (a.s.)’in dünyaya gelişinden önce de
    Allah’ın varolduğu ve tek ol­duğunu biliyorlardı. Fakat İnsanlar, “tevhid”i,
    yani Allah’ın tek oluşunun insan ahlâkıyla olan sıkı bağını gerektiği gibi
    bilmiyorlardı. Şüphesiz, İnsanlar ahlâk ve faziletin faydalı kurallarını
    biliyorlardı, ama bu kuralların insan hayatının çeşitli cephe ve yanlarını nasıl
    etkilediklerini bilmiyorlar­dı. Allah’a veya tek Tanrı’ya inanç, güzel ahlâk
    kuralları ve pratik hayat, kendileri açısından üç ayrı konu ve alandı ve
    aralarında herhangi bir mantıkî bağ, derin ilişki ve belli bir irtibat olduğunu
    sanmıyorlardı. Ama Hz. Muhammed (a.s.) bu üç mevzuyu birleştirip geniş bir hayat
    düzenine dönüştürdü. Sonra, bunlar arasında belli bir denge kurarak sadece hayal
    aleminde değil yaşadığımız dünyada yeşeren, büyüyen ve gelişen medeni­yet ve
    kültürün temelini attı.

    Peygamber efendimiz (a.s.) Allah’a iman etmenin yalnızca felsefî
    bir hakikati kabul etmek anlamına gelmediğini belirtti. Peygamberimiz, ma­hiyeti
    itibariyle imanın belli bir ahlâk gerektirdiğini, bu ahlâkın görüntü­sünün
    insanın pratik yaşantısında görülmesinin gerekli olduğunu bildirdi. Kendisine
    göre iman bir tohumdur. Bu tohum, insan nefsinde kök salıp yeşerince kendi
    tabiatına göre pratik hayatta tam bir ağaç oluverir. Bu ağacın gövdesinden
    dalları ve her bir yaprağına kadar, devamlı hareket halinde olan hayat suyu ve
    damarlarında dolaşmakta olan kan, tohum de­diğimiz ahlâktan geliyor. Nasıl ki
    şeftali çekirdeğinden limon ağacı çık­mazsa, aynı şekilde kalbe ekilen tevhid
    çekirdeğinden de, damarlarında ahlâksızlığın ruhu bulunan maddeci bir vücudun
    doğacağı düşünülemez. Tek Allah’a inanma ve ibadet etme felsefesinden doğan
    ahlâk, gayet tabii ki şirk, dinsizlik ve ruhbanlıktan kaynaklanan ahlâktan çok
    farklı olacak­tır. İnsan hayatıyla ilgili çeşitli felsefe ve ideolojilerin
    kendilerine mahsus tabiat ve huylan vardır. Her tabiat ve huy kendine özgü ahlâk
    kaide ve ka­nunların kabulünü gerektirir.

    Allah’ın tek oluşuna inanmak ve O’na tapınmaktan doğan ahlâkın
    kaide ve kuralları, sadece belli bir dini grupla veya din adamlarıyla ya da
    onların bulunduğu mâbed ve tekkeyle sınırlayanlayız. Bu ahlâk kuralları aslında,
    insan hayatının her yönü ve yanını ihtiva etmelidir. Bir tüccar ve-ya esnaf
    Allah’ı tanıyor ve O’ndan korkuyorsa, O’nun ticari faaliyetlerinde dürüst ahlâk
    kurallarının görülmemesi için herhangi bir sebep yoktur. Al­lah’tan korkan bir
    hâkimin adalet kürsüsünde ve bir polis memurunun gö­revli olduğu yerde “ilahî
    ahlâk”ın örneklerini vermesi gayet doğaldır. Aynı şekilde, bütün bir millet
    Allah’a tapıyor, O’ndan korkuyorsa, bütün va­tandaşlık vazifelerinde, devlet
    işlerinde, ülke yönetiminde, iç ve dış politi­kasında, barışta ve savaşta her
    zaman ve her yerde Allah’ın hoşuna gidebi­lecek ve O’nun gazabını
    gerektirmeyecek ahlâk örneklerini vermesi gere­kir. Aksi takdirde bu milletin
    Allah’a inanışı ve bağlılığı sadece lâfta kalır.

    4.2.1. Peygamber
    Efendimiz’in Güzel Ahlâka Dair Sözleri

    Allah’ın tek oluşunun ve O’na itaat etmenin ne gibi bir ahlâk
    düzeni oluşturduğunu ve bu ahlâk düzeninin insanın pratik yaşantısında ve
    özel­likle kişisel ve toplumsal hayatta ne şekilde tezahür ettiğini uzunca
    anlat­mamız mümkün değildir. Bunun için ayrı bir kitaba ihtiyaç vardır. Ama,
    burada size Peygamber efendimizin bazı mübarek sözlerini sunmaya çalı­şacağım.
    Bunlardan, Rasûl-i Ekrem’in vücuda getirdiği hayat nizamında iman, ahlâk ve amel
    arasında ne güzel bir denge kurulduğunu anlamanız, sanırım kolay olacaktır.

    “İman’ın birçok sahaları vardır.İmanın aslı, sizin Allah’tan
    başka kimseyi ma’bud olarak tanımamanızdır. Bunun son dalı, yolda Allah
    kul­larına zarar veya eziyet verebilecek bir şeyi gördükten sonra onu ortadan
    kaldırmaktır. Ve hayâ da imanın bir parçasıdır.”

    “Vücut ve elbisenin temiz olması, imanın yarısıdır.”

    “Mü’min, insanların can ve malları için tehlikeli olmayana
    denilir.”

    “Emin olmayan iman sahibi değildir ve vaadleri yerine getirmeyen
    dinsizdir.”                                                                                                                                                                                                                         
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                 

    “Bir hayır iş yapınca memnun oluyor ve kötülük yaptıktan sonra
    piş­man oluyorsan sen mü’minsin.”

    “İman, tahammül ve geniş kalbliliğin adıdır.”

    “Dostluğun ve düşmanlığın Allah için ise, dilinde Allah’ın adı
    geçi­yorsa, kendin için beğendiklerini başkalarına beğeniyor ve kendin için
    beğenmediklerini onlara da beğenmiyorsan, bu, iman ve inancın en güze­lidir.”

    “İmân sahipleri arasında en mükemmel olanı, ahlâkı herkesten iyi
    olan ve aile fertlerine muamele konusunda en iyi olandır.”

    “Allah’a ve ahirete iman eden şahsın kendi misafirine hürmet
    etmesi, komşusunu rahatsız etmemesi, dili açılınca iyi şeyler söylemesi ya da
    su­sup durması gerekir.”

    “Mü’min hiçbir zaman kimseye hakaret etmez, kimse ile alay
    etmez, kimseyi lanetlemez, küfür etmez ve başkalarına dil uzatmaz.”

     “Mü’min her şey olabilir, ama yalancı ve hain olmaz.”

    “Kötülüklerden komşusunun huzuru kaçan elbette bir mü’min
    değil­dir, vallahi mü’min değildir, billahi mü’min değildir.”

    “Kendi tıka basa doyan, ama yanındaki komşusu aç kalan iman
    sahi­bi değildir.”

    “Kendi öfkesini dışa vurmaya gücü olan, fakat yine de kendini
    zaptedenin kalbini Allah iman ve huzurla doldurur.”

    “Başkalarına gösteriş olsun diye namaz kılan, şirk içindedir,
    başka­larına gösteriş olsun diye oruç tutan şirk içindedir, başkalarına gösteriş
    olsun diye sadaka veren şirk içindedir.”

    “Şu dört özellik (kötülük) birinde bulunursa o şahıs münafıktır.
    Ema­nete hıyânet eder, konuşurken yalan söyler, verdiği sözü tutmaz ve kavga
    ederken nezâket sınırlarını geçer.”

    “Yalan şahitlik, şirke kadar giden büyük bir günâhtır.”

    “Gerçek mücahit, Allah’a itaat ederken kendi nefsiyle savaşandır
    ve gerçek muhacir (hicret eden), Allah’ın yasakladıklarını terk edendir.”

    “Biliyor musunuz, kıyâmet günü Allah’ın gölgesinde ilk önce yer
    ala­cak olanlar kimler olacak? Kendilerine hakk bildirildiği zaman bunu ka­bul
    etmiş olanlar ve kendilerinden istendiği zaman hakkı açık kalblilikle vermiş
    olanlar ve de kendileri için istedikleri kararı başkaları için de
    ve­rebilenler.”

    “Siz bana altı şey için teminat verirseniz, ben de size cennetin
    garan­tisini veririm, konuşurken doğruyu söyleyin, verdiğiniz sözü tutun,
    ema­netlerinizi yerine gelirin, kötülüklerden sakının, kötü bakışlardan kaçının
    ve zulüm etmeyin.”

    “Hilekâr, kendini beğenmiş ve başkalarına yaptığı iyilikleri her
    za­man yüzlerine vuran biri cennete girmeyecektir.”

    “Cennet’e haram lokmalardan oluşan et giremeyecektir. Haram
    yiye­rek şişen vücut için (cehennem) ateş(i) daha iyidir.”

    “Bozuk ve çürük malı satan ve müşteriye kötü tarafını
    söylemeyenin üzerine Allah’ın öfkesi giderek artar ve melekler onu lanetler”.

    “Bir şahıs istediği kadar yeni hayata kavuşsun ve Allah’ın
    yolunda cihad etmeye devam elsin, borcu varsa ve ödenme misse, cennete
    gide­mez”.

    “İster erkek olsun, ister kadın, ömürlerinin 60 yılını bile
    Allah’a itaat ederek geçirmiş olsalar dahi, öldükleri vakit vasiyetlerinde hakkı
    olanın hakkını vermemişlerse, ikisi de cehenneme lâyık olacaklardır”.

    “Emrinde olanlara sert davranan âmir cennete giremeyecektir.”

    “Ben size, oruç, sadaka ve namazı yok eden bir şey söyleyeyim
    mi? Bu, anlaşmayı bozmak ve huzur varken kavga çıkarmaktır. İnsanlar ara­sındaki
    ilişkileri bozmak, bir insanın bütün iyiliklerini yokeden bir fiil­dir.”

    “Asıl fakir olan, kıyamet günü Allah’ın huzuruna, yanında namaz,
    oruç ve zekât gibi bütün servetiyle çıkmasına rağmen kimine küfür etmiş, kimine
    iftira atmış, kiminin malını yemiş, kiminin kanını akıtmış ve kimini dövmüş
    olarak gelendir. Allah böyle birinin bütün iyiliklerini o mazlum­lara dağıtır.
    Hesap yine denk gelmezse mazlumların günahları kendisine yüklenir ve kendisi
    Cehenneme aldır”.

    “İnsanlar, kendi kötülüklerini te’vile ve nefislerini kötülükler
    yüzün­den teskin etmeye çalışmazlarsa kurtuluşlarından umutsuz olmazlar”.

    “Malları, fiyatları yükselsin diye stok eden esnaf ve tüccar
    melun­dur”.

    “Fiyatları artsın diye hububatı 40 gün stok edenin Allah ile
    hiçbir ilişkisi olamaz”.

    “Eğer bir tüccar tahılını, 40 gün stok ellikten sonra sadaka
    olarak fa­kir fukaraya dağıtsa bile affedilemez”.

    Rasûl-ü Ekrem
    (a.s.)’in bazı mübarek sözlerini yukarıda örnek olarak sizlere sundum. Bu
    hadis-i şerifler, Hazreti Peygamber (a.s.)’in iman ile ahlâk ve ahlâk ile
    hayatın bütün bölümleri arasında nasıl bir bağlantı kur­duğunu açıkça ortaya
    koymaktadır,. Tarihi okumuş olanlar bilirler ki, Hz. Muhammed (a.s.) bu vaaz ve
    telkinlerini sadece kâğıt üzerinde bırakmadı, aksine bu söz ve kuralların ne
    kadar pratik olduğunu, bir memlekette bü­tün bir siyaset ve medeniyet nizamını
    kurup işler hale getirmekle kanıtla­dı. İşte bu büyük başarıdan dolayıdır ki biz
    Hz. Peygamber’e Server-i Alem veya Cihan önderi lakabını vermeyi uygun gördük.

  • İSLÂM’A DAVETTE AHİRET İNANCI VE EVRENSEL İSLÂM ÜMMETİNİN KURULUŞU

    Yirmi Altıncı Bölüm: İSLÂM’A DAVETTE AHİRET İNANCI VE EVRENSEL İSLÂM ÜMMETİNİN KURULUŞU

    26.1. AHİRETE İMAN ETME DAVETİ

    26.1.1. Kureyşlilerin Ahiret Akidesini Akıl ve Mantıktan Uzak Saymaları

    26.1.2. Ahiret’ten Şüphe Edenlerin Düşünceleri

    26.1.3. Ahiret’i İnkâr Edenlerin Görüşleri

    26.1.4. Ahiret’in Mümkün Olduğuna Dair Deliller

    26.1.5. Ahiret’in Gerekli Olduğuna Dair Deliller

    26.1.6. Ahiret’i İnkâr Etmenin Ahlâki Sonuçları

    26.1.7. İnsan İmtihan İçin Yaratılmıştır

    26.1.8. Karar Günü

    26.1.9. Allah Her İnsanın Yaptıklarından Haberdârdır

    26.1.10. Allah’ın Mahkemesinde İnkâr Edilmez Deliller Sunulacaktır

    26.1.11. Âhiret’te Kimse Kimseye Yardımcı Olmayacaktır

    26.1.12. Konunun Özeti

    26.2. AHLÂK VE FAZİLETLE İLGİLİ HÜKÜMLER

    26.2.1. Ahlâk İle İlgili Bazı Temel Gerçekler

    26.3. CEHÂLET VE DALÂLETİN SEBEPLERİ

    26.3.1. Ataları Körükörüne Taklit

    26.3.2. Büyük Adamları ve Din Adamlarını Yanlış Taklit

    26.3.3. Gurur ve Tekebbür

    26.3.4. Dünyada Zenginlik ve Fakirliği Hayır ile Şer’in Karşılığı Olarak Kabul Etmek

    26.3.5. Nefse Hizmet, Kıyas ve Tahmine Bağlılık

    26.3.6. Kötülüğü Marifet Sanmak ve Bâtıl’dan Memnun Olmak

    26.3.7. İyilik ve Hakka Bağlanmakla Dünyadaki Hayatın Zehir Olduğu Yolundaki İnanç

    26.3.8. Şefaat İle İlgili Müşriklerin İnancı

    26.4. İNSANLIK TARİHİNDEN İYİ VE KÖTÜ KARAKTER ÖRNEKLERİ

    26.4.1. Hz. Adem (a.s.)’in İki Oğlu

    26.4.2. Hz. Nûh (a.s.) ve Kavmi

    26.4.3. Ad Kavmi ve Hz. Hûd (a.s.)

    26.4.4. Semûd Kavmi ve Hz. Salih (a.s.)

    26.4.5.. Hz. İbrahim (a.s.) ve Kavmi

    26.4.6. Hz. Lût (a.s.) ve Kavmi

    26.4.7. Hz. Yusuf (a.s.)’un Hikâyesi

    26.4.8. Hz. Şuayb (a.s.) İle Medyen ve Eykeliler

    26.4.9. Hz. Musa ve Firavun

    26.4.10. Tarihten Diğer Örnekler

    26.4.11. Kur’an-ı Kerim’de Eleştirilmiş ve Kınanmış Olan Kötülükler

    26.5. ANLAMLI VE HİKMETLİ AHLÂKİ HÜKÜMLER

    26.5.1. Güzel Ahlâk ve Faziletle İlgili Emirler

    26.5.2. İnsanların Felâh Bulmasının Dört Ana Şartı

    26.5.3. Kur’an-ı Kerim’de Sabır Kavramı

    26.6. EVRENSEL İSLAM ÜMMETİNİN KURULUŞU

    26.6.1. İnsanlar Aynı Hamurdandır Üstünlük Ölçüsü İse “Takvâ”dır

    26.6.2. Bu Ebedî Kural ve Hakikat Ahirette de Geçerli Olacaktır

    26.6.3. İslam Ümmeti

    26.6.4. İslâm Ümmetinin Evrenselliği, Ezeliyyet ve Ebediyyeti

    26.6.5. İslam Ümmetinin Terkibi (Yapısı)

    26.6.6. Bir Dâvet ve Hareketin Bayraktarı Olan Ümmet

    26.6.7. Müslümanların, Dünya Liderliğine Yükselmeleri

    26.6.8. İslâm Ümmeti’nin Vasıfları

    26.6.8.1. Fedakârlık Duygusu

    26.6.8.2. Kâfirlerle Müslümânların İlişkisi

    26.6.8.3. Hiç Kimse İçin İman Feda Edilmez

    26.6.8.4. Kâfirler İçin İstiğfar Yasaktır

    26.6.8.5. Kâfir ve Müşriklerle Evlilik ve Veraset Gibi İlişkiler Kurulmamalıdır

    26.6.8.6. Kâfirler İki Türlüdür ve Bunlara Farklı Muamele Yapılmalıdır

    26.6.9. İslâm Ümmetinin Gerçek Durumu

    26.6.9.1. Hizib

    26.6.9.2. Ümmet

    26.6.9.3. Cemaat

    26.6.10. Millî ve Evrensel Ümmet Arasındaki Fark

    26.7. PEYGAMBER İLE PEYGAMBER OLMAYANIN ÇALIŞMALARI ARASINDAKİ FARK

    26.7.1. İslâmî Hareket’in Kendine Mahsus Metodu

    26.7.2. Bu Metod ve Çalışmanın Önemi

    26.7.3. Hz. Peygamber (a.s.)’in Davet Şekli

    26.7.3.1. Tevhid Kavramının Geniş Anlamı ve Önemi

    26.7.3.2. Bu Metodun Başaralı Olmasının Sebepleri

    26.7.3.3. Ehil ve Faydalı Kişilerin Seçimi ve Eğitimi

    26.7.3.4. İslâmî Davet’in Yayılmasının Sebepleri

    26.7.3.5. Hz. Peygamber (a.s.)’in Siretinin Muazzam Tesiri

    Yirmi Altıncı Bölüm: İSLÂM’A DAVETTE AHİRET İNANCI VE EVRENSEL İSLÂM ÜMMETİNİN KURULUŞU

    26.1. AHİRETE İMAN ETME DAVETİ

    İslâmi davetin dördüncü maddesi insanların ahirete iman etmelerini sağlamaktı. Bu basit bir madde değildi, aksine pek çok önemli konuları kapsıyordu. Bütün bu konularda iman sahibi olan bir kişiye ahirete iman söylenebiliyordu. Bu hususları şöyle sıralayabiliriz:

    Birincisi, insan bir hayvan değildir ki, hayatının hiçbir manası ve ga­yesi olmasın. İnsan sorumsuzca hayat sürmek için yaratılıp dünyaya gön­derilmemiştir. İnsan keyfî hareket edemez ve kimseye hesap vermeyeceği bir tavırla yaşayamaz. Aksine bu dünya bir imtihan yeridir. İnsan buraya bu imtihana katılmak ve başarılı olmak üzere gönderilmiştir. İnsan burada söylediği her sözün ve yaptığı her işin hesabını Rabbi’ne vermek zorun­dadır.

    İkincisi, Cenâb-ı Allah imtihanın bitim ve neticenin açıklanması için belli bir süre tanımıştır. Cenab-ı Allah, insanların dünyada kalmaları için ne kadar mühlet vermişse, onun bitiminde kıyamet olacaktır. Her şey yok olacak, yıkılacak ve yerle bir olacaktır. Bundan sonra ikinci bir safhaya geçilecektir; İnsanlar ve hayvanlar yeniden diriltilecek ve onlar yeni bir dünyada yaşayacaklardır. Dünyanın kuruluşundan kıyamete kadar doğan ve ölen herkes bu devrede dirileceklerdir. Bu yeni dünyada ve nizamda hayat, dünyamızdaki gibi geçici değil, ebedi olacaktır. Öbür dünyada hiç­bir canlı bir daha ölmeyecektir.

    Üçüncüsü, kıyametin gerçekleşmesinden sonra diriltilen bütün İnsanlar, Allahu Teâlâ’nın huzuruna çıkacaklardır. Allah’ın mahkemesinde her­kes bireysel olarak dünyadaki amelinin hesabını verecektir.

    Dördüncüsü, dünyada İnsanlar çeşitli şartlarda ve durumlarda yaşayıp ölmüş olabilirler. Bazıları haksız yere mal-mülk, şan ve şöhret sahibi olabilirler. Bazıları da hakkettikleri mevkiye, maddi ve manevî rahatlığa ka­vuşmamış olabilirler. Cenabı Allah bütün bunları biliyor ve melekleri va­sıtasıyla hayatlarının her anını kayda geçirtiyor. O bütün gerçekleri bütün çıplaklığıyla biliyor. Kimin haklı kimin haksız olduğunu da çok iyi anlı­yor. O, herkesin amel defterini hazırlatmıştır ve hak ve adalet yerini bula­caktır. Kim hangi durumda ve ne şekilde olursa olsun, ister gizli, ister açık olsun, kimi sadece düşünmüş ve niyetini bozmuş olsun, ya da iyi bir iş yapmaya karar vermiş olsun, Cenabı Allah bütün bunları biliyor ve bunların lehinde ve aleyhinde deliller de toplatmıştır. Onun için Mah­şer’de ilâhî adalet tecelli edecek ve her şeyiyle iyisiyle, kötüsüyle, güna­hıyla, sevabıyla, yerli yerine oturtulacaktır.

    Beşincisi, Allah’ın mahkemesinde hiçbir rüşvet, tavsiye, torpil ve ya­lan şahitlik mümkün olmayacaktır. Kimse kimsenin günahını azaltamayacak, kimse kimseye yardımcı olamayacaktır. Herhangi bir tanıdık, dost, yakın ve hatta akraba zor durumda olan birini kurtaramayacaktır. Allah’ın izni olmaksızın gerçek ve hayali hiçbir varlık başka biri için şefaatte bulu­namayacaktır. Allah’ın yüce mahkemesinde herkes yalnız olacak ve yaptık­ları veya yapamadıklarının hesabını verecektir. Kararı da sadece Allahu Teâlâ verecektir. O ne isterse yapabilir, kimse karışamayacaktır.

    Altıncısı, Allah’ın vereceği kararın kıstası ve ölçüsü tamamıyla insa­nın kendi ameli olacaktır. Yani mahkemede bir insanın peygamberlerin gösterdiği Hak yolundan gidip gitmediği araştırılacaktır. O insanın Al­lah’tan korkarak O’na iyi kulluk yapıp yapmadığı, ahirette vereceği hesabı düşünerek dünyada hayat sürüp sürmediğine bakılacaktır. Eğer dünyadaki yaşantısında ahiret için sermaye toplamışsa elbette ki Cennet’e gidecektir. Ama dünyada ahireti unutmuş ve her şeyi nefsi için yapmış ise onun yeri Cehennem’dir.

    Ahiret akidesinin belli başlı unsurları işte bunlardır. Bu da, Tevhid, Risâlet ve Kur’ân-ı Kerim gibi İslâmi davetin önemli ve ayrılmaz parçasıy­dı. Zaten İslâm, insanları öyle bir düşünce ve eylem alanına çağırıyordu ki burada ahirete iman etmeden bir adım bile atmak mümkün değildi. İslâmî davete evet diyenin bu dünyayı bir imtihan yeri olarak kabul etmesi tabia­tının gereğiydi. Onun bir gün Cenab-ı Allah’a yaptıklarının hesabını ver­mesini bir an bile aklından çıkarmaması gerekiyordu. O, hayatın sadece dünyadaki hayattan ibaret olmadığını gerçek ve ebedi hayatın ölümden sonra başladığını, bu dünyada yapılan iyilik ve kötülüklerin karşılığının öbür dünyada mutlaka verileceğini bilmeliydi. Zaten ahiret fikrini kavra­mamış bir insan için Tevhid’e, Risâlet’e ve Kur’an-ı Kerim’e iman etmesi beklenemez. Çünkü bu dünyadan sonra başka bir dünyanın bulunmadığı­na inanan bir kişi Allah’a kulluk, Rasûl’e itaat ve Kur’ân-ı Kerim’in talima­tına uymak konusunda hiçbir zaman ciddi ve samimi olmayacaktır. Böyle bir kişi ölüm veya bu dünyanın yok olmasından sonra her şeyin toprak olacağını, ikinci bir hayat olmayacağını, öbür dünyada hesaplaşma, ceza veya mükâfat diye herhangi bir şeyin olmayacağını, dine bağlılığın, Al­lah’a, peygamberine ve kitabına itaatin bir ödülü olmayacağını düşündüğü takdirde samimiyet ve sadakatla İslâm’a veya diğer herhangi bir dine bağlı olmayacaktır. Dünyacı ve maddeci bir görüş, insanı ancak zevk ve safa ile havyanî güdülerini tatmine iter. Ahiret fikrini taşımayan bir kişi bu dün­yada hayatını mümkün olduğu kadar en rahat ve keyifli hale getirmeye çalışacaktır. Bunun aksine, onu bu dünyanın nimet, bereket zevk ve hazla­rından mahrum edecek veya bunlardan fedakârlık etmesini gerektirecek her türlü düşünce, inanç ve çalışmalardan kaçmaya çalışacaktır.

    26.1.1. Kureyşlilerin Ahiret Akidesini Akıl ve Mantıktan Uzak Saymaları

    Bu akide ve inancın bu öneminden dolayı idi ki, Kureyşli ve Arap müşrikler en çok buna tepki gösterdiler. Hz. Peygamber (a.s.) ahiret fikri­ni müşriklere sununca kendileri hayli şaştılar ve ne yapacaklarına karar veremediler. Bu şaşkınlık devresi geçtikten sora kara kara düşünmeye başladılar. Bu fikir ve akideyi kabul etmeleri halinde bütün hürriyetlerinin yok olacağını sezdiler, yalnız oldukları zaman bile Allah’ın ve Rasûlünün haram ettiği şeyleri yapamayacaklarını anladılar. Haksız ve gereksiz kâr sağlamaya, haz ve zevk almaya çalışmaları halinde bu inancın kendilerine ayak bağı olacağını düşündüler. Bu akideyi kabul ettikleri takdirde, kendi yanlarında her zaman gözle görülmeyen ve hissedilmeyen bir bekçinin bulunacağını ve dolayısıyla, istedikleri gibi hareket edemeyeceklerini öğ­rendiler. Bu sebeple, bu fikir ve inancın şiddetle ve kesinlikle reddedilme­si gerektiğine inandılar. Bu noktadan hareketle, Rasûlullah (a.s.)’ın ahiret­le ilgili söz ve telkinlerinin akla ve mantığa aykırı, gerçekdışı, çılgınlık, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hayal ve çok komik bir kavram oldu­ğunu öne sürdüler.

    26.1.2. Ahiret’ten Şüphe Edenlerin Düşünceleri

    Kâfirlerden küçük bir grup, ahireti ancak hayal meyal tahmin edebil­diklerini, ama buna tam olarak inanmadıklarını söylüyordu. Bu gruptan Kur’an-ı Kerim’de sadece bir yerde bahsedilmiştir. Bu da gösteriyor ki, bu grup sayıca çok küçüktü:

    “Ve onlara: ‘Allah’ın vaadi haktır. Şüphesiz kıyamet kopacaktır’ de­nildiği zaman siz ‘kıyamet de ne imiş, bilmeyiz? Böyle bir şeyi zannediyo­ruz. Biz ona kat’i olarak inananlar, değiliz’ dediniz” (Casiye; 32)

    Görünüşte, bu grup ile ahireti tamamıyla inkâr eden grup arasında büyük bir fark vardır, şöyle ki, ilk grup ahirete şöyle ya da böyle inanır­ken ikinci grup hiç inanmıyor. Ne var ki, netice itibariyle her ikisi arasın­da herhangi bir fark yoktur. Şöyle ki, ahireti tamamıyla reddetme ile buna kuşkuyla bakmanın ahlâki neticeleri aynıdır.Ahirete hiç inanmayan ile azıcık inanan kişilerin düşünce ve davranışları arasında fazla bir fark ol­masa gerek. Çünkü her ikisi de öbür dünyada Allah’a yaptıklarının ve ya­pamadıklarının hesabını vereceği düşüncesinden yoksun oluyorlar. Böyle bir durumda bu kişilerin yargılanma ve cezalandırılma korkusunu taşıma­dıkları ve dolayısıyla serbest hareket etmeleri gayet doğaldır. Bu dünyada bir insanın doğru ve iyi hareket edebilmesi için ahirete tam ve kâmil bir şekilde inanması gerekir. Bu hususta, ister şüphe ve kuşku ister inkâr ve red olsun, ikisi de insanın sorumsuzca hareket etmesini önleyemez. Ayrıca, bu sorumsuzca davranış bir kişinin ahirette iyi ve sağlam bir dosya ile çıkmasını mümkün kılamadığı için, ne inkâr eden ne de ahiret fikrine kuş­kuyla bakanı kimse Cehennem’e gitmekten kurtaramaz.

    26.1.3. Ahiret’i İnkâr Edenlerin Görüşleri

    Kur’ân-ı Kerim’de ahiret fikrine şüphe ile bakanlardan sadece bir tek yerde bahsedildikten sonra ahireti tamamıyla inkâr eden ve reddedenler­den sık sık söz edilmiştir ve bunların çeşitli görüşleri nakledilerek bunlara uygun cevaplar verilmiştir:

    “Onlar, ‘hayat ancak bu dünya hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi, dehirden (sürekli zaman) başkası helâk etmez’ dediler. Halbuki, onların bu konuda hiçbir bilgileri yoktur. Onlar, bilmeyerek ve zan ile söylüyor­lar. Kendilerine açık açık ayetlerimiz okunduğunda, onların delilleri an­cak ‘eğer sözünüzde doğru iseniz haydi babalarımızı getirin’ demek olur”. (Casiye; 24-25)

    Kur’an-ı Kerim diyor ki, dünyadaki hayatımızdan sonra başka bir dünya ve hayat olmadığını kanıtlayan bir ilim ve bilgi kaynağı yoktur. Hiçbir bilim dalı veya araştırma, bu dünyadan sonra başka bir dünyanın bulunmadığını ispatlayamamıştır. Hiçbir bilgi kaynağı ve tecrübe, insanın canının Allah’ın emriyle değil zaman süreci içinde ve tabiat kanunlarına göre alındığını ve insanların öldüğünü gösterememiştir. Ahiret fikrinin münkirleri, bilime ve gerçeklere dayanarak değil, sadece zan ve tahminler yürüterek bu tür iddia ve iftiralarda bulunurlar. “Vallahi, bu hayattan son­ra başka bir hayat olmadığını çok iyi biliyoruz” diyemezler. Aynı şekilde bu ahireti inkâr edenler, insanın canının Allah tarafından alınmayıp, tıpkı bir makina veya saat gibi arızalanıp yok olduğu konusunda ilmi deliller sunamazlar. En fazla söyleyebilecekleri şey şu olabilir: “Doğrusunu sorar­sanız, biz ikisi hakkında tam bilgiye sahip değiliz.” Şimdi her iki durum da şüpheli olduğu için ahireti inkâr edenler neden hep ahiret aleyhinde ka­rar verirler? İnsan ilmi insanların öldükten sonra dirildikleri, canın melek­ler tarafından alınacağı ve insanların tabiattaki diğer canlı ve cansızlar gi­bi kendi kendine öldükleri konusunda kesin bir delil sunamıyor ve hiçbir şeyi yüzde yüz garanti ile söyleyemiyorlarsa, neden tercihlerini hep bu dünya ve bu dünyadaki hayattan yana kullanıyorlar? Bu, onları ciddiyet, metanet ve samimiyetle değil, sadece nefis ve hislerine göre hareket ettik­lerini göstermiyor mu? Onlar bu dünyadan sonra başka bir dünya ve yar­gılanma ile cezalandırılmanın olmamasını istedikleri için böyle düşünü­yorlar. Yani, onlar inanmak istediklerine inanıyorlar ve ona göre hareket ediyorlar:

    “Onlar, ‘biz ölüp toprak ve kemik olduktan sonra tekrar diriltilecek miyiz? Yemin ederiz ki, bize, atalarımıza da, daha önce bu, va’d olunmuş­tu. Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir’ dediler” (Müminun; 82-83)

    “Ne kadar taaccüp etsen yeridir. ‘Biz öldükten ve toprak olduktan sonra yeniden yaratılır mıyız?’ demeleri şayanı taaccüptür, işte onlar Rabblerini tanımayanlardır.” (Ra’d; 5)

    Yani, kâfir ve müşriklerin ahireti inkâr etmeleri ve bunun gerçekleş­mesinin mümkün olmadığım düşünmeleri aslında Allah’ın kudretini ve hikmetini inkâr etmeleriyle eşdeğerdir. Bunlar, kendilerinin öldükten ve toprak olduktan sonra tekrar hayata kavuşmalarının mümkün olmadığını söylerken bir yandan da Cenab-ı Allah’ın kuvvetine ve kudretine gölge düşürüyorlar. Onlara göre Cenab-ı Allah hâşâ aciz, çaresiz, budala ve çıl­gındır, zira böyle olsaydı onları ne diye yaratıp sorumsuzca hareket etme­lerine müsaade edebilirdi?

    “Kâfir olan, ‘Size tamamen parça parça dağıldıktan sonra yeniden yaratılacağınızı size haber veren bir adam gösterelim mi?’ dediler. ‘O Al­lah’a yalan yere iftira mı etli, yoksa onda bir delilik mi var?’ (dediler). Hayır öyle değil, ahirete iman etmeyenler azap içinde ve hidayetten uzak bir sapıklıktadırlar.” (Sebe; 7-8)

    Kureyşli kabile reisleri, Hz. Muhammed (a.s.)’in tamamıyla yalancı olduğunu söylemek istemiyorlardı. Zira, O’nun doğru sözlü ve dürüst bir insan olduğunu bütün Mekkeliler ve diğer Araplar çok iyi biliyorlardı. O’nun hiçbir zaman yalan söylemediğini herkes iyi biliyordu. Bu yüzden kabile reisleri halka daha inandırıcı gelsin diye Hz. Peygamber (a.s.)’e şüpheli ve şaibeli iftiralarda bulunmayı tercih ediyorlardı. Onlar demek is­tiyordu ki, hayattan sonra memat (ölüm) ve memattan sonra hayat gibi inan’ iması zor olan bir şeyden bahseden bu adam (Hz. Peygamber) ya bi­lerek yalan söylüyor ya da bunda bir delillik vardır. Ne var ki, kabile reis­lerinin, Hz. Muhammed (a.s.)’in yalancığıyla ilgili iddiaları ne kadar asıl-sızsa O’nun deliliğine dair sözleri de o kadar saçma ve gülünçtü. Çünkü Mekke’de v? Arabistan’da herkes Hz. Peygamber (a.s.)’in aklının yerinde olduğunu çok iyi biliyordu. Bu sebeple, Cenab-ı Allah bu iftiraya herhan­gi bir cevap vermeyi uygun görmedi ve sadece onların ahiretle ilgili dü­şüncelerini kınamak ve reddetmekle yetindi.

    “Kâfirler şöyle derler: ‘Biz mi eski hale döndürüleceğiz? Çürümüş kemikler olduğumuz zaman mı? Eğer bu ikinci defa dirilmek varsa, biz hüsrana uğrarız’ dediler”. (Naziat; 10-12)

    Yani, kâfirlere, “evet ölümden sonra hayat var. Siz öldükten sonra di­rilteceksiniz” denince kendileri bunu aralarında bir alay konusu yapıverdiler ve şöyle demeye başladılar. “Vallahi, yandık arkadaşlar, eğer gerçek­ten bu adamın dediği doğruysa ve biz öldükten sonra dirileceksek, hali­miz perişandır.”

    “Bir de onlar, ‘ölüp toprak ve kemik olduktan sonra yeniden mi diril­tip kaldırılacakmışız?’ derlerdi. ‘Evvelki babalarımız da diriltilirler mi?’ (derlerdi). De ki: ‘muhakkak hem öncekiler hem de sonrakiler. Belli gü­nün muayyen bir vaktinde hemen toplanacaklardır.” (Vakıa; 47-50)

    26.1.4. Ahiret’in Mümkün Olduğuna Dair Deliller

    Ahiret’i inkâr edenlerin görüşleri tek tek Kur’an-ı Kerim’de nakledil­miş ve çeşitli delillerle ahiretin mümkün olduğunu düşünmek değil, ahire­tin mümkün olmadığını sanmanın akıl ve mantığa aykırı olduğu ortaya konmuştur.

    “İnsanlar, kendisini bir nutfeden yarattığınız görmez mi? Sonra o bi­ze apaçık hasım oldu. O, yaratılışını unutarak bize biz misal getirdi: ‘Çü­rümüş bu kemikleri kim canlandırır’ dedi. (Ey Rasûlüm) de ki: ‘Onları ilk defa yaralan canlandıracak ve O, her yaratmayı bilir.” (Yasin; 77-79)

    Yani Cenab-ı Allah demek istiyor ki, insan o kadar nankördür ki, kendisinin nasıl yaratıldığını unutuyor. Cenab-ı Allah cansız bir madde­den nutfe (döl) yaratmış sonra cenine ve daha sonra koskoca insana çevir­miştir. Bu küçük yaratık büyüyüp bugün Allah’a ve O’nun hikmetine dil uzatıyor. O, Allah’ın, diğer mahluklar gibi aciz olduğunu düşünüyor ve hiçbir insanın bir ölüyü diriltemediğini düşünerek Allah’ın da bunu yapa­mayacağını sanıyor. Bundan dolayıdır ki şöyle sorular soruyor: “Çürümüş bu kemikleri kim canlandırır”. İbn Abbas, Katâde ve Sa’id bin Cübeyir’in hadislerine göre, Mekkeli kâfirlerden biri mezarlıktan bir ölünün çürümüş kemiklerini Hz. Peygamber (a.s.)’in önüne getirip attı ve parça parça ede­rek Rasûlullah (a.s.)’a dedi ki, “al bakalım, sen diyorsun ki ölüler diriltiliyormuş. Bu kemikleri dirilt de görelim.” Cenab-ı Allah bu küstahlığa ga­yet sakin ve kısa bir cevap verdi ve dedi ki: “Bunu da, bunu Yaratan diril­tecektir.”

    “Kemik ve çürümüş parça parça enkaz olduktan sonra yeniden bir kavim olarak biz mi dirilteceğiz?’ dediler. De ki: Taş veya demir olun. Yahut kalbinizde en büyük gördüğünüz bir yaratık olun. Yine diriltecek­siniz.’ Onlar ‘O halde bizi kim geri çevirecek?’ derler. Sen de dedi ki: ‘Si­zi ilk defa yoktan var eden (diriltecek).’ Sana başlarını sallayarak ‘ne va­kit o?’ derlerse, de ki: ‘Yakın olması umulur! (Allah) sizi çağırdığı gün, O’na Hamd ederek O’nun emrine icabet edersiniz. Ve kabirde çok az bir zaman kaldığınızı zannedeceksiniz.” (İsra; 49-52)

    Yani, insanların dünyada öldükten sonra kıyamette tekrar hayata dön­meleri kadar süre çok kısa gibi gelecek ve aradan ancak birkaç saatin geç­tiği düşünülecektir. Yani, İnsanlar sanacak ki, biz önce uyuduk ve birden bire mahşeri bir gürültü yüzünden kalkıverdik:

    “İnsan: ‘Den öldükten sonra diri olarak mezardan çıkar mıyım?’ der. Düşünmez mi ki, biz onu daha önce yarattık, halbuki o hiçbir şey değil­di”. (Meryem; 66-67)

    “Ey İnsanlar, eğer öldükten sonra dirilme hususunda şüphede iseniz, muhakkak biz sizi topraktan sonra nutfeden, sonra pıhtılaşmış bir kan­dan, sonra önce şekilsiz sonra şekilli et parçasından yarattık ki, size apa­çık kudretimizi göstermek için. Sonra istediğimiz rahimlerde belli bir vakte kadar durdurup sizi bir bebek olarak çıkarırız. Sonra sizi kemal ve kuvvet çağınıza erişmeniz için bırakırız. Bununla beraber, içinizden kimi öldürülüyor, kimi de önceki bilgisinden sonra, hiçbir şey bilmemek üzere, kuvvetten düşürülüp kocama haline çevriliyor. Sen arzı kupkuru görür­sün. Onun üstüne suyu indirdiğimizde harekete geçer, kabarır ve her gü­zel çiftten nebatlar bitirir.” (Hacc; 5)

    Burada topraktan yaratılmanın anlamı, her insanın bu topraktan yani, dünyamızdan elde edilen maddelerden yaratılmasıdır. Bu yaradılışın baş­langıcı nutfe (döl)dir. Başka bir anlamı da insan soyunun topraktan yapıl­mış olan Hz. Adem (a.s.) ile başladığı ve daha sonra insanların nutfe ile çoğalmaya başladığı olabilir. Nitekim, Secde sûresinde aynı noktaya deği­nilmiştir:

    “O Allah ki, her şeyi güzel surette yarattı. Ve insanı yaratmaya da balçıktan başladı. Sonra onun zürriyetini hakir bir sudan hasıl olan bir nutfeden (meniden) yarattı.” (Secde; 7-8)

    Her iki durumda da, insanın yaratılışında cansız maddelerin büyük rol oynadığının vurgulandığı kabul edilmelidir. Bu gerçeğin anlatılmasın­dan sonra, hamilelik ile doğum arasında geçen muhtelif safhalar ayrıntılı biçimde ele alınmıştır. Gayet tabii ki, burada modern tıbbi alet ve makine­lerle gebelik hakkında toplanan bilgi ve bulgular kaydedilmemiştir; sade­ce o çağın bedevilerinin bildiği hamileliğin belli başlı safhalarına temas edilmiştir. Yani bir kadının döllendikten sonra nasıl hamile kaldığı, doğacak bebeğin nasıl bir et parçası gibi olduğu, daha sonra nasıl cenine dö­nüştüğü, daha sonra nasıl et ve kemiklerinin geliştiği, şekillendiği ve bila­hare insan şeklini aldığı anlatılmıştır. Gebeliğin bu safhaları o karanlık çağda da bazı kadınların erken doğum yapmaları ya da kaba şekilde kürtaj olmaları yüzünden pek çok kişi tarafından biliniyordu. Bundan sonraki ce­vap insanın aklına ve mantığına bırakılmıştır. Yani, insanı bu kadar çok aşamalardan geçirdikten sonra doğuran ve yetiştiren Allah’ın onu öldürüp tekrar diriltmesine imkân yok mudur?

    “Biz yerde kaybolduktan sonra, yeni bir yaratılışla çıkar mıyız? de­diler. Onlar, Rablerine kavuşacaklarını inkâr edicilerdir. De ki, ‘canınızı almaya vekil kılınan ölüm meleği, canınızı alacak. Sonra Rabbinize dön­dürüleceksiniz.” (Secde; 10-11)

    Bu iki ayet arasında öylesine geniş bir zaman farkı vardır ki, bunu anlatmak için sayfalar üstüne sayfalar gerekebilir. İlk ayette kâfirlerin iti­razı o kadar saçma ve gülünç sayılmıştır ki, bunun reddine hacet duyul­mamıştır. Bu itirazın sadece tekrarlanması, bunun reddi için yeterli görül­müştür. Kâfirlerin itirazı iki noktada toplanıyor. Ama her ikisi de anlam­sız ve tutarsızdır. Kâfirlerin, “biz yerde kaybolduk” demesi ne demektir? Onların “biz” dedikleri şey gerçekten yerde kaybolup gidiyor mu? Tabiî ki hayır. Çünkü, toprak olan sadece “vücut”tur, “biz” değil. Yine “biz” ha­yatta iken “vücut” organlarından herhangi biri veya hepsi kesilebilir, par­çalanabilir, ama “biz” her zaman kendi varlığını sürdürüyor. “Biz” hiçbir zaman kesilen veya parçalanan bir organla birlikte eksilmez veya kaybol­maz. Fakat, bu “biz” bir vücuttan çıkınca, bütün vücut ortada durmasına rağmen ona “biz” demek mümkün olamaz. Bunun içindir ki, bir âşık sev­gilisinin ölüsünü gidip toprağa gömüyor. Artık o boş bir cesettir. İçinde olan sevgilisi çoktan gitmiştir. Aşık aslında sevgilisini değil, onun cesedi­ni gömüyor. Bu sebeple, itiraz edenlerin ilk noktası çürük ve anlamsızdır.

    Şimdi ahireti inkâr edenlerin ikinci itirazını ele alalım. Diyorlar ki, biz “yeni bir yaratılışla ortaya çıkar mıyız?” Aslında bu adamlar, “biz” ile bunun yaratılmasının anlamını bilselerdi, böyle bir soru sormaya gerek duymazlardı. “Biz”in doğuşu veya yaratılışı nedir? Bazı maddeler (diye­lim ki, demir, fosfat ve kömür) bir araya getirildi ve topraktan yapılmış bir heykelin içine dolduruldu. Bu maddeler bu heykel’e “biz” olarak gir­miştir. Şimdi ölüm olayı nedir? Bu heykelden söz konusu maddelerin ve­ya “biz”in ayrılmasıdır. “Biz”in yapılışında kullanılan muhtelif maddeler ise tekrar toprağa dönüyorlar. Şimdi mesele şu: “Biz” için bir heykel ve yerleşecek yer (mesken) temin etmiş olan Yaradan “biz”e daha sonra aynı madde ve malzemelerden müteşekkil başka bir mesken veya heykel vere­mez mi? Bu iş daha önce mümkündü, mümkündü ne demek, gerçekleş­mişti, o halde daha sonra neden gerçekleşmesin? Kafasında azıcık beyin olan bir kişi bunun tekrar gerçekleşebileceğine kanaat getirecektir. İnsanlar bu açık seçik gerçeği neden kabul etmiyorlar? İnsanlar neden ölümden sonraki hayata inanmak istemiyorlar? İşte, Cenab-ı Allah bu iki meselenin arasındaki geniş bahisleri bir yana bırakarak doğrudan doğruya diyor ki, “Onlar Rabblerine kavuşacaklarını inkâr edicidirler.” Yani, onlara göre asıl mesele bir kişinin doğup ölmesi ve tekrar doğması değildir. İnsanların dirilmeleri öylesine anlaşılmayacak bir şey değildir. Ama asıl mesele on­ların dünyada diledikleri gibi yaşama hevesidir. Onlar dünyada her türlü fısk-ü fücur ve günah yapıp hiçbir ceza görmemek istiyorlar. Onların asıl korktukları, Mahşer’deki hesaplaşmadır. Orada herhangi bir hesap vermek ceza görmek istemiyorlar. Bunun için de gerçekleri görmezlikten geliyor­lar.

    Bundan sonraki cümlede deniliyor ki, sizin “biz”inizin bulunduğu mesken elbette toprak olacaktır, ama “biz” olduğu gibi duracaktır ve ona hiçbir zarar gelmeyecektir. Aksine, Allah’ın meleği gelip, meskende kal­ma süresinin dolmasından sonra onu kendi nezaretine alacaktır. “Biz”in en ufak parçası bile mesken veya başka bir deyimle “vücut”la beraber top­rağa girmeyecektir. “Biz” tamamıyla meleğin nezaretinde Allah’ın huzu­runa çıkarılacaktır.

    İşte şu ayetlerde birçok gerçekler ortaya konmuştur; ki bunlar gözardı edilemez:

    1. Ölüm birden bire, kurulmuş bir saatin.aniden durması gibi gelmez. Yani, bir insan vücudu bir saat değildir ki çalışırken aniden duruversin. Aksine, bu iş için Allah’ın belli bir programı ve elemanları vardır. Herke­sin ölümü belli bir plân içinde meydana gelir. Cenab-ı Allah, insanların canını almak üzere bir meleği vazifelendirmiştir. Bu melek belirlenen za­man ve bir icra memuru veya tahsildar gibi gelip ölmesi kararlaştırılan kişinin canını alır. Kur’an-ı Kerim’de çeşitli yerlerde verilen bilgilere göre bu “icra memuru”, “tahsildar” veya “ölüm meleği”nin emrinde melekler­den tam bir ordu vardır. Bu melekler ölüm olayını gerçekleştirmek, ruhu fani vücuttan çıkarmak, onu kendi nezaretlerine almak ve Allah’ın huzuru­na götürmek gibi muhtelif safhalarda kendilerine düşen görevi yaparlar. Ayrıca, melekler kötü, günahkâr ve suçlu ruhlara başka, mü’min ve salih ruhlara da başka muamele yaparlar (Tafsilat için bk. Nisa; 97, En’am; 93, Nahl; 8 ve Vakıa; 83-94).

    2. Ölüm, insanı gerçekten yok etmez. Ölüm sadece ruhun vücuttan ayrılışının adıdır. Kur’an-ı Kerim’in “ölüm meleği, canınızı alacak” deme­si işte bu gerçeğin tezahürüdür. Bilindiği gibi, görülmeyen, dokunulma­yan ve hissedilmeyen bir şey “alınmaz”. Can veya ruh almıyor ve muhafa­za ediliyor. O halde, can veya ruh adeta elle tutulan ve gerçekten varolan bir şeydir.

    3. Ölüm anında meleğin ele geçirdiği şey, insanın biyolojik hayatı de­ğil, onun “benliği” veya “egosu”dur ki ekseriya, “o”, “ben”, “biz” “sen” ve “siz” zamirleriyle ifade edilir. İşte bu “benlik” dünyada nasıl yaşamış, ne gibi işler yapmış, hangi şekilde hareket etmişse, onlarla beraber ve onların tesiriyle uğradığı değişiklikle ve şekille bir bütün olarak melek tarafından ele geçiriliyor ve öbür dünyaya götürülüyor. Bu, can veya ruhun, ölümden sonra Rabbine dönüş olayıdır. Ahirette işte bu can, ruh veya benlik yeni­den yaşatılacak ve yeni bir meskene veya vücuda sokulacaktır. Aynı ben­lik Allah’ın mahkemesine çıkacak, yaptıklarının hesabını verecek ve buna göre cezalandırılacak ya da ödüllendirilecektir.

    “Müşriklere sor, ‘Onları yaratmak mı daha zor yoksa bizim yarattı­ğımız şeylerin yaratılışı mı zordur? Diz, kendilerini cıvık bir çamurdan yarattık.” (Saffat; 11)

    Mekkeli kâfirlerin ahiret hakkındaki şüphelerinin bir cevabı da buy­du. Onlara göre, ölü kişilerin tekrar dirilmesi güç olduğu için ahiret diye bir şey de olamazdı. Buna cevap olarak Cenab-ı Allah diyor ki; diriltmek­ten daha zor şey yaratmaktır. Allahu Teâlâ yeryüzünü göğü ve kâinattaki diğer pek çok eşya ve yaratıkları insanların gözünün önüne getiriyor ve di­yor ki bu sayısız ve birbirinden garip, müthiş eşya ve yaratıklara bakın ve bunları kimin yarattığını düşünün. Bunları Allah yaratmamış mıdır? Bun­ların yaratılması kolay bir şey midir? Bu muazzam kâinatı ve insanları bir defa yaratmış olan Allah, insanları bir defa daha yaratamaz mı? Daha son­ra denildi ki, insan öylesine büyük bir yaratık değildir. Onun yaratılması öyle sanıldığı kadar zor değildir. Cenab-ı Allah onu balçıktan yapmıştır ve onu tekrar balçıkla yapabilir. Vücudunun terkibinde yer alan bütün madde ve malzeme bu dünyadan toplanmıştır. Yaratılışında gereken nutfe (döl) gıda ile hazırlanıyor. Gebelikten başlayarak doğumu ve ölümüne ka­dar geçen süre içinde ihtiyaç duyduğu besin dünyadan temin ediliyor. İnsanın ihtiyaç duyduğu besin ister hayvan ister bitkilerden temin edilmiş olsun, her ikisinin kaynağı ve özü topraktır. Toprak su ile karışık insanın ihtiyaç duyduğu hububat, sebze ve meyve yetiştirmesinin yanı sıra, insan­ların gıdası olan süt ve eti temin eden hayvanların beslenmesine de sebep oluyor. Burada asıl ağırlık verilen nokta toprağın önemidir. Eğer toprak hayatı kabul edecek ve taşıyacak hale getirilmeseydi, bugün insanın yaşa­masına imkân var mıydı? Eğer bu toprak bugün hayat verebiliyor ve hayat taşıyabiliyorsa yarın bunu neden yapmasın? Yarın ahirette bu topraktan İnsanlar neden tekrar yaratılmasın?

    “Gökleri ve yeri yaratmak insanları yaratmaktan daha büyüktür. Lâkin insanların çoğu bunu bilmezler.” (Mü’min; 57)

    Bu da kâfirlerin, insanların öldükten sonra dirilmelerine imkân yok­tur yolunda ileri sürdükleri iddiaya bir cevaptı. Burada deniliyor ki böyle düşünenler akılsız ve ahmaktırlar. Zira akıllarını kullansalar göreceklerdir ki, bu muhteşem ve akılara durgunluk veren kâinatı ve içindeki eşya ve yaratıkları yaratan Allah için insanları tekrar tekrar yaratmak hiç de zor değildir.

    “Yaratılmakta siz mi daha zorsunuz, yoksa gök mü? Ki onu Allah bi­na etmiştir.” (Naziat; 27)

    Burada yaratılmak kelimesi, “tekrar yaratılmak” anlamındadır. Gök kelimesiyle tüm kâinat ve varlıklar alemine işaret edilmiştir. Bununla feza ve uzaya işaret edildiğini de söyleyebiliriz. Yani, sayısız gezegen, yıldız, yıldızlar sistemi ve samanyolundan müteşekkil bir alem. Burada insanlara hitap edilerek deniliyor ki, “siz niçin ahiret fikrine ve insanların tekrar ya­ratılma kavramına bu kadar tepki gösteriyorsunuz? Halbuki asıl zor olan bu uçsuz bucaksız uzay boşluğudur. Bu uzay ve kâinatın yaratılmasının daha zor olduğunu bilmiyor musunuz? Bu muhteşem kâinat ve nizamını yaratmış olan Allah, sizin gibi yaratılması nispeten daha kolay olan bir mahluku yaratamaz mı?”

    “(Nitekim) “Bu apaçık bir sihirdir” derler. ‘Biz ölüp toprak ve kemik olduktan sonra tekrar diriltilir miyiz?’ (derler). ‘Evvel geçen babalarımız da ‘(yeniden diriltilirler mi derler). Sen de ki: ‘Evet, hepiniz zelil ve hakir olduğunuz halde diriltileceksiniz.’ Bazıları ancak bir sayha iledir. O sayhayı müteakip dirilip kendi hallerine bakarlar. Ve ‘eyvah bizlere! Bu he­sap günüdür’ derler.” (Saffat; 15-20)

    Kâfirler diyordu ki bunlar sihirli bir dünya ile ilgili sözlerdir. Öyle bir sihirli dünya ki, bunda ölüler mezarlarından çıkacak, bir mahkeme kurula­cak, burada iyiler ile kötüler yargılanacak. Cennet kurulacak ve Cehennem tesis edilecek ve iyiler ile kötüler bunlara gönderilecekti. Bu adam (Hz. Peygamber (a.s.))’ın böyle bir dünyadan söz etmesi, aklını kaçırmış olması veya başkaları tarafından büyülenmiş olmasının bir delilidir. Buna cevap olarak denilmiştir ki, “evet her şey Hz. Muhammed (a.s.)’in dediği gibi olacaktır. Her şey Allah’ın iradesi ve gücüne göre olacaktır. Sizler O’nun yanında çaresizsiniz. O nasıl olmanızı istiyorsa siz öyle olacaksınız. Nite­kim, siz O’nun tek bir işareti ile yaratılmıştınız. Bunun gibi, O’nun bir işa­retiyle hepiniz öleceksiniz ve yine istediği zaman dirileceksiniz. Herkesi öldürme ve diriltme zamanı gelince her şey Allah’ın plânladığı gibi ve ko­layca olacaktır. Allah’ın bir sayhası (işareti) uykuda olanların uyanmaları için kâfi olacaktır.” Burada “sayha” kelimesi dikkate şayandır. Bu kelime ile, “ba’su ba’d-el mevt” (ölümden sonra diriliş) fikri güzel bir şekilde gö­zümüzün önüne seriliyor. Ölmüş kişiler, sanki derin bir uykuda iken Ce­nab-ı Allah’ın “haydi, kalkın” komutuyla bir anda kalkmış olacaklardır.

    “Onlar deveye bakmazlar mı ki, nasıl yaratılmıştır? Semaya bakmaz­lar mı ki nasıl yükseltilmiştir? Ve dağlara bakmazlar mı ki, nasıl dikilmiş­lerdir? Yerin de nasıl döşendiğine bakmazlar mı?” (Casiye; 17-20)

    Yani, bu kâfirler ahiret ile ilgili vaaz ve telkinleri dinledikten sonra şaşıp kalıyorlar ve çeşit çeşit itiraz ve iftiralarda bulunuyorlar. Ama bunla­rın gözü yok mudur? Bunlar etrafa hiç bakmazlar mı? Develer nasıl yara­tılmıştır? Gök nasıl yükseltilmiştir? Dağlar nasıl kurulmuştur? Ve yeryüzü nasıl yaratılmıştır? Eğer bütün bunlar yapılmış gözlerinin önünde duruyor­sa, neden kıyamet kopamaz? Neden buna benzer bir dünya tekrar kurula­maz. Niçin Cennet ve Cehennem meydana getirilemez? Akılsız, düşünce­siz ve kaygısız bir insan bile dünyada gözlerini açıp bakar bakmaz adı ge­çen eşya ve yaratıkların tekrar tekrar yaratılabileceğini anlayabilir. Ancak aklı, zekâsı, bilgisi ve tecrübesi sahasının dışında olan bir şey için hemen diyebilir ki, ben bunları anlamam, bunların vücuda getirilmesi mümkün değildir. Fakat, bu insanın kafasında birazcık akıl varsa onu kullansın ve varolan her şeyin nasıl varolduğunu düşünsün. Bunlar kendi kendine mi ortaya çıkmıştır? Deve çöl iklimine derhal intibak edebilen bir hayvandır. Arap çöllerinin ve çorak arazilerin bütün şartlarına uygun olan deve gibi bir hayvan nasıl yaratılmıştır? içinde oksijenin ve İnsanlar, hayvanlar ve nebatın yaşamasına müsait olan diğer gazların bulunduğu gök nasıl yapıl­mıştır? Sadece bu değil, bu gök, yağmur getiren bulutlar, insanlara ışık ve ısı veren güneş ve gece-gündüz parlayan yıldız ve ay ile donatılmıştır. İn­sanların, üzerinde yaşamakta oldukları içinden çıkan ürünlerle karınlarını doyurdukları, diğer yiyecek içecek ve giyecek ihtiyaçlarını giderdikleri ve kuyular ile pınarlarından su çıkardıkları ve diğer maddelerle ihtiyaçlarını karşıladıkları yer nasıl yaratılmıştır? Türlü türlü toprak, taş ve madenlerle dolu olan dağlar nasıl ortaya çıkmışlardır? Bütün bunlar Kadir-i Mutlak’ın ve Büyük Yaratıcı’nın eserleri değil midir? Düşünen ve anlayan bir kafa bu soruların cevabını menfi olarak veremez. Eğer kendisi inatçı değilse, Allah’ın yüce kuvveti, kudreti ve hizmeti olmaksızın bunların gerçekleşe­meyeceğini anlayabilir. Her şeye kadir olan Allah eğer bunları yapmış ve yaratmışsa neden bundan sonraki dünyada da bunları tekrar yaratmasın?

    “O, rahme dökülen bir meniden değil midir? Sonra kan pıhtısı oldu. Allah, onu yarattı ve şekillendirdi. Hülasa ondan erkek ve dişi iki sınıf ya­rattı. Bunu yapan (Allah) ölüleri tekrar diriltmeye kadir değil midir?” (Kıyame; 37-40)

    Bu, “ba’s-ü ba’d-el mevt”in başka bir deliliydi. Aslında, ilk döllenme­den sonra doğuma kadar devam eden yaratılışın çeşitli safhalarını bilen ve kabul edenlerde bu delilin hiçbir cevabı yoktu. Zira, onlar ne kadar inatçı­lık ve dik başlılık etmiş olsalar dahi, insanı yaratma gücüne sahip olan Al­lah’ın pekala onu öldürüp tekrar yaratabileceğini teslim ediyorlardı. Ne var ki, bu anlamlı ve hikmet dolu fiili sadece tabii bir rastlantı sayan bazı maddeci ve dünyacı kimseler bunda Allah’ın hikmeti olduğunu kabul et­meye razı değillerdi. Onlar, her şeyin tabiatın bir icabı olduğunu sanıyor­lardı. Ancak bu sözde akıllı ve bilgin kimselerin de anlayamadığı bir şey vardı. Onlar görüyor ve biliyorlardı ki, dünyanın doğuşundan beri çeşitli ülkelerde, çeşitli milletlerde ve çeşitli şartlar altında yaratılış işlemi aynı şekilde devam ediyordu. Bütün farklılıklara rağmen her yerde ve her çağ­da insan toplumlarında hemen hemen aynı sayıda erkek ve kız çocukları doğuyor ve aralarındaki orantı bozulmuyordu. Hiçbir yerde ve hiçbir top­lumda sadece kız ya da sadece erkek çocukları doğmamıştı ve böylece in­san soyunun devamına herhangi bir engel çıkmamıştı. Bu akıllı kişiler, bu işlemin de bir rastlantı olmadığını düşünüyorlardı. Ve bu işlerin büyük bir Sanatçı ve Yaratıcı tarafından yapıldığını kabul ettikten sonra bu Yaratı­cı’nın kendi yaptığı şeyleri bozabileceğini ve kırabileceği ve sonra tekrar yapabileceğini kabul etmekten başka çareleri kalmıyordu.

    “İnsan, neden yaratıldığına bir kere baksın. O, atılıp dökülen bir su­dan yaratıldı. Ki, bel kemiği ile kaburga kemikleri arasından çıkar.” (Tarık; 5-8)

    Yani, insan önce kendine baksın. İnsan nedir? Onu kim yaratmıştır ve nasıl yaratmıştır? Bir kadın ile erkek arasındaki cinsel temastan sonra ha­mileliği gerçekleştiren ve belli bir tipte ve zekâ seviyesinde bir insan ya­ratan kimdir?[1] Döllenme ve hamilelikten sonra cenin ve daha sonra be­beğin anne karnında beslenip büyümesini sağlayan kimdir? Daha sonra bu bebeğin, canlı olarak anne karnından çıkmasını mümkün kılan kimdir? Yine anne kamında bile bir insanın vücut yapısını, güzelliğini ve zekâsını yaratan kimdir? Sonra, doğumdan başlayarak ölüme kadar bu insanı koru­yan ve besleyen kimdir? Onu çeşitli hastalık, kaza ve belâlardan kurtaran kimdir? Bütün bunlar Tek bir Allah’ın hikmeti ve nezareti olmaksızın ger­çekleşebilir miydi? Eğer akıl sahibi biri bu sorunun cevabını olumsuz ola­rak veremiyorsa, yaratılış fiilini başlatan, hamilelik olayını gerçekleştiren ve daha sonra insanı doğurduktan sonra koruyan Allah’ın insanı ölümden sonra dirilteceğine de karar verebilir. Eğer Allah insanın ilk yaratılışını gerçekleştirmişse neden ikinci yaratılışını gerçekleştirmesin? Eğer gözü kör olan bir kişi bu gerçeği kabul etmiyorsa, o zaman kendisinin de Allah tarafından yaratılmadığını söylemelidir. Kendi yaratılışını inkâr eden bir kişi bir gün daha ileriye giderek dünyanın ve kâinatın bütün eşya ve mahlûkların tesadüf eseri meydana geldiğini söyleyebilir. Bu kişi bundan sonra başka saçmalıklar da yapabilir ve pekala diyebilir ki dünyadaki bü­tün kitaplar, evler, dükkânlar ve fabrikalar da bir tesadüf neticesinde ortaya çıkmışlardır. Halbuki, bunların tümünün İnsanlar tarafından yapıldığı bi­linmektedir. Hakikat şu ki, dünyada insanın doğup büyümesi, vücudunun belli bir şekil alması, onun bir takım meziyet, kudret ve kuvvetlere sahip olması ve her şeyden çok, hayatını sürdürmesi, onun tarafından yapılan iş­ler ve yaratılan eserlerden daha zor ve karmaşıktırlar. Bunca karmaşık iş­lem böylesine orantılı ve düzenli bir biçimde milyonlarca yıldan beri süre-gelirken hangi hasta beyin buna sadece bir tesadüf veya şans diyebilir?

    “Onlar, kendilerinden korkutucu bir peygamber gelmesine şaştılar. Kâfirler, ‘Bu şaşılacak bir şeydir’ dediler. ‘Biz ölüp toprak olduktan son­ra mı (dirilecekmişiz?). Bu, çok uzak bir dönüştür.’ Biz, toprağın onlar­dan neleri eksilttiğini biliriz. Ve katımızda her şeyi muhafaza eden bir ki­tap vardır.” (Kaf; 2-4)

    Kâfirlerin şaştığı ilk şey, kendi millet ve cemiyetlerinden bir kişinin peygamberlik iddiasında bulunmasıydı. Onlar aynı etten, kemikten ve aynı ırktan olan bir kişinin kendisini Allah’ın rasûlü ilân etmesini hazmede­miyorlardı. Bu konudaki şaşkınlıkları henüz geçmemişken bu kişi kendi­lerine daha da şaşırtıcı şeyler söylemeye başladı. Bu kişi arlık insanların öldükten sonra tekrar yaratılacaklarını, Allah’ın mahkemesine çıkarılacak­larını ve orada amellerinin muhasebesi yapıldıktan sonra cezalandırılacak­larını ve ödüllendirileceklerini söylüyordu. İşte bu ayetlerde bu hususa te­mas edilmiştir ve denilmiştir ki, bu mevzu kendileri tarafından anlaşılmıyorsa anlaşılmasın. Bu Allah’ın ilim ve kudretinin değil, bu insanların ilimlerinin ve akıllarının kıtlığının bir delilidir. Bu kâfirlere göre, dünya­nın doğuşundan başlayarak kıyamet gününe kadar ölmüş olan insanların kemikleri toprak olduktan sonra dirilmeleri mümkün olmayacaktır. Hal­buki, Cenab-ı Allah herkesi ve her şeyi gözlüyor ve çok iyi biliyor. Allah her şeye kadirdir. O istediği zaman ölüler diriltilecek ve amellerinin mu­hasebesi yapılacaktır. Bunların amellerinin dosyaları derli toplu bir şekil­de hazırlanmıştır ve ilâhi mahkemede tek tek okunacaktır. Bu defterlere bakılarak herkes dünyada olduğu şekli ile ve vücut yapısıyla diriltilecek­tir, ne bir eksik ne bir fazla.

    “Biz, ilk yaratılışta acizlik mi gösterdik? doğrusu, onlar yeni yaratış­tan şüphededirler.” (Kaf; 15)

    Burada, birkaç sade ve basit kelime ile ahireti inkâr edenlere gayet makul cevaplar verilmiştir; ki bunu akıl ve zekâ sahibi her insan rahatlıkla kabul edebilir. Eğer bir kişi Allahsız değilse, yani Allah’ı inkâr etmiyor ve bu düzenli ve mükemmel işleyen evrenin sadece tabiatın bir tesadüfü ol­duğunu sanmıyorsa, Yüce Allah’ın hem bizi hem bütün evreni yarattığına iman edebilir. Cenabı Allah bir kerre bizi, yeri, göğü ve bütün kâinatı ya­ratmıştır. Bunları yaratırken herhangi bir acze düşmemiş ve hiçbir zorluk çekmemişse, her şey mahvolduktan ve yok olduktan sonra, bunları tekrar yaratamaz mı? Eğer Allah (hâşâ) aciz ve çaresiz olsaydı zaten ilk yaratılış işini gerçekleştiremezdi. Eğer daha önce aciz değilse, onun daha sonra aciz olduğuna inanmanın herhangi bir makul ve geçerli temeli ve dayana­ğı olabilir mi?

    26.1.5. Ahiret’in Gerekli Olduğuna Dair Deliller

    Kur’an-ı Kerim’de ahiretin mümkün olduğuna dair inkâr edilmez de­liller verilmekle yetinilmemiş, bunun gerçekleşmesinin tabiatın kanunu ve gereği olduğu da ispatlanmıştır. Akıl, adalet ve ahlâk, her şey, ahiretin gerçekleşmesini ve Mahşer’de daha önce insanların dünyada yaptıklarının veya yapamadıklarının hesabını tek tek vermelerini ve bunlara göre ceza veya mükafat almalarını gerekli kılmaktadır. Ahiretle veya Allah katında böyle bir mahkeme, duruşma ve muhasebe olmaz, İnsanlar kötü amelleri­nin cezasını çekmez ve iyi amelleri için ödüllendirilmezse demek ki bu dünya ilâhi adaletten yoksundur ve İnsanlar, akıl ve şuurla, hayır ve şer arasındaki farkı gözetme kabiliyetiyle ve sayısız eşya ile insanlara karşı Selahiyet ve kudretle donatılarak buraya boşuna gönderilmişlerdir. Gerçek şu ki, dünyamızda tam anlamıyla ne muhasebe, ne adalet, ne de suç-ceza’nın değerlendirilmesi ve gerçekleşmesi için imkânlar vardır. Yargı ve adaletin bütün kurallarının yerine getirilmesi için başka bir dünyaya ihti­yaç vardır. O dünyada doğuştan kıyamete kadar bütün İnsanlar toplanarak bütün gizli, açık amellerinin, niyet ve düşüncelerinin yaptıkları iyi ve kötü işlerin hesabını vermelidirler? O dünyada hayatlar kısıtlı ve sınırlı olma­malıdır ve herhangi bir engel bulunmamalıdır. Herkes kendi kötülükleri­nin cezasını çekmeli ve iyiliklerinin mükâfatından istifade etmelidir. Kı­sacası, o dünyada ve hayatta hak yerini bulmalı ve her şey kalıcı ve de­vamlı olmalıdır.

    Kâfirler için hile ve bahaneye başvuracak ve kaçacak yollar bırakma­mak için Kur’an-ı Kerim bu konuya enine boyuna değinmiştir:

    “İnsan, başı boş bırakıldığını mı zanneder?” (Kıyâme; 36)

    Burada denilmek isteniyor ki insan kendini başı boş bir hayvan mı sanıyor? Allah insanı hiçbir sorumluluk duygusu olmaksızın mı yaratmış­tır? İnsanın bir vazifesi veya sorumluluğu yok mudur? Ona bazı şeyler ya­saklanmamış mıdır? Yaptığı kötülüklerin ve günahların cezasını çekme­yecek midir? Aynı şeye değinilerek Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Allah’ın kıyamette kâfirlere şöyle sesleneceği kaydedilmiştir:

    “Sizi âncak boşuna yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minun; 115)

    Bu her iki ayette, ölümden sonraki hayatın gereğinin delili bir soru şeklinde sunulmuştur. Soru şöyledir: Siz kendinizi hayvan mı sanıyorsu­nuz? Siz kendiniz ile hayvan arasındaki farkı görmüyor musunuz? Çünkü hayvan çaresizdir ve masumdur. Oysa, siz hem kuvvetli ve kudretlisiniz hem de günah işleyebilecek durumdasınız. Bir hayvan iyi ile kötü arasın­daki farkı bilmez, ama siz bilirsiniz. O halde, siz kendinizi niçin bir hay­van gibi sorumsuz sayıyorsunuz? Bir hayvanı, kendi iç güdüsüne göre ha­reket ettiği ve aklını kullanacak durumda olmadığı için tekrar canlanıp es­ki haline döndürülmeyeceği akla yatkındır. Bir hayvan kendi aklını kulla­narak bir felsefe geliştirmez, birdin icat etmez, ne kendisini mabud ilân eder ne de başkalarına mabud diye tapar, nesilden nesile intikal edecek gelenek ve görenek yaratmaz. Onun için, bir hayvanın ölüp toprak olması ve bir daha diriltilmemesinin hikmeti anlaşılabilir. Fakat İnsanlar kendile­rini iyi veya kötü amellerinin vebalinden nasıl kurtarabilirler? Sizce, bir kişi masum bir kişiyi öldürüp idama mahkûm olunmamış ya da mahkûm olunmadan bir kazaya uğrayarak öbür dünyayı boylamışsa cezadan kurtu­lacak mıdır? Yaptığı haksızlığın cezasını çekmeyecek midir? Ettiği zul­mün bedelini bulmayacak mıdır? Bir insan dünyada büyük fitne ve fesa­dın çıkmasına sebep olmuş ve ölümünden sonra da Allah’ın kulları onun yüzünden yıllarca, hatta yüzyıllarca birbirini kırmışsa, böyle bir insana da bir çekirge veya böceğe yapılması gereken muamele mi yapılsın? Yüz binlerce insanların kanı onun boynundan değil midir? Buna karşılık, bir insan hayat boyunca hak ettiğini alamamış, çektiği eziyetler bitmemiş ve hiçbir zaman hakkı olan huzur, sükûn ve mevkiye erememişse ona da haşarata yapılan muamele mi yapılsın?

    “Kıyamet gününe and ederim. Kendisini kınayan nefse yemin ede­rim.” (Kıyame; 1-2)

    Yani, kıyamet kopmayacağı yolundaki düşünceniz yanlış ve abestir. Yemin ederim ki, kıyamet olacaktır. Aslında yukarıdaki ayette Allah’ın kıyamet gününe ve kendisini kınayan nefse yemin ettiği belirtilmiş, ama ne için yemin ettiği açıklanmamıştır. Fakat bahse konu olan meseleden Allah’ın ne için yemin ettiği aşikârdır. Allah and içiyor ve diyor ki, Ben kıyamete ve kendisini kınayan nefse yemin ediyorum. Bundan sonra ge­len ayet zaten Allah’ın ne için yemin ettiğini gösteriyor. Burada deniliyor ki Allah insanları öldükten sonra tekrar diriltecektir. Kendisi bu işi yap­maya tamamıyla kadirdir. Şimdi Allah’ın kıyamete ve kendisini kınayan nefse ne münasebetle yemin ettiğini araştıralım.

    Cenab-ı Allah, kıyamet gününe yemin etmiştir, çünkü bu günün gel­mesi mukadderdir. Bütün kâinat nizamı, bizzat kendi yapısı ve işleyişi iti­barıyla, kendisinin ezeli ve ebedi olmadığını kanıtlıyor. Aynı zamanda kâinat, kendisinin ezelden varolmadığını da ortaya koyuyor. Eski çağlarda da insan aklı, her an her zaman değişmekte olan dünyanın ezelden ebede kadar aynı kalacağını kabul edemiyordu. Fakat insan ilmi arttıkça bu fikir gittikçe kesinleşiyor. İnsan artık anlıyor ki, bu dünyanın ve kâinatın mut­laka bir başlangıcı ve sonu vardır. Kâinat ve içindekiler her zaman böyle olmamış ve bundan sonra da olmayacaklardır. Bir gün mutlaka mukadder oldukları sona varacaklardır. Bu sebepten dolayıdır ki, Cenab-ı Allah, kı­yametin meydana geleceğine dair bizzat kıyâmete yemin etmiştir. Bu, tıp­kı kendi varlığından şüphe eden şüpheli ve kuşkulu bir insana yapılan ye­min gibidir. Yani, siz böyle bir insanı karşınıza alıp diyorsunuz ki, “senin canına yemin ederim, sen varsın.” Başka bir deyimle, “senin varlığın za­ten senin varolmanın delilidir.”

    Kıyametten sonra insanların tekrar canlandırılacaklarını, mahkemede yargılanacaklarını ve dünyadaki amellerine göre cezalandırılacaklarını ve­ya mükâfatlandırılacaklarını belirtmek ve vurgulamak için yemin edilmiş­tir. Yani, dünyada vicdan sahibi olmayan bir insan yoktur. İnsan kendi vicdanına göre iyiliği kötülükten ayırdedebilir. İnsan her ne kadar kötü olursa olsun, herhangi bir kötülük yaptığı zaman vicdanı onu uyarmaya çalışıyor. İnsanların kötülük ve iyiliklerinin seviyeleri değişik olabilir, ama bir yerde kötülük mutlaka kötülük ve iyilik mutlaka iyiliktir. İnsan vicdanı da bu ölçülere göre hareket eder, ama mutlaka hareket eder. Vic­dan ölmez veya tamamıyla yok edilemez. Bu demektir ki, insan tamamıyla bir hayvan değildir. İnsan bir ahlâki varlıktır. İnsanın içinde tabiat itiba­riyle kötülük ve iyiliklerle ilgili hisler vardır. İnsan kendi iyi ve kötü amelleri için kendini sorumlu tutar. Bir insan başka bir insana kötülük ya­pıp belki de kendi vicdanını rahatlatmaya ve kendi kötülüğünü örtbas et­meye çalışabilir. Ama kötülüğe uğramış, hakkı yenmiş ve mağdur olmuş bulunan diğer insan, o insanın lâyık olduğu cezayı çekmesini isteyebilir, kendi hakkından vazgeçmeyebilir.

    Şimdi, bir insanın vücudunda böyle bir “kendisini kınayan nefis” ve­ya başka bir deyimle, “vicdan”ın varoluşu inkâr edilmez bir hakikatse, bu­nun aynı zamanda ölümden sonraki hayatın en belirgin delili olduğu da kabul edilmelidir. Böyle bir şeyin insan tabiatında var olması, tabiatın başka bir icabının yerine getirilmesini de şart koşuyor. Tabiat, bir insanın kendi iyi veya kötü amelinin karşılığını bulmasını gerektirir ve bu genel kural da ancak ölümden sonraki hayatta gerçekleşebilir; çünkü bu dünya­da bunun tamamıyla gerçekleşmesine imkân yoktur. Akıl ve mantık sahibi bir insan kabul eder ki; ölümden sonra insanların toprak olması halinde pek çok iyi, dürüst ve salih kişi dünyada yaptıkları iyiliklerin bedelini bu­lamayacaktır. Buna karşılık dünyada pek çok kötülük yapmış olanlar ise, öldükten sonra kurtulmuş sayılacaklardır. O halde, bu kâinatta ve varlıklar aleminde hiçbir hikmet ve ahlâk anlayışı bulunmadığı gibi saçma bir dü­şüncede olanlardan başka, kimse öldükten sonra hayatın olacağına şüphe edemez.

    Aslında, Hindularda yaygın olan “Avagon” (her canlının öldükten sonra ameline göre başka bir kılığa sokulup dünyaya gönderilmesi) felse­fesi de tabiatın suç-ceza kavramına cevap vermekten çok uzaktır. Çünkü, bir insan kendi iyi veya kötü amelleri sebebiyle bu dünyada tekrar tekrar yaratılmaya ve kılıktan kılığa sokulmaya devam ederse, her yaratılışında bazı yeni günahlar veya iyilikler yapacaktır ve bu şekilde iyi ve kötü amellerinin sonu gelmeyecektir. Başka bir deyimle, suç-ceza kavramı tamamıyla ortadan kalkmış olacaktır. Bazen bir yaratığın cezalarının listesi uzayıp gidecek, bazen da bir insanın ödüllerinin listesi kabaracaktır. Ama bunların gerçekleşmesine fırsat bulunmayacaktır. O halde, tabiatın ihtiya­cı, ancak bir kişinin iki hayatı olması halinde tamamlanmış olacaktır. Ya­ni, birincisi bu dünyadaki hayat, ikincisi, ise bütün insan ırkının ortadan kalkmasından sonra kurulacak ebedi hayat; ki bunda insan hak ettiği ceza­yı veya ödülünü alabilecektir:

    “Biz, göğü, yeri ve aralarındaki şeyleri kâfirlerin zannettikleri gibi abes ve bâtıl (boş yere) yaratmadık. Kâfirlere cehennem azabından şiddetli helâk vardır. İman edip sâlih amel işleyenleri yeryüzünde fesad çı­karanlar gibi mi tutacağız? Veya Allah’tan sakınanları, doğru yoldan sa­panlar gibi mi sayacağız?” (Sâd; 27-28)

    Burada Yüce Allah demek istiyor ki, Biz bu dünyayı ve kâinatı lâf ol­sun diye yaratmadık. Biz bir oyun oynamadık ve bu kâinat da bir oyuncak değildir. Kâinat, gayesi, amacı, hedefi veya hikmeti olmayan bir nesne de­ğildir. Kâinat adalet ve insaftan yoksun bir yer değildir. Burada yapılan bir işin herhangi bir anlamı olmadığı doğru değildir. İnsan buraya vahşi ve yabani bir hayvan gibi başı boş bırakılmamıştır. Dünya karanlık işlerin çevrildiği ve kimsenin kimseden hesap soramadığı bir yer değildir. Bura­da herkes istediği gibi hareket edemez. Suç-ceza felsefesine inanmayan, ister iyi, ister kötü, her şeyin bir gün toprak olacağına inanan bir kişi as­lında, dünyanın bir oyuncak olduğunu ve bunu yaratanın zevkine düşkün bir oyuncu olduğunu ve Allah’ın bu kâinatı yaratıp bunun içinde insanı yaşatmakla boş yere uğraştığını zannediyor. Fakat bir insan biraz kafasını kullanacak olursa iyi ile kötünün bir olacağına imkân verebilir mi? İyi ve salih bir insanın mükâfatlanmaması ve kötü bir insanın kötülüklerinin ce­zasını çekmemesi doğru ve adaletli bir şey olabilir mi? Belli ki, ahiret di­ye bir şey olamazsa, Cenab-ı Allah insanlardan hesap sormaz ve insanla­rın amelleri cezalandırılmaz veya mükâfatlandırılmazsa Allah katında adalet, akıl, mantık ve hikmet gibi kavramların hiçbir anlam taşımadığı ve kâinatın karanlık bir diyar olduğu ortaya çıkar. Bu umde ve tez kabul edi­lirse demek ki, dünyada insanları iyiliğe, güzele teşvik edecek ve kötülük­lerden uzaklaştıracak herhangi bir etken yoktur. Allah’ın kâinatı, gerçek­ten orman kanununun geçerli olduğu bir belde ve alan ise, o zaman bu dünyada iyi ve salih amel işleyen, her türlü cefaya ve eziyete maruz kalan ve Allah’ın kullarının ıslahı için çalışan bir kişi muhakkak ki aptal ve ena­yidir. Buna karşılık, dünyanın bütün nimet ve zevklerini iki eliyle topla­yan, başkalarının haklarını gasp ederek kendi menfaati için çalışan ve hep kendi faydası ve saadetini düşünen kişi herhalde çok akıllı ve tedbirlidir!

    “Kâfirler, öldükten sonra diriltilmeyeceklerini zannettiler. De ki, ‘evet Rabbim hakkı için siz mutlaka dirilteceksiniz. Ve işlediğiniz şeyler size haber verilecektir. Bu da Allah’a kolaydır.” (Teğabûn; 7)

    Ahireti inkâr edenler için, ne geçmişte, ne bugün, ne de gelecekte bu dünyadaki hayattan sonra başka bir hayat olmayacağını ispatlayacak herhangi bir imkân veya kaynak yoktur. Fakat bu enayiler her zaman aynı id­diada bulunmuş ve başka bir dünyanın olmayacağını bağırarak söylemiş­lerdir. Halbuki ahireti inkâr etmek için ne bilimsel, ne de akli, herhangi bir temel ve dayanak yoktur.

    İşte ahireti inkâr edenlerin bu iddiasına cevap olarak Cenab-ı Allah, Hz. Peygamber (a.s.)’e demiştir ki, “Sen Bana yemin ederek de ki, ey İnsanlar siz öldükten sonra mutlaka diriltileceksiniz ve bundan sonra dün­yada yaptıklarınız bir bir ortaya çıkarılıp size ceza veya mükâfat verile­cektir.” Kur’an-ı Kerim’de böylece üçüncü defa Cenab-ı Allah, Hz. Mu­hammed (a.s.)’den Rabbine yemin ederek ahiretin mutlaka gerçekleşece­ğini ilân etmesini istemiştir. Bundan önce Yunus sûresinde şöyle buyurul­muştur:

    “Sonra nefislerine zulmedenlere: ‘Bu ebedi azabı tadın. Siz kendi ka­zandığınızın cezasından başka ceza ile tecziye olunur musunuz?’ dediler. De ki: ‘Evet, Rabbim hakkı için doğrudur. Siz, Allah’ı size azab etmekten aciz bırakacak değilsiniz.” (Ayet; 52-53)

    Daha sonra Sebe’ sûresinde şöyle denilmiştir:

    “Kâfirler, ‘Kıyamet bize gelmez’ derler. (Habibim) de ki: ‘Rabbim hakkı için kıyamet gelecektir. Ve Allah gaybı bilir.” (Ayet; 3)

    Burada aklımıza gelen soru şu: Ahireti inkâr edenlere, Hz. Peygam­ber (a.s.)’in, Allah’a yemin ederek veya etmeyerek bunun gerçekleşebile­ceğini söylemesi neyi değiştirir? Bir şeyi kabul etmeyenler, sadece Hz. Peygamber (a.s.) yemin ediyor diye kabul edebilirler mi? Bunun cevabı şu: Rasûlullah (a.s.)’ın muhatapları, şahsi malûmat ve tecrübeleriyle, ken­disinin hayatı boyunca hiçbir yalan söylemediğini çok iyi biliyorlardı. Onun için ağızlarıyla her ne kadar kötü lâflar söylerlerse söylesinler ve kendisine ne kadar çok iftirada bulunurlarsa bulunsunlar, içten şuna inanı­yorlardı ki, bu şahıs, doğru olduğundan emin olmadığı bir şey için yemin edemeyecektir, ikincisi, Hz. Muhammed (a.s.) yalnızca ahiret akidesini anlatmıyor.bunun için bazı inkâr edilmez deliller de sunuyordu. Burada bir peygamber ile peygamber olmayan bir kişi arasındaki farkı da göz önünde bulundurmalıyız. Bilindiği üzere, peygamber olmayan bir kişi ahi­ret hakkında en kuvvetli deliller verse dahi başkaları ahiretin olmaması yerine ahiretin olacağına birazcık ihtimal verebilirler. Bunun aksine, bir peygamberin sözleri daha inanılır olacaktır. Çünkü bir peygamberin mev­kii ve makamı, peygamber olmayan filozof veya düşünürden çok daha üs­tündür. Peygamber ahiretin olacağını söylüyorsa, demektir ki kendisi bu sözleri sadece tahmin ve kıyasa dayanarak söylemiyor. Bir peygamber böyle diyorsa, demek ki o konuda malumatı vardır. Bir peygamber diğer insanlara nasip olmayan bazı bilgi kaynaklarına sahiptir ve bu bilgilere dayanarak bazı konularda fikrini söyleyebilmektedir. Bir şeyi söylüyorsa emin olduktan sonra söylüyor. Bu sebeple, Cenab-ı Allah, Hz. Peygamber (a.s.)’e ahiretten söz ederken yeminli ifadede bulunmasını emretmiştir. Za­ten bir şeyi yemin olarak ancak bir peygamber söyleyebilir. Bir filozof hiçbir şeyi yemin ederek söyleyemez. Ahirete iman, ancak bir peygambe­rin sözüne güvenildikten sonra yapılabilir. Bir filozofun sözleri, başkaları şöyle dursun kendisi için bile bir akidenin temelini teşkil edemez. Bir filo­zof ve düşünür “olabilir” demekten ileriye gidemez. “Kesinlikle olacak” veya “kesinlikle bu böyledir” demek ancak bir peygamberin harcıdır.

    Daha sonra, “siz öldükten sonra dirilteceksiniz” demekle yetinilme­miş, ayrıca “dünyada yaptıklarınız size anlatılacaktır” da denilmiştir. Ger­çekten de, insanların öldükten sonra diriltilmelerinin asıl gayesi budur. Burada insanların neden diriltileceği açık açık ifade edilmiştir. Yani, İnsanlar dünyada başı boş bırakılmamışlardır. Dünyada yaptıkları ameller Allah’ın mahkemesinde tek tek incelenecek ve değerlendirilecektir. Bun­dan sonra herkes kendi ameline göre ya lanetlenecek ya da takdir ve teş­vik edilecektir.

    Yukarıdaki ayetin sonunda Cenab-ı Allah’ın insanları diriltmesinin çok kolay olduğunu söylemiştir. Bu ahiretin ikinci delilidir. Birinci delil, ahiretin icabıyla ilgiliydi. Bu delil de bunun mümkün olmasıyla ilgilidir. Yanî Allah için, kâinat gibi muazzam bir düzeni yaratıp işletmesi ve in­sanları yaratıp yaşatması zor olmadıktan sonra, bu insanları tekrar yarat­ması, onları kendi huzuruna getirip hesap sorması mı zor olacaktır? Tabii ki hayır.

    “Bunlar (Mekke müşrikleri) diyorlar ki: ‘İlk ölümümüzden başka bir şey yok. Biz tekrar diriltilecek değiliz. Eğer sözünde doğru iseniz evvelki babalarımızı (dirilterek) getirin.” Onlar mı yoksa Tübba’nın kavmi ve on­lardan evvelkiler mi hayırlı? Onları helâk ettik. Çünkü onlar günahkârdı­lar. Biz gökleri, yeri ve aralarındakileri eğlence ve boş yere yaratmadık. Biz onları âncak hak ile yarattık. Fakat onların çoğu bunu bilmezler. Fa­sıl ve hüküm günü onların toplanacağı gündür.” (Duhân; 34-40)

    Kâfirler diyordu ki ilk defa öldüğümüzde zaten toprak olacağız bun­dan sonra ikinci bir ölümün sözü mü olur? Fakat, birinci ölüm, mutlaka bir ikinci ölümün olduğunu kanıtlamaz. Kâfirler bu basit kuralı bilmiyor­lardı. Şimdi meselâ bir ailede bir çocuk doğuyor. Biz bu çocuğa pekalâ, “ailenin ilk çocuğu” diyebiliriz. Bu demek değildir ki, bu çocuktan sonra o ailede mutlaka ikinci, üçüncü ve dördüncü çocuklar olacaktır. Bu deyim daha çok ilk çocuktan önce herhangi bir çocuğun doğmadığını vurgula­mak için kullanılır. Kâfirler, “biz bir kişinin öldükten sonra tekrar hayata döndüğünü şimdiye kadar görmedik. Onun için, ölümden sonra ikinci bir hayat veya ikinci bir ölüm olmayacağından eminiz. Eğer siz aksini iddia ediyorsanız, atalarımızı mezarlarından kaldırın, ki size inanalım. Fakat bunu yapamazsanız, iddianızın çürük ve asılsız olacağına karar vereceğiz” diyorlardı. Kâfirlere göre, ölümden sonraki hayat kavramının reddi için bu güya çok kuvvetli bir delil idi. Fakat hakikatte çok saçma ve abesti. Ölenlerin dirilip tekrar bu dünyaya geleceklerini kendilerine kim söyle­mişti? Hz. Muhammed (a.s.) ya da başka herhangi bir müslüman, “biz ölüleri diriltiriz” diye ne zaman iddiada bulunmuşlardı?

    Kâfirlerin itirazına cevap olarak denilmiştir ki, bunlar ne zamandan beri kendilerini “Tübba”[2] ve onlardan önceki milletlerden daha iyi san­maya başlamışlardır? Tübba ve benzerleri işledikleri ağır günah ve suç­lardan dolayı helâk edilmişlerdi. Aynı günah ve suçlar Mekkeli kâfirlerin de helâk olmalarına sebep olabilir. Burada da denilmek isteniyor ki, ahireti inkâr etmek bu felâketi davet eden bir günah ve suçtur. Ahirete inanmayan bir milletin ahlâkı sıfırdır demektir. Bu dünyadaki hayattan sonra başka bir hayat olmayacağına, herhangi bir muhakeme, muhasebe ve cezalandırma olmayacağına inanan milletlerin felâkete sürüklendiğine tarih şahittir. Suç ve ceza şuurunu kaybeden bir millet eninde sonunda helâk olmuştur. Allahu Teâlâ demek istiyordu ki Mekkeli kâfirler, Tübba ve onlardan önceki Sabahlar ile Firavun ve yandaşlarının eriştikleri maddi refah ve saadete bile ulaşamamışlardır. Ama bunların takip ettiği kötü yol kendilerini felâketten kurtarmayacaktır.

    Kâfirlerin ikinci itirazına cevap olarak denilmiştir ki, ölümden sonra hayatı, ahireti, suç ve cezayı inkâr edenler aslında bu kâinatı bir oyuncak ve bunun yaratıcısını da hâşâ aptal bir çocuk sanıyorlar. Ahireti inkâr edenler bu sebeple, insanların bu dünyada her türlü suç ve günahı işledik­ten sonra herhangi bir ceza görmeden ölüp yok olacaklarını zannediyorlar. Halbuki, bu kâinat bir çocuk oyuncağı değildir ve akıllı bir Yaratı­cı’nın eseridir. Akıllı bir varlığın boş ve abes bir iş yapacağı düşünülemez. Akıllı birinin her işi ve eseri anlamlı ve faydalı olmalıdır. Ahiretin inkarıyla ilgili olarak Kur’an-ı Kerim bu delili çeşitli yerlerde vermeye ça­lışmıştır.

    Kâfirlerin, “babalarımızı (dirilterek) getirin” şeklindeki meydan oku­malarına cevap olarak da, hayat ile ölümün bir çocuk oyuncağı olmadığı belirtilmiştir. Ölümden sora hayat kavramı bir oyuncak ve eğlence değil­dir ki, kim ne zaman bunu inkâr ederse hemen mezarlardan ölüler çıkarı­lıp hayata döndürülsünler. Ölülerin diriltilmeleri için belli bir süre tanın­mıştır. Alemlerin Rabbi belirlenen zamanda kendi mahkemesini kuracak ve geçmişteki bütün ölüleri diriltip onları yargılayacaktır. Kâfirler bu programı ve takvimi beğenmiyorlarsa beğenmesinler, bunda bir değişiklik yapılmayacaktır. Ve sadece ahirete inanmak için ölülerin diriltilmesini görmek istiyorlar diye istekleri yerine getirilmeyecektir. Ahirete inanmak akıl, mantık ve iradelerine bağlıdır. Buna inanıyorlarsa kendi çıkarlarına uygun olacaktır ve kendi akıbetlerini düzeltmiş olacaklardır. Böylece Mahşer’deki mahkemede de başarılı olacaklardır. Ahirete inanmıyorlarsa, bu kendilerinin bileceği iştir. Zararı olacaksa kendilerine olacaktır. Bunun kötü neticelerini de ahirette göreceklerdir.

    “Kötülük işleyip duranlar, kendilerini iman eden ve salih ameller iş­leyenler gibi mi yapacağımızı, Onların dirim ve ölümlerinin müsavi ola­cağını mı zannederler? Ne fena hüküm veriyorlar. Allah, gökleri ve yeri adaletle yarattı ki, herkese kendi kazandığı ile mükâfat ve ceza versin. Onlara asla zulmedilmez.” (Casiye; 21-22)

    Bu, ahiretin mutlaka olacağına dair verilen ahlâkî bir delildir. Ahlâ­kın temel bir kuralı vardır: Hayır ile şer veya iyi ile kötü hiçbir zaman bir olamazlar. İyilik yapanlar iyi mükâfat, kötülük yapanlara da kötü cezalar verilmesi gerekmektedir. Çünkü bu fark olmazsa ahlâk diye bir şey kal­maz. İyilik yapan bir kişinin cezalandırıldığını ve kötülük yapan bir kişi­nin ödüllendirildiğini düşünün. Böyle bir durumda kimsede iyilik yapma hevesi ve kötülüklerden sakınma hissi kalır mı? Allah’ın yarattığı kâinatta ve dünyada böyle bir şey serbest bırakılırsa, adalet, suç, ceza, hikmet, akıl, mantık ve faziletten söz edilebilir mi? Dünyada günah işleyen ve kö­tülük yapanlar tabii ki herhangi bir yargı ve cezanın olmamasını isterler. Çünkü ceza korkusu onların keyfini kaçırır. Fakat Cenab-ı Allah’ın hikmeti ve adaleti böyle bir şeye imkân bırakmaz. İyinin de kötünün de aynı muameleyi görmesine Allah’ın kuvveti, kudreti ve hikmeti razı olmaz. İyi, dürüst, salih ve fedakâr bir mü’minin, bu dünyada kendisinde haklan olan­ların hakkını ödediğini, başkalarının haklarını gasbetmediğini, dünyanın birçok nimet ve lezzetinden mahrum kaldığını ve sadece ahiret için ser­maye topladığını gören Yüce Allah, onun takdirsiz ve mükâfatsız kalma­sını istemez. Aynı şekilde, ne Allah’ın ne de kullarının haklarını veren, ak­sine onlara haksızlık ve zulüm eden, hep kendi şahsi menfaati ve faydası için çalışan, iki eliyle dünya nimetlerini toplayan, helal ve haram gözet­meksizin her türlü kirli işler çeviren, ahlâksızlık yapan, zevk ve sefası için her türlü günah işleyen birinin bütün bu “marifetleri” gözardı mı edilecek­tir? Cenab-ı Allah buna izin verirse bundan daha büyük bir adaletsizlik ve insafsızlık olabilir mi?

    Bundan sonra da denilmiştir ki Cenab-ı Allah göğü, yeri ve bütün kâinatı sırf eğlence olsun diye yaratmamıştır, aksine bunların ardında bü­yük bir gaye ve anlam vardır. Dünyada bazı kimseler büyük haksızlığa uğramış olabilirler, buna karşı bazı kimseler hak etmedikleri nimete, şan-şöhret ve zenginliğe kavuşmuş olabilirler. Fakat bu dünyadaki hayat bir ölçü veya kıstas değildir.Bununla her şey bitmiyor. Asıl adalet ve insaf ahirette gerçekleşecektir ve orada her şey yerli yerine oturacaktır. Kimse kimsenin hakkını yemeyecek, iyiler mağdur olmayacak ve kötüler haksız imkânlar elde edemeyeceklerdir.

    Casiye sûresinde 21.den 23. ayetlere kadar aslında ahireti kendi ne­fislerinin esiri olanların inkâr ettikleri ifade edilmiştir. Ahiret fikri, bu zevk ve sefalarına düşkün olan kötü niyetli, kötü ameli ahlâksız kişilerin korkulu rüyasıdır.Ahiret fikri bunların uykularını ve keyiflerini kaçırıyor. Bunlar biliyorlar ki ahiret fikri kendilerinin özgürlüğüne engel teşkil edi­yor. Onun için, bunlar kasten ahireti inkâr ediyorlar. Ahiret gibi bir emni­yet sübabı ortadan kalkınca bunlar tamamıyla kaygısız ve umursamaz bir tutum takmıyorlar. Bunlar bundan sonra hiçbir sınır ve engel tanımıyorlar ve kötülüklerin, ahlâksızlığın batağına battıkça batıyorlar. Hiçbir kötülük yapmaktan ve günah işlemekten çekinmiyorlar. Kimsenin hakkını yemek­ten sakınmıyorlar. Ellerine fırsat geçtiği takdirde hiçbir baskı ve zulüm­den çekinmiyorlar. Hak, hukuk ve adalet diye bir şey tanımıyorlar. Olay­lardan ve gelişmelerden hiçbir ders, hiçbir ibret almıyorlar. Hiçbir nasihat tavsiye ve ikaz onları durduramıyor. İnatlaştıkça inatlaşıyorlar. Akıl ve fi­kirleri her zaman şahsi, maddi ve süfli arzu ve ihtiraslarının tatmini yö­nünde çalışır. Bütün bunlar gösteriyor ki, ahiret akidesinin inkârı insan ahlâkı için bir zehirdir ve son derece tehlikelidir. İnsanı insanlık çerçeve­sine oturtan ve bu çerçeve içinde kalmasını sağlayan şey ileriye dönük dü­şünce ve hedefidir. Eğer bir insan, bir gün Allah’ın huzuruna çıkarak yap­tıklarının hesabını vereceğini düşünüyor ve bu yargılanma ve hesaplama­dan yüzünün akıyla çıkmasını hedefliyorsa elbette ki kendi ahlâkına ve hareketlerine çekidüzen verecektir. Fakat böyle bir fikir ve gaye yoksa en bilgili kültürlü ve medeni İnsanlar bile bir hayvandan beter olabilir.

    “Biz müslümanları, mücrimler gibi yapar mıyız? Size ne oluyor? Na­sıl böyle hükmediyorsunuz? Yoksa, sizin içinde bunu okuduğunuz bir ki­tabınız mı var? Onda sizin için her istediğiniz şeyin olacağı mı yazılıdır? Yoksa sizin, kıyamete kadar sürecek bizden bir ahdiniz mi var ki, hükmet­tiğiniz size olacaktır? (Habibim) onlara sor: Buna hangisi kefil olacak? Yoksa, onların ortakları da mı var? Eğer sözlerinde doğru iseler ortakla­rını da getirsinler.” (Kalem; 35-41)

    Mekkeli kabile reisleri müslümanlara diyorlardı ki, bizim sahip oldu­ğumuz bolca nimetler, bizim Allah katında sevildiğimizin ve beğenildiğimizin bir belirtisidir. Buna karşılık siz (müslümanlar) fakir ve çaresizsi­niz. Bu da demektir ki, siz Allah’ın gazabına uğramış kişilersiniz. Onun için, eğer sizin iddia ettiğiniz gibi ahiret falan olur ve başka bir dünya ku­rulursa bile biz orada yine rahat olacağız ve siz zor durumda olacaksınız. Kâfirlerin işte bu hezeyanlarına cevap olarak denilmiştir ki; Allahu Teâlâ’nın, kendisine tabi olanlar ile kendisine karşı suç işleyenler arasında ayırım yapmaması akıl ve mantığa aykırı bir şeydir. Siz dünyayı ve kâinatı Yaratan’ı (hâşâ) gözü kör olan bir hükümdar mı sanıyorsunuz ki, kendisinden yana olanlar ile kendisine düşman olanlar arasında fark gözetemesin? Siz sadece maddiyata bakıyorsunuz ve diyorsunuz ki; müslü­manlar sefil ve perişan, siz zengin ve mutlusunuz. Ama huzur ve saadetin ölçüsü bu değildir. Siz bir kerre kendi ahlâk ve amellerinize bakın ve bun­ları müslümanlarınkiyle karşılaştırın. Halbuki siz mücrim ve günahkârlar­sınız. Ahirette durum sizin sandığınız gibi olmayacaktır. Ahirette müslü­manların suçlu duruma düşeceğini sizin de mükâfatlandırılacağınızı kim söyledi? Sizde bunların kayıtlı olduğu bir kitap mı vardır? Yoksa Allah ile önceden pazarlık yapıp anlaşmaya mı varmışsınızdır? Yok, ilâh ve ilahelerinizden biri böyle söylüyorsa onu çağırın ve Allah ile böyle bir an­laşmaya varıp varmadığını sorun. Gerçek şu ki, siz kendi kendinizi aldatı­yorsunuz. Kendi kötülükleriniz, pislikleriniz ve çirkinlikleriniz için bir gerekçe arıyor ve olmadık şeyler iddia ediyorsunuz. Sizin söyledikleriniz hem akla, mantığa aykırıdır hem de herhangi bir kitapta yazılı değildir. Sizden kimse Allah ile bir anlaşmaya varmadığını da iddia edemez. Ne siz ne de ilâh ve ilaheleriniz.

    “Diri diri gömülen kızlara sorulduğunda, hangi suçtan dolayı öldü­rüldüğü…” (Tekvir; 8-9)

    Bu ayette doğrudan zikredilmeden iki önemli konuya değinilmiştir. Birincisi, Arapların ahlâkı öylesine bozulmuştu ki, kendi evlâtlarını bile hiç acımadan toprağa gömüyorlardı. Hz. Muhammed (a.s.) bu çirkin ve acımasız âdeti ortadan kaldırmaya çalışırken de Araplar hiç hicap duymu­yor ve yaptıkları kötülüklerde ısrar ediyorlardı. Kendi cahilane ananeleri­ni sürdürmeye kararlı görünüyorlardı ve Hz. Muhammed (a.s.)’in Arap toplumunda yapmak istediği reformu kabul etmeye hazır değillerdi. Bu, onların ahirette bir hesaplaşmanın olmayacağını düşünmelerinin ve bu yüzden hiçbir şeye aldırış etmemelerinin bir belirtisiydi. Bu ayette değini­len ikinci nokta ahiretin ehemmiyeti ve zaruretidir. Burada aslında ahire­tin önemli bir delili gözümüzün önüne serilmiştir. Deniliyor ki, diri diri gömülen masum kızların ahi boşa gitmeyecektir. Onları dinleyen mutlaka biri olacaktır. Bu masum kızlara bu zulmü reva görenleri cezalandıracak mutlaka biri olacaktır. Diri diri gömülen kızların feryadını dünyada dinle­yen kimse yoktu. Cahiliyye toplumu bu gibi şeyleri revâ görüyordu ve kimse bu vahşiyane ve caniyane fiile dur diyemiyordu. Hatta buna karşı çıkan Hazreti Peygamber (a.s.)’e hakaret ediliyordu. Ne bu zavallı kızların anne babaları utanç duyuyordu ne de başka kimse onları kınıyordu. Bu adaletsizlik, zulüm, bu cinayet böyle devam edecek miydi? Tabii ki hayır. Bu ayette deniliyor ki, ahirete inanmayanlar gözlerini dört açsınlar. Bu gibi zulüm ve adaletsizlikler cezasız kalmayacaktır. Kıyamet olacaktır ve Allah’ın bir emriyle diğer ölülerle birlikte diri diri gömülen masum kızlar da mezarlarından kaldırılacak ve kendilerine sorulacaktır “ey masum kız­lar, sizin suçunuz ne idi ki, sizleri böyle diri diri gömdüler?” Yani burada dolaylı olarak bu kızları gömenlere çatılıyor ve deniliyor ki “ey vicdansız­lar sanmayın ki bu masum kızları suçsuz öldürdükten sonra kurtulacaksı­nız. Hayır ahirette bu yaptıklarının hesabını bir bir vereceksiniz. Orada kimse sizi kurtaramayacakır.”

    26.1.6. Ahiret’i İnkâr Etmenin Ahlâki Sonuçları

    Kur’ân-ı Kerim’de ahiretin imkânı ve gereği hakkında kuvvetli ve inandırıcı deliller verildikten sonra ahiret ile ilgili akidenin insan ahlâkı­nın temelini oluşturduğunu ifade edilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de denilmiştir ki ancak ahiret akidesi insanın kişiliğini karakterini ve ahlâkını sağlam temellere oturtabilir. Ahiret fikri ve mefhumu olmazsa, insanı baskı ve zu­lümden, fısk-ü fücurdan, fuhuş ve hayasızlıktan, hıyanet ve ihanetten, sahtekârlık ve iki yüzlülükten kurtaracak bir şey olmaz. Bu sebepten dola­yıdır ki, ahireti inkâr edenler ağızlan ile ne söylerlerse söylesinler, kendi hareket ve davranışlarıyla, ahlâk sınırlarının bulunmadığı bir özgürlük is­tiyorlar. Münkirler, kendi zevk ve sefalarını bozmamak için ahirete inan­mak istemiyorlar. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Cahiliyye döneminde Arap toplumunda yaygın olan ahlâki çöküntüye temas edilerek şu soru sorul­muştur: Eğer bu İnsanlar, öldükten sonra bir gün Allah’ın huzuruna çıka­caklarına ve orada yaptıklarının hesabını vereceklerine inansalardı, bu ahlâki çöküntü ve bu başı boşluk bunların toplumuna girer miydi?

    “İnsan, onun dağılmış olan kemiklerini toplayıp bir araya getirmeye­ceğimizi mi zanneder? Evet biz, onun parmak uçlarını toplamaya da ka­diriz. Fakat insan önünde olanı yalanlamak murad eder.” (Kıyâme; 3-5)

    İlk iki ayette ahireti inkâr edenlerin şu itirazlarına cevap verilmiştir. Aradan yüzlerce, binlerce sene geçtikten ve ölenlerin etleri ve kemikleri toz toprak olduktan sonra dirilme işlemi nasıl gerçekleşecektir? Ölen in­sanların çoğunun kemiklerinden hiçbir eser bile kalmamışken bunlar nasıl toparlanacak ve yeniden canlandırılacaklardır? İnsanların bazısı yanıp kül olmuştur, bazıları hayvanlar tarafından parçalanmıştır, bazıları denizde boğulup balıklara yem olmuştur. Bunların vücut azaları nasıl bir araya ge­tirilip eski hallerine dönüştürüleceklerdir? Arada milyonlarca yıllık zaman farkı olabilir. Yer ve şartlar da değişik olabilir. Bütün bu itirazlara Cenab-ı Allah gayet makul bir cevap vermiş ve münkirlere şöyle bir soru yönelt­miştir: “İnsan, onun dağılmış olan kemiklerini toplayıp bir araya getirme­yeceğimizi mi zanneder?” Burada denilmek isteniyor ki şayet insanların et ve kemik parçalarının kendi kendine bir araya gelip tekrar İnsanlar haline dönüşecekleri söylenmiş olsaydı belki muhalifler ve münkirler bundan şüphe etmek ve inanmamakta haklı olacaklardı. Ama burada bu şeylerin kendiliğinden değil, Allah tarafından olacağı belirtilmiştir. Böylece Mek­keli kâfirlere hitap edilerek deniliyor ki, kendinizin de Hâlik ve Mâlik’i olan Cenab-ı Allah bu işi başarmaktan aciz midir? Gerek o devirde gerek­se bugün Allah’ı Halik olarak kabul eden birinin bu soruya menfi cevap vermesi düşünülemez. Her şeyin ve herkesin Rabbi olan Allah’ın, insanla­rın et ve kemiklerini toplayarak diriltmeye karar verdiği takdirde bunu pe­kalâ yapabileceği bilinmelidir.

    Daha sonraki ayette denilmiştir ki, insanların dağılmış olan kemikle­rinin toplanması ve tekrar İnsanlar haline sokulması gibi bir vak’a şöyle dursun, Cenab-ı Allah insanların parmak uçlarım bile toplamaya ve eski hallerine dönüştürmeye kadirdir.

    Son ayette ise ahireti inkâr edenlerin kalblerine inilmiş ve asıl hasta­lıklarının ne olduğu ortaya konmuştur. Burada deniliyor ki, bu adamlar, kıyametin ve ahiretin mümkün olamayacağı düşüncesiyle ahiret akidesi­ne karşı çıkmıyorlar. Bunların asıl inkâr ettikleri ve kabul etmeye hazır ol­madıkları şey bazı ahlâkî sınırlamalardır. Ahiret fikrini kabul eder etmez bu sınırlamalarla karşı karşıya kalacaklarını düşünüyor ve bu sebeple bun­lardan kaçmak istiyorlar. Bunlar şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da serbest ve mesuliyetsiz bir hayat sürmek sevdasındadırlar. Bütün ah­lâksızlık ve hayasızlıklarını, fuhuş ve adaletsizliklerini, baskı ve zulümle­rini aynen sürdürmek istiyorlar.

    Aynı hususlar bu ayetlerde de ifade edilmiştir:

    “Halbuki, kıyameti ancak her muanit günahkâr tekzib eder.” (Mutaffifin; 12)

    “Muhakkak Allah’ın yolundan sapanlara hesap gününü unuttukları için kendilerine şiddetli azab vardır.” (Sâd; 26)

    “Hayır, doğrusu siz dünyayı seversiniz. Ahireti bırakırsınız.” (Kıyâme; 20-21)

    Son ayetlerde münkirlerin ahireti inkâr etmelerinin ikinci sebebi dile getirilmiştir. İlk sebep yukarıdaki ayetlerde belirtilmişti: Yani kendileri ahlâksızlıklarına açık kart verilsin diye ahireti inkâr ediyorlar. Şimdi de deniliyor ki, bu adamlar maddeci olduğu için ahireti inkâr ediyorlar. Bu adamlar dar görüşlü ve çıkarcı oldukları için her şeyi kısa yoldan elde et­mek istiyorlar. Bu dünyanın yok olmasını, kıyametin kopmasını ve ahiret­te yargılanma ve suç-ceza mekanizmasının işlemesini çok uzak bir ihtimal olarak görüyor ve uzak bir gelecekte olacak bir şeyin kendilerine herhangi bir faydasının dokunmayacağına inandıkları için ahiret fikrine boş veriyorlar. Onlar maddeyi ve bu dünyayı seviyorlar. Onlar gözle görülür ve elle tutulur bir şeye inanıyorlar. Eğer bir şeyden fayda, haz veya neşe elde edebiliyorlarsa onun varolduğuna inanıyorlar, ama bu belirti ve işaretleri görmüyorlarsa bunlara inanmıyor, güvenmiyorlar. Onlara göre bu dünya­da ne elde edebiliyorlarsa kendileri için yeterdir. Burada rahat, sıkıntı ve üzüntüden uzaklarsa hayatlarının bir şeye yaradığını sanıyorlar. Daha son­ra ne olacağını düşünmek bile istemiyorlar. Aslında bu düşünce biçimi herhangi bir akılcı temele dayanmıyordu ve inandırıcı bir yönü yoktu. Bu sadece bir çıkarcılık, başı boşluk ve kaygısızlıktı ve bütün bunların altında yatan, inatçılık ve dik başlılıktı. Yani ne olursa olsun, bunlar ahireti kabul etmeye hazır değillerdi.

    “Çoklukla iftihar sizi o kadar şaşırttı ki, kabirlere varıncaya kadar ziyaret ettiniz. Bununla iftihar doğru değildir. Bunu ilerde bileceksiniz. Sonra iftiharın doğru olmadığını yakında yine bileceksiniz. Sakının eğer kesin bir bilgi ile bilseydiniz. And olsun, o cehennemi mutlaka göreceksi­niz. Yine and olsun onu muhakkak kesin bir görüşle göreceksiniz. Sonra o gün Allah’ın nimetlerinden mutlaka sorulacaksınız.” (Tekâsür; 1-8)

    Yukarıdaki sürenin başında kullanılan “elhâ-kum” kelimesi “lehv” kökünden çıkmıştır. “Lehv”in asıl anlamı “gaflet’tir. Ama Arapçada keli­me, bir insana her şeyi unutturacak aşırı ilgiden doğan “meşgale” veya “uğraş”a denilir. Bu kökten türetilen “elhâ-kum” kelimesi böylece, bir ki­şiyi her şeyden uzaklaştıracak, her şeyi unutturacak ve hatta, gâfil edecek bir uğraş anlamına gelir. Aynı şekilde “tekâsur” kelimesi de “kesret” (çok­luk) kelimesinden çıkmıştır. Kesret’in aslında üç anlamı vardır. Birincisi, bir kişi mümkün olduğu kadar “çokluk” toplamaya çalışır. İkincisi, İnsanlar çokluğu toplamakta birbirini geçerler. Üçüncüsü, insanların sahip bu­lundukları çokluktan iftihar etmeleri.

    O halde, “elhâ-kum-üt-tekâsür” şu anlama gelmektedir: Çoklukla öy­lesine meşgul oluyorsunuz ki bu aşın ilgi yüzünden belki de daha önemli olan şeylerden gâfil oluyorsunuz, yani onları unutuyorsunuz. Bu ayette “çokluk”tan neyin çokluğunun kastedildiği anlaşılmıyor. Ayrıca daha önemli olan hangi şeylerin unutulduğu da açıklanmamıştır. Sadece bu de­ğil, bu ayetin muhataplarının kim olduğu da iyice anlaşılmıyor. Bu sebep­le, biz bu sözlere genel bir anlam vermeliyiz. Çokluğun anlamı o zaman çok genişlemiş olabiliyor. Bu, her şeyin çokluğu olabilir: Dünya’daki bü­tün nimetler şahsî menfaat ve faydalarla ilgili şeyler lüks eşya, haz ve zevk vasıtaları ve kuvvet ile iktidar araçları ve imkânları. Bunları elde et­mek için birbiriyle yarışmak, birbirini geçmek, başkalarına hava atmak ve gösteri yapmak ve adetâ kendini unutmak. İşte yukarıdaki ayette kastedi­len şeyler bunlardır. Muhataplar da her devirdeki ve her yerdeki fertler veya toplumlar olabilirler. Yukarıdaki ayette gafletin neticesinde nelerin unutulduğu kesin olarak anlatılmadığı için bunu da genel anlamda kulla­nabiliriz. Çokluk hevesi ve ihtirası kendilerine Allah’ı, akıbeti sınır ve so­rumlulukları unutturmuştur. Onlar ancak kendi hayat seviyelerini yükselt­meye koyulmuşlardır ve bu hevesleri yüzünden insanın değer ve kalitesi­nin ne kadar düştüğüne hiç bakmıyorlar. Onlar mümkün olduğu kadar çok servet ve para kazanmak istiyorlar, ama bunların hangi yoldan elde edildi­ğine bakmıyorlar. Onlar, kendi vücutlarının ve nefislerinin zevk ve rahatı için her şeyi unutuyorlar ve bu ahlâki çöküntü ve başıboşluğun neticesinin ne olacağını hiç düşünmüyorlar. Onlar mümkün olduğu kadar kuvvet ve iktidar için siyasi iktidar, mevki ve ikbal ile ordu, silah ve araç gereç isti­yorlar ve bunları elde etmek için herkesi ezip geçmek istiyorlar. Fakat bunların Allah’ın dünyasında baskı, zulüm ve kan dökmeye yol açacağını ve insan ırkını bile yok edeceğini hiç akıllarına getirmiyorlar. Kısacası, “tekâsur” yani çokluk veya bolluğun çeşitli nitelik ve şekilleri vardır. Bunlar gerek şahıs gerekse cemiyetleri aşırı derecede meşgul ediyor. O kadar ki, bu aşırı heves ve ihtiras şeklini almış ve ilgili kişi ve cemiyetler dünyanın rahat, zevk ve lükslerine kendilerini öylesine kaptırmışlardır ki, diğer bütün iyi ve güzel şeyleri unutmuşlardır. Bu heves ve ihtiras onların sonu oluyor, hem de korkunç bir son. Fakat bunu düşünecek ne zamanları var ne de enerjileri.

    İşte İnsanlar, bu yanlış düşünce ve tutumlarından dolayı uyarılmış ve kendilerine çeki düzen vermeleri istenmiştir. Burada deniliyor ki; ey İnsanlar, sanmayın ki bu dünya zevkleri, bu dünya meta’ları ve bu dünya sevgisinin çokluğu sizi bir yere kadar götürecektir. Siz bunları elde etmek için birbirinizle yarış ediyor ve zannediyorsunuz ki büyük kazanç ve başa­rılar elde ediyorsunuz. Ama bu başarı ve kazançlarınız sahte ve boştur. Basan ve kazancın ölçüsü bu değildir. Çok geçmeden siz bunun kötü so­nucunu göreceksiniz. Bütün hayatınız boyunca yanlış yolda ve tutumda olduğunuzu göreceksiniz. Aslında burada kullanılan “çok geçmeden” keli­melerinden “Kıyamet” ve “Ahiret” de kasdedilmiş olabilir. Zira, ezelden ebede kadar bütün zamanları görmekte olan bütün kâinatı hakimiyetinde bulunduran Yüce Allah için dünyadaki birkaç bin veya birkaç milyon yıl çok kısa bir zaman süreci olabilir. Bu kelimelerden “ölüm” de kastedilmiş olabilir. Böyle bir durumda da “ölüm” insana yakın olabilir. Bir insanın yarın ya da hemen ölebileceği ihtimali her zaman vardır. Bu sebeple, bu durumu belirtmek için de “çok geçmeden” deyimi kullanılmış olabilir. Za­ten ölümden hemen sonra da gerçekler bütün çıplaklıklarıyla ortaya çıkar. O kişi o zaman dünyadaki hayatın boş olduğunu ve uğraştığı ve mücadele ettiği bütün şeylerin faydasız olduğunu görecektir.

    Ayrıca, Kur’an-ı Kerim bu hususta Arap toplumundan da bazı örnek­ler vererek, Ahiret düşüncesinden yoksun olmaları halinde ne gibi kötü­lüklere battıklarını dile getirmiştir:

    “Ölçü ve tartıda noksan yapanların vay haline. Ki onlar insanlardan alırken ölçüyü tam yaparlar. Fakat insanlara verirken ölçer veya tartar­larsa eksik yaparlar. Onlar ba’s olunacaklarını bilmezler mi? O büyük kıyamet gününde. İnsanların, âlemlerin Rabbi huzurunda kalkacağı gün­de.” (Mutaffifîn; 1-6)

    Yukarıdaki sûrede geçen “mutaffifin” (ölçü ve tartıda noksan yapan­lar) kelimesi, Arapçada “küçük” ve “âdi” anlamına gelen “tatfif” kökünden çıkmıştır. Istılah olarak “tatfif” kelimesi ölçü ve tartıda hile yapma mana­sına gelir. Bunun sebebi de ölçü ve tartı yapanların ölçtüğü ve tarttığı şey­lerden “küçük” parça veya bölümler eksik etmesidir. Miktar az olduğu için alıcı, hileli satıcının bu el numarasını anlayamaz. Satış ve alışverişte­ki bu hile ve sahtekârlık gayet tabii ki Allah korkusu ve ahiret endişesi va­rolduğu takdirde yapılmayacaktı.

    “Hayır öyle değil. Bilâkis siz yetime ikram etmezsiniz. Helâl ve ha­ram demeyip mirası alabildiğine yersiniz. Malı da pek seversiniz.” (Fecr; 17-20)

    Burada Mekkeli ve Arap müşriklere hitap edilerek deniliyor ki, siz bu dünyadaki saadet ve refahı her şey sanıyorsunuz. Burada paranız pulunuz varsa şeref ve itibar kazandığınızı sanıyorsunuz. Paranız pulunuz şan ve şöhretiniz olmayınca da mağdur ve mazlum olduğunuzu düşünüyorsunuz. Halbuki hakikatte böyle değildir. Siz maddeci bir zihniyetle hareket edi­yorsunuz. Asıl değer ölçüsü ahlâk ve maneviyat olmalıdır. Para ve servet hırsı gözünüzü döndürmüştür. Siz yetimlere iyi muamele ettiğinizi iddia ediyorsunuz. Ama bu doğru değildir. Çünkü sizin asıl maksadınız o ye­timlerin mallarını yemektir. Yetimin babası ve velisi hayatta olduğu müd­detçe kendisine çok iyi davrandığınızı ima etmek istiyorsunuz. Ama o yetimin babası veya velisi vefat edince hemen yarasalar gibi mallarını gasbetmek, mülklerine konmak istiyorsunuz. Başkaları şöyle dursun, yetim­lerin en yakın akrabaları, örneğin amca, dayı ve kardeşleri de ondan yüz çeviriyorlar. Ve eğer bir ilgi gösterirlerse de sadece onun mirasına kon­mak için gösteriyorlar. Sizin toplumunuzda zor durumda olanlara yardım gibi bir gelenek ve kavram da yoktur. Aç kalanlara kimse yemek vermez. Kadınlar ve çocuklar çaresizlik içinde kıvranır ama onlara kimse yardım elini uzatmıyor. Ayrıca, ölen bir kişinin varislerinden en güçlüsü bütün mirası ele geçiriyor. Başkalarının hakkını yemekte hiçbir tereddüt göster­mezsiniz. Sizin toplumunuzda hak, hukuk ve mesuliyet diye bir şey de yoktur. Atı alan Üsküdar’ı geçer. Para, mal ve mülk edinmek konusunda kimse helâl ve haram arasında ayırım yapmaz. Mal ve mülk kazandıkça da açlığınız artar. Biraz, biraz daha diyerek her şeyi kazanmak istersiniz. Hırs ve ihtirasınızın sonu yoktur.

    “Dini tekzib edeni gördün mü? Bu o kimsedir ki, yetimi şiddet ve zor­la itip kakıyor. Fakiri de doyurmaya teşvik etmez.” (Mâun; 1-3)

    Allahu Teâlâ burada iki misal vermek suretiyle ahireti inkâr edenle­rin ne gibi ahlâki bozukluklara uğradıklarını belirtmiştir. Burada ahireti tanımamanın iki kötü sonucundan bahsedilmiştir. Bu demek değildir ki ahiretin münkirlerinde ancak bu ayıplar bulunur; yani birincisi yetimi kovmak ve ona karşı zor kullanmak ve ikincisi aç olanlara yemek verme­mek. Hayır, bunlar benzeri ayıp ve kötülüklerin sadece belli başlısıdır. Burada denilmek isteniyor ki, bu kişiler ahirete inanmış olsalardı ve bir gün dünyadaki amellerinin hesabını vereceklerine iman etmiş olsalardı, yetimin malını yemek, onu açıkta bırakmak, onu evinden barkından sür­mek, fakir ve aç kişilerin karnını doyurmamak gibi rezil işleri yapmaya­caklardı. Zaten Beled ve Asr sûrelerinde ahirete iman edenlerin meziyet­lerinden bahsedilirken şöyle buyurulmuştur: “Merhameti tavsiye eden kimseler” ve “Hak ve sabır ile tavsiyede bulunanlar.”

    26.1.7. İnsan İmtihan İçin Yaratılmıştır

    Kur’ân-ı Kerim bir yandan ahiretin imkânı ve zaruretiyle ilgili her türlü şüphe ve tereddütlere son vermek amacıyla çeşitli deliller sunmuş bir yandan da insanların dünyaya çetin bir imtihandan geçmek üzere gön­derildiklerini belirtmiştir. Kur’ân-ı Kerim, insanların yeryüzünü bir çiftlik ve eğlence merkezi olarak görmemelerini tavsiye etmiş, aksine burada ge­rek bireysel gerekse toplumsal olarak bir sınavdan geçmeleri gerektiğini bildirmiştir. İlâhi Kitap bu imtihanın sessizce veya habersizce yapılmadı­ğını insanların her zaman ve her vesile ile ikaz edildiğini belirtmiş, buna göre bu imtihana tam hazırlıklı girmelerini ve mümkün olduğu kadar en iyi puanlarla basan kazanmalarını öğütlemiştir:

    “O hanginizin daha güzel amel işleyeceğiniz imtihan için, ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk; 2)

    Burada denilmek isteniyor ki dünyada Cenab-ı Allah hayat ve ölüm gibi işlemleri insanları imtihan etmek ve onlar arasında hangisinin ameli­nin en iyi olduğunu tesbit etmek maksadıyla başlatmıştır. Gerçekten bu küçük cümlede çok büyük hakikatler dile getirilmiştir, Birincisi, hayat ve ölüm Cenab-ı Allah’tandır. Başka kimse ne hayat verebilir ne de başkası­nın canını alabilir, ikincisi, varlığında hem iyilik hem kötülük etme kabili­yetleri bulunan insan gibi bir mahlûkun hayatı ve ölümü sebepsiz ve ga­yesiz değildir. İnsanın Hâlik’i ve Mâlik’i onu dünyaya imtihan etmek için göndermiştir. Hayat, insan için bir imtihan süresidir. Ölüm de bu imtiha­nın bitişinin ilânıdır. Üçüncüsü, bu imtihan yüzünden Yüce Allah her in­sana dünyada iyi veya kötü ameller yapma imkânı sağlamıştır. Bu sebep­le, insan dünyadaki imtihan süresini iyi değerlendirmeli ve imtihanda ba­şarılı olabilmek için elinden gelen çabayı harcamalıdır. Dördüncüsü, ki­min amelinin iyi, kimin amelinin kötü olduğuna ancak insanları yaratan Allah karar verebilir. Amelin iyiliği ve kötülüğünün seviyesini ve ölçüsü­nü imtihana giren aday değil imtihanı düzenleyen Yüce Allah yapacaktır. Bu bakımdan adayın, imtihanı düzenleyenin ne gibi sorular soracağını ve ne gibi cevaplardan hoşlanacağını bilmek zorundadır. Beşinci nokta ‘da bizzat imtihan kavramında saklıdır. Yani bu imtihanın sonunda mutlaka ceza ve ödüller verilecektir. Zira ceza ve ödül verilmeyecekse bu imtiha­nın yapılması anlamsız ve gereksiz olacak.

    “Gerçekten biz insanı karışık bir damla nutfeden yarattık. Ve onu imtihan edeceğiz. Bunun için onu işitici ve görücük kıldık. Gerçekten biz ona, (doğru) yol gösterdik. İster şükredici olsun ister kâfir.” (İnsan; 2-3)

    İşte dünyada insanın durumu ve insan için dünyanın anlamı budur. İnsan bir bitki ya da hayvan değildir, ki yaratılmasının kanunlarına göre bir süre sonra kaybolup gitmeyecektir. Ayrıca diğer dinden olanların, özellikle Hıristiyan rahiplerin düşündüğü gibi dünya ne bir azap yeridir, ne “avagon” felsefesine inanan Hinduların inandığı gibi bir ceza yeridir; ne materyalist ve dünyacıların sandığı gibi çiftlik ve otlak arazidir; ne de ça­ğımızda Darwin ile Marx’ın belirttiği gibi bir zevk ve sefa yeri ve savaş alanıdır. Kur’an-ı Kerim’e göre bu bir imtihan yeridir. İnsanın ömür veya hayat olarak nitelendiği şey aslında imtihan müddetidir. Hayat kendisine verilen mühlettir. Bu mühletten istifade etmelidir. Dünyada insanlara veri­len ne kadar meziyet ve salahiyetleri, ne gibi nimet ve imkânları hangi mevki ve makamları ve onların başka insanlarla olan ne gibi münasebetle­ri varsa, hepsi bu imtihanın çeşitli soru kâğıtlarıdır. İnsanların son nefesle­rini vereceği ana kadar bu imtihan devam edecektir. Bütün bu imtihan kâğıtları iyi ve düzgün olmalıdır ve hepsinde başarı kazanmalıdırlar’. Bu çeşit kâğıtların neticesi dünyada değil ahirette belli olacaktır. Onların ba­şarılı veya başarısız olduklarının kararı öbür dünyada verilecektir. Aslında bir insanın başarılı olup olmaması imtihana hazırlıklı girip girmemesine ve imtihan kâğıtlarını iyi yapıp yapmamasına bağlıdır. Eğer o insan ken­dini ilâh ilân etmiş, ya da Allah’ı ma’bud olarak tanımamış veya imtihanın ciddiliğine inanmamışsa hayatı boş geçmiş demektir. O imtihanı kazanmayacaktır. İmtihanı kazanamadığı için de lâyık olduğu cezaya çarptırıla­caktır. Buna mukabil bir aday var ki, imtihan yerinin icaplarına göre hare­ket etmiş, imtihan süresinin tümünü çok iyi değerlendirmiş, Ahiret’te Al­lah’ın huzuruna çıkacağını her zaman gözünüzün önünde bulundurmuştur. Gayet tabii ki imtihanı başarılı bir şekilde geçecektir. Bu adaya, imtihanın neticeleri açıklandığı zaman büyük ödüller verilecektir.

    Yukarıdaki ayette daha sonra “onu işitici ve görücü kıldık” denilmiş­tir. Görünüşte bu kelimelerin anlamı insanlara dinleme ve görme duygusu verilmesidir. Ama bu iki duygu hayvanlarda da bulunur. Ne var ki Arapça­yı bilenler bilirler ki hayvanlar için “işitici ve görücü” deyimi kullanılmaz. Bu deyim sadece insanlara mahsustur. Yani, bu deyimle kastedilen insan­lara verilen bilgi ve bilgi kaynaklarıdır. Bizce, insanların duyuları arasın­da işitme ve görme en güçlü ve en önemli sayıldıkları için burada sadece bunlardan bahsedilmiştir. Yani Cenab-ı Allah’ın kastettiği, insanların bü­tün duyulan ve bilgi kaynaklan ve araçlarıdır. Bu duyular tabii ki hayvanların duyularından çok farklıdır; çünkü bu duyuların ardında düşünen bir beyin vardır. Bu beyin duyularla elde edilen malumat ve bilgiyi toplayıp bir düzene koyuyor bazı sonuçlar çıkarıyor, kararlar veriyor, görüşler ileri sürüyor vs. Bütün bunlar bir araya gelip bir insanın hayata bakış açısını belirler ve onun öyle hareket etmesini sağlarlar. O halde Cenab-ı Hakk’ın “biz insanı imtihan etmek için yarattık ve ona işitme ve görme kabiliyeti verdik” demesinin anlamı, Rabbul Alemin’in insanın imtihanda başarılı ola­bilmesi için kendisine akıl ve bilgi hazineleri vermiş olmasıdır. Demek ki, burada bir insanın sadece işitme ve görme duyulan kastedilmiş olsaydı, o zaman bir sağır veya kör böyle bir imtihandan müstesna sayılacaktı. Hal­buki hakikatte böyle değildir. Bir insan görünüşte sağır ve kör olsa dahi akıl ve bilgi kaynaklarından mahrum değildir ve bu bakımdan imtihandan müstesna sayılması söz konusu olamaz.

    Kur’ân-ı Kerim’in bu hikmetli ayetlerinde daha sonra denilmiştir ki, insanlara bu meziyet ve imkânlar verildikten sonra da kendileri başıboş bırakılmamıştır. Cenab-ı Allah onlara doğru yolu da göstermiştir ve de­miştir ki senin kurtuluşun ve mutluğunun bu yolun izlenmesindedir. Ken­disine Allah’a şükretme veya O’nın rızasına göre hareket etme ve küfret­me, yani O’nun gazabını kazanma yolları açık açık gösterilmiştir. Bundan sonra karar kendisine kalmıştır. İstediği yolu seçebilir, ama neticelerine de katlanmalıdır. Beled sûresinde aynı meseleye şöyle temas edilmiştir: “Ona iki yol (yani hayır ve şer yolu) gösterdik”. Şems sûresinde şöyle bu­yurulmuştur: “Sonra da ona kötülüğünü ve takvasını ilhâm edene yemin ederim.”

    Yukarıdaki açıklamaları gözümüzün önünde bulundurarak ve de Ce­nab-ı Allah’ın insanın hidayeti için hangi imkânları sağladığını da unut­mayarak yukarıdaki ayetteki “gerçekten biz ona (doğru) yol gösterdik” de­yimini inceleyecek olursak bunun sadece bir tek değil bir kaç yol olduğu­nu anlarız. Şöyle ki:

    1. Her insana akıl, mantık, zekâ ve ilim gibi muhtelif imkân ve me­ziyetlerin bahşedilmesinin yanı sıra bir ahlâk hissi de verilmiştir. Buna göre insan hayır ve şer, iyi ile kötü arasındaki farkı anlayabilir. Bu ah­lâk hissi sayesinde o insan bir türlü yapamadığı bazı işlerin iyi olduğunu ve bir türlü terk edemediği bazı huy ve alışkanlıkların kötü olduğunu bi­lir. Bir takım İnsanlar kendi menfaatleri için bazı kötülükleri kendileri­ne helâl ve mübah sayarlar ve bunu haklı göstermek için bir takım tez ve felsefeler ortaya atarlar. Fakat aynı ahlâk hissi bu insanlarda da uyan­dığı zaman bazı ilginç olaylara rastlarız. Şöyle ki, aynı kötülükler kendile­rine yapıldığı zaman birden bire parlayıverirler ve kendi geliştirdikleri ku­ral ve felsefeleri bir yana bırakıverirler. İşte bu gibi durumlarda anlaşılı­yor ki bu İnsanlar kendi ağızlarıyla ne söylerlerse söylesinler bazı ebedi hakikatleri değiştiremezler ve doğru ile yanlışın ne olduğunu bildiklerini belli ederler. Aynı şekilde iyi amel, dindarlık ve dürüstlük belki de bir ta­kım çevreler tarafından gericilik, aptallık ve cehalet olarak telakki edile­bilir, ama bu çevreler bir gün bu iyi amel işleyen ve dürüst davranan İnsanlar tarafından kritik bir anda kurtarıldıkları zaman onların değerim an­larlar.

    2. Her insanın vücuduna “kınayan nefis” veya “vicdan” adında bir his ve meziyet yerleştirilmiştir. Bu bir bakıma bir dizgin veya emniyet sübabıdır. Vicdan her an ve her vesile ile bir insanın kötülükler ve haksızlıklar yaptığı, yapmaya kalkıştığı ve hatta bunlara niyetlendiği zaman onu fren­lemeye çalışır. Bir insan bu vicdanı her ne kadar uyutmaya ve hatta öldür­meye çalışırsa çalışsın, bunu tam manasıyla başaramaz. Bir insan dünyada hiçbir zaman tamamıyla vicdansız olamaz ve olmayı da sevmez. Bu insan kendi nefsini (vicdanını) aldatmak için bin bir özür, bahane ve hileler uy­durmaya çalışabilir. Fakat insanın içindeki bu “hakem” ve “müfettiş”, bu gibi durumlarda hiç rahat etmez. Bu dokuz canlı muhasip en kötü huylu ve niyetli insanda bile tamamıyla ölmez. Belki biraz da saklı ve hissiz ka­lır, ama tamamıyla yok olmasına imkân yoktur. Vicdan eninde sonunda ve bazen hiç beklenmedik bir anda en ahlâksız ve vicdansız insanda bile isyan edip varlığını ispatlayabilir. Nitekim, Kıyâme sûresinde aynı husus dile getirilmiştir. “İnsan kendi nefsine karşı şahiddir. Bütün mazeretlerini almış olsa da.” (Kıyâme; 14-15)

    3. Gerek insanın kendi vücudunda, gerekse dünyada, kâinatta ve için­deki her şeyde, Allah’ın kuvveti ve kudretinin sayısız işaret ve alametleri vardır. Bütün bunlar herhangi bir şüpheye meydan vermeyecek şekilde Allah’ın varlığını ortaya koyuyorlar. Bu işaret ve alametler aynı zamanda Allah’ın tek olduğunu, Allah’ın birden fazla olması halinde her şeyin altüst olacağını belirtiyorlar. Göklerde ve canlılarda var olan bu işaretler kıya­met ve ahiretin de olacağını kanıtlarlar. Eğer insan bunlara göz yumar, ak­lını kullanıp bunları incelemez ve gözden geçirmez ya da hangi gerçeklere işaret ediyorlarsa onları kabullenmekten çekinirse, bu kendi hatasıdır. Ulu Allah ise bu hususta kendi vazifesini tam olarak yapmıştır ve bütün ger­çekleri insanların önüne sermiştir.

    4. İnsanın kendi hayatında, çağdaş dünyasında ve de geçmişte, geçiri­len tarihi tecrübeler ve karşılaşılan olaylar, kendilerine ve bütün evrene üstün bir varlığın hakimiyetinin bulunduğunu gösterirler. Bu hakimiyet karşısında herkes çaresiz kalıyor, bu hâkimiyetin iradesi her yerde ve her zaman görülüyor ve bunun yardımına herkes ve her şey muhtaç bulunu­yor. Bu tecrübe ve müşahedeler sadece insanın dışında meydana gelen bir olay değildir. Aksine insanın kendi tabiatında da bu üstün hâkimiyetin be­lirtileri vardır. Bundan dolayıdır ki en dinsiz ve imansız bir insan bile bazen ellerini Allah’a açıp yalvarma ihtiyacını duyar ve ezeli bir müşrik bile bütün tanrı ve tanrıçalarını bırakıp tek Allah’ı yardımına çağırmaktan geri kalmaz.

    5. Gerek insan aklı gerekse tabiat kanunları bir suçun cezalandırılmasını, buna karşılık iyi ve hayırlı bir fiilin sahibine ödül verilmesini gerekli kılmaktadırlar. Bundan dolayıdır ki, insan toplumlarının dünyada ilk defa gelişmeye başladıklarından bu yana şu veya bu şekilde adalet ve insafın üstün kılınmasına çalışılmıştır. Takdir edilecek ve övülecek bir iş için ödüllendirme geleneği geliştirilmiştir. Bu da demektir ki, ahlâk ile kader kanunları arasında inkâr edilmez bir bağ vardır. Şimdi dünyamızda birçok suçun yeterince ve hatta hiç cezalandırılmadığı ve buna mukabil birçok iyi iş ve hizmetin kâfi derecede değerlendirilip mükâfatlandırılmadığı hat­ta, mükâfata hiç lâyık görülmediği gerçeği kabul edilirse, Ahiret’in de ola­cağı teslim edilmelidir. Ancak akılsız ve inatçı bir kişi, adalet ve insafı bekleyen bir kişinin bu kavramlardan tamamıyla yoksun bir dünyada doğ­duğunu iddia edebilir.

    6. İnsanların doğru yola sevki için varolan bu çeşitli imkân ve ihti­malleri güçlendirmek amacıyla Yüce Allah peygamberlerim ve kitaplarını dünyaya göndermiştir. Peygamberler gereken nasihat ve tebliğde bulun­muş ve kitaplarda da şükretme ve küfretmenin yollan açık açık kaydedil­miştir. Bu iki yola gidilmesinin sonuçları da bütün çıplaklığı ile gözlerin önüne serilmiştir. Peygamberler ile ilâhi kitaplara öğretileri hissedilir his­sedilmez öylesine yayılmıştır ki, dünyada hiçbir toplum Allah kavramı, ahiret fikri, iyilik ve kötülük arasındaki fark, ahlâk kuralları ve diğer siya­si ve içtimai kanunlardan habersiz kalmamıştır. Bu toplumlardan bazıları da bu kaide ve kuralları da bazen kimden ve nereden geldiğini bilmeden ve araştırmadan kabul etmişlerdir. İşin tuhafı, bütün peygamberler ile kitaplarını reddeden ya da bunlardan habersiz olan kişi ve gruplar bile pek çok konularda aynı peygamber ve kitapların öğüt ve öğretilerini bilinçsiz­ce kabul ediyorlar.

    26.1.8. Karar Günü

    Bundan sonra Kur’ân-ı Kerim’de pek çok yerde imtihanın neticesinin bu dünyada değil, ahirette ve belli bir zaman sonra açıklanacağı belirtil­miştir. Neticelerin açıklanacağı karar gününde yakın ve uzak geçmişin bütün milletleri diriltilip tek tek sorguya çekilecek ve herkes kendi ameline göre cezalandırılacak ya da mükâfatlandırılacaktır.

    “Fasıl ve hüküm günü, onların cem’ olacağı gündür.” (Duhan; 40)

    “De ki, muhakkak hem öncekiler hem de sonrakiler, belli günün mu­ayyen bir vaktinde hemen toplanacaklardır.” (Vakıa; 49-50)

    “(Birinci) sûra üfürüldüğünde Allah’ın dilediği müstesna olmak üze­re göklerde ve yerde olanlar düşüp ölmüştür. Sonra sûra bir kerre daha üfürüldüğünde hepsi kalkarak bakarlar.” (Zümer; 68)

    “Zalimlere; ‘amellerinizin cezasını tadın’ denildiğinde.” (Zümer; 24)

    Yukarıdaki son ayette “kesb” kelimesi kullanılmıştır. Kur’ân-ı Ke­rim’in ıstılahına göre bu kelimenin anlamı, “insanların kendi amellerine göre hak ettikleri ceza veya ödül”dür. İyi amel işleyen bir kişi Allah nez­dinde takdir edilecek ve mükâfatlandırılacaktır. Ama ameli kötü olan biri de hak ettiği cezayı bulacaktır.

    “Bugün herkes kazandığı ile karşılanacaktır. Bugün zulüm yoktur. Allah, hesabı çok çabuk görendir.” (Mü’min; 17)

    Burada denilmek isteniyor ki, Mahşer’de, yani Hesap Günü’nde kim­seye haksızlık ve zulüm yapılmayacaktır. Bu deyim çok anlamlıdır. Hesap Günü’nde ölçüsüz ve tutarsız herhangi bir işlem yapılmayacaktır. Zerre kadar hata ve yanlışlık yapılmayacaktır. Kime ceza veriliyorsa tam verile­cektir. Ne bir fazla ne bir eksik. Ceza ve ödüllendirme konusunda haksız­lık ve zulmün pek çok şekilleri vardır. Meselâ bir kişi hak ettiği mükâfatı alamaz, ikincisi, mükâfatı alır ama az alır. Üçüncüsü, biri cezayı hak etmemiştir ama ceza yemiştir. Dördüncüsü, cezalandırılması gereken suçlu ce­zalandırılmamıştır. Beşinci, birine az ceza verilmesi gerekirken fazla ceza verilmiştir. Altıncısı, zâlim mazlumun gözünün önünde hiçbir ceza yeme­den, tahliye edilir. Yedincisi, bir suçlunun yerine masum bir kişi ceza yer. Yüce Allah demek istiyor ki, Son Mahkeme’de bu zulümlerden hiçbiri ol­mayacaktır.

    26.1.9. Allah Her İnsanın Yaptıklarından Haberdârdır

    Kur’ân-ı Kerim’de ayrıca, dünya denilen imtihan yerinde her insanın yaptıklarını Cenab-ı Allah’ın doğrudan bildiği kaydedilmiştir. İnsanın hiç­bir hareketi, hatta aklına getirdiği hiçbir fikir Allah’tan gizli değildir. Do­layısıyla, Hesap Günü’nde insan, karşısında bütün hayatında ne yaptığını ve ne düşündüğünü çok iyi bilen bir Kadir-i Mutlak’ı bulacaktır.

    “Sözünüzü ister gizleyin, ister açıklayın. Çünkü O, kalblerde olanı bilir.” (Mülk; 13)

    “Onlar kendilerinin sırlarını ve gizli müşaverelerini işitmediğimizi mi zannediyorlar? Hayır işitiyoruz. Onların yanlarında elçilerimiz var­dır, yazıyorlar.” (Zuhruf; 80)

    “Ve biz ona nefsinin verdiği vesveseleri de biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf; 16)

    “Her nerede olursanız olun. O sizinle beraberdir. Allah işlediğiniz şeyleri görücüdür.” (Hadid; 4)

    “Allah gözlerin hain bakışını ve kalblerde gizli olan her şeyi bilir. Allah, hak ve adaletle hükmeder.” (Mü’min; 19-20)

    26.1.10. Allah’ın Mahkemesinde İnkâr Edilmez Deliller Sunulacaktır

    Fakat Kur’an-ı Kerim’de verilen ayrıntılara göre Cenab-ı Allah Hesap Günü’nde mahkemesinde kararını verirken keyfi davranmayacak ve rasgele karar vermeyecektir. Dünyada yaşamış olan her insan için bir defter tutulmuş ve dosyalar hazırlanmıştır. Bu defter ve dosyalardan müteşekkil olan tutanak İlâhi Mahkeme’de herkesin gözünün önüne serilecek ve ilgili kişinin yaptıklarına dair inkâr edilmez deliller sunulacaktır.

    “(insanın) sağ ve sol tarafında oturan ve onun amellerini yazan iki kâtip meleği hatırla. O bir söz atmaya dursun, onun yanında muhakkak hazır bir gözcü vardır.” (Kaf; 17-18)

    Yani, bir yandan Cenab-ı Allah insanların düşündüklerini ve yaptıkları hareketleri doğrudan biliyor, diğer yandan da her insanın fikir ve ha­reketlerini kayda geçirmek üzere iki meleği görevlendirmiştir. Bu melek­ler insanların her düşündüğünü ve her hareketini defterlerine kaydediyor­lar. Onların gözünden hiçbir şey kaçmıyor. Bu demektir ki, bir insan Allah’ın mahkemesinde yaptıklarının hesabını verirken, Yüce Allah hem onun bütün amelini bir kitap gibi bilecektir, hem de amelinin tutanağını iki melekten alıp kendisine ve başkalarına da okutabilecektir. Bir bakıma herkesin ameliyle ilgili vesikalı bir delil İlâhi Mahkeme’de bulunacaktır. Bu vesika veya tutanağın gerçek şekli ve mahiyetinin ne olacağını söyle­yemeyiz, ama bu hususta tahminlerimizi yürütebiliriz. Bilindiği gibi insa­nın yaşadığı belli bir zaman ve mekânı vardır. İnsanın içinde yaşadığı, ne­fes aldığı, çalıştığı bir ortam vardır. Bu ortam ve muhitte her zerreye ve her şeye insanın sesi ve hareketlerinin bizim göremediğimiz resim ve şe­killeri kaydedilmiş oluyor. İşte bu resim ve şekiller birer ses bandı ve vi­deo filmi gibi İlâhi Mahkeme’de tekrar çalıştırılıp oynatılabilir ve geçmiş, olduğu gibi yaşanabilir. İnsanoğlu bu işi bugün sınırlı bir düzeyde yap­maktadır. Ama her şeye kadir olan Allah’ın melekleri bu işleri mükemmel bir şekilde becerebilir ve geçmişi yaşatabilirler. İnsanın kendi vücudu ve etrafındaki eşya ve yaratıklar adeta birer teyp ve film makinesidirler ve burada insanın her sesi ve her hareketi kaydediliyor ve filme alınıyor. Bu makine ve aletler ahirette çalıştırılıp insanın kendi sesi ve hareketleri ol­duğu gibi dinletilebilir, gösterilebilir. Böylece insanın bütün yaptıkları bir film gibi önüne gelecektir ve o zaman bunları inkâr etmesi ve bunlardan kaçması mümkün olmayacaktır.

    Burada tekrar hatırlatalım, Son Mahkeme’de Cenab-ı Allah kimseyi rasgele mahkûm etmeyecektir. Aksine adalet ve hukukun bütün şartları­nın yerine getirilmesine dikkat edecektir. Duruşma ve davanın mükemmel bir şekilde neticelenmesi için de dünyada herkesin amel defteri her an, sa­tır satır işlenmektedir.

    “Halbuki üzerinizde gözetleyici bekçiler vardır. Kerim olan kâtipler var. işlediğiniz şeyleri bilirler.” (İnfitâr; 10-12)

    Yani siz ne yaparsanız yapın, ister Ceza ve Mükâfat Günü’nü inkâr edin, ister yalanlayın ya da alaya alın, gerçeği değiştiremezsiniz. Gerçek şu ki, Rabbiniz sizi yularsız bir deve gibi bir çiftliğe salmamıştır. Aksine her birinizin üzerine bir bekçi tayin etmiştir. Bu bekçi ve muhafızlar çok dürüst, tarafsız ve adildirler. Bunların işi, iyi ve kötü amellerinizi tam bir tarafsızlık içinde deftere geçirmektir. Bu meleklerden hiçbir şey gizli de­ğildir. Siz ister karanlıkta, ister yalnız bir köşede, ister ıssız bir adada ve­ya çölde olun, kısacası hangi durumda olursanız olun, bu melekler sizleri adam adım izlemektedirler. Yukarıdaki ayetlerde gözlemci melekler için “kerim” (şerefli, soylu) sıfatı kullanılmıştır. Yani bu melekler tarafsız, adil, sözlerinde ve hareketlerinde doğru ve dürüst varlıklardır. Görevleri­ne bağlıdırlar ve her şeyi Allah’ın emrine göre ve O’nun rızası ile yaparlar. Bunların ne kimse ile şahsi düşmanlığı var ne de yakınlığı ve ard düşün­cesi. Onlar kimse hakkında yanlış bir şey yapmaz ve yalan ile iftirada bu­lunmazlar. Emanetlerine hıyanet etmezler. Bu sebeple görevlerini yapma­dan başkaları hakkında yalanlarla dolu tutanak hazırlamazlar. Rüşvetçi değillerdir ki bazılarından rüşvet alıp haklarında iyi şeyler yazsınlar. Me­lekler bütün bu ahlâki kötülük ve ayıplardan arınmışlardır. Bu sebeple, hem iyi hem kötü İnsanlar kendi tutanaklarının tamamıyla gerçeklere uy­gun olarak hazırlandığından emin olabilirler. Bu meleklerin özelliklerin­den bahsedilirken “işlediğiniz şeyleri bilirler” de denilmiştir. Yani bu me­lekler dünyamızdaki casuslar, ajanlar ve istihbarat teşkilatlarıyla kıyaslanmamalıdırlar, çünkü bu kişi ve kuruluşların yetki ve bilgileri sınırlı oldu­ğu için bazen birçok şeyi doğru dürüst öğrenemezler. Melekler her insa­nın yaptıklarından haberdardırlar. Onlar her zaman ve her yerde insanları gölge gibi izlemektedirler; hem de bu işi, ilgili şahısların hissedemediği şe­kilde yaparlar. Bu bakımdan bunların defteri ve tutanağı mükemmel ve eksiksizdir. Onların defterine girmeyen insanların yaptığı hiçbir iş yoktur. Onun için, Kehf sûresinin 49. ayetinde şöyle denilmiştir:

    “Amel defterleri meydana konulur. Mücrimleri o kitapta olan şeyler­den korkmuş ve ürkmüş görürsün. ‘Eyvah bize bu ne kitaptır. Ne küçük ne de büyük bir şey unutmayıp hepsini saymış’ derler.”

    “Arz içindeki ağırlıklarını çıkardığında insan ‘buna ne oluyor?’ der. O gün yer bütün haberlerini anlatacaktır. Çünkü Rabbin öyle yapmasını ona vahyetmiştir.” (Zilzâl; 2-5)

    Aynı konuya İnşikak sûresinin 4. ayetinde şöyle temas edilmiştir: “İçinde olanı dışarı atıp boşaldığında.” Bu sözlerin birçok anlamı vardır. Birincisi şudur: İnsanlar yeryüzünde toprakta, öldükten sonra ne durumda iseler, o durumda dünya tarafından dışarıya atılacaklardır. Bundan sonraki cümleden anlaşılacağı gibi insanların vücutlarının parçaları tekrar birleşerek eski hallerine döneceklerdir. Zira, böyle olmayacaksa o İnsanlar “bu dünyaya ne oluyor?” diye hayretlerini nasıl belirtecekler? Bu İnsanlar tek­rar eski hallerine döndürülmez ve onların yerine yeni İnsanlar yaratılırsa onlar dünyanın eski halini nasıl bileceklerdir? Yukarıdaki ayetlerin ikinci anlamı şudur: Dünya, sadece içindeki insanları dışarıya fırlatmayacaktır, ayrıca ölü insanların hayatlarında yaptıkları bütün işler ve ameller ile ilgili birikmiş olan bütün defter, bilgi ve bulguları da dışarıya atacaktır: Dünya, içindeki bütün servetini, meselâ altın, gümüş, kıymetli taşlar ve mücev­herleri ortaya atacaktır ve İnsanlar bunları gördükten sonra hayıfla diye­cektir ki, “ne yazık, biz bu değersiz şeyler için dünyada birbirimizi boğaz­lıyorduk, başkalarının haklarını yiyorduk, namusumuzu satıyorduk, hır­sızlık, soygunculuk ve cinayet yapıyorduk, adamların yollarını kesiyor­duk, denizde korsanlık yapıyorduk, birbirimizle kavga ediyorduk, hatta milletler arasında büyük savaşlar çıkarıyorduk. Bugün bu altın ve kıymetli taşların hepsi önümüzdedir ama bunlar hiçbir işe yaramıyor, aksine suç­lanmamıza ve cezalandırılmamıza sebep oluyor.”

    Yukarıdaki ayetlerde kullanılan “insan” kelimesi çoğul olarak da ka­bul edilebilir. Yani, dirildikten sonra bütün İnsanlar hayret içinde, “Allah, Allah bunlara ne oluyor, biz nerdeyiz, bu dünyaya ne oluyor?” diye kendi kendilerine soru yöneltecekler. Daha sonra gerçeği öğrenecekler. Kendile­rinin Mahşer’de olduklarını ve hesap vermek üzere bulunduklarını göre­ceklerdir. Bu “insan” kelimesiyle “ahiretin münkiri” de kastedilmiş olabi­lir. Ahireti inkâr eden şahıs mümkün olmadığını düşündüğü şeyin gözleri­nin önünde cereyan ettiğini görünce şaşıp kalacaktır ve olup bitenlere bir türlü inanamayacaklardır. İmanlı kişilere gelince, onlar için sayılacak bir şey olmayacaktır, çünkü her şey onların inandığı ve bildiği gibi cereyan edecektir.

    Yukarıdaki ayetlerde daha sonra şöyle denilmiştir: “O gün yer bütün haberlerini anlatacaktır. Çünkü Rabbin öyle yapmasını ona vahyetmiştir.” Hz. Ebû Hureyre (r.a.)’nin naklettiği hadise göre Rasûlullah (a.s.) bu ayet­leri okurken sahabelere sordu: “Biliyor musunuz burada zikredilen haber­ler nelerdir?” Sahabeler dedi ki, “Allah ve O’nun Rasûlü daha iyi bilir.” Rasûlullah (a.s.) buyurdu: “O haberler şunlardır: Yer her erkek ve dişi ku­lun kendi sırtında yaptığı amel hakkında şahitlik yapacak ve filan gün fi­lan işi yaptığını söyleyecektir. İşte yer bu haberleri anlatacaktır.” (Müs­ned-i Ahmed, Tirmizî, Nesâî, İbn Cerir, Abd bin Hamid, İbn’ul Münzir, Hakim, İbn Merduye, Beyhakî fiş-Şu’ab). Hz. Rabi’at’ul-Cüreşi’nin rivâyetine göre, Rasûlullah (a.s.) şöyle buyurdular: “Yeryüzünden korkun, çünkü bu sizin kök ve temelinizdir. Yeryüzü ister iyi ister kötü amel işle­yen herkes hakkında bilgi verir.” (Mu’cem’üt-Taberânî). Hz. Enes (r.a.)’in naklettiği hadis-i şerife göre Rasûlullah (a.s.) şöyle buyurdular. “Kıyamet günü, yer sırtında işlenen her ameli alıp getirecektir.” Rasûlullah (a.s.) bunları dedikten sonra yukarıdaki ayetleri tilavet ettiler. (Bin Merduye, Beyhakî). Hadis ve tarih kitaplarında Hz. Ali’nin biyografisi anlatılırken şöyle denilmiştir. Hz. Ali bütün fakir fukara arasında sadaka, zekât vs. da­ğıttıktan sonra Beyt’ul-Mal’i boşaltınca iki rek’at namaz kılar ve Beyt’ul-Mal’e hitap ederek şöyle derdi: “Sen şahit ol, ben seni hak ile doldurdum ve hak ile boşalttım.”

    Yeryüzünün kendi sırtında geçen olaylar hakkında şahitlik yapacağı yolundaki ifade belki de eski çağlarda, İnsanlar için çok şaşırtıcıydı. Onlar yeryüzünün nasıl konuşabileceğine hayret etmiş olabilirler. Fakat biz mo­dem bir çağda yaşıyoruz. Modern çağın her türlü teknik gelişmelerine sa­hibiz. Bugün fizik ilminin buluşlarının yanı sıra, sinema, hoparlör, radyo, telsiz, televizyon, teyp ve diğer pek çok elektronik cihaz ve aletlere sahi­biz. Bu devirde, yeryüzünün kendi geçirdiği tecrübeleri nasıl anlatacağına şaşılmamalıdır. İnsanın ağzından çıkan sesler, fezaya, radyo dalgalarına, evlerin duvarlarına, döşemelerine, damına dağılır ve yerleşirler. Eğer in­san açık bir arazide, yolda veya tarlada konuşmuşsa ses dalgaları etrafa dağılır. Öyle ki bu dalgalar etraftaki eşyalara çarparak aynen söylendiği gibi tekrarlanabilirler. Buna modern terimde “yankı” denilir. Bu yankı bir sesin inişini, çıkışını, konuşanın şivesini ve tarzını aynen yansıtabilir. Sa­dece bu değil, çağdaş bilim bu hususta daha ileriye gidilebileceğini kanıt­lamıştır. İnsan nerede ve nasıl hareket etmişse aynen kayıt edilebilir, hare­ketlerinin resmi ve şekli etrafındaki eşyalara yansıyabilir. Eğer bir insan karanlıkta bile bir hareket yapmış, bir suç işlemiş veya iyi bir iş yapmışsa Allah’ın kudreti orada da hareketlerini kayıt edecek ışın ve dalgalan yara­tacaktır. Aslında Allah nezdinde karanlık ve aydınlık gibi kavramlar an-lamsızdır.O, her zaman ve her yerde her şeyi görebilir, işitebilir. Bütün bu çekilen resimler şekiller ve kaydedilen bantlar kıyametten sonra ahirette herkese gösterilecek ve dinletileceklerdir. O zaman herkes kendisinin dünyada ne yaptığını kendi gözleriyle görecek, kendi kulaklarıyla duya­caktır.

    Ahiretteki mahkeme ve duruşma her bakımdan mükemmel olacaktır. Karar da her yönüyle noksansız olacaktır. Herhangi bir haksızlık, adalet­sizlik ve yanlış değerlendirmenin imkân ve ihtimali yoktur. İlk önce, dü­rüst ve vazifelerine düşkün melekler amel defterini mahkemeye sunacaklardır. Bu amel defteri, meleklerin her insanı gölge gibi izledikleri sırada hazırlanmış olan en sağlam ve tarafsız bir belgedir. Duruşmada bu amel defteri sanığa verilecek ve kendisine şöyle denilecektir:

    “İşlerinin defterini oku. Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nef­sin yeter.” (İsrâ; 14)

    İnsan bu defteri okuyunca hayrete düşecek ve dünyadaki hayatı sıra­sında en ufak bir hareketinin bile meleklerin gözünden kaçmadığını anla­yacaktır (Kehf; 49). Bundan sonra insanın dünyada kullandığı ve tanıdığı kendi vücudu vardır. Allah’ın mahkemesinde insan vücudunun her organı kendi hamili hakkında şahitlik yapacaktır. Ağız ve kulakları ne söyledik­lerini ve ne duyduklarını anlatacaklar, el ve ayakları da kendilerinin ne için kullanıldıklarını açıklayacaklardır (Nur; 24). Gözleri ne gördüklerini anlatacaktır. Vücudunun derisi hangi işleri yaptığını söyleyeceklerdir. İnsan şaşkınlık içinde kendi organlarına bakacak ve “siz de mi benim aley­himde tanıklık yapıyorsunuz” diyecektir. Organları diyecekler ki, bugün kimin emriyle nasıl her şey konuşuyorsa, Allah’ın emriyle biz de tanıklık yapıyoruz (Fussilet; 20-22). Bundan sonra yer, gök ve kâinatın diğer şey­leri var. Bunlar sanığın seslerini ve hareketlerini yansıtacaklardır. Sadece bu değil, insanın gizli amelleri, niyetleri ve düşünceleri de bir bir ortaya dökülecektir. İşte bu gibi sağlam, katı ve inkâr edilmez deliller ve belgeler ortaya çıktıktan sonra sanık için kaçacak yol kalmayacaktır ve o hiçbir ba­hane veya hile uyduramayacak, kendisini savunacak herhangi bir şey söy­leyemeyecektir. Bu hususta Mürselât sûresinin 5-36 ayetlerinde açık açık ikazlar yapılmıştır.

    “Amel defterleri meydana konulur. Mücrimleri o kitapta olan şeyler­den korkmuş ve ürkmüş görürsün. ‘Eyvah bize bu ne kitaptır. Ne küçük ne de büyük bir şey unutmayıp hepsini saymış’ derler, işledikleri şeyin ceza­sını hazır bulurlar. Rabbin hiçbir kimseye haksızlık etmez.” (Kehf; 49)

    Yani daha önce işaret ettiğimiz gibi Allah’ın mahkemesinde her hangi bir haksızlık ve adaletsizlik olmayacaktır. Meleklerin yazdıklarında en ufak bir fazlalık veya eksiklik olmayacaktır.

    “Onların işledikleri her şey amel defterlerinde yazılıdır. Küçük ve büyük her şey yazılıdır.” (Kamer; 52-53)

    Doğru yoldan sapmış olanlar veya Allah’ı ve Ahiret’i tanımayanlar, dünyada yapılan ve olup biten her şeyin kaybolup gittiğini sanmasınlar. Aksine her insan, her toplum ve her milletin amel defteri, dosyası ve kar­nesi mükemmel bir şekilde işlenip hazırlanmıştır ve belirlenen gün ve sa­atte ortaya çıkarılıp değerlendirilecektir.

    “Allah, hepsini dirilttiği günde kendilerine işledikleri şeyleri haber verecektir. Ve Allah onların unuttuklarını saymıştır. Allah her şeye şâhid­dir.” (Mücadele; 6)

    Yani kâfirler, müşrikler ve sapıklar bir şeyi unuttular diye her şey bit­miş sayılmaz. Onlar bir veya birçok şey unutabilirler. Bu, onların bileceği iştir. Onlar için Allah’a itaatsizlik ve emirlerine karşı gelmek belki de unu­tulacak cinsten şeyler olabilir. Fakat Allah katında bunlar büyük günah ve korkunç suçturlar. Allah bu suç ve günahların ne kadar vahim olduğunu çeşitli vesilelerle anlatmıştır. Eğer bu uyarılar onların gözlerini açmamışsa açmasın, Allah bu hususta ne yapacağını bilir. Kâfirler ve münkirlerin her sözü ve her hareketi, meleklerin titizlikle hazırlamakta olduğu amel defterinde kayıtlıdır.

    “O gün, onların ağızlarına mühür vururuz. Ne yaptıklarını bize elleri söyler, ayakları (ve diğer azalan) da şâhidlik eder”. (Yasin; 65)

    Bu muamele, son derece inatçı ve küstah sanıklara revâ görülecektir. Yani suçlarını itiraf etmeyen, haklarında düzenlenen amel deflerinin ka­yıtlarını inkâr eden ve aleyhlerinde yapılan, şahitliklere de aldırış etmeyen suçluların ağızları kapatılacak ve bundan sonra vücutlarının azalan onla­rın aleyhinde şahitlik yapacaklardır.

    “Kıyamet günü, kendi dilleri, elleri ve ayakları, yaptıkları şeyler için aleyhlerine şahitlik edeceklerdir.” (Nûr; 24)

    Şimdi burada bir soru aklımıza gelebilir. Bir yandan Yâsin sûresinde sanıkların “ağızlarına mühür” vurulmaktan bahsediliyor ve diğer yandan yukarıdaki Nûr sûresinin ayetinde onların dillerinin şahitlik edeceklerin­den söz ediliyor. Bu iki ifade arasında bir tezat yok mudur? ikisi arasında nasıl bir bağ kurulabilir? Bunun cevabı şudur. Ağızlarına mühür vurulma­nın manâsı, onların konuşma kabiliyetini ortadan kaldırmaktadır. Yani bundan sonra bu adamlar kendi dilleriyle kendi istedikleri gibi söz söyle­yemeyeceklerdir. Dillerinin aleyhlerine şâhidlik etmelerinin manâsı da bu adamların dillerinin konuşmaya başlamalarıdır. Yani diller, bu zalim ve günahkâr kişilerin kendilerini nasıl kullandıklarını, ne gibi küfür, yalan ve fitneler yaratmak için bir vasıta haline getirildiğini anlatacaklardır. Bu ba­kımdan her iki ifadede bir tezat veya tenakuz yoktur.

    “Nihayet oraya ulaştıklarında dünyada işledikleri şeyler hakkında kulakları, gözleri ve derileri kendilerinin aleyhinde şâhidlik edecektir. Onlar derilerine: ‘Niçin aleyhimizde şâhidlik ettiniz?’ derler:Deriler de, ‘Bizi, her şeyi söyleten Allah söyletti. Sizi ilk defa o yarattı. Ve O’na dön­dürülürsünüz’ cevabını verirler.” (Fussilet; 20-21)

    Hadis-i şeriflerde yapılan açıklamalara göre inatçı ve küstah bir sanık kendi suçlarını kabul etmek ve verilen delilleri reddetmekte ısrar etmeye başlayınca Allahu Teâlâ’nın emriyle o sanığın vücudunun bütün azalan onun aleyhinde şâhidlik etmeye başlayacaklardır. Bu hususta Hz. Enes, Hz. Ebû Musa Eş’arî, Hz. Ebû Saîd ve Hz. İbn Abbas (r.anhüm)’ın güveni­lir ve muteber hadisleri vardır. Bu hadisler Rasûlullah (a.s.)’a atfen Müs­lim, Nesâî, İbni Cerîr, İbni Ebî Hatım ve Bezzâr gibi muhaddisler tarafın­dan nakledilmiştir.

    Yukarıdaki ayetler daha önce kaydettiğimiz ayetlerle birlikte ahiret âleminin bir hayaller âlemi değil, gerçek bir dünya olacağını göstermekte­dirler. Ahiret âleminde tıpkı dünyamızdaki gibi İnsanlar vücut ve ruhlarıy­la beraber yeni bir hayata başlayacaklardır. Ahirette dünyadaki gibi İnsanlar aynı madde, malzeme ve unsurlardan oluşacaklardır. Ahirette taşı­dıkları vücutlar dünyadaki gibi olacaktır ve azaları da aynı olacaktır, çün­kü böyle olmazsa Allah’ın mahkemesinde vücut sahibinin aleyhinde şâhidlik edecekleri yolundaki ifade manasını kaybeder. Bu hususta Kur’ân-ı Kerîm’in şu ayetleri de dikkate şayandırlar: İsra (49-51), Mü’minûn (35-38, 82-83), Nur (24), Fussilet (10), Yâsin (65,78, 79), Saffât (16-18), Va­kıa (47-50) ve Nâziât (10-14).

    “Ölüleri biz diriltiriz. Ve gönderdikleri şeyleri ve eserlerini de biz yazarız. Biz her şeyi apaçık bir kitapta saymışızdır.” (Yâsin; 12)

    Bu ayetlerden anlaşılıyor ki her insanın amel defterine üç ayrı şey iş­leniyor. Birincisi, bir insan hayatında ne yapıyorsa, ister iyi ister kötü olsun, hepsi bu deftere kaydediliyor. İkincisi, bu deftere, insanların kendi çevrelerinde ki eşyaya ve bizzat kendi azalarına bıraktıkları izler ve etki­ler ahirette bir araya gelip öyle bir hava yaratacaklardır ki bir tarafta o in­sanın sesi duyulacak, başka bir tarafta niyet, düşünce ve fikirleri onun zi­hin perdesinde yazılı duracak ve gene başka bir tarafta iyi ile kötü fiilleri­nin bütün bir filmi ortada gösterilecektir. Üçüncüsü, bu insanı, ölümünden sonra gelecek nesilleri, kendisini veya diğer toplumları ve bütün insanlığı olumlu veya olumsuz yönde etkilemiş olan eserleri de onun hesap defteri­ne yazılıyor.

    “(Habibim) Sen her ümmeti diz çökmüş bir durumda göreceksin. Ve her ümmet kendi amel defterini almaya çağırılacaktır. (Onlara şöyle de­necek) ‘Bugün istediğiniz şeylerin karşılığı verilecek.’ İşte kitabımız yüzü­nüze karşı hakkı söylüyor. Şüphesiz yaptıklarınızı biz (meleklere) yazdırı­yorduk. ” (Casiye; 28-29)

    Burada kullanılan “yazdırıyorduk” kelimesi geniş bir anlam taşımak­tadır. Bu, sadece kalemle kâğıda yazmak anlamına gelmez. Bu kelime “kaydettiriyorduk” anlamına gelebilir. Yani, insanların söz ve fiillerinin kaydedilip onların tekrar aynı şekilde ortaya çıkarılmasının çeşitli yolları­nı bizzat insan bulmuş durumdadır. Bunun, şimdiye kadar keşfedilmemiş diğer birçok şekilleri de olabilir. Her şeye gücü yeten Yüce Allah, tabii ki bunların hepsini bilmektedir ve bunları kullanmaya kâdirdir. Cenâb-ı Al­lah, insanların niyet ve arzulan ile fikirlerini, söz ve fiillerini kaydetmek için sayısız imkânlara sahiptir ve O bütün bunları kullanabilir. Böylece, Kıyamet Günü’ne kadar hiçbir kimsenin haberi olmadan her fert, her ce­miyet ve her milletin amel defterleri mükemmel bir şekilde hazırlanmış olacaktır.

    “Peygamberler bir araya getirildikleri zaman.” (Mürselât; 11)

    Kur’ân-ı Kerîm’de muhtelif yerlerde ve müteaddit defalar Mahşer’de insanoğlunun davası Allah’ın mahkemesine sunulduğu zaman her milletin peygamberinin çağırılıp o millete Allah’ın emir ve talimatını olduğu gibi iletip iletmediği konusunda ifade etmesinin isteneceği kaydedilmiştir. Bu, Cenâb-ı Allah’ın doğru yoldan sapan ve Allah ile Rasûlüne itaat etmeyen sapık kimselere karşı en büyük hüccet ve delillerinden biri olacaktır. Bu delille, bu sapık insanların kendi kötü akıbetlerini kendilerinin hazırladıkları açıklanacaktır. Bu hususta Kur’ân-ı Kerîm’in, şu sûre ve ayetlerine müracaat edilebilir: “Tefhîm-ul Kur’an” II. A’râf, (âyet; 172-173). IV, Zü­mer (âyet; 69) VI, Mülk (âyet; 8).

    “Mahşer yeri Rabbinin nûru ile parlar. Amel defterleri ortaya çıkar. Peygamberler ve şâhidler getirilir. Mahşer halkı arasında adaletle hük­molunur, hiç kimseye zulmolunmaz.” (Zümer; 69)

    Peygamberler Allah’ın mahkemesinde verecekleri ifadede gayet tabii ki Allah’ın emir ve talimatını eksiksiz meb’us oldukları milletlere ilettikle­rini söyleyeceklerdir. Yukarıdaki ayette bu hususa değiniliyor ve peygam­berlerin böyle yapacağı belirtiliyor. Sadece peygamberler değil, gerçekleri görmüş olan diğer şâhidler de benzeri ifadelerde bulunacaklardır. Bu şâhidler hem peygamberlerin Allah’ın mesajını halka ilettiklerini, hem halkın buna nasıl tepki gösterdiğini ve amellerinin ne olduğunu da anlata­caklardır. Bu şahidlerin insan olmaları şart değildir. Melekler ile cinler, hayvanlar, ev ve duvarlar, bitki ve ağaçlar ve bizzat insanların azaları da şâhid sayılabilirler.

    “Bilmez ki, kabirdekiler dışarı çıkarılıp diriltildiği zaman, Kalpler­deki sırlar meydana çıkarıldığı zaman.” (Âdiyât; 9-10)

    Yani ölmüş İnsanlar nerde ve ne durumda ise oradan çıkarılıp dirilti­lecek ve tekrar eski hallerine döndürüleceklerdir. Bu insanların bütün gizli düşünce, arzu, niyet, amaç ve hareketleri hepsi bir bir ortaya çıkarılacak­tır. Bunlar titizlikle incelenecek ve değerlendirilecektir, iyileri bir tarafa, kötüleri de başka bir tarafa ayıklanacaklardır. Başka bir deyişle, Allah’ın mahkemesinde karar sadece dış görünüş ve görülen hareket ve fiillere da­yanılarak değil, ard niyet ve düşünceleri de süzgeçten geçirildikten sonra alınacaktır. Bu noktayı gözümüzün önünde tutarsak gerçek ve mükemmel adâletin Allah’ın mahkemesinden başka bir yerde bulunamayacağına kâni oluruz. Dünyada lâik yasaların geçerli olduğu ülkelerde bile, bir suçlunun sadece işlediği suça bakılarak değil, bunu işlerken taşıdığı düşünce ve ard niyetinin de incelenmesine önem veriliyor. Fakat dünyanın hiçbir mahke­mesi ve yasası, bir insanın gerçek niyet ve düşüncelerini bilecek ve değer­lendirecek imkânlara sahip değildir. Bu işi ancak Cenâb-ı Allah becerebi­lir, çünkü O her şeyi görmekte, işitmekte ve bilmektedir.

    “Bütün sırların meydana çıktığı günde. O gün insan için ne kuvvet ne de yardımcı vardır. Dönen gök ile türlü türlü nebat yetiştiren arz ile ka­sem ederim ki, Kur’an hak ile bâtılı ayıran bir kelâmdır. O bir lâtife ve eğlence değildir.” (Târık; 9-14)

    Burada, “sırlardan” dünyada insanların yaptığı bütün gizli ameller kastedilmiş olabilir. Ayrıca, dışta işlenen bir işin ardında saklı olan niyet, duygu, arzu ve etkenler de kastedilmiş olabilir. Kıyamet gününde bütün bunlar açığa çıkarılacaktır, ilâhî mahkemede bir insanın sadece ne yaptı­ğına bakılmayacak, ayrıca ne sebeple, ne gaye ve niyetle yaptığı da araştı­rılacaktır. Bazen, bir insanın gizli düşünce ve amelleri daha sonraki nesil­leri ve ülkeleri de etkileyebilir. Kıyâmet gününde, ekilen fitne ve fesâd to­humlarının meyvelerinin ne zamana kadar yenildiği ve bunlardan kimlerin zehirlendiği de iyice araştırılıp değerlendirilecektir.

    Yukarıdaki ayetlerin sonunda, anlatılan hususların ciddiyetine dikkat çekilmiştir. Burada denilmiştir ki, nasıl ki göğün dönmesi, yağmurun yağ­ması ve topraktan bitkilerin yetişmesi birer inkâr edilmez gerçektir, insa­nın kendi Yaratanına döneceğine dair Kur’ân-ı Kerim’in verdiği haber de doğru ve ciddidir. Bunlar şaka değil, inkâr edilmez gerçeklerdir.

    “Fakat o en büyük belâ geldiğinde, O gün insan yaptığı amelini an­layacaktır. ” (Nâziât; 34-35)

    Burada denilmek isteniyor ki insan, dünyada kendisine haber verilen büyük muhasebe gününün gelip çattığını görünce amel defteri kendi eline verilmeden önce dünyada yaptığı bütün amellerini tek tek hatırlamaya başlayacaktır. Zâten bu tür heyecan ve korku dolu anlar dünyada da yaşa­nıyor. Korku ve ölüm ânında birçok kişi geçmişte gördüklerini duydukla­rını ve yaptıklarını bir bir hatırlamaya başlar ve bütün bunlar bir film şeri­di gibi gözünün önünden geçer.

    “O gün cehennem de mahşere getirilir. O gün insan, amellerini ha­tırlar. Fakat ona bu hatırlama fayda vermez. ‘Keşke hayatım için hayırlı ameller göndereydim’ der.” (Fecr; 23-24)

    Yani, Ahirette insanların akılları başlarına gelse de ne fayda, iş işten geçtikten sonra ne yapabilirler ki? Asıl dünyadaki hayadan sırasında ya-

    puan ikâzlara kulak vermeliydiler ve iyi amel işlemeliydiler. Şimdi ne yapsalar boştur.

    “Her nefs âhirete ne gönderdiğini ve dünyada ne bıraktığını bilecek­tir.” (İnfitâr; 5)

    Yukarıdaki ayette kullanılan “mâ kaddemet ve ahharet” kelimeleri birçok anlamda kullanılabilir:

    1) İnsan dünyada bulunduğu sürece ne kadar iyi ve kötü şeyler yapıp öbür dünyaya göndermişse “mâ kaddemet”tir, yapamadığı iyi ve kötü şey­ler ise “mâ ahharet”tir.

    2) İnsanın yaptığı bütün işlerin bir sırası vardır. Bunların öncekileri “mâ kaddemet”, sonrakileri ise “mâ ahharet”tir. Yani, insanların bütün yaptıkları ve yapamadıkları amel defterlerine sıra ile ve kronolojik ola­rak işlenmiş olacaktır,

    3) İnsanın ömrü boyunca yaptığı iyi veya kötü amelleri “mâ kaddemet”tir. Yani, bunlar öbür dünyaya değerlendirilmek için gönderilmiş amellerdir. Bu insanın, ölümünden sonra, amellerinin insan toplumunda bıraktığı etkileri ise “mâ ahharet”tir. Yani bunlar geride bırakılanlardır.

    “O gün amellerini görmek için İnsanlar fırka fırka mezarlardan çı­karlar. Bir zerre ağırlığınca hayır işleyen onu (mükâfatını) görür. Kim de bir zerre ağırlığınca şerr işlerse onu (cezasını) görür.” (Zilzâl; 6-8)

    İlk ayetin iki anlamı olabilir. Birincisi, kıyamet gününde herkes ken­disinden sorumlu olacaktır. Aile, cemiyet, parti ve milletler dağılmış ola­cak ve herkes birer fert olarak Allah’ın huzuruna çıkacak ve yaptıkları­nın hesabını verecektir. Bu noktaya Kur’ân-ı Kerîm’in bazı diğer yerle­rinde de temas edilmiştir. Meselâ, En’âm sûresinde Allah’ın insanlara şöy­le dediği kaydedilmiştir: “Sizi yarattığımız gibi huzurumuza yalnız ola­rak geldiniz.”(94) Meryem sûresinde de şöyle denilmiştir. “O bize yalnız gelecektir”(80). Ve “Onların hepsi kıyamet günü tek başına geleceklerdir”(95). Yukarıdaki ayetin ikinci anlamı da şu olabilir. Dünyadaki hayatları sırasında binlerce, yüz binlerce milyonlarca yılda ölmüş olan insanların gruplar halinde dünyanın çeşitli yerlerinden tekrar hayata döndürülüp Allah’ın huzuruna çıkarılacaklardır. Nitekim, Nebe’ sûresinde aynı noktaya değinilmiştir: “Sûr’a üfürüldüğü günde hepiniz fevc fevc geleceksiniz”(18).

    “Amellerini görmek için” deyiminin manası, Mahşer’de iyi ya da kötü olan herkese dünyada neler yaptığını öğrenebilmesi için amel defterlerinin verilmesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususa hayli açıklık getirilmiştir. Nite­kim, birçok yerinde ister kâfir, ister mü’min, ister sâlih, ister fâsık, ister Allah’a itaat eden, ister itaat etmeyen herkese amel defterlerinin verileceği belirtilmiştir. (Bk: Hâkka; 19-25, inşikak; 7-10). Gayet tabii ki, birine amel defterinin gösterilmesi veya okuyabilmesi için kendisine verilmesi arasında herhangi bir fark yoktur. Maksat, onun kendi amelini görmesidir.

    Daha sonra “bir zerre ağırlığınca hayır işleyenin ve bir zerre ağırlı­ğınca şerr işleyenin mükâfatını veya cezasını göreceği” ifade edilmiştir. Bu ifadeye de dikkat edilmelidir. Bunun basit manası, insanların zerre ka­dar iyilik ve kötülüklerinin de Allah’ın gözünden kaçmayacağı ve hepsi­nin mükâfatı ve cezasının verileceğidir. Fakat, bu deyimle, ahirette her­kese zerre kadar iyiliğin mükâfatının ve zerre kadar kötülüğün cezasının ayrı ayrı verileceğini anlamak yanlış olur. Çünkü böyle olursa en sâlih ve mü’min kişi bile hayatında işlediği en ufak hatanın cezasını çekecektir, di­ğer tarafta en azgın kâfir ve günahkâr kişi hayatında yaptığı en ufak iyili­ğin mükâfatını alacaktır. Bu anlam, hem Kur’ân-ı Kerîm’in, hem de ha­dis-i şerifin sarih ve bâriz ifadelerine ters düşmektedir. Ayrıca, akıl, man­tık ve adalet kuralları böyle bir şeyin olmasına izin vermez. Meselâ, diye­lim ki sizin çok sadık, vefakâr ve fedakâr bir hizmetçiniz vardır. Bu hiz­metçi bir gün ufak bir hata işlemiştir ya da birden fazla önemsiz kusurda bulunmuştur. Şimdi, siz kalkıp bu hizmetçiye ceza mı vereceksiniz? Akıl ve adalet böyle bir davranışınıza müsaade etmez. Bunun gibi, sizin besle­diğiniz ve yetiştirdiğiniz bir kişi size karşı isyan eder ve sizi aldatır, kısa­cası nankörlük eder; fakat siz onun genel tutum ve davranışlarını unutup en ufak bir iyiliği veya hizmeti için kendisine mükâfat verirseniz aynı ha­taya düşülmüş olacaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadiste mümin, münâfık, kâfir, sâlih mü’min ve hatalı mü’min, zâlim ve fâsık mü’min, salt kâfir ve salt kâfir-i müfsid ve zâlim gibi çeşitli tipteki İnsanlar için mükâfat ve ce­zaların kaide ve kanunları etraflıca anlatılmıştır.

    Kur’ân-ı Kerîm’in bu hususta koyduğu bazı usuller vardır ki, şöyle özetlenebilir.

    Birincisi, kâfir, müşrik ve münâfıkların, iyi veya hayır olarak kabul edilen amelleri iptal edilecektir ve bunlar Ahirette bu ufak tefek iyi amel­lerinin mükâfatını alamayacaklardır. Evet, bu iyi işlerin bazı mükâfatı mutlaka vardır, ama bunlar bu kişilere dünyada verilecektir. (Tafsilat için bk: A’raf; 147, Tevbe; 17, 67-69, Hûd; 15-16, İbrahim; 18, Kehf; 104-105, Nûr; 39, Furkan; 23, Ahzab; 19, Zümer; 65 ve Ahkâf; 20)

    İkincisi, kötülüğün cezası, kötülük derecesine göre verilecektir; ama iyiliğin mükâfatı birkaç kat fazla olacaktır. Bazı yerlerde mükâfatın, asıl işin 10 katı olacağı belirtilmişken bazı yerde de Allah’ın mükâfatı istediği kadar büyütebileceği kaydedilmiştir. (Bk: Bakara; 261, En’âm; 160, Yu­nus; 26-27, Nûr; 38, Kasas; 84, Sebe; 37, Mü’min; 40).

    Üçüncüsü, eğer mü’minler büyük günahlardan sakınmaya çalışırlarsa, küçük günâhları affedilecektir: (Tafsilat için bk: Nisâ; 31, Şûra; 37, En-Necm; 32).

    Dördüncüsü sâlih bir mü’min yargılanırken kendisine müsamahakâr davranılacak, onun ufak tefek günâhlarına bakılmayacak ve iyi amelleri için iyi mükâfat verilecektir. (Tafsilât için bk: Ankebût; 7, Zümer; 35, Ahkâf; 16, İnşikak; 8).

    Hadis-i şeriflerde de bu meseleye tam bir açıklık getirilmiştir. Biz daha önce İnşikak sûresinin tefsirinde Kıyamet günü hafif ve yumuşak, sert ve ağır hesaplaşma ile ilgili Hz. Peygamber (a.s.)’in bazı sözlerini nakletmiştik: (Bk.: Tefhim-ul Kur’ân, VI, İnşikak, 6. dipnot). Hz. Enes’in naklettiği hadise göre bir defasında Hz. Ebû Bekr (r.a.) Hz. Peygamber (a.s.) ile beraber yemek yiyordu. O sırada İnşikak sûresi indi. Hz. Ebu Bekr derhal yemeği bıraktı ve Rasûlullah (a.s.)’a sordu. “Ya Rasûlullah (a.s.) benden sadır olan zerre kadar kötülüğün neticesini görecek miyim?” Hz. Peygamber (a.s.) dedi ki, “Ey Ebu Bekr (r.a.) dünyada hoşlanmadı­ğın hangi işi yaparsan o senden sadır olan zerre kadar kötülüklerin bedeli­dir. Ve zerre kadar iyiliklerini ise Allah Âhiret’te senin için biriktirmekle­dir.” (İbn Cerir, İbn Ebî Hâtim, Taberanî fi-l Evsat, Beyhakî fiş-Şu’ab, İbn-ul Münzir, Hâkim, İbn Merdûye ve Abd bin Hamîd).

    Hz. Peygamber (a.s.), Hz. Ebu Eyyûb Ensarî’ye de bu ayetle ilgili olarak şunları buyurmuştur: “Sizden hayır bir iş yapan mükâfatını ahi­rette alacaktır, kötü bir iş yapan ise bu dünyada âfet ve hastalıklar şek­linde cezasını bulacaktır.” İbn Merdûye, Katâde, Hz. Enes’e istinâden Hz. Rasûl-ü Ekrem (a.s.)’in şu sözlerini nakletmiştir. “Allahu Tealâ mü’min’e zulüm etmez. Allah dünyada mü’min’e iyiliklerine karşılık mükâfat olarak rızık veriyor ve ahirette hakkettiği mükâfatını verecektir. Kâfire gelince, dünyada onun yaptığı iyi işlerin mükâfatı verilmiş oluyor. Böylece, Kıyamet olunca onun hesap defterinde hiçbir iyilik bulunmaya­caktır.” (İbn Cerîr). Mesrûk, Hz. Ayşe (r.a.)’ye dayanarak diyor ki, bir de­fasında Hz. Ayşe, Rasûlullah (a.s.)’a sordular: “Abdullah bin Cud’ân cahi­liyye döneminde hayır ve iyi işler yapardı, fakir fukaraya merhametliydi, aç ve açıkta kalanlara yemek ve sığınacak yer verirdi, misafirperverdi, mahkûmların da serbest bırakılması için uğraşırdı. Ahirette bunların bir bedeli var mıdır?” Rasûlullah şu cevabı verdiler: “Hayır, o (Abdullah bin Cud’an) ölene kadar, ‘Rabbim Hesap Günü’nde benim hatalarımı affeyle­ye’ dememişti”. (İbn Cerîr). Rasûlullah (a.s.) bu nevi bazı diğer cevaplan, Cahiliyye döneminde çok iyi ve hayır işler yapmış ancak kâfir ve müşrik olarak ölmüş olan bazı diğer kişilerin durumuyla ilgili olarak da vermiş­tir. Fakat yine Hz. Peygamber (a.s.)’in hadislerinden anlaşılıyor ki, gerçi kâfir ve müşriklerin hayır işleri kendilerini Cehennem azabından kurtar­mayacaklardır, fakat Cehennem’de bu kişiler diğer fâsık ve fâcirler kadar ağır cezaya tabi tutulacaklardır. Meselâ, bir hadise göre Hâtim Tâî cö­mertliği yüzünden nisbeten daha az ve hafif azap görecektir. (Ruh-ul Me’ânî).

    Ne var ki, bu ayetler dikkatimizi çok önemli bir noktaya da çekiyor­lar. O da şudur, iyilik veya kötülük her ne kadar küçük ve önemsiz olursa olsun kendi başına bir değer taşımaktadır ve bunlar gözardı edilecek ve unutulacak cinsten şeyler değillerdir. Bu demektir ki, bir iyilikten, her ne kadar küçük olursa olsun, vazgeçilmemelidir. Damlaya damlaya göl olur. Küçük iyilikler ve sevaplar bir araya gelip Allah katında büyük bir iyilik ve sevap sayılırlar. Aynı şekilde çok ufak ve önemsizdir diye bir kötülük ya da günah işlenmemelidir. Çünkü bu gibi küçük günahlar birikip dağ kadar büyüyebilirler. Hadislerde bu noktaya önemle değinilmiştir. Buhârî ile Müslim’de Hz. Adiyy bin Hâtem’in bir rivâyeti şöyledir. Rasûlullah (a.s.) buyurdular. “Cehennem ateşinden sakının. Eğer bu bir hurma ver­mek ya da iyi bir söz söylemek vasıtasıyla da olsa.” Aynı Hz. Adiyy bin Hatem’in diğer hadisi de şöyledir: “Rasûlullah buyurdular. Su almak iste­yen birinin kovasını kuyuya atmak ya da kendi kardeşlerinizden biriyle güler yüzlü görüşmek gibi iyi ve hayırlı işleri küçük görmeyin.” Buhârî’deki kayıtlara göre, Hz. Ebu Hureyre, Hz. Peygamber (a.s.)’in ka­dınlara şöyle dediğini nakletmiştir. “Ey müslüman kadınlar, bir keçinin ayak ucu bile olsa, bir komşu kadın başka bir komşu kadına bir şey gön­dermeyi küçük görmesin.” Müsned-i Ahmed, Nesâî ve İbn Mâce’de Hz. Ayşe’nin şu hadisine rastlanmaktadır. Rasûlullah (a.s.) derdi ki, “ey Ayşe küçük sayılan günâhlardan sakınmaya çalış, zira Allah katında bunların da hesabı sorulacaktır.” Müsned-i Ahmed’de Hz. Abdullah bin Mes’ûd’un şu hadisine rastlanmaktadır. Rasûlullah (a.s.) buyurdular. “Küçük günâhlar­dan sakının, zira bunlar bir gün insan üzerine toplanacak ve onu nihayet boğacaklardır.”

    26.1.11. Âhiret’te Kimse Kimseye Yardımcı Olmayacaktır

    Kur’ân-ı Kerîm’in ahiretle ilgili ifade ettiği son önemli nokta, öbür dünyada kimsenin kimseye yardım edemeyeceğidir. Orada herkes kendi­sini düşünecektir. Anne, baba, kardeş, koca, karı, eş, dost, pır veya mürit kimse, kimsenin yardımına koşamayacak, her ne kadar arzu ederse de yar­dım edemeyecektir. Herkes dünyada yaptıkları veya yapamadıklarıyla baş başa kalacaktır. Amel defterinde ne yazılıysa onunla yetinmek zorunda kalacaktır. Bir kişinin zerre kadar günâhını başkası alamayacaktır. Aynı şekilde bir kişi zerre kadar sevâbını başkasına devredemeyecektir. Zâten normal adâlet kuralları buna müsaade etmez. İlâhî adalet te buna meydan vermeyecektir. En son söz, en son karar Mâlik-i Yevmûd-Din olan Rabb­ul ‘Âlemin’in elinde olacaktır. Allah’ın mahkemesinde Allah’ın izin ver­mediği kimse ağzını açmaya ve başkaları için şefaatte bulunmaya cesaret edemeyecektir.

    “Günah işleyen bir kimse başkasının günahını çekmez. Eğer günah yükü ağır gelen bir kişi başka birini onu taşımaya çağırırsa, bu akrabası da olsa kendisine ondan bir şey yükletilmez.” (Fâtır; 18)

    Yani Allah katında herkes kendi amelinin sorumlusu olacaktır ve bu­na göre ya cezalandırılacak ya da mükâfatlandırılacaktır. Bu yüzden Cenâb-ı Allah’ın bir kişinin amel yükünü başkasına atmasına hiçbir imkân yoktur. İlâhi mahkemede kimse kimsenin amel yükünü alamayacak ve kimse kimseyi kurtaramayacaktır. Bu sözleri söylemenin bir sebebi de Mekke’de İslâmî davete evet diyen bazı kimselere mani olunması ve eş dostlarının, “Atalarınızın dinini bırakıp yeni dini kabul etmeyin, azap da olsa sevap da olsa, bizim boynumuzda olacaktır” demeleriydi.

    Bunun için, yukarıdaki ayette ilk önce Allah’ın adaletinin önemi vur­gulanmış ve Allah katında bir kişinin günâh ve sevabının başkasına atıla­mayacağına işaret edilmiştir. İkinci cümlede de deniliyor ki, bugün “bize güvenerek küfredebilir ve günah işleyebilirsiniz; kıyamette sizin günahı­nızı biz üstleneceğiz” diye sizi kötülüğe ve günâha sevk edenler aslında yalan söylüyorlar. Kıyamet gelince yalanlarının meydana çıktığını göre­ceklerdir. O gün zaten kendi yaptıklarının hesabını veremeyecek ve baş­kalarının yardımına muhtaç olacak bu kişiler, sizi açıkça aldatıyorlar. Kı­yamette, Mahşer’de kardeş kardeşe ve baba oğluna sırtını çevirmiş olacak­tır. Kimse kimsenin günahının zerre kadarını üstüne alamayacaktır.

    “O gün insan kaçar: Kardeşinden. Anasından ve babasından. Karı­sından ve çocuklarından. O gün bunlardan herkesin kendisine yetecek bir işi vardır.” (Abese; 34-37)

    Yani Mahşer’de bir insan, dünyada kendisine en yakın olan ve kendi­sinin en çok sevdiği akrabalarının zor durumda olduğunu görünce onlara yardım edeceği yerde kendisini yardıma çağırmasınlar diye onlardan ka­çacaktır. Yukarıdaki ifadenin bir manası da şu olabilir: Dünyada Allah’tan korkmadan ve ahireti düşünmeden bu kişiler birbiri için çeşitli günahlar işliyordu ve birbirini kötü yola sevk ediyorlardı. Fakat ahirette bu ortak­laşa kötü hareket ve günahların kötü neticesini gördükten sonra herkes birbirinden kaçmaya çalışacaktır. Böylece başkalarının günah ve sapıklık­larının sorumluluğu kendilerine yüklenmesin diye onlardan bucak bucak kaçacaklardır. Herkes birbirine şüphe ve korkuyla bakacaktır. Ama bu he­rifler mahkemede aleyhimizde şâhidlik yapmasın diye, kardeş kardeşten, evlâtlar anne ve babalardan ve karılar kocalarından kaçacaklardır.

    “Hiçbir dost bir dostu sormayacak. Onlar birbirine gösterilir. Gü­nahkâr o günün azabına (karşılık şunları) fidye olarak vermeyi ister; ev­latlarını karısını ve kardeşini. Kendisini barındırmakta olan akrabasını. Ve yeryüzünde olanların tamamını; sonra kendisini kurtarsın.” (Mearic; 10-14)

    Yani, Mahşer’deki muhakeme gizli, saklı olmayacaktır ki, kimse hiç­bir şey görmesin. Hayır, her şey herkesin gözünün önünde olacaktır. Ak­rabalar, akrabalarıyla yüzleştirilecek, arkadaşlar da arkadaşlarının önüne çıkarılacaktır. Herkesin akrabaları, yakınları ve dostları gözlerinin önünde olacaklardır, ama onlara neler olduğunu, başlarına neler geldiğini sormaya cesaret edemeyecektir. Zira onu hep kendi akıbeti düşündürecektir. He­saplaşma ve cezanın şiddetinden kurtulmak için herkes kendi akraba ve yakınlarını birer fidye olarak kullanmak isteyecektir. D isteyecektir ki, bu akrabalarını fidye verip canını kurtarsın. Ama buna imkân yoktur. Herkes kendi cezasını kendi çekecektir, kendi hesabını kendi görecektir.

    “O gün zâlimler için acıyacak ve şefaati kabul olunacak kimse yok­tur.” (Mü’min; 18)

    Burada “zalimlerden; Hak’tan sapan, hakkı kabul etmeyen, her türlü haksızlık eden ve başkalarının hakkını yiyenler kasdedilmiştir. Bu ayette kâfirlerin, müşriklerin ve diğer sapık insanların “şefaat” ile ilgili yanlış düşünce ve inançları tümüyle reddedilmiştir. Aslında Allah katında, ahi­rette zâlimlerin şefaatinin sözü bile olmaz. Zira şefaat olunmaları için izin verilen kişiler âncak, Allah’a itaat etmiş ve O’nun yolunu takip etmiş kişi­ler olacaktır. Ayrıca, şefaat eden kişiler de Allah’ın sevgili kullan, pey­gamber v.s. olmalıdırlar. Allah’ın sevgili kulları ise kâfir fâsık ve facir­lerin dostu olamazlar ve onları kurtarmaya da çalışamazlar. Fakat burada kâfir ve sapıkların genel inancının reddi için böyle bir ifade kullanılmıştır. Kâfirler geçmişte ve bugün de diyorlar ki her ne olursa olsun, ahirette biz peygamber ve velilere yalvarıp Cehennem ateşinden kurtuluruz. Onların şefaati sayesinde Cehennem’e gitmeyeceğiz diye kendi kendilerini aldatır­lar. Cenâb-ı Allah bu tür fikir ve inancın yanlış olduğunu bu vesile ile an­latmıştır.

    “Rûh ve meleklerin saf olarak huzuru ilâhide durdukları günde on­lardan hiçbiri konuşmaz. Ancak Rahman’ın müsaade ettikleri müstesna. Ve doğru söylerler.” (Nebe’; 38)

    Yani, Mahşer’de, ilâhi mahkemede Allah’ın hükümranlığı o kadar bü­yük olacaktır ki, ister cin ve melek, ister İnsanlar olsun kimseden çıt çık­mayacaktır. Herkes saf saf Allah’ın huzurunda bulunacak, ama ağzını açamayacaktır. Cenâb-ı Allah konuşma izni vermedikçe kimse tek bir lâf söylemeyecek, mahkemenin işlerine karışmayacaktır. Burada işaret edil­diği gibi, şefaate ancak iki şartla izin verilecektir. Bir; ancak Allah tara­fından izin almış olan bir kişi, yine Allah’ın merhametine nail olan bir ki­şi lehinde şefaatte bulunabilir. İki; şefaat eden kişi de makul ve ölçülü hareket etmeli, gereksiz ve haksız yerde şefaatte bulunmamalıdır. Bundan şu anlam da çıkıyor. Şefaat olunacak kişi mutlaka müslüman olmalıdır. Yani günahkâr olsa da kâfir olmamalıdır. Kâfir için şefaat söz konusu de­ğildir.

    “Öyle bir gündür ki hiç kimse kimseye sahip olamaz. O gün emir Al­lah’ındır.” (İnfitâr; 19)

    26.1.12. Konunun Özeti

    İslâmî davetin işte bu maddesi öylesine kuvvetli, inandırıcı, makul ve tutarlı biçimde ve öylesine açıklıkla anlatıldı ki, kâfir ve müşriklerin “peki, öyleyse atalarımızı mezarlarından çıkar” gibi saçma sapan meydan okumaları hiç de etkili olamadı ve tutunamadılar. Sadece kendi menfaat ve faydaları için kavga ve münakaşa edenler elbette ki menfi tutumlarını sürdüreceklerdi, inatçılıklarını bırakmayacaklardı. Ama, bu bir avuç dik başlı inatçı kişilerin dışında akıl ve mantığın sesini anlayan pek çok kişi vardı. Bunlar ahiretin ne imkânsız ne de akla ters olacağını düşünüyorlar­dı. Allah’a hesap vermek fikrinden yoksun olan bir insanın dünyada hak hukuk ve adaletin bütün kurallarına tamamıyla uyacağını kimse garanti edemez. Ayrıca, kâinatımız ve hayat düzenimiz yok olup, kıyamet, Mah­şer ve ahiret gerçekleşmeden bütün İnsanlar diriltilip cezalandırılmadan veya ödüllendirilmeden insanların gerçek ve mükemmel bir şekilde hak ve adalet bulmalarının başka yolu da yoktur.

    26.2. AHLÂK VE FAZİLETLE İLGİLİ HÜKÜMLER

    İslâmi davet, yukarıda bahsettiğimiz temel akide ve inançlar hakkın­da gayet inandırıcı ve etkileyici deliller verdikten sonra herkesin önüne ahlâk ve faziletin geniş, müstakil ve daimî bir nizamını sundu. Kur’ân-ı Kerîm’i okuyan ve dinleyen bir kişi, İslâm’ın ahlâk mefhûmunun ne oldu­ğunu, nasıl bir ahlâkı benimsediğini, nasıl bir ahlâkı reddettiğini, insanlı­ğın hangi şeklinin müslümanlarca makbul olduğunu ve insanların hangi davranış ve hareketlerini tasvip etmeyip, değiştirmek veya tamamıyla or­tadan kaldırmak istediğini, ne tür insan ve cemiyetler yaratmak istediğini, kötülüğü nasıl gördüğünü, bunun sebeplerini nasıl tesbit ettiğini, bunun insan toplumunda ne şekillere büründüğünü, iyiliğe nasıl baktığını, iyili­ğin kaynağının ne olduğu, bunun gelişme ve yayılmasının yollarının ne olduğunu nasıl anlattığını kolayca anlayabilir. Kur’ân-ı Kerim, İslâm’ın gayesinin zâten kötülük ve günâhın bütün sebeplerini ortadan kaldırmak, iyilik ve sevap yollarını aramak ve genişlemek olduğunu ifade etmiş, bi­reysel ve toplumsal düzeyde kötülüklere son verip iyilikleri tesis etmek olduğunu açıklamıştır. Kur’ân-ı Kerîm’in bu ifade ve açıklamaları öylesine açık, ayrıntılı, etkileyici, sürükleyici büyüleyici ve akla ve mantığa yat­kındı ki, Cahiliyye toplumunun etkisiyle yüzyıllardan beri ahlâksızlığın en alt düzeylerine inmiş olanlar bile, İslâmî davetin bu hikmetini anla­makla ve kavramakta gecikmediler. Onlar, İslâmiyet’in kötü olarak nite­lendirdiği şeyin gerçekten insanlığın yüz karası olduğunu ve bu Hak di­nin, fertler ile cemiyetleri içine sokmak istediği kalıbın insanlığın en iyi örneği olduğunu anlamakta gecikmediler.

    26.2.1. Ahlâk İle İlgili Bazı Temel Gerçekler

    İslâm’ın ahlâk ve fazilet kavramının İnsanlar tarafından iyice anlaşıl­ması için kendilerine bazı temel gerçekler anlatıldı.

    “İnsan ve onu yaratana. Sonra da ona kötülüğünü ve takvasını ilhâm edene yemin ederim ki, Muhakkak nefsini ıslâh ve temiz kılan kişi felâha ermiştir. Onu kirleten de mahv ve helâk olmuştur.” (Şems; 7-10)

    Burada denilmek isteniyor ki, Cenâb-ı Allah insana, hayat sürmesini en uygun şekilde mümkün kılacak vücut, boy, eller, ayaklar ve beyin v.s. bahşetmiştir. Cenâb-ı Allah, insana görmek, işitmek, dokunmak, tatmak ve koklamak için, oranları ve özellikleri bakımından, kendisine en iyi bil­gi aracı olabilecek duyular vermiştir. Allahu Teâlâ, insana, dünyada insa­nın yapabileceği işleri becermek için akıl ve fikir, ikna kabiliyeti, hayal gücü, hafıza, fark gözetme ve ayırım yapma yeteneği, karar ve irade gücü ve diğer pek çok zihinsel kuvvet ve meziyet vermiştir. Yüce Allah, insanı, içgüdü ve tabiatı bakımından kötü veya doğuştan günahkâr değil, iyi ve dürüst olarak yarattı. Böylece, doğru yolu takip etmek istediği zaman bu­na meyletmesine açık kapı bıraktı.

    Yukarıdaki “ilhâm” kelimesinin özel bir anlamı vardır. İlham kelime­si ıstılah olarak Allah tarafından bir kavram veya fikrin, kuluna gayrı şuûrî olarak aktarılması anlamına gelmektedir, insana kötülük ve takvânın ilhâm edilmesinin iki manâsı vardır. Birincisi, Cenâb-ı Allah insanın tabi­atında iyilik ve kötülüğü ve her ikisinin eğilim ve yeteneğini yaratmıştır ve insan bunları zaman zaman kendi kendine hissetmektedir. İkincisi, Cenâb-ı Allah, insanların bilinçaltında, ahlâkta iyi ve kötü diye bir şeyin bulunduğu, iyi ve güzel ahlâk ile kötü amellerin aynı olmadığı, kötülükten kaçınılması ve takvânın geliştirilmesi gerektiği gibi kavram ve fikirler bu­lundurmuştur. Bu kavramlar İnsanlar için yabancı değillerdir, aksine bun­ları çok iyi bilmektedirler ve Yaratan, herkese iyi ile kötü arasında ayırım yapma kabiliyetini doğuştan vermiştir.

    Yukarıdaki ayetlerde insanların kendi nefislerini ıslâh etmeleri ve te­miz kılmaları halinde felâha kavuşacakları kaydedilmiştir. İnsan kendi ta­biatında varolan kötülükleri bastırmalı ve tamamıyla etkisiz hale getirme­li, buna karşılık iyilikle ilgili yetenek ve meziyetlerini alabildiğine geliş­tirmelidir. İnsan ebedi refah ve mutluluğu ancak bu şekilde elde edebilir. Fakat bunun tam aksine iyilik yeteneğini ve takvasını zedeleyen, hatta ta­mamıyla yok eden, buna karşılık kötülüklerini alabildiğine geliştiren bir kişi mahv ve helâk olacaktır. Ahirette büyük bir azap göreceği gibi dünya­da da zararlarından kurtulamayacaktır.

    “Gerçekten biz inşam karışık bir damla nutfeden yarattık. Ve onu imtihan edeceğiz. Bunun için onu işitici ve görücü kıldık. Gerçekten biz ona, (doğru) yol gösterdik. İster şükredici olsun ister kâfir.” (İnsan; 2-3)

    Erkek ile dişinin karışık nutfesinden sadece insan değil, hayvan da doğar. Ancak insan ile hayvan arasında fark vardır. Şöyle ki, hayvan bu dünyaya bir imtihan için gönderilmemiştir. İnsan ise imtihan için yaratıl­mış ve buraya gönderilmiştir. Bu sebeple, Cenâb-ı Allah insanları hayvan­ların aksine işitici, görücü, ilim ve irfan sahibi yapmıştır. Allah insanlara bu meziyetleri, kuvvet, kudret ve nimetleri vermenin yanı sıra, onlara doğ­ru yolu da göstermiştir, ki bu şekilde Allah’ın kulları olarak O’na şükretme ve küfretme yollarının neler olduğunu öğrenebilsinler. Eğer İnsanlar dün­yadaki imtihanı iyi puanlarla geçmek istiyorlarsa küfr değil, şükr yolunu seçmelidirler.

    “Biz ona iki göz vermedik mi? Bir dil ve dudak yaratmadık mı? Ona iki yol gösterdik.” (Beled; 8-10)

    Burada bahsedilen “gözler”, inek ve koyunların gözleri değil, insanla­rın gözleridir. İnsanlar gözlerini açıp etrafa bakarlarsa hakikati gösteren ve iyi ile kötü arasındaki farkı belirleyen işaretleri görebilirler. “Dil ve du­daklarda da konuşma vasıtaları değil, sağduyu ve iyi ile kötüyü değerlen­dirme kabiliyeti anlatılmak istenmiştir. Yani, bu insanî azaların ardında düşünen ve karar veren bir kafa vardır. Daha sonra denilmek isteniyor ki, insana akıl ve mantık, ilim ve irfan verilmekle yetinilmemiştir. İnsana doğru ile yanlış, iyi ile kötü yollar arasındaki fark da iyice anlatılmış ve gösterilmiştir. Ancak bundan sonra seçim yapma hakkı kendisine veril­miştir.

    “Biz insanı en güzel sûrette yarattık. Sonra onu aşağıların en aşağı­sına çevirdik. Ancak iman edip sâlih amel işleyenlere mihnetsiz ecir ve tükenmeyen mükâfat vardır.” (Tin; 4-6)

    Yani, Yüce Allah insana ilk önce en güzel ve en uygun bir vücut bah­şetti. İnsan vücudu, diğer canlıların en iyisi ve en mükemmelidir. Cenâb-ı Allah insana daha sonra akıl, fikir, ilim, irfan ve zekâ gibi yüksek meziyet ve erdemler verdi. Fakat insan iman ve sâlih amel yolunu terk edip vücut ve kafasının bütün güçlerini kötü yolda kullanmaya çalışınca Allah da onu düşürdükçe düşürür, öyle ki insan mahlûkların en âlâsı durumunda iken en rezil ve alçak seviyeye inmiş olur.

    İnsan toplumunda bunun sayısız örnekleri vardır. Hırs, ihtiras, menfaatçilik, şehvet, paraya tapma, zina, kumar, sarhoşluk, öfke, kin ve nefrete kapılan bir şahıs alçaldıkça alçalır ve en âdi en rezil yaratık olup çıkar. Meselâ, bir milletin kin, nefret ve düşmanlık ateşiyle yanarak başka bir millete en acımasızca ve en alçakça muamelede bulunduğunu hepimiz bi­liriz. Kin ve nefret insanı yırtıcı bir hayvan yapıverir. Hatta öfkeli bir in­san hayvanı bile geçer. Vahşî bir hayvan sadece kamı acıktığı zaman ava çıkar ve başka hayvanlara saldırır; hayvan katliam yapmaz. Ama insan hemcinslerinin katliamını yapar, hem de iğrenç bir tavırla ve büyük bir zevkle. Yabanî bir hayvan sadece kendi pençe ve dişlerini kullanır. Fakat insan gibi akıllı bir mahlûk, hemcinslerini öldürmek ve onlara akıl almaz eziyetler vermek amacıyla korkunç silah ve araç-gereçler icat eder. Bu si­lahlar köyleri, kasabaları ve şehirleri bir anda yok edebilirler. Bir hayvan başka bir hayvanı ancak yaralar veya öldürür. Ancak insan hemcinslerine işkence yapmak için öyle yollar ve araçlar icat etmiştir ki aklımız durur. İnsanın düşmanlığı ve intikam ateşi öylesine alevlenebilir ki, düşman ka­dınlar toplu halde çıplak yürütülür, bir kadına 10-20 kişi tecavüz eder; ba­ba, anne, kardeş ve kocaların önünde kız, kardeş ve karılarının ırzına geçi­lir, çocuklar anne ve babalarının gözlerinin önünde kurşuna dizilir veya kılıçtan geçirilir, anneler çocuklarının kanlarını içmeye mecbur edilir, İnsanlar diri diri yakılır, toprağa gömülür. Dünyadaki en vahşi hayvanlar bi­le insanların bu vahşetini yapamazlar. İnsanların diğer kötülük ve günahla­rı da aynıdır, İnsanlar bunlara öylesine müptelâ oluyorlar ki bu hareketle­riyle, kendilerinin, mahlûkların en rezili olduğunu ispatlamış oluyorlar. İn­sanların dinî inançları da öyledir. En kutsal sayılması gereken din ve dinî inançlar en aşağı noktaya kadar indiriliyor. Öyle ki, İnsanlar ağaçlara, hay­vanlara, taş ve topraklara tanrı ve tanrıça diye tapmaya başlıyor. O kadar alçalıyorlar ki, erkek ve kadın cinsel organlarına bile tapıyorlar ve tapınak­larda açıkça fuhuş yapılmak üzere rahibe ve hizmetçiler bulunduruyorlar. İnsanların tanrı ve tanrıça dedikleri nesne ve varlıklar hakkında yüz kızar­tıcı hikâye ve destanlar uydurulup bunlara mitoloji ismi veriliyor.

    Kur’ân-ı Kerîm bu gerçekleri anlattıktan sonra insan nefsinin üç ayrı çeşit olduğunu açıklamıştır. Bir, nefs-i emmâre, ki insanı kötülüğe sevk eder (Yusuf; 53). İki, nefs-i lev vâme (kınayan nefis), ki insan, kötülüğü düşündüğü, yapmaya karar verdiği veya yaptığı zaman, her safhada onu ikaz eder ve kötülüğü yaptıktan sonra da kendisini lanetler (Kıyâme; 3). Üç, nefs-i mutme’inne, ki kalp rahatlığıyla kötü yolu bırakıp iyi yolu se­çer. Bu nefis hiçbir zaman kötülüğün meyvelerini yememesi ve zevklerini tatmamasından dolayı pişmanlık duymaz ve iyilik ve sevap için birçok şeylerden mahrum kalması, bazı fedakârlıklarda bulunması ve bazı zor­luklar çekmesinden bir burukluk, bir acı duymaz. Pişmanlık, burukluk ve acı şöyle dursun, kötülüğün bataklığından kurtulması ve iyiliğin nimetle­rine kavuşmasından haz ve memnuniyet duyar. İşte bu üçüncü çeşit nefis, Kur’ân-ı Kerîm tarafından Allah’ın en beğendiği nefis ilân edilmiş ve buna cennetin müjdesi verilmiştir (Fecr; 27-30).

    26.3. CEHÂLET VE DALÂLETİN SEBEPLERİ

    Bundan sonra Kur’ân-ı Kerîm, genellikle insanların ve özellikle Arap kâfir ve müşriklerinin cehâlet ve dalâlete sürüklenmelerinin sebeplerini sı­ralamıştır:

    26.3.1. Ataları Körükörüne Taklit

    Ataları körükörüne taklit etmenin ilk safhası, babadan oğula geçen din ve dinî inançlardır. Eski din ve dinî inançlara, sadece babalar ve dede­ler böyle yapıyorlarmış diye bağlı kalınıyor. Bu hususta hiç akıl ve mantık kullanılmaz ve ecdâd’ın, iyi mi yoksa kötü mü yaptığı araştırılmaz. Bu kö­rükörüne taklide cevap olarak Kur’ân-ı Kerîm, sadece bunun, ataların bir geleneği olduğunu ifade etmekle yetinmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu husus­ta tarihten pek çok misaller verilmiştir.

    Meselâ, Kur’an-ın dediği gibi, Hz. Hûd (a.s.), Âd kavmini kötülükler­den menettiği ve doğru yola gelmelerini öğütlediği zaman Âd kavmi bü­tün delil ve nasihatleri reddedip kendisine şöyle dedi.

    “Yalnız Allah’a ibadet edip babalarımızın taptıklarını terk etmemiz için mi geldin?” (A’raf; 70)

    Hz. Sâlih (a.s.) Semûd kavmine nasihatte bulunduğu zaman da şu ce­vabı aldı.

    “Ey Sâlih bundan önce sen aramızda hatırı sayılırlardan biri idin. Şimdi bizi babalarımızın taptığı şeylere tapmaktan men mi ediyorsun? Doğrusu, senin dâvet ettiğin şeyden şüphedeyiz.” (Hûd; 62)

    Hz. Şuayb Medyenlileri günâhlardan sakınmaya çağırdığı zaman da benzeri bir cevapla karşılaştı.

    “Ey Şuayb, babalarımızın taptıklarını terk etmemizi yahut malları­mızda istediğimizi yapmamayı dinin mi sana emrediyor?” (Hûd; 87)

    Hz. İbrahim (a.s.) babasına ve kavmine, “sizin tapmakta olduğunuz bu heykeller nedir?” diye sorduğunda şu cevabı almış: “Babalarımızı bun­lara ibâdet eder bulduk.” Bunun üzerine Hz. İbrahim kendilerine açıkça söyledi. “Yemin olsun, siz ve babalarınız açık bir sapıklık içindesiniz.” (Bk: Enbiya; 52-54). Hz. İbrahim daha sonra kendilerine şu soruyu yö­neltti. “Çağırdığınız zaman onlar sizi işitiyorlar mı? Size bir fayda veya zararları oluyor mu?” Fakat, onlar dediler ki, bizim için onların bizi işitip işitmemeleri veya bize faydalarının olup olmaması önemli değildir, biz onlara tapıyoruz, zira, “biz babalarımızı böyle yapar bulduk.” (Bk: Şuara; 72-74).

    Hz. Musa (a.s.) birçok Mu’cizeler gösterdikten sonra Firavun ve sarayındakileri Hakka davet edince kendileri şöyle dediler:

    “Babalarımızı üzerinde bulduğumuz dinden çevirmek üzere mi geldiniz?”(Yunus; 78)

    Bu misalleri verirken Kur’ân-ı Kerîm, bütün cahil milletlerin, pey­gamberlerin davetini bu suretle reddettiklerini ifade etmiştir. Nitekim geç­mişteki milletlerin genel tutumundan bahsederken bu milletlerin kendi peygamberlerinin açık nasihat ve ikazlarına ancak şöyle cevap verdiğini belirtmiştir.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                       

    “Siz de bizim gibi insansınız, bizi babalarımızın ibâdet ettiği şeyden çevirmek istiyorsunuz.” (İbrahim; 10)

    Kur’ân-ı Kerîm başka bir yerde şu ifadede bulunmuştur.

    “Bunun gibi, senden önce hangi memlekete bir peygamber gönder­diysek o (memleketin) ileri gelenleri, ‘Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Ve onların izlerine uymuşuz’ dediler. (Her peygamber kendi üm­metine) ‘atalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu size getirdimse de mi’ dediğinde onlar. ‘Biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şey­lere inanmıyoruz’ dediler.” (Zuhruf; 23-24)

    Bu, sadece geçmişte ve eski çağlarda cahil milletlerin tavrı değildi. Cahil milletler her devirde ve her yerde hidayet, ilim ve irfan ışığına karşı gelmiş ve kendi atalarının Cehennem’e gitmelerine bile yol açan dinî inançlarına, örf ve âdetlerine bağlı kalmışlardır. (Lukman; 20-21)

    Bu misalleri verdikten sonra Kur’ân-ı Kerîm, doğrudan Kureyşliler ile Arap’ları ikaz etmiş ve kendilerinin, takip ettikleri din, örf ve âdetlerin doğru olup olmadığını araştırmadan bunlara bağlı kalan milletlerden farklı olmadıklarına işaret etmiştir. Saffât sûresinde şöyle denilmiştir.

    “Çünkü onlar babalarını sapıklıkta buldular. Kendileri de onların iz­leri üzerinde koşturuluyorlardı.” (Ayet; 69-70)

    Hûd sûresinde Hz. Rasûl-ü Ekrem’e hitap edilerek şöyle buyurulmuş­tur.

    “Onlar atalarının bundan evvel taptığı gibi taparlar. Biz de, onlara nasiplerini (cezalarını) eksiksiz veririz.” (Ayet; 109)

    Kur’ân-ı Kerîm’de Kureyşliler ve diğer Arap’ların çıplak olarak ve hiç utanmadan ulu orta dolaşmalarına dikkat çekilmiştir. Hem Hz. Peygamber (a.s.) hem Kur’ân-ı Kerîm, Arap’ların bu kötü ve iğrenç alışkanlıklarını terketmelerini isteyince bunun da bir ata yadigârı olduğunu belirterek alış­kanlıklarını sürdürmekte ısrar ettiler. Nitekim, A’râf sûresinde şöyle buyu­rulmuştur.

    “Müşrikler fena bir iş istediklerinde: ‘Babalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah bize bununla emretti,’ derler. De ki: ‘Allah hiç bir zaman kötülüğü emretmez. Allah üzerine bilmediğiniz şeyi mi söylüyorsunuz?” (Ayet; 104)

    Aynı şekilde Arap kâfirler helâl ve haram ile ilgili akide ve inançları da atalarından devraldıklarını söylüyor ve bu hususta hiçbir değişiklik yapmaya razı olmuyorlardı. Halbuki onların helâl dedikleri bazı şeyler çok iğrenç ve büyük günahtırlar. Aynı şekilde haram ilân ettikleri bazı şeyler İslâmiyet’e göre caiz ve uygundu. Bu hususu Bakara sûresinde şöyle denilmiştir.

    “Onlara (Yahudilere) Allah’ın indirdiğine uyun denildiğinde, ‘Biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye tabi oluruz’ derler. Babaları bir şey anlamaz ve hidâyeti bulmaz takımından iseler yine onlara uyarlar mı?” (Ayet; 170)

    En’am sûresinde körü körüne taklid öylesine şiddetli ve hiddetli bir biçimde reddedilmiştir ki, Arap kâfirlerin en inatçısı bile yanlış bir yolda olduklarını düşünmekten kendilerini alamamış olabilirler, ilgili ayetler şöyledir:

    “Müşrikler ekinlerin hâsılatından ve ehli hayvanlardan Allah’a hisse ayırırlar. Kendi boş zanlarınca, ‘bu Allah için, bu da ma’butlarımız için’ derler. Mabutlarına ait olanlar Allah’a ulaşmaz. Amma, Allah’a ait olan­lar (evet) onlar ortaklarına gider. Hükmeyledikleri şeyler ne kötüdür. Onları helâka sevk etmek ve dinlerini karıştırmak için putları (hizmetçile­ri) birçoklarına evlatlarını öldürmeyi iyi gösterdiler… Onlar batıl zanları ile ‘bu davarlar ve ekinlere haramdır. Onları ancak bizim dilediğimiz kimseler yerler’ dediler. Bazı hayvanların binmek ve yük yüklemek gibi arkalarını haram kıldılar. Ve bazılarını da boğazlarken üzerlerine Al­lah’ın ismini zikretmezler (anmazlar). Ve bununla da Allah’a iftira eder­ler. Allah onların bu iftiraları yüzünden cezalandıracaktır. ‘Bu davarla­rın karnında olan yavru, erkeklerimize helâl ve kadınlarımıza haramdır’ dediler. Eğer yavru ölü ise erkek ve kadın bunu yemekte ortaktırlar. Al­lah onların bu hallerinin cezasını verecektir. En’am sekiz çeşittir. Koyun­dan iki ve keçiden iki, müşriklere sor ki, ‘Allah bunların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa dişilerinin karnındaki yavruları mı haram etti? Eğer sözünüzde doğru iseniz bunu bilerek haber veriniz. Deveden iki, sığırdan iki. Bunların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa dişilerinin karnındaki bulunanı mı haram etti? Allah bununla size vasiyet buyurduğu zaman ha­zır mıydınız? Cahilane, halkı saptırmak için Allah üzerine yalan iftira edenden daha zâlim kim vardır? Allah zâlim olan kavmi hidâyete erdir­mez!” (Ayet; 136-139,143-144)

    26.3.2. Büyük Adamları ve Din Adamlarını Yanlış Taklit

    Ecdâd ve ataları taklit etmek gibi, büyük adamları ve din adamlarını taklitte mübalağa etmek de, milletlerin mahv ve perişan olmalarına sebep olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de belirtildiği üzere, ecdadı taklit gibi, büyük adamların, mevki ve makam sahiplerinin, liderlerin, zengin ve nüfuzlu ki­şilerin ve dinî liderlerin de sırf büyük ve şöhretli kişilerdir diye taklit edilmesinin, insanların, toplumların ve milletlerin yanlış yola sevk edilmesine, hattâ onların felâkete sürüklenmelerinde büyük rolü vardır. Kur’ân-ı Kerîm büyük adamların peşinden körü körüne koşanları da ikaz etmiş ve Ahirette büyük pişmanlık duyacaklarını ve şöyle yalvaracaklarını kaydet­miştir.

    “‘Ey Rabbimiz, Biz reislerimize ve büyüklerimize tabi olduk. Onlar bizi yanlış yola götürdüler’ diyecekler. ‘Ey Rabbimiz onlara azabı iki kat ver. Onlara en büyük lânetle lânet et’ (diyecekler.)” (Ahzab; 67-68)

    “Ey Rabbimiz, cin ve insanlardan bizi yolumuzdan şaşırtanları bize göster de onları ayaklarımızın altına alalım. Böylece en aşağıda kalan­lardan olsunlar.” (Fussilet; 29)

    “Azabı gördükleri ve ondan kurtulmak için her türlü çarenin münkatı (kesilmiş) olduğu zaman, kendilerine uyulanlar, tâbi olanlardan uzaklaş­tıklarında (teberri eylediklerinde) Tâbi olanlar, ‘Eğer bize tekrar dünya­ya dönüş olsa, onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzakla­şırdık’ derler. İşte böylece, Allah onlara bütün yaptıklarını hasretler ha­linde kendilerine gösterecektir. Onlar Cehennemden çıkmazlar.” (Bakara; 166-167)

    “Zâlimleri Rabblerinin huzurunda dururken bir görsen. Onlardan bazısı bazısına söz söylerler. Zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara, ‘Eğer siz olmasaydınız biz mü’minler olurduk’ derler. Büyüklük taslayanlar za­yıflara, ‘Size hak geldikten sonra ondan sizi biz mi çevirdik. Hayır siz kendiniz suçlu idiniz’ cevabını verirler. Zayıf kabul edilenler de büyüklük taslayanlara, ‘hayır gece ve gündüz bizi aldatıp, bizi Allah’ı inkâra ve O’na ortaklar koşmağa sevk ve emrediyorsunuz’ derler. Azabı gördükleri zaman hepsi pişmanlıklarını izah ederler. Biz de kâfirlerin boyunlarına zincirleri takarız. Onlar yaptıklarının gayrısı ile mi cezalandırılacaklar?” (Sebe’; 31-33)

    Kur’ân-ı Kerîm’in inkâr edilmez evrensel bir ilke olarak ortaya koy­duğu gibi, bir toplumun çöküşü ancak lüks içinde yaşayan, müreffeh, zen­gin, mutlu ve yüksek-tabakaların dinî, sosyal ve ahlâkî bozukluğundan ile­ri gelir. Bir milletin uçurumun kenarına gelmesine sebep olan zengin, var­lıklı, kuvvetli ve kudretli kişilerin içki, kumar, fuhuş, zina, zulüm, hırsız­lık adaletsizlik ve katliâm gibi illetlere yakalanmalarıdır. Yüksek sınıftaki lüks ve bolluk içinde yaşayan fertlerin bu rezaletleri, bilâhare bütün mille­tin batmasına yol açar. Nitekim İsra sûresinde şöyle denilmiştir.

    “Bir memleketi helâk etmek istediğimiz zaman, onun şımarmış ele­başlarına emrederiz de, onlar itaattan çıkarlar. Artık üzerlerine azab va­cib olur. İşte o zaman onu kökünden helâk ederiz.” (Âyet; 16)

    26.3.3. Gurur ve Tekebbür

    İnsanların cehalete ve dalâlete sürüklenmesinin üçüncü sebebi gurur ve kibirliliktir. Kur’ân-ı Kerîm bu hakikate işaret ederken, insanların hak ve hakikati anlamak ve kabul etmekten çekinmelerinin bir sebebinin, ken­di yanlışlıklarını teslim etmemeleri olduğunu ifade etmiştir. Kur’ân insan­ların gururunun, onların daha önce yanlış yolda olduktan sonra, doğru yo­lu takip etmelerine engel teşkil ettiğini kaydetmiştir. İnsan kendisinin kü­çük düşürülmesini ve bir hata işlediğinin açıklanmasını sevmez. Bazı kimseler yüksek mevki ve makamda bulunur, itibar sahibi olurlar. Kendi­lerine Hak geldiği zaman Bâtıl’ı bırakmaları, güçlerine gider. Etraftakilerin ne düşüneceklerini merak ederler. Mevki, makam ve itibarlarını kay­bedeceklerini düşünürler. Bazen da bu tip İnsanlar kendilerini herkesten üstün ve yüksekte görürler. Yanlışlıklarını ortaya koyan bir mesaj ve bir davet gelince hiç düşünmeden reddederler. Zira bu dâveti kabul etmeleri sanki kendilerini küçük düşürmüş olur. Kendileri ne kadar cehalet ve dalâlet içinde olurlarsa olsunlar ve karşı taraf ne kadar doğru ve haklı olursa olsun gerçeği bir türlü kabul etmezler, çünkü bunu kendilerine ya­kıştıramazlar! Kur’ân-ı Kerîm bir yandan bu sahte gurur ve büyüklük kompleksini kırmaya, böylece Mekkeli ve Arap müşriklerin yanlış tutum­larını düzeltmeye çalışmıştır, bir yandan da geçmişte pek çok milletlerin felâkete uğramalarına sebep olan bu yanlış tutumu misallerle anlatmıştır.

    Meselâ Nûh sûresinde Hz. Nûh (a.s.)’un şu sözleri nakledilmiştir.

    “Ey Rabbim, ben kavmimi gece ve gündüz dâvet ettim. Fakat benim davetim onlarda ancak (imandan) kaçmayı artırdı. Doğrusu, ben onları mağfiret edesin diye her dâvet edişimde onlar parmakları ile kulaklarını tıkadılar. Ve elbiselerine büründüler. Ve küfürde ısrar ettiler. Son derece kibir gösterdiler!” (Âyet; 5-7)

    Mü’min sûresinde Firavun ile Hz. Musa (a.s.) arasındaki mücadele­den bahsedilirken şöyle denilmiştir. Firavun, Hz. Musa (a.s.)’yı öldürmeyi planladığını açıklayınca hak ve hukuktan yana olan bir nedimi gayet sa­mimi ve etkileyici bir şekilde Mısır hâkimini bu kötü niyetinden vazgeçir­meye çalıştı. O’nun zor kullanarak değil, diplomasiyle ve müzakere yo­luyla Hz. Musa ile barışmasını istedi. Fakat Firavun bu telkinlere hiç ku­lak asmadı ve inatçılığında ısrar etti. Firavun’un bu tutumuyla ilgili olarak Kur’ân-ı Kerîm’de şu ifade kullanılmıştır.

    “Allah işte böyle her mütekebbir zorbanın kalbine mühür vurur.” (Mü’min; 35)

    Yani, hangi kalbe kibir ve cebir (şiddet, zulüm) girerse o kalb, her türlü nasihat ve doğru söze kapanmış olur. Daha sonra Allah o kalbi öyle­sine kapatır ve lanetler ki, kim ne yaparsa yapsın o kalb bir daha hidâyete ve irfana erişmez.

    A’raf sûresinde belirtildiği gibi, Cenâb-ı Allah, Hz. Musa’ya telkin ve nasihatlerini ihtiva eden kitabeler verirken kendisini şöyle ikaz etmişti.

    “Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri, ayetlerime ittiba’dan çevire­ceğim. Eğer bütün Mu’cizeleri görseler ona îman etmezler. Eğer akl-ı seli­min yolunu görseler onu kendilerine yol edinmezler. Ve eğer isyan ve fesât yolunu görseler onu yol edinirler.” (Âyet; 146)

    Bakara sûresinde şöyle buyurulmuştur.

    “İnsanlardan dünya hayatında sözleri senin hoşuna giden vardır ki, O kalbinde olan için Allah’ı şâhid tutar. Halbuki, o en büyük düşmandır. Eğer o yeryüzünde iş başına geçerse fesâd çıkarmaya, ekini ve zürriyeti helâk etmeye koşar. Allah fesâdı sevmez. Allah’tan kork denildiğinde, iz­zet-i nefsi kabarır, ona cehennem kâfidir.” (Âyet; 204-206)

    Müddessir sûresinde Mekkeli bir kabile reisinin durumuna değinil­miştir. Bu kabile reisi, Kureyşli kabile reislerinin Hazreti Peygamber (a.s.)’e yönelttikleri iftira ve itirazlarından vazgeçmelerini istiyor, Kur’an-ı Kerim’in güzel ve etkileyici bir kelâm olduğunu, bunun kökleri sağlam, dalları yapraklı ve meyveli bir ağaç olduğunu söylüyordu. Fakat bu reis ne zaman ki, ya Hz. Muhammed (a.s.)’in Allah’ın rasûlü olduğunu ve da­vetinin de haklı olduğunu söyleyip kabile reisliğini terk etmek veyahut da Rasûlullah (a.s.)’a yalan yanlış iftirada bulunarak kabile reisliğini kurtar­mak arasında seçim yapmak durumunda oldu, o zaman ikinci şıkkı tercih etti. Böylece kendi vicdanına ters düşerek, Hz. Muhammed (a.s.) aleyhin­de tamamıyla asılsız ve yalan bir iftira hazırlayıverdi. Kur’an-ı Kerim bu sinsi ve iğrenç yaratığın halet-i ruhiyesini anlatmak suretiyle maskesini şöyle düşürmüştü:

    “Muhakkak o düşündü. Ve ta’n için ölçü koydu. Helâk olsun, nasıl ölçü koydu. Sonra yine kahrolası, nasıl ölçü yaptı? Sonra dikkatle baktı. Sonra kaşlarını çatıp yüzünü ekşitti. En son arkasını dönüp ululuk tasla­dı. ‘Bu ancak devam eden bir sihirdir’ dedi. ‘Bu insan sözünden başkası değildir.” (Müddessir; 18-25)

    26.3.4. Dünyada Zenginlik ve Fakirliği Hayır ile Şer’in Karşılığı Olarak Kabul Etmek

    Kur’an-ı Kerim, insanların cehâlet ve sapıklığının bir sebebinin de, bir insanın iyi veya kötü amelinin ölçüsü olarak zenginlik ve fakirliğini ele alması olduğunu belirtmiştir. Bazı İnsanlar, bu dünyada kim rahat, lüks ve mutlu bir hayat sürüyorsa, ahlâkı ne kadar kötü ve ameli ne kadar iğrenç olursa olsun, onun başarılı olduğunu sanırlar. Aynı şekilde kim fa­kir ve perişansa, onun dünyada da, ahirette de başarısız olduğuna inanır­lar. Bu, tamamıyla yanlış ve sakat bir düşüncedir. Bir insanın zengin veya fakir oluşunun, dünyada ve ahirette başarılı veya başarısız olmasıyla hiç­bir ilgisi yoktur. Kur’an-ı Kerim, tarihte de bunun bazı misallerinin bulun­duğunu belirtmiş, ayrıca bazı Mekkeli ve Arap müşriklerin de aynı fikirde olduğunu ifade etmiştir.

    Kur’an-ı Kerim’de Hz. Nuh’un hikâyesi anlatılırken, onun kavminin ileri gelenlerinin, davetini, etrafında hep fakir ve cemiyetin alt tabakasın­dan İnsanlar bulunduğu gerekçesiyle, kabul etmediklerini söyledikleri kaydedilmiştir.

    “Sana iman mı edelim? Halbuki sana tabi olanlar bayağı kimseler­dir.” (Şuara; 111)

    Hz. Sâlih’in hikâyesi anlatılırken, Medyenli ileri gelenlerin yeni dine giren fakir kimselere şöyle dedikleri kaydedilmiştir: “Salih’in, Rabbi ka­tından gerçekten gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz?” Buna cevap olarak da fakirler şöyle dediler: “Biz, O’nunla gönderilen şeye iman edenlerdeniz.” Gururlu ve kibirli mümtâz kişiler de şöyle dediler: “Sizin iman ettiğiniz şeyi biz inkâr eyleriz” (A’raf; 75-76). Yani, bu zen­gin ve soylu kişiler kendilerini o kadar yüksekte görüyor ve Hz. Salih’in etrafında toplanan ve O’na tabi olan fakir fukarayı o kadar hakir görüyor­lardı ki, bu fakir insanların kabul ettiği bir dini kabul etmek istemiyorlar­dı. Bu düpedüz bağnazlık ve inatçılıktı.

    Kur’an-ı Kerim daha sonra, peygamberlere muhalefetin her zaman zengin ve soylu kesimden geldiğine işaret etmiştir. Bu zengin ve soylu ki­şiler toplumun en müreffeh sınıfı olduğunu ve bu dünyada mal-mülk, şan-şöhret ve evlat sahibi oldukları için Allah’ın rızasını ve O’nun bütün ni­metlerini kazandığını, kısacası hak yolunda olduklarını sanıyorlardı.

    “Biz hiçbir memlekete azapla korkutucu bir peygamber göndermedik ki, onun zenginleri, ‘biz sizin gönderdiğiniz şeyleri inkâr edicileriz’ deme­sinler. Ve ‘biz mal ve evlatça çoğuz. Ve biz azaplandırıcılardan değiliz’ dediler”. (Sebe’; 34-35)

    Aynı düşünce tarzı Hz. Muhammed (a.s.) zamanında Mekke’de ve Arabistan’da da vardı. Kur’ân-ı Kerim bu hususla Mekkeli ve Arap müş­rikleri de defalarca uyarmıştır. Nitekim Meryem sûresinde şöyle denil­miştir:

    “Kendilerine apaçık ayetlerimiz okunduğunda inkâr edenler, ‘iki fır­kadan hangisi makam itibarı ile daha hayırlı, topluluk yönünden daha güzeldir’ diye mü’minlere sorarlar. Biz onlardan evvel nice asır (halkını) helâk etlik ki, onlar mal ve gösterişçe daha güzeldiler”. (Ayet; 73-74)

    Mü’minûn sûresinde de şöyle denilmiştir:

    “Onlar zannederler mi ki evlâd ve mal vermemizden dolayı, kendi hayırlarına acele ediyoruz? Hayır, onlar anlamıyorlar. Şunlar ki, Rabb­lerinin azabından korkarlar. Ve şunlar ki, Rabblerinin ayetlerine iman ederler. Ve şunlar ki, Rabblerine şirk koşmazlar. Ve şunlar ki, kendileri­ne verilenden verirler. Ve Rabblerinin huzuruna döneceklerinden kalbleri titrer. İşte onlar hayırlarda sür’at yarışı yaparlar. Ve (Cennet’e girişte) önde gidenlerdir.” (Mü’minun; 55-61)

    Aynı noktayı anlatmak amacıyla Fecr sûresinde önce Ad, Semûd ve Firavun gibi son derece gelişmiş, kuvvetli ve muktedir milletler ile salta­natların, isyân etmelerinin neticelerini gördükleri belirtilmiş, daha sonra insanların, hâlâ dünyadaki nimet, servet ve şöhreti medar-ı iftihar saydık­larına ve fakirlik ve sefilliğin utanılacak bir ayıp olduğunu zannettiklerine işaret edilmiş, halbuki bu her iki durumun, dünyada insanların iyi ve sâlih amel yapmaları için bir sınav olduğu ve ikisinin de gerçek refah ve mutlu­luğun simgesi olmadığı vurgulanmıştır. (Bk. ayet; 15-16)

    26.3.5. Nefse Hizmet, Kıyas ve Tahmine Bağlılık

    Kur’an-ı Kerim, insanların sapıklığının nedenlerini araştırırken önem­li bir konuya daha değinmiş ve bazen insanların sadece peşin hükümle ha­reket ettiklerine işaret etmiştir. Kur’an-ı Kerim, insanların sadece kendi nefislerine hizmet ettikleri, hırs ve ihtiraslarını gidermek istedikleri ve sa­dece kıyas ve tahminle bazı kavramlar geliştirdikleri için Hakk’ı inkâr et­tiklerini ve Batıl’a taptıklarını ifade buyurmuştur. Bu adamlar nefislerinin kölesi olup çıkıyorlar. Arzulan ve ihtirasları onları istedikleri istikâmete çekebiliyor. Bunlar bir ân için kendi tavır ve hareketlerini gözden geçirir­lerse gerçeği anlayacaklardır, ama bunu bir türlü yapamıyorlar. Allah’ın verdiği aklı kullanarak ve bilgi kaynaklarına başvurarak yanlış tahmin ve düşüncelerinden vazgeçebilirler, arzu ve isteklerine mani olabilirler. Kur’an-ı Kerim işte bu çarpıklığa parmak basmış ve bu nevi insanların doğru yola gelmelerini istemiştir.

    A’râf sûresinde ilim ve irfan sahibi bir kişi olmasına rağmen sırf ken­di nefsine hizmet ettiği ve ihtiraslarına engel olmadığı için dünyayı seven bir köpek haline gelen kimseler anlatılmış ve bu tür insanların hali hak­kında şöyle denilmiştir:

    “Biz cehennem için cinlerden ve insanlardan birçoklarını bıraktık. Onların kalbleri vardır fakat onunla idrak etmezler. Gözleri vardır fakat onunla görmezler. Kulakları vardır, ama onunla işitmezler. Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Belki daha fazla sapıktırlar. Onlar gafillerin ta kendileridir”. (Ayet; 179)

    Enfal suresinde her şeyi işitmiş olmalarına rağmen hiçbir şey işitme­miş gibi davrandıkları belirtilmiş ve şöyle denilmiştir:

    “Allah katında hayvanların en kötüsü hakkı akıllarına sokmayan dil­siz ve sağırlardır.” (Ayet; 22)

    Burada bahsedilenler, görünüşte dilsiz ve sağır değillerdir. Burada kastedilenler, doğruyu konuşmayan ve işitmeyenlerdir.

    Yunus sûresinde 31’den 35. ayete kadar çeşitli delillerle müşriklerin Allah’a ortak koştukları ilâh ve ilahelerden hiçbirinin tanrısal sıfat taşıma­dığı kaydedilmiş, daha sonra bunların sadece kıyas ve tahmin üzerine tan­rı ve tanrıça ilân edildikleri vurgulanmıştır:

    “Onların çoğu ancak zanna tabi olurlar. Zann ise haktan bir şey ifa­de etmez.” (Ayet; 36)

    Hacc sûresinde geçmişteki sapık ve lânetlenmiş milletlerin kötü akıbetlerinden ve kalıntılarından söz edilmiş ve şöyle buyurulmuştur:

    “Onlar yeryüzünde gezip dolaşmazlar mı? Onlar düşünecek kalbler ve işitecek kulaklara sahip olsunlar. Gerçek şudur ki gözler kör olmaz, fakat sinelerdeki kalbler kör olur.” (Ayet; 46)

    Aynı şekilde Furkan suresinde Nuh, Ad, Semud, Ashab’ur-Rass, Fira­vun’un yandaşları ve Lût kavminin kötü akıbetleri hatırlatılmış, daha son­ra Hz. Muhammed (a.s.)’e hitap edilerek şöyle denilmiştir:

    “Heva ve hevesini kendine mabut ittihaz edineni gördün mü? Sen onun üzerine bir vekil ve muhafız mısın? Onların çoğunu hakkı işitip ve hakkı anlıyorlar mı zannediyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidir. Doğ­rusu, onlardan daha fazla yolunu şaşırmışlardır.” (Ayet; 43-44)

    Aynı hususa Casiye sûresinde de işaret edilmiştir:

    “Hevasını kendisine ilâh edinen kimseyi gördün ya. Allah, onu bir ilim üzerine şaşırtmış kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne de bir perde çekmiştir. Artık ona Allah’tan başka kim hidâyet edebilir? Hâlâ düşün­mez misiniz?” (Ayet; 23)

    26.3.6. Kötülüğü Marifet Sanmak ve Bâtıl’dan Memnun Olmak

    Kur’an-ı Kerim, fert ve cemiyetlerin doğru yoldan sapıp uçurumun kenarına gelmelerinin bir sebebinin de insanların kötülüğü bir marifet ve hüner saymaya başlamaları ve Hakk’a karşı gelmekten hiçbir rahatsızlık duymamaları ve vicdan azabı çekmemeleri aksine bundan gayet memnun olmaları olduğuna işaret etmiştir. Nitekim, Fatır sûresinde şöyle buyurul­muştur:

    “Kendisine fena amel süslü gösterilip onu güzel gören, hidayete mazhar olan kimse gibi midir?” (Ayet; 8)

    Mü’min sûresinde ise şöyle denilmiştir:

    “Size bu azab yeryüzünde haksız olarak şımarıklık etmenizden ve ki­birlenmenizden dolayıdır”. (Ayet; 75)

    26.3.7. İyilik ve Hakka Bağlanmakla Dünyadaki Hayatın Zehir Olduğu Yolundaki İnanç

    Kur’an-ı Kerim’e göre bu da insanların dalâletinin mühim bir sebebi­dir. A’raf sûresinde buyurulduğu gibi, Hz. Şuayb (a.s.) kendi kavmini ölçü âletlerine ve alışverişe hile karıştırmaktan, yolcuları ve ticaret kafilelerini soymaktan ve diğer kötülüklerden menetmek istediği zaman o kavmin mümtaz kişi ve eşrafı halka şöyle seslendiler:

    “Eğer Şuayb’a uyarsanız o zaman en büyük zarara uğramış kimseler olursunuz.” (Ayet; 90)

    Güya onlar demek istiyordu ki, iyilik ve dürüstlük neye yarar ölçü âletleriniz ve ticaretinizde dürüst davranırsanız kâr edemezsiniz. Hırsızlık ve soygun yapmaz ve ticaret kafilelerine saldırmazsanız. para ve servet ka­zanamazsınız, geçiminiz zorlaşır. Benzeri sözleri Kureyşli kabile reisleri, Hz. Rasûl-ü Ekrem (a.s.)’e de söylemişlerdi.

    “Eğer biz doğru yola uyar, seninle beraber olursak memleketimizden çıkarılırız.” (Kasas; 57)

    Yani, biz bugün rahat ve mutlu bir hayat yaşıyorsak bunun sebebi, bi­zim halkı kandırmamız ve onlardan menfaat temin etmemizdir. Biz halka dini, içtimai, ekonomik ve siyasi alanda liderlik ve önderlik yapıyoruz. Fakat, Hz. Muhammed (a.s.)’e uyup O’nun dinini kabul edersek bütün bu tezgâhımız ortadan kalkmış olacak ve hiçbir kazanç elde edemeyeceğiz.

    26.3.8. Şefaat İle İlgili Müşriklerin İnancı

    Şefaat ile ilgili yanlış düşünce ve inanç, ta ilk çağlardan beri insanla­rın kötü yola sapmalarının başlıca sebeplerinden biri olmuştur. Arabis­tan’da İslâm dininin inkişafı sırasında da bu yanlış inanç önemli bir engel teşkil etmiştir. Arap müşriklerde yaygın olan inanca göre Allah’ın bazı sevgili kulları kedilerini cehennem ateşinden mutlaka kurtaracaklardır. Araplar bu “sevgili kullar”ın ya da tanrıların, Allah katında söz sahibi ol­duklarına ve kendilerine her zaman tapıldığı ve adaklar adandığı takdirde ahirette kendine tapanları Allah’ın azabından kurtaracaklarına inanıyorlar­dı. Ahirette kurtuluşun bu kısa yolu varken, dünya nimetlerinden vazgeç­meye, pek çok fedakârlıklar yapmaya ve iyi ve dürüst bir hayat sürmeye ne gerek vardı? Arap müşrikler kendi kendilerini şöyle avutuyorlardı: “Biz bunlara ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz” (Zümer; 3). Onlar, şöyle düşünüyordu: Allah çok büyük ve çok uzakta olan bir varlık­tır. Biz O’na yaklaşamayız. Ama bizim aracılarımız bu ilâh ve velilerdir. Bunlar bizi her zor anda kurtarırlar. Bunlar icabında bizim için Allah’a tavsiye ve ricada da bulunurlar. Nitekim, Yunus sûresinde bu ilâh ve veli­ler hakkında şöyle dedikleri kaydedilmiştir:

    “Bunlar, Allah yanında bizim şefaatçilerimizdir”. (Ayet; 18)

    Tahmin edileceği gibi, böyle bir yanlış düşünce ve inanca sahip ol­dukları müddetçe, müşriklerin iyilik ve dürüstlükle ilgili İslâm’ın davetine yanaşmaları mümkün değildi. Bu sebeple, Kur’ân-ı Kerim bu yanlış inancı ortadan kaldırmak gayesiyle pek çok deliller verdi ve şefaatin öyle kolay elde edilen bir nesne olmadığına dikkat çekti. Mü’min sûresinde şöyle denilmiştir:

    “Onları kalblerin gırtlaklara kadar çıktığı ve hüzünle dolduğu kıya­met günü ile korkut. O gün zalimler için acıyacak ve şefaati kabul oluna­cak kimse yoktur. Allah, gözlerin hain bakışını ve kalblerde gizli olan her şeyi bilir. Allah, hak ve adaletle hükmeder. (Kâfirlerin) Allah’tan başka taptıkları şeyler ise hiçbir şeye hükmedemezler. Allah, işitici ve görücü­dür.” (Ayet; 18-20)

    Bu ayetlerde, şefaat ile ilgili müşriklerin akidesi tamamıyla yok edil­miştir. Evvelâ, bir zalim ve haksız kişinin şefaat olunması akıl ve adalet kurallarına tamamıyla aykırıdır. İkincisi, Allah katında şefaati kabul olu­nacak ne bir kişi olacaktır, ne de bir zümre. Üçüncüsü, bir suçlunun suçla­rını çok iyi bilen ve adalet kurallarına göre davranması ve karar vermesi gereken bir hâkim, şefaatçilere söz hakkı tanıyabilir mi? Hem de öyle şefaatçiler ki, kimin için ve ne için, şefaat dileğinde bulunduklarını bilmez­ler.

    Şefaat ile ilgili yanlış akideye bir yerde daha darbe vurulmuştur.

    “Allah’tan başka taptıkları şeyler şefaate kadir değildir. Ancak Hak­ka şehâdet edenler hariç. Onlar (Allah’ın Rabbleri olduğunu) bilirler.” (Zuhruf; 86)

    Burada denilmek isteniyor ki, her kim ki tanrı, tanrıça ve ermiş kişi­lerin Mahşer’de kendisi için şefaatçi olacağına ve Cehennem’e gitmesini engelleyeceğine inanıyorsa, bu hususta inkâr edilmez sağlam deliller ileri sürmelidir. Şefaat ile ilgili düşüncelerini müsbet ilimlerle ve delillerle ispatlamalıdır. Sadece kıyas ve tahminlere dayanarak konuşmamalıdır. As­lında, Mahşer’de bir veya birçok kişinin yine bir veya birçok tanrı, tanrıça, peygamber veya veli tarafından şefaat edilecekleri konusunda emin oluna­rak bir şey söylenemez.

    Ancak Kur’an-ı Kerim, şefaat kavramını tamamıyla reddetmemiştir; aksine, Allah’ın izin verdiği kimselerin yine Allah’ın iznini almış olan kimseler tarafından şefaat edileceğini birkaç defa ifade etmiştir. Şefaat ya­pılırken hak, hukuk ve adalete aykırı hareket edilmemelidir. Bundan sonra da karar yine Cenab-ı Allah’a aittir. Allah kimsenin şefaatini dinlemeye veya kimseyi affetmeye mecbur değildir. Her şey O’nun rızasına bağlıdır. Bu hususta Kur’an-ı Kerim’de muhtelif kayıtlara rastlanıyor.

    “İzni olmaksızın O’nun nezdinde şefaat edecek yoktur.” (Bakara; 255)

    “Onun (Allah’ın) katında şefaat, ancak O’nun şefaat etmek veya şefa­at olunmak için izin verdiğinden başkasına fayda etmez.” (Sebe’; 23)

    “Rûh ve meleklerin saf olarak huzur-u ilâhide durdukları günde, onardan hiçbiri konuşmaz. Ancak Rahman’ın müsaade ettikleri müstesna. Ve doğru söylerler.” (Nebe’; 38)

    “De ki: ‘Bütün şefaat Allah’ın kudretindedir. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur’.” (Zümer; 44)

    Yani şefaati dinleyip dinlememek, kabul edip etmemek Allah’a aittir. Allah, yerin ve göğün hâkimidir ve O’nun izni olmaksızın kimse şefaat için ağzını açamaz.

    26.4. İNSANLIK TARİHİNDEN İYİ VE KÖTÜ KARAKTER ÖRNEKLERİ

    Kur’an-ı Kerim’de cehâlet ve dalâletin sebepleriyle ilgili verilen bu ayrıntıların hepsi Kureyş ve Arap toplumunda fazlasıyla mevcuttu. Bunla­rı dinleyen ve öğrenen herkes Araplarda bütün bu ayıp ve kötülüklerin bu­lunduğunu anlıyordu. Bundan sonra Kur’an-ı Kerim’de tarihten hem en iyi, hem en kötü karakter örnekleri verildi, ki herkes İslâmiyet’in ne gibi İnsanlar yaratmak istediğini, ne gibi insanları tasvip etmediğini, kimlerin ıslâh edilmesi, kimlerin toplumdan temizlenmesi gerektiğini ve Cenab-ı Allah’ın ne gibi fert ve milletleri azabıyla yok ettiğini öğrenebilsin. Şimdi gelin Kur’an-ı Kerim’de anlatılan bu olay ve hikâyeleri kronolojik olarak ele alalım.

    26.4.1. Hz. Adem (a.s.)’in İki Oğlu

    İnsanlık tarihinde meydana gelen ilk ibret verici olay Hz. Adem’in iki oğlu arasında geçmiştir. Hz. Adem’in bu iki oğlu iki zıt karakter olarak karşımıza çıkarlar. Bu iki delikanlı kurban kesiyor. Birinin kurbanı kabul edilirken öbürününki kabul edilmiyor. Kurbanı kabul edilmeyen kıskanç­lık ve öfke ile kardeşini öldüreceğini söylüyor. Öbür kardeş şöyle diyor: “Allah muttakilerinkini kabul eder.” (Yani senin kurbanının kabul edilme­mesinde benim herhangi bir hatam yoktur. Sen kendi ahlâk ve karakterini değiştirirsen senin kurbanın da kabul olunabilir). Daha sonra şunları ekli­yor: “Eğer beni öldürmek için elini uzatırsan ben seni öldürmek için elimi uzatıcı değilim. Ben Alemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım. Ben, be­nim günahım ile kendi günahını yüklenip Cehennem ehlinden olmanı isterim.” Bilâhare o zâlim delikanlı iyi ve dürüst kardeşinin canına kıyıyor, ama sonra büyük pişmanlık duyuyor. Bu olayı anlattıktan sonra Kur’an-ı Kerim, her tarafta cinayet ve katliamın yapıldığı ve insan hayatının hiçbir öneminin olmadığı Arap toplumunun o günkü şartlarına göre şunları be­lirtiyor:

    “Bir cana mukabil, veyahut yeryüzünde fesad sebebi ile olmayarak bir canı katleden, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu kurtarırsa sanki o bütün insanları diriltmiş gibi olur.” (Maide; 27-32)

    26.4.2. Hz. Nûh (a.s.) ve Kavmi

    Tarihte ilk defa Allah’a karşı isyan eden millet, Hz. Nûh (a.s.)’un kav­miydi. Kur’an-ı Kerim’de bu milletin hikâyesi çeşitli yerlerde anlatılmış ve özellikle bütün milletin batmasına sebep olan zengin ve soylu kimsele­rin karakterine işaret edilmiş, bunların kötülükleri ve kötü niyetleri dile getirilmiş, buna karşılık Hz. Nuh’un karakterinden parlak örnekler sunul­muştur. Ankebût sûresinde, Hz. Nûh (a.s.)’un son derece güç koşullarda ve çetin muhalefete rağmen 950 sene sabır ve metanetle kavmini ıslâh et­meye çalıştığı kaydedilmiştir. (Ayet; 16). Hz. Nûh, halkı doğru yola getir­mek konusunda hiçbir fedakârlıktan kaçınmadı. Fakat zengin, soylu ve ileri gelen kişiler O’nun bütün çabalarını boşa çıkardılar. (Bk. Nûh sûresinin tümü). O’na mecnûn dendi ve hakaretler yağdırıldı. (Kamer; 9). Hem O, hem O’na tabi olanlar küçük düşürülmeye çalışıldı (Hûd; 27, Şua­ra; 111). O’nu taşlayarak öldürmekle tehdit ettiler. (Şuara; 116) Fakat Hz. Nûh yılmadan ve korkmadan Hakk’a davetini sürdürdü. Kendisine ne ya­pılırsa yapılsın doğru yoldan ve halka nasihat etmekten vazgeçmeyeceğini ilân etti. O sadece Allah’a güvendiğini ifade etti. (Yunus; 71). Sonra Hak ile Batıl arasındaki çekişme kavgaya dönüşünce, milleti O’na dedi ki, bizi korkutmakta olduğun tufanı getir. Bunun üzerine Hz. Nûh, kendisini ve iman sahiplerini taşıyacağı geminin inşaatına başladı. Fakat o cahil ve sa­pık millet O’na gemisini yaparken hakaret etmeye çalıştı ve alay etti ve “bakın bu moruk şimdi de karada gemi yüzdürmeye çalışıyor” diye şaka­lar yaptı. Bu alçaklar kısa bir zamanda büyük bir tufanın kopacağından ve bütün memleketi batıracağından habersizdiler. Bunlar, dalgaları dağlara kadar yüksek olacak bir su baskınının meydana geleceğini bilmiyorlardı. Bu sel felâketinde, bütün milletin yanı sıra bizzat Hz. Nuh’un hayırsız oğ­lunun da boğulacağını ve karada bulunan geminin sularda yüzerek Cudi dağına gidip karaya çıkacağını bilmiyorlardı. (Hûd; 32-44). Bu hikâyenin son bölümü de ibret doludur. Hz. Nûh (a.s.) sevgili oğlunun diğer kâfirler ile beraber boğulmak üzere olduğunu görünce insanlık duygularına ve ba­ba sevgisine kapılarak Cenab-ı Allah’a ellerini açtı ve onun kurtulması için dua etti. Fakat Allah kendisini ikaz etti ve dedi ki; “o senin oğlun de­ğildir. Zira senin oğlun olsaydı, doğru yolu seçerdi. Ahirette akrabalıklar değil, sâlih amel değer ölçüsüdür.” Hz. Nûh, Cenab-ı Allah’ın ikazı üzeri­ne hemen hatasını anladı ve kendisinden şöyle af diledi: “Ey Rabbim, bil­mediğim şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen, ziyan edenlerden olurum.” (Bk. Hûd; 45-47)

    26.4.3. Ad Kavmi ve Hz. Hûd (a.s.)

    Araplar Ad kavmini çok iyi biliyor ve tanıyorlardı. Arabistan’da ço­cuklar bile Ad kavminin Allah’a karşı gelip azabına maruz kaldığını ve helâk olduğunu biliyorlardı. Kur’an-ı Kerim, bu kavimde şirk ve putpe­restliğin yanı sıra ne gibi ahlâki bozuklukların bulunduğunu ifade etmiştir. Fussilet sûresinde şöyle denilmiştin

    “Ad kavmi yeryüzünde haksız yere ululuk gösterip, ‘Bizden daha kuv­vetli kim var?’ dediler.” (Ayet; 15)

    Fecr sûresinde şöyle buyurulmuştur:

    “Bunlar o kimselerdi ki dünyada azgınlık etmişlerdi. Böylece oralar­da fesâdı çoğaltmışlardı.” (Ayet; 11-12)

    Şuara suresinde belirtildiği gibi, Hz. Hûd kendilerine şöyle dedi:

    “Siz eğlenmek için her tepeye bir alâmet mi bina ediyorsunuz? Dün­yada ebedi kalacağınızı ümid ederek birçok saray ve havuzlar mı edini­yorsunuz? ” (Ayet; 128-129)

    “Birine hücum ettiğinizde zorbalar gibi hücum ediyorsunuz.” (Ayet; 130)

    Hûd sûresinde şu ifadeye rastlıyoruz:

    “Her bir inatçı zorbanın emrine uydular.” (Ayet; 59)

    Hz. Hûd onları ne kadar akıl ve mantığa ve sağduyuya davet ettiyse o kadar azdılar, inatçılaştılar. Nihayet, Hz. Hûd da kavmine şöyle seslen­mek zorunda kaldı:

    “Allah’tan başka hepiniz bana ne fenalık edebilirseniz ediniz ve bir an bile müsaade etmeyin. Şüphesiz ben Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. Hareket eden hiçbir mahlûk yoktur ki idare ve tasarrufunu o tutmasın. Muhakkak Rabbim doğru yol üzerindedir.” (Hûd; 55-56)

    Nihayet Ad kavmi, Hz. Hûd’a şöyle dedi: “Eğer sözünde doğru isen bizi korkutmakta olduğun şeyi bize getir.” Sonra Allah’ın azabı gerçekten gelince bu aptal İnsanlar bunun bulut olduğunu ve her tarafa yağmur ya­ğacağını sandılar. Ne var ki, bu müthiş ve korkunç bir fırtına idi, ki önüne gelen her şeyi yıkıp yok etti. (Ahkâf; 22-25)

    26.4.4. Semûd Kavmi ve Hz. Salih (a.s.)

    Ad’den sonra Semûd da Arabistan’da en çok tanınan eski kavimlerden biriydi. Bu milletin bıraktığı tarihi kalıntı ve harabeler Hicaz’ın kuzeyinde hâlâ bulunmaktadırlar. Kureyş ticaret kafileleri bu harabelerden geçerek Suriye’ye gidiyorlardı. Bu sebeple Araplar, Semûd kavminin korkunç bir deprem sonunda yok olduğunu biliyorlardı. Bu depremin izleri o çağda çok belirgin şekilde dağlarda ve vadilerde görülüyordu. Kur’an-ı Kerim’de bildirildiği gibi, Semûd kavmi sadece şirk ve putperestlik yapmak suretiy­le Allah’a karşı isyan etmedi, ayrıca dünyada büyük fitne ve fesâd da ya­rattı. (Fecr; 6-12, A’râf; 7). Bu kavmin ileri gelenleri son derece fesatçı ki­şilerdi ki hiçbir salih iş yapmıyorlardı. (Şuara; 151-152). Bunlar kendi bü­yüklüklerini ortaya koymak amacıyla taşları yontarak muhteşem bina ve anıtlar yapıyorlardı. (A’râf; 74, Şuara; 149). Zâten yozlaşmış kokuşmuş ve dengesiz bir toplumun başlıca belirtilerinden biri zenginler ile fakirler ara­sındaki büyük uçurumdur. Zenginler bir yandan büyük ve muhteşem sa­raylar yapar ve lüks içinde yaşarken, fakirler yiyecek ekmek ve giyecek elbise bulamazlar. Semûd kavminin ileri gelenlerine göre, hep fakir ve mazlum kişiler Hz. Sâlih’in etrafında toplanmış oldukları için, O’nun dini kendileri için çekici değildi. (A’râf; 75-76). Hz. Sâlih onları Allah’a itaat etmeye ve zulüm ile fesâdı terk etmeye davet edince 9 hatırı sayılır kabile reisi kafa kafaya vererek, “Allah adı ile yeminleşerek dediler ki, ‘gece baskını yapıp Salih’i ve ailesini öldürelim.’ Sonra velisine ‘Biz o ailenin hela­kinde hazır değildik. Gerçekten biz doğru söyleyenleriz” (Neml; 49). An­cak Allah bu küstah adamların bu oyununu iyice bozdu. Bu sapıklar Hz. Sâlih’in bir Mu’cize göstermesini istediler ve bunun üzerine Cenab-ı Allah, onların arasında kendi varlığı bile bir Mu’cize olan bir dişi deveyi gönder­di. Daha sonra, Hz. Sâlih vasıtasıyla bu dişi devenin istediği merada otlayabileceğini istedi kuyu ve su kaynaklarından diğer hayvanlarla münave­beli olarak su içebileceğini, buna kötü niyetle dokunulduğu zaman azab-ı ilâhinin geleceğini bildirdi. (A’râf; 73, Hûd; 64, Şuara; 155). Semûd’lular bir süre Allah’ın bu sözlerini dinlediler ve dişi deveye dokunmaktan çe­kindiler. Fakat fitne ve fesâda yatkın olan bu millet fazla dayanamadı ve bir gün aralarında müşavere ederek dişi deveyi ortadan kaldırmaya karar verdiler. Kavmin bir reisi bu işi üzerine aldı ve deveyi öldürdü. (Kamer; 29, Şems; 12-14). Semûdlular bu haince hareketlerinden sonra da rahat durmadılar ve Hz. Salih’e açıkça meydan okumaya başladılar. O’ndan, kendilerini korkuttuğu azabı getirmesini istediler. (A’râf; 77). Bundan sonra Sâlih, Allah’ın emrinin kendisine gelmesi üzerine Semûdlulara dedi ki: “Üç gün daha sabredin. İstediğiniz gibi yiyin, için ve eğlenin. Bundan sonra Allah’ın büyük azabı sizi mahvedecektir.” Nitekim, dediği oldu ve korkunç bir gürültü ile meydana gelen deprem iman sahiplerinin dışında herkesi helâk etti. Evleri ve sarayları da ya tamamıyla yıkıldı, ya da bom­boş kaldı. (A’râf; 78, Hûd; 65-68, Kamer; 31).

    26.4.5.. Hz. İbrahim (a.s.) ve Kavmi

    Kur’ân-ı Kerim’de en örnek karakter olarak Hz. İbrahim (a.s.)’inki gösterilmiştir. Araplar dinleri ve dini inançlarının Hz. İbrahim’den geldi­ğine inanıyor, ayrıca ırk yönünden de kendisine bağlı olduklarını söylü­yorlardı. Kureyşliler, İbrahim’in dininden ve soyundan geldikleri için de hayli itibar ve nüfuz sahibi olmuşlardı. Kur’an-ı Kerim, Hz. İbrahim’in Halilullah (Allah’ın dostu) lâkabını kazanmasını temin eden temiz karak­ter ve meziyetlere sahip olduğunu anlatmıştır. (Bk. Nisa; 124). Alemlerin Rabbi, bu sevgili kulunu bütün insanların imamı yaptığını da ilân etmiştir. (Bk. Bakara; 124). Hz. İbrahim, Allah’tan başka bir Rabb bulunmadığını ve babası ile diğer halkın doğru yoldan sapıp putperestlik yaptığını, atala­rını körü körüne taklid ettiğini görünce kendi atalarının dinine hiç itibar etmeyerek, gökler ile dünyaların hâkimine itaat etmekte bir an bile gecik­medi. Hz. İbrahim sadece kendisinin sâlih bir mü’min olmasıyla yetinme­di ve bütün halkın ıslâh edilmesi için seferber oldu. Babasına ve diğer insanlara Hak dininin temel prensiplerini anlattı ve putperestlikten vazgeç­melerini istedi. Onların şirk ve büsbütün sapıklık içinde olduklarını ilân etti. (En’am; 74-81). Babasına dedi ki, sen sağır ve dilsiz olan putlara tapı­yorsun ve aslında Şeytan’a itaat ediyorsun. Babası bu sözlerine çok kızdı ve O’nu evden kovdu. (Meryem; 43-46). Hz. İbrahim, önce nasihat ve tel­kin yolunu denedi ve kavminin düzelmesi için çaba harcadı. Kavmi O’nun telkinlerine uymayınca bir gün onların bir tapmağına girip, bütün putları kırdı ve böylece bu putların kendilerini bile müdafaa etmekten âciz oldu­ğunu ispatladı. (Enbiya; 53-67, Saffat; 85-96). Hz. İbrahim’in putlara bu tecavüzü hakkındaki şikâyet, kendisinin Tanrı olduğunu iddia eden hü­kümdara iletildi.

    Bu hükümdar O’nu sarayına çağırdı ve orada sorguya çekti. Hz. İbra­him, o zâlim hükümdardan hiç korkmadı ve kime, niçin inandığını açıkça söyledi. Hayat ve ölüme kâdir olan Allah’a inandığını bildirdi. O zâlim hükümdar (Nemrud) dedi ki: “Hayata ve ölüme ben kadirim.” Bunun üze­rine Hz. İbrahim kendisine şu soruyu sorarak O’nu şaşkına çevirdi: “Ma­dem ki sen hayata ve ölüme kadirsin o zaman doğudan doğan güneşi batı­dan doğdur.” (Bakara; 258). Hz. İbrahim’in cezalandırılması için büyük bir ateş yakıldı ve kendisi oraya atılmak istendi. Ama o güç koşullarda bi­le Bâtıl’a boyun eğmedi ve Hak için yanarak ölmeyi göze aldı. Cenab-ı Allah, kendi rahmeti ve kudretiyle bu ateşi söndürdü ve Hz. İbrahim için zararsız hale getirdi. Fakat Hz. İbrahim bunun böyle olacağını bilmiyordu ve kendisine göre Hak için ölmek, Bâtıl’a boyun eğmekten daha iyiydi. (Enbiya; 68-79- Sâffât; 97-98). Bundan sonra da, Hz. İbrahim’in çilesi bit­medi ve Hz. İbrahim’in din ile vatan arasında seçim yapması gerekti. Bu safhada da Hz. İbrahim’in din ve Allah sevgisi ağır bastı ve bunlar için evini, barkını, ailesini, sülâlesini, milletini ve vatanını terk edip, Allah’a güvenerek bir yöne hareket etti.

    Bu, mecburi bir sürgündü ve Hz. İbrahim buna seve seve katlandı. Bir de o çağın şartlan göz önünde bulundurulursa Hz. İbrahim’in ne büyük fedakârlık yaptığı ortaya çıkar. O devirde seyahat etmek, hem de bir memleketten başka bir memlekete uzun bir yolculuk yapmak ölümü davet etmek demekti. Ulaşım imkânlarının zorluğu bir yana, yollar ve kavşaklar ile dağlar ve vadiler eşkıya ile doluydu. Yolcular öldürülüp malları talan edilirdi. Fakat İbrahim (a.s.) hiçbir şeyden korkmadı ve şunları söyleyerek yola devam etti: “Ben Rabbime (O’nun emrettiği yere) gidiyorum. O bana yol gösterir.” (Sâffât; 99), ihtiyarlığında da Hz. İbrahim’in çileleri ve fedakârlıkları bitmedi. Büyük dua ve temennilerle karısı tarafından bir oğlu dünyaya getirilince kendisini galiba en büyük imtihan bekliyordu, ilâhi emre göre bu süt çocuğunun annesiyle beraber Allah’ın evinin yapılacağı Mekke’nin o zamanki ıssız ve çorak topraklarına bırakılması istendi. Hz. İbrahim bu isteğe de derhal uydu ve oturmakta olduğu Filistin’den yüzler­ce kilometrelik yolculuk yaptıktan sonra karısını ve çocuğunu Mekke va­disine bırakıverdi (Hacc; 26, İbrahim; 37). Sonra aynı çocuk delikanlılık çağına gelince, Allah yolunda kurban edilmesi istendi. Hz. İbrahim bu ilâhi emre de uymakta hiç tereddüt etmedi ve çocuğunu kurban etmek amacıyla bir tepenin yanına gelip O’nu boğazlayacağı sırada Cenab-ı Al­lah o çocuğu kurlardı ve yerine bir hayvan fidye etti. (Saffât; 100-107). Gerçek şu ki Hz. İbrahim (a.s.) gibi Allah sevgisiyle yanan peygamber az bulunur. Hz. İbrahim Allah yolunda hiçbir fedakârlığı esirgemeyecek ya­pıda bir insandı. Din konusunda kimseye zerre kadar taviz vermeye razı değildi. Nitekim, dini ve imanı için vatanını terk ederken hemşehrilerine şöyle seslendi: “Siz Allah’a bir olarak iman edinceye kadar daima bizimle sizin aranızda düşmanlık ve buğz belirmiştir.” (Mümtehine; 4). Hz. İbrahim, babasının mağfireti için dua etmeye söz vermişti, fakat O’nun, Al­lah’ın düşmanı olduğunu, kendisini ıslâh etmeye hiç niyeti olmadığını gö­rünce onunla olan sevgisine de son verdi. (Tevbe; 114) İşte Kur’an-ı Ke­rim, İslâmî davet sırasında Mekkeli ve diğer insanlara böylesine erdemli insanların karakterlerini örnek olarak sunmuştur.

    26.4.6. Hz. Lût (a.s.) ve Kavmi

    Hz. Lût, Hz. İbrahim (a.s.)’in yeğeniydi ve O’nunla birlikte hicret edip Filistin’e gelmişti. Filistin artık Hz. Lût (a.s.)’un ikinci vatanı olmuş­tu. Hz. Lût (a.s.)’un oturduğu bölgenin hemen bitişiğinde bir bölge vardı ki, buranın sâkinleri ahlâksızlık ve sapıklıkta herkesi geçmişti. Cenab-ı Allah, Hz. Lût (a.s.)’u bu milletin ıslâhı için tâyin etti ve O’nu peygamber yaparak, o bölgeye gönderdi. Bu millette homoseksüellik almış yürümüş­tü. Erkekler erkeklerle ilişki kuruyordu ve bunu saklamaya hiç de lüzum görmüyorlardı. Bu şen’i fiilden toplantılarda bahsetmek bir marifet sayılı­yordu. Lût kavmin oturduğu bölgeden hiçbir seyyah veya ticaret kafilesi emniyet içinde geçemezdi. (Neml; 54, Ankebût; 29). Hz. Lût yıllarca bu milleti ıslâh etmeye çalıştı, onları Allah’tan korkmaya ve kötü fiillerini ve alışkanlıklarını terk etmeye davet elti, ama kendilerinin cevabı şuydu: “Ey Lût, bu sözlerine son vermezsen bu memleketten çıkarılanlardan olursun”. (Şuara; 167). Hz. Lût bu tehditlere önem vermedi ve tebliğini sürdürdü. Bunun üzerine Lût kavmi şöyle dedi: “Onları şehrinizden çıkarın. Çünkü onlar temizlik taslayan insanlardır.” (A’raf; 82, Ankebût; 56). Nihayet Al­lah onları cezalandırmaya karar verdi ve bunun için çok ilginç bir senaryo hazırladı. Birkaç meleği yakışıklı delikanlılar şeklinde Hz. Lût’un evine misafir olarak gönderdi. Bu delikanlılar Hz. Lût’un evine gelir gelmez bü­tün şehir ahalisi bundan haberdar oldu ve herkes Hz. Lût’un evine hücum etmeye başladı. Amaçları bu delikanlıları kendi cinsel açlıklarına âlet et­mekti. Hz. Lût (a.s.) bu adamlara yalvardı ve kötü amellerinden vazgeçme­lerini istedi. Fakat onların gözü dönmüştü. O’nun sözlerini hiç dinlemedi­ler, aksine kızarak şöyle dediler: “Biz seni herkesi himâye etmekten men’etmedik mi?” (Hicr; 70) Bunun üzerine melekler kendilerinin Allah tarafından gönderilen yaratıklar olduğunu ve kendilerine azap getirdikleri­ni, Hz. Lût ve ailesinin de bu günâh diyarından şafak sökmeden ayrılmala­rını salık verdiler. Hz. Lût’un evine girmiş veya çatısına çıkmış olanlar ise derhal kör edildiler. (Kamer; 37). Sabaha karşı ise o memleket yerle bir edildi. Taş üstünde taş bırakılmadı, hiçbir ev sağlam kalmadı. Bundan son­ra gökten taşlar yağdı. Bu taşlardan her biri bir kişi öldürmek amacıyla atılmıştı. (Hûd; 82-83). Lût kavmi öylesine sapık ve ahlâksızdı ki, bütün memlekette Hz. Lût (a.s.)’un evinin dışında imanlı ve inançlı başka kimse yoktu. (Zariyât; 36). Bu tek evde de Hz. Lût (a.s.)’un karısı bile dinsizdi. Allah, Hz. Lût’a bu kadını yanına alıp çıkmamasını, zira onun da azaba uğ­raması gerektiğini bildirdi (Hûd; 81). Kur’an-ı Kerim’de çeşitli yerlerde ve çeşitli vesilelerle Lût kavminin ne kadar alçak ve sapık olduğu, buna mu­kabil, Hz. Lût’un ne kadar örnek bir karaktere sahip olduğu anlatılmıştır.

    26.4.7. Hz. Yusuf (a.s.)’un Hikâyesi

    Bundan sonra tarihi sıraya göre Hz. Yusuf (a.s.)’un hikâyesi anlatıl­mıştır. Aslında Kur’an-ı Kerim’in bütün bir sûresi bu hikâyeyi anlatmak üzere indirilmiştir. Bu hikâyede hem iyi, hem kötü karakterler yine gözü­müzün önüne serilmiştir. Yani, Hz.Yusuf (a.s.)’un kötü niyetli ve küstah kardeşlerinin davranış ve karakterleri dile getirilmiştir ve onlar, babaları Hz. Yakûb’un en küçük oğlu Hz. Yusuf’u kendilerinden çok sevdiği için öldürmeyi veya bir yere götürüp atmayı planlamışlardı, bundan sonra da “sâlih kişiler” olarak babalarının önüne çıkıp küçük oğlu Yusuf’un kaybol­duğunu söylemeye karar vermişlerdi. Nitekim, hile ve bahanelerle kardeş­lerini gezmeye çıkardılar ve O’nu kör bir kuyuya attılar. Sonra Yusuf’un gömleğine kan sürerek ağlamaklı yüzleriyle babalarının önüne çıkıp, kü­çük çocuğu bir kurdun parçaladığını söylediler.

    Kur’ân-ı Kerim, Hz. Yusuf’u kuyudan çıkarıp canını kurtaran ama sonra bu mazlum çocuğu kendileri için bir metâ haline getirip Mısır’da sa­tan ticaret kafilesindekilerin karakterini de ortaya koymuştur.

    Sonra, Mısır Azizi (hükümdarı)’nin karısının karakteri vardır. Hz. Yusuf, bu hükümdar tarafından satın alınmıştı ve evinde yetiştiriliyordu. Bu hükümdarın karısı öylesine ahlâksızdı ki, eve alınan genç (Yusuf) ile yatmak istedi. Hz. Yusuf, günaha girmek istemediği zaman da O’nun pe­şinden koştu ve tam o sırada kocası eve gelince 180 derece bir dönüşle Hz. Yusuf’un kendisine tecâvüze kalkıştığını iddia etti. Ne var ki bu yılan ruhlu kadının yalanı büsbütün ortaya çıkınca ve O’nun Hz. Yusuf a sırıl­sıklam aşık olduğu bütün kadınlar tarafından öğrenilince, bu kadın bu yüksek tabakadaki kadınları sarayına davet ederek kendilerine Hz. Yu­suf’u gösterdi. Bu kadar yakışıklı bir gence aşık olmakta haklı olduğunu ve bu gencin kendisiyle sevişmeyi kabul etmemesi halinde hapse atacağı­nı ilân etti.

    Burada dikkate değer nokta, Mısır yüksek sosyetesinin kadınlarının durumu ve karakteridir. Hz. Yusuf’un gençliği ve güzelliği bu kadınları öylesine büyülemişti ki, bunlar farkına varmadan kendi parmaklarını kes­mişlerdi. Bu kadınlar da Hz. Yusuf a aşık oluverdiler ve O’nu kendilerîne çekmek için türlü türlü yollara başvurdular.

    Sonra, Mısır’ın hakim tabakasının karakteri vardır ki, bunlar kendi kadınlarının ahlâki bozukluğunun hıncını Hz. Yusuf’u hapse göndermekle almaya çalıştılar.

    Ve bütün bunlar karşısında Hz. Yusuf’un karakteri ve faziletleri var­dır, ki kendisi hapse girmeyi kabul etti ama, kadınlarla günaha girmeye razı olmadı. Bundan sonra da takvasından dolayı iftihar etmedi ve son de­rece acz içinde Allah’a dua etti:

    “Ey Rabbim, zindan bana bunların beni yapmaya çağırdığı şeyden daha sevgilidir. Eğer onların hilelerini benden döndürmezsen onlara meyleder ve cahillerden olurum.” (Yusuf; 33)

    Hz. Yusuf, zindanda da Allah tarafından kendisine verilen vazifeyi unutmadı ve mahkumları vaaz ve nasihatler ile doğru yola çekmeye çalış­tı. O’nun hiç durmadan tebliğ işini yaptığına dair kayıtlar Kur’an-ı Ke­rim’de Yusuf sûresinin 36 ile 40. ayetlerinde bulunmaktadır. Aslında Hz. Yusuf’un hapisteki yaşantısı çok uzundu ve kendisi bu süre içinde muaz­zam tebliğ faaliyetlerinde bulunmuş oldu.

    Daha sonra Hz. Yusuf’un Mısır Azizi’nin gördüğü bir rüyayı doğru tabir ettiği Aziz’in kendisini zindandan çıkarmak istediği ve nihayet, biz­zat Aziz’in karısı ve diğer kadınların Hz. Yusuf’un masum ve suçsuz oldu­ğuna dair ifadede bulunduklarından sonra kendisini serbest bıraktığına ta­nık oluyoruz.

    Bundan sonra, Mısır’da Hz. Yusuf için iktidar ve ikbal kapısı açıldı ve kendisi bu ülkenin rakipsiz hükümdarı oluverdi. Hz. Yusuf’un hüküm­darlığı sırasında ülkede büyük bir kıtlık ve açlık baş gösterdi ve bu dö­nemde kendisini kuyuya atan yine o hain kardeşlerinin yanına gelip sık sık para ve yiyecekler aldılar. Bütün bu süre içinde Hz. Yusuf bir defa bi­le kardeşlerinden intikam almayı düşünmedi. İşin tuhafı, O kendi kardeş­lerini tanıyabiliyordu, ama kardeşleri O’nu tanımıyorlardı ve para ile erzak aldıkları kiralın öz kardeşleri olduğunu bilmiyorlardı. Fakat, bu kardeşler üçüncü defa Hz. Yusuf a gelince, Hz. Yusuf onlara hakikati açıklayıp, kendisini kuyuya attıklarını söyleyince onlar da suçlarını itiraf ettiler. Fa­kat Hz. Yusuf gene büyük bir alicenaplık göstererek kendilerine şöyle de­di: “Hiç korkmayın, Allah sizi affeder, O, en büyük Rahman ve Rahim­dir.” Bundan sonra Hz. Yusuf sadece babasını Mısır’a getirmekle kalmadı, kardeşlerinin de aileleriyle birlikte Mısır’a yerleşmelerine yardımcı oldu, onlara iyi muamele yaptı ve şan ve şerefle yaşamalarını sağladı.

    Hz. Yusuf gibi yüce ve güzide bir peygamberin temiz karakterinin son örneği yine Yusuf sûresinde verilmiş ve kendisinin, kuvvet ve kudre­tin zirvesinde olmasına rağmen mütevazılığından zerre kadar bir şey kay­betmediği ve her vesile ile Allah’a ibadet ettiği ve O’na boyun eğerek şöy­le dualar ettiği kaydedilmiştir:

    “Ey Rabbim, bana mülk verdin. Ve bana rüya tabirini öğrettin. Gök­leri ve yeri yaratan Sensin. Dünyada da Ahirette de benim velimsin. Beni müslüman olarak vefat ettir. Salihlere kat.” (Ayet; 101)

    26.4.8. Hz. Şuayb (a.s.) İle Medyen ve Eykeliler

    Kur’an-ı Kerim’de Hicaz’ın kuzey bölgesinde yaşamış olan Medyenli­ler ile Eykelilerin hikâyesi de anlatılmıştır. Bu milletlerden bahsedilirken bunların ahlâki bozukluklarına da değinilmiş ve bunların özellikle alış ve­rişte hile yaptıkları, soygun düzenledikleri ve fitne ve fesâd yaydıkları ifa­de edilmiştir. Hz. Şuayb, hem Medyenliler hem Eykelilere nebi olarak gönderildi. Hz. Şuayb yıllarca bu milleti ıslah etmeye çalıştı, ömrünü ve kuvvetini onları doğru yola getirmek için harcadı. Onları Allah’tan korkmaya davet etti. Ne var ki, çok az sayıda İnsanlar O’nun dinini kabul etti­ler ve çoğu kendi cehâlet ve dalaletlerinde ısrar ettiler. Medyenli kabile reisleri Hz. Şuayb ile şöyle dalga geçiyorlardı.

    “Ey Şuayb, babalarımızın taptıklarını terk etmemizi, yahut malları­mızda istediğimizi yapmamayı dinin mi sana emrediyor?” (Hûd; 87)

    Başka bir deyimle, bu kabile reisleri sırf ataları putperesttiler diye Al­lah yerine putlara tapılmasının daha doğru olacağını söylüyorlardı. Onlar ticarette hilelerini de aynen sürdürmek istiyorlardı. İstedikleri kadar soy­suzluk ve hıyânet yapmak istiyorlardı. Bu kötü işlerine kimsenin mani ol­masını istemiyorlardı. Bunun yanı sıra, kendi halklarını Hz. Şuayb aley­hinde şöyle kışkırtmaya çalışıyorlardı:

    “Eğer Şuayb’a uyarsanız o zaman en büyük zarara uğramış kimseler olursunuz.” (A’raf; 90)

    Bir bakıma onların maddi refahı ve mutluluğu yalan ve hileye daya­nıyordu. Her türlü gayri meşru yollarla para pul ve servet toplamak isti­yorlardı. Bu hususta kendilerine herhangi bir müeyyide getirilmesi halin­de kendilerinin perişan ve helâk olacaklarını sanıyorlardı. Onlar bu yüz­den Hz. Şuayb’ı şöyle tehdit ettiler:

    “Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya memleketimiz­den çıkaracağız, yahut bizim dinimize döneceksiniz.” (A’raf; 88)

    Onlar şunları da dedi:

    “Seni aramızda zayıf görüyoruz. Eğer kabileden olmasan seni taşla öldürürdük. Sen bizden üstün ve şeref sahibi değilsin.” (Hûd; 91)

    Hz. Şuayb kendilerine şu cevabı vererek onları uyandırmaya çalıştı:

    “Ey kavmim, benim kabilem size Allah’tan daha mı azizdir? Halbuki, siz O’nu arkanıza attınız.” (Hûd; 92)

    Aynı tavrı Eykeliler de Hz. Şuayb’a karşı takındı ve hiçbir nasihatine kulak asmadılar. Onların cevabı şuydu:

    “Eğer sözünde doğruysan gökten üstümüze bir parça düşür.” (Şuara; 187)

    Nihayet, Cenab-ı Allah her iki millete de azab gönderdi ve onları helâk etti. Kureyşliler ticaret yolculukları sırasında Suriye’ye giderken Al­lah’ın gazabına uğramış olan bu milletlerin bölgesinden geçiyorlardı. Bu sebeple, bu milletler hakkında Kur’an-ı Kerim’in anlattıklarının onları et­kilememesi imkânsızdı.

    26.4.9. Hz. Musa ve Firavun

    Firavun ve görkemli ordusunu Allah’ın azabına uğrayarak denizde boğulduğuna dair kıssa dünyanın her yerinde çok iyi biliniyordu. Ayrıca, Arabistan’la Yahudiler ile Hıristiyanların belli bazı grupları yaşıyordu. Bun­lar vasıtasıyla da Araplar, Firavun ve Mısırlılara Hz. Musa’nın peygamber olarak tayin edildiğini de biliyorlardı. Hz. Musa’nın bazı akıl almaz Mu’cizeler yapma kabiliyetine sahip olduğu ve milletini yıllarca Allah’a davet ettiği, ama bütün gayretlerine rağmen kendisine iman edenlerin sayısının parmaklarla sayılacak kadar az olduğu da herkesin bilgisi dahilinde idi. Bizzat Kureyşliler de Hz. Musa’nın bazı Mu’cizeler yapma durumunda ol­duğunu biliyorlardı. Bu sebeple Hz. Muhammed (a.s.)’e yönelttikleri iti­razlardan biri şuydu:

    “O’na da Musa’ya verilenler gibi verilseydi.” (Kasas; 48)

    Bu sebepten dolayıdır ki, Hz. Musa ile Firavun’un hikâyesi Kur’an-ı Kerim’de etraflıca anlatılmış ve bu meyanda iyi ve kötü karakterlerinin çeşitli misalleri verilmiştir.

    Kur’an-ı Kerim’de Firavun ve yandaşlarının ayıplan bir bir dile geti­rilmiştir:

    “Firavun yeryüzünde kibir ve ceberut gösterdi. Oranın halkını par­çalar, bölerdi. Onlardan bir zümreyi zaafa düşürüp erkek çocuklarını bo­ğazlatıyor ve kızlarını da hayatta bırakıyordu. Şüphesiz o fesatçılardan­dı.” (Kasas; 4)

    Yani, Firavun’un saltanatında orman kanunu uygulanıyordu. Hak ve hukuk, adalet ve eşitlik diye bir şey yoktu. Güçlü olan borusunu öttürü­yordu. Bölücülük ve anarşi bizzat hükümet tarafından yapılıyor ve teşvik ediliyordu. Halk çeşitli gruplara ve kamplara bölünmüştü, zayıf ve fakir halk, güçlü ve zenginler tarafından eziliyordu. Özellikle mevki ve makam sahipleri, halktan olan beni İsrail’e korkunç baskı ve zulüm yapıyordu. İs­rail oğullarının erkek çocukları öldürülüyor ve kız çocukları sağ bırakılı­yordu. Maksat, İsrail oğullarının neslini tüketmekti. Kadınları da zamanla Mısırlılarla evlendirilip İsrail soyu yok edilecekti ve Mısır sadece Mısırlı­lara kalacaktı. Bu sebepten dolayıdır ki, Hz. Musa İsrail oğullarına bağlı bir evde dünyaya geldiği zaman Cenab-ı Allah annesinden, bebeğini Fira­vun’un şerrinden korumak amacıyla bir sepete koyup nehre bırakmasını istedi. (Kasas; 7)

    Firavun’un Mısırlılara karşı tutumu da iyi değildi. Bu husus gayet açık bir biçimde Zuhruf sûresinin bir tek ayetinde anlatılmıştır:

    “Kavmini küçümserdi. Onlar da Firavun’a itaat ettiler. Onlar fasık­lar topluluğu idi.” (Ayet; 54)

    İşte bu ayette gerek Firavun’un adiliği, gerekse halkının ahlâki bozuk­luğu böyle anlatılmıştır.

    “Bir şahıs veya zümre bir ülkeye mutlak hakim olup keyfi hareket etmeye, bu uğurda her türlü oyunu tezgahlamaya, her tertip ve hileye baş­vurmaya, sağduyu ve vicdanı pazara çıkarmaya, insanları satın almaya ve satın alamadıklarını acımadan ezmeye ve çiğnemeye çalışırken, ağzıyla bunu açıkça söylemese de tutumu ve davranışı her şeyi ortaya koyar. Bu kişi veya gruplar, halkı koyun, kuzu sanır, akıl, mantık ve zekâ bakımın­dan kendilerinden çok aşağıda görürler. Onları hafife alır ve istedikleri gi­bi kullanabileceklerini, istedikleri yöne sevk edebileceklerini düşünürler. Zamanla, bu gibi diktatör kişi ve ekiplerin ektikleri kin ve nefret tohumla­rı meyvelerini verir, milletin çeşitli grupları ve sınıfları birbirini kırar ve çaresiz kalıp, egemen kişi ve sınıfa tabi olurlar. Bu safhada halkın bütün kesimleri bu tağutlara itaat eder, onların uşağı haline gelirler. Böylece ha­kim kişi veya sınıfın ilk başta düşündükleri doğru çıkar ve halk kendileri­nin köleleri olur. Milletin ve halkın bu utanç verici davranışının sebebi bunların temelde “fâsık” ve “fâcir” olmalarıdır. Onlar, Hak ile Bâtıl ara­sındaki büyük farkı bilmezler. Onlar, adalet ile zulmü, doğru ile yanlışı, sadakat ile hıyaneti, dürüstlük ile dolandırıcılığı hakiki mahiyetleriyle bil­mezler, ya da bilmezlikten gelirler. Onlar için önemli olan kendi menfaat­leridir. Bu maksatla her zalimin peşinden koşmayı, her diktatörün önünde boyun eğmeyi her bâtılı kabul etmeyi ve her doğru söze karşı çıkmayı adet edinirler (Tefhim’ul-Kur’an, C.IV, Zuhruf sûresi, 50. dipnotu).

    Hz. Musa, kardeşi Hz. Harun ile birlikte Firavun’un sarayına gidip kendisinin Allah’ın rasûlü olduğunu söyleyip bazı Mu’cizeler gösterince pek çok kişi hayrete düştü ve bunun Allah’ın işaretleri olduğunu kabul et­mekte gecikmediler. Ancak Firavun ve yandaşları cehalet ve dalaletlerin­de ısrar ettiler. Onların gururu, Hz. Musa’nın Mu’cizelerini kabul etmeleri­ni engelledi. Firavun, bu Mu’cizelerin birer sihir olduğunu iddia etti ve ta­raftarları da evet dediler. Hz. Musa’nın asasını ejderhaya dönüştürmesine sihirbazlar bile hayret ettiler ve bunun Allah’ın bir kerameti olduğunu söy­lediler. Sadece bu değil, Hz. Musa’nın diğer Mu’cizeleri de aynı derecede şaşırtıcıydılar. Meselâ, Hz. Musa’nın önceden verdiği habere göre Mısır çapında bir kıtlık ve açlığın baş göstermesi ve duasıyla bu afetlerin kaybol­ması, yine O’nun önceden verdiği habere göre bütün ülkede şiddetli yağ­murun yağması ve fırtınanın kopması ve yine O’nun duasıyla bunların son bulması, duasıyla bütün ülkeye çekirge, kurbağa, bit ve diğer haşaratın sı­rasıyla hücum etmesi ve yine O’nun duasıyla bu belâların ortadan kaybol­ması gibi. Bunların hiçbiri bir sihirbazın işi olamazdı. Bütün bunlar Alem­lerin Rabbi’nin kahrı ve gazabının birer işaretleriydiler. Zaten, her afet ve bela gediği zaman Firavun ve sarayındakiler tek ağız olup Hz. Musa’ya yalvarıyor ve O’nun dua edip kendilerini bu azaplardan kurtarmasını isti­yorlardı. Fakat, bu azaplar geçince Firavun ve taraftarları sözlerinden dö­nüyor ve Allah’a itaat etmek ve teslim olmaktan kaçınıyorlardı. (A’raf; 134-135, Zuhruf; 49-50). Kur’an-ı Kerim’de belirtildiği gibi Firavun ve yandaşları nasıl ve ne düşündüklerini ve nasıl hareket ettiklerini çok iyi biliyorlardı. Nitekim, Kur’an’ın ifadesine göre Firavun ve diğer kâfirler Hz. Musa ve diğer müslümanların doğru yolda olduğuna kalben inanıyor­lardı, ama kendi gurur ve inatçılıkları yüzünden bunu açıkça ilân etmek­ten kaçınıyorlardı. (Neml; 14) Nitekim, Firavun ordusuyla birlikte deniz­de boğulurken yürekten inandıklarını nihayet açığa vurdu.

    “inandım ki, İsrail oğullarının iman ettiğinden başka ilâh yoktur. Ben de Müslümanlardanım.” (Yunus; 90)

    Velhâsıl, Firavun ve diğer kâfirler Hakk’ı bildikten ve öğrendikten sora bile gurur ve inatları yüzünden bâtıl’a tapmakta ısrar ettiler. Sarayda-kiler Firavun’a dediler ki:

    “Musa ile kavmini yeryüzünde fesâd çıkarmaları, seni ve ilâhlarını gözden düşürmeleri için bırakır mısın?”

    Firavun da cevap verdi:

    “Onların erkek çocuklarını öldürtüp kızlarını ise hayatta bırakaca­ğım.” (A’raf; 127)

    Böylece Hz. Musa’nın doğuşu sırasında çıkarılan kanun yeniden icra olundu ve Hz. Musa’ya iman edenlerin erkek çocuklarının öldürülüp, kız çocuklarının bırakılması emrolundu. (Mü’min; 25). Firavun, Hz. Musa’ya dedi ki:

    “Yemin ederim ki eğer benden başka tanrı edinirsen seni muhakkak zindana atarım.” (Şuara; 29)

    Sonra, kendi yandaşlarına da şöyle haykırdı:

    “Ey millet! Ben sizin benden başka ilâhınız olduğunu bilmiyorum.” (Kasas; 38)

    Ayrıca şunları da söyledi:

    “Ben sizin en yüce Rabbinizim.” (Nâziât; 24)

    Sonra alaylı bir tavırla kendi veziri olan Hâmân’a şöyle dedi:

    “Ey Hâmân, çamur üstüne ateş yak ve bana bir kule yap, belki Mu­sa’nın ilâhına muttali olurum.” (Kasas; 38, Mü’min; 36-37)

    Hatta bir defasında Hz. Musa’nın işini bitirmeye karar verip saraydakilerine şöyle haykırdı:

    “Bırakın da Musa’yı öldüreyim. O da Rabbine yalvarsın.” (Mü’min; 26)

    İşte Firavun ile saraydaki arkadaşlarının, dalkavuklarının ve diğer kâ­firlerin karakteri böyle idi. Kur’an-ı Kerim, bu insanların kötü amellerini ve kişiliklerini gayet güzel bir şekilde gözümüzün önüne sermiştir. İkinci tip ibret verici karakterler, kendi dinlerini korumak ve Hz. Musa’ya karşı yarışmak üzere ülkenin dört bir yanından gelip toplanan sihirbaz ve kâhinlerdi. Bunlar Firavun’un önüne çıkıp gayet âcizane bir şekilde, “Ma­jesteleri, biz kazandığımız takdirde mükâfata layık görülecek miyiz?” Kendilerine şöyle dendi: “Elbette ki hak ettiğiniz mükâfatı alacaksınız, hatta yanımda yeriniz olacaktır.” Fakat aynı sihirbazlar, Hz. Musa’nın mu­azzam Mu’cizeleri yanında kendi sihirlerinin bir işe yaramadığını görünce, hakikati anladılar ve bunların sihir değil, Allah’ın birer Mu’cizesi olduğunu gördükten sonra derhal secde edip “Biz Musa’nın Rabbine, Alemlerin Rabbine iman ettik” demekten kendilerini alamadılar. Bu sihirbazlarda birden bire öyle büyük bir değişiklik oluyor ki, Firavun bile hayretini giz­leyemiyor. Firavun onlara elleri ve ayaklarının kesileceği ve kendilerinin idam edileceği tehdidinde bulunuyor, ama onlar zerre kadar yunuyorlar ve kendisine şöyle meydan okuyorlar: “Vallahi sen ne yaparsan yap, biz hidayeti bulduk, biz hakikati gördük ve Allah’a inandık. Artık gerçekler­den ve Rabbimizden dönemeyiz.” (Bk. A’raf; 113-126, Taha; 70-73 ve Şuara: 41-51).

    Kur’an-ı Kerim’de çizilen bir başka tip de, Firavun’ın bir nediminin karakteridir. Bu hükümet ve saltanat görevlisi kalben Hz. Musa’ya iman etmişti, ama bunu bir süre gizli tutmayı uygun görmüştü. Fakat Firavun, Hz. Musa’yı öldürmeye karar verdiğini açıklayınca bu arkadaşı yerinden fırlayarak kendisini şöyle ikaz etti: “Siz, sadece benim Rabbim Allah’tır dediği için mi birini katledeceksiniz?” Bundan sonra kendisi uzun ve etki­leyici bir konuşma yaptı. Bu konuşma, Mü’min suresinde 26. ayetten 44’e kadar kaydedilmiştir. Bu ileri görüşlü kişi konuşmasında Firavun ve O’nun gibi küfr ve şirkte ısrar edenleri Allah’ın azabıyla korkutmuş ve doğru yola gelmelerini istemiştir. Bu doğru ve yüksek meziyetli kişi, başı­na geleceklerden korkmadan Hak’tan yana çıktı ve hak bulduklarını dile getirmekten çekinmedi.

    Ve tabii ki, en iyi ve örnek karakter Hz. Musa (a.s.)’nınkidir. Hz. Mu­sa, ahlâksızlık ve dalâletin en aşağı noktasına inmiş olan bir milletin fer­diydi. Öyle bir millet ki, evlâtlarının, gözlerinin önünde katledilmesine ses çıkaramıyordu. Bizzat Hz. Musa’nın adı bir Mısırlıyı öldürdüğü iddia­sı ile düzmece bir davaya karıştırılmış ve hakkında arama emri çıkmıştı. Bu sebeple vatanını terk edip senelerce Medyen’e sığınmak zorunda kal­mıştı. Böyle bir durumda Cenab-ı Allah O’nu peygamber yapıp Firavun gibi çağın en dehşetli hükümdarına karşı çıkmasını emredince hiç kork­madan hak yolunda yürümeye başladı. Bu yol dikenlerle doluydu. Kendi­sinde ne maddi bir güç vardı, ne de bir ordu veya kendisine can atan taraf­tarlar. Allah O’na bir asa ve “beyaz el” Mu’cizesi vermişti. Başka bir daya­nağı ve sermayesi yoktu. Hz. Musa, Firavun’un hiçbir tehdidi ve uyarısın­dan korkmadı. O’nun baskı ve zulümlerinden yılmadı. Yıllarca her türlü muhalefete karşı siper oldu. Ve ne zaman ki Firavun O’nu ölümle tehdit etti, kendisi çok sakin bir şekilde karşılık verdi:

    “Ben hesap gününe inanmayan her kibirliden Rabbim ve Rabbiniz olana (Allah’a) sığındım.” (Mü’min; 27)

    26.4.10. Tarihten Diğer Örnekler

    Kur’an-ı Kerim’de benzeri diğer pek çok tarihi vak’a ve kıssa anlatıl­mak suretiyle İslam’ın ne gibi karakter ve ahlâka sahip olan insanları be­nimsediği ve kimleri benimsemediği açıklanmıştır. Meselâ, bir tarafta Hz. Davud ile Hz. Süleyman (a.s.) gibi peygamberler vardı; -ki bunlar iktidar koltuğunda oturmuş ve kuvvet ve kudret sahipleri olmasına rağmen Al­lah’tan her an korkmuşlardı- Allah’ın çizdiği yoldan zerre kadar ayrılmı­yorlardı, bir hukuk devleti kurmuşlardı ve herkesin hakkını koruyor ve herkese eşit muamele ediyorlardı. Kibirle uzaktan, yakından hiçbir ilgileri yoklu, yetkilerinin dışına çıkmıyorlardı ve nerede bir imtihana tabi tutul­duklarını görüyorlarsa orada hemen Allah’ın önünde eğiliyor ve O’ndan yardım istiyorlardı. (Sâd; 17-24, Neml; 19-40, Sâd; 34-35).

    Bunun yanında Sebe’ (Saba) melikesi vardır ki, müşrik bir milletin kraliçesi olmasına rağmen Hakkı öğrendikten ve bildikten sonra hiç te­reddüt etmeden kabul etti ve müşriklerin kendisine nasıl bir tavır alacakla­rını bir an bile düşünmedi. (Neml; 44)

    Yâsin sûresinde bahsedilen, Hakk’a tapan ve Hak yolunda olan bir ki­şinin karakteri vardır. Bir kişinin ait olduğu millet, kendilerine tayin olu­nan üç peygambere de sırt çevirmişti ve onların İslâm’a yaptıkları davetle­rine şiddetle muhalefet ediyorlardı. En nihayet; bu hak peygamberleri taş­layarak öldürmeye karar vermişlerdi. Böyle bir gergin havada Hak’tan ya­na olan bu cesur kişi ortaya çıkıyor ve şehrin bir ucundan öbür ucuna ka­dar gelip giderek peygamberlerin taşlanmaması için ellerinden geleni ya­pıyor. Halkın bu peygamberlerin davetine uymalarını istiyor ve onlara zu­lüm yapmamaları için yalvarıyor. Onların yanlış yolda olduğunu delillerle ortaya koyuyor ve kendisinin iman sahibi olduğunu iftiharla ilân ediyor. Bu hakperestin sözleri kendisine pahalıya mal oluyor ve öldürülüyor. Fa­kat böyle bir durumda bile ağzından kâfir ve müşrikler için beddualar çık­mıyor. Onun son arzusu dalâlet içindeki bu milletin doğruyu bulması olu­yor. (Yasin; 13-27)

    Daha sonra Eshab-ı Kehf in örnek karakterlerine tanık oluyoruz. Bun­lar müşrik ve gözü dönmüş bir milletin zulmüne ve dinlerine gelen zarardan kurtulmak amacıyla sadece Allah’a inanarak ve güvenerek bir ma­ğaraya sığınıyorlar. Bu mağarada ne zamana kadar aç ve susuz kalacak­larını hiç düşünmüyorlar, zira kalbleri iman ateşiyle doludur. Onların tek düşüncesi kendi imanlarını son nefeslerine kadar korumaktır. (Kehf; 13-20)

    Diğer tarafta zenginlik, bolluk ve dünya nimetlerinin, kısacası maddi­yatın simgesi olan Karun var. Bu Karun, Hz. Musa’nın milletinin bir ferdi idi, ama dünya sevgisi onu Firavun’a yaklaştırmış ve onun en güvendiği adamlarından biri olmuştu. Bu zengin ve varlıklı kişi haram mallar ve ser­vet toplayarak dünyanın en güçlü kişilerinden biri olduğunu iddia ediyor­du. İyi ve salih kişiler onun doğru yola gelmesini istediler, ama o bütün nasihatlere kulağını tıkadı, üstelik bütün mal ve mülkünü kendi bileğinin gücüyle topladığını iddia etmeye başladı. Dünyadaki kişiler onun şan ve şevketini görüp kendisinin çok talihli kişi olduğunu sanıyor ve ona gıpta ediyorlardı. Fakat Cenab-ı Allah, Karun’u sarayı ile birlikte bütün mal-mülk ve servetini yerin dibine batırınca onun gibi olmak isteyen herkes için bir ibret nişanesi oluverdi. (Kasas; 76-82)

    Ayrıca, Sebeliler var ki, Allah memleketlerini bir Cennet’e çevirmişti. Ne var ki, bu millet Allah’a karşı isyan edince hak ettiği azaba uğradı ve gökten yağan yağmur ve yerden fışkıran sular bütün memleketi yerle bir etti. Muhteşem sarayları kuleleri ve yapıları yıkıldı, bağ ve bahçeleri vira­neye dönüştü. Kısacası, Sebe (Saba)liler öylesine korkunç bir akıbete uğ­radılar ki, felâketleri Arabistan ve civardaki bütün memleketlerde dillere destan oluverdi. (Sebe; 15-19)

    Kur’ân-ı Kerim’de tarihten verilen örnekler arasında en kötü örnek herhalde Yahudilerinkidir. Gerçekten Yahudilerin tarihi ibretle doludur. Yahudiler Allah’a baş kaldırmak ve O’na nankörlük ve sadakatsizlik et­mekte bütün milletleri geride bıraktılar. Onlar tarihte en az iki defa büyük fitne ve fesada sebep oldular ve bunun neticesinde bir defasında Babil ve Asur hükümdarları tarafından büyük bir bozguna uğratıldılar ve ikinci de­fasında Romalılar ve Bizanslılar tarafından Filistin’den kovulup mahv ve perişan oldular. (İsrâ; 4-7) Son bozgun ve kovulmalarından sonra Yahudilerin bir kısmı Hicaz’a da gelip yerleşmişti. Araplar bu milletin kötülük ve ayıplarını tek tek biliyorlardı. Kur’an-ı Kerim bu ahlâkî bozukluklarına işaret ederek Cenab-ı Allah’ın bunları tasvip etmediğini kaydetti. Yahudiler kendi dünyevi menfaat ve ihtiraslarını tatmin etmek amacıyla dini hü­küm ve ilkeleri tahrif ediyorlardı ve ahirette nasıl olsa peygamberlerinin yardımıyla Cehennem ve azaptan kurtulacaklarını sanıyorlardı (A’raf;169). inançlarına göre ümmiler (Yahudi olmayanlar)’in mallarını gasbedip yemek ve onlara kötü muamele yapmak kötü bir şey değildi ve bu suretle herhangi bir günah işlemiş olmuyorlardı. (Al-i İmran; 75). Yahudilerin din âlimleri ve rahipleri halkın mallarını yemeyi âdet edinmişlerdi. (Tevbe; 37) Dinlerinin yasaklamış olduğu faiz illetine, mübtela olmuşlardı (Nisa; 161). Aralarında batıl inanç, sihir, falcılık ve ruhlar ile Şeytanı çağırmak gibi alışkanlıklar hayli yerleşmişti. Onlar bu gibi bâtıl inançlarının Hz. Sü­leyman (a.s.)’dan kaynaklandığını iddia ediyorlardı, halbuki hakikat bu de­ğildi. (Bakara; 102) Aralarında her türlü ahlâksızlık yayılmıştı, ama lider­leri ve ileri gelen kişileri kendilerini bu rezaletlerden kurtarmak için hiçbir çaba göstermiyorlardı. Bu nedenle ahlâksızlığın bataklığına battıkça batıyorlardı (Maide; 79). Aslında, Kur’an-ı Kerim bu ayıbın, felâkete sürük­lenmiş olan diğer milletlerde de yaygın olduğuna işaret etmiştir. Nitekim, Hûd sûresinde geçmişteki ümmet ve kavimlerin felâketinden, helâk olma­larından bahsedilirken şöyle denilmiştir.

    “Sizden evvel geçen devirlerde (insanları) yeryüzünde fesaddan nehyedecek akıl sahipleri bulunmalı değil miydi? Ancak bunu pek azı yaptı. Ve biz de onları kurtardık. Nefislerine zulmedenler de kendilerine verilen (dünyalık) refahın ardına düştüler, günahkârlardan oldular. Rabbin halkı salih kimseler oldukları halde, memleketleri zulüm ile helâk edici değil­dir.” (Ayet; 116-117)

    26.4.11. Kur’an-ı Kerim’de Eleştirilmiş ve Kınanmış Olan Kötülükler

    İşte Kur’an-ı Kerim, böyle bir üslupla tarihi olay ve hikâyeleri anlat­mış ve ahlâki değerler ile ilkelerini ortaya koymuştur. Bunun yanı sıra, Kur’an-ı Kerim başka bir üslup kullanarak gerek Kureyşliler gerekse diğer Araplarda ve insan toplumlarında bulunan kötülüklere değinmiş, ahlâkî bozukluk ve kötü amelleri eleştirmiş ve kınamıştır. Bunlar öyle ahlâksız­lık ve kötülüklerdi ki, bunlara kimse iyi ve uygun demeye cesaret edemez­di. Buna karşılık, Kur’an-ı Kerim, İslam’ın fertler ve toplumların hangi va­sıf, meziyet ve ahlâka sahip olmaları gerektiğine işaret etti. Bunlar da öyle meziyetlerdi ki kimse bunların iyi olmadığını söyleyemezdi.

    Biz burada şimdi Kur’an-ı Kerim’in eleştirmiş ve kınamış olduğu kö­tülüklerden bahsedeceğiz:

    “Vay haline, arkadaş çekiştirmeyi ve yüze karşı eğlenmeyi adet edi­nenlerin. O ki, mal topladı ve saydı. Malının kendisine ebedi hayat vere­ceğini sanır.” (Hümeze; 1-3)

    “Dini tekzip edeni gördün nü? Bu o kimsedir ki yetimi şiddet ve zor­la itip kakıyor. Fakiri de doyurmaya teşvik etmez. Vay haline o namaz kı­lanların ki, onlar namazlarından gafildirler. Onlar riyakârlardır. Ve zekâtı da men’ederler.” (Mâûn; 1-7)

    “Fakat insanı Rabbi mümtaz kılıp ona ikram edip nimetler verirse ‘Rabbim bana ikram etti’ der. Amma Rabbi onu imtihan edip rızkını kısıt­larsa ‘Rabbim bana ihanet etti’ der. Hayır öyle değil. Bilâkis siz yetime ikram etmezsiniz. Fakirleri doyurmak için birbirinizi teşvik ve tergîb et­mezsiniz. Helâl ve haram demeyip mirası alabildiğine yersiniz. Malı da pek çok seversiniz.” (Fecr; 15-20).

    “Çoklukla iftihar sizi o kadar şaşırttı ki kabirlere varıncaya kadar zi­yaret ettiniz. Bununla iftihar doğru değildir. Bunu ilerde bileceksiniz.” (Tekâsür; 1-3)

    “Çok yemin eden zelil ve hakir olanlara itaat etme. Halkı çok ayıpla­yan ve lâf getirip götürme ile meşgul olana, Hayrı meneden, haddini aşarak günah işlemekte ısrar edene. Zorbaya ve soysuz yardakçıya (itaat etme). Mal ve evlât sahibi oldu diye.” (Kalem; 10-14)

    “Ölçü ve tartıda noksan yapanların vay haline. Ki onlar insanlardan alırken ölçüyü tam yaparlar. Fakat İnsanlar ölçer veya tartarlarsa eksik yaparlar. Onlar ba’s olunacaklarını bilmezler mi? O büyük kıyamet gününde, insanların Alemlerin Rabbi huzurunda kalkacağı günde.” (Mutaffifin; 1-6)

    “Teraziyi adaletle ve doğru tutun. Tartılan noksan etmeyin diye.” (Rahman; 9)

    “Onlar cennettedirler. Sorarlar mücrimlerden “sizi bu cehenneme sokan nedir?” Onlar şöyle derler: ‘Biz namaz kılanlardan değildik. Yok­sullara yedirmezdik. Bâtıla dalanlarla beraber dalardık. Kıyamet gününü de yalanlardık.” (Müddessir; 40-46)

    “(Kıyamet günü cehenneme yollanacak olanlar giderken kendileri hakkında şöyle denilecektir): Çünkü o büyük olan Allah’a iman etmezdi. Fakirlere yemek vermeye teşvik etmezdi. Bugün burada ona acıyacak yoktur.’ Yemek olarak da ancak kan ve irin vardır. Ki onu ancak kâfirler yer.” (Hakka; 33-37)

    “O kıyamette ‘boş yere çok mal sarf ettim’ der. O kendini kimsenin görmediğini mi zannediyor?” (Beled; 6-7)

    “Mallarını Allah yolunda harcayan ve sonra bunu minnet ve eza ile takip etmeyenlerin mükafatları Kabları kalındadır. Onlara korku ve hü­zün yoktur. İyi bir söz ve bağışlama, ardından eziyet gelen bir sadakadan hayırlıdır.” (Bakara; 262-263)

    “Ey mü’minler, sadakalarınızı başa kalkmak ve eza ile heder etmeyi­niz. Halka gösteriş (riya) olarak malını infak (harcayan) eden Allah’a ve ahirete iman etmeyen, üstünde biraz toprak bulunan düz kaya gibidir; ki ona şiddetli bir yağmur isabet ederse toprağı götürür. Ve kayayı dümdüz bırakır.” (Bakara; 64)

    “Allah’ın fazl-u kereminden kendilerine verdiği şeyle cimrilik edenler bunun kendileri için hayırlı olduğunu zannetmesinler. Şüphesiz bu onlar için bir şerdir. Kıyamet gününde o cimrilik ettikleri şey, boyunlarına ta­kılmış olarak gelirler.” (Al-i İmran; 180)

    Cimrilik sadece para ve malların kendisi, karısı, çocukları ve ailesi için kullanmamak değildir. Cimrilik, pek çok konularda cömertlik eden ve bol bol para harcayan ama Allah’a ve dine sıra gelince yan çizen bir kişi­nin davranışına da denilir.

    “Allah, kendini beğenenleri ve böbürlenenleri sevmez. Cimrilik edenler cimrilikle insanlara emredenler ve Allah’ın fazl ve kereminden onlara verdiğini saklayanlar Allah’ın sevmediği mağrurlardır.” (Nisâ; 36-37)

    “Nefsini cimrilik ve hasedden koruyanlar işte onlar felâha erenler­dir.” (Teğabun; 16)

    “Kibirlenip insanlardan yüzünü çevirme. Yeryüzünde mağrurane ve çalımla yürüme. Çünkü Allah kibir taslayıp kendini beğeneni sevmez. Yü­rüyüşünde mutedil ol. Sesini alçak, çünkü seslerin en çirkini eşeklerin se­sidir.” (Lokman; 18-19)

    “Allah’ın bazınızı bazınız üzerine üstün kıldığı şeyi hased etmeyin.” (Nisâ; 32)

    Bir insanın, başka bir insana, daha iyi bir durumda olduğunu görerek imrenmesi zaten hasedin temelidir. Bundan sonra imrenen kişi imrenilen kişiyi kıskanır ve ondan nefret etmeye başlar. Kendisinin onun durumuna yükselebilmesi için onun kötü hale gelmesini ve çaresiz kalmasını ister. Bu hedefe varmak için bazen gayrı meşrû ve iğrenç yollara başvurur.

    “De ki: ‘Rabbim açık ve gizli hayasızlığı,’günahı, haksız yere isyanı ve onun için burhan ve hüccet indirilmemiş iken Allah’a şirki ve Allah hakkındâ bilmediğinizi söylemenizi haram kılmıştır.” (A’raf; 33)

    “iyilik etmemek İnsanlar arasında ıslâha çalışmamak hususunda ye­minlerinizi engel yapmayın. Allah, yeminlerinizdeki lağvınızdan (yanıl­madan) dolayı sizi muaheze etmez. Lâkin kalbinizin kazandığı ile mes’ul olursunuz.” (Bakara; 224-225)

    “Karşılıklı ahitleştiğiniz vakit Allah’ın ahdini yerine getirin. Sapa­sağlam eylediğiniz yeminleri bozmayın. Bu ahd ve yeminde Allah’ı kefil yapmışsınızdır. Allah işlediklerinizi bilir. Sağlam olarak eğirdiği ipliği tekrar bozan kadın gibi olmayın. Bir kavmi diğer bir kavimden daha çok görmekten dolayı yeminlerinizi aranızda hile ve fesad vesilesi yapmayın. Allah sizi bununla imtihan eder.” (Nahl; 90-91)

    “Amma Allah’ın ahdini kabul etlikten sonra onu bozanlar, Allah’ın bitiştirilmesini emrettiği şeyi kesenler ve yeryüzünde fesad çıkaranlara lânet ve cehennem vardır.” (Ra’d; 25)

    “De ki: ‘Hükümdarlar bir memlekete girdikleri zaman onu perişan ederler. Ve halkının en şereflilerini hor ve hakir kılarlar.” (Neml; 34)

    Hucurât sûresinde (Ayet; 11,12) kınanmış olan ahlâksızlıklar ve kötü ameller şunlardır: İnsanların biriyle alay etmeleri, birini öfkelendirmeleri, küçük düşürmeleri, birine kötü isim takmaları, yersiz ve gereksiz olarak biri hakkında kötü düşünmeleri, ondan kuşkulanmaları, başkalarının özel hayatları hakkında dedikodu etmeleri ve birinin arkasından konuşmaları.

    “Cehâlet ve akılsızlıklarından dolayı evlâtlarını öldürenler ve Al­lah’a iftira ederek kendilerine rızık olarak verdiği şeyleri haram eyleyen­ler muhakkak ziyan ettiler; dalâlete düştüler.” (En’am; 140)

    “Ve eğer onlardan biri kız çocuk ile müjdelense öfkelenerek yüzü simsiyah olur. Kendisine müjdelenen şeyin fenalığından utanarak halktan yüzünü saklar. Onu hakaretle bırakayım mı yoksa toprağa mı gömeyim diye düşünür. Dikkat edin ki, ne fena hükmediyorlar.” (En-Nahl; 58-59)

    “Diri diri gömülen kızlara sorulduğunda, hangi suçtan dolayı öldü­rüldüğü…” (Tekvir; 8-9)

    “Bir hatayı veya bir günahı işleyip sonra onu bir suçsuzun üzerine atan apaçık bir iftira ve günahı yüklenmiş olur.” (Nisâ; 112)

    “Hainler için müdafaacı olma… Ve Allah’tan mağfiret dile. Çünkü Allah mağfiret edici ve rahimdir.”

    (Nisâ; 105-106) “Allah hainlikte ısrar eden günahkârları sevmez.” (Nisâ; 107)

    “Hıyanet eden hıyanet ettiği şeyle birlikte kıyamet günü meydana ge­tirilir. Sonra herkese dünyada iken kazandığının karşılığı ödenir. Ve kim­seye zulüm olunmaz.” (Al-i İmran; 161)

    “İnsanların mallarına artış olması için verdiğiniz faiz Allah katında artmaz. Allah’ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekât ise, işte bunu yapanlar sevaplarını kat kat arttıranlardır.” (Rûm; 39)

    “Ey mü’minler, kendi aranızda ticaret olmaksızın mallarınızı haram sebeplerle yemeyiniz. Kendinizi öldürmeyin… Kim helâlin sınırını aşarak ve haksızlık ederek bunu yaparsa onu Cehenneme sokara.” (Nisa; 29-30)

    “Haksızlıkla birbirinizin malını aranızda yemeyiniz. İnsanların bir kısım malını bilerek ve haksız olarak yemek için onu (o malları) hakimle­re aktarmayınız.” (Bakara; 188)

    Bu demektir ki, yetkililere rüşvet edip işlerinizi yürütmeye çalışmayı­nız. Ayrıca, gerçekler ortada iken ve malların kime ait olduğu bilinirken boşu boşuna davayı mahkemeye götürmeyiniz.

    “Şahitliğe çağırıldıklarında ondan kaçınmasınlar… Şahitliği gizle­meyin. Şahitliği gizleyenin kalbi günahkâr olur.” (Bakara; 282-283)

    “Yalan sözden sakının.” (Hacc; 30)

    Bu ayetin kapsamına yalan şahitlik de giriyor. Nitekim, Rasûlullah (a.s.) da şöyle buyurmuşlardır: “Yalan şahitlik, Allah’a şirk ile eşittir.”

    “Güzel bir şefaatte bulunan ondan bir nasip vardır. Ve kötü bir şefa­atte bulunana onun misli vardır.” (Nisâ; 85)

    Yani şefaatçi, şefaat olunanın iyi ve kötü amelini paylamış olacaktır.

    En-Nûr sûresinde 4. ayetten 23. ayete kadar namuslu ve temiz karak­terli kadınlara iftirada bulunmak, onlar hakkında türlü türlü dedikodu yap­mak ve yaymak ve toplum içinde çıplaklık, fuhuş ve zina gibi illetleri yaymak ağır bir dille eleştirilmiş ve kınanmıştır. Ayrıca, bu hükümler sa­dece kadınlara mahsus değildir.Aynı şekilde erkeklere iftira yapılması da yasaklanmıştır.

    “Kadınlarla iyi geçinin.” (Nisâ; 19)

    “Kadınları boşadığınızda iddetlerini bitirince onları âdet ve örf dai­resinde nikâhınız altında tutun. Veyahut iyilikle bırakın. Zulmetmek mak­sadıyla onları zorla tutmayın. Bunu yapan kimse kendine zulmetmiş olur.” (Bakara; 231)

    “O cariyeleri sahiplerinin izni ile nikâhlayın. İffetli yaşamaları zina­dan ve gizli dost tutmaktan uzak oldukları halde nikâh bedellerini (mehrini) iyilikle veriniz. Evlendikten sora fuhuş irtikâb ederlerse o zaman hür kadınlara olan cezanın yarısı kadarı ile cezalandırılırlar.” (Nisâ; 25)

    “Ey Peygamber, mü’min kadınlar Allah’a bir şey şirk koşmamak, hır­sızlık yapmamak, zina etmemek, evlatlarını öldürmemek, elleri ve ayakla­rı arasındaki şeyi iftira ile bühtan etmemek ve herhangi bir iyilik husu­sunda sana muhalefette bulunmamak üzere biat için sana gelirlerse biatlerini kabul et.” (Mümtehine; 12)

    Burada iftira ile bühtan etmekten iki şey kastedilmiştir. Bir, bir kadı­nın, başka bir kadının bir erkekle dost veya metres hayatı yaşamakta oldu­ğunu iddia etmesi, iki, evli bir kadının, başka bir erkeğin çocuğunu doğu­rup kocasını aldatması.

    “Ey Adem oğulları size avret yerinizi örtmek için libas ve ziynet elbi­sesi indirdik… Ey Adem oğulları, şeytan ana ve babanızı cennetten çıkar­dığı ve avret yerlerini açmak için ayaklarından elbiselerini soyduğu gibi sizi de aldatmasın.” (A’raf; 26-27)

    “De ki: ‘Allah’ın kulları için çıkardığı ziyneti iyi ve temiz rızkları kim haram etti?” (A’raf; 32)

    “Onlar bizim kendilerine farz kılmadığımız ruhbaniyeti ancak Al­lah’ın rızasını isteyerek kendileri icat ettiler.” (Hadid; 27)

    “Hurma ve üzüm ağaçlarından içki ve güzel bir rızık edinirsiniz.” (Nahl; 67)

    Yani, Allah’ın ihsan ettiği hurma ve üzüm gibi meyveleri siz başka amaçlar için kullanıyorsunuz.

    Kur’an-ı Kerim’in sıraladığı bu kötülüklerin kötü olmadığını kimse iddia edemezdi. Ayrıca, ne Kureyşliler ne Araplar ne de başka milletler, cemiyetlerinin bu gibi ahlâksızlıklardan arınmış olduğunu da iddia ede­mezlerdi. Kimse bu kötülüklerin Hz. Peygamber (a.s.)’de veya yakın arka­daşlarında bulunduğunu da öne süremezdi. İnatçı ve akılsız olmayan, aklı başında olan herkes bu illetlerden kurtulmanın İnsanlar için hayırlı ve uğurlu olacağına inanmalıydı.

    26.5. ANLAMLI VE HİKMETLİ AHLÂKİ HÜKÜMLER

    Kur’an-ı Kerim, fert ve milletlerin çökmesine ve daha sonra felakete sürüklenmesine sebep olan kötülüklerden bahsettikten sonra çok anlamlı, özlü ve kapsamlı ahlâk kurallarını öğretmiştir. Aklı başında olan bir kim­se bu kaide ve kuralların hikmetini ve faydasını inkâr edemezdi. Bu kaide ve kurallar kuru kuruya halka anlatılmış ve telkin edilmiş değildi, aksine bunların pratik örnekleri Rasûl-i Ekrem (a.s.) ve fedakâr ve cefakâr saha­belerinin hayatlarıyla verilmişti, bu bakımdan daha cazibeli ve manalıydı­lar. Biz bu altın kuralları aşağıda aktarıyoruz:

    “Şüphesiz Allah size adaleti, iyiliği akrabaya yardım ile emreder. Fahşâdan münkerden ve isyandan nehyeder.” (Nahl; 90)

    “De ki: ‘Gelin Rabbinizden size haram eylediği şeyleri ben size oku­yayım: O’na hiçbir şeyle şirk koşmayın. Baba ve ananıza ihsan (iyilik) edin. Fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Biz sizi de onları da rızıklandırırız. Kötülüklerin açık ve gizlisine yaklaşmayın. Allah’ın haram eylediği cana kıymayın. Meğer ki hak ile ola.îşte (Allah) size aklınızı ba­şınıza alasınız diye bunları emretti. Yetim, rüşt çağına erişinceye kadar malına ancak iyilik etmek için almaksızın yaklaşmayın. Ölçüyü, tartıyı adaletle ölçüp tartın. Biz bir kimseye gücünün yettiğinden başkasını teklif etmeyiz. Söz söylediğiniz vakitte akrabanız için olsa bile adaleti gözeti­niz. Allah’ın ahdini yerine getiriniz. İşte Allah size iyice düşünesiniz diye emretti.” (Enam; 151-152)

    “Rabbin, kendisinden başkasına ibadet etmeyin. Baba ve ananıza iyilik edin diye hükmetti. Onlardan biri veya ikisi senin yanına ihtiyar­lığa erişirlerse onlara öf deme. Onlara ağır söz söyleme. Onlara tatlı ve kerimâne sözler söyle. Onlara merhametle tevazu kanadını indir. Ve ‘ya Rabbi küçük iken beni besleyip büyüttükleri (terbiye) gibi sen de on­lara rahmet ve merhamet buyur’ de. Rabbiniz içinizde olanı herkesten daha iyi bilir. Eğer siz de salihlerden olursanız mağfiret olunursunuz. Allah tevbe edenleri yarlığayıcıdır. Akrabaya fakirlere ve yolculara hakkını ver. israf etme. Çünkü israf edenler şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı nankördür. Rabbinden umduğun rahmeti ara­yıp bekleyerek onlardan yüz çevirmek mecburiyetinde kalırsan o halde onlara yumuşak sözler söyle. Elini boynuna bağlı olarak asma. Bütün bütün de açıp saçma. O zaman kınanmış ve perişan olarak kalırsın. Gerçekten senin Rabbin dilediğine rızkı genişletir ve dilediğine de daraltır. Şüphe yok ki O kullarını bilir ve görür. Fakirlik korkusu ile evlatlarını­zı öldürmeyiniz. Sizi ve onları biz rızıklandırırız. Onları öldürmek bü­yük bir günahtır. Ve zinaya yaklaşmayın. Zira o bir hayasızlıktır. Ve fena bir yoldur. Haklı bir sebep olmaksızın Allah’ın haram kıldığı cana kıy­mayın, kim haksızlığa uğrayarak öldürülürse biz onun velisine Selahiyet vermişizdir. O da bu hak ile yardımına mazhar kılınmış olduğundan do­layı katl de israf etmesin. Erginlik çağına erinceye kadar güzel bir mak­sat ile olmaksızın yetimin malına yaklaşmayın.Ahdinizi de yerine getirin. Ahdeden verdiği sözden mes’uldür. ölçtüğünüz zaman tam ölçün. Ve doğru terazi ile tartın. Bu hayırdır ve sonu da güzeldir. Bilmediğin şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalb bunların hepsi bundan mes’ul­dür. Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme. Çünkü sen asla yeri yaramaz­sın ve boyca da dağların yüksekliğine eremezsin. Bütün bu fena şeyler Rabbinin yanında mekruhtur. Bunlar Rabbinin saha vahyettiği hikmet­lerdendir.” (İsrâ; 23-39)

    “Allah’a ibadet edin ve O’na bir şeyi ortak tutmayın. Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, fakirlere, yakın ve uzak komşulara, arkadaş ve dost­lara, misafirlere, köle ve cariyelere iyilik edin. Allah, kendini beğenenleri ve böbürlenenleri sevmez.” (Nisâ; 36)

    “Yüzünüzü doğu ve batı tarafına çevirmeniz birr (hasenat ve itaat) değildir. Birr sahipleri Allah’a, âhirete, meleklere, kitaplara ve peygam­berlere iman eden, akrabaya, yetimlere, fakirlere, yolculara, dilenenlere, esirlere severek veren, (infak eyleyen) ahitlerine cefa zarûret ve fenalıklarına harp ile kıtalin zorluk ve zahmetlerine sabredenlerdir. Onlar iman­larında sadık olup Allah’tan ittika edenlerdir.” (Bakara; 177)

    “Muhakkak mü’minler felâh bulmuştur. Onlar namazlarında huşua riayet ederler. Onlar boş sözden ve faydasız işten yüz çevirirler. Zekâtla­rını verirler. Irzlarını korurlar. Ancak kendi zevcelerine yahut malik ol­dukları cariyelere karşı münasebetleri müstesnadır. Onlar bunda kınan­mazlar. Bundan başkasını arayanlar hadlerini aşanlardır. Onlar emanet­lerine ve ahitlerine riayet ederler. Onlar namazlarını gereği üzere de­vamlı kılarlar.” (Mü’minun; 1-9)

    “Allah’ın makbul kullan yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürürler. Kendilerine cahiller lâf attıklarında ‘Allah size selâmet versin’ derler. Onlar ki gecelerini Rabbleri için secdede ve kıyamda geçirirler. Ve ‘ey Rabbimiz, Bizden cehennem azabını çevir. Cehennem’in azabı daimi bir helâktir?’ derler. Cehennem ne fena bir karargâh ve ikametgâhtır. Onlar ki harcadıkları zaman israf etmezler cimrilik de etmezler. Bunun ikisi arasında ortalama olur. Onlar ki Allah ile beraber başka bir ilâha tap­mazlar. Allah’ın haram kıldığı nefsi haksız yere öldürmezler. Zinada bu­lunmazlar. Bunları yapan günahkâr olur. Kıyamet günü onun azabı katmerleşir. Ve o azapta hor ve zelil olarak devamlı kalır. Ancak tevbe eden ve iman edip iyi amel işleyen kimselerin günahını Allah iyiliğe çevirir. Allah Gafur’dur, Rahim’dir. Tevbe edip sâlih amel işleyenler muhakkak ki makbul bir şekilde Allah’a döner. Onlar ki yalan şahitlikte bulunmaz­lar. Boş ve batıl şeylerin yanından geçtiklerinde onlara bulaşmadan şe­refli olarak geçerler. Onlar ki Rablerinin ayetleri okunduğunda sağır ve kör olarak yüzüstü düşmezler. Onlar ki, ‘ey Rabbimiz, bize zevcelerimiz­den ve zürriyetlerimizden gözlerimizin süruru olacak iyi kimseler ihsan et. Ve bizi takva sahiplerine İmam kıl’ derler.” (Furkan; 63-74)

    “Size verilen her şey dünya hayatının geçici malıdır. İman edip ve Rabblerine tevekkül edenler için Allah indinde olan daha hayırlı ve da­ha devamlıdır. Onlar şunlardır ki, büyük günahlardan ve açık rezaletler­den kaçınırlar. Öfkelendikleri zaman da onlar kusur bağışlarlar. O kim­selerdir ki, Rabblerinin dâvetine icabet eder, namazlarını kılar, işlerini aralarında müşavere ederler. Ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şey­lerden infak ederler. O kimselerdir ki, kendilerine zulüm edilse, onlar yardımlaşarak intikam alırlar. Kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür. Fakat affedip ıslâh edenin mükafatı Allah’a aittir. Allah, zâlimleri asla sevmez. Zulüm gördükten sonra intikam alana (ceza için mes’uliyete) bir yol yoktur. Ancak ceza yolu, insanlara zulmedenlere ve haksız yere yer­yüzünde azgınlık yapanlaradır. Onlara acıklı bir azap vardır. Bununla beraber, sabredip affedene mükâfat olunur. Çünkü bu, en büyük işler­dendir.” (Şûra; 36-43)

    “Gerçekten insan haris ve cimri yaratılmıştır. Ona bir fenalık doku­nunca feryad edip sızlanır. Bir hayır dokununca da cimridir. Namaz kı­lanlar müstesnadır. Ki onlar namazlarına devamlıdırlar. Ve şunlar ki, mallarına devamlıdırlar. Sâil ve fakirler için. Ve şunlar ki kıyâmet günü­nü tasdik ederler. Ve şunlar ki, Rabblerinin azabından korkarlar. Çün­kü Rabblerinin azabından emin olmazlar. Şunlar ki, avret yerlerini ko­rurlar. Ancak zevcelerine ve cariyelerine müstesna. Çünkü onlarla müna­sebette levm olunmazlar. Bundan ötesini isteyenler hadlerini tecavüz edenlerdir. Şunlar ki emânetlerine ve ahitlerine riayet ederler. Ve onlar ki şahitliklerini (dosdoğru) yaparlar. Ve şunlar ki, namazlarını muhafa­za ederler.” (Meâric; 19-34)

    “Aldıklarını yerine getirir, şerri ve zahmeti şiddetli ve devamlı olan günden korkarlar. Ve seve seve fakir, yetim ve esiri doyururlar. Onlara, ‘biz sizi Allah rızası için yediriyoruz. Sizden ne mükâfat ne de bir teşek­kür istemiyoruz. Biz Rabbimizden korkarız. Çirkin yüzlü ve çatık kaşlı bir günün azabından derler.” (İnsan; 7-10)

    “Rabbiniz tarafından mağfirete ve eni gökler ve yer kadar olup takvâ sahipleri için hazırlanmış olan cennete koşunuz. O takvâ sahipleri ki, bollukla ve darlık zamanlarında infak ederler, öfkelerini yutarlar ve in­sanların kusurlarını affederler. Allah, iyilik edenleri sever. O müttakiler bir günâh işlediklerinde veyahut nefislerine zulmettiklerinde Allah’ı ha­tırlayarak günâhlarının bağışlanmasını islerler. Allah’tan başka günâh­ları affeden kimdir? Bunun fena olduğunu bildikleri halde günâhta ısrar etmezler.” (Al-i İmrân; 133-135)

    26.5.1. Güzel Ahlâk ve Faziletle İlgili Emirler

    Yukarıda dile getirilen güzel ahlâk ile ilgili genci ve özlü hükümlerin yanı sıra güzel ahlâk ve faziletin ayrıntılarına da tek tek temas edilmiştir. Genel ahlâkî kurallar zâten birazcık ahlâkî hislere ve hayır ile ser arasında ayırım yapma kabiliyetine sahip, ıslâh edilmesine uygun bir kişiyi etkile­yecek nitelikteydiler. Fakat, Kur’ân-ı Kerim bunlarla yetinmedi ve ahlâk kurallarının her birini açıkça ortaya koymayı uygun gördü. Kur’an-ı Ke­rim, insanların hangi faziletlerle donanması gerektiğine işaret etti ve Rasûlullah (a.s.) ile sahabeleri, bunların sadece kâğıt üzerinde kalmaya layık değil, pratik hayatla yaşanacak nitelikte olduğunu gösterdiler. Bunların hepsini buraya nakletmeye imkânımız yoktur. Biz sadece bazı örneklerini vermeye çalışacağız.

    “Birbirinizle hayır ve takvâ üzerine yardımlaşın. Günâh ve zulüm üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun. Allah’ın cezası çok şiddetli­dir.” (Maide; 2)

    “(Yine Musâ) Rabbim, bana olan in’amın hakkı için artık mücrimlere yardımcı olmayacağım’ dedi.” (Kasas; 17)

    “Fenalığı en güzel (haslet)le defet. Onların neler vasfetmekte olduk­larını çok iyi biliyoruz. De ki: ‘Rabbim, şeytanların vesveselerinden sana sığınırım. Rabbim onların huzurumda bulunmalarından sana sığınırım.” (Mü’minûn; 96-98)

    “İşte onlara sabırları, günâhları hasene ile izale eylemeleri ve kendi­lerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak etmelerinden dolayı mükâfatları iki kat verilecektir. Onlar çirkin söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve ‘bizim amellerimiz bize sizin amelleriniz sizedir. Bizden emin olabilirsiniz, size sövmeyiz, cahillerle mücadele istemeyiz’ derler.” (Kasas; 54-55)

    “İşte biz âhiret yurdunu yeryüzünde zulüm ve fesâdı istemeyenlere veririz. İyi akıbet muttakilerindir.” (Kasas; 83)

    “Onlar şunlardır ki eğer kendilerini yeryüzünde iskân edersek na­mazlarını kılar, zekâtlarını verir, iyiliği emredip kötülükten nehyederler.’ (Hacc; 41)

    “(O kandil) o evlerde yakılır. Allah onların ta’zim edilmesine ve içle­rinde isminin anılmasına izin vermiştir. Onlar oralarda sabah ve akşam Allah’ı tesbih ederler. Bir takım adamlar vardır ki onları ticaret ve alış­veriş Allah’ı zikretmekten namazlarını kılmaktan ve zekâtlarını vermekten alıkoyamaz. Onlar kalblerin ve gözlerin dehşetle döneceği günden kor­karlar.” (Nûr; 36-37)

    “Ey mü’minler, mallarınız ve evlâtlarınız sizi Allah’ın zikrinden alı­koymasın. Bunu yapanlar hüsrana uğrayanlardır.” (Münafıkun; 9)

    “Ey iman edenler, kendi nefsiniz veya babanız, ananız akrabanız aleyhinde ve eğer zengin veya fakir hakkında olsa bile Allah için şahitliği adaletle ayakta tutun. Çünkü Allah onlara sizden daha yakındır. Hevanı­za tabi olup adaletten sapmayın. Eğer dilinizi değiştirir veya şahitlikten yüz çevirirseniz günaha girersiniz. Çünkü Allah işlediğiniz şeyden haber­dardır. ” (Nisâ; 135)

    “Ey mü’minler, Allah için şahitlikte kaim olun. Bir kavme olan kini­niz sizi adalet etmemeye sevk etmesin. Adalet edin ki o takvaya daha ya­kındır. Allah’tan korkun. Allah işlediğiniz şeylerden haberdardır.” (Maide; 8)

    “Sizinle harb edenlerle Allah yolunda siz de savaşınız. Ve aşırı gitme­yiniz. Allah aşırı gidip tecâvüz edenleri sevmez.” (Bakara; 190)

    “Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve doğru sözler söyleyin.” (Ahzab; 70)

    “Size tecavüz edene onun tecavüzünün misli ile mukabele edin. Al­lah’tan sakının. Bilin ki Allah muttakilerle beraberdir.” (Bakara; 194)

    “Sizden evvel kitap verilenlerden ve müşriklerden bir çok ağır sözler işiteceksiniz. Eğer bunlara sabreder ve Allah’tan sakınırsanız muhakkak bu en büyük şeylerdendir.” (Al-i İmrân; 186)

    “Allah çirkin sözün alenen söylenmesini sevmez. Ancak zulüm gören­ler mazurdur.” (Nisâ; 148)

    “Onlar ki Allah’ın ahdini yerine getirip verdikleri sözü bozmazlar. Onlar ki Allah’ın emrettiği sıla-i rahme riayet ederler. Rabblerinden kor­karlar ve kötü hesaptan endişe ederler. Onlar ki Rabblerinin rızasını ka­zanmak için sabrederler namazı dosdoğru kılarlar. Kendilerine rızık ola­rak verdiğimiz şeylerden gizli ve âşikâr harcarlar. Kötülüğü de iyilikle savarlar.” (Ra’d; 20-22)

    “Allah size emanetleri ehline vermenizi ve İnsanlar arasında hükmet­tiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisâ; 58)

    “Bazınız bazınıza emniyet ederse emniyet olunan emaneti yerine ver­sin. Ve Rabbi olan Allah’tan korksun.” (Bakara; 283)

    “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe birr ve hayra (iyiliğe) nail olamazsınız, infak ettiğiniz her şeyi Allah bilir.” (Al-i İmrân; 92)

    “Ey mü’minler, kazandıklarınızın ve sizin için yerden bitirdiğimiz şeylerin iyilerinden infak ediniz (harcayınız), kendinizin göz yummadan almayacağınız bayağı şeyleri infak için seçmeyiniz. Biliniz ki Allah Gani­dir, Hamid’dir.” (Bakara; 267)

    “Sadakaları aşikâre verirseniz iyidir. Gizleyip fakirlere verirseniz sizin için daha hayırlıdır. Allah günahlarınızın bir kısmını (bu sebepten) bağışlar. Allah işlediğiniz şeyden haberdârdır. (Bakara; 271)

    “Takvâ sahibi ondan uzaklaştırılacaktır. Günahlardan temizlenmek için malını veren. Onda hiç kimsenin mükâfat edilecek bir nimeti yoktur. Ancak Yüce Rabbinin rızasını isteyerek verir.” (Leyl; 17-20)

    “Herhangi birinize ölüm gelip te: ‘Ya Rabbi beni yakın bir zamana kadar geciktirseydin de sadaka verip salihlerden olsaydım’ diyeceğiniz vakit gelmezden evvel size rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak edin.” (Münâfikûn; 10)

    “Bir hayrı açıklasanız veya gizleseniz veya bir fenalığı affetseniz se­vaplı olursunuz. Allah kadir olmakla beraber affedici oldu.” (Nisâ; 149)

    “Aranızdaki üstünlüğü unutmayın.” (Bakara; 237)

    “Borçlunun eli dar ise geniş bir zamana kadar mühlet verilir. Bağış­larsanız bu sizin için daha hayırlıdır. Bundaki fazileti bilseniz.” (Bakara; 280)

    “Yetimlere mallarını teslim ediniz, iyiyi fena ile değişmeyin, kendi malınıza karıştırarak yetimlerin mallarını yemeyin. Bu büyük günâhtır.” (Nisâ; 2)

    “Nikâh çağına ulaşıncaya kadar yetimleri tecrübe ediniz. Onlarda olgunluk ve kabiliyet görürseniz mallarını kendilerine teslim ediniz. Yeti­min malını büyüdüğünde alır korkusu ile israf ederek yemeyiniz. Zengin kişi yetimin malını yemekten çekinsin. Fakir olan ise âdet ve örfe göre ye­sin. Yetimlere mallarını teslim ettiğiniz zaman buna şâhid bulundurun. Hesap sormak için Allah kâfidir.” (Nisâ; 6)

    “Senden kadınlar hakkında fetva isterler. De ki: ‘Onlar hakkında Al­lah: Miraslarını vermediğiniz ve nikâhlarına rağbet eylemediğiniz yetim kızlarla zayıf çocuklara dair size kitapta tilâvet olunan şey, yetimlere adaletle muamele ediniz’ diye fetva verir. Hayırdan işlediğiniz her şeyi Allah bilir.” (Nisâ; 127)

    “Evlenmeye imkân bulamayanlar, Allah onları fazlından zenginleşti­rinceye kadar iffetlerini korusunlar.” (Nûr; 33)

    “Mü’min erkeklere söyle ki, gözlerini haramdan sakınsınlar ve ırzla­rını muhafaza etsinler. Bu, onlar için temiz bir harekettir… Mü’min ka­dınlara da söyle; gözlerini haramdan sakınsınlar. Namuslarını korusun­lar. Ziynetlerinden görünen kısmı hariç diğerlerini göstermesinler. Örtü­lerini başlarına çeksinler. Ve ziynetlerini kocalarından yahut babaların­dan veya kocalarının babalarından yahut oğullarından veya kocalarının oğullarından yahut kardeşlerinden veya erkek kardeşleri ile kız kardeşlerinin oğullarından yahut müslüman kadınlardan veyahut cariyelerinden veya kadınlara meyli olmayan erkeklerden veya kadınların gizli yerlerine muttali olmayan küçük çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizli olan ziynetleri bilinsin diye ayaklarını vurmasınlar. Ey mü’minler, hepiniz bir­den Allah’a tevbe edin ki felâh bulasınız.” (Nûr; 30-31)

    “Eğer Allah’tan korkuyorsanız söz söylediğinizde (yabancı erkeklere karşı) yumuşaklık göstermeyin. Kalblerinde bir hastalık bulunanlar siz­den tamâa düşerler. Sözü ciddi ve güzel söyleyin. Hem evlerinizde oturun. Evvelki cahiliyyet (devri kadınlarının) yaptığı gibi süslenip gezmeyin.” (Ahzâb; 32-33)

    “Ey mü’minler, Allah’ın sizin için helâl kıldığı şeyleri haram etmeyin. Haddi aşmayın. Allah haddi aşanları sevmez. Allah’ın size helâl ve temiz olarak rızık eylediği şeylerden yeyiniz. Kendisine iman ettiğiniz Allah’tan korkun.” (Maide; 87-88)

    “Sizi bir imtihan olarak kötülük ve iyilikle deneyeceğiz.” (Enbiyâ; 35)

    “Erkek ve kadın mü’minler birbirinin velisi ve dostudurlar, iyilikle emr, kötülükten nehyederler. Namazı dosdoğru kılıp zekâtı verirler. Al­lah’a ve Rasûlüne itaat ederler.” (Tevbe; 71)

    “İzzet isteyen (Allah’a itaat etsin). Çünkü izzetin tamamı Allah’ındır. Hoş kelimeler ancak O’na yükselir. Ve onu sâlih amel yükseltir.” (Fâtır; 10)

    Ahlâk ve faziletin bu altın kurallarının yanı sıra Kur’an-ı Kerim’de İs­lâm’ın güttüğü hedefin, sadece sâlih fertler yaratmak değil, aynı zamanda bu fertlerden oluşan sâlih bir toplum meydana getirmek olduğu kaydedil­miştir. Zira bu olmadıkça insan soyunun felâketten kurtulması ve huzur ve sükûna kavuşması mümkün değildir. Bu husus Kur’an-ı Kerim’in çeşit­li yerlerinde çeşitli vesilelerle dile getirilmiştir. Ama biz burada sadece iki misal vermekle yetineceğiz:

    “Biz ona iki göz vermedik mi? Bir dil ve dudak yaratmadık mı? Ona iki yol gösterdik. Fakat “akabeyi” (çetin işi) geçmeye çalışmadı. O “aka­benin” ne olduğunu sana kim bildirdi? (O) bir esir azad etmektir. Veya şiddetli bir açlık gününde yemek yedirmektir. Akrabalığı olan bir yetime yahut sefalet içinde kalmış bir fakire. Sonra iman edenlerden sabrı bir­birlerine tavsiye eden ve merhameti tavsiye eden kimselerden olmaktır.” (Beled; 8-17)

    Burada görüldüğü gibi, fertlerin birçok haslet, iyilik ve meziyetlerine örnek olarak sadece bir köleyi serbest bırakmak ve fakir fukara ile yetim­lere yemek yedirmek gösterilmiştir. Fakat aynı zamanda bu iyilikleri ya­pan kişilerin tek tük ve ayrı olarak değil, ortaklaşa ve cemiyet halinde bu­lunmaları üzerinde durulmuştur. Bu iyilik dolu ve meziyetli kişilerin iman sahiplerine yardım eden ve aralarında sabır ve merhamet ile işler yapan sâlih bir toplum meydana getirmeleri de istenmiştir. Böylece, ortaya çıkan toplum bütünüyle sabredici ve merhamet edici olacaktır. Bu toplum temiz ve nezih karakteri, fedakârlığı ve yardımlaşma duygularıyla herkesin dikkatini çekecektir. Bu toplum bütünüyle kötülüklerden kaçınacak ve her zaman iyi ve hayırlı işler yapacaktır. Hak yolunda karşılaşabileceği zorluk ve engellerle azim ve cesaretle başa çıkacaktır. Doğru söz söyleyecek, doğru hareket edecektir. Dürüstlükte herkes için güzel bir örnek olacaktır. Allah’ın kullarına karşı acımasız ve gaddar olmayacak, aksine merhametli ve şefkatli olacaktır. Barışçı, insancıl ve sevgi dolu olacaktır. Böyle bir toplum gayet tabii ki Allah’a ve Rasûlüne itaat, âhirete iman ve Kur’an-ı Kerim ile Hz. Peygamber (a.s.)’in getirdiği emir ve mesajlara bağlı ola­caktır. Başka bir deyimle, sâlih bir toplum mutlaka mü’min bir toplum olacaktır. Bu toplum öylesine sağlam temellere dayalı olacaktır ki, hiçbir muhalefet ve hiçbir zorluk onu doğru yoldan ayıramayacak ve hiçbir güç onu zayıflatıp parçalayamayacaktır.

    “And olsun Asr’a. Muhakkak ki insan hüsrandadır. Ancak iman edip sâlih amel işleyen ve birbirlerine hak ve sabır tavsiyede bulunanlar böyle değil.” (Asr; 1-3)

    Burada bahsedilen “asr” geçmiş zaman veya tarihtir; hatta her an geç­mekte olan zamandır. Bu geçmekte olan zamana yemin edilmesinin ama­cı, sûrenin daha sonraki bölümünde geçen hakikate dikkat çekmektir. Za­mana and içilerek deniliyor ki, bir insan, bir çok insan, insanların toplumu veya bütün insanlık, doğru yolda yürümezse hüsrana uğrayacaktır. Yani, sâlih ve mü’min olmayan bir toplum hiçbir başarı, felâh ve mutluluk bula­mayacaktır. Bu ayetin ihtiva ettiği geniş manayı biraz daha açalım:

    26.5.2. İnsanların Felâh Bulmasının Dört Ana Şartı

    Yukarıdaki kısa sûrede yemin edilerek ve katiyetle denilmiştir ki, fertlerde, cemiyetlerde ve bütün insanlarda aşağıdaki şu dört vasıf bulun­mazsa kendileri mutlaka hüsrana uğrayacaklardır. Buna tarih şahittir ve her an geçmekte olan zaman da şahittir.

    İman: Yani, Allah’ın tek olduğuna, ortağı olmadığına, bütün kâinatın yaratıcısı, rızık vericisi, cin, melek, insan, hayvanlar ve bütün mahlûkların ihtiyaçlarını karşılayıcı, herkesin mabudu ve Hâkimi olduğuna inanmak, O’na itaat etmek, O’na tapmak vs. Allah’ın Rasûlünün getirdiği hüküm ve emirlerin doğru olduğuna inanmak, bunlara sadık kalmak, bu dünyadaki hayatın geçici olduğuna, bundan sonra daha iyi ve daimi bir hayatın ola­cağına inanmak, Ahiret’te dünyadaki amellerin hesabını vereceğimize ve bu amellere göre Cennet’e veya Cehennem’e gönderileceğimize inanmak vs. Kısacası, felâh bulmanın ve hüsrana uğramamanın ilk ve en büyük şartı budur. Zira, güzel ahlâk, fazilet, karakter ve haslet, meziyet için imandan daha iyi bir temel olamaz. İman olmadan insan hayatı ne kadar iyi ve güzel olursa olsun, demir atmamış bir gemi gibidir, her türlü hırs, ihtiras, arzu, istek, heves ve hayal dalgalarıyla bir bu yana, bir o yana, sü­rüklenir ve hiçbir zaman yerinde duramaz.

    Sâlih Amel: İman ile iyi amel, et ile tırnak gibidirler. Ya da, başka bir deyimle, tohum ve ağaç gibidirler. İyi ve sâlih amelin ağacı, iman to­humu olmaksızın yetişemez. Belki de bazı İnsanlar iman sahibi olmaksı­zın da bazı belirgin haslet, meziyet ve vasıflara sahip olabilirler, ama bun­lar kökü sağlam olmayan ağaçlar gibidirler. Temeli sağlam olmadığı için bu bina çökmeye mahkumdur. Ayrıca, hangi insanın kalbine iman tohumu ekilirse o insanın hayatında iyi ve sâlih amel ağacının yeşermesi doğaldır. Fakat faraza, bir kişinin kalbine iman tohumu ekilmiş, ama iyi amel ağacı yeşermemişse, demek ki, o kişinin kalbi bu tohumun mezarı olmuştur. İman tohumu gömülmüş, kaybolmuş veya çürümüş olduğu için kalb de mutlaka çürümüş ve kokuşmuştur ve bundan hayır gelmez. Bu kalbin sa­hibinin sonu da hüsrandır. Zira iman kendi başına bir insanın kurtuluşu­nun teminatı değildir. İman, ancak sâlih amel ile cilâlanabilir, kuvvetlene­bilir.

    Yukarıda bahsettiğimiz iki vasıf bir arada veya tek tek ve ayrı ayrı bazı kişilerde bulunabilir. Bu iki vasfı bir arada taşıyan fertler fert olarak rahata, huzura ve selâmete erebilirler. Ama bu vasıfları taşıyan fertler bir araya gelip bir toplum meydana getirmedikçe toplumsal kurtuluştan söz edilemez. Böyle bir toplumun tam manasıyla felâh bulması ve yararlı ol­ması için şu iki vasfa da gerek vardır:

    Herkese Hak ile Nasihatte Bulunmak: Hak, bilindiği gibi Batıl’ın zıddıdır ve genellikle iki anlamda kullanılıyor: Birincisi, ister akide ve dü­şünce, ister dünyevi meselelerle ilgili olsun, adalete, insafa ve hakikate uygun bir şey söylemek veya hareket etmek, ikincisi, Allah’a kullara veya kendi nefsine verilmesi gereken hak’tır. O halde, hak ile nasihat etmenin anlamı şudur: Sâlih toplumda herkes hak ve hukukun anlamını ve değerini bilmeli ve buna göre hareket etmelidir. Sâlih toplumda haklar çiğnenme­meli, hakikatler unutulmamalı, batıl başını kaldırmamalı, kimse haksızlığa karşı sessiz, seyirci kalmamalıdır. Bu toplumda herkesin vicdanı rahat ve faal olmalıdır. Her fert kendi sorumluluğunu bilsin ve anlasın. Nerede haklar çiğneniyor ve batıl başını kaldırıyorsa, orada bu toplum kendisine düşen vazifeyi yapmalı ve hak için mücadele etmeye hazır olmalıdır. Fert­ler, sadece kendileri Hakk’a tapmakla, Hak yolunda olmak, Hak söz söy­lemek ve Hakça hareket etmekle yetinmemelidir; aksine başkalarının da Hak ve hukukunun bütün icaplarını yerine getirmeleri için canla başla ça­lışmalıdırlar. İşte bu bilinç ve bu davranış bir toplumun ahlâkî çöküntüden ve felâketten kurtulmasının teminatıdır. Böyle bir bilinç ve ruhtan yoksun olan bir toplumu mahv ve yok olmaktan kimse kurtaramaz. Hatta, toplum­daki bozukluk, fertleri de menfi bir şekilde etkileyerek ahlâken ve mânen ve daha sonra madden mahv ve helâk olmalarına sebep olabilir.

    Herkese Sabrı Telkin Etmek: Sabrın sözlük anlamı durdurmak, bağlamak, durmak veya vazgeçmektir. Arapçada bu kelime umumiyetle tahammül, dayanmak, sebât, azim, irade gücü, cesaret ve cür’et ile kendi kendini kontrol etmek manasına gelmektedir. Bu tahammül ve direniş herhangi bir kişi veya kuvvete karşı olabilir. Kur’an-ı Kerim’de ise “sabır” kelimesi öylesine inanılmaz genişlikte kullanılmıştır ki, sanki bir mü’min bütün hayatı sabrın simgesi olup çıkıyor.

    26.5.3. Kur’an-ı Kerim’de Sabır Kavramı

    Kur’an-ı Kerim’de 100’den fazla yerde “sabır” kelimesi kullanılmıştır. Bütün bu yerlerde “sabr”ın kullanılışına dikkat edilirse, bunun şu değişik anlamlar taşıdığı görülecektir:

    İnsan’ın kendi hislerini, arzu, hırs, heves, istek ve eğilimlerini Al­lah’ın koyduğu sınırların içinde tutmak.

    Allah’a itaatsizlik yolunda her ne kadar yarar ve zevk alma imkânı olursa olsun hırsa kapılmamak. Buna karşılık Allah’a itaat yolunda her ne kadar zorluk, eziyet ve mahrumiyet görülürse görülsün, azimle ve sebatla ilerlemek.

    Ömür boyunca nefsi frenlemek, günaha tahrik ve teşvik ne kadar kuvvetli olursa olsun nefsin her arzusuna karşı koymak, her türlü baskı ve tehditlere rağmen Hakk’a tapmak ve Hak yolunda bulunmakta ısrar etmek. Bu dünyada doğru söz söylemek, dürüst olmak ve doğru hareket etmek konusunda karşılaşılan her nevi zarar, eziyet ve çileyi seve seve kabul et­mek. Kötülükten ve kötü hareket etmekten elde edilebilecek her türlü ya­rar ve zevkten mahrum kalmayı göze almak.

    Haram yiyenlerin rahat, bolluk ve lükslerine imrenmek şöyle dursun, onlara şöyle bir bakmamayı bile adet edinmek. Bu, göz kamaştırıcı pislikten, sade ve gösterişsiz temizliğin Allah nezdinde daha makbul olduğunu düşünmek.

    İman sahibi olmanın bütün tehlikelerim ve zararlarını göze almak. Hak düşmanlarının bütün zulüm ve eziyetlerine dayanmak. Muhalefet tu­fanına karşı siper olmak ve en müşkül anda bile Hakkı desteklemek ve korumakta ısrar etmek, buna mukabil Batıl’a boyun eğmeyi ve Batıl ile uzlaşmayı aklın köşesinden bile geçirmemek.

    Muhaliflerin küstahlık ve çirkin hareketleri ile alaylarına sert tepki göstermemek, öfkelenmemek aksine soğukkanlılığı muhafaza ederek teb­liğ ve ıslâh faaliyetini sürdürmek. Islâh ve tebliğ faaliyetlerinin yakın bir gelecekte müsbet bir netice vermesine imkân olmamasına rağmen yola devam etmek.

    Kışkırtma ve tahrikler üzerine hiddet ve öfke ile hareket etmemek, tebliğ ve telkin işlerini veya bizzat davetin gayesini menfi şekilde etkile­yecek davranışlarda bulunmamak.

    Ahlâk ve faziletin bütün kurallarını çiğneyip kuvvet ve iktidar sor-huşluğuyla iman sahiplerine muhalefet eden şerirlere karşı metanetle mü­cadeleyi sürdürmek ve hiçbir surette doğru yoldan sapıp hoş olmayan ha­reketlerde bulunmamak.

    Batıl’a karşı Hakk’ın zaafı, dini tesis etmeye çalışanların devamlı ola­rak başarısız kalmaları ve buna karşılık Batıl kuvvetlerinin gelişip büyü­meleri üzerine ümitsizliğe ve hayal kırıklığına kapılmamak. Panik, ümit­sizlik ve çaresizlik içinde iken dini tesis etme çabalarının faydasız veya abes olduğunu düşünmemek. En kötü şartlarda bile dini yüceltme çabala­rından zerre kadar geri çekilmemek veya muhaliflere taviz vermemek.

    Sabırlı bir mü’min bütün bu fedakârlıkları, sabrının meyvesini bu dünyada toplamak için yapmaz. Aksine, ölümünden sonra öbür dünyada yaşayacağı ebedi hayatta bunun meyvesini göreceği şuuru içinde olur.

    Ayrıca sabır ve sâlih bir müslüman dünyada kazandığı başarı ve mut­luluktan dolayı böbürlenip zâlim ve gaddar olmaz, kendini beğenmez ve gururlanmaz. Aynı şekilde zorluk ve eziyetlerle karşılaşınca bunalmaz, feryat etmez ve kendisine gelen felâketleri veya karşısına çıkan engelleri atlatmak için âdi, çirkin ve alçak davranışlarda bulunmaz.

    Sâbir ve şâkir bir mü’min her durumda ve her şart altında metin ve sakin olur. Dengesiz ve ölçüsüz hareket etmez. Rüzgâra göre yön değiştir­mez, aksine her zaman sağduyulu ve doğru hareket eder. Şartlar müsait ise kendisi servet, iktidar ve şöhretin basamaklarına hızla yükseliyorsa bü­yüklük kompleksine kapılmaz, gururlanmaz. Buna karşılık zorluk ve eziyetle karşılaştığı zaman insanlık cevherini kaybetmez. Allah tarafından yapılan imtihan ister nimet, ister zahmet şeklinde olsun, metanetini ve ol­gunluğunu yitirmez.

    Kısacası, Asr sûresinin özeti şudur: İnsanlar ister fertler ister toplum­lar şeklinde olsunlar, ancak sâlih, sâbir, temkinli ve kanaatkâr olarak ve birbirine yardımcı olmak suretiyle zarar ve ziyandan kurtulabilirler. An­cak birbirinin hakkına riâyet ederek hak yolunda bulunarak ve birbirine sabrı telkin ederek felâh ve refahı bulabilirler.

    İşte bu ahlâk ve fazilet dersi öyle büyük ve müthiş bir silahtı ki, ne Kureyşli müşrikler ne de Arap kâfirler buna cevap verebilecek durumday­dılar. Rasûlullah (a.s.) ve İslam aleyhinde ne gibi iftira ve ithamda bulu­nurlarsa bulunsunlar, makul ve aklı başında olan bir kişi bu yüce, temiz ve nezih ahlâk dersinin herhangi bir çıkarcı ve bencil kişi veya mecnûn, sâhir veya kâhin’in harcı olmayacağını kolay anlayabilirdi.

    26.6. EVRENSEL İSLAM ÜMMETİNİN KURULUŞU

    İslâmî Davet’in bir başka önemli noktası bütün insanların özünün bir olması ve insan olarak eşit olmasıyla ilgili telkiniydi. İslâmiyet’e göre Al­lah’ın yarattığı tabiatın değişikliğiyle milletler, nesiller, ırklar, diller, top­lumlar, kabileler, vatan ve yurtlar ve renkler gibi farklılıkların anlamı ve amacı insanların birbirini tanımaları, anlamaları ve birbirine yardımcı ol­maları ve birbiriyle işbirliği yapmalarını kolaylaştırmaktı; aralarında ayrı­lık ve uçurumların büyümesi, nefret ve kinin anması, bir grup insanın başka bir grubu hor ve küçük görmesi ve kendisini üstün ve büyük görme­si, bir zümrenin başka bir zümreyi ezmesi veya yok etmesi değil. İşte bu temel insan eşitliği çerçevesinde insanların caiz ve makul bir şekilde bir­leşme unsuru, doğru ve sâlih bir akide ve fikir olmalıdır. Bu fikir ve inanç, insanların bir ümmet olmasını sağlayabilir ve bu ümmette ayrım ve imtiyaz sebebi ancak ve ancak takva, yani Allah’tan korkmak, başka bir deyimle, Allah’a itaatsizlik etmekten kaçınmak ve Ahiret’teki hesaplaşma ve cezayı göz önünde bulundurarak yanlış yola sapmamak olabilir.

    Bu nazariye ve umdeyi ileri süren İslâmiyet İnsanlar arasında ancak tek bir ayırım ve farklılığın kalmasına izin verdi ve o farklılık da iman ile küfr arasıdaki farktı. İslâm felsefesine göre bir insan hangi ülkeye, mille­te, ırka ve renge bağlı olursa olsun veya hangi dili konuşuyorsa konuşsun, Hz. Muhammed (a.s.)’in tebliğ ettiği gibi Tevhid’i yani Allah’ın tek oluşu­nu kabul eder, Muhammed Mustafa (a.s.)’yı bütün insan soyu için Allah’ın son peygamberi olarak tanır, Kur’an-ı Kerim’i Allah’ın son kitabı olarak teslim eder ve âhirete iman ederse mü’mindir, mü’minlerin kardeşidir, mü’minlerin cemaatinin bir ferdidir, İslâm ümmetinin bir bireyidir ve müslüman toplumunda durumu ve haklan her bakımdan eşittir. Bunun ak­sine yukarıda bahsettiğimiz akideleri kabul etmeyen bir kişi, bir mü’minin babası, annesi, kardeşi, oğlu, kızı, karısı veya kocası ya da aynı kabilenin üyesi, hemşehrisi, ırkdaşı, arkadaşı ve ahbabı da olsa kâfirdir ve mü’minle eşit olamaz. Bir mü’min elbette ki böyle bir kişi ile olağan insani ilişkileri­ni sürdürebilir, ama diğer her bakımdan bu kişinin İslam toplumuyla iliş­kileri değişik ve farklı olacaktır. Bir kâfir, dünyevi konularda mü’minler veya İslâm toplumuyla insani açıdan gerekli olan bütün münasebetlerini sürdürebilir, ama din ve dini inançlar konusunda kendilerinden dostluk ve sevgi beklememelidir. Müslümanlar kâfirlerle bir grup veya toplum oluş­turamazlar. O kadar ki, bir mü’min, kâfir olan babası için bile mağfiret du­ası edemez. Eğer din ihtilâf ve kavga konusu olur ve İslam ile Küfr arasında savaş patlak verirse bir mü’min kâfir olan kardeşlerini veya babasını öldürmekte zerre kadar tereddüt etmemelidir. Eğer vatan ve millet bir mü’minin yolunu kesiyorsa mü’min o vatan ve milleti terk etmelidir. Bir mü’min dinini ve imanını korumak için milletini ve vatanını feda edebilir, ama dinini, milletine ve vatanına asla…

    Hak dinini kabul edenlerin adı her zaman “İslâm ümmeti” olmuştur. Her peygamberin ümmeti müslümandı ve aynı isim Hz. Muhammed (a.s.)’e tabi olanlara da verildi. İslâm ümmeti veya topluluğunun kapıları yeryüzünde herkese beyaz ya da siyah, doğulu ya da batılı, kuzeyli veya güneyli olsun açıktı. Başka bir millet veya toplumda varolup da İslâm top­luluğunda olmayan bir meziyet veya fazilet yoktu. Bu ümmet veya toplu­luğun temeli insanların tesadüfi doğuşuna değil, bilinçli iman ve inançları üzerine atılmıştı. Bu iman ve inancı taşıyan herkes ortak ve eşit haklarla bu ümmete katılabilirlerdi.

    Ayrıca bu ümmet sadece bir şeye inanarak sessizce oturanların üm­meti değildi. Bu İslâmî daveti yayan ve yaygınlaştıran bir milletti. Bu üm­metin her ferdi adeta faal bir örgütün üyesiydi ve onun en büyük ve en sevdiği işi, kendisine Allah ve O’nun Rasulü vasıtasıyla gelen talimatı başkalarına iletmekti. Böylece bu dünyada mümkün olduğu kadar Allah’ın kullarını kötü yola sapmaktan ve Ahiret’te Allah’ın azabından kurtarmaya çalışmalıydı.

    İslâm ümmeti kavramı sadece Kureyşli kabileleri değil bütün Arapla­rı çileden çıkardı. Binlerce yıldan beri bütün toplum düzenleri aşiret fikrine bağlıydı. Daha doğrusu, Arap toplumunun tümü kabileye dayanıyor­du. Kabile ve aşiret hayatı onların tek ve en büyük dayanağıydı. Kan bağı ve kan kardeşliği, aralarında her türlü temas, ilişki işbirliği ve dayanış­manın temeliydi. Araplar namus ve şerefleriyle asaletlerini, ait oldukları kabileye göre belirliyorlardı. Her kabilenin üyeleri atalarının yaptıkların­dan iftihar duyuyorlardı. İslâm ümmeti fikri, bu aşiret kavramına en bü­yük darbeyi indiriyordu. Araplar baktılar ki İslâmi davet, kabileciliğin te­melini kazmakta, her kabile ve gruptan adamları alarak ayrı bir toplum meydana getirmekte, ne milleti ne de vatanı tanımaktaydı. Sadece bir fikir ve ideoloji üzerine uluslararası sevgi, dayanışma ve evrensel bir kardeşli­ğin temelini atmaktaydı. Namus ve şerefin eski kavramlarını yok edip “adi” ve “asil” insanları bir kefeye koymakta ve iman ile küfrü dostluk ve düşmanlığın ölçüsü yaparak, oğlu, babasına, kardeşi kardeşe ve ko­cayı karısına karşı çıkmaya teşvik etmekteydi. Bunun üzerine sabırları taştı. Bu muazzam toplumsal devrimi hazmedecek durumda değillerdi. Bu goncayı açılmadan ezmeye karar verdiler. Fakat akıları başlarında olanlar ile taassup sahibi olmayanlar, kabileler arasındaki kin ve nefret ile kavga­ların giderilip bütün Arapları bir noktada toplamanın ve daha sonra bütün dünyada insanların birleşmelerinin tek yolunun bu olduğuna kanaat ge­tirdiler.

    26.6.1. İnsanlar Aynı Hamurdandır Üstünlük Ölçüsü İse “Takvâ”dır

    Kur’an-ı Kerim’de anlatıldığı gibi bütün insan soyu aynı kökten gel­mektedir. Bütün insanların ana-babaları aynıdırlar ve bu bakımdan men­şeleri aynıdır.

    “Ey İnsanlar, sizi bir tek nefisten yaratan, ondan da yine onun zevce­sini vücuda getiren ve onlardan birçok erkek ve kadınları yeryüzüne ya­yan Rabbinizden ittika ediniz. (Sakınınız).” (Nisâ; 1)

    Bundan sonra Kur’an-ı Kerim’in sunduğu ikinci hakikat şuydu: Allah İnsanlar arasındaki millet, kabile, ırk ve renk farklarını, birbirlerini tanı­malarında kolaylık olsun diye yaratmıştır. Bu sebeple İnsanlar arasında üstünlük ölçüsü ve iftihar vesilesi, renk, ırk, dil ve vatan değil; takva, yani Allah’tan korkma gibi ahlâki vasıftır:

    “Ey İnsanlar, biz sizi bir erkekle dişiden yarattık. Birbirinizle tanışa­sınız diye cemiyetlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak Allah indinde en iyiniz, takvası en fazla olanınızdır.” (Hucurat; 13)

    İşte bu ayette tüm insan soyuna hitap edilerek dünyada her zaman korkunç fitne ve fesadlara mucib olan sapıklık ve kötülüğe, yani ırk, renk, dil ve vatan taassubuna işaret edilmiştir. En eski çağlardan zamanımıza kadar her devirde, İnsanlar, genellikle insanlığın asıl meziyetlerine göz yumarak etraflarında bir takım sun’i duvarlar yaratmış ve daireler çizmiş­lerdir. Bu küçük dairelerin içindekiler kendilerinin dışındakileri yabancı ilân ettiler ve onlarla sataşmayı ve çatışmayı adet edindiler. Bu daireler herhangi bir akılcı, bilimsel veya ahlâki temellere dayanılarak değil, tesa­düfi olarak çizilmişti. Bazen bunların temeli belli bir ailede, sülâlede, ka­bilede veya ırkta doğmak oldu, bazen da bir coğrafi mıntıkada, belli bir renkte veya belli bir dil konuşan millette doğmak oldu. Sonra bu temellere dayanılarak İnsanlar akraba, arkadaş veya düşman ve yabancı ilân edildi­ler. İnsanlar arasındaki ayırım yabancılara oranla kendilerinden olanlar arasında daha yakın ilişki, sevgi ve işbirliğine kadar sınırlı kalmadı, aksi­ne farklılık ve ayrılıklar nefret, kin, düşmanlık ve kavgaya dönüştü ve İnsanlar birbirini öldürmeye, onlara zulüm ve işkence yapmaya ve onları hakir görmeye başladılar. Bu gayelere hizmet etmek üzere çeşit çeşit fel­sefe ve efsaneler yaratıldı, dinler ve mezhepler kuruldu, kanunlar çıkarıl­dı, ahlâk kuralları düzenlendi ve milletler ile saltanatlar bunları kalıcı politikalar haline getirip yüzyıllarca uyguladılar. İşte bu sebepten dolayı Yahudiler, Beni İsrail’i (İsrail oğullarını) Allah’ın seçkin mahlukatı, hatta Al­lah’ın evlatları ilân ettiler ve buna göre kendi dini nizam ve kanunlarında İsrailli olmayanların hak ve haysiyetlerini daha düşük tuttular. Hindularda “Varn Aşram” felsefesinin temeli de bu sapık düşünceydi. Buna göre Brahmanlar en üstün kast (grup, tabaka) ilân edildi ve toplumda en üst mevkilere kondular. Buna karşılık bütün İnsanlar âdi, alçak ve pis ilân edildi ve Hinduizm’in en aşağı tabakasında yer alan “Şudr”lar rezillik ve adiliğin en aşağı noktasına indirildiler. Beyazlar ile siyahlar arasındaki ayırım ve ırkçılığın Afrika’da ve Amerika’da siyahlara beyazlar tarafından ne gibi insanlık dışı mezalimin yapıldığına tarih sayfalan şahittir. Bugün 20. yüzyılda bile bunun en iğrenç ve en çirkin örneklerini görmekteyiz. Avrupalı milletlerin Amerika kıtasını istila ederek yerliler ve özellikle Kı­zılderililere yaptıkları vahşi muamele ve Asya ve Afrika kıtasında zayıf milletler üzerinde kurdukları tasallut, tahakküm ve zulüm mekanizması ve estirdikleri terör havası hepimizin malûmudur. Bütün bu insanlık dışı ve iğrenç hareketlerin altında üstün ırk,üstün medeniyet ve üstün millet fikri­nin yattığı bir gerçektir. Bu sözde medeni ve kültürlü ileri milletler istila ettikleri ve tahakküm altına aldıkları topraklarda yerli halka karşı her nevi haksızlık, soygun, zulüm ve işkence yapmayı, kendilerinin adeta hakkı sa­yıyorlardı. Onlar başka milletleri köle yapmayı öldürmeyi ve soymayı ve hatla yeryüzünden yok etmeyi bir hak olarak kabul ediyorlardı. Batılı mil­letlerin aşırı milliyetçilik kavramının insanları nasıl yırtıcı ve vahşi hay­vanlar yaptığını son dünya savaşlarında gördük ve bugün de bunların çe­şitli misallerini görmekteyiz. Özellikle Nazi Almanya’sının “Ulusal Sosya­lizm” fikri ve kuzey ırkının üstünlük felsefesinin İkinci Dünya Savaşında ne büyük felâketlere yol açtığını hepimiz gördük ve bugün de benzeri fi­kir ve kavramların tehlikeli sonuçlarını görmekteyiz. İşte Kur’an-ı Ke­rim’in yukarıdaki ayet ve diğer İslâmi emir ve hükümler bu tür insanlık dı­şı davranışları ve yol açtıkları felâketleri tamamıyla önleyecek nitelikte­dirler.

    Yukarıdaki kısa ayette Cenab-ı Allah bütün insanlara hitap ederek üç önemli ve temel ilkeyi ortaya koymuştur.

    Birincisi, sizin hepinizin özü, menşei ve kökü aynıdır. Hepiniz bir er­kek ve bir kadının evlatlarısınız. Bugün dünyada ne kadar ırkınız varsa hepsi bir soydan gelmektedir. Bütün bu ırkların ana ve babalan aynıdır. Bu yaratılış biçiminde ve silsilesinde boş yere böbürlenerek ve gurur du­yarak belirtmek istediğiniz ırksal ve doğal farklara hiç yer yoktur. Yaradanınız tek bir Allah’tır. Çeşitli grup ve zümreye ait insanları çeşitli tanrıla­rın yarattığı gibi bir şey yoktur. Yaratılış özünü? ye malzemeniz aynıdır. Bazı insanların güzel ve üstün madde ve malzemeden, başkalarını ise da­ha kötü ve kalitesiz maddeden yapıldığına inanmak yanlıştır. Bütün insanların doğuş kaynağı aynıdır. İnsan ırkının başında, muhtelif insan çiftleri­nin dünyanın çeşitli bölgelerine yayıldığını ve bunlardan değişik tipte in­sanların doğduğunu düşünmek de doğru değildir.

    İkincisi, özde ve temelde aynı olmanıza rağmen kabilelere, toplumla­ra ve milletlere bölünmeniz de tabiatın bir icabıydı. Çünkü bütün dünyada tek bir insan ailesi ve sülâlesinin, aynı ırkın, aynı dil ve aynı özelliklerine sahip olması, kısacası aynı kalıpta doğup büyümeleri düşünülemezdi. İn­san soyu geliştikçe aile, sülâle, kabile ve milletlerin meydana gelmesi ta­biatın bir gereğiydi. Yeryüzünde çeşitli iklim ve doğa koşullarında doğup büyüyen ve yetişen İnsanlar da gayet tabii ki dış görünüş ve huyları bakı­mından aynı olmayacaklardı. Aralarında renk, ırk, dil, yaşantı ve düşünce farklarının doğması gayet tabiiydi. Aynı şekilde, aynı bölgede veya toprak parçasında yaşayanların daha uzaklardakilere nisbetle birbirine daha yakın ve uyumlu olmaları da gerekiyordu. Fakat bu tabii fark ve özellikler İnsanlar arasında büyük, küçük, soylu, soysuz, üstün, alçak, şerefli, şerefsiz, itibarlı, itibarsız, güçlü, güçsüz ve zengin, fakir gibi ayırımlara temel teş­kil etmemeliydi. Bir ırk başka bir ırkı hor görmemeli, ya da kendisini üs­tün görmemeliydi. Bir renk başka bir renge baskın çıkmamalıydı. Belli bir grup, zümre veya millete bağlı İnsanlar başka bir grup veya milleti esir et­memeliydi. Cenab-ı Allah insanları kabile veya milletlere ayırmışsa bu­nun maksadı onların birbirini tanımalarını kolaylaştırmaktı. Böylece belli bir kabile veya millete bağlı İnsanlar arasında birlik, beraberlik, işbirliği ve yardımlaşma pekişmeliydi. Böylece, aynı aileye, tabakaya, kabileye ve millete bağlı İnsanlar bir araya gelip bir toplum meydana getirebilir ve bü­tün dünyevi meselelerde birbirine yardımcı olabilirdi. Fakat ne yazık ki, Allah’ın İnsanlar arasında tanıma, anlama, dostluk, sevgi ve işbirliğinin gelişmesi için yarattığı farklılıklar insanların cehâleti ve dalâleti yüzünden üstünlük, iftihar, nefret ve düşmanlık vesilesi oluverdiler.

    Üçüncüsü, İnsanlar arasında üstünlük ve fazilet ölçüsü ancak ve an­cak iman ve güzel ahlâk olmalıdır. Doğuş itibariyle bütün İnsanlar aynı ve eşittirler, çünkü onları doğuran babaları ve anaları aynıdır. Doğuş malze­mesi ve şekilleri de aynıdır. Hepsi aynı soydan gelmektedirler. Ayrıca, bir insanın muayyen bir memlekette, millette, tabakada, zümrede, toplum­da ve ailede doğması bütünüyle tesadüfi bir hadisedir ki, bunda kimsenin isteği, arzusu, iradesi ve kararının hiçbir rolü yoktur. Bu hususta herhangi bir seçim ve alternatif söz konusu değildir. Hiçbir çaba, hiçbir uğraşı is­tenilen neticeyi doğurmaz. Bu sebeple, İnsanlar arsında büyüklük ve kü­çüklük için bu gibi gayri ciddi ve gayri hakiki hususlara riayet edilemez. Bu durumda bir insanın asıl değeri ve üstünlüğü, ancak iman, inanç ve gü­zel ahlâkıyla ölçülebilir. Bir kişi başka kimselere nisbetle daha imanlı, daha inançlı ve daha güzel ahlâklıysa kendisi onlara göre daha üstün ve faziletli sayılabilir. Eğer biri Allah’tan korkuyor, onun emirlerine karşı gelmiyor, her zaman kötülüklerden kaçıyor ve iyi ve doğru yolda bulunu­yorsa daha büyük meziyetli ve şerefli bir insandır. Böyle bir kişi hangi ırka, millete, topluma, renge ve memlekete bağlı olursa olsun bir insan olarak ve bir mü’min olarak büyük sevgi ve saygıya değerdir. Fakat bu meziyetlere sahip olmayan ve tamamıyla aykırı hareket eden bir kişi ister siyah olsun, ister beyaz, ister doğulu olsun ister batılı, daha alçak ve adi bir kişidir.

    Kur’an-ı Kerim’in yukarıdaki ayetinde belirlenen bu noktalar, Rasûlullah (a.s.)’ın muhtelif hadis, konuşma ve davranışları vesilesiyle daha da açıklık kazanmışlardır. Biz bunlardan bazılarına değineceğiz.

    Hz. Peygamber efendimiz (a.s.), Mekke fethinden sonra Kâ’be’nin ilk tavafı sırasında yaptığı konuşmada şu cümlelere de yer vermişti:

    “Sizden Cahiliyyet’in ayıp ve kibrini gideren Allah’a şükürler olsun. Ey İnsanlar, İnsanlar ancak ikiye ayrılabilirler. İyi ve takva sahibi kimse­ler -ki Allah indinde kabul ve mükâfata layıktırlar- ve zâlim, katı yürekli ve kötülük edenler -ki Allah’ın gözünde âdi ve alçaktırlar-. Bunun dışında bütün İnsanlar Adem’in evlâdıdırlar ve Allah Adem’i topraktan yaratmış­tır.” (Beyhâki, fi Şu’ab’il İman: Tirmizî).

    Haccet’ul Vedâ (Veda Haccı) sırasında Hz. Peygamber (a.s.)’in yaptı­ğı konuşmanın bir bölümü şöyle idi:

    “Ey İnsanlar, dikkatli olun, hepinizin Rabbi aynıdır. Bir Arap bir Acem’e veya bir Acem bir Arab’a, bir beyaz bir siyaha veya bir siyah bir beyaza üstün değildir. Fakat takva bundan müstesnadır. Allah katında en sevilen kişi, aranızda Allah’tan en çok korkan ve O’nun emirlerinin dışına çıkmayandır. Söyleyin ben size mesajı ilettim mi?” Orada hazır bulunan­lar “evet ya Rasûlullah (a.s.) dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.) dedi­ler ki: “O halde burada bulunanlar söylediklerimi başkalarına iletsinler.” (Beyhâki).

    Rasûlullah (a.s.) bir hadis-i şerifte şöyle buyurdular:

    “Hepiniz Adem’in evlâtlarısınız ve Adem topraktan yapılmıştı. Her­kes atalarıyla iftihar etmeyi bıraksın, aksi takdirde böyle yapanlar Allah’ın gözünde adi ve iğrenç birer mikrop olacaklardır” (Bezzâr).

    Başka bir hadis şöyledir:

    “Kıyamette Allah soyunuzu sopunuzu sormayacaktır. Allah katında en çok sevilmeye layık olan kişi O’ndan korkan ve O’nun emirlerine uyan­dır.” (İbn-i Cerir).

    Bir başka hadisin sözleri şunlardır:

    “Allah güzel yüzlerinize ve mallarınıza bakmaz, aksine kalblerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, İbn-i Mâce).

    İslâmiyet’in bu öğreti ve emirleri sadece kâğıt üzerinde kalmadı ve sadece güzel sözler ve umdeler olarak kitaplarda yer almadı. İslâmiyet, öğrettiği ve emrettiği yönde, iman sahiplerinden oluşan evrensel bir toplu­luğu fiilen kurup dünyaya göstermiştir. Bu toplulukla renk, ırk, dil ve mil­liyet ayırımı yoktur. Bunda büyük, küçük, zengin, fakir, kast sistemi, sınıf tabaka ve taassup yoktur. İslam ümmetine giren herkes hangi ırk, millet, memleket veya vatana bağlı olursa olsun eşittir ve eşit haklara sahiptir. İs­lâm’ın muhalifleri bile, İnsanlar arasındaki eşitlik, sevgi ve kardeşlik ko­nusunda İslam ümmetinin ortaya koyduğu pratik örneğin, dünyanın hiçbir din ve düzeninde bulunamayacağı neticesine varmışlardır. Dünyada bin bir ırk ve milleti tek bir akidenin şemsiyesi altında birleştirip her bakımdan eşit ve uyumlu bir ümmet haline getiren tek din ve hayat düzeni İslâm’dır.

    26.6.2. Bu Ebedî Kural ve Hakikat Ahirette de Geçerli Olacaktır

    Bundan sonra Kur’an-ı Kerim, ırk, renk, dil, millet ve vatana değil, iman ve iyi amele dayalı sâlih bir topluluğun kurulmasıyla ilgili İslâmi­yet’in sunduğu genel akide ve kuralın, bu dünyanın yok olmasından sonra Ahiret’te de aynen uygulanacağını belirtmiştir. Kur’an-ı Kerim, bu ebedi hakikatin dışında insanların çeşitli grup ve zümrelere bölünme sebepleri­nin Ahiret’te tamamıyla ortadan kalkacağına da işaret etmiştir.

    “Kıyamet koptuğu gün (mü’minlerle kâfirler) birbirinden ayrılırlar.” (Rûm; 14)

    Yani, dünyada millet, ırk, vatan, dil, kabile, toplum ve ekonomik, sosyal ve siyasi menfaatlere dayalı olarak kurulmuş bütün grup ve toplu­luklar kıyamet gününde yok olacaklardır. Ve sadece akide, inanç, güzel ahlâk ve iyi amele dayalı yeni bir topluluk meydana getirecektir. Bir taraf­ta bütün çağlarda yaşamış olan mü’min ve sâlih İnsanlar seçilerek bu yeni topluluğa dahil edileceklerdir ve diğer tarafta bütün çağlar boyunca doğru yoldan sapmış ve kötülüklere bulaşmış İnsanlar güruhu bir araya getirile­cektir. Böylece iyi ve kötülerden oluşan iki büyük topluluk ortaya çıka­caktır. Bu aslında İslâmiyet’in anlatmaya çalıştığı akide ve inancın ebedi hayâtu bir tecellisi olacaktır. İslâmiyet’in, İnsanlar arasında ayırım yapıl­ması için getirilen bütün sun’i sınır ve daireleri reddeden talimatı, Ahi­ret’te ebedi bir hakikat olarak ortaya çıkacaktır ve bundan kurtuluş müm­kün olmayacaktır. İslâmiyet’in bu dünyada tavsiye ve telkin ettiği, ama ca­hiller tarafından reddedilen gerçekler ve kurallar öbür dünyada aynen ge­çerli olacaktır. İslâmiyet’in tasvip etmediği ve reddettiği kaide ve kurallar Ahiret’te de aynen reddedilecektir. İslâm diyor ki insanları birbirinden . ayıran veya onları bir noktada birleştiren unsur akide ve ahlâktır. İman edenler ve ilâhî emirlere göre bir hayat düzeni kuranlar bir ümmettirler. Bu ümmetin teşekkülünü ırki, coğrafi ve siyasi hiçbir ayrılık önleyemez. Buna mukabil küfr ve şirkin yolunu tutanlar başka bir ümmettirler. Arala­rındaki coğrafi ve siyasi fark ne olursa olsun, bunlar İslam ümmetine karşı tek bir ümmet oluşturuyorlar. İslam ümmeti ile kâfir milletler arasındaki ayırım tam ve kesindir. İslam ve küfür milletleri hiçbir zaman bir olamaz­lar, ikisinin yollan ayrıdır. Bunlar ne dünyada ne de Ahiret’te ortak bir ha­yat kuramazlar.

    Bunun aksine Cahiliyye taraftarları her devirde ve bugün de gruplaş­ma ve örgütleşmenin ırk, vatan ve dil gibi temeller üzerinde olmasında ıs­rar etmişlerdir ve etmektedirler. Kâfir ve müşriklere göre bu yukarıdaki esaslarda müşterek olan kişi ve gruplar, aralarındaki din ve akide farkını bir kenara bırakıp birleşmeli ve bir millet meydana getirmelidirler. Bu milliyetçilik kavramı üzerinde kurulan hayat nizamında, Tevhid’e de Şirk’e de inananlar ve hatta hiçbir şeye inanmayanlar da huzur ve sükûn içinde yaşamalıdırlar. Zaten bu milliyetçilik kavramı çağımızın birçok toplumunun temelini teşkil ediyor. Fakat bu, cahil ve sapıkların fikri ve kavramıdır. Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’in yaşadığı devirde Ebû Cehl ile Ebû Leheb ve diğer Kureyşli kabile reislerinin düşünce kavramı buydu. Bu İslam düşmanı kabile reisleri Hz. Muhammed (a.s.)’in yayma­ya başladığı yeni dinle milleti ikiye böldüğünü ve parçaladığını öne sürü­yorlardı. Kureyşlilerin işte bu iftira ve yalanları üzerine Kur’an-ı Kerim kendilerini sert bir dille uyarmakta ve demektedir ki sizin bu dünyada kurduğunuz grup, zümre ve milletlerin temeli zayıf olduğu için Ahiret’te yok olmaya mahkûmdurlar. İnsanlar arasındaki asıl ve gerçek ayırım İslâ­miyet’in sunduğu akide, hayat felsefesi ve ahlâk kurallarına göre olacaktır. Gidilecek yeri aynı olmayanların hayat yolu nasıl bir olabilir ki?

    26.6.3. İslam Ümmeti

    Yukarıda belirttiğimiz gibi İslâmiyet bütün insanların bir ve eşit ol­duğunu ilân ettikten sonra, aralarındaki ayırım ölçüsünün ancak takvâ ol­duğunu ortaya koymuştur. İslâm açısından takvâ, Allah ve Hz. Peygamber (a.s.) ile Kitabullah’ın getirdiği akide ve emirlere uymak demektir. Ahi­ret’teki hesaplaşmayı göz önünde bulundurarak, Allah’a, Rasûlüne ve Kita­bına uymak demektir. Bu sebeple İslâm bütün insanlığı ikiye ayırıyor: Bi­ri, iman edenler, ikincisi iman etmeyenler. İman etmiş olanlar bir ümmeti oluşturuyorlar ki buna “İslâm Ümmeti” adı veriliyor. Bir mü’min, dünya­nın hangi yerinde olursa olsun hangi dili konuşursa konuşsun, hangi ırk­tan ve milletten olursa olsun bu ümmetin bir parçasıdır. “İslam ümmeti” yeni ve sun’i bir isim değildir. Bu Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra ve ön­ceki bütün peygamberlerin tebliğ ve telkinlerine göre Allah’a ve kitapları­na iman edenlere verilen bir isimdir.

    “Bundan evvelki kitaplarda ve bu Kur’an’da size müslüman ismini ta­kan Allah’tır.” (Hacc; 78)

    Bu ayette kullanılan “size” kelimesi sadece bu ayetin inişi sırasında hazır bulunan müslümanlara mahsus değildir. Bu kelime sadece daha son­ra iman edenlere de mahsus değildir. Bu ayetin muhatapları, insanlık tari­hinin başlamasından Kıyamet’e kadar Tevhid’e, Risâlet’e, Ahiret’e ve ilâhi kitaplara iman eden herkestir. Burada denilmek isteniyor ki; Hak millet daha önce de Nûhi, İbrahimi, Musevi ve Mesihi adlarıyla değil “müslim” (Allah’a teslim veya tabi olan) adıyla tanınırlardı. Hz. Peygamber (a.s.) zamanında bu milletin ismi ve lakabı “Muhammedi” değil “müslim”di. Aslında Kur’an-ı Kerim’in müfessirlerinden bazıları bu ayeti açıklarken hayli bocalamışlar ve işin gerçeğini kavrayamadıkları için Hz. Muham­med’den önce kendisine tabi olanların adlarının başka kutsal kitaplarda “müslim” olarak nasıl geçebileceğini merak ve hayretle düşünmüşlerdir. Fakat şurası unutulmamalıdır ki dünyanın kuruluşundan beri Hak dininin adı “İslam” olmuş ve buna tabi olanlar da “müslim”, “müslimin” veya “müslüman” olarak anılmışlardır. “Müslimin” (müslümanlar) adı sadece Hz. Muhammed (a.s.)’in dönemine mahsus bir deyim değildir. Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de müslümanlar için kullanılan “müslimin” kelimesinin diğer ilâhi kitaplarda da aynen geçmesi şart değildir. Söz konusu kitaplar hangi dilde hangi milletlere inmişse onların dilinde “müslimin” (müslü­manlar) anlamına gelen benzeri bir kelime pekâlâ kullanılmış olabilir.

    26.6.4. İslâm Ümmetinin Evrenselliği, Ezeliyyet ve Ebediyyeti

    “Kur’an’dan evvel kendilerine kitap verilenler ona iman ediyorlar. Onlara Kur’an okunduğu zaman ‘Biz buna iman etlik. O Rabbimiz tara­fından gelen hak bir sözdür. Doğrusu biz ondan evvel de İslam’ı kabul et­miş kimselerdik’ derler.” (Kasas; 52-53)

    Yani, biz bundan önce de peygamberlere ve ilâhi kitaplara iman etti­ğimiz için, dinimiz, İslâm’dan başka bir şey değildi Şimdi ise Allah’ın Rasulü, Hz. Muhammed (a.s.)’in bize getirdiği semavi kitabı da Allah’ın kita­bı olarak tanıdık. Bu bakımdan dinimizde herhangi bir değişiklik olma­mıştır. Biz eskiden de müslümandık ve şimdi de müslümanız.

    Kur’an-ı Kerim’in, iman sahiplerinin ağızlarından dediği işte bundan ibarettir. Bu açık ve kesin ifade, gerek Hz. Muhammed (a.s.)’in Araplara anlatmak istediği dinin ve gerekse, bu dini kabul edenlerin adlarının yeni olmadığını göstermektedir. “İslâm” yani Hak dini, Hz. Muhammed (a.s.)’den önceki bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri dinin adıydı ve bu dine tabi olanların adı da “müslüman”dı. Her yerde ve her devirde ehl-i iman olanlar müslümandılar. Ama insanlarını yitirdikten sonra tekrar küf­re ve şirke alet oldular. Bu milletler Allah’a, peygamberlere ve semavi ki­tapların emir ve ilkelerine aykırı hareket etmeye başladıktan sonra kâfir ve müşrik oldular. Hz. Muhammed (a.s.)’in bi’seti ile, yollarını kaybetmiş olan bu insanların tekrar İslâm’a dönmeleri istendi ve iman edenlere tekrar “müslümanlar” adı verildi. Pek çok kavimde, geçmişteki bazı peygamber­lerin tebliğ ve telkinleri sayesinde Hak dinini bulanlar ve bu dinden ayrıl­mayanlar her zaman “müslüman” vasfını korudular, onların İslâmlığında herhangi bir kesinti veya aksama olmadı. Yukarıdaki ayette anlatılan ger­çek işte budur.

    Maalesef, bazı bizden çok büyük âlimler bile bu gerçeği kavramakta güçlük çekmişlerdir ve bu ayetin ne mana ifade ettiğini idrak edememiş­lerdir. Allâme Suyûti gibi büyük bir alim bile kaleme aldığı bir risalesinde “müslim” veya “müslüman” deyiminin ancak Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın ümmetinin fertleri için kullanılabileceğini anlatmaya çalışmıştır. Kendi ifadesine göre yukarıdaki ayeti görünce ne yapacağını şaşırdı. Alla­me Suyûti bu noktada Allah’a dua ederek kendi aczini belirtti ve bu konu­da kendisine yol göstermesini istedi. Daha sonra kendi fikrini belirtmeden Allah’tan aldığı ilham ile bir yol seçmeye çalıştığını belirtti ve bu hususla çeşitli teviller yaptı. Ne var ki bu tevillerin hepsi birbirinden değersiz ve önemsizdir ve inandırıcı değillerdir. Meselâ bir tevili şöyledir: “Biz Kur’an-ı Kerim gelmeden öne müslüman olmaya azimliydik, zira kendi kitaplarımızdan bunun geleceğini öğrenmiştik ve bunun (Kur’an’ın) gel­diği zaman İslâmiyet’i kabul edeceğimize karar vermiştik.” Allame Suyûti’nin yukarıdaki ayetten çıkardığı mana budur. Bir başka teviline gö­re ayetin sonunda “müslimin” kelimesinden sonra “bihi” kelimesi kullanıl­madığı için şöyle bir anlam çıkarılabilir: “Biz Kur’an’ı biliyor ve tanıyor­duk; zira bunun gelmesini bekliyorduk ve buna peşinen iman etmiş du­rumdaydık. Bu sebeple, Tevrat’ı ve İncil’i tanıdığımızdan değil, Kur’an’ı, bunun inişinden önce hak olarak kabul ettiğimizden dolayı müslümandır.” Allâme Suyûti’nin üçüncü teviline göre yukarıdaki ayetin anlamı şudur: “Takdir-i ilâhi’ye göre Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) ve Kur’an-ı Ke­rim’in gelişinden sonra İslâmiyet’i kabul etmemiz mukadderdi. Böylece biz gerçekten daha önceden müslüman sayılabiliriz.” Bu tevilleri gördük­ten sonra, Allâme Suyûti’nin Allah’tan yalvararak istediği ilhamın kendisi­ne gelmediğini anlamış oluruz.

    Gerçek şu ki, Kur’an-ı Kerim ve Furkan-ı Hamid olan kitabımızda, sadece yukarıdaki ayette değil, bir çok yerde asıl dîn’in “İslam” olduğu ve Allah’ın yarattığı kâinatta kulları için bundan başka bir dinin olamayacağı açık açık ifade edilmiştir. Dünyanın kuruluşundan beri hangi peygamber bu dünyaya gelmişse bu dini yani “İslam”ı (Allah’a teslimiyeti) getirmiş­tir. Peygamberlerin hepsi “müslüman” (müslim) idi ve kendilerine tabi olanların da müslüman olmaları ve kalmaları için gayret etmişlerdir. Pey­gamberlere iman edenler ve doğru yoldan ayrılmayanlar her zaman müs­lüman olmuşlardır. Burada birkaç örnek verelim:

    “Allah katında din İslam’dır.” (Al-i İmrân; 19)

    “İslam’dan başka bir dine tabi olandan, dini kabul olunmaz.” (Al-i İmrân; 85)

    Hz. Nûh (a.s.) diyor ki:

    “Benim mükâfatım Allah’a aittir. Ben Müslümanlardan olmaktan em­rolundum.” (Yunus; 72)

    Hz. İbrahim (a.s.) ve evlâtları hakkında şöyle deniliyor:

    “Rabbi ona ‘teslim ol’ dediğinde İbrahim ‘Alemlerin Rabbine teslim oldum’ dedi. İbrahim ve Yakûb İslam dinini evlâtlarına vasiyet edip ‘Ey Evlatlarım, Allah sizin için bir din seçti. Ancak müslüman olarak can ve­riniz’ dediler. Yoksa ölüm Yakûb’a geldiği vakit siz orada mı idiniz? O oğullarına: ‘Benden sonra kime ibadet edersiniz?’ dediğinde onlar ‘Senin Rabbine babaların İbrahim, İsmail ve İshâk’ın Rabbine bir ilâh olarak ibadet ederiz. Biz ona teslim olmuşuz’ dediler.” (Bakara; 131-133)

    “İbrahim ne Yahudi ve ne de Hıristiyan’dı. Fakat batıldan uzak ve Hakk’a yakın dine tabı müslüman idi.” (Al-i İmrân; 67)

    Hz. İbrahim ile Hz. İsmail (a.s.) şöyle dua ediyorlar:

    “Ya Rabbi, bizi sana teslimiyette sabit kıl. Zürriyetimizden sana bo­yun eğen müslüman bir ümmet yarat.” (Bakara; 128)

    Hz. Lût (a.s.)’un hikâyesi anlatılırken şöyle buyurulmuştur:

    “Fakat orada Müslümanlardan bir haneden başkasını bulamadık.” (Zariyat; 36)

    Hz. Yusuf (a.s.) Allah’a şöyle dua ediyor:

    “Beni müslüman olarak vefat ettir. Beni salihlere kal.” (Yusuf; 101)

    Hz. Musa (a.s.) kendi kavmine şöyle diyor:

    “Ey kavmim eğer siz gerçekten Allah’a iman ettiniz ise, O’na tevekkül edin.” (Yunus; 84)

    İsrail oğullarının asıl dini Yahudilik değil İslâm’dı; bunu dost, düşman herkes bilirdi. Nitekim Firavun denizde boğulurken bu hakikati dile getir­mekten kendini alamadı:

    “İnandım ki İsrail oğullarının iman ettiğinden başka ilâh yoktur. Ben de Müslümanlardanım.” (Yunus; 90)

    İsrail oğullarına gönderilen bütün peygamberlerin dini de İslâm’dı.

    “Biz Tevrat’ı indirdik. Onda hidayet ve nur vardır. Allah’a teslim olan peygamberler Yahudilere onunla hükmederlerdi. Alimler ve fakihler de onunla hükmederlerdi. Hepsi de O’nun üzerine şahit idiler. O halde siz insanlardan korkmayın, benden korkun. Benim ayetlerimi az bir paha­ya salmayın. Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler kâfirdir.” (Maide; 44)

    Hz. Süleyman’ın dini de aynıydı. Nitekim Sebe’ (Saba) melikesi ken­disine iman ellikten sonra şöyle der:

    “Şimdi Süleyman’ın beraberliğinde âlemlerin Rabbi olan Allah’a tes­lim (müslüman) oldum.” (Neml; 44)

    Hz. Îsa (a.s.) ile havarileri ve ona tabi olanların dini de İslâm’dı:

    “Havarilere, ‘Bana ve Rasûlüme iman edin diye vahyettiğimde (il­ham ettiğimde) ‘iman ettik. Şahit ol ki biz müslümanlarız’ dediler.” (Maide; 111)

    Arapçada kullanılan “İslâm” ve “müslim” (müslüman) kelimelerinin başka ırktan olan ve başka dil kullanılan bu muhtelif milletlerde aynen kullanılamayacağı yolundaki itiraz çok saçma ve abestir. Çünkü burada söz konusu olan Arapça bir kelime veya deyim değil, bunların ifade ettikle­ri mana ve mefhumdur. Adı geçen ülkelerde ve milletlerde “İslâm” ve “müslim” kelimeleri olduğu gibi kullanılmayabilir, ama burada kastedilen şey iman edenlerin hüviyetidir ve kendileri her zaman Arapça’daki “müslü­man” ve “İslâm” kelimelerine eş anlamda tanımlanmış ve çağırılmışlardır. Allah’ın demek istediği; ‘dünyaya gelen asıl din Hıristiyanlık, Musevilik ve­ya Muhammedilik değil, İslâm (Allah’a teslim olmak ve boyun eğmek)’dır. İmân edenler, peygamberler ve semavi kitaplar ile gelen Allah’ın emrine boyun eğmelidirler. Hangi Allah’ın kulu hangi devirde ve memlekette bu tavır ve davranış içinde bulunmuşsa, tek ve evrensel, ezeli ve ebedi Hak Din’in takipçisidir. Bu dini şuurlu ve samimi bir şekilde kabul edenlerin önce, Hz. Musa’yı, sonra Hz. Îsa’yı ve daha sonra Hz. Muhammed Musta­fa (a.s.)’yı Allah’ın peygamberleri olarak tanımış olmaları dinlerini değiş­tirme hareketi değil, aksine bu dine tabi olmalarının tabii ve mantıki neti­cesidir. Bunun aksine peygamberlerin tâbileri arasına bilinçsizce ve dü­şüncesizce girmiş ya da bu toplulukta tesadüfen doğmuş olanlar, kendi kı­sır millî, irsî ve içtimaî taassuplarını körükleyerek bunları birer din haline getirenler ya Yahudi oldular, ya da Hıristiyan. Fakat Hz. Muhammed (a.s.)’in, Allah’ın peygamberi olarak dünyaya gelmesiyle foyaları meydana çıktı ve kendi kuyularını kendileri kazmış oldular. Zira Allah’ın son pey­gamberini tanımayı reddetmekle sadece gelecekte müslüman olarak yaşa­maktan vazgeçmediler, aynı zamanda gerçekten “müslüman” olmadıkları­nı ve şu veya bu nedenlerle çıkarlarını korumak veya atalarını körü körüne taklit etmek düşünce ve tavrıyla hareket ettiklerini ispatladılar.

    26.6.5. İslam Ümmetinin Terkibi (Yapısı)

    Böylece, Rasûl-ü Ekrem (a.s.) dünyanın kuruluşundan beri süregelen dini canlandırmak, yenilemek ve tazelemekle kalmadı, bütün geçmiş pey­gamberlerin zamanından beri “İslâm ümmeti” olarak bilinen ümmeti de yeniden meydana getirdi. Hz. Peygamber (a.s.) bu ümmete muhtelif grup, kabile, sülâle ve bölgelerden katılan kişileri birbirinin yardımcısı, dert or­tağı, destekçisi ve kardeşi yaptı, hepsinin can, mal ve namuslarının aynı derecede korunmasına özen gösterdi, herkesin hak ve mesuliyetinin aynı olduğunu ilân etti, takvâ ve iyi amelin dışında aralarında herhangi bir im­tiyaz ve fark bırakmadı, kısacası her bakımdan birlik, beraberlik, dayanış­ma ve eşitlik içinde olan muazzam bir topluluk vücuda getirdi. Arabistan gibi aşiret egemenliğindeki ve her türlü kabile ve bölgesel dengesizlikteki bir toplum için bu çok garip ve beklenmedik bir gelişme idi ve Cahiliyye kafası bunu kabul etmeye hazır değildi.

    İbni Zeyd’in rivâyetine göre Rasûlullah (a.s.)’ın amcası Ebû Leheb bir gün kendisine şöyle bir soru yöneltti: “Ben senin dinini kabul edersem be­nim kazancım ne olacaktır?” Rasûlullah (a.s.) buyurdular: “Diğer bütün iman sahiplerinin kazandıklarını siz de kazanacaksınız.” Ebû Leheb dedi ki: “Peki, benim için (bir peygamberin amcası olması bakımından) bir ayrıcalık yok mudur?” Rasûlullah (a.s.), “Ee daha ne istiyorsunuz?” diye sordu. Bunun üzerine Ebû Leheb, “lânet olsun, lânet olsun benimle herke­sin eşit olduğu dine.” (İbni Cerir) dedi.

    Bu fanatizmi ortadan kaldırmak amacıyla Kur’an-ı Kerim şöyle bu­yurdu:

    “Size ne akrabanız ne de çocuklarınız (Allah’ın azabına karşı) fayda vermez. Allah kıyamet günü aranızı ayıracaktır.” (Mümtehine; 3)

    Yani, kan bağlarının hepsi dünyada kalacaktır ve bunlar kıyamette kimseye hiçbir fayda sağlamayacaktır. Asıl önemli olan şey imandır. Kı­yamette ve mahşerde kimin imanı kuvvetliyse felahı bulacak, kiminki za­yıfsa cezasını çekecektir. Bu sebeple dünyada akrabalık ve dostluklar ku­rarken bu noktaya dikkat edilmelidir.

    “Sizin veliniz ve dostunuz Allah, O’nun peygamberi, namazlarını kı­lanlar, zekâtlarını veren ve rukû eden mü’minlerdir.” (Maide; 55)

    “Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse iki kardeşinizin arasını dü­zeltin.” (Hucurât; 10)

    İşte bu ve buna benzer diğer ayetler, dünyada bütün Müslümanlardan teşekkül eden evrensel bir kardeşliği meydana getirdiler. Bu emir ve talimatın sayesindedir ki müslümanlar kadar aralarında yakınlık, sevgi, daya­nışma ve yardımlaşmanın bulunduğu dünyada başka bir din ve hayat dü­zeni kurulamamıştır. Hz. Peygamber (a.s.) İslâm kardeşliğinin bu mezi­yet, fazilet ve erdemini çeşitli vesilelerle dile getirmiştir.

    Hz. Cerîr bin Abdullah’ın dediği gibi, “Rasûlullah (a.s.) benden üç mevzuda biat almıştı. Birincisi, namazı ikâme edeceğim, ikincisi, zekât vereceğim, üçüncüsü, her müslümanın yardımcısı ve destekçisi olaca­ğım.” (Buhârî: Kitab’ul îman).

    Hz. Abdullah bin Mes’ûd’un naklettiği hadise göre, Rasûlullah (a.s.) buyurdular: “Müslüman’a küfretmek fısk (küfür)tır ve onunla kavga et­mek küfürdür.” (Buhârî, Kitab’ul-İman, Müsned-i Ahmed’de benzeri bir hadis Hz. Said bin Mâlik tarafından naklolunmuştur).

    Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)’nin anlattığına göre Rasûlullah (a.s.)’ın emri şöyledir: “Her müslümana başka bir müslümanın can, mal ve namusu ha­ramdır.” (Müslim, Kitab’ul-Birr ves-sıla, Tirmizî Bâb’ul-Birr ves-sıla).

    Hz. Ebu Said Hudrî (r.a.) ve Hz. Ebû Hureyre (r.a.)’nin rivâyetine gö­re Rasûlullah (a.s.) buyurdular ki: “Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulüm etmez, onu yalnız bırakmaz, ona hakaret etmez. Bir kişinin kendi müslüman kardeşine hakaret etmesi zâten en büyük şerrdir.” (Müs­ned-i Ahmed).

    Hz. Sehl bin Sa’d Saidî, Rasûlullah (a.s.)’ın şu mübarek sözlerini nak­letmiştir: “Bir müslüman, iman sahipleriyle baş ve gövde gibidir. Bir müs­lüman, iman sahiplerinin her acısını, bir başın, vücudun herhangi bir kıs­mındaki acısı gibi duyar.” (Müsned-i Ahmed).

    Hz. Nu’man bin Bişr, Hz. Peygamber (a.s.)’in şöyle dediğini naklet­miştir: “Müminler arasındaki merhamet, sevgi ve dert ortaklığı tıpkı bir vücut gibidir. Nasıl ki vücudun bir azasında hissedilen acı bütün vücudu uykusuz bırakır ve ateşlenmesine sebep olur; müslümanlar da öyledirler.” (Buhârî ve Müslim).

    Hz. Ebu Musa el-Eş’arî, Rasûlullah (a.s.)’ın şöyle dediğini rivayet et­miştir: “Bir mü’min başka bir mümin için bir duvar gibidir, öyle bir du­var ki bunun her bölümü başka bir bölümünü kuvvetlendirir.” (Buhârî, Müslim, Tirmizî).

    Hz. Abdullah bin Ömer, Rasûlullah (a.s.)’ın şu sözlerine yer vermiş­tir: “Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ne ona zulüm eder, ne de ona yardım etmekten kaçınır. Kim kardeşinin hacetini giderirse, Allah da onun hacetini giderir. Kim bir müslümanı musibetten kurtarırsa Allah da onu kıyamette musibetten kurtaracaktır. Kim bir müslümanın ayıbını örterse Allah da kıyamet gününde onun ayıbını örtecektir.” (Buhârî ve Müs­lim).

    Hz. Câbir bin Abdullah ve Ebû Talha bin Sehl’ul Ensarî’nin bir hadisi şöyledir: Rasûlullah (a.s.) buyurdular: “Eğer bir kişi, bir müslümana, ha­karete uğradığı ve namusuna dil uzatıldığı sırada yardım etmezse Allah da ona, Allah’ın yardımına en çok muhtaç olduğu zaman yardım etmeyecek­tir. Fakat bir kişi de bir müslümana, hakarete uğradığı ve namusuna saldı­rıldığı sırada yardım ederse, Allah da ona, Allah’ın yardımına en çok muhtaç olduğu anda yardım elini uzatacaktır.” (Ebû Davud).

    Hz. Abdullah bin Amr bin As, Hz. Peygamber (a.s.)’in şu hadisini nakletmiştir: “Müslüman, müslümanların dilinden ve elinden mahfuz ol­dukları kişiye denilir.” (Buhârî ve Müslim).

    Hz. Ebû Bekr’e Nufey’ bin el-Hâris (r.a.)’in anlattığına göre, Vedâ Haccı sırasında Rasûlullah (a.s.) müslümanlara hitap ederken şöyle de­mişti: “Sakın, benden sonra kâfirler gibi birbirinizin boynunu vurmaya başlamayın.” (Buhârî ve Müslim).

    Hz. Enes(r.a.)’in rivâyetine göre Rasûlullah (a.s.) bir defasında şöy­le buyurdular: “Kardeşine, ister zâlim, ister mazlum olsun yardım et.” Bir kişi dedi ki eğer mazlumsa elbette ona yardım edeceğim, ama zâlim ise ona niçin yardım edeyim? Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.) dedi ki: “Onu zulümden alıkoy ve vazgeçir. İşte bu zâlime yapılan yardımdır.” (Buhârî).

    Hz. Abdullah bin Amr bin As’ın bir başka hadisi şöyledir: “Mü’minle­rin kanı aynı değerdedir. Müminler düşmanlarına karşı bir el gibidirler (sıkılmış yumruk gibidirler).” (Müsned-i Ebû Davud Tayâlisi Hadis No: 2258).

    Hz. Enes bin Mâlik şu hadisi nakletmiştir: Rasûlullah (a.s.) buyurdu­lar: “Bana, İnsanlar kelimeyi şehâdet getirdikleri zamana kadar, yani Al­lah’tan başka bir ilâh olmadığını ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü oldu­ğunu söyleyinceye kadar onlarla savaşmam emrolunmuştur. Daha sonra, kendileri bu şehâdeti verdikten, kabilemize yöneldikten, kurbanlarımızı (kestiğimiz hayvanları) yedikten ve namazımızı kıldıktan sonra onlara olan haklarımız hariç, onların kanı ve malı bizim için haramdır. Onların hakları, müslümanlarınkinin aynısıdır ve onların farzları (vazifeleri) da müslümanlarınkinin aynısıdır.” (Neseî, Kitab’ul-İman, Müsned-i Ahmed, rivâyet eden: Enes bin Mâlik).

    26.6.6. Bir Dâvet ve Hareketin Bayraktarı Olan Ümmet

    Fakat bu ümmet pasif ve hareketsiz bir ümmet değildi, ki fertleri Al­lah’a ve Rasûlüne iman ettikten sonra bulundukları yerlerde ibadet etsin, zikr ve tefekkür de bulunsun, iyi ve hayırlı işler yapsın ve sadece birbirine yardımcı ve destekçi olsunlar. İslâm ümmetinin fertleri bundan çok ileriye giderek faal ve dinamik bir hayat yaşamalıydılar. Ümmetin her ferdi İslâmi daveti daha büyük kitlelere iletmek, Allah’ın kullarını doğru yola ve iyi işler yapmaya çağırmak ve onları kötü işlerden ve günahlardan alı­koymakla mükellefti. Bu ümmet, aile, kabile ve milletlerden en iyi cev­herler seçilerek boşuna meydana getirilmemişti. Bunun görevi Allah’ın kullarını ıslâh etmek, bütün milletler ile hak ve adalet ilkelerine göre mü­nasebet tesis etmek haksızlık, adaletsizlik ve cehaleti yok etmekti. Eğer durum başta anlattığımız gibi olsaydı, Kureyşli müşrik ve Arap kâfirler belki de ses çıkarmayacaklardı. Ama burada durum bambaşka idi. Yeni kurulan bu ümmet, sadece büyüme ve gelişme istidadı göstermiyor, ayrıca bunun her ferdi ve bütün ümmet faal bir hareket haline geliyordu. Hepsi tek amaç için -Allah’ın hakimiyetini bu dünyada kurmak ve insanları kö­tülükten uzaklaştırmak- çalışıyorlardı. Bu çalışmalar kâfir ve müşriklerin endişe ve korkusunu had safhaya getirdi, çünkü onlar her gün kendi güç­lerinin azalmakta olduğunu ve yeni hareketin güçlenip büyümekte oldu­ğunu görüyorlardı.

    “Allah’a (ibadete) davet eden ve sâlih amel işleyip ‘ben Müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır?” (Fussilet; 33)

    Fussilet sûresinin 30 ila 32. ayetlerine kadar, müslümanların Allah’a ibadet konusunda kararlı olmaları ve doğru yolu bulduktan sonra bundan ayrılmamaları öğütlenmiş ve bunların kendi başına büyük bir meziyet ve fazilet olduğu kaydedilmiştir. İnsanların bu meziyetleriyle, meleklerin dostu ve cennetin sakinleri olabileceği vurgulanmıştır. Bundan sonra yu­karıdaki ayette müslümanlar için en şerefli işin kendilerinin doğru yolda olup başkalarını iyiye ve güzele davet etmek, Allah’a itaat etmeye çağır­mak, şiddetli muhalefete rağmen İslâm’dan söz etmek ve her türlü zorluk ve muhalefeti göze alarak hak sözü söylemek olduğu açıklanmıştır.

    Bu buyruğun asıl mana ve mefhumunu anlayabilmemiz için, bu vah­yin indiği zaman müslümanların içinde bulunduğu şartları göz önünde tut­malıyız. Ortam o kadar güç ve cesaret kırıcıydı ki, kim İslâm ve Hz. Pey­gamber (a.s.) lehinde ağzını açıyorsa, kendisini paramparça edecek vahşi İnsanlar arasında buluyordu. Böyle bir ortamda bir kişinin Allah’a iman edip doğru yolda bulunması başlı başına bir cesaret işi ve büyük bir mezi­yetti. Ama bundan daha faziletli ve sevaplı hareket, bir müslümanın kal­kıp inandığını açıkça ilân etmesi ve başkalarının da kendisi gibi doğru yo­la gelmelerini istemesiydi.

    26.6.7. Müslümanların, Dünya Liderliğine Yükselmeleri

    “Böylece sizi İnsanlar üzerine şahitler olasınız ve Rasûl da sizin üze­rinize şahit olsun diye vasat (orta, mutedil) bir ümmet kıldık.” (Bakara; 143)

    İşte bu, Ümmet-i Muhammediyye’nin bütün dünyanın imametine ve liderliğine tâyin olunmasının ilânıydı. Bu ayette kullanılan “böylece” keli­mesi çok önemlidir. “Böylece” Hz. Muhammed (a.s.) vasıtasıyla Allah’a tabi olanların doğru yolu bulup “vasat bir ümmet” mevkiine kadar yüksel­melerine işaret sayılabilir. Bu kelimeden, müslümanların kıblesinin de­ğişmesinin de kastedildiği söylenebilir. Bazı akılsızlar, kıblenin değişme­sini, sadece namazda istikametin değişmesi olarak kabul ediyorlardı. Hal­buki, bu tarihi bir olaydı. Müslümanların kıblesinin Kudüs’ten Kâ’be’ye çevrilmesi, Cenab-ı Allah’ın İsrail oğullarını dünyanın liderliğinden her zaman için azledip yerlerine Ümmet-i Muhammediyye’yi getirmiş olması demekti.

    “Vasat bir millet” deyimi o kadar geniş anlam taşıyor ki anlatılmak istenen şey başka bir deyimle anlatılamaz. Burada İslâm ümmetinin her bakımdan büyük, üstün, ölçülü, makul ve faziletli olduğuna işaret edilmiş­tir. Bu ümmet her konuda vasat yolu takip edecek ve her konuda hak ve adaletle hareket edecektir. Kısacası dünyada bütün milletlere lider ve yol gösterici durumunda olacaktır.

    Yukarıdaki ayette “siz İnsanlar üzerine şahitler olasınız ve Rasûl de sizin üzerinize şahit olsun” ifadesi kullanılmıştır. Bu demektir ki, Ahiret’te bütün İnsanlar Allah’ın huzurunda yaptıklarının hesabını verirken Hz. Mu­hammed (a.s.) müslümanların resmi temsilcisi ve sözcüsü olarak doğru fi­kir, sâlih amel ve adalet nizamıyla ilgili Rabbinin kendisine verdiği tali­matı insanlara eksiksiz ilettiğini ve bunun için pratik örnekler verdiğini yemin ederek ifade edecektir. Bundan sonra İslâm Ümmeti’nin fertleri ve Rasûl’ün vekilleri olarak müslümanlar ifade verecekler ve Rasûlullah (a.s.)’ın kendilerine ilettiği mesajı başka insanlara yaymak ve bunu fiilen yaşamak konusunda ellerinden geleni yaptıklarını belirteceklerdir.

    Aslına bakılırsa, bir kişi veya zümrenin bu dünyada Allah’ın şâhidi olarak tayini zaten bütün insanların imameti ve liderliğine atanması de­mektir. Bu yüce mevki ve makam büyük itibar ve şeref kaynağı olmasının yanı sıra büyük vazife ve mesuliyet anlayışını da gerekli kılmaktadır. Bu demektir ki, nasıl ki Rasûlullah (a.s.) bu ümmet üzerine Allah’tan kork­mak, doğru söz söylemek, doğru hareket etmek, haktan yana olmak ve adalete riâyet etmek konusunda şahit oldu, bu ümmet de bütün bu konu­larda bütün dünya üzerine şahit olmalıdır. Hatta bu ümmetin söz, fiil ve hareketlerini gördükten sonra dünyanın diğer bütün milletleri, takvâ, sa­bır, dürüstlük, iyilik, güzellik, ahlâk ve fazilet ile adaletin ne olduğunu ve İslâmiyet’in dünyaya ne için geldiğini anlayabilmelidirler.

    26.6.8. İslâm Ümmeti’nin Vasıfları

    “Siz İnsanlar arasından çıkarılmış bir ümmetsiniz, iyiliği emreder kötülükten vazgeçirir ve Allah’a iman edersiniz.” (Al-i İmrân; 110)

    Burada dünya liderliğinin, İsrail oğullarından sonra Hz. Peygamber efendimiz (a.s.)’e tabi olanlara geçtiği ve bu yüce mevki ve makama riayet ederek ahlâk ve amelleri ile dünyaya örnek olmaları bildirilmiştir. Müslü­manların, dünyanın en iyi ve en faziletli ümmeti haline getirildiği ve bu bakımdan âdil milletlerin vasıflarıyla donatıldığı kaydedilmiştir. Müslü­manlar bundan böyle iyilik yapmalı, iyilik için çalışmalı, kötülüğü yok etmeli, Allah’ı tek tanrı olarak kabul etmeli ve ona kayıtsız şartsız itaat et­melidirler. Müslümanlar bu vasıflarını korudukları müddetçe bütün mil­letlerin imamı ve önderi olacaklardır.

    “Erkek ve kadın mü’minler birbirinin velisi ve dostudurlar, iyilik ile emr, kötülükten nehyederler. Namazı dosdoğru kılıp zekâtı verirler. Al­lah’a ve Rasûlüne itaat ederler.” (Tevbe; 71)

    Yani, İslâm ümmetinde gerek erkekler gerekse kadınlar birbirinin yardımcısı ve dostudurlar. Her zaman iyi niyetle hareket ederler ve herke­sin iyi ve doğru yolda olmaları için gayret sarf ederler, kötülükten nefret eder ve başkalarının da kötülüklerden kurtulmaları için çalışırlar. Allah’ı zikretmek onlar için gıda gibi mühimdir. Allah yolunda harcamak için el­leri her zaman açıktır. Allah’a ve Rasûlüne itaat etmek hayatlarının başlıca hedefidir. Bu müşterek ahlâk anlayışı ve hayat tarzı müslüman erkek ve kadınları birbirine sımsıkı bağlamış birbirinin kardeşi ve dostu haline ge­tirmiştir.

    26.6.8.1. Fedakârlık Duygusu

    İslâm ümmetinin fertlerinin kalblerinde, dinlerini her şeyden üstün tutma ve din uğruna her şeylerini feda etme hissi de uyandırıldı. İman sa­hipleri kendi vatan, aile ve evlerinde Allah’a ibadet ve itaat etmeleri müm­kün olduğu müddetçe kalabilirlerdi, fakat bu mümkün olmadığı takdirde Allah ve din uğruna her şeyi terk etmeleri gerekirdi. İmanlarının sağlamlı­ğı, vatan, millet, aile fertleri ve evlâtlarının sevgisine kapılarak Allah’ı ve dinini terk etmeleri ya da Allah ve din sevgisi yüzünden ailelerinden ve vatanlarından uzaklaşmalarıyla ölçülebilirdi.

    “Kendilerine zulüm yapıldıktan sonra Allah, yolunda hicret edenleri dünyada elbette güzel bir şekilde yerleştirir. Ahiret mükâfatı ise daha bü­yüktür.” (Nahl; 41)

    “Ey iman eden kullarım, Benim arzım geniştir. O halde yalnız bana ibadet edin. Her nefis ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz. İman edip sâlih amel işleyenlere cennette altlarından nehirler akan husu­si yerler hazırlarız. Onlar orada ebedi kalırlar. Böyle amel edenlere bu ne güzel mükâfattır. Onlar ki sabreder ve yalnız Rabblerine tevekkül ederler. Nice canlı hayvan vardır ki rızkını arkasına yüklenmez. Allah onlara da size de rızık veriyor. O Semî’dir, Alim’dir.” (Ankebût; 56-60)

    Ankebût sûresinin yukarıdaki ayetlerini okuyunca Cenab-ı Allah’ın İslâm ümmeti olarak nasıl bir ümmet yaratmak istediğini anlayabiliriz.

    İlk ayette Hicret’e işaret edilmiştir. Yani demek isteniyor ki, eğer Mekke’de Allah’ın adını anmak ve O’na ibadet etmek zorlaşmışsa, müslü­manlar nerede Allah’ın sadık kulları olarak ibadet edebiliyor ve özgürlük içinde O’na itaat edebiliyorlarsa oraya gitsinler. Bu ifadeden anlıyoruz ki, asıl mühim olan şey millet, vatan ve ülke değil, Allâh’a kulluktur. Vatan, millet ve memleket sevgisi, Allah’a itaat ve ibadetle çatıştığı ân mü’min kararını bunlardan ikincisi lehine vermelidir. Doğru ve gerçek bir mü’min reyini Allah’tan ve Hak’tan yana kullanmalıdır ve vatan ile millete boş vermelidir. Sahte bir müslüman ve münâfık bir kişi ise imanını terk edip vatanına ve milletine sarılacaktır. Bu ayet açıkça ifade ediyor ki, gerçek ve takva sahibi bir müslüman, milliyetçi kafatasçı ve faşist olamaz. Bir mü’min için birinci derecede önemli şey Allah’a ibadet ve itaattir ve bu uğurda gerekirse her şeyi feda edebilir.

    İkinci ayetin manası da şudur: Ölüm vazgeçilmez bir hakikattir. Ölümden korkmamalıdır. Dünyaya gelen bir kişi, bir gün mutlaka ölecek­tir. Kimse ebediyen yaşamak için gelmemiştir. Onun için, mü’minler ken­di ölümlerinden korkmamalı, öleceklerinden endişe etmemeli, bu dünya­da kendi canlarını korumak için her şeyi fedâ etmemelidirler. Asıl dü­şünmeleri ve endişe etmeleri gereken imanlarını aynen muhafaza etmele­ridir. Allah’a ve Hakk’a tapmanın çarelerini aramalıdırlar. İman etme­nin icaplarını yerine getirmelidirler. Çünkü herkes er geç Allah’a döne­cektir. Eğer dünyada bir kişi, canını kurtarmak için imanını kaybetmişse Allah’ın mahkemesinde başka türlü yargılanacaktır ve eğer imanını koru­mak için canından olmuşsa kendisine başka bir muamele yapılacaktır. O halde, Allah’a dönecek olanlar ne ile dönmek istediklerine karar vermeli­dirler. İman uğruna kaybedilen canla mı, yoksa can uğruna yitirilen imanla mı?

    Üçüncü ayette denilmiştir ki; eğer iyilik ve iyi amel uğruna dünyanın bütün nimetlerinden ve zevklerinden mahrum kalınmışsa da hiç tasalan­maya gerek yoktur. Zira bu mahrumiyetin mükâfatı Ahiret’te çok büyük­tür ve mutlaka verilecektir.

    Dördüncü ayette denilmiştir ki, her türlü muhalefete ve düşmanlığa rağmen imanlarını muhafaza etmiş ve iyi amel işlemiş olanlar mükâfatla­rın en güzelini bulacaklardır. İman etme uğruna canlarını tehlikeye atan, her türlü eziyeti çeken, imanı terk etmenin sağlayacağı bazı dünyevî fayda ve nimetleri kendi gözleriyle görmelerine rağmen yoldan zerre kadar ayrılmayan, kâfir ve fâsıkların bolluk ve rahat içinde yaşamalarına şahit ol­malarına rağmen, servet ve şöhrete tenezzül etmeyen, kendi aile, sülâle, kabile ve maddî durumlarına güvenmektense Allah’a inanan ve bütün ümitlerini ona bağlayan, ibadet ve itaat etmek büsbütün zorlaşınca vatan ve milletlerini terk edip hicret eden, daima Rabblerine itimat eden, iyiliği tesis eden ve başkalarına iyilikle emreden, ahlâk ve faziletin en güzel ör­neklerini veren ve bu dünyadaki bütün fedakârlık ve eziyetin mükâfatının öbür dünyada çok büyük olacağına inananlar felâh, refah ve ebedi mutlu­luğa kavuşacaklardır.

    Son ayette denilmiştir ki, Allah uğrunda hicret edenler canlarından korkmadıkları gibi mallarından da endişe etmemelidirler. Bütün canlılara rızık veren Allah’tır. Yerde, su altında ve havadaki bütün hayvan ve kuşlar ile böceklere rızk veren Allah neden insanlara ve kendisine tabi olanlara rızk vermesin. Allah ve İslâm uğruna evlerinden ve barklarından olanlar işleri, güçleri ve gelirleri için de fazla tasalanmamalıdırlar.

    26.6.8.2. Kâfirlerle Müslümânların İlişkisi

    Biz şimdiye kadar İslâm ümmetinin fertleri arasındaki ilişkileri ve din ile imanları konusunda ne gibi bir tavır takınmaları gerektiğini anlat­tık. Şimdi ise Kur’an-ı Kerim ve hadislerden örnekler vererek müslüman­ların karşıtı, rakibi, hasmı ve düşmanı olan ve karşı kampta yer alan kâfir ve müşriklerle olan münasebetlerine değineceğiz.

    “Mü’minler mü’minlerden başka olarak kâfirleri dost edinmesinler. Bunu işleyen Allah’tan hiçbir şey ümit etmesin.” (Al-i İmrân; 28)

    “Ey mü’minler, mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin.” (Nisa; 144)

    “Yoksa siz Allah’ın sizden cihad edenleri Allah ve Rasûlünden ve mü’minlerden başka dost edinmeyenleri ayırt etmeksizin kendi halinize bırakılıvereceğinizi mi sandınız?” (Tevbe; 16)

    Tevbe sûresinin bu ayetinde İslâm camiasına daha yeni giren müslü­manlara hitap edilmiştir. Burada denilmek isteniyor ki, ey iman sahipleri Allah ve Rasûlünü kendi canınızdan malınızdan, aile, akraba, kabile ve diğer dünyevi nimetlerinizden daha çok sevdiğinizi ispatlamadığınız süre­ce hakiki mü’min olamazsınız. Şu ayetlere de dikkat edelim;

    “Ey mü’minler, eğer küfrü imana tercih ederlerse babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyin. İçinizden kim onların velilikleri altına gi­rerse onlar zâlimlerin tâ kendileridir. De ki: ‘Eğer babalarınız evlâtları­nız, kardeşleriniz, eşleriniz, ticaretiniz ve hoşunuza gitmekte olan mes­kenler size Allah’tan, Onun Rasûlünden ve Allah yolundaki bir cihaddan daha sevgili ise artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fâsık olan kavme hidâyet etmez.” (Tevbe; 23-24)

    “Gerçekten İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda sizin için güzel bir numune vardır. Hani onlar kavimlerine: ‘Biz sizden ve Allah’tan baş­ka taptığınız şeylerden uzağız. Sizi inkâr ettik. Siz Allah’a bir olarak iman edinceye kadar daima bizimle sizin aranızda düşmanlık ve buğz belirtil­miştir.” (Mümtehine; 4)

    “Ey mü’minler, düşmanımı ve düşmanınızı dost edinmeyin. Siz onla­ra sevgi yolluyorsunuz. Halbuki onlar Hakk’tan size geleni (Kur’an’ı) in­kâr ediyorlar. Rabbiniz olan Allah’a iman ediyorsunuz diye peygamberi de sizi de diyarınızdan çıkarıyorlardı. Eğer siz benim yolumda cihada çı­kar ve rızamı isterseniz (düşmanlarımı ve düşmanlarınızı dost edinmezsi­niz). Onlara sevgi göstererek sır veriyorsunuz. Halbuki ben sizin gizledi­ğinizi ve açıkladıklarınızı bilirim. Sizden kim bunu yaparsa muhakkak doğru yolun ortasından sapmıştır.” (Mümtehine; 1)

    “Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir kavmi babalan, oğulları, kardeşlen veya soy sopları olsalar bile, Allah ve Rasûlüne muhalefet edenlerle dostluk eder bulmazsın. Allah, onların kalblerine imanı yazmış ve onu tarafından bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücadele; 22)

    Mücadele sûresinin bu ayetinde iki konuya değinilmiştir. Bunlardan biri sadece bir ilke olup ikincisi de bir gerçektir. İlke şudur: Hak dinine iman ve din düşmanlarıyla sevgi ve dostluk iki zıt şeylerdir, ki bunların bir arada olması düşünülemez. Bir insanın aynı zamanda hem Allah ve Rasûlünü, hem de din düşmanlarını sevmesi mümkün değildir. Bu, tıpkı bir insanın hem kendisini hem düşmanını sevmesinin mümkün olmaması gibidir. Bu sebeple, eğer bir insan kendisinin hem iman sahibi olduğunu söylüyor, hem de İslâm düşmanlarıyla haşır neşir oluyorsa, imanla ilgili iddiasının doğru olmadığına karar verilmelidir. Aynı şekilde hem İslam’a, hem İslâm düşmanlarına bağlı olanlar nefis muhasebesini yapmalı ve ken­dilerinin ne olduğunu tesbit etmelidirler. Kendileri gerçekten mü’min mi­dirler, yoksa münafık mı? Ayrıca mü’min olarak mı kalmak istiyorlar, yoksa münafık olarak mı? Eğer kendileri iki yüzlü değil de dürüst iseler, aynı zamanda iki sandala binmekten vazgeçmelidirler. İslâm ve iman on­ların dürüst olmalarını istiyor. Eğer gerçekten mü’min olmak ve mü’min olarak kalmak istiyorlarsa İslâm ile çatışan bütün sevgi ve ilişkilere son vermelidirler.

    Bu bir ilkedir. Ama Cenab-ı Allah sadece bu ilkeyi belirtmekle yetin­memiş ve herkese bunun pratik örneğini de sunmuştur. Nitekim kim ger­çek anlamda mü’min olanlar kendi söz ve hareketleriyle imanı her şeye tercih ettiklerini göstermişlerdir. Mü’minler, dinlerine ve imanlarına mani olan her şey ile ilişkilerini koparmış ve Hak yolunda hiçbir engel tanıma­dıklarım, hiçbir sevgi ve akrabalıkla dostluğun önemi olmadığını ispatla­mışlardır. Bunun en belirgin örneği, Bedir ve Uhud savaşları sırasında gö­rüldü. Mekke’den hicret edip Medine’ye gelmiş olan Sahabe-yi Kirâm sırf Allah ve O’nun dini uğruna kendi kabileleriyle ve en yakın akrabalarıyla savaşmak zorunda kaldılar. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.) çarpışmalar sırasında öz babası olan Abdullah bin Umeyr’i katletti. Hz. Ömer (r.a.) dayısı As bin Hişâm bin Muğire’yi öldürdü. Hz. Ebû Bekr öz oğlu Abdurrahman ile çarpışmaya hazır oldu. Hz. Ali, Hz. Hamza ve Hz. Ubeyde bin el-Hâris (r.a.) çok yakın akrabaları olan Utbe, Şeybe ve Velid bin Utbe’yi kılıçtan geçirdiler. Hz. Ömer, Bedir savaşında ele geçirilen esirlere yapılacak mu­amele hakkında Hz. Peygamber (a.s.)’e şöyle bir teklifte bulundu: “Bu esirlerin hepsi öldürülsün ve herkes kendi akrabasını öldürsün.” Aynı Be­dir savaşında bir ensar, Hz. Mus’ab bin Umeyr’in kardeşi Ebû Aziz bin Umeyr’i iple bağlıyordu. Bu olayı gören Mus’ab (r.a.) ensara şöyle dedi: “Arkadaş, onu iyice bağla. Onun annesi çok zengindir. Onun serbest bıra­kılması için annesinin sana iyi bir fidye vereceğinden eminim.” Buna da­yanamayan Ebu Aziz, “kardeşin için böyle mi diyorsun?” deyiverdi. Hz. Mus’ab bin Umeyr kendisine şu cevabı verdi: “Şu anda sen benim karde­şim değilsin, seni esir almakta olan şu ensar benim kardeşimdir.” Aynı sa­vaşta bizzat Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın amcası Hz. Abbas ve da­madı Ebu’l As (Hz. Peygamber (a.s.)’in kızı Hz. Zeyneb’in kocası) da esir düşmüşlerdi. Fakat bunlara da Rasûlullah (a.s.)’ın akrabalarıdır diye imti­yazlı herhangi bir muamele yapılmadı. Bütün esirlere yapılan muamele . kendileri için de revâ görüldü. Böylece bütün dünyaya müslümanların na­sıl olduğu fiilen gösterilmiş oldu. Müslümanların dinlerine ne kadar sami­miyetle bağlı oldukları ve Allah ile Rasûlü için nasıl her şeyi feda edecek­leri anlatılmış oldu.

    Deylemî, Hz. Mu’az’ (r.a.)a istinaden Rasûlullah (a.s.)’ın şu duasını nakletmiştir: “Ya Rabbim, hiçbir facir (bazı rivayetlere göre fâsık)in bana ihsan ve lütufta bulunmasına imkân verme, ki kalbimde onun için sevgi doğsun. Rabbim, senin bana nâzil ettiğin vahiyde Allah’a ve kıyamet gü­nüne iman edenlerin, Allah ve Rasûlünün, muhaliflerini sevmedikleri be­yan olunmuştur.”

    26.6.8.3. Hiç Kimse İçin İman Feda Edilmez

    “Biz, insana ana ve babasına itaat ve ihsan etmeyi vasiyet ettik. Ana­sı onu meşakkat üzere meşakkatle taşıdı. Sütten kesilmesi de iki senedir. ‘Bana ve ana-babana şükret. Nihayet gelinecek yer, benim nezdimdir; (dedik). Eğer onlar senin bilmediğin bir şeyle bana şirk koşmana seni zorlarlarsa onlara itaat etme. Dünyada onlarla iyi geçin.” (Lokman; 14-15)

    “Biz insana ebeveynine iyi muamele etmesini tavsiye ettik. Eğer on­lar bilmediğin bir şeyi bana şirk koşman için uğraşırlarsa onlara itaat et­me.” (Ankebût; 8)

    Müslim, Tirmizî, Ahmed, Ebu Davud ve Nesâî’de yer alan hadislere göre Ankebût sûresinin bu ayeti Hz. Sa’d bin Ebi Vakkas (r.a.)’ın duru­muyla ilgili olarak inmişti. Rivayete göre Hz. Sa’d bin Ebi Vakkas, İslâmiyeti kabul ettiği zaman 18-19 yaşında bir gençti. Annesi Hamne bint Süfyan bin Ümeyye (Ebu Süfyan’ın yeğeni) oğlunun müslüman oldu­ğunu öğrenince kendisine şöyle bir rest çekti: “Sen Muhammed (a.s.)’i in­kâr edinceye ve onunla ilişkilerini kesinceye kadar ne yiyeceğim, ne içe­ceğim, ne de gölgede oturacağım. Annenin hakkını ödemek Allah’ın emri­dir. Sen dediklerimi dinlemezsen Allah’a da itaatsizlik etmiş olursun.” Bu sözleri dinleyince Hz. Sa’d’ın canı çok sıkıldı ve Rasûlullah (a.s.)’ın huzu­runa çıkıp durumu anlattı. Bunun üzerine söz konusu ayet nazil oldu. Mekke döneminin başlarında müslüman olan diğer gençlerin de aynı du­rumla karşı karşıya gelmiş olma ihtimali vardır.

    Yukarıdaki ayette denilmek isteniyor ki, mahluklar arasında İnsanlar üzerine en büyük hak anne ve babalarınındır. Fakat anne ve babaların, ev­latlarını şirke zorlamaları halinde, başkaları şöyle dursun, bunların dahi sözleri dinlenmemelidir. Daha sonraki sözler şöyledir: “Eğer onlar (ana ve babanın ikisi) bilemediğin bir şeyi bana şirk koşman için uğraşırlarsa on­lara itaat etme.” Bu demektir ki, anne ve babanın dışında ya da ikisinden birisinin baskısını reddetmek daha da elzemdir. Bu ayette “bilemediğin bir şeyi” ifadesi de dikkate değerdir. Burada anne ve babanın sözlerinin din­lenmemesi için makul bir delil verilmiştir. Evlatlar gayet tabii ki anne ve babalarına hizmet etmeli, sevgi ve saygı beslemeli ve makul sözlerini din­lemelidirler. Fakat evlatlar bir şeyi biliyorlarsa, bile bile anne babalarının bilgisizliklerinden kaynaklanan şeylere dikkat etmemelidirler. Körü körü­ne taklit, hele Hak diniyle ilgili olarak, hiç tasvip edilemez. Bir oğlan ya da kız sadece anne ve babalarının dini olduğu için batıl bir dini kabul et­memelidir. Eğer evlatlar kendi bilgi ve tecrübeleri sayesinde anne ve ba­balarının dininin batıl olduğunu fark ediyorlarsa derhal bunu terk edip Hak dinini seçmelidirler. Bu konuda kendilerinden gelen her baskıya gö­ğüs gelmelidirler. Din konusunda anne ve babaya bile böyle bir muamele yapılabiliyorsa, demek ki dünyada başka herhangi bir kimsenin baskısına boyun eğilinemez.

    “Kâfirler, mü’minlere: ‘Bizim yolumuza tabi olun, sizin günahlarınızı biz yüklenelim’ derler. Halbuki, onlar bunların günahlarından bir şey yüklenecek değiller. Muhakkak onlar yalancılardır. Onlar kendi yüklerini ve azdırdıkları kimselerin yüklerini de beraber yüklenecekler. Ve kıyamet gününde iftira ettikleri şeylerden mes’ul olacaklar.” (Ankebût; 12-13)

    Kâfirler diyordu ki; ‘dünyadaki hayattan sonra başka bir hayatın ola­cağı, Mahşer’de herkesin hesap vereceği ve Allah’ın mahkemesinde ya ce­zalandırılacağı ya da ödüllendirileceği yolundaki inanç yanlıştır. Ahiret diye bir şey yoktur ve ceza ile mükâfat da söz konusu olamaz. Fakat Ahi­ret’in varolacağını ve herkesin ameline göre cezalandırılacağını veya ödül­lendirileceğini kabul etsek bile, sizin savunmanızı biz üstleneceğiz ve Al­lah’ın mahkemesinde yapılması gerekeni biz yapacağız.Onun için, siz ta­salanmayın ve yeni dini bırakıp atalarınızın dinine dönün.’ Hadislerden anlaşılıyor ki, Kureyşli kabile reisleri ilk başta İslam dinini kabul eden müslümanları bu şekilde kendilerine geri çekmek isliyorlardı. Nitekim, Hz. Ömer’in bile, müslüman olmasından sonra Ebu Süfyan ve Harb bin Ümeyye bin Halefin benzeri baskı ve telkinlerine muhatap olduğu belir­tilmiştir.

    Bu durum karşısında denildi ki; bir kerre, Allah-‘ın mahkemesinde her ne kadar büyük ve itibarlı olursa olsun, bir kişi başkasının suçunu ve­ya cezasını üstlenemez ve suçlu cezasını çekmekten kurtulamaz. Zira ora­da herkes kendi amelinden sorumlu olacaktır, kimse kimsenin günahını veya sevabını kendi üzerine alamayacak ve kimse kimseye kendi günahını veya sevabını veremeyecektir. Fakat böyle bir şeyin mümkün olduğunu farz etsek bile, öbür dünyada Cehennem’in ateş ve azabını gören bir kişi başkasının günahını üstlenmeye cesaret edemeyecektir. Orada bu korkunç manzarayı gördükten sonra kimse Allah’ın huzuruna çıkıp, “ya Rabbi, bû adam benim telkinim ve tavsiyem üzerine Senin dinini bırakıp atalarımı­zın dinine dönmüş ve günah işlemişti. Onun için onu Cennete ve beni Ce­hennem’e gönder” diyemeyecektir.

    26.6.8.4. Kâfirler İçin İstiğfar Yasaktır

    “Nebi’ye ve mü’minlere akraba olsa bile onların cehennem, ehli ol­dukları muhakkak meydana çıktıktan sonra müşrikler için istiğfar etmek doğru ve caiz değildir.” (Tevbe; 113)

    Bir kişinin affedilmesini istemek; evvela ona sevgi ve yakınlık duy­mak ve ikincisi, onun affedilmeye layık olduğuna inanmak demektir. Bu husus, itaatkâr ve vefakâr olup sadece günahkâr olan bir kişi için doğru­dur. Ama, açıktan asi olan bir kişiye sevgi ve saygıyla bağlı olmak ve onun affedilebileceğine inanmak ilke olarak yanlıştır. Hatta böyle bir dü­şünce taşıyan kişinin de Allah’a ve Rasûlüne itaati ve bağlılığı şüphelidir. Eğer bir kişi sadece akrabalığa önem verip yakınlarının bağışlanmasını is­tiyorsa, demek ki bu kişinin gözünde kan bağları Allah’a ve Rasûlüne ita­atten daha önemlidir. Böyle bir durumda Allah’a ve dinine bağlılıkla ilgili iddialar sadece lafta kalır. Zira Allah’a iman ve itikat söz konusu olunca diğer her türlü düşünce, ard niyet ve münasebetler ikinci dereceye düşer. Allah’a ve Hak dinine itaat ve sadakat söz konusu olunca diğer bütün sev­giler, arkadaşlıklar ve ilişkiler rafa kaldırılmalıdır. Allah ve Hak dininin sevgisi katıksızdır. Allah’ın dostu bizim dostumuz, Allah’ın düşmanı bi­zim düşmanımız olmalıdır. Bu sebeple, Cenab-ı Allah diyor ki müşrikler için af dilenmemelidir. Onlar için mağfiret ve istiğfar yoktur. Allah’a gö­re, müşrikler için istiğfar etmek veya af istemek doğru ve caiz değildir.

    Şurada şunu da belirtelim ki, Allah’a itaatsizlik edenlere veya ona is­yan etmiş olanlara sevgi beslenmemesi ve onlara yardım edilmemesi is-tenmişse, bu tamamıyla din açısındandır. İnsancıl ilişkilere gelince bu hu­susta herhangi bir yasak getirilmemiştir; aksine dünyevi meselelerde dini ve imanı ne olursa olsun, bir insana sevgi beslemek, merhamet ve şefkatle muamele etmek, ihtiyaçlarını gidermek ve zor durumda olduğu zaman kendisine her türlü yardımda bulunmak, hayli hayırlı, takdir edilen ve se­vaplı bir iştir. Eş dost ve akraba ister mü’min olsun, ister kâfir, her türlü dünyevi, toplumsal ve insancıl haklara sahiptir. İnsani hakları ne ise yeri­ne getirilecektir. Yardıma muhtaç olan insana yardım edilecektir. Zayıf, çaresiz ve mazlum kişi layık olduğu ilgiyi görecektir. Hasta ve yaralı kişi hak ettiği tedavi ve ilgiyi görecektir. Yetimlere mutlaka şefkat ve merha­metle muamele edilecektir. Bu gibi durumlarda kimin müslüman, kimin kâfir olduğuna zerre kadar önem verilmeyecektir.

    26.6.8.5. Kâfir ve Müşriklerle Evlilik ve Veraset Gibi İlişkiler Kurulmamalıdır

    “Ne o kadınlar kâfirlere ne de kâfirler o kadınlara helâl değildir.” (Mümtehine; 10)

    “Kâfir zevcelerinizi nikâhınız altında tutmayın (onları kâfir nikâhı ile tutmayın)”. (Mümtehine; 10)

    Fakat, müslümanların bütün kâfir ve müşrik kadınlarla evlenmeleri yasak değildir. Müslümanlar Ehl-i Kitap kadınlarla nikâhlanabilirler. Mai­de sûresinde, 5. ayette, buna dair bir hüküm vardır. Müslüman kadınlara gelince, kendileri müslümanların dışında başka kimseye helâl değillerdir:

    “Müşrik kadınları iman etmedikçe nikahlamayınız. Mü’min bir cari­ye çok beğendiğiniz müşrik kadından daha hayırlıdır, iman etmedikçe müşriklerle evlenmeyiniz. Mü’min bir kâle çok beğendiğiniz müşrik bir erkekten daha hayırlıdır.” (Bakara; 221)

    Hz. Usâme bin Zeyd’in bir hadisine göre Rasûlullah (a.s.) şöyle bu­yurdular: “Müslüman, kâfirin vârisi olamaz. Kâfir de müslümanın vârisi olamaz.” (Buhârî, Müslim, Nesâî, Ahmed, Tirmizî, İbni Mace ve Ebu Davud).

    26.6.8.6. Kâfirler İki Türlüdür ve Bunlara Farklı Muamele Yapılmalıdır

    İslam ümmeti, kâfirlerden tamamıyla uzaklaştırıldıktan sonra mü’min veya müslümanların kâfirleri ikiye ayırmaları ve kendilerine buna göre muamele yapmaları istenmiştir:

    “Sizinle din hususunda muharebe etmeyen ve sizi diyarınızdan çıkar­mayanlara iyilik ve ihsan etmekten, onlara adeletle muamele etmekten Allah sizi men’etmez. Allah adalet yapanları sever. Ancak Allah sizi sizin­le din hususunda muharebe eden sizi diyarınızdan çıkaran ve çıkarılma­nıza yardım edenlere dostluk etmenizden men’eder. Onlarla dostluk ku­ranlar zalimlerdir.” (Mümtehine; 8-9)

    Başka bir deyimle, müslümanların, kâfirlerin iki grubu arasında ayı­rım yapmaları istenmiştir. Kâfirlerin bir grubu düşman, başka bir grubu dost değilse de tarafsız ve zararsız olabilir. Bu ayetlerde belirtildiği gibi, müslümanlar, kendilerinden zarar gelmeyen kâfirlere iyi davranmalıdırlar. Bu ayetlerin en iyi açıklaması, Hz. Esma binti Ebu Bekr (r.a.) ve kâfir an­nesi arasında geçen vak’adır. Hz. Ebu Bekr’in bir karısı kâfirdi ve müslü­manların Medine’ye hicretinden sonra Mekke’de kalmıştı. Hz. Esma bu kadının batınından doğmuştu. Hudeybiye Anlaşmasından sonra Mekke ile Medine arasında seyahatler serbest bırakılınca, bu hatun da kızıyla görüş­mek üzere Medine’ye geldi ve yanında bazı hediyeler de getirdi. Hz. Esma (r.a.)’nın ifadesine göre kendisi Hz. Peygamber (a.s .)’in yanına gidip, “acaba ben annemle görüşebilir miyim ve ona şefkatli davranabilir mi­yim?” diye sordu. Rasûlullah (a.s.), “elbette, onunla görüşebilir ve ona şefkatli davranabilirsin” dedi. (Müsned-i Ahmed, Buhârî, Müslim). Bu olaydan anlaşılacağı gibi, bir müslümanın, İslâm düşmanı olmadıkları tak­dirde, kâfir olsalar dahi, anne, baba, kardeş ve diğer akrabaları ile görüş­mesi ve onlarla insani münasebetlerini sürdürmesi caizdir. Aynı şekilde zimmi olan fukaraya sadaka vermek de mümkündür. (Ahkâm’ul-Kur’an-lil Cessas, Rak’ul-Me’rani).

    26.6.9. İslâm Ümmetinin Gerçek Durumu

    Böylece meydana gelen cemaat alelâde manada bir “millet” değildi. Kur’an-ı Kerim ile Hadis-i Şerifin, İslâm ümmetini nasıl tarif ettiği aşağı­da anlatılmıştır:

    26.6.9.1. Hizib

    Kur’an-ı Kerim’de müslümanlar için kullanılan kelimelerden biri “hizib”tir ki, bütün Kitap’ta iki defa kullanılmıştır. (Bk. Maide; 56 ve Müca­dele; 22). Bu kelime, “parti” ile eş anlamdadır. Yukarıda bahsettiğimiz her iki yerde de müslümanlar, “Hizbullah” (Allah’ın partisinin adamları) ola­rak adlandırılmışlardır. Yani, müslümanlar, kendilerini Allah’a adayanlar­dan oluşan bir partiydi. Milletler ırk ve soy gibi temeller üzerinde kurulu­yor, partiler ise ilke ve ideoloji üzerinde. Bu bakımdan, müslümanlar as­lında bir millet değil bir parti teşkil ediyorlar. Müslümanlar dünyanın di­ğer bütün milletlerinden ayrıdırlar, zira onlar bir ilke ve ideoloji üzerinde bir araya gelmişlerdir. Müslümanlar, aynı ilke ve ideolojiyi paylaşmayan­larla, kan ve maddiyâta dayalı ne kadar yakın ilişki olursa olsun, bir ve beraber olamazlar.

    Kur’ân-ı Kerim’e göre yeryüzünde sadece iki parti vardır: Birincisi, Allah’ın partisi (Hizbullah) ikincisi, Şeytan’ın partisi (Hizb-üş-Şeytân). Şeytan’ın partisinde yer alanlar arasında ilke ve ideolojiler konusunda her ne kadar görüş ayrılığı olursa olsun, Kur’an-ı Kerim bunların hepsini bir kefeye koyuyor. Zira, bunların düşünce ve hareket tarzı farklı değildir ve ufak tefek anlaşmazlıklarına rağmen hepsi Şeytan’a itaat etmek ve tabi ol­mak konusunda birleşiyorlar. Kur’an-ı Kerim şöyle der:

    “Şeytan onları idaresine almış ve onlara Allah’ı hatırlamayı bile unutturmuştur. Onlar Şeytan’ın fırkasıdırlar. Dikkat edin ki şeytanın fır­kası zarar edenlerin tâ kendileridir.” (Mücadele; 19)

    Bunun aksine Allah’ın partisinden olanlar, ırk, vatan, dil ve tarih ile kültür gelenekleri bakımından birbirinden ne kadar farklı olurlarsa olsun­lar, hatla ataları arasında kanlı savaşlar çıkmış olsa bile Allah’ın gösterdiği fikir ve hayat tarzı konusunda ittifak ettikten sonra ilâhî bir bağla bağlan­mış olurlar ve bu partiye girer girmez Şeytan’ın partisiyle ilişkilerini ko­parmış olurlar.

    26.6.9.2. Ümmet

    Kur’an-ı Kerim’in müslümanlar için kullandığı ikinci kelime “ümmet”tir, ki bundan dört yerde bahsedilmiştir. (Bk. Bakara; 128, 143, Al-i İmrân; 104, 110). Hadis-i şerifte de bu kelime birçok defa kullanılmıştır. Ümmet, birleştirici bir unsur veya etkenin etrafında toplanan kişi veya gruplara denilir. Bir grup arasında ortak olan unsur veya değer ne ise, o grup, o unsur veya değer nispetinde “ümmet” olarak çağırılır. Meselâ, bel­li bir zamana ait bir grup insana “ümmet” denilebilir. Belli bir ırk veya memlekete mensup kişiler de “ümmet” teşkil edebilirler. Fakat müslüman­lar arasında ortak olan unsur veya değer ne ırk, ne vatan, ne de iktisadi ve içtimai menfaat ve hedeflerdir. Aksine, hayatlarının tek gayesi, partileri­nin ilke ve felsefeleri doğrultusunda çalışmaktır. Nitekim Kur’an-ı Ke­rim’de şöyle buyurulmuştur:

    “Siz İnsanlar arasından çıkarılmış bir ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirir ve Allah’a iman edersiniz.” (Al-i İmrân; 110)

    “Böylece siz İnsanlar üzerine şahitler olasınız ve Rasûl de sizin üze­rinize şahit olsun diye sizi vasat bir ümmet kıldık.” (Bakara; 143)

    Bu ayetlerden anlaşılıyor ki, “müslüman” aslında uluslararası bir par­tinin adıdır. Müslümanlar seçkin insanlardır. Müslümanlar belli bir ilke, tüzük, program ve felsefeyi gerçekleştirmek amacıyla bu partiye üye ola­rak seçilmişlerdir. Hayatlarının amacı parti programını gerçekleştirmektir. Bu partiye mensup olanlar dünyanın her yerinden ve her milletinden seçil­dikleri ve böylece bütün diğer milletlerle ilişkileri koparıldıkları için bir “vasat” (orta) millet ve ümmettirler. Fakat her milletle ilişkileri koparıldıktan sonra müslümanlar bu milletler ile başka türlü bir ilişkiye girmiş­lerdir. Müslümanlar artık onların bekçisi, muhafızı, jandarması ve müfet­tişidirler. “Siz İnsanlar üzerine şahitler olasınız” deyimi gösteriyor ki, müslümanlar dünyaya Allah’ın vekili, naibi ve temsilcisi olarak tayin olunmuşlardır; ki, onların doğru yolda olup olmadıklarını kontrol etsin ve Allah’a bilgi versinler. “Siz İnsanlar arasından çıkarılmış bir ümmetsiniz” deyimi de müslümanların vazife ve faaliyetlerinin çok geniş çaplı ve ulus­lararası nitelikte olduğunu göstermektedir. Müslümanların vazifesi, “Hiz­bullah” (Allah’ın partisinin)’ın lideri Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’ya Al­lah tarafından vahyolunan fikir ve hayat nizamını, bütün zihinsel, ahlâkî ve maddi güçler kullanılmak suretiyle dünyada tesis etmek ve bunların karşısındaki diğer bütün fikir ve hayat nizamlarını reddetmektir. Kısacası, müslümanlar, Allah’ın dinini tam olarak dünyaya yerleştirmek amacıyla bir ümmet haline getirilmişlerdir.

    26.6.9.3. Cemaat

    Müslümanların toplumsal durumunu belirlemek amacıyla kullanılan üçüncü kelime “cemaat”tır, ki Hazreti Peygamber (a.s.)’in hadislerinde bu­na sık sık rastlanmaktadır. Bu da “hizip” gibi fırka veya parti anlamına ge­len bir kelimedir. Hadislerde “Aleyhum bil-cemaati” veya “yedullahi alel-Cemaati” gibi deyimler çok kullanılmıştır. Bu hadislere baktığımızda Rasûlullah (a.s.)’ın, “kavim”, “şa’b”, “millet”, “halk” veya bunlara benzer ke­limeleri kullanmaktan özellikle kaçındığına ve onların yerine “cemaat” ıstılahını kullandığına şâhit oluruz. Rasûlullah (a.s.) hiçbir zaman “her za­man milletle beraber olun” veya “millet üzerine Allah’ın eli vardır” deme­miştir. Aksine, her zaman bu gibi durumlarda “cemaat” kelimesini kullan­mıştır. Bu demektir ki, müslümaların toplumsal durumunu belirtmek ga­yesiyle “millet” yerine “ümmet”, “cemaat” ve “hizib” gibi kelimeler uy­gun görülmüş ve tercih edilmiştir. Dikkat edilirse, “millet” kelimesine gö­re, bir şahıs hangi fikri taşıyor ve hangi hayat nizamına inanıyorsa inansın içinde doğduğu, yetiştiği, adım taşıdığı, hayat tarzını benimsediği ve sosyal ilişkilerini sürdürdüğü, milletin bir üyesi olarak kalabiliyor. Fakat üm­met, cemaat, hizib veya partide asıl önemli olan şey ilke, tüzük felsefe ve amaçtır. Bir şahıs bir parti veya ümmete ancak o parti ve ümmetin ilke, inanç ve programını benimsedikten ve onları gerçekleştirmeye söz verdik­ten sonra girebilir.

    26.6.10. Millî ve Evrensel Ümmet Arasındaki Fark

    Partilerden partilere fark vardır. Bir parti vardır ki, belli bir memle­kette ve millette kurulmuştur ve orada faaliyet göstermektedir. Belli şart­lar altında kurulan bir parti o şartlara göre tüzüğünü ve programını hazır­lar. Bu, hepimizin bildiği geleneksel bir siyasi partidir. Bünyesi milli ve çalışmaları mahduttur. Bu parti belli bir memleket ve milletin ayrılmaz bir parçası haline gelir.

    Ama başka bir parti vardır ki evrensel ve uluslararası bir program ve amaç için ortaya çıkar ve bünyesinde uluslararası çaptaki insanları toplar ve faaliyete geçirir. Bu parti veya başka bir deyimle ümmet; ırk, dil, renk ve kültürlerin üstüne çıkarak yüce bir amaç ve hedefe varmak için çalışır. Bu ümmet, insan hayatının tümüne başka bir renk, başka bir yapı kazan­dırmak ister. Bu cemaat, akide ve inançlardan ahlâk kurallarına ve birey­sel davranışlardan toplumsal düzenin bütün ayrıntılarına kadar her şeyi başka bir kalıba sokmak amacında olur. Bir parti veya hizib olmasına rağ­men bunun belli bir millet, memleket veya devletin bir parçası olmasına imkân yoktur. Bu parti, her türlü kısır milliyetçi fikir ve hislerden uzaktır. Bunun başlıca gayesi zaten her türlü sun’i duvarları yıkıp insanları birleş­tirmek ve aynı platforma getirmektir. Amacı ve hedefi milletleri ve milli­yetçi felsefeleri yıkmak olan bir parti veya cemaat dil, renk, vatan ve gele­neklerin esiri olabilir mi? Bu cemaat ve ümmet, ırksal ve geleneksel milli­yet yerine akılcı (rasyonel) bir milliyet meydana getirir. Bu ümmet, yer­yüzündeki bütün nüfusu fikri ve kültürel birlik temeli üzerinde bir daire­nin içine almaya kabil bir milliyettir. Fakat bu anlamda bir milliyet olma­sına rağmen temelde bir cemaat olarak kalır. Zira bir insanın bunun içinde bulunması veya buna üye olması tesadüfe bağlı değil, ilke ve amaçlarım bilinçli olarak kabul etmesine bağlıdır.

    Müslüman işte bu ikinci tür parti, cemaat veya ümmetin adıdır. Bu, herhangi bir memlekette veya millette kurulan alelâde partilerden biri de­ğildir, aksine, geniş kapsamlı, evrensel ve kalıcı bir kültür ve medeniyet meydana getirmek amacıyla kurulmuştur. Amacı ve hedefi bir uluslararası veya evrensel milliyeti meydana getirmektir. Müslümanlara, dünyanın ırksal ve geleneksel milliyetlerinden ayrı olarak kendi hayat görüşleri ve toplumsal felsefesi istikametinde bir medeniyet inşa etmek istedikleri için elbette bir millet denilebilir. Fakat bu anlamda bir millet olmalarına rağ­men, temelde bir cemaat veya ümmettirler. Zira bu cemaat kendi ilke ve amacını benimsemedikçe kimse, tesadüfen kendi içinde doğduğu gerekçe­siyle üye olarak kabul etmez.

    Sözün kısası, müslümanların milliyeti aslında bir cemaat veya parti olarak ayakta durmalarına bağlıdır, müslümanların partisel durumu, onla­rın kökünü oluştururken, milli statüleri de bunun dış belirtisidir. Onun için, müslümanların partisel durumunu ortadan kaldırıp sadece “milli” sta­tülerini korumaya çalışırsak, onların çöküşü ve yok oluşu için zemin hazır­lamışız demektir. Bunun ötesinde, böyle bir şey, müslümanların kendi varlıklarını inkâr etmeleri anlamına gelir.

    Rasûlullah (a.s.)’ın önderliğinde İslâm ümmetinin bu ayrı teşkilâtlan­ması, kalıcı ve daimi bir toplum olarak kuruluşu ve müslüman olmayan toplumdan kesin ayrılışı bir anda değil birkaç yıllık çaba ve çalışmaların sonunda mümkün olabilmişti; ama İslâmi davet öylesine değişik ve muaz­zam bir şekilde başlamıştı ki, işin başında bu hareketin ne yöne gideceği ve ne gibi sonuçlar vereceği sezilmişti. Bu sebepten dolayıdır ki, eski Ca­hiliyyeyi, çağdışı gelenek ve görenekleri ve milliyet fikrini aynen koru­mak isteyenler İslâmî davetin bu çalışmaları ve başarıları üzerine çileden çıktılar ve telaşlanarak yavaş yavaş dünya sahnesinde yerini almaya çalı­şan yeni ümmeti boğmak ve yok etmek için ellerinden gelen çabayı harca­dılar, ama nafile.

    26.7. PEYGAMBER İLE PEYGAMBER OLMAYANIN ÇALIŞMALARI ARASINDAKİ FARK

    Bahsimizi bitirirken, şimdiye kadar söylenenlere şöyle bir bakmamız sanırız yerinde olacaktır. Zira buraya kadar gelindikten sonra bir peygam­ber ile peygamber olmayanın metod ve çalışmaları arasındaki farkı iyice anlamamız gerekiyor.

    Rasûlullah (a.s.) Arabistan’da İslâmi daveti yaymakla görevlendirildi­ği zaman gerek dünyada, gerekse kendi ülkesinde sayısız çözüm bekleyen ahlâki, medeni, kültürel, siyasi ve dini meseleler vardı. Bizans ile İran gi­bi İmparatorluklar da zalim yöntem ve idareleriyle her tarafa hâkimdiler. Irksal ve sınıfsal kavga ve çekişmeler had safhaya varmıştı. Kuvvetliler zayıfları eziyor ve sömürüyordu. Her türlü ekonomik sömürü yaygındı. En yüz kızartıcı ahlâki bozukluklar almış yürümüştü. Hatta ibadet yerleri bile birer fuhuş yuvası olup çıkmıştı. Bütün bu ülkelerde Arapların duru­mu belki de en yürekler açışıydı. Aynı topraklarda yaşayan ve aynı dili konuşanlar bile pek çok ırksal ve sosyal bağlara rağmen sayısız kabile ve zümrelere bölünmüştü. Bir “Arap milleti” kavramı hemen hemen yoktu. Adamlar, kabileleri millet olarak biliyor ve tanıyorlardı. Bütün ülkede hu­zursuzluk, başıbozukluk, anarşi, kavga, kanunsuzluk, ahlâksızlık, baskı ve zulüm, açlık, cehâlet, hastalık kol geziyordu. Yabancı güçler, Arapların bu zaafından yararlanarak Arabistan’ın büyük bir bölümünü işgal etmiş ve parsellemişlerdi. Kuzeyde Hicaz sınırına kadar Bizanslılar yayılmıştı. Bi­zans İmparatorluğu, Arabistan’a para ve misyonerler sızdırmak suretiyle etkinliğini arttırma çabasında idi. Batı kıyısının tam karşısında bulunan Habeşistan Krallığı uzun süreden beri Yemen’e göz dikmiş ve buraya bir dizi saldırılar düzenlemişti. Hatta bir defasında Habeş ordusu Mekke’ye kadar yürümüştü. İran daha önce Arabistan’ın doğu kıyısı ile iç bölgeleri­ne kadar uzanan bölgeyi hakimiyeti altına almıştı ve daha sonra Yemen’i de ele geçirmeye muvaffak oldu. Bizzat Hicaz’ın iç kısımlarında en ve­rimli topraklar Yahudilerin eline geçmişti. Yahudiler asırlardan beri Ara­bistan’ın en güzel ve bereketli topraklarına yerleşmiş ve faiz politikası ve ticaretiyle Arapları kendilerine bağlamışlardı.

    Böyle bir durumda alelâde reformcu bir lider doğsaydı, ya cahil ve batıl itikatları, ahlâki bozuklukları ve kısır çekişmeler ile iç savaşları orta­dan kaldırmaya ya da fakir-zengin meselesini ortaya atıp fakirlik ve açlığı gidermek için fakirleri zenginlerle çarpıştırmak yolunu tercih ederdi. Eğer lider bir politikacı olsaydı, Arapları, kendilerine boş vaadlerde bulunarak etrafında toplamaya ve menfaatini kazanmaya çalışırdı. Böyle bir siyasi lider Araplara derdi ki, ben sizi güçlü bir millet haline getireceğim, ya­bancı hâkim ve sömürücüleri kovacağım. Arabistan’ı büyük bir devlet ya­pacağım, ticaret ile sanayiyi geliştireceğim, ekonomik sorunları çözümle­yeceğim ülkeden cehalet, açlık ve kıtlığı kovacağım, büyük bir ordu ku­rup yeni topraklar ve servetler kazanmak için etraftaki ülkelere saldıraca­ğım vs. tabii ki, bütün bu plânın içinde adalet, hak, hukuk ve ahlâk kural­larına rastlanmazdı. Böyle bir lider, plânını gerçekleştirmek için her türlü hile, desise ve entrikaya başvurur, başkalarının haklarını yemekten ve kan dökmekten çekinmezdi. Ayrıca ister reformcu, ister politikacı olsun, her iki liderin politikasının ve programının esası da “milliyetçi” olacaktı. Yani Arap liderler ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar, kabile fanatizmini bırakıp Arap milliyetçiliğine ve fanatizmine kadar varabilirlerdi. Başka ülkeler veya milletlere kadar uzanabilmiş olsalardı, onlara ancak Arap milliyetçi­liği menfaati açısından bakabilirlerdi, evrensel veya insancıl boyutlara varmaları mümkün olmazdı.

    26.7.1. İslâmî Hareket’in Kendine Mahsus Metodu

    Şimdi biraz da Allah tarafından Arapların ve diğer milletlerin ıslâhı için dünyaya gönderilen Rasûl-ü Ekrem (a.s.)’in metodu ve çalışmalarına bir göz atalım. Şartlar ve meseleler yukarıda anlattığımız gibiydi ve bun­ların hepsi kendi başına önemli çözümlenmesi gereken meselelerdi. Haz­reti Peygamber efendimiz (a.s.)’de bu meselelere gereken önemi vermeyi ihmal etmedi. Kendisine fırsat ve imkânlar geçince bunları tek tek hallet­mekle kalmadı, ayrıca peygamber olmayan hiçbir reformcu veya politika­cının tasavvur edemeyeceği bir inkılâbı meydana getirdi. Fakat davet ve ıslâh çalışmalarının başında bu meseleleri tamamıyla bir yana bırakıp, bü­tün dikkatini insan hayatının tüm meselelerini çözecek bir anahtar duru­munda olan temel bir noktaya çevirdi. Amacı ve hedefi bütün insanlığın ıslâhıydı. Gerçi Hz. Peygamber (a.s.) kendisi bir kabilenin ferdi, bir şehrin ahâlisi ve bir memleketin tebaasıydı. Fakat, İslâmî Hareket’in ilk günün­den beri dikkatleri bir kabileye, bir millet, bir memlekete veya bir zümre­ye değil, bütün insanlara çevriliydi. Rasûlullah (a.s.)’ın bütün meseleleri bir yana bırakıp bütün dikkatlerini üzerinde topladığı hususlar şunlardı:

    1. İnsanlar Tevhid’e inansınlar. Bütün tanrı ve ilâhların kulluğunu bı­rakıp tek Allah’a itaat etsinler.

    2. Hz. Muhammed (a.s.)’i Allah’ın Rasûlü olarak tanısınlar, onun teb­liğ, telkin, talimat, söz ve fiillerine uysunlar. Getirdiği kanun ve kuralları benimsesinler. Rasûl’e iman etmekten Muhammed bin Abdullah bile müs­tesna değildi.

    3. İnsanlar, Kur’an-ı Kerim’i Allah’ın kelâmı olarak kabul etsinler ve Kur’an’ın emir ve talimatını her zaman için geçerli saysınlar.

    4. Ahiret’e inansınlar ve öldükten sonra Allah’ın huzuruna çıkıp amel­lerinin hesabını vereceklerini düşünerek dünyada iyi ve hayırlı işler yapıp, kötülüklerden kaçınsınlar.

    5. Allah ve Rasûlullah (a.s.) ile Kitab’ın öngördüğü değişmez ahlâk

    kurallarına uysunlar.

    6. Bu dâveti kabul eden İnsanlar bir ümmet teşkil etsinler. Bu ümmet, bu dâveti daha da yaygınlaştıran! ve dünyada galip kılmak için canla başla çalışsın. Ayrıca bu ümmetin fertleri, aralarında tam bir birlik, beraberlik ve dayanışma içinde olup müstakil ve daimi bir toplum ve topluluk mey­dana getirsinler. Öyle bir toplum ve topluluk ki, küfür ve kâfirlerle olan bütün sevgi, akrabalık, dostluk ve sosyal ilişkilerini koparsın.

    26.7.2. Bu Metod ve Çalışmanın Önemi

    İlk bakışta bütün sorunları bir kenara itip sadece bu köklü değişim çalışmasına bütün ağırlığı vermenin ilk sebebi, bunun değişmez bir ger­çek oluşuydu. Rasûlullah (a.s.)’ın asıl vazifesi de bu gerçeği insanlara anlatmasıydı. Bu metodu kullanmanın ikinci sebebi, İslâmi Hareket açısın­dan, insanın ahlâki ve medeni yaşantısında var olan veya ortaya çıkan bütün bozukluk ve yozlaşmanın asıl sorumlusunun bizzat insanın olmasıy­dı. İnsanın kendisini bağımsız ve sorumsuz sayarak kendini ilâh ilân et­mesi veya Alemlerin Rabbi’nden başka birinin tanrısal hak ve yetkilere sahip olduğuna inanmasıydı. Temelde bu yanlış düşünce var olduğu süre­ce İslâm nazariyesi açısından bireysel kötülük ve bozuklukların yüzeysel biçimde düzeltilmesi, toplumsal bozuklukları gideremezdi. Hastalığın as­lı teşhis edilmediği veya tedavi edilmediği için bunun şu veya bu vesi­le ile ve daha da vahim bir şekilde sık sık ortaya çıkması pek muhtemel­di. O halde, ıslâh çalışmalarına başlarken insanların kafalarından başıboş­luk, sorumsuzluk ve egemenlik fikri çıkarılmalıydı. İnsanlara, yaşamakla oldukları dünyanın sahipsiz olmadığı, bunun kuvvetli ve kudretli bir hâkimi bulunduğu ve insanların O’nun doğuştan tebaaları olduğu anlatıl­malıydı. Bu hakimin hakimiyet ve saltanatının, insanların tanımasına veya desteğine muhtaç olmayıp ortadan kaldırılmasının mümkün olmadığı O’nun saltanatının dışına insan dahil, hiçbir canlının çıkamayacağı, bu kalıcı ve değişmez gerçek ortada dururken, insanların kendilerini bağım­sız, sorumsuz ve muktedir sanmalarının doğru olmayacağı ve bunun neti­cesine katlanmaları gerektiği açıklanmalıydı. Bu durumda insanların, Al­lah’ın iyi ve dürüst kullan olmalarından başka çareleri bulunmadığı belir­tilmeliydi.

    Bunun yanı sıra, bütün kâinatta bir tek hükümdar ve Hakim-i Mut­lak’ın bulunduğu, başka kimsenin iktidara, idare etme ve emir hakkına sa­hip olmadığı, bu yüzden, insanların sadece bu Hükümdâr’a tabi olması ve önünde eğilmesi gerektiği açıklanmalıydı. Dünyada gerçek anlamda Ma­jesteleri, Devletli, Haşmetli, Devletmeab, Haşmetmeab, Zât-ı Ali Hazret­leri, Lord Hazretleri, Kral Hazretleri, Padişah Hazretleri, Şehinşâh, Beylerbeyi. Sadrazam Hazretleri, Şövalye, Vali ve Hâkim vs. gibi mevki ve unvanların bulunmadığı, bunların tek sahibinin Alemlerin Rabbi olacağı, kimsede iktidar ve kuvvet kaynaklarının bulunmadığı, kimsenin kimseye üstün olmadığı, yerle gök arasında olan her canlının, Alemlerin Rabbinin kulları olduğu, Rabb ve Mevlâ’nın tek bir Allah olduğu ve bu bakımdan insanların kendi hemcinslerine her türlü itaat, bağlılık ve kölelikten vaz­geçip tek Allah’a tabi ve bağlı olmaları gerektiği açıklanmalıydı.

    İşte bu fikir ve felsefe, bütün ıslâhatın temeliydi ve bu temel üzerine bireysel karakter ve toplumsal düzenin tümü inşa edilebilirdi. Bu temel üzerinde yapılan bina her bakımdan değişik ve yeni olacaktı. Ve Hz. Adem’den başlayarak kıyamete kadar insan hayatıyla ilgili doğacak bütün meseleler bu temele dayanarak halledileceklerdi.

    26.7.3. Hz. Peygamber (a.s.)’in Davet Şekli

    Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) işte bu temele dayalı davet ve ıslâh çalışmalarına önceden herhangi bir hazırlığı ve ön çalışması olmaksızın başladı ve bu noktaya gelmek için herhangi bir oyalama ve gecikme takti­ğine ya da hileye ve bahaneye başvurmadı. Günümüzde reformcular için moda olduğu üzere, halkı kendine çekmek için, siyasi veya sosyal alanda herhangi bir hayır ve refah işi yapmadı. Önceden zemin hazırlayarak ve halk arasında etkinlik sağlayarak bir takım hak ve yetkiler kazanmaya ça­lışmadı. Bu yetkileri arttırarak iktidarı ele geçirmedi ve halkı düşündüğü ve plânladığı noktaya zorla getirmek için herhangi bir çaba harcamadı. Rasûlullah (a.s.) bu safhalardan geçmedi ve tebliğ ve dâvetini yaymak için hiçbir maddi, siyasi ve sosyal desteği elde etmeye çalışmadı. Aksine birden bire ve sade bir şekilde herkese “Lâilahe illallah” demeye başladı. Söylediği ilk söz Tevhid ile ilgiliydi. Bundan daha küçük bir şeye razı de­ğildi. Tevhid’i ilk fırsatta ilân etmesinin sebebi, sadece cür’et ve cesareti değildi. Bunu, tebliğin ilk heyecanıyla da yapmıyordu. Rasûlullah (a.s.) aslında yapması gerekeni yapıyordu. Aslında, İslâmî davet ve Hareket’in metodu ve çalışma tarzı buydu. Bunun dışında başvurulan metodlarla elde edilen nüfuz ve iktidar, İslam’da ıslâh çalışmaları için yararlı olmazdı. “Lâilâhe illallah”tan başka bir temel üzerinde birleşenler böylesine köklü ve temelden değişik olan bir tebliğ ve ıslâh çalışmasında faydalı olamaz­lardı. Bu işten yararlı ve başarılı olabilmek için ancak “Lâilahe illallah” çağrısı üzerine koşup gelenlerin el ele vermeleri gerekmektedir. “Lâilahe illallah”ın cazibesine kapılmayan, bunun anlamını bilmeyen, bunu hayatlarında amaç edinmeyen kimseler tebliğ ve ıslâh çalışmalarında zerre ka­dar faydalı olamazlar ve dolayısıyla, İslâmî Hareket de yürümez. Kısaca­sı, İslâmî Hareket’in yürümesi ve başarılı olabilmesi için akıllı metoda ve yollara başvurmak gerekiyor.Bu metod da, hiçbir hazırlık ve ön çalışma olmaksızın insanları Tevhid’e yani Allah’ın tek oluşuna davet etmek ve onlara bu kavramı iyice yerleştirmektir.

    26.7.3.1. Tevhid Kavramının Geniş Anlamı ve Önemi

    Tevhid kavramı sadece dini bir akide ve inanç değildir. Tevhid kav­ramıyla insanın tanrısallığı egemenliği, bağımsızlığı ve sorumsuzluğu üzerinde kurulan bireysel ve toplumsal hayat düzeni tamamıyla ortadan kalkıyor ve yeni bir temel üzerine yepyeni bir bina inşa olunuyor. Bugün müslüman ülkelerde müezzinin beş vakit tekrarladığı “Eşhedü en-lâ ilahe illallah” sözleri bir kulaktan girip başka bir kulaktan çıkıyor ve kimse en ufak bir canlılık göstermiyor. Zira, ne bu sözleri söyleyen söylediklerini biliyor, ne de bunları dinleyenler bunların gerçek anlamını anlayabiliyor­lar. Fakat emin olun, bu sade sözlerin, dünyada varolan bütün batıl nizam­ları yıkıp yerlerine Hak ve hukuka dayalı bir nizam kurma azim ve taah­hüdünü ifade etliklerini anladıktan sona, müslümanlar böyle susup durma­yacaklardır. Siz başkalarıyla kavga etmez ve savaşa girmezseniz de, dün­ya sizinle savaşmaya gelecektir. Tevhid sözlerini ağzınızdan çıkardığınız ân zannedeceksiniz ki bütün cihan size düşman olmuştur ve sizin için her tarafta tehlike, tuzak, yılan, akrep ve diğer vahşi hayvanlar vardır.

    26.7.3.2. Bu Metodun Başaralı Olmasının Sebepleri

    Nitekim, aynı durum, Rasûlullah (a.s.)’ın Hak dinini yaymaya çalıştı­ğı zaman ortaya çıktı. Hak davetini insanlara ulaştıran, bu daveti bilerek yapmıştı ve onu dinleyenler de kendilerini neye davet ettiğini anlıyorlardı. Bu sebeple, bu davet kime nasıl ulaştıysa, o şekilde Hak sesini durdurma­ya çalıştı. Bu daveti duyunca rahipler, kâhinler ve din adamları kendi dini menfaatlerinin tehlikede olduğunu anladılar. Bu bir tek ses üzerine zen­ginler zenginliklerinin, kabile reisleri iktidarlarının, soytarılar soytarılıkla­rının, ırkçılar ırk üstünlüğü kavramlarını, gelenek ve göreneklere bağlı olanlar gelenek ve göreneklerinin, aşırı milliyetçiler milliyetçilik fikirleri­nin ve atalarını körü körüne taklit edenler ata miraslarının, kısacası her putperest kendi putunun tehlikeye girdiğini anladı. Böylece, “bütün küfür tek bir millettir” sözlerini doğrular gibi, birbirini yemekte olan bütün çıkar grupları yeni harekete karşı birleştiler. Bu şartlar altında ancak niyetleri temiz ve zihinleri açık olanlar Hz. Muhammed (a.s.)’e yöneldiler. Hakikati anlayacak ve kabul edecek kabiliyete sahip olanlar İslâm’a koştular. Bir şeyin doğru olduğunu bildikten sonra bunun için ateşe atılmaya ve ölmeye hazır olanlar, İslâm camiasına katıldılar. Gerçekten de İslâmi Hareket’in bu gibi inançlı, fedakâr ve cesur kimselere ihtiyacı vardı. Bu inançlı ve fedakâr İnsanlar birer ikişer, üçer dörder, İslâmi cemaate gelmeye başladı­lar. Müslümanlara ilhak büyüdükçe, küfür ile İslâm arasındaki kavga ve çekişme de büyüdü. Müslümanların bazısı işlerinden kovuldular, bazıları ev ve barklarını terk etmek zorunda kaldılar, bazıları dost, ahbap ve akra­balarından oldular, bazıları zindana atıldılar, bazıları sıcak kumlar üzerin­de saatlerce kızgın güneş altında yatırıldılar, bazıları çarşı ve pazarda taşa tutulup hakarete uğradılar, bazılarının gözü kör edildi, bazılarının başı ya­rıldı ve bazıları da kadın, para, toprak ve iktidar karşılığında satın alınmak istendi. Bütün bunlar oldu ve olması da bekleniyordu. Zira, hangi büyük gaye ve hedefler için İslâmi Hareket başlamışsa bunun fedailerine o kadar büyük muhalefet gösterilecek, baskı ve zulüm yapılacaktı. Zaten böyle bir şey olmasaydı, İslâmi Hareket ne sağlam temellere oturur ne de ilerleyebi­lirdi.

    26.7.3.3. Ehil ve Faydalı Kişilerin Seçimi ve Eğitimi

    Bu kararlı ve titiz çalışmanın neticesinde, gayet tabi ki kalitesiz, za­yıf karakterli ve şahsiyetsiz kişiler, İslâmi Hareket’e yönelmeye cesaret edemezlerdi. Bu harekele ilk dönemde kim katıldıysa, kafa, ruh ve beden bakımından milletinin cevheriydi. Emekleme devresinde İslâm’ın zaten bu kalitede insanlara ihtiyacı vardı. İşe yarayacak insanları seçmek için bun­dan daha iyi bir sınav olamazdı. Kim gelecekse bu sınavdan geçerek ve yangını atlayarak gelecekti. Kelleyi koltuğa alıp yüce gaye ve hedef için her şeyini feda etmeye hazır olanlar yeni harekete katılmalıydı. İslâmi ca­miaya girenlerin hepsi herhangi bir şahsi, ailevi veya milli amaçlar ve çı­karlar için baskı ve zulme uğramadılar. Ne çektilerse Hak ve doğruluk, için Allah ve onun rızası için çektiler. Dövüldülerse bu amaç için, aç kal­dılarsa bu gaye için. Kısacası bu uğurda her şeylerini feda ettiler. Bunun tabii sonucu olarak istenilen ve ihtiyaç duyulan gerçek bir İslâmi zihniyet ortaya çıktı. Mü’minler sağlam ve güvenilir karaktere sahip oldular. Al­lah’ı tanıma, sevme, sayma ve O’na tapmaları daha bir içtenlik kazandı. Her taraftan tehlike, tehdit ve zorluklarla çevrili oldukları için gerçek İslâmi vasıflara sahip oldular. Deneyimler göstermiştir ki, bir kişi belli bir amaç için ve zor bir işi başarmak gayesiyle çalışmaya başlarken geçtiği gayret, mücadele, tehdit, tehlike, zorluk, güçlükler, baskı, zulüm, eziyet, işkence, açlık ve sürgün gibi muhtelif safhaları daha bir şuur, inanç ve ka­rarlılıkla aklında tutuyor ve bu sebeple gayesine daha kuvvetlice sarılmış oluyor. Müslümanların bu çetin safhalardan kolaylıkla geçmelerinde yardımcı olmak üzere Cenab-ı Allah bazı kaide ve kurallar gönderdi. Nite­kim kendilerine ilk farz olunan şey namazdı. Namaz kalblerini temizleye­cek, görünüşlerindeki bulanıklığı giderecek ve amaçlarına daha sıkı bir. şekilde bağlanmalarını sağlayacaktı. Namaz sayesinde müslümanlar en büyük hâkim olarak kabul ettikleri Allah’ın adını sık sık anacaklardı; böy­lece kendisine olan iman ve itimatlarını tazeleyeceklerdi. Namazda Al­lah’ın emirlerine itaat edeceklerini defalarca söyleyecek, bilinen ve bilin­meyen her şeyden Allah’ın haberdar olduğuna inanacak, O’nun kıyamet gününün tek Hâkimi olduğunu ikrar edecek, bütün kulların O’na ibadet et­tiğini tekrarlayacak ve O’ndan başka kimseye itaat etmeyeceğine söz ve­receklerdi.

    26.7.3.4. İslâmî Davet’in Yayılmasının Sebepleri

    Bir yandan İslâm Cemaatine girenlerin eğitimi böyle yapılıyordu. Di­ğer yandan da kâfirlerin şiddetli muhalefeti İslâmi Davet’in daha da yayıl­masına sebep oluyordu. Bu aslında çok ilginç ve tuhaf bir ikilemdi. Yani, müslümanların her türlü baskı, zulüm ve işkencelerine rağmen Hak yolun­dan zerre kadar sapmamaları, bir yandan kâfirleri sinirlendirerek daha çok şiddete ve vahşete başvurmalarını sağlarken, bir yandan da bazı kâfirlerin meraklanıp İslâmiyet’i öğrenmelerine ve bilahare İslâmiyet’i kabul etmele­rine sebep oluyordu. Müslümanların dövülüp, hapsedilip, eziyet edildik­ten ve sürgün edildikten sonra bile iman ve inançlarının zayıflamadığını görenler bunların neden bu kadar zahmete ve eziyete katlandıklarını me­rak etmeye başlıyorlardı. Bu meraklılar, müslümanların bütün bu eziyetle­ri kadın, para, toprak veya başka herhangi bir maddi menfaat için çekme­diklerini, kişisel herhangi menfaatlerinin bulunmadığını, bu insanların sa­dece bir hakikat için kendilerini feda etmekte olduklarını görünce o haki­kati öğrenmeye çalışıyorlardı. Bu hakikatin “lâilâhe illallah” olduğunu ve bununla hayatta büyük bir değişiklik ve yenilik meydana geldiğini anla­yınca gözleri de açılmış oluyordu; kalbleri üzerindeki perde aralanıyordu ve gerçeği bütün çıplaklığıyla görebiliyorlardı. Bundan dolayıdır ki bir avuç menfaatçi kişinin dışında, ata yadigârı törelere bağlı kalmak, kişisel ve sınıfsal itibarlarını korumak ve maddi menfaatlerini sürdürmek gibi düşüncelerden kendilerini kurtarabilen Araplar er geç kitleler halinde İslâmiyet’i kabul ettiler ve birkaç yılda İslâm bayrağı bütün Arabistan üzerin­de dalgalanmaya başladı.

    26.7.3.5. Hz. Peygamber (a.s.)’in Siretinin Muazzam Tesiri

    İslâmi Hareket’in başarıya ulaşmasında en büyük etkenlerden biri de hareketin başı olan Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın örnek kişiliği ve karakteriydi. Hz. Muhammed (a.s.) söz ve fiilleri ile başlattığı hareketin canlı bir yorumcusu ve örneğiydi. Her sözünde, her fiil ve hareketinde İs­lâm’ın gerçek ruhu vardı ve kendisini gören ve dinleyen İslâm’ın ne oldu­ğunu derhal anlayabiliyordu.

    Hz. Peygamber (a.s.)’in zevcesi Hz. Hatice (r.a.) Hicaz’ın en zengin kadınlarından biriydi ve kendisi onun mallarını satıyor ve sermayesiyle ti­caret yapıyordu. İslâmi daveti başlayınca hayli iyi giden bu ticaret işi ta­mamıyla yok oluverdi. Hz. Peygamber (a.s.) kendisini davasına adadığı ve bütün zamanını buna harcadığı için bu ticareti yürütmenin imkânı yok­tu. Ayrıca yeni davet yüzünden bütün Arabistan kendisine düşman kesil­mişti. Mallarını kime satabilirdi ve kimlerle alış veriş edebilirdi? Eskiden kalma ve biriktirmiş oldukları ne varsa hepsini bu cefakâr karı-koca yeni hareket için ve Allah yolunda harcadılar. Ve karı-koca öylesine fakirleştiler ki, peygamberliğe tâyininin 10. yılında Rasûlullah (a.s.) tebliğ için Taife gittiğinde binecek bir katırı bile yoktu.

    İslâmi Hareketi başlattığı için Hz. Peygamber (a.s.) her türlü hakarete ve eziyete uğradı, her türlü tehdidle karşı karşıya kaldı, hatta öldürülmesi için bile plân hazırlandı. Ama bunlardan hiçbiri kendisini Hak yolundan ayıramayınca kendisine her türlü dünya nimeti peşkeş çekildi. Kureyşliler Hz. Peygamber (a.s.)’e kuvvet ve iktidar vaadettiler. Onu hükümdar ola­rak kabul etmeye hazır olduklarını söylediler. Arabistan’ın en güzel kadı­nını onun nikâhına vereceklerini ifade ettiler. İsterse, mal ve mülk, para ve pul vereceklerini belirttiler. Fakat insanlığın felahı ve refahı için dün­yaya gelen bu peygamber, bütün bu teklifleri reddetti ve Hak uğruna kü­für ve taşlara hedef olmayı tercih etti.

    Kureyşli ve diğer Arap kabile reisleri, “Muhammed, biz sana nasıl gelelim, senin dinini nasıl kabul edelim? Senin etrafında hep fakir fukara­lar bulunuyor. Bunlar, fakir, miskin, müflis, köle ve (hâşâ) şerefsiz insan­lardır. Toplumumuzun en aşağı tabakasına mensup olanları baş tacı etmiş­sin. Soyları sopları yoktur, paraları pulları yoktur. Onlarla biz nasıl bir olabiliriz. Onları kendinden uzaklaştır da senin yanına gelelim.” Fakat İnsanlar arasında büyük-küçük farkını ortadan kaldırmaya ve bütün dünyaya insanların eşit şekilde yaşamalarını sağlamaya gelmiş olan inkılâpçı pey­gamber, bu zengin ve soylu kişilere fakirleri fedâ etmeye yanaşmadı.

    Rasûlullah (a.s.) İslâmî Hareket uğruna her türlü fedakârlığı göze al­dı. Kendi devletini, memleketini, milletini, kabilesini, ailesini ve bizzat kendi menfaatlerini hiçe saydı. Rasûlullah (a.s.)’ın kardeşleri ona iman edenlerdi; etmeyenler ile, akraba olsalar dahi, bir alış verişi yoktu.

    Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’in işte bu tutumu, davranış ve fedakârlıkları herkesin onun etrafında kenetlenmesine sebep oldu. Bütün dünya, Hz. Peygamber (a.s.)’in insanların insan olarak felâh ve refah bul­maları için çalıştığını ve ömrünü tükettiğini anladı. Ve bundan dolayıdır ki her ülkeye ve her millete mensup kişiler davetine “evet” dediler. Eğer Hz. Peygamber (a.s.) sadece kendi ailesi için çalışmış olsaydı, Haşimi ol­mayanlar için davetinde ne cazibe olabilirdi? Eğer Rasûlullah (a.s.) ne ya­pıp yapıp Kureyş’in iktidarını korumak için çaba sarf etmiş olsaydı Ku­reyşli olmayan Araplar bu çalışmaları nasıl tasvip edebilirlerdi? Eğer ga­yesi Arap milletinin üstünlüğünü kurmak olsaydı, Hz. Bilâl (r.a.), Bizans-lar (Rum) Hz. Suheyb (r.a.) ve İranlı Selman (r.a.) onun etrafında niçin toplanırlardı? Gerçek şu ki, herkesin İslâm bayrağı altında toplanmasına sebep olan, her türlü şahsî, ailevî, mahallî ve millî hesap ve menfaatten uzak dindarlıktı, Allah’a ve Hakka tapmaktı.


     


    [1] Bu mesele bundan 1400 yıl önceki Arap bedeviler için ne kadar zor ise, bugün tip ilminin son araştırma ve çalışmaları meseleyi daha da güçleştirmiştir. Modern tip ilminin buluşlarına göre erkek ile kadınların evlilik ve cinsel birleşme sırasında milyonlarca sperma (meni) kadının rahmine giriyor ve kadının yumurtalarıyla birleşince hamilelik hadisesi meydana geliyor. Her sperma ve yumurta ayrı ayrı özellikler taşıyor ve bunların birleşme şansı birkaç milyonda birdir. Bir çiftin sperma ve yumurtaları başka bir çiftten de farklıdır. Şimdi, bir erkeğin spermasının bir kadının yu­murtasıyla birleşmesine kim karar veriyor? Ve bunlardan kim belli bir tip insan doğuruyor? Bu hu­susta erkek ile kadın tamamıyla çaresizdirler. Bir doktor veya hekim de duruma müdahale edemez. Bir spermanın bir yumurta ile birleşmesinin sadece bir tesadüf olduğunu söylemekte yanlıştır. Çünkü eğer bu sadece bir tesadüf olsaydı çeşitli milletlerde çeşitli şartlarda bilgin ve dahiler doğ­mazdı. Bu iş öylesine akıllıca oluyor ki “tarih felsefesi” diye bir ilim dalı ortaya çıkmıştır. İnsanlar sadece tesadüf sonucu doğmuş olsalardı bugün “tarih felsefesi” diye bir kavram kalmazdı. Demek ki burada sözü edilen “atılıp dökülen su” (meni sperma) ile yaratılışı gerçekleştiren Bilgin ve Ha­kim Kâdir-i Mutlaktan başkası değildir.

    [2] “Tübba”, Himyer kabilesinin hükümdarlarının lâkabıydı. Bunlar M.Ö. 115’de Yemen’e hâkim oldular ve M.S. 300’e kadar hüküm sürdüler. (Tefhîm-ul Kur’ân, C. IV. s. 32).

  • İSLÂM’A DAVETİN GERÇEK NİTELİĞİ

    Yirmi Beşinci Bölüm: İSLÂM’A DAVETİN GERÇEK NİTELİĞİ

    25.1. TEVHİD İÇİN VERİLEN EMİR VE ŞİRK’İN REDDİ

    25.1.1. Tevhid İle İlgili Açık Seçik Talimat

    25.1.2. Tevhid Lehine Deliller

    25.1.2.1. Bütün Peygamberler, Kavimlerine Tevhid Fikrini Aşıladılar

    25.1.2.2. Müşriklerin Vicdanının Sesi

    25.1.2.3. Kâinat Nizamıyla İlgili Delil

    25.1.2.4. Şirk’in Reddine Dair Deliller

    25.1.2.5. Tevhid’in Vecibeleri

    25.1.3. Kureyşlilerin Muhalefetinin En Büyük ve En Temel Sebebi

    25.1.4. Kureyşlilerin Kuşkularını Ortadan Kaldırmak Amacıyla Kur’ân-ı Kerim’in Verdiği Cevaplar

    25.2. HZ. MUHAMMED (A.S.)’İN PEYGAMBERLİĞİNE İNANMAYA DAVET

    25.2.1. Dünyanın Kuruluşu Sırasında Peygamberlerin Meb’us Edilişi

    25.2.2. Peygamberlere İman Etmenin, Servet ve Refah İle İlgisi

    25.2.3. Her Millete Peygamberler Geldi ve Hepsinin Dâveti Aynıydı

    25.2.4. Hz. Muhammed (a.s.)’in Peygamberliği (Risâleti)

    25.2.5. Hz. Muhammed (a.s.)’in Peygamberliğinin Gayesi

    25.2.6. Hak Dinini Diğer Bütün Nizamlara Galip Kılmak

    25.2.7. Hz. Muhammed’e İmân ve İtaat Etmek İçin Verilen İlâhî Emir

    25.2.8. Gerçek ve Geçerli Kanun, Allah Tarafından Hz. Muhammed (a.s.) Vasıtasıyla İnsanlara Gönderilmiştir

    25.2.9. Din Konusunda Uzlaşma Olmaz

    25.2.10. Kureyşli Ve Arap Müşriklerin Tepkisi

    25.2.10.1. İtirazlar, İthamlar ve Garip İstekler

    25.2.10.2. Hz. Muhammed (a.s.)’in İnsan Oluşuna İtirazlar

    25.2.10.3. Bu İtiraza Cevap

    25.2.10.4. Hz. Muhammed (a.s.)’in Peygamber Olarak Seçilmesine İtirazlar

    25.2.10. 5. “Hz. Muhammed (a.s.)’in Davası Haklı Olsaydı Önemli Şahıslar Onu Kabul Ederdi” İddiası

    25.2.10.6. Rasûlullah (a.s.)’ın Kendi İktidarı Peşinde Olduğuna Dair İddia

    25.2.10.7. Hz. Muhammed (a.s.)’in Kâhin Olduğu veya Kendisine Şeytanların Geldiğine Dair İddialar

    25.2.10.8. Bazı Kimselerin Hz. Peygamber (a.s.)’e Bazı Şeyler Öğrettikleri Yolundaki Suçlama

    25.2.10.9. Rasûlullah (a.s.)’a Vahiylerin Gelmesiyle İlgili Apaçık Bir Delil

    25.2.10.10. Rasûlullah (a.s.)’ın (Hâşâ) Mecnûn Olduğuna Dair İddia

    25.2.10.11. Rasûlullah (a.s.)’ın Şair Olduğuna Dair Suçlamalar

    25.2.10.12. Muhaliflerin İthamlarındaki Tezâd ve Kur’ân-ı Kerîm’in Buna İşareti

    25.2.10.13. Çeşit Çeşit Mu’cizeler Gösterilmesi İçin İleri Sürülen İstekler

    25.2.11. Hz. Muhammed (a.s.)’in Peygamberliğinin Kesin İsbatı

    25.3. İLAHÎ KELÂM OLAN KUR’AN’A ÎMAN ETME DAVETİ

    25.3.1. Kur’ân-ı Kerîm, Kelimesi Kelimesine Hz. Muhammed (a.s.)’e Vahyolunan Allah Kelâmıdır

    25.3.2. Rasûlullah (a.s.) Kur’ân’a İtaat Etmeye Mecbur Edilmişti

    25.3.3. Kur’ân-ı Kerîm Her Bakımdan Emin, Güvenilir ve Kesindir

    25.3.4. Kur’ân-ı İnkâr Etmek Küfürdür

    25.3.5. Kâfirlerin Tepkisi

    25.3.6. Kâfirlerin Bütün Semavi Kitapları İnkâr Etmeleri

    25.3.7. Kur’ân-ı Kerîm’i Hz. Muhammed (a.s.)’in Yazmış Olduğuna Dair İtirazlar

    25.3.8. Kur’ân’ın Tümünün Niçin Bir Anda İndirilmediğine İlişkin İtiraz

    25.3.9. Başkalarının Kur’ân-ı Yazarak Hz. Muhammed (a.s.)’e Verdikleri Yolundaki İddialar

    25.3.10. Kâfirlerin İnatçılığının Başka Bir Örneği

    25.3.11. Kur’ân-ı Kerîm’in Dâvetini Durdurmak Gayesiyle Kâfirlerin Oynadıkları Çirkin Oyunlar

    .

    Yirmi Beşinci Bölüm: İSLÂM’A DAVETİN GERÇEK NİTELİĞİ

    Biz artık bahsimizin ikinci safhasına geçebiliriz. Bundan önceki bö­lümde Hz. Peygamber (a.s.)’e ve Hz. Peygamber (a.s.) vasıtasıyla taraftar­larına, İslâmî davet için ne gibi talimat verildiğini görmüştük. Bu talimat, Hz. Peygamber (a.s.) ve taraftarlarının, Cahiliyye’nin temsilcileri ve koru­yucularının şiddetli muhalefetine ahlâk’ın etkin silahlarıyla karşı koymala­rı, kalpleri, hikmet, yüksek ahlâk, fazilet, haysiyet ve sabırla fethetmeleri, inatçılık, taassup ve zıtlaşma gibi engelleri makul ve mantıklı delillerle yı­kıp Hakk’a davet yolunu temiz ve emin tutmaları ve insan topluluğundan Hakk’a gerçekten talip olan samimi, fedakâr ve cefakâr kişileri seçmeleri gibi hükümlerden ibaretti.

    Bundan sonra biz Hz. Nebî-yi Kerîm’in İslâmî davetinin gerçek nite­liğinin ne olduğunu araştıracağız. Bu ilâhî davetin belirgin vasıfları neler­di? İlk önce Kureyş ve daha sonra bütün Arap’ların bu davete karşı çıkma­larının altında yatan sebepler nelerdi? Ve en nihayet, müslümanların bü­tün muhalifleri ve düşmanları yenip tarihle eşi görülmemiş bir başarı ka­zanmalarını mümkün kılan kuvvet ve kudret ne idi? Bütün bu sorulara bu bölümde cevap vermeye çalışacağız.

    Bu mevzuyu etraflıca bir şekilde ele alacağımız için bölümümüzü şu yedi başlık altında inceleyeceğiz.

    1. Tevhid için Verilen Emir ve Şirk’in Reddi

    2. Hz. Muhammed (a.s.)’in Risâletine Davet

    3. İlâhi Kelâm Olan Kur’ân’a Davet

    4. Âhirete İman Etmeye Davet

    5. Ahlâk ve Faziletle İlgili Hükümler

    6. Evrensel İslâm Ümmetinin Kuruluşu

    7. Peygamber ile Peygamber Olmayan’ın Davet Metodu Arasındaki fark

    25.1. TEVHİD İÇİN VERİLEN EMİR VE ŞİRK’İN REDDİ

    İslâmî davetin en önemli ve temel maddesi Tevhid’in isbatı ve Şirk’in reddiydi. Gerçi Rasûlullah (a.s.), nübüvvetten önce Tevhid’i kabul ediyor, Şirk’i de reddediyordu ve gerek kendisinden önce yaşamış gerekse çağda­şı olan bazı Arap’lar da tek Allah’a inanıyorlardı. Fakat bu meselenin teo­rik ve pratik yanları unutulmamalıdır. Şöyle ki, Tevhid’i kabul ve Şirk’i reddeden, ya da bu inancım bazen dile getiren bir kişi ile, Tevhid’i bütün kalbiyle kabul ederek insanları bu inanca davet eden ve Şirk’ten kaçınma­ları için çaba harcayan bir kişi arasında çok büyük bir fark vardır. Tevhîd ve Şirk konusunda salt inanç ile pratik çalışmalar arasındaki fark, bu hu­sustaki tebliğin büyüklüğü ve niteliği açısından daha da büyümüş oluyor. Yani, Tevhid’i yaymaya kalkışan bir kişi çok kuvvetli ve inandırıcı delil­lerle Şirk’in her yanını çürütür ve gayet özlü bir şekilde sadece Allah’ın tek oluşunu değil, tek oluşunun anlam ve kavramını ve bu inanca duyulan ihtiyaçları kuvvetli bir şekilde anlatmaya çalışırsa, bu gerçekten büyük takdir ve methe lâyık bir çaba ve uğraştır.

    İşte Rasûl-ü Ekrem (a.s.)’in peygamberlik makamına getirildikten sonra yaptığı iş buydu. Bu husustaki çalışmaları ilk kez kendisini kâfirler­le karşı karşıya getirdi. Zira, Hz. Peygamber (a.s.)’in Tevhîd ile ilgili da­vetinin her yanı kâfirlerin akîde ve inançlarıyla ve yüzyıllardan beri yer­leşmiş olan kavramlarıyla çatışıyordu.

    25.1.1. Tevhid İle İlgili Açık Seçik Talimat

    Arabistan’ın müşrik toplumunda asıl mesele Allah’ın varlığının değil, O’nun tek oluşunun kabulüydü. Müşrikler Allah’ın var olduğunu inkâr et­miyorlardı. Müşrikler Allah’ı hem kendilerinin hem de bütün kâinatın ya­ratıcısı olarak kabul ediyorlardı. O’nun Rab ve İlâh olduğunu da inkâr et­miyorlardı. Ayrıca, O’na ibadet etmekten de kaçınmıyorlardı. Fakat, asıl sapıklıkları O’nun tek veya çok oluşuyla ilgiliydi. Ulûhiyet (ilâhlık) ve rubûbiyet (Rablik)’in sadece Allahu Teâlâ’ya mahsus olmadığını sanıyor­lardı. Aksine Allah’a çeşitli ortaklar koşuyorlardı. Bu itibarla, Allah’a iba­det ederken bu ortak ve tanrılara da ibadet etmeyi ihmal etmiyorlardı. Bu husustaki düşünce ve inançları çok katıydı.

    “Onu anlamamaları için kalpleri üzerine örtü koyar ve kulaklarına ağırlık veririz.” “Kur’ân’da tek olarak Rabbini andığın vakit senden nef­retle arkalarına dönüp giderler.” (İsrâ; 46)

    Yani Hz. Peygamber (a.s.)’in, Allah’ın tek olduğunu ve herkesin Rab­bi olduğunu söylemesi onların gücüne gidiyordu. Kendi elleriyle yaptıkla­rı “ilâhlar”dan söz edilmemesi onları kızdırıyordu. Sadece Allah adının ha­tırlanması onları tatmin etmiyordu. Allah’a ortak koşulmaması hoşlarına gitmiyordu. Gâib’in ilminin Allah’tan geldiğini, bütün kuvvet ve kudretin bütün Selahiyet ve tasarrufun Allah’a ait olduğunu kabul etmeye razı de­ğillerdi. Zira kendi İlâhlarının da faydalı olduğunu düşünüyorlardı. Evlâdlarının olması, hastalıklarının iyileşmesi, ticaretlerinin gelişmesi ve diğer dünyevi refah ve mutluluklarının sağlanması için yalvardıkları tanrı ve tanrıçaların hiçbir şeye yaramadıklarını kabul etmeye hazır değillerdi.

    Kur’ân-ı Kerîm’in bir başka yerinde, müşriklerin Tevhid’den kaçışları ve Şirk bataklığına batmaları hakkında şöyle denilmiştir:

    “Allah, bir olarak zikredildiğinde âhirete iman etmeyenlerin kalpleri burkulur. Fakat Allah’tan başka ma’budları zikredilirse o zaman yüzleri güler.” (Zümer; 46)

    Bu, dünyadaki bütün müşrik milletlerin müşterek özelliğidir. Müşrik­ler ağızlarıyla başka bir şey söylüyor ve yüreklerinde başka bir inanç taşı­yorlar. Ağızlarıyla belki de “biz Allah’a inanıyoruz” diyorlar ama, Allah’ın tek oluşundan söz edilince yüzlerinin rengi hemen değişiveriyor. Allah’ın tek oluşundan söz eden, ilâh, ilâhe ve benzeri şeylere inanmayan şahıslara kin besliyorlar. Ama, ne zaman ki ma’bud ve ma’bûdelerinden bahsedili­yor, o zaman yüzleri gülmeye başlıyor. Bu tutum ve davranışları gerçek­ten neye inanıp inanmadıklarını açıkça ortaya koyuyor:

    “Çünkü onlara, ‘Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur’ denildiğinde, ki­birlenip büyüklük taslarlardı. Ve ‘Biz, ilâhlarımızı divâne bir şair için hiç bırakır mıyız?’ derlerdi.” (Sâffât; 35-36)

    Onların Rasûlullah (a.s.)’a yaptıkları en büyük itiraz şuydu:

    “Bunca ilâhı bir tek ilâh mı yapmak istiyor? Bu cidden çok acayip bir şeydir.” (Sâd; 5)

    Böyle bir toplumdan ve bu gibi fikir ve akideler taşıyan İnsanlar ara­sından çıkan Rasûlullah (a.s.), bütün gücüyle ve sürekli olarak Allah’ın ilâh ve Rab olduğunu ve başka hiçbir kimsenin O’nunla ortak olamayaca­ğını dile getirdi.

    “Sizin ilâhınız, kendisinden başka ilâh olmayan Allah’tır. O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.” (Tâhâ; 98)

    “Doğrusu, Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir. Onları yaratandır.” (Enbiyâ; 56)

    “İlâhınız birdir. Göklerin yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir O. Ve doğruların da Rabbidir.”  (Sâffât; 4-5)                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                    

    Yani, kâinatın sahibi ve hâkimi (Rab) aynı zamanda insanların tanrısı (ilâh ve mabûdu)dır ve tapılmaya değer ancak O olabilir. İnsanlar dahil bütün kâinatın yaratıcısı, sahibi ve hâkimi başka, ibadete lâyık varlık ise bir başkası olamaz.

    “(Habibim) De ki, ‘Ben yalnız inzar ediciyim. Bir ve Kahhâr olan Al­lah’tan başka ilâh yoktur. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeyle­rin Rabbi, Galib, Kâdir ve çok bağışlayıcı (olan Allah)’dır. De ki, ‘Bu ‘(kıyamet) pek büyük bir haberdir. Siz ondan yüz çevirdiniz.”  (Sâd; 65-68)

    “Allah: ‘İki İlâh edinmeyin. Muhakkak O, bir tek İlâh’tır. Bunun için yalnız benden korkun’ dedi.” (Nahl; 51)                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                          “Gökte de ilâh O’dur. Yerde de ilâh O’dur. O Hakim ve Alim’dir.” (Zuhruf; 84)

    “Allah ile beraber başka bir ilâha ibadet etme. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun zatından başka her şey helâk olacaktır. Hüküm yalnız O’nundur. Ve siz, O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas; 88)

    Müşrikler, Hz. Muhammed (a.s.)’e soruyorlardı; “inanmamızı ve tanı­mamızı istediğin Rabbin hakkında daha ayrıntılı bir açıklama yapar mı­sın? O neyin nesidir? Nasıldır, ne ile yapılmıştır? O, dünyanın mirasını kimden almıştır ve O bu mirası sonra kime devredecektir?” Bu soruların cevabı Kur’an-ı Kerim tarafından son derece açık seçik ve etkileyici bir biçimde verilmiştir. Bu cevapla, Tevhîd fikri, Şirk’i silip atmıştır. Tevhîd şu aşağıdaki sûrede yalnızca dört sade cümle ile öylesine güzel ve etkile­yici bir biçimde izah edilmiştir ki, bunu dinleyip de etkilenmeyen veya aklında muhafaza edemeyen çok az kişi bulunabilir:

    “De ki: ‘O Allah birdir. Allah Sameddir. O doğurmadı, doğrulmadı da. Hiçbir şey O’na denk olmamıştır.'” (İhlâs; 14)

    Bu sûrenin ilk ayetinin açıklaması şöyledir: “Hakkında soru sorduğu­nuz ve benim tek Rabbim olarak tanıdığım ve sizin de tanımanızı istedi­ğim Allah, yeni, tuhaf ve yapmacık bir Rab değildir. Bu Rab, kendi dili­nizde Allah dediğinizden başka birisi değildir. İşte bu Allah’ın evine “Beytullah” diyorsunuz. Ebrehe’nin ordusu Mekke’ye ve Kâ’be’ye saldırdı­ğı zaman, yani bundan sadece 40-42 yıl önce ağlayarak dua ettiğiniz ve yalvardığınız Allah işte buydu. O zaman siz bütün ilâhlarınızı unutmuş ve sadece bu Allah’ın sizi koruması için dua etmiştiniz. Siz kendiniz, gerek sizin, gerekse gök, yer ve bütün kainatın yaratanı olarak bu Allah’ı tanı­yorsunuz.”

    Bundan sonra, Allah’ın bir olduğu vurgulanmıştır. Dikkat edilirse “bir” kelimesi Arapçada hem “Vâhid” hem de “ahad” ile ifade edilebilir. Fakat burada “ahad” kelimesi kullanılmıştır. Hz. Peygamber (a.s.)’in yaşa­dığı çağda her Arap bu kelimenin niçin kullanıldığım ve ne anlama geldi­ğini çok iyi biliyordu, “vâhid” kelimesi, kendine has ne kadar özellikleri olursa olsun, kendi türünden bir şey veya kişi için kullanılan kelimedir. Meselâ, bir ev, bir kişi, bir aile, bir millet, bir ülke veya bir dünya. Bunlar aynı tür, sınıf veya grubun birer temsilcileridir. Fakat, “ahad” bir şey ve kişinin “bir olduğunu belirten olağanüstü bir kelimedir. Bir şey veya kişi­nin bir oluşunu belirtmek amacıyla “vâhid” yerine “ahad” kelimesinin kul­lanılması İhlâs sûresinin inişine kadar ne görülmüştü ne de duyulmuştu.[1] Bu sebeple, Allah için “ahad” kelimesinin kullanılması O’nun bir ve eşsiz oluşunun en büyük deliliydi. Allah, tanrıların türünden veya hem­cinslerinden biri değildi. Aksine, her bakımdan bir ve tek olup, tanrılığı da tartışılmazdı. Allah, vücûdu ve varlığı bakımından yegâne ve eşsizdi. O, “cüzlerden müteşekkil bir “kül” değildi. O ne tahlil edilebilir ne de bölü­nebilirdi. Hiçbir şekli ve görüntüsü yoktu. Organları veya parçalan yoktu. Ne O’ndan bir şey çıkmış ne de O’na bir şey eklenmişti. O’nun ne bir cep­hesi ne de semti vardı. İçinde herhangi bir evrim veya devrimin meydana gelmesi söz konusu değildi. O, her tür ve çeşit çoğunluğundan uzak ve arınmıştı. Her bakımdan temiz ve duruydu. Kısacası, her bakımdan bir idi. Vücûdu, varlığı, kişiliği, özellikleri, yetkileri ve haklarında kimse O’na or­tak olamazdı. Kâinatta var olanlardan hiçbir şey O’na benzemediği gibi O’nunla eşdeğer de değildi.

    Daha sonra, Allah’ın “samed” olduğu anlatıldı. “Samed” kelimesi Arapçada geniş bir şekilde kullanılıyordu ve her Arap bunun anlamını bili­yordu. “Samed”, hiçbir kimseye muhtaç olmayan ve herkesin ihtiyaçları için başvurduğu kişiye deniliyordu. Ayrıca, herkesten üstün olan kişiye deniliyordu. Herkesin itaat ettiği ve kendisine danışılmadan herhangi bir iş yapılmayan veya karar alınmayan kişi sameddi. Hiçbir zaafı olmayan, ayıpsız ve temiz olan kişiye “samed” adı veriliyordu. Hiçbir âfete uğrama­yan, istediği kararı alan ve aldığı kararı kimsenin gözden geçirecek yetki­ye sahip olmadığı kişi “samed”di. Bir samed, liderlik ve önderlik konu­sunda mükemmel sıfatlara sahip olacaktı. Ayrıca bu kelime, zayıf, yumu­şak, eksik veya boş olmayan sağlam ve somut şey için de kullanılıyordu. İçine herhangi bir şeyin girmediği ve içinden herhangi bir şeyin doğmadı­ğı, daima ayakta ve yükseklerde bulunan bir şeye de “samed” deniliyordu. Fakat dikkat edeceğiniz gibi, Cenâb-ı Allah için sadece “samed” değil “es-Samed” kelimesi kullanıldı. Demek ki, bazı İnsanlar, canlılar ve eşya­lar bazı açılardan “samed” olabilirlerdi, ama her açıdan “samed” olan an­cak Allah idi.

    Daha sonraki ayette ne Allah’ın bir evlâdı olduğu, ne de kendisinin, başkalarının evlâdı olduğu belirtildi. Bu ayet, müşrikler arasında, tanrıla­rın da varlıkların bir türü ve cinsi olduğu ve onların da üreme ve üretme sürecinden geçtikleri yolundaki yaygın inançlarını temelden sildi. Bu inanç ve kavrama ağır bir darbe indirilerek, Tek Allah’ın her zaman var olduğu ve var olacağı, ne kendisinden önce ne de kendisinden sonra başka bir tanrı olmadığı, O’nun kimseyi doğurmadığı, kendisinin de kimseden doğmadığı kesin bir şekilde açıklandı.

    En son, O’nun herhangi bir eşi olmadığı ifade edildi. Bu kelime, ben­zeri, eşi, eşdeğeri ve eşiti anlamındadır. Dolayısıyla, Allah’ın eşsiz olduğu belirtilerek bütün kâinatta Allah’ın seviyesine yükselebilecek, O’nun gibi ve O’nun özelliklerini taşıyabilecek, O’nun hak ve yetkilerine sahip olacak başka birinin bulunmadığı ifade edildi.

    25.1.2. Tevhid Lehine Deliller

    Rasûlullah (a.s.) müşrik topluma sadece Tevhid fikrini sunmakla kal­madı, bu fikir ve mefhumun lehine çok kuvvetli ve inkâr edilmez deliller de sundu. Bu delilleri şöyle sıralayabiliriz:

    25.1.2.1. Bütün Peygamberler, Kavimlerine Tevhid Fikrini Aşıladılar

    Hz. Peygamber (a.s.)’in ileri sürdüğü delillerin en kuvvetlisi, kendi­sinden önce dünyaya gelen bütün peygamberlerin halka Tevhid’i öğrettiği ve onları Şirk’ten menettiği idi. Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususta peygamberlerin genel tutumuna şöyle değinildi.

    “And olsun, biz her ümmete: ‘Allah’a ibadet edin ve Tâğûta[2] tap­maktan sakının’ diye bir peygamber göndermişizdir.” (Nahl; 36)

    “Biz, senden evvel bir peygamber göndermedik ki, ona şöyle vahiy etmiş olmayalım: Benden başka ilâh yoktur. Bana ibadet ediniz.” (Enbiya; 25)

    “Halbuki, onlar ancak Allah’a, O’nun dininde ihlâs sahipleri ve mu­vahhitler olarak, ibadet etmeleri, namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri ile emrolunmuşlardı, işte doğru din budur.” (Beyyine; 5)

    Bundan sonra, bütün peygamberlerin kendi kavimlerine aynı talimat­ta bulundukları anlatılmış ve tek tek örnekler verilmiştir. (Meselâ, Hz. Nûh, Hz. Hûd, Hz. Sâlih ve Hz. Şuayb (a.s.) hepsi kendi kavimlerine şöy­le diyorlardı: “Ey kavmim, Allah’a ibadet edin. Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur.” (A’râf; 59-65, 73, 85, Hûd; 50, 61, 84, Müminûn; 23, 32). Hz. Yakûb (a.s.) ölmeden önce evlâtlarına, “benden sonra kime ibadet edeceksiniz?” diye sorunca, evlâtları da şu cevabı veriyordu: “Senin Rab­bine, babaların İbrahim, İsmail ve İshâk’ın Rabbine, bir ilâh olarak ibadet ederiz. Biz O’na teslim olmuşuz.” (Bakara; 133)

    Hz. Yusuf (a.s.) zindandaki arkadaşlarına şöyle sesleniyor:

    “Ey zindan arkadaşlarım, darmadağın ilâhlar mı hayırlıdır, yoksa bir ve kahhar olan Allah mı hayırlıdır? Sizin, Allah’tan başka taptıkları­nız, kendinizin ve babalarınızın takmış olduğunuz isimlerden başkası de­ğildir. Allah onlar hakkında bir hüccet indirmemiştir. Hüküm, yalnız Al­lah’a mahsustur. Size, kendisinden gayrısına ibadet etmemenizi emret­miştir. Doğru olan din budur. Lâkin insanların çoğu bilmez.” (Yusuf; 39-40)

    Hz. Musa (a.s.)’ya inen ilk vahiy şuydu:

    “Ben o Allah’ım ki, benden başka ilâh yoktur. Bana ibadet et. Ve be­ni anmak için namaz kıl.” (Tâhâ; 14)

    Daha sonra İsrailoğulları cehalete ve dalâlete düşünce Hz. Musa (a.s.) kendilerine çok kızdı ve yaptıkları putu yakıp yıktı ve şöyle dedi:

    “Sizin ilâhınız, kendisinden başka ilâh olmayan Allah’tır. O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.” (Tâhâ; 98)

    Hz. Îsa (a.s.) ise İsrailoğullarını sürekli olarak uyardı:

    “Şüphesiz Allah, benim de sizin de Rabbinizdir. O’na ibadet edin, doğru yol budur.” (Zuhruf 64)

    “Ey İsrailoğulları, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibadet edin. Allah’a şirk koşan kimseye, Allah cenneti haram kılmıştır. Onun varacağı yer cehennemdir. Zalimlere yardımcı yoktur.” (Maide; 72)

    Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. İbrahim (a.s.) ile ilgili anlatılan kıssa, tevhid konusunda genellikle Arap ve özellikle de Kureyşli müşriklere sunulan en büyük delildi. Zira, sadece Kureyşliler değil, bütün Arap’lar, Hz. İbrahim’i ataları ve dini önderleri olarak kabul ediyorlardı. Kendi dinî inançlarının Hz. İbrahim’e ait olduğunu söylüyorlardı. Hele Kureyşliler bütün itibar ve şereflerini Hz. İbrahim’e ve O’nun inşa ettiği Kâ’be’ye borçluydular. Kur’ân-ı Kerîm’de, Nemrud’un saltanatı (Irak)ndan, Arap’ların ataları ve dinî önderleri Hz. İbrahim’in şirki kabul etmemesi üzerine hicret ettiği ayrıntılı biçimde anlatılmıştır. Hz. İbrahim o zamanki Nemrud saltanatında (Irak’ta) yaygın olan şirk ve putperestliği reddederek sesini “tevhid” için yükseltti. Allah’ın tek olduğunu haykırdı. Putları kınadı ve parçaladı ve bunun cezası olarak ateşle dolu bir çukura atıldı. Fakat Cenâb-ı Allah O’nu bu ateşten kurtardı. Ülkede fısk-u fücür had safhaya varınca da Ken’an ülkesine hicret etti ve daha sonra Mekke’ye giderek Allah’ın evi olan Kâ’be’yi inşa etti, ki burada Allah’tan başka biri için ibadet yapılma­sın. Hz. İbrahim Allah’ın evini yaptıktan sonra burada ibadetlerini yaptı ve evlâtları ile kavminin kötü yola sapmaması için Allah’a dua etti. Kur’ân-ı Kerîm’de bu olay nerede anlatılmışsa orada çok güçlü etkileyici bir üslûp ve dil kullanılmıştır. Bir de bu ayetleri okurken, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın mübarek tavır ve konuşma tarzını kafalarımızda canlandırmalı­yız. Bu güzel ibarelerin Hz. Peygamber (a.s.)’in çekici anlatımıyla birleşe­rek müşrikleri ve özellikle Kureyşlileri nasıl etkilediğini tahmin edebili­riz. Biz burada bunun bazı örneklerini vermeye çalışacağız:

    “İbrahim, babası Âzer’e, ‘putları tanrı mı ediniyorsun? Ben, seni ve kavmimi apaçık bir sapıklıkta görüyorum’ demişti… İbrahim, ‘ey kavmim, ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden uzağım. Ben yüzümü gökleri ve yeri yaratana, hakka yakın ve batıldan uzak olarak yönelttim. Ve ben, müşrik­lerden değilim’ dedi. Kavmi O’na hüccet getirmeye kalktı (mücadeleye gi­rişti), İbrahim; ‘Benimle, Allah hakkında mücadele mi ediyorsunuz? Hal­buki O, Beni doğru yola iletmiştir. O’na eş tanıdığımız şeylerden kork­mam. Rabbimin istediği şeyden başkası olmaz. Rabbim her şeyi ilmi ile ihata etmiştir. Bunu düşünüp öğüt almaz mısınız? Sizin şirk koştuğunuz şeylerden nasıl korkarız? Halbuki siz elinizde delil ve burhan olmadığı halde Allah’a şirk koşmaktan korkmuyorsunuz. İki zümreden, emin olma­ğa daha haklı olan hangimizdir? Eğer biliyorsanız söyleyiniz.” (En’am; 74,78-81)

    “Kitap’ta İbrahim’i de zikret. O sıdkı bütün bir peygamberdir. Bir vakit babasına: ‘Ey babam, niçin işitmez, görmez ve senden bir belâyı uzaklaştırmaya gücü yetmez şeylere tapıyorsun? Ey babam, bana sana  gelmeyen bir ilim gelmiştir. O halde, bana uy ki, seni doğru yola hidâyet edeyim. Ey babam, şeytana tapma, çünkü şeytan Rahman’a âsi olmuştur. Ey babam, korkarım ki, Rahman tarafından sana bir azab gelir de, şeyta­na dost olmuş olursun dediğinde, babası: ‘Ey İbrahim, sen benim ilâh­larımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer, bundan vaz geçmezsen seni taşa tu­tarım. Uzun bir müddet yanımdan defolup git,’ dedi. İbrahim, ‘Allah’ın selâmeti senin üzerine olsun. Senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Çünkü, O bana duamın kabulünü va’detmiştir,’ sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan ayrılıyorum. Ve Rabbime dua ediyorum. Umulur ki, O’na dua sayesinde bedbaht olmam,’ dedi.” (Meryem; 42-48)

    “İbrahim’in babası için istiğfarı, O’na va’d eylediği bir va’ddan dola­yı idi. Babasının, Allah’ın düşmanı olduğu, kendisine besbelli olunca on­dan uzaklaştı.” (Tevbe; 114)

    “And olsun biz, daha evvel İbrahim’e rüşdünü verdik. Ve biz O’nu bi­lenlerdendik. O zaman babasına ve kavmine, ‘Sizin tapmakta olduğunuz bu heykeller nedir?’ dedi. Bunun üzerine onlar, ‘babalarımızı bunlara ibadet eder bulduk?’ dediler. İbrahim, ‘Yemin olsun, siz ve babalarınız açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Onlar: ‘Sen bize, doğruyu mu söylüyor­sun? Yoksa lâtife mi ediyorsun?’ dediler. İbrahim, ‘Doğrusu, Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir, onları yaratandır. Ben size karşı buna şâhidim. Allah’a yemin ederim ki, siz arkanızı dönüp gittikten sonra putlarını­zı parçalayacağım’ dedi. Nihayet o putları paramparça etti, kendisine müracaat ederler diye yalnız büyüklerini bıraktı. Onlar, ‘Bunu ilâh­larımıza kim yaptı? Muhakkak o zalimlerden biridir’ dediler. Bazıları, ‘İbrahim denilen bir gencin bunları kötülediğini işittik’ dediler. Öyleyse O’nu herkesin önüne getirin ki, belki (yaptığı işe) şâhidlik ederler. Ey İb­rahim, ilâhlarımıza bu işi sen mi yaptın?’ dediler. İbrahim, ‘Belki bunu büyükleri yapmıştır. Eğer konuşurlarsa onlara sorun’ dedi. Bunun üzeri­ne vicdanlarına dönüp kendi kendilerine, ‘şüphesiz zalimler sizsiniz’ dedi­ler. Sonra yine (eski) kafalarına döndüler. ‘Andolsun ki bunların söz söylemeyeceğini sen de bilirsin dediler. İbrahim, ‘O halde, Allah’tan başka size bir fayda ve zararı olmayan şeylere ibadet mi edeceksiniz? Size ve Allah’tan başka ibadet ettiğiniz şeylere yuh olsun. Aklınız yok mu?’ dedi. Onlar, ‘Eğer bir iş yapacaksanız O’nu (İbrahim) ateşte yakın. Ve tanrıla­rınıza yardım edin dediler. Biz de: ‘Ey ateş, İbrahim’e karşı serin ve selâmet ol’ dedik. Onlar İbrahim’e tuzak kurmak istediler. Fakat biz onla­rı daha fazla zarara uğrayanlardan kıldık.” (Enbiya; 51-70)

    “Onlara İbrahim’in haberini de oku. Hani o, babasına ve kavmine, ‘Neye tapıyorsunuz?’ dediğinde. Onlar da, ‘putlara tapıyoruz, onlara de­vamlı ibadet ediyoruz’ dediler. İbrahim, ‘çağırdığınız zaman onlar sizi işitiyorlar mı? Size bir fayda veya zararları oluyor mu’ dedi. Onlar, ‘Ha­yır, biz babalarımızı böyle yapar bulduk’ dediler. İbrahim, ‘Şimdi taptık­larınızı gördünüz mü? Siz ve sizden evvelki babalarınızın (taptıklarını)… Muhakkak onlar benim düşmanlarımdır. Ancak âlemlerin Rabbi müstes­na. O böyle değil. O beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir. Beni yediren ve içiren O’dur. Hastalandığımda bana şifa veren O’dur. Beni öl­dürüp tekrar diriltecek O’dur. Ceza günü günahlarımı mağfiret etmesini umduğum da O’dur.” (Şuara; 69-82)

    “İbrahim’i de hatırla. Hani bir zaman O kavmine, ‘Allah’a ibadet edin; ve O’ndan korkun. Bu, sizin için daha hayırlıdır, eğer bilirseniz’ de­mişti. ‘Siz Allah’ı bırakıp putlara tapıyor ve yalan uyduruyorsunuz. Al­lah’tan başka taptıklarınız size rızık vermeye kadir değildir. Öyleyse, rız­kı Allah’tan isteyiniz. O’na ibadet edin ve şükreyleyin. Hep O’na döndü­rüleceksiniz.” (Ankebut; 16-17)

    “Kavminin cevabı şu olmuştur: ‘O’nu öldürün veyahut yakın’ Allah da, O’nu ateşten korudu. İman eden kavim için elbette bunda ayetler ve ibretler vardır. (İbrahîm kavmine) ‘Allah’tan başka olarak taptığınız put­lar, dünya hayatında aranıza dostluk ve sevgi vesilesidir. Fakat sonra kı­yamet gününde, kiminiz kiminize küfredecek, bazınız da bazınızı lanetleyecektir. Gideceğiniz yer cehennemdir. Ve sizin için bir yardımcı da yoktur. Bunun üzerine O’na Lût iman etti. İbrahim dedi ki, ‘Ben Rab­bimin emrettiği yere hicret edeceğim. O Azizdir, Hakîmdir.'” (Ankebût; 24-26)

    “İbrahim de, O’nun tabi’lerindendi. Çünkü o (İbrahim) Rabbine te­miz bir kalb ile gelmişti. O zaman babasına ve kavmine, ‘Siz neye tapı­yorsunuz?’ demişti. Allah’tan başka yalandan ilâh mı istiyorsunuz? Alem­lerin Rabbi hakkında zannınız nedir?’ Derken yıldızlara bir kerre baktı. Ve ‘ben hastayım’ dedi. O vakit kavmi ondan dönüp uzaklaştılar. Bunun üzerine o da gizlice onların ilâhlarına gidip ‘niçin yemek yemiyorsunuz?’ ‘Size ne oldu ki konuşmuyorsunuz?’ dedi. Sağ eliyle onlara vurmaya baş­ladı. Bunun üzerine kavmi koşarak geldi. Ve onu tuttular. (İbrahim), Kendinizin yonttuğu şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki sizi de, yaptığınız şeyleri de Allah yaratmıştır’ dedi. (Kavmi), ‘onun için bina yapın ve onu ateşe atın dediler. Ona bir tuzak kurmak istediler. Biz, onları zelil ve al­çak kıldık. (İbrahim), ‘Ben Rabbime (O’nun emrettiği yere) gidiyorum. O bana yol gösterir’ dedi-” (Sâffât; 83-99)

    Hz. İbrahim, ülkenin hükümdarının önüne çıkarıldı, zira o hükümdar aynı zamanda kendisinin tanrı olduğunu da iddia ediyordu. Halbuki, Hz. İbrahim, tek Allah’ın dışında kimseyi tanrı olarak kabul etmeye niyetli de­ğildi. Hz. İbrahim ile tanrılık iddiasında olan hükümdar (Nemrud) arasın­da geçen konuşma Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle naklolunmuştur:

    “İbrahim, ‘Rabbim diriltir ve öldürür’ dediğinde, o, ‘Ben de diriltir ve öldürürüm’ dedi. İbrahim, ‘Allah güneşi doğudan doğurur, sen onu batıdan doğdur’ dedi. Ve kâfir şaşırıp kaldı. Allah zalim olan kavmi hidayet etmez.” (Bakara; 258)

    Böylece, Şirk’e muhalefet Tevhid’e davet yüzünden Hz. İbrahim (a.s.)’in kendi ülkesinde yaşaması ve nefes alması bile zorlaşınca, O ve kendisine iman eden bir avuç kişi ülkeyi, milleti ve her şeylerini terk etmeye karar verdiler. Hz. İbrahim, babasını bile geride bırakarak Kenan ülke­sine hareket etti. O sırada kendisi ve yanındakiler, sapık kavmi şöyle ikaz ettiler:

    “Biz sizden ve Allah’tan başka yaptığınız şeylerden uzağız. Sizi inkâr ettik. Siz, Allah’a bir olarak iman edinceye kadar daima bizimle sizin aranızda düşmanlık ve buğz belirmiştir.” (Mümtehine; 4)

    Bununla beraber, Hz. İbrahim’in, Mekke’ye gelip Allah’ın gösterdiği yerde Kâ’be’yi, bir puthane veya müşriklerin ziyaret ve ibadet yeri olarak değil Allah’a ibadet etme ve Allah için kurban kesme yeri olarak inşa etti­ği anlatıldı.

    “İbrahim’e Beyt’in yerini gösterdiğimizde, ‘Bana hiçbir şeyi eş tutma. Beytimi tavaf edenler, orada namaz kılanlar, rükû ve secde edenler için iyice temizle. İnsanlara haccı ilân et. Sana yürüyerek, zayıf develere bi­nerek ve uzak olan her yoldan gelsinler. Tâ ki, kendilerine ait menfaatle­re şâhid olsunlar ve Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlar üzerine malûm olan günlerde Allah’ın ismini zikretsinler.” (Hacc; 26-28)

    Ayrıca, Hz. İbrahim’in gerek kendi evlâtları gerekse Mekke’nin halkı için ettiği duanın ne olduğu da hatırlatıldı.

    “Şunu hatırla ki, İbrahim, ‘ya Rabbi, bu beldeyi emin kıl. Beni ve evlâtlarımı putlara tapmaktan uzak tut. Ey Rabbim, o putlar, insanlardan bir çoğunu yoldan çıkardılar. Arlık bundan sonra kim bana tabî olursa o bendendir. Ve bana âsi olan senin kudretin altındadır. Sen Gafursun, Rahîmsin.'” (İbrahim; 35-36)

    Hz. İbrahim (a.s.)’in bu kıssası ve tevhid hakkında verilen bu misal­ler, gerek Kureyşli gerekse Arap müşrikleri dehşete düşürecek ve ağızlarını kapatacak mahiyette idi. Bu misalleri görüp çaresizlik içinde çırpınabilirlerdi, ama ortada bulunan gerçekleri inkâr edemezlerdi. Onlar, Hz. İbrahim (a.s.)’in müşrik veya putperest olmadığını zaten biliyorlardı. Kâ’be’yi sadece Allah’a ibadet edilsin diye inşa ettiğini de çok iyi biliyorlardı. Ara­bistan’da şirk ve putperestlik, Hz. İbrahim (a.s.)’den çok sonra başladı. Arap’ların tarihlerinde ve geleneklerinde hangi putun nereden, ne zaman ve kimin tarafından getirilip Kâ’be’ye konulduğuna dair kayıtlar vardı. Bu sebeple, Kur’ân-ı Kerîm, Araplara açık açık ve bütün gücüyle seslendi: “Hakka yönelmiş ve batıldan uzak olan İbrahim dinine uyunuz, İbrahim müşriklerden değildi.” (Âl-i İmran; 95) “insanlardan İbrahim’e en yakın olanlar, O’na tabi olanlarla şu peygamber ve müminlerdir. Allah mü’min­lerin velisidir.” (Âl-i İmran; 68)

    25.1.2.2. Müşriklerin Vicdanının Sesi

    Tevhid lehine verilen ikinci büyük delil, müşriklerin halet-i ruhiyesiyle ilgilidir. Müşrikler büyük bir âfet, felâket veya ölüm ile karşı karşıya gelince kendi elleriyle yaptıkları tanrıları unutur ve sadece Allah’a yalva­rır ve O’ndan yardım isterlerdi. Kur’ân-ı Kerîm’de bu durum çok güzel ve etkileyici bir şekilde anlatılmıştır. Müşriklerin bu gibi durumlarda akıl, mantık ve vicdanlarının sesini duydukları ve Hakk’ı Bâtıl’dan ayırdıkları, ancak güçlükler ve âfetler geçince tekrar gaflet uykusuna daldıkları açık­lanmıştır.

    “De ki: ‘Gördünüz mü? Eğer size Allah’ın azabı gelse veya kıyamet kopsa, Allah’tan başkasını mı çağırırsınız? Eğer sadık iseniz söyleyiniz. Hayır, o zaman Allah’a dua eder (O’nu çağırır) ve O’na ortak getirdiğini­zi unutursunuz. Ve Allah isterse duanızın sebebi olan azaptan sizi kurta­rır.” (En’âm; 40-41)

    Ebû Cehl’in oğlu İkrime (r.a.) işte bu misâli gördükten sonra İslâmi­yet’i kabul etmişti. Mekke, İslam ordusu tarafından fethedildikten sonra İkrime Cidde’ye kaçtı ve bir tekneye binerek Habeşistan’a yol almaya ça­lıştı. Yolda büyük bir fırtınaya yakalandı ve neredeyse teknesi batacaktı. İkrime ilk önce tanıdığı ve taptığı tanrı ve tanrıçaları yardımına çağırdı, ama fırtınanın şiddeti arttıkça herkes teknenin batacağına inandı ve Al­lah’a yalvarmaya başladı. İşte o an İkrime’nin de gözleri açıldı ve içinden bir ses, Hz. Muhammed (a.s.)’in geçen 20 yıldan beri aynı Tanrı veya Al­lah’ı kendilerine tanıtmaya çalıştığını hatırladı. İkrime, gerçek Rab’lerinin, zor anlarında yalvardıkları ve canlarını kurtaran Allah’tan başka birisi ol­madığına kanaat getirdi ve Rasûlullah (a.s.)’a karşı boşuna cephe aldıkla­rını düşündü. İkrime’nin hayatında bu bir dönüm noktası ve karar anı ol­du. İkrime, tam o sırada, fırtınadan kurtulup memleketine dönebilmesi ha­linde doğru Hz. Peygamber (a.s.)’e gidip kelimeyi şahadet getireceğine kendi kendine söz verdi. Hz. İkrime, fırtınanın dinmesi ve canının kurtul­masından sonra Allah’a verdiği sözü tuttu ve Hz. Peygamber (a.s.)’e gelip müslüman oldu. Daha sonra bütün ömrünü cihât ederek geçirdi.

    Kur’ân-ı Kerîm’de buna benzer birçok deliller verilmiştir. Bunlardan bazılarını biz buraya aktarıyoruz:

    “Sizi karada ve denizde gezdiren O’dur. Hatta gemiye binip güzel bir hava ile gittikleri zaman ferahlanırlar, şiddetli rüzgâr gelip her taraftan dalgalar üstlerine hücum eylediğinde boğulacaklarını zannederler. Ve Kemal-i ihlâs ile: “Eğer bizi bundan kurtarırsan sana şükür edenlerden oluruz.” diye dua ederler. Vakta ki, Allah onları kurtarır, derhal yeryü­zünde haksız yere azgınlık yaparlar.” (Yunus; 22-23)

    “Onun fazl ve kereminden nasib arayasınız diye, denizde sizin için gemileri yüzdüren Rabbinizdir. O, size çok merhametlidir. Size, denizde bir sıkıntı dokunursa O’ndan (Allah’tan) başka taptığınızı unutursunuz. Fakat, O sizi ondan kurtarıp karaya çıkarınca, yine yüz çevirirsiniz. İn­san çok nankördür.” (İsra; 66-67)

    “İnsanlara bir zarar dokunursa Rabblerine iltica edip O’na dua ederler. Sonra onlara (Allah) kendi tarafından bir rahmet tattırdığı za­man da, onlardan bir kısmı Rabblerine şirk koşarlar. Kendilerine verdi­ğimiz nimetleri inkâr ederler.” (Rum; 33-34)

    “İnsana bir zarar dokunduğu zaman, Rabbine rücû ve teveccüh ile yalvarır. Sonra ona katından bir nimet verdiği zaman, önceden O’na yal­vardığını unutur. Ve (insanları) onun yolundan saptırmak için Allah’a eş­ler kılmaya başlar. (Habibim) de ki, ‘Sen küfrünle bir müddet zevklenedur. Muhakkak sen, Cehennem ehlindensin.'” (Zümer; 8)

    Yani, böyle bir insan sadece kendisinin doğru yoldan sapmasıyla ye­tinmez, diğer bazı kimseleri de doğru yoldan saptırır. Böyle bir kişi, kendilerine gelen âfet ve felâketin, falanca tanrı, tanrıça ve evliya sayesinde önlendiğini iddia eder. Bu iddiayı duyan bazı diğer saf ve kayıtsız kişiler de onun gibi düşünmeye başlarlar.

    Bu, müşriklerin en zayıf yanıydı ve Kur’ân-ı Kerîm işte buradan onla­ra en ağır darbesini vurarak Tevhîd duygularını kamçılamak istiyordu. Arabistan çeşitli afet ve felâketlere sahne oluyordu. Ülkede can ve mal güvenliği kalmamıştı. Her tarafta hastalık açlık ve kıtlıklar vardı. İlaç ve tedavi imkânları yoktu. Çöldeki korkunç fırtına ve şiddetli rüzgâr insanla­rın ödünü koparıyordu. Bu gibi zor ve çetin şartlarda hemen hemen her Arap ve Bedevî hayatında en az bir defa ölüm korkusuna kapılıp tek Al­lah’a yalvarırdı. Bu gibi zor ânlarda bütün put ve tanrıları unutur ve sade­ce Allah’ın kendisini koruyacağını anlardı. Özellikle, deniz yolculuğu sı­rasında bu gibi anlar sık sık gelirdi. Ayrıca, Habeşli komutan Ebrehe’nin Mekke’ye ve Kâ’be’ye saldırısı sırasında da bütün Arap’lar putlarından umutlarını kesip tek Allah’a yalvarmaya başlamışlardı. Kur’ân-ı Kerîm nâzil olmaya başladığı zaman bu tarihî vak’ayı yaşamış olan pek çok Arap hayatta idi. Nitekim, İsrafil sûresinde, bu vak’aya dikkatleri çekilerek, o zaman kendilerini Ebrehe’nin 60 bin askerine karşı koruyanın tek ve hakikî Rabbleri olduğu hatırlatıldı. Aynı şekilde, Kureyş sûresinde, Ku­reyşlilerin, Kâ’be’ye sığınıp azabından kurtuldukları Kâdir-i Mutlak’a, Rahman ve Rahîm olan Allah’a kulluk etmeleri istendi.

    25.1.2.3. Kâinat Nizamıyla İlgili Delil

    Yukarıdaki iki delilin yanı sıra, ayakta duran, düzenli bir şekilde işle­yen ve kendi başına bir Mu’cize olan kâinat da bir delil olarak müşriklere sunulmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de bütün varlıklar âlemi ve kâinat nizamını yürütenin Allah olduğu defalarca vurgulanmıştır. Bu konuyla ilgili bazı ayetleri buraya aktarıyoruz:

    “Ey İnsanlar, sizi ve sizden evvelkileri yaralan Rabbinize ibadet edi­niz. Tâ ki, takva sahibi olasınız. Size yeryüzünü döşek, göğü de tavan ya­pan ve gökten su indirip onunla size rızk olarak meyveler çıkaran O’dur. O halde kendiniz bilip dururken Allah Teâlâ’ya eşler koşmayınız. Eğer kulumuza indirdiğimiz şeyden şüphe ediyorsanız, onun benzeri bir süre gelirin ve Allah’tan başka yardımcılarınızı da çağırın. Eğer sözünüzde sadık iseniz bunu yapın.” (Bakara; 21-22)

    “Sizi topraktan yaratması, sonra yeryüzüne dağılan beşer olmanız, O’nun kudretine dalâlet eden ayetlerdendir. Sizin için kendileri ile ülfet ve ünsiyet peyda edesiniz diye nefislerinizden zevceler yaratması ve ara­nızda bir sevgi ile rahmet icat etmesi de, O’nun kudretine delâlet eden ayetlerindendir. Şüphesiz ki, bunlarda, bilenler için ibretler vardır. Gece ve gündüz uyumanız ve O’nun fazlından nasib aramanız da yine O’nun alâmetlerindendir. Şüphesiz bunda hakikati işiten kavim için ibretler var­dır. Size, şimşeği hem korku vermek hem de arzu vermek için göstermesi, gökten su indirip onunla ölmüş olan arzı canlandırması yine O’nun alâmetlerindendir. Gerçekten bunda da aklını kullanan kavim için ibret­ler vardır. Göğün ve yerin O’nun emri ile kaim olması da yine O’nun alâmetlerindendir. Sonra sizi bir defa çağırdığı zaman derhal kabirler­den çıkarsınız. Göklerde, ve yerde olanların tamamı O’nundur. Hepsi O’na boyun eğicidirler. Mahlûkatı ibtidâ yaratıp sonra onu iade edecek olan O’dur. Bu, O’na güç Değildir. (Daha kolaydır). Göklerde ve yerde en yüce sıfat O’nundur. O, Azizdir. Hâkimdir. (A’raf; 54)

    “Rabbiniz o Allah’tır ki, altı günde gökleri ve yeri yarattı. Sonra arş üzerinde hükümrân oldu. Gece ile gündüzü örter. Ve gece gündüzü takip eder. Güneş, ay ve yıldızlar (O’nun) emrine müsahhardırlar. Haberin ol­sun ki, yaratmak da emir de O’na mahsustur. Alemlerin Rabbi olan Al­lah’ın şanı ne yücedir.” (A’raf; 54)

    “Yerin bitirdiği şeylerden ve (insanların) kendi nefislerinden ve da­ha bilmedikleri şeylerden çiftleri yaratan Allah, münezzehtir. Onlara, kudretimize delâlet eden bir ayet de gecedir. Biz ondan gündüzü soydu­ğumuzda, onlar karanlıkla kalırlar. Güneş kendi karargâhında yürür. Bu, gâlib, kâdir ve âlim olan Allah’ın takdiridir. Aya da, menziller takdir et­tik. Nihayet, o bunlardan geçerek kuru hurma dalı gibi olur. Güneş aya yetişmez. Gece de gündüzü geçmez. Hepsi birer felekte yüzerler. Onlara kudretimize delâlet eden bir ayet de kendi evlâtlarını dolu gemilerde taşımamızdır. Ve onlar için, bunun gibi binecekleri nice şeyleri yaratmamız­dır. Eğer istemiş olsak onları suda boğardık. Onların imdadına gelecek de yoktur. Onlar kurtulamazlar da. Ancak tarafımızdan rahmet olmak ve ecellerine kadar yaşamak için (onları garketmedik).” (Yâsin; 36-44)

    “Bir şeyin olmasını dilediği zaman O’nun emri ona “ol” demektir. O da oluverir. O halde her şeyin mülk ve tasarrufu elinde olan Allah’ın şanı ne yücedir. Siz, ancak O’na döndürüleceksiniz.” (Yâsin; 82-83)

    “De ki, ‘Allah’tan başka Rabb mi ararım? Halbuki, O her şeyin Rab­bidir.” (En’âm; 164)

    “Yeryüzünde yürüyen hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkı Allah’ın üze­rine olmasın. Onların durdukları ve gidecekleri yeri de bilir. Hepsi Ki­tab-ı Mü’bin’de yazılıdır.” (Hûd; 6)

    “Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş üzerine istivâ buyuran (istilâ eden) dir. Yere gireni ve ondan çıkanı; gökten ineni ve ona yükse­leni bilir. Her nerde olursanız olun. O, sizinle beraberdir. Allah, işlediği­niz şeyleri görücüdür. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Ve bütün işler âncak Allah’a döndürülür. O, geceyi gündüze sokar, gündüzü de geceye katar. O kalplerde olanı bilir.” (Hadîd; 4-6)

    “Gökten yere kadar bütün dünya işlerini O tedbir eder. Sonra yerden kulların işleri sizin saydıklarınızdan bin sene kadar olan bir günde yine O’na yükseltilir. Bu işlerin tedbiri kudreti, O’nun gaybı, hazırı bilir, Gâlib, Kâdir ve Rahîm olmasındandır. O Allah ki, her şeyi güzel surette yarattı. Ve insanı yaratmaya da balçıktan başladı. Sonra onun zürriyetini hakîr bir sudan hasıl olan bir nutfeden (meniden) yarattı.” (Secde; 5-8)

    “Taneyi ve çekirdeği yaratan Allah’tır. Ölüden diriyi ve diriden ölü­yü çıkaran O’dur. İşte Rabbiniz Allah böyledir. O’na nasıl iftira edersi­niz? Sabahı yarıp çıkaran, şafağı açan O’dur. Geceyi zaman zaman sükûn ve güneş ile ayı vakitlerin ölçü vasıtası kılan O’dur. Bu, Galip ve Bilici’nin takdiridir. Kara ve denizin karanlıkları içinde yollarınızı bula­sınız diye sizin için yıldızları yarattı. Bilen kavim için ayetleri tafsil ettik. Sizi, bir tek candan yaratan ve sizin için dünyayı karar mahalli (bir karar yeri ve kabirde konulacak yer) yapan O’dur. Biz, ayetlerimizi iyi ve ince anlayan zümrelere açıkça bildirdik.” (En’âm; 95-98)

    “(Ey Rasûlüm) De ki; ‘Eğer Allah, size bir zarar murad etse veyahut size bir fayda dilese, artık O’nun dilemesinden sizi kim koruyabilir?” (Fetih; 11)

    “Eğer, Allah sana bir zarar isabet ettirirse onu O’ndan başka giderici yoktur. Eğer sana bir hayır da dilerse, O’nun fazlını geri çeviren bu­lunmaz.” (Yunus; 107)

    “Allah’ın insanlara açacağı rahmeti engelleyip tutacak; ve engelle­yip tuttuğu şeyi de O’ndan (Allah’tan) başka salıverecek yoktur… Sizi gökten ve yerden rızıklandıran Allah’tan başka bir yaratıcı var mıdır? Ondan başka bir ilâh yoktur. O halde, nasıl döndürülüyorsunuz?” (Fatır; 2-3)

    “Allah hükmedince O’nun hükmünü tehir edecek yoktur.” (Ra’d; 41)

    “Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı ikisi de fesa­da uğrarlardı. Arşın Rabbi olan Allah, onların isnadlarından münezzeh ve yücedir. Allah yaptığından mesul olmaz, fakat onlar (kullar) sorumlu olurlar. Yoksa Allah’tan başka ilâh mı edindiler? (Onlara) De ki; ‘Delili­nizi getirin.'” (Enbiyâ; 22-24)

    “Allah evlâd edinmemiştir. O’nunla birlikte başka bir ilâh da yoktur. Eğer başka bir ilâh olsaydı, her biri kendi yarattığını götürür. Ve birbiri üzerine galebe ederlerdi. Allah onların vasıflarından münezzehtir.” (Müminûn; 91)

    “De ki: ‘Eğer müşriklerin dedikleri gibi. O’nunla beraber başka ilâhlar olsaydı, onlar Arş’ın sahibine galebe çaresini ararlardı. Allah, onların dediklerinden münezzehtir.” (İsrâ; 42-43)

    Bu ayetlerde, tevhid lehine çok kuvvetli ve inandırıcı deliller veril­miştir. Çok az akıl ve mantığa sahip olan bir kişi bile gök ile yer arasında bulunan muhteşem ve göz kamaştırıcı kâinatın, olağanüstü, insanüstü ve doğaüstü bir varlık olmaksızın yürüyemeyeceğini pekalâ anlayabilir. Bu kâinat nizamının Allah tarafından hazırlandığının ve yine kendisi tarafın­dan yürütüldüğünün farkına varabilir. Bu kâinat nizamındaki hikmet, ma­rifet, bilgi, kudret, rahmet, rubûbiyyet, kanun, düzen, âhenk ve bunun içinde bulunan sayısız eşya, mahlûk ve varlıkların hepsi, Allah’ın var ol­duğunu ve her şeye hâkim olduğunu göstermektedir. Bütün bunlar, insa­nüstü veya doğaüstü bir varlık olmaksızın gerçekleşemeyeceklerini haykı­rarak bize bildiriyor. Bu kâinat nizamında birden fazla Tanrı’nın varoluşuna imkân yoktur. Bu hususta kimse Allah’ın ortağı ve eşi olamaz. Çünkü, böyle bir şey olsaydı, bu kâinat nizamı böylesine muntazam, böylesine âhenk içinde işleyemezdi. Yaradan, Rızık Veren, Zarar ve Kâr Veren ve diğer her konuda Söz Sahibi, Allah olduktan sonra başkalarının ma’bud ol­maya veya tapılmaya lâyık olduğu söylenebilir mi? O’nun kulları ve mahlûklarına başka kimse hâkim olabilir mi? İnsan eğer birine hizmet edi­yor veya kölelik ve kulluk yapıyorsa O’nun bir takım yetkilere sahip olma­sı, bazı fayda ve zararlar vermeye kâbil olması gerekiyor. Fakat O’nun hiç­bir yetkiye, kudrete ve kuvvete sahip olmadığını öğrendikten sonra da O’nu ma’bud olarak tanıması ve O’na tapması gayet tabii ki büyük bir bu­dalalıktır.

    25.1.2.4. Şirk’in Reddine Dair Deliller

    Kur’an-ı Kerîm’de Tevhid’in lehine ne kadar kuvvetli deliller verilmiş­se, şirkin reddi için de aynı şekilde kuvvetli ve isabetli deliller verilmiştir. Bunların bazısını buraya aktarıyoruz.

    “Haberiniz olsun ki, göklerde ve yerde olan her şey Allah Teâlâ’nın­dır. Allah’tan başkasına tapanlar da, gerçekte Allah’a koştukları şeriklere tabi olmuyorlar. Onlar âncak zanna tabidirler. Ve âncak yalan söylerler.” (Yunus; 66)

    “Müşriklerin taptığı şeylerden dolayı şüphede olma. Onlar, ataları­nın bundan evvel taptığı gibi taparlar. Biz de onlara nasiplerini (cezaları­nı) eksiksiz veririz.” (Hûd; 109)

    “Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine tabi olun’ denilirse, ‘hayır atalarımızı üzerinde bulduğumuz dine tabi oluruz’ derler. Eğer şeytan onları Cehen­nem azabına davet etse ona da tabi olurlar mı?” (Lokman; 21)

    “Yoksa onlara bundan önce bir kitap mı verdik ki, ona tutunup amel ediyorlar? Onlar: ‘Babalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz onların izle­ri üstünde gidiyoruz’ dediler. Bunun gibi, senden önce hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek o (memleketin) ileri gelenleri: ‘Biz ataları­mızı bir din üzerinde bulduk. Ve onların izlerine uymuşuz’ dediler. (Her peygamber, kendi ümmetine) ‘Atalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden da­ha doğrusunu size getirdimse de mi?’ dediğinde onlar: ‘Biz, sizin kendi­siyle gönderildiğiniz şeylere inanmıyoruz’ dediler.” (Ez-Zuhruf; 21-24)

    “Haklarında hüccet ve delil bulunmayan ve kendilerinin dahi (tanrı oldukları hususunda) bir bilgileri bulunmayan şeylere Allah’tan başka olarak ibadet ederler. Zâlimlere yardımcı yoktur.” (Hacc; 71)

    Yukarıdaki ayetlerde ve benzerlerinde müşriklerin, Allah’a başkaları­nı şerik koşmaları için herhangi bir delil bulunmadığına dikkat çekilmiş­tir. Müşrikler ancak atalarını körü körüne taklid ederler ve sadece kıyas ve tahminlerine dayanarak yalan yanlış tanrı ve tanrıçalar yaratıp bunlara ta­parlar. Müşrikler, bu kendilerini korumaktan âciz, hatta hareket bile ede­meyen tanrılara ibadet ederler ve onlara dilek ve istekte bulunurlar. Hal­buki, Cenâb-ı Allah, hiçbir zaman kendisinin herhangi bir ortağı olduğunu söylememiştir. Ayrıca, müşrikler, yapmacık tanrı ve tanrıçaların bir takım ilâhî ve olağanüstü yetki ve güçlere sahip olduklarını bilecek herhangi bir bilgi ve ilham kaynağına da sahip değillerdir. Buna ilâveten, Kur’ân-ı Ke­rim’de Şirk’in ne kadar saçma ve asılsız olduğu da defalarca vurgulanmış­tır. Şu ayetlere bakın:

    “Gökleri ve yeri yaratan, sizin için gökten su indirip onunla güzel bahçeler yapan kimdir? Siz, onların ağaçlarını bile bitiremezdiniz. Allah ile beraber başka bir Tanrı ha? Hayır, onlar haktan sapan bir kavimdir­ler. Yeri bir mesken yapan, ortasından nehirler akıtan, onda sabit dağlar yaratan ve iki deniz arasına bir perde koyan kimdir? Allah ile beraber başka bir Tanrı ha? Hayır, çoğu bilmez cahillerdir. Sunuya düşen kimse dua ettiği zaman, onun duasını kabul edip fenalığı gideren, sizi yeryüzün­de her şeye hâkim kılan kimdir? Allah ‘de beraber başka bir Tanrı ha? Ne az düşünüyorsunuz? Size karaların ve denizin karanlıklarında yol göste­ren kimdir? Rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gösteren kim­dir? Allah ile beraber başka bir Tanrı ha? Allah, onların şirk koştukları şeylerden çok yücedir. Halkı yaratıp duran, sonra onu iade edecek olan ve sizi gökten ve yerden rızıklandıran kimdir? Allah ile beraber başka bir Tanrı ha? De ki: ‘Eğer sözünüzde doğru iseniz delilinizi getirin.'” (Neml; 60-64)

    “Furkanı (Kur’anı) âlemlerin bir korkutucusu olsun diye kuluna indi­ren Allah’ın şanı ne yücedir. O Allah ki, göklerin ve yerin mülkü O’nun­dur. Hiçbir evlâd edinmemiştir. O’nun mülkünde bir ortağı da yoktur O, her şeyi yaratıp miktarınca takdir eylemiştir. (Mukadderatını tayin buyur­muştur). Kâfirler O (Allah)’dan başka olarak, hiçbir şeyi yaratmayan, kendileri yaratılmış olan, kendi nefislerine bile zarar ve faydaya muktedir olmayan, öldürmeye, diriltmeye ve ölüleri yeniden diriltip kabirden kaldırmaya kâdir olmayan şeyleri ilâh edindiler.” (Furkan; 1-3)

    Nahl sûresinin 3.’den 16. ayetine kadar Cenâb-ı Allah’ın muhtelif ya­ratıcı kudreti ve kuvvetine değinildikten ve yarattığı çeşitli eserlere işaret edildikten sonra şöyle denilmiştir.

    “Yaratan (Allah) hiç yaratmayan gibi midir? Artık siz hiç düşünme­yecek misiniz?” (Âyet; 17)

    “De ki, (Habibim): ‘Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?’ ‘Allah’tır’ diye cevap verirler. De ki: ‘O halde O’ndan başka, kendilerine bile ne bir fâi­de ve ne de bir zararları olmayan şeyleri dost mu edinirsiniz?’ De ki: ‘Kör ile gören bir olur mu?’ Yahut, ‘karanlıklar ile nur bir olur mu?’Yok­sa, Allah’a, O’nun yarattığı gibi yaratıcı ortaklar buldular da, bu yarat­ma kendilerine göre birbirine benzer mi göründü? De ki: ‘Her şeyi yara­tan Allah’tır. O, birdir. Her şeye galip ve hakimidir.” (Ra’d; 16)

    (Habibim) de ki, ‘Allah’tan başka taptığınız ortakları gördünüz mü? Yer yüzünde neyi yarattıklarını bana gösterin.’ Yahut onların göklerde (Allah’la) ortakları mı var? Yoksa kendilerine bir kitap vermişiz de, onlar bundan bir delil üzerinde midirler? Hayır ne öyle ne de böyledir. Zâlimler birbirlerini aldatmaktan başka bir vaadde bulunmuyorlar.” (Fâtır; 40)

    “Muhakkak onlara: ‘Gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsan, ‘Allah’ derler. De ki, ‘Eğer Allah bana bir zarar murad etse, o zararı gidermeye, eğer bana rahmet murad etse onu menetmeye Allah’tan başka taptıkları­nız kadir olabilir mi?’ De ki, ‘Allah bana kâfidir. Tevekkül edenler âncak O’na tevekkül etsinler!” (Zümer; 38)

    Müşrikler, ilâh ve ilahelerin, -Allah katında sevilen ve sayılan varlık­lar oldukları için- haklarında şefaatte bulunabileceklerini iddia ediyorlar­dı. Müşrikler, bu sebepten bu ilâh ve ilahelere ibadet ettiklerini söylüyor­lar ve onları yardımlarına çağırıyorlardı. Ayrıca bu ilâh ve ilahelerin fayda ve zararları hakkında da çok hassas davranıyorlardı. Ancak Kur’ân-ı Ke­rim, müşriklerin bu bâtıl fikir ve inançlarını da şiddetle reddetti:

    “Onlar Allah’tan başka, kendilerine ne zarar ne de faydası olmayan Şeylere taparlar. Ve: ‘Bunlar, Allah yanında bizim şefaatçilerimizdir’ derler. De ki, ‘Göklerde ve yerde Allah’a, bilmeyeceği bir şey mi haber veriyorsunuz?’ O, sizin şirk koştuklarınızdan münezzehtir, çok yücedir!” (Yunus; 18)

    “Agâh olun ki, şirk ve riyadan halis din Allah’ındır. O’ndan başka mabud edinenler, ‘Biz bunlara ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ta­pıyoruz’ (derler). Allah, onların arasında ihtilâf ettikleri şeyler hakkında hükmünü verecektir. Yalancı ve nimeti inkâr edip olanları Allah hidâyet etmez.” (Zümer; 3)

    “Müşrikler, kendilerine şeref ve izzet olsun diye Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Hayır, şeref ve izzet olmaz. O mabutları onların ibadet­lerini inkâr edip, onlara hasım olacaklar.” (Meryem; 82-83)

    “Onlar yardım olunurlar zannı ile, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. O ilâhları onlara yardım etmeye güç yetiremezler. Kendileri onlar için hazırlanmış askerlerdir.” (Yasin; 74-75)

    “(Habibim o müşriklere) De ki, ‘Allah’tan başka ilâh olduklarını id­dia ettiklerinize yalvarın. Onlar gökte ve yerde zerre kadar bir şeye bile mâlik değildir. Onların gökte ve yerde bir ortakları olmadığı gibi. O’nun da onlardan bir yardımcısı yoktur. (Allah’ın) katında şefaat, ancak O’nun Şefaat etmek veya şefaat olunmak için izin verdiğinden başkasına fayda etmez.” (Sebe’; 22-23)

    “Allah’tan başka, kıyamete kadar kendilerine icabet etmeyen ve ken­di dualarından gafil bulunanlara dua edenlerden daha fazla dalâlete düşmüş kim vardır? İnsanlar mahşerde toplandıkları zaman bunlar (ma’butları) onlara düşman olur ve ibadetlerini inkâr ederler.” (Ahkâf; 5-6)

    “Hakk olan dua, ancak Allah’a mahsustur. O’nu bırakıp çağırdıkları putlar ise kendilerine karşılık vermezler. Bu, suyu ağzına götürmek mak­sadıyla elini suya uzatan ve fakat ona bir türlü erişemeyen gibidir. Kâfir­lerin duaları sapıklık içinde kalmaktan başka (bir mahiyetle) değildir.” (Ra’d; 14)

    “Allah’tan başka dost edinenlerin örneği, kendine ev yapan örümce­ğin hali gibidir. Halbuki, evlerin en zayıfı örümcek evidir. Eğer bunu bil­selerdi. ” (Ankebut; 41)

    “Ey İnsanlar, Size bir misal getirildi. Onu dinleyiniz. Sizin Allah’tan başka taptıklarınız hep bir araya toplansalar bir sinek bile yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey kaparsa, onu ondan kurtaramazlar. İsteyen de istenen de âciz. Kâfirler, Allah’ı hakkiyle takdir edemediler. Allah, çok kuvvetli ve galiptir.” (Hacc; 73-74)

    “Bir şey yaratmayan ve kendileri yaratılıp durmakta olanlar ile, Al­lah’a şirk koşarlar mı? Onların mâbudları yardım edemezler. Ve kendi nefislerine bile yardımları olmaz.” (A’raf; 191-192)

    Nahl sûresinde, 65’ten 72. ayete kadar Allah’ın insanlara lütuf ve ih­sanlarından bahsedildikten sonra şöyle buyuruluyor:

    “Allah, size kendinizden zevceler ve zevcelerinizden de evlât ve to­runlar yarattı. Ve sizi iyi ve helâl şeylerle rızıklandırdı. Şimdi onlar, batı­la iman edip, Allah’ın nimetini inkâr mı ediyorlar? (Müşrikler) Allah’tan başka kendilerine göklerden ve yerden hiçbir rızık vermeye kadir olama­yan şeylere ibadet ederler, (taparlar.)” (Nahl; 72-73)

    “Yoksa onlar, Allah’tan başka şefaatçiler mı edindiler? De ki: ‘Onla­rın hiçbir şeye güçleri yetmez ve hiçbir şeye akıl erdiremezlerse yine (on­lara tapar misiniz)’. De ki, ‘Bütün şefaat Allah’ın kudretindedir. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Sonra O’na döndürüleceksiniz!” (Zümer; 43-44)

    “Gerçekten biz, etrafımızdaki memleketlerden bir haylisini helâk et­tik. Ve belki küfürlerinden dönerler diye, kendilerine ayetlerimizi tekrar tekrar gösterdik. Allah’a yakınlığa vesiledir diye, O’ndan başka ilâh edin­dikleri şeyler, onlara yardım etmek bir tarafa, bilâkis kendilerinden savu-Sup kayboldular, (işte bu, onların yalanlarıdır. Ve uydurmakta oldukları Şeylerin eseridir.” (Ahkâf; 27-28)

    Fâtır sûresinde, 11’den 13. ayetlerine kadar Cenâb-ı Allah’ın kuvvet ve kudretinden bahsedildikten sonra şöyle buyuruluyor.

    “İşte Rabbimiz olan Allah böyledir. Mülk ve tasarruf O’nundur. O’ndan başka taptıklarınız da bir hurma çekirdeğinin zarına bile mâlik değildirler. Eğer onlara (putlara) dua ederseniz duanızı işitmezler. Size cevap bile vermezler. Kıyamet gününde de şirkinizi inkâr edeceklerdir.” (Fâtır; 13-14)

    “Allah, hak ve adaletle hükmeder. (Kâfirlerin) Allah’tan başka tap­tıkları şeyler ise hiçbir şeye hükmedemezler. Allah, işitici ve görücüdür.” (Mü’min; 20)

    Kur’ân-ı Kerim’de daha sonra, şeref ve haysiyete talip olanların, özel­likle şefaat ve selâmet isteyenlerin doğrudan Allah’a müracaat etmeleri, herhangi bir aracı veya vasıtayı aramamaları gerektiği açıklandı.

    “İzzet isteyen (Allah’a itaat etsin), çünkü izzetin tamamı Allah’ındır. Hoş kelimeler ancak O’na yükselir. Ve O’nu salih amel yükseltir.” (Fâtır; 10)

    Müşrikler, Allah’ın evlâtları olduğunu, meleklerin O’nun kızları oldu­ğunu iddia ediyorlar ve dolayısıyla kendilerine ibadet edip duruyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm’de bu tür hareket ve tavırlar ağır bir şekilde tenkid edilip bunun saçmalığı dile getirildi:

    “Allah’a, O’nun yarattığı cinleri ortak yaptılar. Bilmeden O’na oğul­lar ve kızlar uydurdular. Allah ise onların tavsif eylediklerinden münez­zeh ve âlîdir. Gökleri ve yeri yoklan var eden O’dur. O’nun eşi olmadığı halde evlâdı olur mu? Halbuki her şeyi O yarattı. Ve her şeyi hakkiyle bi­lendir, işte Rabbiniz böyledir. O’ndan başka ilâh yoktur. Her şeyi yara­tan O’dur. O’na ibadet edin. O her şey üzerine vekildir.” (En’am; 100-102)

    “‘Rahman evlâd edindi’ dediler. Allah bundan münezzehtir. Hayır evlâdı dedikleri O’nun ikrama mazhar kılınmış kullarıdır. O’nun sözünün önüne geçmezler. Hep O’nun emri ile amel ederler. Allah onların önünde ve arkalarında olanı bilir. Onlar ancak Allah’ın razı olduğuna şefaat ederler. Ve O’nun azametinden korkarlar. Onlardan: ‘Ben, Allah’tan baş­ka ilâhım diyeni Cehennemle cezalandırırız. Biz, zâlimleri böyle ceza­landırırız.” (Enbiya; 26-29)

    “Öyleyken kullarından bazısı O’na cüz ve ortak isnâd ettiler. İnsan apaçık bir nankördür. Allah, yaratıklarından kızları kendisine edinip oğulları size mi ayırıp seçti? Rahman olan Allah’a kendisiyle darbı mesel eyledikleri şeyle (kızla) onlardan biri müjdeleme yüzü simsiyah olur ve kederinden yutkunur. Süs içinde yetiştirilmekte olup da kendisi mücadele delilini açıklamayan kişi (kızları) mı Allah’a isnâd ediyorlar? Allah’ın ku­lu olan melekleri de dişiler yaptılar. Onlar meleklerin yaratılmasını gör­düler mi? Onların şâhidlikleri yazılacak ve bundan mes’ul tutulacaklar.” (Zuhruf; 15-19)

    “(Ey Resulüm) şimdi müşriklere sor: ‘Kızlar Rabbinin de, erkek evlâtlar onların mı?’Yoksa biz, melekleri dişi yarattık ta, onlar şâhid mi idiler? Haberin olsun ki, onlar iftiralarından dolayı şöyle derler: ‘Allah doğurdu.’ Muhakkak onlar, yalancıdırlar. Yoksa (Allah) kızları oğullara tercih mi etti? Ne oluyor size ki, böyle hükmediyorsunuz? Düşünüp tefek­kür etmiyor musunuz? Yoksa elinizde bu hususta apaçık bir hüccet mi var? Eğer doğru söyleyenlerdenseniz kitabınızı getirin.” (Sâffât; 149-157)

    “Bana haber verin ki, Lât ve Uzza’ya mı tapıyorsunuz? Diğer üçün­cüsü olan Menat’a mı ibadet ediyorsunuz? Erkek sizin dişi O’nun mu? O takdirde bu insafsız bir taksimdir. Bu putlar, sizin ve babalarınızın uy­durdukları isimlerden başka bir şey değildir. Allah, bunun için bir hüccet indirmedi. Onlar, âncak zanna ve nefislerinin istediğine tabi olurlar. Halbuki, kendilerine Rabblerinden bir hidayet gelmiştir.” (Necm; 19-23)

    Kur’ân-ı Kerîm’de şirkin her yanı tenkid ve reddedilmiş ve müşrikle­rin mabudlarının, âyin ve merasimlerden başka bir şeye yaramadığı açık­lanmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de putlara ve ilâhlara bazı adak, hediye ve kur­banlar sunulduğu dünya işlerinde kazanç sağlanması için onlara dua ve ibadet edildiğine dikkat çekilmiştir. Bu ilâhi kitapta ilâh ve ilahelerden hiçbirinin, insanların nasıl yaşamaları gerektiğini, ahlâk ve faziletin kural­larının ne olduğunu, Hakk’ın ne, batılın ne olduğunu anlatacak durumda olmadığı vurgulanmıştır. Halbuki, duaya, ibadete ve itaate, ancak kullara ve kendisine tabi olanlara yol gösterebilen biri lâyık olabilir.

    “De ki, ‘sizin ortaklarınızdan hakkı gösteren var mı? ‘De ki, ‘Hakka götüren ve ona hidayet eden Allah’tır. O halde, Hakka hidayet eden mi yoksa hidayet etmeyip kendi hidâyete muhtaç olan mı uyulmaya daha lâyıktır? Size ne oluyor ki, böyle yanlış hüküm veriyorsunuz? Onların ço­ğu, ancak zanna tabi’ olurlar. Zann ise haktan bir şey ifade etmez. Allah, işledikleri şeyleri kemâli ile bilir.” (Yunus; 35-36)

    Bu suretle, delillerle şirkin tamamıyla ortadan kaldırılmasından sonra onun, Allah katında hiçbir zaman affedilmeyen bir günah olduğu, bundan ancak tövbe edilince kurtulmanın mümkün olduğu, yoksa şirk hâlinde her türlü iyi amelin kaybolup gittiği ifade edilmiştir.

    “Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başka her şeyi dilediği kimse için mağfiret eder. Allah’a şirk koşan büyük bir günah ile iftira etmiş olur.” (Nisâ; 48)

    “De ki, ‘Bana, Allah’tan başkasına ibadet etmemi mi emrediyorsunuz ey cahiller.’ Gerçekten sana ve senden evvelki peygamberlere, ‘eğer Al­lah’a şirk koşarsan amelin boşa gider. Ve hüsrana uğrayanlardan olur­sun’ diye vahyettik. Bilâkis Allah’a ibadet et ve şükredenlerden ol.” (Zümer; 64-66)

    25.1.2.5. Tevhid’in Vecibeleri

    Tevhid her bakımdan “hak” ve Şirk her bakımdan “batıl” ilân edildik­ten ve ispat edildikten sonra Kur’ân-ı Kerîm’de Allah-u Teâlâ’yı tek Rabb ve Ma’bud olarak tanıdıktan sonra neler yapmamız gerektiği de bir bir sıralanmıştır. Bunları şöyle aktarabiliriz:

    a) Allah’tan başka kimseye ibadet edilmemeli, tapılmamalıdır:

    “Ben cinleri ve insanları âncak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyat; 56)

    “Gece, gündüz, güneş ve aya Allah’ın kudretine delâlet eden ayetler­dendir. Siz, güneşe ve aya secde etmeyin. Onları yaratan Allah’a secde edin, eğer O’na ibadet edenlerdenseniz.” (Fussilet; 37)

    “(Habibim) Biz sana Kitab’ı hak olarak indirdik. O halde, dinde ha­lis olarak Allah’a ibadet et. Agâh olun ki, şirk ve riyadan halis din Al­lah’ındır. ” (Zümer; 2-3)

    “Bilâkis, Allah’a ibadet et ve şükredenlerden ol.” (Zümer; 66)

    “De ki; ‘Bana, Allah’tan başkasına ibadet etmemi mi emrediyorsunuz ey cahiller.” (Zümer; 64)

    b) Allah’tan başka kimseye dua edilmemeli, yalvarılmamalıdır. Al­lah’tan başka kimse insanüstü bir yaratık kabul edilip O’na dilek ve istekte bulunulmamalıdır.

    “Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz.” [3] (Fatiha; 4)

    “Allah ile beraber başka bir ilâha ibadet etme. Odan başka hiçbir ilâh yoktur.”

    (Kasas; 88)

    “Rabbiniz: ‘Bana dua edin. Size icabet edeyim. Bana ibadet etmekten büyüklenip yüz çevirenler, hakir ve zelîl olarak cehenneme gireceklerdir’ buyurdu.”[4] (Mü’min; 60)

    “Eğer kullarım sana beni sorarlarsa, ben yakınım. Bana dua eyledi­ği zaman, dua edenin duasına icabet ederim.”[5] (Bakara; 186)

    c) Allah’tan başka birinin gaipten haberdar olduğu düşünülmemelidir. Allah’tan başka kimse dünya ve kâinatın gizli ve açık sırlarını bilmez. Al­lah’tan başka kimse geçmiş ve gelecekten haber veremez.

    “De ki: ‘Göklerde ve yerde olan gaybı, Allah’tan başka kimse bil­mez.'” (Neml; 65)

    “Gaybın anahtarları O’nun yanındadır. Onu ancak O bilir. Karada ve denizde ne varsa O hepsini bilir. Ağaçlarda bir yaprak düşmez ki Al­lah onu bilmesin. Arzın karanlıklarında tek bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, Kitab-ı mübinde bulunmasın.” (En’am; 59)

    d) Allah’tan başka kimsenin kapısı çalınmamalıdır; kimse için adak verilmemeli, kurban kesilmemelidir. Allah’ın adı anılmadan kurban edilen veya kesilen her hayvanın eti haramdır. Kur’ân-ı Kerîm’de en az dört yer­de Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanın haram olduğu belirtilmiştir.

    (Bk: Bakara, 173, Maide: 3, En’am; 145 ve Nahl; 115). Maide sure­sinde ayrıca şöyle denilmiştir: “Size ölmüş hayvan, kan, domuz eti, Al­lah’tan başkası için boğazlanan, boğularak, vurularak, düşerek, başka bir hayvan tarafından boynuzla vurularak telef edilmiş hayvanlarla, ca­navarın parçaladığı ve yetişip ölmezden evvel boğazlanmayan, dikili taş­lar üzerine kesilen hayvanların yenmesi ve oklarla fal bakmak haram kı­lındı.” (Ayet; 3)

    En’am sûresinde konuya şu açıklık ta getirilmiştir:

    “Eğer O’nun (Allah’ın) ayetlerine inananlardan iseniz boğazlanırken üzerine Allah’ın ismi okunan şeyleri yeyiniz.” (Ayet; 118)

    “Üzerine, Allah’ın ismi zikrolunmayan şeyden yemeyiniz. Bunu ye­mek fısktır.” (Ayet; 121)

    e) Bütün kâinata rakipsiz hâkim olan Allah’ın hak, tasarruf ve selâhiyetleri, insanların bütün sosyal mesele ve faaliyetlerinde, meselâ ahlâk, kültür, medeniyet, toplum, ekonomi, siyaset, kanun, hukuk, barış ve savaş v.s. gibi alanlarda kabul edilmelidir. Kanun ancak Allah’ın.olmalıdır; hu­kuk ancak Allah’ın olmalı, başkalarına kanun hazırlama ve uygulama yet­kisi verilmemelidir. Allah’ın helâl ettiği helâl, haram ettiği haram olmalı­dır. Allah’tan başka hiçbir kimse, helâli haram veya haramı helâl etmeye yetkili kılınmamalıdır. Bütün kaide, kanun ve kuralların kaynağı ancak Allah ve O’nun kitabı olmalıdır, insanî meseleler hakkında Tek Allah’tan başka kimse söz sahibi olmamalıdır. İnsanlara gerçek anlamda, İnsanlar değil, Allah hâkim olmalıdır.

    “İşlerinizden bir şey hakkındâ ihtilâf ettiğiniz zaman, onun hükmü ve fazlı Allah’a aittir.” (Şura; 10)

    “Yoksa, Allah’ın izin vermediği şeyi, dinden kendilerine şeriat yapan ortakları mı var? Eğer fasıl kelimesi olmasaydı (azapların tehiri için hü­küm geçmemiş olsaydı) aralarında hüküm icra edilmişti bile.” (Şura; 21)

    Bu ayette kullanılan “ortaklar” kelimesinden insanların dua ve ibadet ettiği, adak ve kurbanlarını sunduğu ve uğurlarında bazı dinî merasimler yaptığı ilâh, tanrı ve tanrıçalar değil, insanların bazı hukukî ve içtimaî me­selelerde hâkim ve hakem olarak kabul ettiği kişiler kastedilmiştir. Bu ki­şilerin fikir, akide, ideoloji ve felsefelerine inanılmış, verdikleri değerler baş tacı yapılmış, ahlâk, fazilet, medeniyet, kültür ve evren ile ilgili kaide ve kuralları büyük kitleler tarafından benimsenmiştir. Aynı kişilerin tan­zim ettikleri kanun ve ilkeler geliştirdikleri gelenek ve görenekler dinde, siyasette, iktisatta, cemiyette, kültürde, sanatta, ticarette, hükümette dev­lette ve medeniyette birer şeriat olarak kabul edilmiş ve uygulanmıştır. Bu ayette, işte bu sapıklıklara dikkat çekilmiş ve İnsanlar uyarılmıştır.

    “Onlar, alimlerini, rahiplerini, Meryem’in oğlu Mesih’i Allah’tan başka Rabb edindiler. Halbuki, onlara da, ancak kendisinden başka ilâh olmayan bir tek Allah’a ibadet etmeleri emrolunmuştu. Allah onların şirklerinden münezzeh ve yücedir.” (Tevbe; 31)

    Hadislerden anlıyoruz ki, İslâmiyet’e giren ilk Hıristiyan olarak bilinen Hz. Adiyy bin Hâtem bir defasında Rasûlullah (a.s.)’ın huzuruna gelerek kendisine bazı sorular sordu; bu sorulardan biri de yukarıdaki ayetle ilgi­liydi. Adiyy bin Hâtem, alimlerin, rahiplerin ve Mesih’in Rabb edinilmesi­nin ne anlama geldiğini sordu. Rasûlullah (a.s.) buyurdular ki, “Onların haram kıldıklarını sizin de haram olarak kabul etmeniz ve onların helâl kıldıklarını sizin de helâl olarak kabul etmeniz doğru değil midir?” Adiyy; “evet, bunu elbette yapıyorduk” dedi. Buyurdular; “işte bu, onları Rabb olarak kabul etmek demektir.” Bu kurala göre, Kitabullah’ın dışında in­sanların hayatıyla ilgili bazı emir ve yasaklar getirenler aslında Allah’ın tanrılığına karışmış oluyorlar ve bu tasarrufları yapanlara tabi olan veya onların yanında yer alanlar ise onları bir bakıma tanrı derecesine çıkarmış oluyorlar.

    “De ki: ‘Görmez misiniz ki, Allah’ın size indirdiği rızıktan (kimini) helâl (kimini) haram, kılarsınız.’ De ki, ‘bunun için size Allah mı izin ver­di, yoksa Allah’a iftira mı ediyorsunuz?'” (Yunus; 59)

    “Dillerinizin yalana alışması dolayısıyla Allah’a yalanla iftira etmek için, ‘Bu helâldir, bu haramdır’ demeyiniz. Allah’a yalan iftira edenler iflâh olmazlar.” (Nahl; 116)

    “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerdir… zâlimlerdir… fasıklardır…” (Maide; 44,45,47)

    “Hevasını kendisine ilâh edinen kimseyi gördün ya… Allah, onu bir ilim üzerine şaşırtmış, kulağını ve kalbini mühürleyip, gözüne de bir per­de çekmiştir…” (Casiye; 23)

    Böylece, Hz. Muhammed (a.s.)’in vaaz ettiği ve yaymaya çalıştığı tevhîd fikrinin vecibeleri, insanların sadece Allah’ı tek olarak kabul etme­leri O’na ibadet etmeleri, dua etmeleri, tapmaları ve başka kimselere dilek ve istekte bulunmamaları değildi; aksine bütün devlet, hükümet ve toplu­mun, kanun, düzen ve geleneklerini terk edip yalnızca Allah’ı kanun tan­zim eden ve tatbik eden olarak kabul etmeleri de gerekiyordu. Hz. Pey­gamber (a.s.) bile bu genel kuraldan müstesna değildi. Hz. Peygamber (a.s.)’in de diğer İnsanlar gibi Allah’ın verdiği kanunlara uyması gerekliy­di ve kendisi Allah’ın helâl veya haram kıldığı eşya ve kanunlarda herhan­gi bir tasarruf yapamazdı.

    “Kendisinden başka bir ilâh bulunmayan Rabbinden sana vahyolu­nana tabi ol.” (En’am; 106)

    “Allah’ın sana helal kıldığı şeyleri niçin kendine haram ediyorsun?” (Tahrim; 1)

    Bu, aslında uluslararası ve evrensel bir devrime davetti. Kur’ân, sa­dece dini değil, bütün hayat düzenini değiştirmek istiyordu. Bu inkılabî fi­kir ve hareket tabii ki müşrik Arapları çileden çıkardı; ama en çok Kureyşlileri küplere bindirdi. Zira asıl menfaatleri zedelenen ve zarar gören onlardı. Bu fikir ve hareketin başarılı olması onların felâketi ve ölümü de­mekti ve bu sebeple, İslâmiyet’e en büyük muhalefet ve taarruz onlardan geldi.

    25.1.3. Kureyşlilerin Muhalefetinin En Büyük ve En Temel Sebebi

    Kureyşlilerin, Rasûlullah (a.s.)’ın İslam davasını kabul etmeleri halin­de karşılaşabilecekleri en büyük tehlikeye Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle işaret edilmiştir.

    “Onlar, ‘Eğer biz doğru yola uyar, seninle beraber olursak memleke­timizden çıkarılırız’ dediler.” (Kasas; 57)

    Konuya ciddiyetle eğildiğimiz takdirde, Kureyşlilerin İslâmiyet’i ka­bul etmemeleri ve buna şiddetle muhalefet etmelerinin en büyük ve en te­mel sebebinin işte bu olduğunu göreceğiz. Bu noktayı iyice anlayabilme­miz için tarihe bir göz atmamız ve Kureyş’in o zamanki dinî, ekonomik ve toplumsal durumunu gözümüzün önüne getirmemiz gerekiyor:

    Tarih, Kronoloji ve Antropoloji’ye göre Kureyşlilerin, Hz. İsmail’in evlâtlarından geldiği sabitti. Bu bakımdan, onlar Peygamberzâde, pirzâde sayılırlardı. Ayrıca, Kusayy bin Kitab’ın akıllı ve basiretli çalışmaları so­nucu Kureyş sülâlesi Mekke’ye yerleşip Kâbe’nin mütevellisi ve koruyu­cusu haline gelmişlerdi. Kâ’be’nin muhafızı ve bakıcısı olmak büyük bir şerefti ve bu sebeple Kureyşlilerin yıldızı günden güne parlamaya başla­mıştı. Arabistan’ın en büyük ibadet yeri onların elinde idi ve Arap kabile­leri arasında dinî lider durumuna yükselmişlerdi. Hac mevsiminde Kureyş kabilesinin üstlendiği çeşitli dinî görevler kendilerine ayrı bir önem ve avantaj kazandırıyordu. Hac zamanında Arabistan’ın dört bir yanından ge­len kabileler ister istemez Kureyşlilerle tanışma ve haşır-neşir olma fırsa­tını bulurlardı. Böylece, Kureyşlilerin tanımadığı veya iyi ilişkiler içinde bulunmadığı bir Arap kabilesi yoktu. İlişkilerin böylesine gelişmesinden yararlanan Kureyşliler ticarete ve işe alıldılar. Bizans ile İran imparator­lukları arasındaki çekişme ve sürtüşme ekmeklerine yağ sürdü. O döne­min uluslararası ticaretinde önemli bir rol oynamaya başladılar. O devir­de, Roma, Yunanistan, Bizans, Mısır ve Suriye’nin Çin, Hindistan, Endo­nezya ve Doğu Afrika ile olan bütün ticari bağlantıları İran tarafından en­gelleniyordu. Kala kala Kızıldeniz ticaret yolu kalmıştı; ama bu ticaret yolu da İran’ın Yemen’i ele geçirmesiyle kapanmış oldu. Bu durumda Arap’ların aracılığına büyük ihtiyaç vardı. Arap’ların bir yandan Bizans imparatorluğundan malları alıp Basra Körfezine ve Arap Denizine ulaş­maları ve diğer yandan, bu limanlar kanalıyla, Doğu ülkelerinden gelen mallan alıp Bizans imparatorluğuna götürmeleri ve yetiştirmeleri isteniyordu. Bu ihtiyaca cevap veren Arap tüccarları, özellikle Kureyşliler, kısa zaman içinde Mekke’yi önemli bir ticaret merkezine dönüştürdüler. Ara­bistan’da o dönemde anarşi, korsanlık ve soygunculuk her tarafa hâkimdi. Ticari kafilelerin yolları kesilir ve haydutlar ile korsanlar bütün mal ve mülkü alıp götürürlerdi. Ayrıca tüccarları acımadan öldürürlerdi. Fakat Kureyş sülâlesi bütün Arabistan’da sevgi ve saygı gördüğü için, onların yönetiminde veya himayesindeki ticari kafileler her tarafa korkusuzca gidebiliyorlardı. Durumu daha da garantiye almak amacıyla Kureyşli tüc­carlar, kafilelerinin geçtiği bütün ana yollarda ve kavşaklarda bulunan kabileler ile anlaşmalar imzalamışlardı. Bu anlaşmalara göre ilgili kabile­ler ticari kafilelere dokunmazlardı ve bunun karşılığında ticaret payı ve komisyonlar ile hediyeler alırlardı. Kureyşliler ayrıca, borçlar vererek faiz alıyorlardı ve bu şekilde pek çok Arap kabilesini kendilerine bağlamışlar­dı.

    Bu ortamda Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın yeni bir din ve dava ile ortaya çıkması Kureyşlileri dinî açıdan tabii ki hayli kızdırdı ve sinir­lendirdi. Onlar atalarının din ve inançlarını terk etmek istemiyorlardı. Fa­kat onları asıl kızdıran ve çileden çıkaran şey, onların ekonomik ve sosyal çıkarlarına yönelik tehdid idi. Yeni dinin onların ekonomik ve ticari çıkar­larını ne büyük ölçüde zedeleyeceğini sezmekte gecikmediler. Arap’lar ve özellikle Kureyşliler, şirk aleyhinde ve Tevhid lehindeki delillerin ne ka­dar sağlam ve inandırıcı olduğunu çok iyi biliyorlardı. Ama bu deliller ne kadar kuvvetli ve inandırıcı olursa olsun, yeni daveti ve İslâmiyet’i kabul etmeleri, kendi ölüm fermanlarına imza atmaları demekti, İslamiyet’i ka­bul etmeleri halinde her şeyin tersine döneceğinden korkuyorlardı. Ka’be ve puthanenin ayakta kalmasının gerekçesi ortadan kalkınca Kureyş’in dinî imtiyazları mütevelli ve koruyucu vazifesi, üstünlüğü, itibarı, önderli­ği, ve mali menfaatleri de ortadan kalkacaktı. Bununla birlikte, ticaretteki merkezi rolü de zedelenmiş olacaktı. Ticarî kafilelerinin emniyet içinde geçmeleri için çeşitli Arap kabileleriyle vardıkları sözleşmelere son veri­lecekti. Toplumdaki üstün mevkileri ve liderlik durumları da sarsılmış olacaktı. Kısacası, maddi ve ekonomik zenginlik ve refah dönemleri sona ermiş olacaktı. Dahası, belki de Mekke’yi, hatta kendi ev ve barklarını bile terk etmeleri gerekebilirdi. İşte Kureyşliler buna hiç razı değillerdi.

    Ne var ki, onların bu kuşku ve kaygıları yersizdi ve onlar boş yere kendilerini helâk ediyorlardı. Düşüncelerindeki bu sakatlık maddeci ve dünyacı oluşlarından ileri geliyordu. Rasûlullah (a.s.) diyordu ki, “bakın ey Kureyşliler, size sunmakta olduğum kelimeyi okur ve davetimi kabul ederseniz, dünyalar sizin olacaktır. Arap ile Acem, Doğu ile Batı, hepsi sizin olacaktır.” Fakat bu hayat müjdesi Kureyşlilere ölüm fermanı gibi geliyordu. Onlar, İslamiyet’i kabul etmeleri halinde, Arabistan ile İran şöyle dursun, o sırada sahip oldukları servet, şöhret ve şerefi de kaybede­ceklerini sanıyorlardı. Hak dinini kabul eder etmez kendilerine bir âfet ge­leceğini, bir felâkete uğrayacaklarını, evlerinden ve yurtlarından olacakla­rını düşünüyorlardı. Halbuki, sadece birkaç yıl sonra, İslâmiyet Arabis­tan’da iyice kökleşip yayılınca müslümanlar muazzam bir devlete ve hü­kümete kavuştular. Bütün Arabistan bu devletin bayrağı altında birleşerek her alanda büyük hamleler yapmaya ve müslümanlar ülkeler fethetmeye başladılar. Kureyşlilerin aynı kuşağı henüz hayatta iken, İran, Irak, Suriye ve Mısır gibi kuvvetli ve muhteşem devlet ve imparatorluklar müslüman­lara tâbi oldular ve Hz. Peygamber (a.s.)’in mübarek sözlerini söylemesin­den sonra bir yüzyıl bile geçmemişti ki, yine Kureyş hanedanına bağlı ha­lifeler Hindistan’dan İspanya’ya ve Kafkasya’dan Yemen sahillerine kadar dünyanın önemli bir bölgesine hâkim oldular.

    25.1.4. Kureyşlilerin Kuşkularını Ortadan Kaldırmak Amacıyla Kur’ân-ı Kerim’in Verdiği Cevaplar

    Kur’ân-ı Kerîm’in Kasas sûresinde Kureyşlilerin bu kuşku ve kaygısı­na çok etkileyici bir cevap verilmiştir.

    “Biz onları, tarafımızdan rızık olarak, her şeyin mahsûllerinin topla­nacağı emin bir haremde yerleştirmedik mi? Lâkin, onların çoğu bunu bilmezler.” (Kasas; 57)

    Bu, Allah tarafından, Kureyşlilerin ilk özür ve bahanesine verilen bir cevaptır. Burada bahsedilen harem, Kâbe’dir. Allahu Teâlâ demek istiyor ki, “ey Ehl-i Kureyş, Kâ’be’nin emniyeti, merkeziyeti ve dinî itibarı yüzün­den Mekke gibi verimsiz ve çorak bir araziye paralar su gibi akıyor. Dün­yanın dört bucağından ticaret mallan ve bunlardan elde edilen gelirler bu­raya geliyor ve toplanıyor. Ka’be ve Mekke’nin bu duruma gelmesi sizin marifetleriniz sayesinde mi olmuştur? Tabii ki hayır. Bundan 2500 yıl ön­ce Allah’ın bir kulu, karısı ve küçük bebeğiyle beraber, kupkuru dağlarla çevrili olan bu çorak vadiye gelmiş ve taşları taşlar üstüne koyarak bir ev yapmıştı. Daha sonra bunun Allah’ın evi olduğunu ilân etmiş ve insanların buraya gelip hac ve tavaf etmeleri için Rabbine yalvarmıştı. Bu Allah’ın bereketi ve şânı değilse nedir? Aradan 25 asır geçmesine rağmen bu ev hâlâ Arap’ların kutsal yeri olma hüviyetini muhafaza etmektedir. Bütün ülkede kan gövdeyi götürürken tek emin yer işte burasıdır. Herkesin iba­det ettiği ve hürmet ettiği yer burasıdır. Her sene binlerce insan buraya ge­lip hac eder. İşte bu evin mütevelliliği sayesinde siz de Arap kabilelerinin reis ve liderleri haline gelmişsinizdir. Para ve refah içinde yüzüyorsunuz. Dünya ticaretinde önemli bir rol oynuyorsunuz, işiniz iyidir. Bütün bunla­rı kimin sayesinde elde ettiniz? Siz, Allah’ın dinine, O’nun mesajına karşı çıkarak ve gösterdiği yoldan ayrılarak kısacası, O’nun nimetlerini inkâr ederek refah ve mutluluk içinde yaşamaya devam edeceğinizi mi sanıyor­sunuz?” Daha sonra şöyle buyurdu.

    “Biz, geçimi ile şımarıp azmış nice memleket halkını helâk ettik. İşte onların meskenleri. Onlardan pek azı iskân edilmiştir. Onların mal ve memleketlerine biz vâris olduk.” (Kasas; 58)

    Bu, müşriklerin bahanesine verilen ikinci cevaptır. Burada denilmek isteniyor ki, zenginlik ve refah gelip geçici şeylerdir. Bunlar elden gide­cek diye Hak dinine yaklaşmak istemeyen Kureyşliler Âd, Semûd, Sabâ (Sebe’), Medyen ve Lût kavimlerinin ibret verici sonlarından ders almalı­dırlar. Zira, isimleri sayılan bu kavimler de bir zamanlar şan-şöhret, servet ve refaha, kısacası, istedikleri her şeye sahiptiler. Ama bunlar, Allah’ın ga­zabı ve azabından kurtulmalarına yetti mi? Servet, refah ve yüksek hayat seviyesi insanların nihaî hedefi olmamalıdır. İnsanlar bunlar için helâl ve haram arasındaki farkı unutmamalıdır, Hak’tan kaçıp batıla sarılmamalı-dır. Bundan sonra kendilerine şöyle hitap edildi.

    “Senin Rabbin, memleketlerin merkezlerine, onlara ayetlerimizi oku­yan bir peygamber göndermedikçe o memleketleri helâk edici değildir. Biz, halkı zâlim olan memleketlerden başkasını helâk edici değiliz.” (Kasas; 59)

    Bu, Kureyşlilerin itirazına üçüncü cevaptı. Burada denilmek isteniyor ki, geçmiş devirlerde mahv ve helâk olunan uluslar baskı ve zulüm uygu­luyorlardı. Onların kötü gidişatına “dur” demek amacıyla Allah’tan ikaz eden ve kötü akıbetlerinden haber veren peygamberler geldi. Ama onlar söz dinlemediler ve korkunç bir akıbete uğradılar. Onlar gibi Kureyşliler de tavır ve davranışlarını değiştirmez ve doğru yola girmezlerse sonları acı olacaktır. Kendilerini uyarmak ve hidâyete götürmek üzere bir peygamber gelmiştir. Eğer bu peygamberin dediklerini yapmaz ve sadece kendi maddi menfaat ve refahlarını düşünürlerse onların sonu da geçmişin kavimlerinden farklı olmayacaktır. Kısacası, sonları iman ve inançtan de­ğil, küfür ve dalâletten dolayı kötü olacaktır.

    “Size verilen her şey dünya hayatının metaı ve ziynetidir. Allah’ın nezdinde olan şeyler ise daha hayırlı ve daha devamlıdır. Akıllanmaya­cak mısınız? Kendisine herhalde mülaki olacağı güzel bir vaad ile söz verdiğimiz kimse, dünya hayatının zevkini kendisine tattırdığımız, sonra da kıyamet gününde azab için huzurumuza getirilmiş olan kimse gibi mi­dir?” (Kasas; 60-61)

    Bu, Kureyşli müşriklerin itirazına dördüncü cevaptı. Allah’ın, Ku­reyşlilere verdiği bu cevabı iyice kavrayabilmemiz için şu iki noktayı ak­lımızdan çıkarmamalıyız:

    Birincisi, insanların dünyadaki yaşantısı pek uzun sayılmaz, İnsanlar ancak birkaç yıl için dünyaya gelir, sonra da göçüp giderler. Bu, geçici bir yolculuktur. Onların daimi ve ebedi hayatı öbür dünyadadır. Orada sonsu­za dek yaşayacaklardır. O halde, dünyadaki geçici devrede İnsanlar ne ka­dar para, pul ve servet kazanırlarsa kazansınlar ve ne kadar bolluk ve re­fah içinde yaşarlarsa yaşasınlar, bir gün mutlaka öleceklerdir. Bütün mal ve mülklerini geride bırakıp gideceklerdir. Bu sebeple, akıllı bir insan, dünyadaki bu geçici refah ve mutluluğa ahiretteki rahat ve huzuru tercih eder. İnsan, ömründe, dünyadaki sıkıntı ve güçlüklere katlansa da öbür dünyada sonsuza kadar bolluk ve mutluluk içinde yaşayabilir.

    İkincisi, gerçekler her ne kadar yukarıda belirttiğimiz gibi olsa da, Hak dini, insanlardan dünya nimetlerini durup dururken terk etmelerini is­temez. İslam, insanların sahip olabilecekleri veya oldukları imkân, servet ve bolluğu ellerinin tersiyle itmesini talep etmez. İslam, sadece insanların akıllı davranmalarını, dünyanın cazibesine kapılıp âhireti unutmamalarını, nihaî gayelerinin bu dünya değil, öbür dünya için hazırlık yapmaları oldu­ğunu vurgulamak ister. Dinimiz, bu dünyanın fâni ve geçici, halbuki öbür dünyanın kalıcı ve daimi olduğuna işaret ederek âhiretteki rahat ve huzuru düşünmemizi tavsiye eder. Fakat, mesele dünya ile âhiret arasında bir se­çim yapmak ise, o zaman insanların kendi sağduyularına dayanarak âhireti seçmelerini talep eder.

    Bu iki noktayı gözümüzün önünde bulundurarak yukarıdaki ayetlerde Allah’ın Mekkeli kâfirlere ne demek istediğine dikkat etmeliyiz. Cenâb-ı Allah, Kureyşlilerin kendi ticaretlerine ve işlerine son vermelerini veya Peygamber Hazretlerinin (a.s.) sözlerine uyarak fakirlik ve sefalete itilme­lerini istemiyor. Allah sadece şunu demek istiyor. Sizin uğrunda deli divâne olduğunuz dünya nimetleri ve zenginlikler, âhiretin nimetleri ya­nında birer hiçtirler. Ahiretteki nimetler, dünyadakiler gibi ne geçicidir ne de nitelik bakımından az veya kötüdür. Böyle bir durumda, yalnızca dünyevi ve geçici nimetlere kanarak kalıcı nimetleri reddetmek akılsızlık değilse nedir? Siz kendiniz karar verin; dünyada Allah’ın ve Peygam­ber (a.s.)’in sözlerini dinleyip biraz sıkıntı çekmek mi daha iyidir, yoksa mahşerde suçlu olarak Allah’ın karşısına çıkmak ve kalıcı nimetlerden uzun süre mahrum kalma cezasına çarptırılmak mı? Daha sonra şöyle de­nilmiştir.

    “Kıyamet günü, Allah onlara nida edip, ‘bana şerik olduklarım zan­nettikleriniz nerede?’ buyuracak.” (Kasas; 62)

    Kur’ân-ı Kerîm’in bu sözleri de dördüncü itiraza verilen cevap ile ilgi­lidir. Burada, sadece dünyevî çıkar ve rahatlıklar uğruna doğru yolu kabul etmeyenlerin, şirk ve küfürlerinde ısrar edenlerin, öbür dünyadaki daimi ve ebedi hayat sırasında ne kadar zor duruma düşecekleri anlatılmıştır.

    25.2. HZ. MUHAMMED (A.S.)’İN PEYGAMBERLİĞİNE İNANMAYA DAVET

    İslâmî davetin ikinci önemli noktası risâlet (peygamberlik)’e imandı. İnsanların, Allah’ı tek ve rakipsiz mabud ve hâkim olarak tanımalarından sonra, peygamberleri Allah’ın habercileri ve rasûlleri olarak kabul etmele­ri istendi. Allah’ın, insanlara hidâyet yolunu göstermek, emir vermek, bazı yasaklar getirmek ve ibadet şeklini öğretmek maksadıyla güvenilir ve meşrû mesajcı veya tebliğci olarak peygamberleri seçtiği belirtildi. Allah ayrıca peygamberleriyle, insanlara akide, inanç ve ahlâk kurallarını, helâl ve haram arasındaki farkları ve insan hayatında uyulması gereken ilâhi kanunları da gönderdi. Bu bakımdan insanların Allah’tan sonra peygam­berlere de iman etmeleri istendi. Peygamberleri Allah’ın temsilcileri ola­rak kabul etmeleri, diğer bütün hâkim ve liderlerin peşini bırakıp peygam­berleri örnek almaları, getirdikleri emir ve telkinlere uymaları istendi. Bu suretle, İslâm dini, Tevhîd veya Allah’ın bir oluşunu insanlara kabul ettir­dikten sonra, insan hayatında yapmak istediği büyük devrimin ameli yanı olan risâlete de iman edilmesini istedi. Zira, Tevhid’i kabul ettikten sonra, insan yalnızca Allah’a ibadet etmeyi ve gösterdiği yolu takip etmeyi taah­hüt etmiyor, ayrıca, bu işin nasıl gerçekleşeceğini de düşünmüş oluyor. İnsan, bu noktada Allah’a itaat ve ibadetin gerçek ve makbul olan şeklinin ne olduğunu düşünmeye başlıyor. İşte bu anda insanlara pratik yollar gös­termek gayesiyle peygamberler gönderilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in anlattı­ğına göre, bu işin pratik yönü risâlet veya peygamberliktir. Allah’a itaat etmek isteyenlerin, peygamberlerin söz ve hareketlerine uymalarından başka çareleri yoktur. Allah’ın bütün emir ve hükümleri, peygamberler yoluyla insanlara ulaşır. Akide ve inanç, evham ve kavramlar, din ve mez­hepler, kanun ve adalet, gelenek ve görenek, ideoloji ve ideolojisizlik ara­sında bölünen insanlık bir noktada birleşerek tek bir kaynaktan hidayet alır. Böylece, İslâmî davetin nihaî hedefi olan din’in kurulması için zemin hazırlanmış olur.

    Kur’ân-ı Kerîm bu konuyla ilgili öğretilerini şöyle ele alarak meseleyi daha iyi kavramış olacağız:

    25.2.1. Dünyanın Kuruluşu Sırasında Peygamberlerin Meb’us Edilişi

    Risâlet veya nübüvvetle ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan ilk şey, Âdem oğullarının, yaratıldıkları ve dünyanın kurulduğu sırada Al­lah’ın hidâyetinin kendilerine peygamberler aracılığıyla geleceği konusun­da uyarılmalarıdır.

    “Ey Adem oğulları, size içinizden ayetlerimi anlatan peygamber gel­diğinde ittikâ edip ıslah-ı hal edenlere korku yoktur. Onlar mahzun da ol­mazlar. Ayetlerimizi tekzip edip onları kabulden kibredenler orada ebedi kalmak üzere cehennem ehlidirler.” (A’raf; 35-36)

    25.2.2. Peygamberlere İman Etmenin, Servet ve Refah İle İlgisi

    Aynı mevzuya, Hz. Adem ile Havva (a.s.)’nın dünyaya indirilişleri ile ilgili hikâyenin anlatıldığı Bakara süresinin 38-39 ve Tâhâ suresinin 123-124, ayetlerinde de temas edilmiştir. Bu ayetlerde, peygamberlerin, sade­ce insanların hidayeti için dünyaya gönderildiğinden bahsedilmemiş, ayrıca insanların dünyada ve âhirette kazançlı veya zararlı çıkmalarına sebep olacakları da anlatılmıştır. Peygamber veya rasûllerin vaaz ve telkinlerine uyarak ıslâh olup takva sahibi olanlar hem kazançlı çıkacak, hem de mutluluğu bulacaklardır. Ama peygamberlerin sözlerini dinlemeyenler hem dünyada cezasını çekecekler hem de öbür dünyada cehennemde yanacak­lardır. Nitekim, pek çok ayetlerde peygamberlerin vaaz ve ikazlarına kulak asmayanların korkunç bir akıbete uğradıkları ifade edilmiştir.

    “Onlar yeryüzünde seyahat etmediler mi? Ki, kendilerinden evvelki­lerin akıbetlerinin nasıl olduğuna baksınlar. Onlar kuvvetçe ve yeryüzü­nü imarda bunlardan daha üstündürler. Allah, onları günahları yüzün­den helâk etti. Onları Allah (ın azabından) koruyan olmadı. Çünkü onla­ra peygamberleri Mu’cizelerle gelir, onlar da küfrederlerdi. Allah da on­ları helâk etti. Muhakkak ki, O Kavi ve Şedidu’l-İkâb’dır.” (Mü’min; 21-22)

    Hemen hemen aynı ifade, Fâtır sûresi (âyet; 25-26) ve Teğâbûn sûresi (âyet; 5-6)nde kullanılmıştır. Aslında Kur’ân-ı Kerîm, peygamber­lerinin sözlerini dinlemeyerek Allah’ın azabına uğrayan ve helâk olan birçok milletin kıssalarıyla doludur.

    Ayrıca, âhiretten bahsedilirken Allah’ın yüce mahkemesinde sorgu ve sualin peygamberle ilgili olacağı belirtilmiştir, ilâhi mahkemede suçlu ve sapık insanlara şöyle bir soru sorulacaktır: “Ak ile karayı, Hak ile Batılı ve doğru ile yanlışı ayırt edebilmeniz için size Allah’ın peygamberleri gönderilmişti. O peygamberler vazifesini yerine getirdiler. Size iyiyi, doğ­ruyu öğrettiler, ayrıca küfür ve şirkin sonucunun ne kadar kötü olacağını da anlattılar. Ama siz onların sözlerini dinlemediniz. Artık siz Cehen­nem’in azabına lâyıksınız.”

    “Biz, Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi Sana da vahyettik… Ve bundan evvel sana hikâye eylediğimiz Rasûllere ve kıs­salarını sana nakletmediğimiz peygamberlere de vahyettik. O peygam­berlerden sonra İnsanlar için Allah üzerine bir bahaneleri kalmasın diye müjdeleyici ve korkutucu Rasûller gönderdik…”    (Nisa; 163-165)                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                        

    Yani, bütün bu peygamberlerin vazifesi, kendilerine iman eden ve Allah’ın emrine uyanlara refah ve saadeti müjdelemek ve kendilerine İman etmeyip kötülük ve günahlarında ısrar edenleri ikaz etmek ve kor­kutmaktı. Allah’ın, bu peygamberleri dünyaya göndermesinin gayesi, son hüccetini insanlara sunmaktı. Böylece, son mahkemede kimse “ne yapa­yım, bana yol gösteren gelmedi, ben kimi örnek alabilirim?” diye bahane­de bulunamaz.

    Kur’ân-ı Kerîm’de âhiretten bahsedilirken, risâlete iman etmeyenlerin ve peygamberleri reddedenlerin, -amelleri ne kadar iyi olursa olsun- boş olacağı kaydedilmiştir. Böylece, ahirette mahkemeleri tamamlandıktan sonra Cehennem’e gönderilecek olan sapık ve suçlu kişilere şöyle denile­cektir: “işte, size rasûller vasıtasıyla Allah’ın son hücceti ve ikazı yapıl­mıştı, ama siz bunları dinlemediniz. Şimdi çekin cezanızı.”

    “Muhakkak, kendilerine hidâyet besbelli olduktan sonra, küfredip, Allah yolundan sapanlar ve peygamberi gücendirenler, Allah’a hiçbir şeyle zarar veremezler. Allah, onların amellerini boşa çıkarır.” (Muhammed; 32)

    Tam bu sırada, Cenab-ı Allah kendilerine şöyle seslenecektir:

    ” ‘Ey cin ve ins cemaati, size, sizden ayetlerimi nakleden, bu güne ka­vuşmakla sizi inzar ile haber veren peygamberler gelmedi mi?’ buyuru­lur. Onlar da, ‘biz nefislerimiz aleyhine şehâdet ederiz’ derler. Onları dünya hayatı aldatmıştı. Kendi aleyhlerine olarak kâfir olduklarına şehâdet ederler. Rabbin, halkı gafil iken memleketleri zulüm ile helâk edici ol­madığından, evvelce rasûller gönderir.” (En’am; 130-131)

    “Cehennem, kâfirlere olan gayızdan parçalanmak derecesine gelir. Oraya her güruh atıldığında cehennemin bekçileri onlara, ‘size nezir (azab ile korkutan bir peygamber) gelmedi mi?’ diye sorarlar. Onlar da, ‘evet, bize nezir geldi. Fakat onu tekzip ettik. Ve ‘eğer onların sözünü işi­tip aklımızı kullansaydık, Cehennem ehli içinde bulunmazdık’ derler. Böylece, günahlarını itiraf ederler. Allah’ın rahmetinden uzaklık, cehen­nem ehline olsun.” (Mülk; 8-11)

    Hemen hemen aynı konu Zümer sûresi (âyet; 71-72)nde de işlenmiş­tir. Demek ki, İslâm’da risâlet veya peygamberliğe iman etmek büyük önem taşımaktadır. O kadar ki, dünyada ve âhirette rahat, huzur, mükâfat ve ceza buna bağlıdır.

    25.2.3. Her Millete Peygamberler Geldi ve Hepsinin Dâveti Aynıydı

    Kur’ân-ı Kerîm’de dünyanın kuruluşundan beri hemen bütün milletle­re peygamberlerin geldiği ve hepsinin dininin, dâvetinin ve mesajının aynı olduğu açıklanmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu peygamberlerin meb’us olmalarının sebebinin, gayesinin ve çağrılarının da aynı olduğu kaydedilmiştir. Bütün peygamberler Tek Allah’a itaat edilmesini istemişlerdir:

    “Hiçbir ümmet gelip geçmemiştir ki, ona bir korkutucu gelmiş olma­sın.” (Fâtır; 24)

    “Her kavmin de bir hidâyet rehberi vardır.” (Ra’d; 7)

    “Biz, hiçbir memleketi, kendisine inzar edici (peygamber) gönderme­dikçe helâk etmedik.” (Şuara; 108)

    “And olsun biz her ümmete, ‘Allah’a ibadet edin ve Tağut’a tapmak­tan sakının diye bir peygamber göndermişizdir.” (Nahl; 36)

    Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Nuh (a.s.)’tan Hz. Îsa (a.s.)’ya kadar birçok peygamberlerin adı anılarak, hepsinin kendi ümmetlerine şöyle seslendiği kaydedilmiştir; “Allah’tan korkup bana itaat edin.” (Bk: Âl-i İmran; 50, Şuara; 108, 110,126,131, 143, 163,179, Zuhruf; 63, Nuh; 3)

    Kur’ân-ı Kerîm’de daha sonra, peygamberlerin bi’seti (meb’us olmasının)’nin maksad ve gayesi dile getirilmiştir:

    “And olsun ki, biz peygamberlerimizi apaçık emirlerle gönderdik. Ve onlarla birlikte kitap ve İnsanlar aralarında adaleti icra etsinler diye mi­zanı indirdik.” (Hadîd; 25)

    Bu ayetin özü, “adaleti icra etsinler” deyimidir ve bu deyim, kilit önem taşımaktadır. Peygamberlerin dünyaya gönderilmesinin başlıca amacı, her alanda ve her bakımdan adaleti tesis etmekti. Bu adalet bir in­sanın bizzat kendi kişiliğinde olmalıdır. Bir kul, Allah’a karşı adaletli dav­ranmalıdır. İnsanlar, İnsanlar arasında adaleti icra etmelidir. Toplumda adalet, ticarette ve alışverişte adalet, kültür ve medeniyette adalet, devlet ve hükümette adalet, adlî kuruluşlarda adalet, uluslararası ilişkilerde ada­let, kısacası, bütün bireysel ve toplumsal ilişkilerde adalet kurulmalıdır.

    25.2.4. Hz. Muhammed (a.s.)’in Peygamberliği (Risâleti)

    Nübüvvet veya peygamberliğin mahiyeti, şekli ve mefhumu anlatıl­dıktan ve peygamberlerin tarihine değinildikten sonra, önce Kureyş’in, daha sonra Arap’ların ve nihayet bütün insanların dikkati Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın durumuna çevrildi ve kendisinin de geçmişteki pey­gamberler gibi bir peygamber olduğu ifade edildi. Hz. Muhammed (a.s.), dünyanın kuruluşu ve insanların yaratılışından beri dünyaya gönderilmek­te olan din ve davetle gelmişti. Hz. Peygamber (a.s.) bu dini her türlü tevil ve karmaşık vehametlerden arındırarak temiz bir şekilde dünyaya sun­muştu. O’nun vaaz ettiği ve öğrettiği din, şeriat, kanun ve kurallar, kendi­sinin yarattığı değil, Allah’ın gönderdiği kanun ve kurallardı. Başka bir deyimle, Hz. Muhammed (a.s.)’e itaat, Allah’a itaat, Hz. Muhammed (a.s.)’e itaatsızlık, Allah’a itaatsızlık demekti. Yani, insanların sadece Hz. Muhammed (a.s.)’i Allah’ın peygamberi olarak tanımaları yeterli değildi; onların her şeye ve herkese bağlılıklarını terk edip Tek Allah’a ve peygam­bere itaat etmeleri gerekiyordu.

    Aşağıdaki ayetleri ve bunların anlamını uzun uzadıya açıklamadan önce şunu hemen belirtelim ki, Arap’lar çoktandır bir peygamberin özle­mini çekiyorlardı. Hz. Muhammed (a.s.) henüz doğmamışken, Araplar çev­relerine şöyle bir göz atıyor ve Yahudiler ile Hıristiyanların ve diğer bazı di­ni grupların ahlakî bozukluklarını, kötülüklerini gördükten sonra içlerini çekiyor ve “keşke bize bunlar gibi Allah’ın hidâyeti, peygamberi ve kitabı gelseydi; güzel ve iyi bir ümmetin nasıl olduğunu onlara gösterirdik” di­yorlardı. Kur’ân-ı Kerîm, Arap müşriklerinin aynen böyle dediklerini be­lirtmiştir. Eğer bir vak’a yanlış olsaydı, Arap’lar her halde, bu sözleri ses­sizce kabul etmeyeceklerdi.

    “Müşrikler, eğer kendilerine bir peygamber gelirse dünyadaki üm­metlerin en ziyade hidâyet bulanı olacaklarına, Allah ile kuvvetli yemin etmişlerdi. Fakat kendilerine bir peygamber geldiğinde bu, onlarda an­cak nefret ve fitnelerini artırdı. Çünkü (onlar) yerde büyüklenmek, fena hileler kurmak (arzu ediyorlardı). Kötü hile ancak sahibine ulaşır.” (Fâtır; 42-43)

    (Müşrikler) şöyle söylüyorlardı: ‘Eğer bizim yanımızda evvelki ka­vimler gibi bir kitabımız olsaydı. Biz de herhalde Allah’ın muhlis kulla­rından olurduk.’ Kendilerine gelen kitabı inkâr ettiler. Bunun akıbetini yakında bilecekler.” (Sâffât; 167-170)

    Demek ki, Arap’lar dört gözle bir peygamberi bekliyorlardı, ama bu peygamber kendilerine Allah’ın büyük bir lütfu ve inayeti olarak gelince buna muhalefet etmeye ve karşı koymaya başladılar.

    Bu gerçekleri aklınızda tutun ve Furkân-ı Hamîd olan Kur’ân-ı Kerîm’in, Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberliğini nasıl tarif ettiğine ve dünyaya nasıl sunduğuna bir göz atın.

    “Yâsin, Hikmet dolu Kur’an hakkı için, (Habibim) Sen gönderilen peygamberlerdensin.” (Yâsin; 1-4)

    Burada denilmek isteniyor ki, Hz. Muhammed (a.s.)’in de diğer pey­gamberlerden biri olduğunda hiçbir şüphe yoktur; çünkü bunun isbatı, hikmet, mantık ve zekâ dolu bir Kitab’ı dünyaya sunmasıdır.

    “Şehirlerin anası (Mekke) halkını ve etrafında olanları azab ile kor­kutma için, sana Arapça Kur’ân-ı vahy ettik.” (Şura; 7)

    “Furkan (Kur’ân-ı)’ı, âlemlerin bir korkutucusu olsun diye kuluna in­diren Allah’ın şanı ne yücedir.” (Furkan; 1)

    “De ki: ‘Ey İnsanlar, şüphesiz ben sizin, göklerin ve yerin sahibi olan ve kendisinden başka ilâh olmayan, hem diriltip hem de öldüren Allah’ın Rasûlüyüm.”

    (A’raf; 158)

    “Biz, Nuh’a ve O’ndan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sa­na da vahyettik, İbrahim’e, İsmail’e, İshâk’a, Yakûb’a ve evlâtlarına Îsa’ya, Eyyûb’a, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahyeyledik. Ve Da­vud’a Zebur’u verdik.” (Nisa; 163)

    25.2.5. Hz. Muhammed (a.s.)’in Peygamberliğinin Gayesi

    Hz. Muhammed (a.s.)’in bi’setinin maksadı ve gayesi, diğer peygam­berlerin bi’setinin maksadından pek farklı değildi, ki bu konuyu Hadid sûresinin ilgili ayetinin tercümesini sunarken size anlattık. Fakat, Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberliğe getirilişinin bazı önemli sebepleri ve gayeleri olduğuna da işaret etmiştir. Biz bunları burada sıralı­yoruz:

    a) Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) bir tek millete, bir tek ülkeye, bir tek devir için peygamber olarak gönderilmemişti; aksine bütün insanlara, bütün ülkeler için kıyamete kadar peygamber olarak meb’us olunmuştu.

    “Ve bana kendisi ile sizi ve her işiteni inzar etmek için bu Kur’an vahyolundu.” (En’am; 19)

    b) Hz. Muhammed (a.s.) kendisinden önceki peygamberlerin öğreti­lerini tekzib edici değil tasdik ediciydi. Hz. Peygamber (a.s.), her türlü de­ğişikliklerden arınmış, temiz ve pâk bir dini insanlara iletmekle vazifelen-dirilmişti ve kendisi, dünyanın kuruluşu ve insanların doğuşundan beri Allah’ın insanlara göndermek istediği en doğru ve en gerçek dini dünyaya getirmişti. Şu ayetlere bakın.

    “Doğrusu (o, şair ve mecnun değildir). Bilâkis o, hakkı getirmiş ve bütün peygamberleri tasdik etmiştir.” (Sâffât; 37)

    “Bu Kur’ân Allah’ındır. O’ndan başkasına nispet edilemez. Velâkin o, kendinden evvel gelen kitapları tasdik ve tafsil eder. Ve Rabbul Âlemin tarafından olduğuna şüphe olmayan Kur’an’dır.” (Yunus; 37)

    “Kitapları tafsil eder”in anlamı şudur. Geçmişte peygamberlere ne kadar kitap inmişse, onların ihtiva ettiği bütün vaaz, hidâyet, talimat ve kurallar Kur’an-ı Kerim’de vardır. Hem de bütün tafsilatıyla vardır. Kur’an-ı Kerim’de ayrıca, geçmişteki ilâhi kelâmın varislerinin, sahip bu­lundukları din ve ilâhi emirlerde hayli tahrifât yaptıkları, bunlara bazı ilâvelerde bulundukları ve bunlardan bazı şeyleri çıkardıkları da kaydedil­miştir. Bu mukaddes kitapta, eski kavim ve ümmetlerin, kendilerine göre şeriat geliştirdikleri ve helâl’i haram, haramı da helâl ettiklerine işaret edilmiştir.

    “Elleri ile Kitabı yazıp sonra, onunla değersiz şeyleri satın almak için, ‘bu Allah tarafındandır’ diyenlere, elleri ile yazdıkları ve bundan ka­zandıkları şeyler için onlara azap vardır.” (Bakara; 79)

    “Onlardan bazıları vardır ki, sözlerini kitaptan zannettirmek için dil­lerini eğip bükerler. Halbuki, o kitaptan değildir. Allah tarafından olma­dığı halde, Allah’tandır derler. Ve bile bile Allah üzerine yalan söyler­ler.” (Âl-i İmran; 78)

    İşte bu sebepten dolayıdır ki, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) tahrif edilmemiş ve hiçbir değişikliğe uğramamış hâlis ve temiz bir din yaymak­la görevlendirilmiştir. Hz. Muhammed (a.s.), Allah’ın dediklerini aynen söylemek ve iletmekle mükellef kılınmıştır ve O, helâli haram, haramı da helâl yapamaz.

    “Kendilerine hak ve batılı ayıran bir hüccet gelinceye kadar ehli ki­taptan ve müşriklerden küfredenler (dinlerinden) ayrılacak değillerdir. O hüccet, Allah’tan bir peygamberdir ki, pâk ve temiz sayfalan okur. O sahifelerde doğru yazılmış kitaplar vardır.” Beyyine; 1-3)

    “O peygamber onlara iyiliği emreder, kötülükten nehyeder. Tertemiz ve iyi olan şeyleri helâl, kötü ve zararlı şeyleri haram eder, onların sırt­larındaki ağır yükü kaldırır. Onların zincirlerini kırar. O peygamberlere inanıp O’na saygı gösteren, yardım eden, O’nunla birlikte gönderilen nu­ra uyanlar yok mu. Felah bulanlar onlardır.” (A’raf; 157)

    c) Hz. Muhammed (a.s.)’e, sadece Allah tarafından gelen vahyi insan­lara iletme görevi verilmemiştir, aksine bu vahyi açıklama, yorumlama ve örneklerle gösterme sorumluluğu da verilmiştir. Hz. Peygamber (a.s.), Al­lah’tan gelen vahiylere göre dini akide, inanç, kanun ve kuralları halka açıklamak ve bunları gerek sözleri ve gerekse fiilleriyle göstermekle yü­kümlüdür. Hz. Peygamber (a.s.) insanların ve ümmetinin hocası, öğretme­ni ve uygulayıcısıdır.

    “Onun toplanması ve onu okutmak bize aittir. Sana vahiy ile kıraat eylediğimizde sen de oku. Sonra onun beyan ve izahı da bize aittir.” (Kıyâme; 17-19)

    “Sana da (habibim) insanlara kendileri için indirilen her şeyi açıkla­yasın diye Kur’an’ı indirdik. Olur ki iyice düşünürler.” (Nahl; 44)

    “Ümmiler içinde, onlara, kendilerinden ayetlerini okuyan, onları te­mizleyen, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir peygamberi gönderen O’dur. Halbuki, bundan önce onlar apaçık bir dalâletle idiler.” (Cum’a; 2)

    “Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna apaçık ve beyan edici ayetleri indiren O’dur.” (Hadîd; 9)

    25.2.6. Hak Dinini Diğer Bütün Nizamlara Galip Kılmak

    d) Hz. Peygamber (a.s.)’in bi’setinin bir diğer gayesi de, Allah (cc.) tarafından getirdiği din ve hidâyeti, bütün hayat nizamına galip kılmaktır. Allah’ın nizam ve kanunu, her türlü nizam ve kanunlara hâkim ve üstün kılınmalıdır. Hz. Peygamber (a.s.) meb’us edilmesinin bir gayesi de budur. Tevbe ve Saf sûrelerinde şöyle buyurulmuştur: “O Allah, Rasûlünü hidâyetle, hak din ile -o dini bütün dinler[6] üzerine galip kılmak için-gönderendir. İsterse müşrikler hoş görmesin.” (Tevbe; 33). Aynı mevzuya Fetih sûresinde de değinilmiştir: “Peygamberlerini hidâyetle ve bütün din­ler üzerine çıkarmak için hak din ile gönderen O’dur. Şâhidi olarak Allah kâfidir.” (Fetih; 28)

    25.2.7. Hz. Muhammed’e İmân ve İtaat Etmek İçin Verilen İlâhî Emir

    İşte yukarıda belirttiğimiz gaye ve hedeflerin gerçekleşmesi için in­sanların diğer peygamberler gibi, Hz. Muhammed (a.s.)’e de iman ve itaat etmeleri emrolunmuştur. Hz. Muhammed (a.s.)’e iman ve itaat Allah’a iman ve itaat manasına geldiği için her türlü sadakat ve bağlılıklara son vermeli ve her bakımdan Hz. Peygamber (a.s.)’e tabi olmalıyız.

    “Allah’a, O’nun Rasûlüne ve indirdiğimiz nura iman edin. Al­lah, işlediğiniz şeylerden haberdardır.” (Teğâbûn; 8)

    “Öyleyse, Allah’a ve O’nun sözlerine iman eden ümmî Nebi olan Rasûlüne iman edin. Ve O’na tabi olun. Ta ki, hidayete ermiş olasınız.” (A’râf; 158)

    “Size, Rabbinizden inzâl (indirilen) olunana tabi olun. Ondan başka dostlara uymayın.”[7]                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                             (Araf; 3)

    “Biz, gönderdiğimiz peygamberi Allah’ın izni ile itaat olunsun diye gönderdik.”[8] (Nisa; 64)

    “Kim peygambere itaat ederse muhakkak Allah’a itaat etmiştir.” (Nisa; 80)

    “Peygamber’in size verdiğini alın. Sizi, kendisinden nehyettiği şey­den de sakının.” (Haşr; 7)

    “Allah’a ve Rasûlüne itaat eden ve Allah’tan korkup kendisinden itti­ka edenler feyz ve kurtuluşa erenlerdir.” (Nûr; 52)

    “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkekle mü’min bir kadın için, kendi işlerinde muhayyerlik hakları yoktur. Allah ve Rasûlüne âsi olan muhakkak açık bir sapıklık etmiş olur.” (Ahzâb; 36)

    “Kalbine, bizi anmaktan gaflet verdiğimiz, hevesine uymuş ve işinde haddi aşmış kimselere boyun eğme. Onun işi haktan yüz çevirmektir.” (Kehf; 28)

    “Dinlerinde israf edenlerin (müşriklerin) emrine itaat etmeyin. O müfsidler yeryüzünde fesad çıkarırlar ve ıslâh etmezler.”[9] (Şuara; 151-152)

    “De ki, ‘Allah’a ve Rasûle itaat ediniz. Eğer yüz çevirirseniz kâfir olursunuz. Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i İmran; 32)

    25.2.8. Gerçek ve Geçerli Kanun, Allah Tarafından Hz. Muhammed (a.s.) Vasıtasıyla İnsanlara Gönderilmiştir

    Böylece, Hz. Muhammed (a.s.)’in risâletine iman edilmesi ve Hz. Peygamber (a.s.)’in verdiği vaaz, telkin ve talimata uyulması gereğine işa­ret edildikten sonra, gerçek ve en geçerli kanunun, Hz. Peygamber (a.s.) vasıtasıyla dünyaya gönderilmiş olan ilahî kanun olduğu da vurgulanmış­tır. Bu konuda herhangi bir anlaşmazlığa yer verilmemelidir. Allah’ın ka­nununa uymayan bir kişi ancak cehalete ve Tağut’a itaat eder. Kanun ve nizam Allah’ın olduğuna göre, Hz. Peygamber (a.s.)’in bu kanunların açık­lanması ve uygulanması için tayin ettiği hâkimler de bu hususta son sözle­rini buna göre söyleme hakkına sahiptirler. Allah’ın kanununa başka kim­se müdahale edemez, bunda tahrif ve değişiklik yapamaz.

    “Sonra (Ey Habibim), sende dinden bir şeriat üzerine görevli kıldık. Öyle ise ona tabi ol. Bilmeyenlerin arzu ve isteklerine tabi olma.” (Casiye; 18)

    “Biz her ümmete bir şeriat tayin ettik. Onlar, bununla amel ederler. Bunun için din işinde seninle münazara etmesinler. Sen Rabbine dâvet et. Çünkü, sen gerçekten hidâyete götüren doğru bir yol üzerindesin.” (Hacc; 67)

    “Allah’ın sana gösterdiği gibi, İnsanlar arasında hükmetmen için sa­na hak olarak Kitab’ı indirdik.” (Nisa; 105)

    Kur’ân-ı Kerîm’de nerelerde insan toplumu için gerekli kaide ve ka­nunlardan söz edilmişse, oralarda “Hudûdullah” deyimi kullanılmıştır. Yani, bunlar Allahu Teâlâ’nın tayin ettiği sınırlardır ve bunların hiçbir şe­kilde aşılmaması gerekir. Bazı yerlerde bu hususta sert uyarılar yapılmış bazı yerlerde de bu sınırları aşanların zâlim olduğu kaydedilmiştir. Yine bazı yerlerde Allah’ın tayin ettiği hududu geçenlerin aslında kendilerine zulüm ettikleri ifade edilmiş, bazı yerlerde ise bu insanların cehennem ateşinde yanacağı ve büyük azaba uğrayacağı açıklanmıştır. (Bk: Bakara; 187, 229, 230, Nisa; 13, 14, Mücadele; 4, Talak; 1, Tevbe; 97). Bunlar, Allah’ın kanun ve nizamının ne kadar ehemmiyet taşıdığını ortaya koyu­yor. Bu hususta İnsanlar şöyle uyarılmışlardır:

    “Onlar Cahiliyyeti[10] hükmünü mü isterler? Kuvvetli bir şekilde

    İman eden kavm için Allah’tan daha güzel hükmeden kimdir?” (Maide; 50)

    “Tâğut’un[11]  huzurunda muhakeme olunmayı isterler. Halbuki; onu inkâr etmekle emrolunmuşlardı. Şeytan onları hidayetten çok uzak sapık­lıkla yollarından şaşırtmak ister.” (Nisa; 60)

    25.2.9. Din Konusunda Uzlaşma Olmaz

    Rasûlullah (a.s.)’a sadakat ve itaatin tam olduğu hakkında kesin emir­ler verildikten sonra, Din-i İlâhî veya Din-i Hak konusunda ne herhangi bir taviz verilmesi ne de uzlaşmaya varılmasının mümkün olmadığı belir­tilmiştir. İslâm’ın inanç, akide, kural, kanun ve felsefesinde, herhangi bir kimse için veya herhangi bir amaçla değişiklik yapılamayacağı kesin bir ifade ile ortaya konmuştur. Bu hususta en ufak bir taviz ve uzlaşma söz konusu değildir. İslâm dinini kabul etmek isteyen, onu Rasûlullah (a.s.)’ın getirdiği şekliyle ve tam olarak kabul etmelidir, istemeyen de bundan vaz­geçmelidir. Bunu tanıyan ve kabul eden bunu kendi hayırı için yapacak, kabul etmeyen de kendi zararına yapacaktır. Allah’ın dininde anlaşma ve uzlaşma olamaz.

    “O halde, tekzib edenlere itaat etme. Onlar isterler ki, sen onlara yu­muşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.” (Kalem; 8-9)

    (Yani, İslâmı tebliğ etmek hususunda herhangi bir gevşeme söz ko­nusu olamaz. Müşrikler istiyor ki, İslâmiyet’in bazı kuralları yumuşatılsın da kendileri sana muhalefeti hafifletsinler. Fakat, bu sadece bir bahanedir. Onların gerçekten İslâmiyet’i kabul edeceğine inanma. İslâmiyet’i kabul etmek istiyorlarsa, bütünüyle kabul etsinler).

    “Âyetlerimiz kendilerine apaçık deliller olarak okunduğunda bize kavuşmayı ummayanlar ‘Bize bundan başka bir Kur’an getir. Veyahut, onu değiştir’ dediler.[12] De ki, ‘Onu kendi tarafımdan değiştirmek benim hakkım değildir. Ben, ancak bana vahyolunana tabi olurum. Eğer Rabbi­me âsi olursam büyük günün azabından korkarım.'” (Yunus; 5)

    “De ki, ‘Hak Rabbinizden gelendir. Artık isteyen iman etsin, dileyen de kâfir olsun.” (Kehf; 29)

    “Ve Kur’an’ı okuyup (tebliğ ile) emrolundum. Doğru yolu bulan ken­di faidesini bulmuş olur. Dalâlete düşene de deki: ‘Ben ancak inzar eden­lerdenim.'” (Neml; 92)

    25.2.10. Kureyşli Ve Arap Müşriklerin Tepkisi

    Yukarıda verdiğimiz ayrıntılı bilgilerden anlaşılacağı gibi, İslâmi Da­vet’in ikinci maddesi, yani Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın peygamber­liğinin tanınması ve akideler ile inançlardan başlayarak hayatın bütün alanlarında kendisine tam ve eksiksiz itaat edilmesi, İslâmiyet’in inançlar sisteminde büyük önem taşıyordu. Gerçek şu ki, bu noktayı iyice kavrayıp benimsemedikçe din fiilen tesis edilemezdi. Peygamber (a.s.)’e iman ve O’na fiilen itaat etmeksizin Allah’ın birliğini (tevhidi) tanımak faydasızdı.

    Fakat konuya ciddi olarak eğildiğimizde, Kureyşli ve Arap müşrikler için Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberliğini tanıyıp O’na itaat etmeleri­nin, tevhid fikrini kabul etmelerinden daha zor olduğunu göreceğiz. Bir kere, Kureyşlilerin ve Arap’ların, aralarında 40 yıl alelâde bir insan gibi yaşamış olan bir kişinin birden bire peygamber olduğuna inanmaları zor­du. Onlar, böyle bir kişinin Allah’ın Rasûlü olduğuna ve kendisine vahiy­lerin geldiğine ihtimal vermiyorlardı. Ayrıca, yüzyıllarca hür yaşamış ve hiçbir konuda sınır ve kısıtlama tanımamış bir ulus olarak da Arap’ların birden bire görünüşte kendileri gibi alelâde bir insan olan, mevki ve mer­tebesi olmayan, para pulu ve şan ve şöhreti de olmayan bir kişiye itirazsız ve sualsiz itaat etmeleri de hayli güçtü. O zamana kadar kendi kabile ve gruplarının reisi ve lideri durumunda olanların, ülkenin çeşitli bölgelerin­de şirkin büyük karargâhlarını kurmuş olan dini liderlerin, gaibden haber­leri olduğunu iddia eden kâhin ve falcıların işi ise daha zordu. Bunların her biri için risâlet veya peygamberlik fikri bir ölüm fermanıydı. Bunu ka­bul etmeleri şöyle dursun, ciddiyetle ve aklıselim ile düşünmeleri ve göz­den geçirmeleri bile mümkün değildi. Kısacası, Cahiliyye’nin devamında çıkarları olan bütün kişi ve gruplar olanca şiddetiyle risâlet mefhumuna karşı çıktılar. Zira, bu inanç ve kavramın yayılmasıyla onların mevkii, kuvveti, kudreti, iktidarı ve mali menfaati ortadan kaybolacaktı. Sokakta­ki adamın ve halkın risâleti kabul etmesi ve dolayısıyla sadece Allah’ın din ve kanunlarını tanıması halinde, onların kurdukları düzene ve fasit da­ireye kimse rağbet etmeyecekti ve böylece kendiliğinden ortadan kalka­caklardı.

    Bir yanda bu güçlükler ve sorunlar varken, diğer yanda bir başka bü­yük sorun daha vardı, risâlet veya peygamberlik davasıyla ortaya çıkan kişi, milletinin en iyi ferdiydi. Ahlâk ve faziletini herkes takdir ediyordu. Daha beş yıl önce bütün millet O’nun “emin” olduğunda ittifak etmişti. Bu kişi, peygamberlik iddiasında bulunmadan önce Safa tepesine çıkarak milletine şöyle hitap etmişti. “Bu dağın arkasında size saldırmak üzere olan bir ordunun bulunduğunu söylesem, sözlerime inanır mısınız?” Bu­nun üzerine milleti de, “tabii, inanırız, zira sen şimdiye kadar hiç yalan söylemedin” demişti. Kişiliği ve karakteri böylesine sağlam olan ve haya­tında hiç yalan söylememiş olan bir kişinin “risâlet” veya peygamberlik­ten sonra yalancı olduğunu ve kendisinin yalan söylediğini halka inandır­mak gayet tabii ki çok güçtü. Böyle bir kişi bu kadar büyük bir “yalan” söyleyebilir miydi? Hiçbir aslı olmadan kendisinin Allah’ın Rasûlü oldu­ğunu ve kendisine Allah’ın kelâmının geldiğini iddia edebilir miydi? İşte Hz. Muhammed (a.s.)’in risâletine karşı olan müşrik Kureyşliler ile Arap’ların bir güçlüğü de buradan geliyordu.

    Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususta şöyle denilmektedir.

    “Onların söylediği sözlerin seni mahzun ettiğini biliriz. Onlar haki­katte seni tekzip etmezler. Fakat zâlimler, Allah’ın ayetlerine karşı inat ve küfrederler.” (En’am; 33)

    Bu ayet şu gerçeğe işaret ediyor ki, Hz. Muhammed (a.s.) Allah’ın ayetlerini Kureyşlilere ve Arap’lara duyurmaya başlayıncaya kadar onlar kendisini emin olarak biliyor ve doğruluğuna inanıyorlardı. Ne var ki, Hz.

    Peygamber (a.s.), Allah’ın mesajını kendilerine iletir iletmez onu tekzip etmeye başladılar. Fakat bu safhada da kimse kendisinin yalancı olduğunu söylemeye cesaret edemiyordu. Hz. Peygamber (a.s.)’in en büyük muhalifi ve düşmanı bile kendisinin dünyevi işlerle ilgili olarak yalan söylediğini veya yalancı olduğunu iddia edemezdi. Mekkeli Kureyşliler veya Araplar, Hz. Peygamber (a.s.)’i yalanladıysa sadece peygamberlik iddiasıyla ilgili olarak yalanladılar. Onlar sadece Hz. Muhammed (a.s.)’in risâletini veya peygamberliğini tekzip ettiler. Bilindiği gibi, Hz. Muhammed (a.s.)’in en büyük düşmanı Ebû Cehl idi. Hazreti Ali’nin rivayet ettiği hadise göre, bir defasında bizzat Ebû Cehl Hazreti Peygamber (a.s.)’e şöyle dedi. “Biz se­nin yalancı olduğunu değil, bize sunmakta olduğun şeyin yalan olduğunu söylüyoruz.”[13] Bedir savaşı sırasında Ahnes bin Şerîk özel bir sohbet sı­rasında Ebu Cehl’e sordu: Burada benden ve senden başka kimse yoktur. Bana doğruyu söyle, Muhammed (a.s.) doğru mudur değil midir?” Ebu Cehl dedi ki, “Vallahi, billahi, Muhammed doğru ve dürüst bir insandır. O, hayatı boyunca hiç yalan söylememiştir. Fakat, bana söyler misin, Kâ’be’nin mütevelliliği, hacılara yemek ve içme suyu verme görevi ve peygamberlik de Beni Kusayy’a geçerse, diğer Kureyşliler ne yapsın?”[14] Bu sebeple, yukarıdaki ayette Yüce Allah (cc.) diyor ki, “ey Habibim, sen canını sıkma, Kureyşli ve Arap müşrikler seni değil, beni tekzip ediyorlar. Eğer Ben bu hususta sabırlı davranıyor ve hiçbir taşkınlık göstermiyorsam, sen ne diye kendi canını sıkıyorsun?”

    25.2.10.1. İtirazlar, İthamlar ve Garip İstekler

    Kureyşliler ile Arap’lar garip ve tuhaf bir çıkmazda idiler. Hz. Pey­gamber (a.s.)’in kişiliğini ve söylediği sözleri açıkça yalanlayacak durum­da değillerdi. Ne Hz. Peygamber (a.s.)’in kişiliğine çamur atabilirdi ne de getirdiği mesajın yanlış ve çürük olduğunu ispatlayabilirlerdi. Ama maddi ve mali çıkarlarını korumak amacıyla her ikisine karşı da cephe almak zo­runda idiler. Bu sebeple, saçma sapan itirazlar, hile, bahane, desise, iftira ve ithamlara başvurdular. Kendisine türlü itirazlarda ve garip isteklerde bulunmaya başladılar. Birçok Mu’cizelerin gösterilmesini istediler ve ken­disinden, bir insanın yapamayacağı şeyler yapmasını istediler. Fakat tevhîd akîde ve umdesi için sağlam ve kuvvetli deliller verildi ve muhaliflerin ağızları kapatıldı. Müşriklerin risâlete yönelik bütün hücumları da boşa çıkarıldı ve akıl ile mantığa uygun kuvvetli deliller verildi. Bu delil­ler verildikten sonra da şirk ve küfürlerinde ısrar edenler ancak ilim, irfan, akıl, zekâ ve mantıktan nasibini alamamış inatçı kişilerdi.

    25.2.10.2. Hz. Muhammed (a.s.)’in İnsan Oluşuna İtirazlar

    Müşriklerin ilk itirazı, Hz. Muhammed (a.s.)’in insan oluşuyla ilgiliy­di. Müşrikler, “bizim gibi ve bizden farklı olmayan bir insanın peygamber olduğunu nasıl kabul edelim? Bu, bizim gibi yiyor, içiyor, çoluk çocuk sa­hibidir ve diğer bütün İnsanlar gibi dünya işleriyle uğraşıyor. Böyle bir ki­şi peygamber olabilir mi?” diye itirazlarda bulunuyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm’de bu itirazlara değinilerek uygun cevaplar verilmiştir.

    “Zâlimler aralarında gizli müşavere edip, ‘bu da sizin gibi bir insan değil midir? Artık göz göre göre sihre inanıyor musunuz?’ derler.” (Enbiya; 3)

    Bu gizli müşavere veya sohbeti Mekkeli ileri gelen reisler yapıyorlar­dı. Hz. Muhammed (a.s.)’in Tevhid’e ve Risâlet’e daveti, bu kabile reisleri­nin iktidar ve itibarını tehlikeye düşürmüştü. Bunlar artık iktidar koltukla­rını ve şahsî menfaatlerini muhafaza etmek için Hz. Muhammed (a.s.)’in iddiasını çürütmeye mecburdular. Bu sebeple, kendisinin insan gibi yiyip içmesini, çoluk çocuklara karışmasını, herkes gibi çarşı, pazarda alış veriş yapmasını yadırgıyorlardı. Allah’ın böylesine alelâde bir insanı peygam­ber seçebileceğine ihtimal vermiyorlardı. Fakat aynı zamanda, bu insanın kişiliğini ve sözlerinin büyüleyiciliğini de kabul ediyorlardı. O’na yakla­şan ve O’nun sözlerini dinleyen herkesin ona bağlandığını ve davasını desteklemeye başladığını görüyorlardı ve bu yüzden hem kendilerinin hem de diğer kimselerin O’na yaklaşmaması için olağanüstü çaba harcı­yorlardı.

    “Ve kâfirler: ‘Bu nasıl peygamberdir? Yemek yiyor ve çarşılarda ge­ziyor. O’nunla beraber nezir olmak için neden bir melek indirilmedi?’ de­diler. “Yahut O’na bir hazine atılmalı, yahut ondan yiyeceği bir bahçesi olmalı değil miydi?” dediler. O zâlimler, siz âncak bir sihre mübtela ol­muş bir adama tabi oluyorsunuz’ dediler.” (Furkan; 7-8)

    Mekkeli ve Arap müşriklere göre Allah’ın mesajını ve dinini insanüs­tü bir yaratık, meselâ bir melek getirmeliydi. Ve eğer bu görev mutlaka bir insana verilecek idiyse, bu insan bir padişah veya imparator olmalıydı. Ayrıca, bu insanın yanında bir veya birkaç melek olmalıydı ki, bunlar in­sanları korkutur ve sözlerini dinlemeyenleri cezalandırırlardı. Adı sanı pek bilinmeyen, serveti olmayan ve toplumda yüksek bir mevkiye sahip olmayan biri nasıl peygamberlik iddia edebilirdi? Böyle bir adamın bağla­rı, bahçeleri ve bir takım Mu’cize ve sihirleri olmalıydı. Bütün bunların inandırıcı olmadığını gören müşrikler en son, Hz. Muhammed (a.s.)’in hâşâ aklını kaçırdığını, deli divâne olduğunu ileri sürüyorlardı. Müşrikler, Hz. Peygamber (a.s.)’in bir sihirbaz, mecnun ve şair olduğunu da iddia ediyorlardı.

    25.2.10.3. Bu İtiraza Cevap

    “And olsun ki, senden evvel gönderdiğimiz peygamberlere de zevce­ler ve evlâtlar verdik. Allah’ın izni olmadıkça peygamber Mu’cize getirme­ye kadir değildir.” (Ra’d; 38)

    Bu cevap, Hz. Peygamber (a.s.)’in neden çoluk çocuğa karıştığı yo­lundaki itirazlara karşı verilmişti. Müşrikler, peygamberlerin herhangi bir insanî, cinsel ve şehevî duyguya sahip olmaması gerektiğine inanıyorlar­dı. Ayrıca, peygamberlerin dünya evine girmeleri ve çoluk çocuklarıyla uğraşmalarını da yadırgıyorlardı. Ama Kur’ân-ı Kerîm diyor ki, geçmişte ne kadar peygamber gelmişse; onlar da çoluk çocuğa sahiptiler, onların da aileleri, karıları, oğulları ve kızları vardı. Müşrikler, Hz. Nuh’un bir pey­gamber olduğunu kabul ediyorlardı. Bu sebeple onlara denildi ki, “bakın ey cahiller, eğer Hz. Nuh’un ailesi ve evlâtları olmasaydı, siz de olmaya­caktınız, çünkü siz de O’nun soyundan geliyorsunuz.” Arap’lar, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in de peygamber olduğunu kabul ediyorlardı. Eğer on­lar evlât sahibi olmasaydı, Arap’lar “İsmail oğulları” olarak tanımlanabilir miydi?

    “Bizim, senden evvel gönderdiğimiz peygamberler kendilerine vah­yettiğimiz erkeklerdi. Eğer bilmiyorsanız Kitab ehline sorunuz. Biz, onla­rı yemek yemez birer ceset olarak yaratmadık. Onlar hayatta da ebedi kalıcı değillerdir.” (Enbiya; 7-8)

    Yani, ey müşrikler, bugün Yahudiler sizin müttefikiniz olmuşlardır ve size, İslâmiyet’e muhalefetin taktiklerini öğretiyorlar. Onlara sorun, Hz. Musa kimdi ve İsrail oğullarında doğan diğer peygamberler kimlerdi? On­lar cin mi idi, melek mi, yoksa insan mı?

    “Size bundan evvel kâfir olanların haberi gelmedi mi? Onlar işledik­leri şeylerin vebalini tamlar. Onlara (ahirette de) acıklı bir azab vardır. Bunun sebebi: Kendilerine Mu’cizelerle peygamberleri geldiğinde, ‘bizi bir insan mı doğru yola götürecek?’ dediler. İnkâr edip yüz çevirdiler. Al­lah da hiçbir şeye muhtaç olmadığını gösterdi. Allah, Gani’dir ve bizâ­tihi hamde lâyıktır.” (Teğâbün; 5-6)

    Yani, peygamberlerin, yanlarında getirdikleri apaçık alâmet ve işaret­ler, onların Allah tarafından insanları doğru yola getirmeye meb’us olduk­larının birer deliliydi. Söyledikleri ve anlattıkları her şey açık ve inandırı­cı idi. Mesajlarında, emir ve talimatlarında herhangi bir eksiklik veya kar­maşıklık yoktu. Aksine Batıl’ın ne, Hakk’ın ne olduğunu açıkça belirtiyor­lardı. Neyin caiz neyin caiz olmadığını açıklıyorlardı. İnsanların hangi yo­lu takip etmeleri, hangisini bırakmaları gerektiğini anlatıyorlardı. Ne var ki, cahil İnsanlar, “biz, bizim gibi bir insan’ın sözlerini mi dinleyeceğiz?” diye onlara karşı geldiler. Ve bu karşı koymaları, onların felâkete sürük­lenmelerine sebep oldu. Halbuki, insanların hidâyeti için ancak İnsanlar daha uygun ve inandırıcı birer önder ve örnek olabilirler. Cenâb-ı Allah, insanların hidâyeti ve kurtuluşu için yine onlar arasından bazı temiz ve sâlih kişileri seçerek peygamber yaptı, onlara bazı beyyineler verdi ve ba­zı Mu’cizeler verdi ki, insanları iyiliğe ve doğruluğa inandırabilsinler. An­cak cehâlet içinde olan bazı milletler, peygamberlerin alelâde insan oluş­larına itiraz ettiler ve bunları tanımamakta ısrar ettiler. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah bu milletlere korkunç ve ibret verici azaplar indirdi. Fakat ne gariptir ki, insanların peygamberliğine itiraz eden insanoğlu, bazen çok âdi ve alçak mahluk ve eşyayı tanrı derecesine çıkarmış ve onlara tapmak­tan çekinmemiştir. Hatta, insanoğlu bazen kendi eliyle yaptığı putlara ve heykellere tapmıştır. Bu putlar taş ve tahtadan yapılmıştır. Sadece bu de­ğil, bazen İnsanlar insanları tanrı haline getirmiş, onların, Allah’ın oğlu ol­duğunu ilân etmişlerdir. Bu sapıklık ve başı bozukluk gayet tabii ki ahlâkî bozukluğa da sebep olmuş, toplumlar dejenere olmuş ve nihayet koskoca imparatorluk, medeniyet ve kültürler çökmüş, yerle bir olmuşlardır. De­mek ki, insanların akıllarını çelen ve onları kötü yollara düşüren kimseler baş tacı edilmişlerdir, ama tek Allah’a ve doğru yola davet edenler her tür­lü hakarete uğramışlar ve güçlüklerle karşılaşmışlardır. Nihayet, Allah’tan

    yüz çevirenlerden Allah da yüzünü çevirmiş ve onlar hakkında kayıtsız kalmıştır. Bundan sonra başlarına ne gelmişse kendi yaptıklarından gel­miştir. Kısacası, ektiklerini biçmişlerdir.

    “Rabbiniz sizi daha iyi bilir. İsterse size rahmet eder ve dilerse de si­zi azaplandırır. Biz seni onların üstüne vekil göndermedik.” (İsrâ; 54)

    “İnsanlara hidâyet rehberi peygamber geldiğinde, onları iman et­mekten meneden şey ‘Allah, bir insanı mı peygamber olarak gönderdi?’ demeleridir. De ki, ‘eğer yeryüzünde sakin sakin yürüyen melekler olsaydı onlara gökten rasûl olarak melekler gönderirdik.'” (İsrâ; 94-95)

    Yani, peygamber’in işi sadece Allah’ın kelâmını insanlara iletmekle bitmiyor. Peygamber bu kelâm, tebliğ ve hidayete göre insanların hayatını ıslâh etmekle de mükelleftir. Peygamber, bu kelâm ve talimatın bütün ilke ve kurallarını insan hayatına tatbik etmekle görevlidir. Peygamber bizzat kendi yaşantısı ve hayatıyla bunun örneğini vermelidir. Peygamber, ilâhi mesajı anlayıp benimsemek isteyenlerin birçok insanî meseleleriyle uğraş­mak zorundadır. Kendisini takip eden ve örnek alanları teşkilâtlandırıp eğitmeli ve ileri için hazırlamalıdır. Böylece, ilâhî mesaja uygun bir insani cemiyet ortaya çıkmış olacaktır. Peygamber, kendisine karşı koyanlarla mücadele ve muharebe etmek zorundadır. Bütün şer kuvvetleri mağlup edip ıslâh ve iflâh olmaları için çalışmalıdır. Bütün bunlar İnsanlar arasın­da ve insan toplumunda olacaksa, bunlar için bir insan mı daha uygundur yoksa cin mi? Melekler ancak ulak veya haberci görevini yapabilirler. İnsanlar arasında yaşamak, onların sorunlarıyla uğraşmak, bin bir güçlüklerle başa çıkmak ve en nihayet, insan toplumunu Allah’ın emirlerine göre ıslâh etmek melekler için herhalde tamamıyla imkânsızdır.

    “Senden evvel gönderdiklerimiz de, şehir halkından kendilerine vah­yettiğimiz erkek kişilerdi. Müşrikler, yeryüzünde gezip dolaşıp kendilerin­den evvelkilerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bakmazlar mı?” (Yusuf; 109)

    Burada denilmek isteniyor ki, “ey Peygamber (a.s.), siz bu İnsanlar arasında doğduğunuz, yetiştiğiniz, büyüdüğünüz, delikanlılığınızdan genç­liğinize ve daha sonra yaşlılık çağınıza geldiğiniz için, bu İnsanlar sözleri­ni dinlemiyor ve uyarılarınıza fazla önem vermiyorlar. Ama bu garip ve beklenmedik bir olay değildir. Dünyada bundan önce de Allah’ın birçok rasûlü hidâyet ve hikmet için çalışmış ve insanları iyiliğe ve doğruluğa çağırmışlardır. Bunlardan hiçbiri birden bire Mu’cizevî bir şekilde ortaya çıkmamıştır. Hepsinin bir geçmişi, çevresi, ailesi, yurdu ve toprağı vardı. Mesih, İbrahim, Nûh ve Musa, bunlar kimdi? Bunlar da kendi memleket ve milletlerinin evlâtlarıydılar.”

    “Bizim, onlardan bir adama, ‘insanları azabımızla korkut ve mü’min­leri Rabbleri indinde sadakalarının mükâfatı ile müjdele’ diye vahy etmemizde şaşılacak ne vardır? Ki, kâfirler, ‘bu, apaçık ve şüphesiz bir. sihir­bazdır’ dediler,” (Yunus; 2)

    Yani, bunda şaşılacak ne var? İnsanların hidâyeti ve ikâzı için insan değil de cin veya melek mi gelecektir? Eğer İnsanlar gerçeği ve doğruyu görmüyorsa, Cenab-ı Allah’ın bunları kendi hallerinde bırakması mı, yok­sa onlara yol göstermesi mi daha iyi olacaktır? Şeref ve mükâfat, Allah’ın hidâyetini kabul edene mi, yoksa kabul etmeyene mi verilmelidir? Onun için, hayret ve şaşkınlıklarını belirtenler ilk önce neye şaştıklarını anlama­lıdırlar.

    Şimdi, bu haber veren ve ikaz eden kişiye sihirbaz veya büyücü de­mek ne kadar doğrudur? Eğer bir kişi, büyük hitabet kabiliyetine sahipse ve herkesi konuşmasıyla büyülüyorsa, ona sihirbaz diyebilir miyiz? Esas dikkat edilmesi ve incelenmesi gereken şey, o şahsın konuşmasının muh­tevasıdır, ne konuştuğudur, ne için konuştuğudur ve en önemlisi, konuş­masının, iman edenlerin hayatını ve görüşlerini nasıl değiştirdiğidir. Eğer bir hatip veya konuşmacı sadece kötü amaçları ve çıkarları için hitabet ör­neği veriyorsa, o mutlaka demagog, çenesi düşük, menfaatçi, sorumsuz ve küstah bir kimsedir. Böylesine çenebaz bir kimse hak ve doğruluktan uzaklaşıp dinleyicileri yalana ve haksızlığa inandırabilir. Fakat böyle bir kişinin sözlerinde akıl ve hikmet değil, saçmalık ve mantıksızlık vardır. Fikir birliği ve uyum değil, tezat ve düzensizlik mevcuttur. Sözleri aşırılı­ğa ve abartmaya kaçar. İtidal ve denge bulunmaz. Çenebaz bir kişi hitabe­tini İnsanlar arasında kin ve nefret tohumu ekmek ve birbirine düşürmek için kullanabilir. Boş konuşan kişi ne insanların ahlâklarının düzeltilmesi­ne, ne hayatlarının düzelmesine katkıda bulunur. Sâlih bir fikri ve sâlih bir hareketi başlatamaz. insanları kötülüğe ve çirkinliğe teşvik eder. Fa­kat, bunun tam aksine Hz. Peygamber (a.s.)’in Mekkeli ve Arap müşrikle­re sunduğu kelâm, akıl ve hikmet doluydu. Temiz bir fikir ve düzenli bir nizamın doğmasını öngörüyordu. Ilımlı ve dengeli olmayı, hak ve doğruluğu tavsiye ediyordu. Hz. Peygamber (a.s.)’in konuşmasının her kelimesi ve her cümlesi ölçülü ve anlamlıydı. Her şeyi tartarak ve düşünerek söylü­yordu. Hz. Peygamber (a.s.)’in hiçbir şahsî menfaati veya kötü niyeti yok­tu. Ne yapıyor ve neyi emrediyorsa halkın ve milletin iyiliği içindi. Ailesi, kabilesi, milleti için de herhangi bir dünyevî menfaat gütmüyordu. O bü­tün insanların iyiliğini ve kurtuluşunu istiyordu. Gaflet uykusundan onları uyandırmak, kötü yola sapmış olanları doğru yola getirmek istiyordu. Ayrıca, yaptığı konuşmaların etkisi de diğer çenebaz ve demagogların konuş­malarının etkisinden çok farklıydı. Çünkü bu konuşmaları dinleyen ve bu sözlere kulak verenlerin hayatı değişiveriyordu, ahlâkları düzelmiş olu­yordu. Bir sihirbazın konuşmaları bunları yapabilir miydi?

    “Muhakkak ki biz peygamberlerden bazısını bazısına üstün kıldık. Ve Davud’a Zebur’u verdik.” (İsrâ; 55)

    Burada, bu ayetin hangi şartlarda ve hangi konuşma ile ilgili olarak indirildiği göz önünde bulundurulmalıdır. Burada, Davud (a.s.)’a Zebur ve­rildiğinden ayrıca bahsedilmesinin maksadı, kendisinin hem bir hükümdar hem bir peygamber olduğunu belirtmekti. Hz. Muhammed (a.s.)’in çağ­daşları ise kendisinin normal bir aile hayatı yaşamasına ve çarşı, pazarda alış veriş yapmasına itiraz ediyorlardı. Mekkeli müşrikler, dünya işleriyle uğraşan bir kişinin dinî ve manevî bir iş yapamayacağını sanıyorlardı. Ruhanî önderlik veya peygamberliğin ancak ermiş, elini eteğini bu dünya­dan çekmiş olan birinin işi olduğunu ileri sürüyorlardı. İşte bu inancı ve yanlış düşünceyi çürütmek amacıyla burada deniliyor ki, sadece alelâde İnsanlar değil, hükümdarlar bile peygamber olabilirler. Hz. Davud (a.s.) devlet ve hükümet işleriyle meşgul olmasına rağmen nübüvvet ve Kitap’la şereflendirilmişti.

    “Ben, peygamberlerden ilk defa (gelmiş biri) değilim. Bana ve size ne yapılacağını bilmem. Ben, ancak bana vahyolunana tabi olurum. Ve ben, apaçık bir korkutucudan başkası değilim.” (Ahkâf; 9)

    Mekke ahalisi Hz. Muhammed (a.s.)’in alelâde bir insan olması sebe­biyle peygamberlik gibi yüce bir makama yükselemeyeceğine inanıyordu. Müşrikler Hz. Muhammed (a.s.)’i peygamber olarak tanımak için kendi­sinde hep değişik ve olağandışı bir şey arıyorlardı. O’nun fevkalâde güç ve yetkilerin sahibi olmasını istiyorlardı. Çok zengin ve mali yönden kimseye muhtaç olmamasını arzu ediyorlardı. Gelir kaynağının karısının tica­reti olmasını kabul etmek istemiyorlardı. Karısı harcını kestiği takdirde aç kalacak birinin, Allah’ın rasûlü olduğunu kabul etmeye hazır değillerdi. Taife gitmek için binek bir hayvanı bile olmayan birinin peygamber oldu­ğuna ihtimal vermiyorlardı. Bunun yanı sıra kendisinden büyük Mu’cizeler bekliyorlardı. Peygamberliğini ispatlaması için olağanüstü ve insanüstü bir takım marifetler göstermesini istiyorlardı. Bu kişinin bir işaretiyle dağ­ların yerlerinden oynamasını, bir bakışıyla çölleri çiçek bahçesine çevir­mesini istiyorlardı. Gaipten haberleri olmasını diliyorlardı.

    İşte bu düşünce ve isteklere cevap olarak denildi ki, Hz. Muhammed fevkalâde ve insanüstü bir yaratık değil, alelâde bir insandır. Kendisinin peygamber olması tarihte ender rastlanan bir olay değildir. O’nun gibi normal aile hayatı ve uğraşları olan binlerce insan geçmişte peygamber olmuşlardı. Müşriklerin tahayyül ve tasavvur ettikleri güç, yetki ve imkânlara hiçbir peygamber sahip değildi. Evet, bazı peygamberler bir ta­kım Mu’cizeler gösterebiliyorlardı, ama bunlar da Allah’ın emri ve onayıy­la olabiliyordu. Daha sonra, Hz. Peygamber (a.s.)’in şöyle dediği belirtil­di: “Ben ancak bana vahyolunana tabi olurum. Bana ve size ne yapılacağı­nı bilmem.” Yani, kendisi gaipten bilgisi olmadığını söylüyordu. Hz. Pey­gamber (a.s.), başkalarının geleceği şöyle dursun, kendi geleceği hakkında da herhangi bir bilgiye sahip değildi. Yarın ne olacağını bilemiyordu. Ce­nab-ı Allah, kendisine bazı bilgiler vermedikçe ilerde nelerin olabileceği­ni kestiremezdi. Zaten, böyle herhangi bir iddiası da yoktu. Bir kişinin peygamberliği, gaipten haberdar olması, meselâ; kayıp olan bir şeyin ner­de bulunacağı, hamile bir kadının erkek mi yoksa kız çocuğu mu doğura­cağı veya bir hastanın iyileşip iyileşmeyeceği konusunda kehanette bulun­masıyla ölçülmemeliydi.

    25.2.10.4. Hz. Muhammed (a.s.)’in Peygamber Olarak Seçilmesine İtirazlar

    Müşriklerin bir itirazı da, peygamber olarak Hz. Muhammed (a.s.)’in seçilmiş olmasına idi. Onların düşüncesine göre, eğer Allah rasûl olarak birini dünyaya gönderecek idiyse, bu Hz. Muhammed (a.s.) olmamalıydı. Mekke’de ve Arabistan’da daha çok zengin, çok meşhur ve çok güçlü kişi­ler vardı. Peygamber olacaksa, bunlardan biri olacaktı. Hz. Muhammed ne diye peygamber seçildi. Onlar şöyle diyordu:

    “Kur’an, aramızdan ona mı indirildi?” (Sâd; 8)

    “Ve şunu da söylediler; ‘Bu Kur’an, iki şehrin büyüklerinden bir kim­seye indirilseydi ya.’ Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? On­ların dünya hayatındaki maişetlerini biz taksim ettik. Bazısını bazısı üze­rine derecelerle yükselttik ki, bir kısmı diğerlerini tutup çalıştırsın. Rab­binin rahmeti, onların toplaya geldikleri maldan daha hayırlıdır.” (Zuhruf; 31-32)

    Burada bahsedilen iki memleket veya iki şehir, Mekke ve Taif tir. Kâfirler diyorlardı ki, eğer Allah bir kişiyi peygamber olarak aramıza göndermek istiyorsa ve Kitabını O’na indirmek istiyorsa, bu kişi şehirleri­mizden mümtaz ve soylu birisi olmalıydı. Allah, peygamber olarak bir ye­tim ve öksüz kişiyi mi seçti? Parası, pulu olmayan, kimseden kendisine miras kalmamış, çocukluk ve delikanlılık çağında çobanlık yapmış, karısı­nın sermayesi ile ticaret yapmış olan, hiçbir kabilenin reisi olmayan biri peygamberlik mevkiine getirilebilir miydi? Bu mevki ve makama lâyık Mekke’de nice kabile reisi, mümtaz ve nüfuzlu kişiler vardı. Meselâ, Ve­lid bin Muğire ve Utbe bin Rebi’a ve mesela, Taif in ileri gelenleri, Urve bin Mes’ûd, Hudeyb bin Amr, Kinâne bin Abd-i Amr ve İbn Abd-i Yâlîl. Yani, kâfirler bir kerre, bir insanın peygamber olamayacağını düşünüyor­lardı. Fakat Kur’ân-ı Kerim bu düşüncelerini çeşitli delillerle çürütünce, bu defa da “peki insan olsun ama büyük bir adam olsun” diye bahane et­meye başladılar. Bu itiraza cevap verilirken çok az ve öz ifade kullanıl­mıştır. Burada deniliyor ki, Allah’ın işine kimse karışamaz. Allah’ın rah­metini taksim etme veya başkalarına dağıtma vazifesi kimseye verilmiş değildir. Allah kendi rahmetini, takdir ettiği ve beğendiği kişiye verir. Bu husustaki hikmetini ancak o bilir.

    Rahmet çok geniş kapsamlı bir kelimedir. Bu, Allah’ın her türlü ihsan ve lütfunu ihtiva etmektedir. Nübüvvet ve peygamberlik şöyle dursun, dünya hayatında verilen nimet ve imkânların hepsi Allah’ın takdirine ve iradesine aittirler. Bunların dağıtımı da sadece Allah’a aittir. Cenab-ı Al­lah istediği kişiyi güzel ve yakışıklı islediği kişiyi çirkin yapar. Birine gü­zel, birine de çirkin ses verir. Birini vücutça güzel ve sağlıklı yapar, birini de sakat, arızalı ve zayıf olarak yapar. Birini zengin, birini fakir yapar. Bi­rini gelişmiş ve müreffeh bir milletin ferdi olarak yaratır, birini ise geri kalmış, yoksul bir toplumun üyesi olarak ortaya çıkarır. Doğum ve yaşa­ma ile ilgili Cenâb-ı Hakk’ın takdirine kimse karışamaz, kimse mani ola­maz. Cenâb-ı Allah kimi nasıl yapmışsa öyle olacaktır. Kimin kaderini nasıl yapmışsa öyle kalacaktır. Ayrıca, İnsanlar arasında rızık, kuvvet, iktidar, şeref, haysiyet, şöhret, servet, refah ve mutluluk bakımından çeşitli derece ve safhalar yaratılmıştır. Kime iktidar ve ikbal verilmişse, dünya­nın hiçbir gücü onu alaşağı edemez, ama kim Allah tarafından lânetlenmiş veya kötü kadere mahkum edilmişse, onun kaderini kimse değiştiremez, İnsanlar ne yapsa boştur. Burada insanların dikkatinin çekildiği ikinci nokta “ya hep ya hiç”in önlenmesidir. İlahî takdire göre, kişiye “her şey”, başka bir kişiye de “hiçbir şey” verilmez. Her zaman bir denge kurulmaya çalışılmış, kimseye haksızlık yapılmamasına dikkat edilmiştir. İnsanlar arasındaki farkın fazla büyük olmamasına özen gösterilmiştir. Bazı kim­selere bazı şeyler verilmişse, bazı şeyler verilmemiştir. Bu şekilde, herkes bazı meziyet ve eksikliklerle doğmuş ve bazı bakımdan birbirine muhtaç duruma getirilmiştir. Bu bakımdan, birisine servet, hükûmet, şan ve şöhret verilmişse, ona peygamberlik verilmek de icap etmez. Bir kişi bütün me­ziyetleri, yani akıl, ilim, servet, güzellik, kuvvet ve iktidarı kendisinde toplayamaz. Buna mukabil, bir kişi bütün meziyetlerden yoksun da bırakı­lamaz.

    Son ayette bahsedilen “Rabb’in Rahmeti” deyimi, Allah’ın özel rah­meti -risâlet veya peygamberlik- ile ilgilidir. Burada denilmek isteniyor ki, servet, kuvvet, iktidar ve itibar hakkında müşriklerin gözünde büyük sayılan kabile reisleri, aslında Hz. Muhammed bin Abdullah (a.s.)’a veri­len nimet ve ihsânın yanında hiç kalırlar. Hz. Muhammed (a.s.)’e verilen manevî servet ve şeref, dünyevi bütün servet ve zenginliklerden daha bü­yük ve kalıcıdır. Her zengin ve muktedir kişinin peygamber olacağı sanılıyorsa, bu tamamıyla yanlış ve sakat bir düşüncedir. Cenâb-ı Allah böyle bir saçmalık yapabilir mi?

    “Kendilerine verilmiş bir delil olmaksızın Allah’ın ayetleri hakkında mücadele edenlerin göğüslerinde kibirden başka bir şey yoktur. Onlar’ o arzularına erişemezler. Şerlerinden Allah’a sığın. Muhakkak ki, O, Semî’dir, Alim’dir.” (Mü’min; 56)

    Yani, Arap müşriklerin mesnetsiz, delilsiz ve saçma sapan muhalefet­lerinin sebebi, Allah’ın ayetlerinden ve ortaya koyduğu gerçeklerinden ders ve ibret almamalarıdır. Bunların bu ayet ve gerçekleri anlamadıkları söylenemez. Anlamalarına anlıyorlar, ama bunu gurur meselesi yaptıkları için kabullenmekten çekiniyorlar. Kendi nefislerine hizmet ettikleri ve ki­birli oldukları için Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın dini önderliğini ka­bul etmiyorlar. Halbuki, Hz. Peygamber (a.s.)’in davetinde ve kelâmında akıl, mantık ve gerçeklere aykırı bir şey yoktur. Her şey insanın aklına ya­tıyor ve kalbine giriyor. Arap kabile reisleri ve müşrikler kendi sahte fel­sefe, nizam ve sistemlerini ayakta tutabilmek için bütün güçlerini kullanı­yor ve en alçakça hareketler yapmaktan çekinmiyorlardı. Başka bir de­yimle, gerçek büyüklük ve küçüklük Allah’ın takdirine bağlıdır. Allah ki­mi büyük yapıyorsa o büyük ve kimi küçük yapıyorsa o küçüktür. Küçük adamların kendilerini büyük gösterme çabaları eninde sonunda başarısız kalacaktır.

    “(Allah) kullarından dilediklerine, kendi emrinden melekleri ruh ile indirir: Benden başka ilâh yoktur, şu halde benden korkup-sakının,’ diye uyarıp-korkutur.” (Nahl; 2)

    Bu da, kâfirlerin itirazlarına bir cevaptır. Kâfirler, “kala kala Muham­med (a.s.) mi kalmıştı? Allah başka birini nebi olarak gönderemez miy­di?” diye itirazda bulunuyorlardı. Buna cevap olarak Cenâb-ı Hak diyor ki, “Ben kendi işimi bilirim. Bu hususta kimsenin aklına ihtiyacım yoktur. Ben kimi istiyorsam peygamber yaparım, bu hususta kimse bana karışa­maz. Çünkü her şeyi ben daha iyi bilirim.”

    25.2.10. 5. “Hz. Muhammed (a.s.)’in Davası Haklı Olsaydı Önemli Şahıslar Onu Kabul Ederdi” İddiası

    Müşrikler diyorlardı ki, eğer Hz. Muhammed (a.s.)’in tebliği ve mü­dafaa etmekte olduğu dava haklı olsaydı, bunu ilk önce cemiyetin ve mil­letin mümtaz şahıslan kabul edeceklerdi. Halbuki, bu şahıslar bu davaya tenezzül etmiyor ve sadece fakir, mazlum ve çaresiz kimseler bunun etra­fında toplanıyorlardı:

    “Kâfirler, mü’minler hakkında: ‘Eğer onda (dinde) hayır olsaydı, on­lar bizden evvel ona koşmazlardı’ dediler. Onlar, Kur’an’la hidâyete er­mediklerinden ona ‘bu eski bir yalandır’ diyecekler.” (Ahkâf; ll)

    Bu, Kureyşli kabile reislerinin, halkı kandırmak ve Hz. Peygamber (a.s.)’e karşı onları kışkırtmak için ileri sürdükleri iddialardan biriydi. On­lar diyorlardı ki, eğer Kur’an-ı Kerîm doğru olsaydı ve Hz. Muhammed (a.s.) insanları doğru yola çağırmış olsaydı, buna ilk önce olumlu cevap verenler kendileri olacaklardı. Birkaç akılsız ve tecrübesiz fakir kimse ve kölelerin bir davayı kabul etmeleri ve bütün toplum ve ulusun itimat etti­ği, liderliğini kabul ettiği zengin, nüfuzlu, tecrübeli ve akıllı kimselerin bunu reddetmelerinin, bu davanın yanlış ve geçersiz olduğunu gösterdiği­ni öne sürüyorlardı. Bu durumun, yeni dinin ve hayat anlayışının mutlak bir zaafı eksikliği ve kötü tarafının belirtisi olduğuna inanıyorlardı. Bu inanç içinde olan Kureyş ve Arap kabilelerinin ileri gelenleri, halkın bu davadan kaçınmalarını istiyorlardı.

    İşte bu düşünce ve inanca değinilerek deniliyor ki, bu adamlar kendi beğeni ve takdirlerini, Hak ile Batıl’ın bir ölçüsü olarak kabul ediyorlar. Yani, hangi davayı kendileri kabul etmezlerse, o mutlaka yanlış ve zarar­lıdır. Fakat bu adamlarda, bu davaya “yeni bir yalan” diyecek cesaret bile yoktur. Bunun sebebi, geçmişte peygamberlerin aynı tür mesaj ve dava­larla gelmiş olmalarıdır. Ayrıca, Ehl-i Kitapta ne kadar dinî kitaplar varsa hepsinde benzeri vaaz, akide ve tebliğler bulunmaktadır. Bu sebeple, Hz. Muhammed (a.s.)’in kendilerine sunduğu davaya, “eski bir yalan” diyor­lar. Bunların fikrine göre, binlerce yıldan beri bu gerçekleri kabul ede gelen birçok ümmet ve millet akılsızmışlar ve sadece kendileri en akıllı ve en tecrübeliymişler!

    İbn Abbas’ın bir hadisine göre, Kureyşli kabile reisleri, Rasûlullah (a.s.)’a şöyle derlerdi: “Etrafınızda şu Bilâl, Suheyb, Ammâr, Habbâb ve İbn Mes’ud gibi adamları niye bulunduruyorsunuz? Biz onlarla aynı yerde oturamayız. Siz onları kendinizden uzaklaştırın ki biz size gelelim ve ne­ler söylemek istediğinizi ağzınızdan duyalım.”

    Rivâyetlere göre, Bizans imparatoru Heraclius, Hz. Peygamber (a.s.)’in mübarek mektubunu aldıktan sonra Ebû Süfyan’ı yanına çağı­rıp, Rasûlullah (a.s.) hakkında bilgi almak istedi. Ebû Süfyan’ın Hz. Pey­gamber (a.s.) hakkında söylediklerinden biri şuydu: “Bu kişiye ancak fa­kir ve miskinler tâbi olmuşlardır.” Yani, Ebû Süfyan’a göre toplumun ezil­miş tabakalarının bir davayı kabul etmesi bunun yanlış ve geçersiz oldu­ğunun bir deliliydi. Bu dava, ancak toplumun ileri gelenleri tarafından kabul edildiği takdirde haklılık ve meşruluk kazanabilirdi. Hemen hemen aynı şeyleri, Hz. Nuh’un kavminin sapık ve müşrik kişileri söylemişler­di, “Biz senin dâvanı nasıl kabul edelim, çünkü sana itibar eden ve güve­nenler çok rezil ve zelil kişilerdir.” Hûd sûresinin 27. ayetinde ise onların şöyle dediği kaydedilmiştir: “Biz, seni bizim gibi bir insan olarak görüyo­ruz. Ve sana tabi olanları bizim basit ve en aşağı tabakalarımızdan görü­yoruz.”

    25.2.10.6. Rasûlullah (a.s.)’ın Kendi İktidarı Peşinde Olduğuna Dair İddia

    Sâd sûresinde, Rasûlullah (a.s.)’ın Kureyşli kabile reislerine İslâmî daveti anlatırken orada bulunanların çeşitli itirazlarda bulundukları, bun­lardan birinin şu olduğu belirtilmiştir. “Bu sözler başka bir maksat için söyleniyor.” Yani, Hz. Muhammed (a.s.) kuvvet ve iktidar sahibi olmak istiyor. Bize din ve ahlâk dersi veriyor, ama güttüğü hedef başkadır. Ken­disi bize hâkim olmak ve bize dilediğini yaptırmak istiyor.

    Bunun, sadece bir iftira ve boş bir iddia olduğu apaçık ortadadır. Müşrikler sadece kötü niyet ve düşünceleri yüzünden, Hz. Peygamber (a.s.)’in, Hak dini vaaz ve tebliğ etmesinde, bazı menfaat ve maddi ka­zançlar aramaya çalışıyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm’de bu iddiaya doğrudan doğruya cevap verilmeden eski çağlarda da Allah’ın hangi kulu ve rasûlü insanları doğruya ve iyiliğe davet etmişse aynı ithamla karşılaştığı kayde­dilmiştir. Mesela, Firavun’un sarayındakiler Hz. Musa ile Harun (a.s.)’un Hakk’a davetine şu karşılığı vermişlerdir:

    “Onlar ‘siz ikiniz bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çe­virmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz, si­zin ikinize inanacaklar değiliz’ dediler.” (Yunus; 78)

    “Bu, ancak sizin gibi bir insandır. Sizin üzerinize üstünlük kurmak istiyor.” (Mü’minûn; 24)

    Hak ve adalet düşmanlarının eski ve bilinen bir taktiği vardır. Bunlar, Allah’ın hangi kulu insanları, cemiyeti ve milleti ıslâha çalışmışsa, ona derhal “iktidar hırsıyla gözü dönmüşlük” damgasını vurmuşlardır. Aynı suçlamaya Hz. Musa ve Hz. Harun (a.s.) maruz kalmışlardı. Firavun ve yandaşları, Hz. Musa ile Hz. Harun’un iktidara hevesli olduğunu, şan ve şöhret sahibi olmak istediklerini iddia etmişlerdi. Aynı iftira Hz. Îsa (a.s.)’ya da atılmıştı ve kendisinin Yahudilerin lideri ve kralı olmak istedi­ği söylenmişti. Kureyşli kabile reisleri de Hz. Nebî-yi Kerim (a.s.)’in ikti­dara talip olduğunu düşünmüşlerdi. Nitekim, bunlar bazen Hz. Peygamber (a.s.) ile pazarlığa oturdular ve “eğer sen gerçekten iktidara talipsen, ‘muhalefet’i bırakıp ‘iktidar’ kanadına gelmelisin, ki biz seni hükümdarımız yapalım” dediler.

    Gerçek şu ki, ömürleri boyunca dünyanın maddi imkânlarından fay­dalanıp para, pul, şan ve şöhret sahibi olmak isteyenler, bu dünyada bir insanın hiçbir şahsî iktidar ve ikbal beklemeden, hiçbir çıkar gütmeden, karşılıksız, samimiyetle ve iyi niyetle insanların iyiliği ve felahı için çalı­şacağına bir türlü inanamazlar. Bu İnsanlar kendi iktidar ve nüfuzları için sabahtan akşama kadar milleti aldatmak için sahte vaadlerde bulunur ve aldatıcı sloganlar üretirler. Bu itibarla, bu tür aldatmaca ve sahtekârlık bunlar için gayet normaldir. Bunlar, ıslah ve reform iddiasında bulunanla­rın, doğru ve samimi davranmadıklarını belirtirler. Bu alanlarda faaliyet göstermek isteyen veya gösterenlerin, mutlaka kendilerine benzediklerini sanırlar. İşin tuhafı, ıslahatçılara “iktidar hırsı” damgası daima iktidar sa­hibi ve dalkavukları tarafından vurulmuştur. Sanki iktidar bunların tabii hakkıdır ve kendilerine iktidarı gasp etme veya ele geçirme ithamı yapıla­maz, “iktidar hırsı” ithamı ancak doğuştan itibaren buna sahip olmayanlar için geçerlidir, iktidar’ı kendi tapulu malı sayanların, başkalarına iktidarı gaspetmeye çalışıyorlar suçlaması yapmaları da sanki tabii haklarıdır!

    Burada şu önemli noktayı unutmayalım ki, her kim kurulu bir düze­nin kötülüklerini gidermek veya bunu tamamıyla değiştirmek amacıyla bir ıslahata başlar ve yeni bir düzen ve sistem getirmek isterse bu yolda bin bir engellerle karşılaşacaktır. Bu engeller bazen çok küçük, bazen çok bü­yük olabilir ve genellikle hiç geçilmez gibi görülürler. Ama Hak ve adale­te davet eden bir kişi bunları mutlaka geçmek zorundadır. Bundan sonra bu kişi veya gruplar, düşünülen düzeni kuracak kişileri iktidara getirecek müesseseleri meydana getirmek zorundadırlar. Böyle bir kişinin daveti başarılı olduğu ve büyük bir kitle tarafından kabul edildiği takdirde bu ki­şinin lider, önder, İmam ve hükümdar olması gayet doğaldır. Yeni dönem­de ya bütün ipler onun elinde olacak ya da onun arkadaşları veya ona tabi olanların ellerinde olacaktır. Tarihte hangi peygamber, lider ve ıslahatçı kendi nizamını fiilen kurmaya çalışmamıştır? Hangi peygamber, dinî lider veya ıslahatçı, davasının başarılı olması halinde hükümdar yapılmamış veya iktidar koltuğuna getirilmemiştir? Böyle bir durumda bir dini lider veya imamın sunduğu davetin esas gayesinin iktidar koltuğunu gasbetmek olduğunu iddia etmek ne kadar doğrudur? Bu gibi iddia ve ithamların doğru olacağını ancak din, hak ve adalet düşmanları söyleyebilirler. Haki­katle, sadece iktidara talip olmak ile, hayır ve iş için uğraşmak arasında yerle gök kadar fark vardır. Bunlardan ilki haydudun hançeri ise ikincisi bir cerrahın neşteridir. Eğer bir şahıs, neticede ikisinin de insan vücudunu yardığını ve her iki kişinin de kazanç elde ettiğini ileri sürerek haydut ile tabibin aynı çizgide olduğunu sanırsa, bu onun düşüncesindeki sakatlıktır. Halbuki, her ikisinin niyeti, çalışma tarzı ve karakterinde o kadar fark vardır ki, akıl ve mantık sahibi olan bir kişi haydut ile doktor arasındaki farkı hemen anlayabilir.

    Aynı durumla Hz. Hûd (a.s.) da karşı karşıya gelmişti. Hûd’un kavmi­nin ileri gelenleri de halka böyle sesleniyorlardı:

    “Bu ancak sizin gibi bir beşerdir. Yediğinizden yiyor, içtiğinizden içiyor. Eğer siz kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz, o zaman hüsrâna düşenlerden olursunuz.” (Mü’minûn; 33-34)

    Âd kavminin ileri gelenleri baktılar ki, halk üzerinde Hz. Hûd’un te­miz kişiliği, karakteri ve çekici sözlerinden önemli ölçüde etkili olmaya başladı. Halkın, Hz. Hûd’un talimatına uyması ve söylediklerini yapması halinde onların iktidarı ellerinden gidecekti, iktidar koltuğunun gideceğin­den korkan aristokrat ve soylu kişiler bu sebeple halka şöyle seslenmeye başladılar. “Ey millet, bizi dinleyin. Bu adam sizi kandırıyor. Peygamber­lik diye bir şey yoktur. Bunların hepsi kandırmacadır. Bu adam bizim kol­tuğumuzu bizden almak istiyor. Arkadaşlar, biraz düşünün; bu adamın sizden ne üstün tarafı var? Sizin gibi et ve kemikten yapılmıştır. Sizin gibi bir insandır, sizin gibi insanî ihtiyaçları vardır. Diğer İnsanlar gibi bu da pek çok şeylere muhtaçtır. Bu peygamber,, bir dinî lider böyle mi olur? Madem ki, o hiçbir şekilde sizden üstün veya sizden farklı değildir, o za­man ne diye onun sözlerine kanıyorsunuz?” Bu konuşma tarzı gösteriyor ki, Âd kavminin ileri gelenleri kendilerini iktidarın rakipsiz sahibi sayı­yorlardı ve bunu bir hak olarak kullanıyorlardı. Onlar da diğer İnsanlar gi­bi etten ve kemikten yapılmışlardı ve de diğer İnsanlar gibi duygu ve tut­kuların esiriydiler. Ama, bu hususların, kendilerinin iktidar sahibi olmala­rına mani olduğunu düşünmüyorlardı. Kendilerini doğuştan iktidara lâyık görüyorlardı. Kısacası, Âd kavminin ileri gelenleri, Nûh kavminin ileri gelenleri de ancak siyaset ve iktidara talip olanlara ve hatta lâyık olanlara karşıydılar. Halbuki bu iktidar açlığı onları hiç rahatsız etmiyordu. Çünkü onlar iktidarı doğal bir yiyecek olarak görüyorlardı ve bunun midelerini bozacak kadar fazla yemekten de çekinmiyorlardı!

    25.2.10.7. Hz. Muhammed (a.s.)’in Kâhin Olduğu veya Kendisine Şeytanların Geldiğine Dair İddialar

    Mekkeli kâfirler sürekli olarak Hazreti Peygamber (a.s.)’in kâhin ol­duğu ve kendisine meleklerin değil şeytanların “Kur’an” denilen kelâmı getirdiklerini öne sürüyorlardı. Kâfirlerin bu suçlamalarına Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli yerlerde temas edilmiştir.

    “O halde (ey habibim) sen öğüt ve nasihate devam et. Sen Rabbinin nimeti sayesinde ne kâhinsin ne de bir mecnun.” (Tûr; 29)

    “Kâhin” kelimesi Arapçada falcı, gaipten haber veren ve akıllı bir kimse için kullanılıyor. Cahiliyye döneminde kâhinlik belli bir meslekti. Kâhinler, astronomi uzmanı olduklarını, ruhlar, cinler ve şeytanlarla özel bir ilişki içinde olduklarını ve dolayısıyla, gaipten ve gelecekten haber ve­rebildiklerini iddia ediyorlardı. Zayıf inançlı kişiler de bunların dedikleri­ne inanıyorlardı. Kâhinler, kaybolan bir şeyin nerede olduğunu, çalınan bir malın hırsızının kim olduğunu, insanların kaderinde neler yazılı oldu­ğunu v.s. açıklayabileceklerini iddia ediyorlardı. Kâhinlerin bazısı zaman zaman çeşitli bölge ve mahalleleri gezer ve bağırarak müşteri arardı. Bazen da müşteriler kendilerine gidip hediye ve ücret vererek bazı konularda bilgi edinirlerdi. Kâhin ve falcıların belli bir kıyafeti ve görünümü vardı. Ayrıca, kullandıkları lisan da halkınkinden değişik, yani daha ağdalı ve kafiyeli olurdu. İfade ve üslûpları da karışık, muğlak ve yuvarlak olurdu. Böylece, herkes bu ifadelerden kendi durumuna göre anlamlar çıkarabilir­di. Hz. Muhammed (a.s.) normal insanların bilemediği ve anlayamadığı bazı şeyler söylüyordu. Meselâ, Allah’tan bir meleğin geldiği ve kendisine vahiy getirdiği gibi. Kimsenin göremediği bu meleğin getirdiği kelâm da gayet tesirli ve süslüydü. Bu sebeple, Kureyşli kabile reisleri halkı kandır­mak maksadıyla “kâhinlik ve “falcılık” ünvanını derhal Hz. Peygamber (a.s.)’e yakıştırdılar. Ne var ki, bu iddia ve itham pek inandırıcı değildi. Zira, kâhinlerin mesleğini, kılık kıyafetini, konuşma ve hareketini bilme­yen bir Arap yoktu. Herkes, kâhinlerin ne iş yaptıklarını, ne için kendileri­ne geldiklerini, kendilerine hangi konularda bilgi verdiklerini, konuşma ve ifadelerinin nasıl olduğunu bilirdi. Bu kâhinin mevcut akidelere, kuru­lu düzene karşı ses çıkarması ve sabahtan akşama kadar hep bunun için çalışması, bu uğurda her şeyini feda etmesi, herkesin düşmanlığını kazan­ması ve hiçbir maddî kazanç gütmemesi düşünülemezdi. Bu yüzden, Hz. Muhammed (a.s.)’e yakıştırılmak istenen “kâhinlik” ve “falcılık” hiçbir Arab’a inandırıcı gelmedi ve kimse bu iddia ve ithamı ciddi bulmadı. Bun­dan dolayıdır ki, bu iddia ve ithamın tekzip edilmesi için bir delil sunul­maya gerek duyulmadı. Bu iddia ve ilham kendi kendini tekzip ediciydi. Allah’ın bunu yalanlamaya ihtiyacı yoktu. Dolayısıyla Cenâb-ı Allah, ey habibim, insanları uyarma ve Hak dinini yayma çalışmalarına bugüne ka­dar olduğu gibi bundan sonra da hiç tereddüt etmeden ve hiç sarsılmadan devam et; çünkü senin kâhin ve mecnûn olmadığın herkesçe bilinen bir husustur” demekle iktifa etti.

    “O (Kur’an) da, Allah’ın rahmetinden kovulmuş şeytanın sözü değildir. O halde nereye gidiyorsunuz?” (Tekvir; 25-26)

    Yani, ey Mekkeli müşrikler, Hz. Muhammed (a.s.)’e Şeytan’ın geldiği ve bazı sözler söylediği, O’nun da bu sözleri tekrarladığı yolundaki düşün­ceniz tamamıyla yanlış ve asılsızdır. Şeytan, bir kerre Allah’ın huzurun­dan kovulmuş ve lânetlenmiş bir yaratıktır. Şeytan intikam ateşi ile yanan ve insanları Allah’a karşı ayaklandırmaya çalışan bir mahlûktur. O’nun iyi ve hayırlı bir iş yapmasına imkân var mıdır? Şeytan, insanları şirk ve put­perestlikten uzaklaştırıp Tevhid’e ve risâlete götürebilir mi? İnsanları cehalete, dalâlete ve dinsizliğe sürüklemekten zevk duyan, onların Allah’a karşı isyan bayrağını çekmelerinden memnun olan İblis, Allah’a itaat et­meleri için çalışabilir mi? İblis, cahilane örf ve adetler, ahlâksızlık ve sa­pıklık yerine güzel ahlâk, fazilet, adalet, takva ve hikmeti teşvik ve tesis edebilir mi?

    “Kur’an-ı şeytanlar indirmedi. Kur’an’ı indirmek onlara uygun düş­mez. Buna güç de yetiremezler. Şeytanlar (vahyi) işitmekten uzaklaştırıl­mışlardır.” (Şuara; 210-212)

    Kureyşli kâfirlerin, Hz. Rasûl-i Ekrem (a.s.)’e karşı açtıkları yalan kampanyasının en zor yanı, Kur’ân şeklinde insanlara ulaşan ve onları müthiş bir şekilde etkileyen muazzam ve şaşırtıcı Kelâm’ı küçümsemeleri ve halkın gözünden düşürmeye çalışmalarıydı. Bu Kelâm’ın halka ulaşma­sını önlemelerine imkân yoktu. Ama insanları buna karşı yanıltmak ve bu­nun tesirini azaltmak için ne yapılabilirdi? Bu çok zor bir şeydi ve kâfirler şaşkınlık içinde Rasûlullah (a.s.)’a çeşit, çeşit saçma sapan ithamlarda bu­lunmaya başladılar. Onlara göre Hz. Peygamber (a.s.) bir kâhindi ve diğer kâhinler gibi çeşitli konularda şeytanlardan bilgi alıyordu. Bu suçlamayı da en ağır silahları olarak kullanıyorlardı. Kanılarınca, melekler gibi şey­tanlar da görülmez yaratıklar olduğu için bu suçlamaları kolayca halkın kafalarına sokabileceklerdi. Nasıl ki kimse, bir meleğin Hz. Peygamber (a.s.)’e geldiğinin farkına varamıyordu, bir şeytanın geldiğini söyledikleri zaman da herkes buna inanmış olacaktı. Bu suçlamanın reddi için ortada herhangi bir delil yoktu ve bulunması da zordu. Fakat, Cenâb-ı Allah dedi ki, bu son derece saçma bir suçlamadır. Zira, Hz. Muhammed (a.s.)’e indi­rilen kelâm’ın şekli ve muhtevasıyla şeytanların yakından veya uzaktan hiçbir ilişkileri yoktu. Bu gibi yüce kelâm ve bu kadar temiz mesaj ve öğ­reti şeytanlara yakışmaz. Akıl ve mantık sahibi bir insan, Kur’ân-ı Kerîm’de bahsedilen tevhid, risâlet, din, ahlâk ve fazilet ile ilgili talima­tın şeytanlardan gelemeyeceğine derhal hüküm verebilir. Araplarda pek çok kâhinler vardı. Onların kılık, kıyafetleri, konuşmaları ve çalışmaları herkesin gözünün önünde idi. Şeytanların bu kâhinler vasıtasıyla din ve ahlâk dersini verdiklerine hiç rastlanmamıştı. Şeytanlar tek Allah’a ibade­te ve itaate çağırabilirler mi? Şeytanlar, insanların peygamberlere ve ahi­rete iman etmelerini isteyebilir mi? Şeytanlar insanları şirk ve putperest­likten menedip iyilik, doğruluk ve dürüstlüğe çağırabilirler mi? Onlardan böyle şeyler beklenebilir mi? Onların işi fesad ve fitne yaratmaktır, insan­ları doğru yoldan kötü yola ve günahlara çekmektir. Arabistan’da kâ­hinlere ne gibi sorular sorulurdu? Aşık sevgilisine kavuşacak mı? Kumar­da kazanç sağlayacak taktik ne olmalı? Düşmanı alaşağı etmek için ne yapmalı? Falanca adamın devesini kim çalmıştır? Bu ve buna benzer so­rular. Bu gibi günlük ve olağan işlerin dışında kâhinler ile şeytanlar insan­ların ıslâhı, kötülükten korunmaları ve âhirete hazırlanmalarıyla ne za­mandan beri ilgilenmeye başladılar? Doğrusu, şeytanlar bu işleri yapmaya kalkışsa bile yapamazlar. İnsanların iyilik hocası ve dürüstlük rehberi ola­mazlar ve her şey bir yana, Kur’ân-ı Kerîm gibi Mu’cizevi bir kelâm getire­mezler.

    Yukarıdaki ayette, şeytanların Kur’ân-ı Kerîm’i Hazreti Peygamber (a.s.)’e okumaları ve anlatmaları şöyle dursun, bunun yanına bile yaklaş­malarının imkânsız olduğu belirtilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in Cenâb-ı Al­lah’tan, Ruh-ul Emîn Hz. Cebrail vasıtasıyla Hz. Muhammed (a.s.)’e geli­şine kadar şeytanın bunu dinlemesine imkân yoktur. Bu iş azamî gizlilik içinde oluyordu ve bunu Cenab-ı Allah, melek ve Hz. Peygamber (a.s.)’den başka kimse bilemezdi. Umumi tebliğ ve telkin devresi bundan sonra başlar.

    25.2.10.8. Bazı Kimselerin Hz. Peygamber (a.s.)’e Bazı Şeyler Öğrettikleri Yolundaki Suçlama

    Kureyşli kâfirler, bir yandan hâşâ şeytanların Rasûlullah (a.s.)’a Kur’an indirdiklerini ileri sürüyorlar diğer yandan da, bunun tam aksine, kendisinin Kur’ân-ı Kerîm’i bazı kimselerden öğrenerek halka iletmekte olduğunu söylüyorlardı:

    “Sonra ondan yüz çevirip şöyle dediler: ‘Öğretilmiştir, mecnundu.” (Duhan; 14)

    Mekkeli kâfirler demek istiyordu ki, bu aslında saf ve dürüst bir in­sandır, ama bazı kimseler tarafından kandırılmıştır. Onlara göre, bu meç­hul kimseler Hz. Peygamber (a.s.)’e Kur’ân-ı Kerîm’i gizli okuyor ve o da sonra halka iletiyordu. Bu kimseler rahat bir hayat sürerken Hz. Peygam­ber (a.s.) okuduğu kelâm yüzünden halkın tepkisiyle karşılaşıyor, onların küfürlerine, taşkınlıklarına hedef oluyordu. İşte kâfirler, bu bahaneleri uy­durarak, Rasûlullah (a.s.)’ın senelerdir çile çekerek anlatmak istediği Kur’ân-ı Kerîm’i ve bu hususta kendilerine sunmakta olduğu delil nasihat ve talimatı bir anda geçersiz kılmaya çalışırlardı. Bu suretle, ne Kur’ân-ı Kerîm’de bahsedilen ciddi konulara dikkat ederlerdi, ne bunu kendilerine iletmekte olan Rasûlullah (a.s.)’ın yüce ve temiz kişiliğine bakarlardı ve ne de kendilerinin ne kadar saçmaladıklarını düşünürlerdi. Hz. Peygamber (a.s.)’e gizli gizli Kur’ân-ı Kerîm anlatacak bir kimse olabilir miydi? Buna imkân var mıydı? Bu, sözde Kur’ân öğreticileri, Hz. Muhammed (a.s.)’in yakın çevresindekilerden, meselâ, Hz. Hatice, Hz. Ali, Hz. Zeyd bin Haris ve Hz. Ebû Bekr v.s.’den saklı kalabilir miydiler? Eğer gerçekten böyle kimseler olsaydı, bu zevâtın Hz. Muhammed (a.s.)’in davetini ilk önce bü­tün kalpleriyle kabul etmeleri mümkün olabilir miydi? Şayet Hz. Peygam­ber (a.s.)’in peygamberliğinde bir bit yeniği olsaydı, bu zevat bunu ilk fır­satta açığa vurmaz mıydı? Böylesine önemli bir şeyi ömürleri boyunca halka duyurmaktan kaçınabilirler miydi?

    “And olsun, Biz onların: ‘Kur’an-ı Muhammed’e bir insan öğretiyor’ dediklerini biliriz. Haktan yaparak kendisine nispet edecekleri (farz edi­len kişi)nin lisanı Acemi’dir. Bu (Kur’ân’ın dili) ise fasih ve apaçık Arapçadır.” (Nahl; 103)

    Mekkeli kâfirler, Hz. Peygamber (a.s.)’e Kur’ân-ı öğrettiklerini san­dıkları bazı kimselerin isimlerini de veriyorlardı. Hadislerde bu hususta bazı isimlere rastlanmaktadır. Bunlardan biri, Amir bin el Hadrami’nin Bi­zanslı bir kölesi olan Cebr’di. Başka biri, Âiş veya Ya’îş adında Huveylib bin Abdul-Uzzâ’nın kölesiydi. Başka bir hadiste, künyesi Ebû Fukeyhe olan ve Mekkeli bir kadının hizmetçisi olan Yesar’ın ismi geçiyor. Başka bir hadis yine Bel’ân veya Bel’âm isimli Bizanslı bir köle ile ilgilidir. Bu kişilerden hangisi kastedilmişse edilsin, bunların Tevrât ve İncil hakkında az çok bilgileri olduğu için ve Hz. Muhammed (a.s.)’i de tanıdıkları için Kureyşliler, hiç çekinmeden ve hiç düşünmeden, bunlardan birinin veya birkaçının, Kur’ân-ı Kerîm’i yazıp halka okumak üzere Rasûlullah (a.s.)’a verdiğini, Rasûlullah (a.s.)’ın da bunu Allah’ın kelâmı diyerek halka sun­makta olduğunu iddia ediverdiler.

    Bu iftira ve itham, Mekkeli kâfirlerin ne kadar sorumsuzca hareket ettiklerini ortaya koyuyor. Kâfirler bu davranışlarıyla, çağdaşları olan da­hilerin değerinin ne kadar hiçe sayıldığının ve ne kadar acımasız ve hak­sız suçlamalara maruz kaldıklarının yeni bir örneğini veriyorlardı. Arap’ların içinden, insanların tarihinin, o zamana kadar benzeri görülme­yen ve kıyamete kadar da görülmeyecek olan bir şahsiyeti doğmuştu ve onlara akıllara durgunluk verecek ve keskin kılıç gibi etkisi olan bir kelâm sunuyordu; ama gözleri kör olan ve akılları kaybolmuş olan Arap’lar bu dahiyi görmek ve kabul etmekten kaçıyorlardı. Onların gözün­de birazcık Tevrat ve İncil okuyabilen Acemi bir köle, insanlık tarihinin bu büyük dahisinden daha bilgili ve kıymetli görünüyordu. Akıllarına gö­re, bu paha biçilmez elmas, parıltısını bir kömür parçasından alıyordu!

    25.2.10.9. Rasûlullah (a.s.)’a Vahiylerin Gelmesiyle İlgili Apaçık Bir Delil

    Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Allah, Hz. Musa’nın kıssasını anlattıktan sonra şöyle buyuruyor:

    “Biz Musa’ya bu emri vahyettiğimiz zaman, sen (Habibim) Tûr’un ban tarafında değildin, akitlerden de değildin. Fakat, biz, Musa’dan son­ra birçok ümmetler yarattık da, onların üzerine ömür uzadı. Sen Medyen halkı içinde durup ta ayetlerimizi onlardan okuyarak öğrenmiş de değil­sin. Ancak biz seni peygamber olarak gönderdik. Ve sen, Musa’ya nidâ ettiğimizde Tur’un yanında değildin. Fakat sen Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin. Tâ ki, senden önce kendilerine bir peygamber gelme­miş olan bir kavmi inzar edesin. Olur ki nasihat kabul ederler.” (Kasas; 44-46)

    Burada üç husus, Rasûlullah (a.s.)’ın peygamberliğinin delili olarak bize sunulmuştur. Bu üç hususla da Hz. Peygamber (a.s.)’in bilgi kaynağı­nın vahiyden başka bir şey olmadığı vurgulanmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususlar üzerinde durulduğu zaman Mekkeli kabile reisleri ve hemen hemen bütün kâfirler Hz. Peygamber (a.s.)’in hâşâ sahte bir nebi olduğunu ispatlamaya seferber olmuşlardı. Onlara yardım etmek üzere Hicaz’da ba­zı Yahudi ve Hıristiyan âlim, rahip ve bilginler de vardı. Fakat, Hz. Mu­hammed (a.s.) başka bir dünyanın insanı değildi ve oralardan gelip Kur’ân-ı halka okuduktan sonra geldiği yerlere tekrar dönmüyordu. Aksi­ne Hz. Muhammed (a.s.) bir Mekkeliydi. Mekke’de doğup büyümüştü. Hayatının hiçbir safhası ve yanı çevredeki insanlardan ve akrabalardan saklı değildi. Onun için, yukarıdaki ayette, Hz. Muhammed (a.s.)’e geçmi­şin peygamberleri hakkındaki bilginin doğrudan Cenâb-ı Allah tarafından verildiği ısrarla tekrarlandı ve bütün Mekke ve Hicaz’dan kimse çıkıp ta bugün şarkiyatçıların yaptıkları saçmalıkları yapmadı. Mekkeli müşrikler yalan ve iftira uydurmakta bugünkü oryantalistlerden geri değillerdi, ama bir şeyi bile bile ve herkesin önünde nasıl yalanlayabilirlerdi? Onların bil­diği bir Yahudi veya Hıristiyan âlim var mıydı ki, bu zât Hz. Muhammed (a.s.)’e Kur’ân-ı öğretmiş olsun? Böyle bir zâtın ismini veremezlerdi; çün­kü herkes bu iddiayı reddedebilirdi. Mekkeli kâfirler, Hz. Muhammed (a.s.)’in bir kütüphanesi olduğunu da ileri süremezlerdi. Hz. Peygamber (a.s.)’in okuma yazması olmadığını herkes biliyordu. Hz. Peygamber (a.s.)’in aynı zamanda Süryanice, İbranice ve Yunanca kitapları ve eski me­tinleri Arapçaya ustaca çevirecek bir mütercimden yararlandığı da söyle­nemezdi. Arapların en hayasızı bile, Hz. Muhammed (a.s.)’in Suriye’ye ve Filistin’e yaptığı birkaç ticari seyahati sırasında Kur’ân ile ilgili bilgileri topladığını da söylemeye cesaret edemezdi. Zira bu seyahatler yalnız başı­na yapılmamıştı. Mekkeliler her zaman onun yanında idiler. Bunlar, Hz. Peygamber (a.s.)’in hiçbir Hıristiyan ve Yahudi rahip veya din adamından bir Kur’ân yaratacak bilgi edinmediğini pek iyi biliyorlardı. Rasûlullah (a.s.)’ın öbür dünyaya intikâlinden iki sene sonra müslümanlar Bizanslıla­ra meydan okumaya başlamışlardı. Eğer Hz. Muhammed (a.s.) gerçekten Suriye’de veya Filistin’de herhangi bir Yahudi veya Hıristiyan âlimden elle tutulur bir şey öğrenmiş olsaydı, Bizanslı ve diğer İslâm düşmanları bu olayı şişirerek bütün dünyaya duyurmaya çalışacaklardı ve diyeceklerdi ki, (hâşâ) “Muhammed (a.s.) her şeyi bizden öğrenmiştir ve Mekke’ye döndükten sonra kendini peygamber ilân etmişti.” Şunu unutmayalım ki, Hz. Peygamber (a.s.)’i ve Kur’ân-ı Kerîm’i kendileri için daha tehlikeli sa­yan ve bu itibarla bunlara daha şiddetli bir muhalefet göstermek ihtiyacını duyan Arap müşrikler ile Bizanslılar ve diğer İslâm düşmanları herhalde bugünkü oryantalistlerden daha atik ve atak davranacaklardı. Ama ne çare ki, İslâmiyet’i ve İslâm peygamberini küçük düşürecek ve müdafaaya çekilmeye zorlayacak herhangi bir zaaf noktasını bulamamışlardı. Onlar bü­tün gayretlerine rağmen Hz. Peygamber (a.s.)’in bilgi kaynağının vahiy­den başka olduğunu ispat edememişlerdi. Durum böyle iken bugün sözde âlim ve şarkiyatçıların, Rasûlullah (a.s.)’ın bütün bilgilerini şu veya bu Hıristiyan rahip ve din adamından aldığını iddia etmelerine ne demeli?

    25.2.10.10. Rasûlullah (a.s.)’ın (Hâşâ) Mecnûn Olduğuna Dair İddia

    Kureyşli kâfirlerin Hazreti Peygamber (a.s.)’e yönelttikleri mesnetsiz suçlama ve saçma sapan iftiralardan biri de, onun (hâşâ) mecnun, deli ve çılgın olmasıyla ilgiliydi. Kâfirler, aynı anlamda Hz. Peygamber (a.s.)’in büyülenmiş ve cinlere çarpmış olduğunu da söylüyorlardı. Kâfirler, Hz. Peygamber (a.s.)’in bir cinin etkisi altında olduğunu da öne sürüyorlardı. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm bu hususta şöyle demiştir:

    “Ve, ‘biz, ilâhlarımızı, divâne bir şair için hiç bırakır mıyız’ derler­di.” (Sâffât; 36)

    Kur’ân-ı Kerîm’de başka yerlerde şöyle denilmiştir;

    “O zâlimler, “siz âncak bir sihre mübtela olmuş bir adama tabi olu­yorsunuz’ dediler.” (Furkan; 8)

    Başka bir yerde de şöyle buyurulmuştur:

    “Yoksa, ‘onda bir delilik’ var mı diyorlar.” (Mü’minûn; 70)

    Arapların bütün bu itiraz ve suçlamalarının anlamı aynıydı. Zira, on­lara göre bir kişinin deliliğinin iki sebebi vardı: Ya biri büyü yaparak onu çılgına çevirmiştir, ya da onu bir cin tutmuştur.

    Kur’ân-ı Kerîm’de müşriklerin bu itiraz ve ithamları, onların Rasûlullah (a.s.)’a muhalefet konusunda ne kadar acımasız ve insafsız olduklarını göstermek maksadıyla kaydedilmiştir. Bütün bu ilham ve itirazlar ciddiye alınacak neviden değillerdi. Bu sebeple, bunlara açık herhangi bir cevap verilmeden bunların sadece tekrarlanması ve hatırlatılması kâfi görüldü. Bu itirazlara sadece işaret edilmesi, muhaliflerin delil akıl ve mantıktan ne kadar yoksun olduklarını göstermeye kâfi idi. Şimdi, Allah’ın bir kulu ortaya çıkıyor ve müşriklere diyor ki, “ey ahali, dininiz, medeniyetiniz ve kültürünüz yanlış ve çürük bir akideye dayanıyor. Bu akide ve inanç siste­minin temelden sakat olmasının delilleri şunlar şunlardır…” Buna cevap verenler, herhangi bir inandırıcı delil vermiyor ve sadece alaylı ve küçül­tücü bir söz söylüyorlar, “sen delisin”, “sana cin çarpmıştır”. Bu Allah’ın kulu kâinat nizamının tümünün Tevhid’e dayalı olduğunu söylüyor ve bu­nun gerekçelerini bir bir ortaya koyuyor. Buna cevap olarak bir gürültü kopuyor, “sen bir sihirbazsın.” Yine bu insan kendilerini ikaz ediyor, “ba­kın ey Mekkeliler, Siz dünyaya deve veya öküzler gibi gönderilmemişsinizdir. Dünyaya gelmenizin bir amacı vardır. Siz yine Rabbinize döndürü­leceksiniz. Orada, amelinizin hesabını Rabbinize vereceksiniz.” Ve bu sözlerin lehinde ahlâki, tarihi, ilmi ve mantıkî deliller sıralıyor. Kendisine karşılık veriliyor; “sen şairsin”. Aynı kişi diyor ki, “ey İnsanlar, ben size Allahu Teâlâ’dan Hakk’ı getirmişimdir. Sizi Hakk’a davet ediyorum. Bu davetin icapları şunlardır…” Cevap verilirken Hakk’a davetin tahlili yapıl­mıyor; bunun muhtelif yanları tartışılmıyor. Sadece basit bir itham ve ifti­ra yapılıyor: “Bütün bunlar başka bir yerden çalınmıştır.” Allah’ın pey­gamberi, nübüvvetinin lehinde Kur’ân-ı Kerim gibi Mu’cizevi bir kelâm sunuyor, bu hususta kendi hayatını ve karakterini bir örnek olarak gösteri­yor ve getirdiği talimat ve telkinin kendisine tabi olanların hayatında ne büyük bir değişiklik yaptığına dikkatlerini çekiyor. Ama muhalifleri bun­lardan hiçbirine temayül etmiyor ve kendisine ancak şu soruları soruyor­lar: “Sen niye bizim gibi yemek yiyorsun, niye bizim gibi çarşı ve pazar­larda dolaşıyorsun? Senin sözlerini doğrulamak için yanında niçin bir me­lek yoktur? Sen neden bağ, bahçe ve büyük bir hazinenin sahibi değilsin?” v.s. Bu durum, kimin haklı, kimin haksız, kimin acz içinde olduğunu açık­ça ortaya koyuyor.

    “(Habibim) de ki: ‘Ben âncak size bir şeyle öğüt veriyorum. Allah’a halis olarak buradan ikişer, teker teker kalkınız. Ve iyice düşününüz ki, arkadaşınızda divanelik yoktur. O, ancak sizin için bir nezirdir. Sizi önü­nüzdeki şiddetli azaptan korkutur.” (Sebe; 46)

    Yani, garaz, kin, nefret, şahsi menfaat ve taassuplarınızı bir yana bı­rakıp ciddi ve soğukkanlı bir biçimde söylediklerimi düşünün. Herkes is­ter tek başına ister ikişer ikişer gruplar halinde bir araya gelip durumun muhasebesini yapsın. Düne kadar en çok güvendiğiniz, inandığınız, emin dediğiniz ve aralarınızda en akıllı bildiğiniz kişiye bugün niçin deli diyor­sunuz? Biraz geriye giderek nübüvvetten kısa bir süre önce meydana gelen olayı hatırlayınız. Kâ’be’nin yeniden inşaatından sonra Hâcer-i Es­ved’in yerleştirilmesi konusunda Kureyşli kabileler arasında neredeyse bir harp patlak verecekti. O zaman siz oybirliğiyle Hz. Muhammed (a.s.)’i ha­kem seçmiştiniz ve Hz. Muhammed (a.s.)’de hepinizi tatmin edecek bir şekilde meseleyi halletmişti. Bu kişinin akıl ve zekâsı böylesine ispatlan­dıktan sonra ne diye bugün kendisine “mecnun” ve “deli” diyorsunuz. İnatçılığınız ve ısrarınız bir yana, ama ağzınızdan çıkanlara gerçekten ina­nıyor musunuz? O sizi büyük bir azap gelmeden önce ikaz ediyor, sizi iyi­ye, güzele doğru götürmek istiyor. Bu bir suç mudur? Bunun için mi ona “mecnun”, “şair” ve “büyülenmiş” diyorsunuz?

    “Yoksa, ‘onda bir delilik var mi’ diyorlar.” (Mü’minûn; 70)

    Yani, Arap müşrikler gerçekten Hz. Muhammed (a.s.)’in bir mecnun olduğuna inanarak mı ona muhalefet ediyorlar? Gayet tabii ki, hayır. Çün­kü karşı çıkmalarının sebebi bambaşkadır. Ağızlarıyla ne söylerlerse söy­lesinler, içlerinden Hz. Muhammed (a.s.)’in normal bir insan olduğunu, aklî dengesinin bozulmadığını, hatta akıl ve mantıkta kendilerinden üstün olduğunu pekâla biliyorlar. Ayrıca, normal bir insan ile deli bir kişi ara­sındaki fark öylesine az değildir. Ancak inatçı ve akılsız bir insan, Kur’ân-ı Kerîm gibi büyüleyici bir kelâm’ı (hâşâ) bir divâne’nin hezeyanları ola­rak düşünebilir. Hz. Peygamber (a.s.)’in hayatı, yaşantısı ve karakteri kim­seden saklı mıydı? Onu gören ve onunla tanışan bir kişi kendisinin deli di­vane olduğunu söyleyebilir miydi? Bundan daha saçması, bugünkü Batılı şarkiyatçıların hezeyanlarıdır. Bu kendilerini bilmez İnsanlar, bugün kal­kıp Hz. Peygamber (a.s.)’in arada sırada sara nöbetine tutulduğunu ve bu durumda ağzından vahiy denilen sözler döküldüğünü iddia edebilmekte­dirler. Bunlara sormak gerek, sara nöbetine tutulan bir kişinin kelâmı dün­yanın kaderini değiştirecek mahiyette olabilir mi? Sonra, Hz. Muhammed (a.s.), bu uluslararası ve evrensel hareketin başına geçip bunun fiilen ger­çekleşmesi için pratik örnekler vermedi mi? (Hâşâ) deli ve sara nöbetine tutulan bir kişiden bu gibi şeyler beklenebilir miydi?

    “(Habibim) Sen Rabbinin nimeti ile bir mecnûn değilsin. Sana, tü­kenmez bir ecir vardır. Sen, pek büyük bir ahlâk üzerindesin.” (Kalem; 2-4)

    Burada şu hakikati unutmayalım ki, burada görünürde Hz. Nebi’yi Kerîm (a.s.)’e hitap edilmişse de asıl muhatap kâfirlerdir. Maksat, kâfirlerin töhmet ve iftiralarına cevap vermekti. Bu bakımdan, kimse, bu ayetle­rin Cenâb-ı Allah tarafından, Hz. Muhammed (a.s.)’e onun (hâşâ) mecnun veya deli olmadığına inandığını bildirmek için indirildiğini düşünmesin. Gayet tabii ki, Hz. Peygamber (a.s.)’in kendi durumu hakkında herhangi bir şüphe veya tereddüdü yoktu. Dolayısıyla, kendisine bu hususta her­hangi bir teselli veya teminat verilmesi de söz konusu olamaz. Burada muhataplar kesinlikle kâfir ve müşriklerdir ve kendilerine deniliyor ki, siz Kur’ân-ı Kerîm yüzünden Rasûlullah (a.s.)’ın deli olduğunu iddia ediyor­sunuz. Ama bu yüce kitap zaten sizin iddialarınızı çürütecek mahiyettedir. Elbette, bundan sonra Hz. Peygamber (a.s.) için teselli edici bir cümle söylenmiştir. Kendisi için öbür dünyada büyük bir mükâfat var olduğu müjdelenmiştir. Bunun sebebi de, İslâmî daveti Mekkelilere ve diğer Araplara sunarken maruz kaldığı hakaret ve eziyetlerdi. Cenâb-ı Allah de­mek istiyor ki Hz. Peygamber (a.s.) bu acı ve eziyetlerine karşılık âhirette büyük bir ödüle kavuşacaktır.

    Daha sonra, Hz. Peygamber (a.s.)’in ahlâk ve faziletinin büyüklüğüne dikkat çekilmiştir ve onun güzel ahlâklı oluşunun, zaten kâfirlerin kendi­sinin deli olduğuna ilişkin ileri sürdükleri iddiaları reddedecek nitelikte olduğu kaydedilmiştir. Güzel ahlâk ve iyi karakterle delilik bir arada ola­mazlar. Deli veya mecnûn şuurunu kaybetmiş, aklî dengesi bozulmuş bir kişiye denilir. Bunun aksine, güzel ahlâk bir kişinin aklının başında oldu­ğunun bir delilidir. Rasûlullah (a.s.)’ın güzel ahlâkı ve dürüst karakterin­den Mekkeli müşrikler habersiz değillerdi. Bu sebeple, bu ayetlerde bu hususa işaret etmek bile Mekkeli müşriklerin ne kadar hayasızca ve insaf­sızca davrandıklarını göstermeye yeterdi. Aynı sözler bugün Rasûlullah (a.s.)’a delilik ve sara hastalığını yakıştırmaya çalışan sözde âlim, araştır­macı ve oryantalistler için de söylenebilir. Kur’ân-ı Kerîm bugün dünya­nın her köşesinde rahat bulunabilir bir kitaptır. Hz. Peygamber (a.s.)’in si­reti hakkında yazılan sayısız kitaplar da her yerde rahatça bulunabilir. Herkes Kur’ân-ı Kerîm’i ve Hz. Peygamber (a.s.)’in sireti hakkındaki ki­tapları okuyarak müşrikler ile oryantalistlerin iftira ve yalanlarını anlaya­bilir.

    “Düşünmediler mi ki, sahiplerinde delilik ve cinnet yoktur. O, apaçık bir nezir (korkutucu) den başka bir şey değildir.” (A’râf; 184)

    Burada kullanılan “sahipleri” kelimesinden Hz. Peygamber (a.s.) kas­tedilmiştir. Zira, Hz. Peygamber (a.s.) Mekke’de doğmuştu ve Mekkeliler arasında doğup büyümüştü. Rasûlullah (a.s.), Mekkelilerin çok iyi bildiği ve tanıdığı bir kişi idi. Peygamberliğini ilân etmesinden önce Mekke aha­lisi ve diğer Araplar kendisinin akıllı ve zeki bir kişi olduğunu biliyorlar­dı. Ama ne zaman ki peygamberlik payesine yükseldiğini ve Allah’ın kelâmının kendisine indiğini açıkladı, o zaman Mekkeliler onun bir mec­nun ve divâne olduğunu iddia etmeye başladı. Demek ki, bu delilik yakış­tırması peygamberliğinden önce söylendiği sözler ve yaptığı hareketlerle ilgili değil, peygamberlikten sonraki söz ve davranışlarıyla ilgiliydi. Bu sebeple, burada deniliyor ki, bunlar hiçbir zaman düşünmeye zahmet et­mişler midir? Rasûlullah (a.s.)’ın söyledikleri sözler ve yaptığı tebliğler­den hangisi tutarsız ve şuursuzdur. Bunlardan hiçbiri bir deli veya çılgının sözleri olabilir mi? Bu ebedi parçalar, bu hikmet dolu sözler akli dengesi bozuk olan bir kişinin ağzından çıkabilir mi? Rasûlullah (a.s.)’ın söyledik­leri inkâr edilmez bir gerçektir. Kendisine karşı olanlar yerle göğün kuru­luşu, işlemesi, Allah’ın yarattığı mahluklar ile eşya ve diğer sayısız alâmeti görür ve tarafsızca incelerlerse, şirkin reddi, Tevhid’in ispatı ve Rabb ; itaat ile ilgili daveti ve insanların Allah’a karşı sorumlulukları hak­kında hemşehrileri ve arkadaşlarının anlattığı şeylerin doğru ve yerinde olacağını göreceklerdir:

    25.2.10.11. Rasûlullah (a.s.)’ın Şair Olduğuna Dair Suçlamalar

    Kureyşli kâfirler, Hz. Peygamber efendimiz (a.s.)’in bir şair olduğunu da iddia ediyorlardı. Kâfirler, bir şair ve mecnûn’un sözlerine kanarak ata­larının mabudlarını ve geleneklerini terk edemeyeceklerini söylüyorlardı. Bu iddialara cevap olarak denildi ki;

    “Şairlere sapık ve azgınlar tabi olurlar.” (Şuara; 224)

    Yani denilmek isteniyor ki, şairlerin peşine takılan kişilerin ahlâk, huy, alışkanlık ve temayülleri, Rasûlullah (a.s.)’a tabi olan imanlı inançlı ve güzel ahlâklı kişilerden çok farklı olurlar. Her iki grup arasındaki fark o kadar bariz ve açıktır ki bunlar bir bakışta ortaya çıkarılabilir. Bir tarafta ciddiyet, doğruluk, dürüstlük, doğru sözlülük, efendilik, kültür ve Al­lah’tan korkmak vardır. Her konuda her kişiye karşı sorumlu davranmak vardır. İnsanlarla her alışveriş ve muamelede karşı tarafın haklarına dikkat etmek vardır. İşte ve ticarette dürüstlük ve emanet vardır. Bu gruba bağlı olanların ağızlarından hiçbir zaman kötü bir lâf çıkmaz. Her söz ve her harekette hayır vardır, şer ile ilgileri yoktur. Her şey bir yana, kendilerini gören bir kişi yüce bir amaç ve hedef için çalıştıklarını anlar. Gecelerini gündüzlerine katarak Allah rızası için çalıştıklarını görür. Bütün hayatları büyük ve yüce bir gayeye adanmıştır. Beri tarafta aşk var, fuhuş var; seks ve erotizm var. Bu güruha bağlı olanların kafaları pis, düşünceleri pistir. Her zaman kadın, şarap, zina, kumar ve her türlü ahlâksızlığı bir marifet sayarlar. Şiirlerinde başkalarının anne, kız kardeş ve kızlarına dil uzatılır, cinsî ihtiras ve şehvetle gözleri dönmüş bu zümre yüz kızartıcı sözler söy­ler ve dünyayı rezil eder. Bazen hezeyan, bazen maskaralık, bazen hiciv ve bazen alçaklıkla karşılarındakilere saldırırlar. Birini methederken mü­balağanın bütün sınırlarını aşarlar, bazen da düşman ilân ettikleri kişileri yerin dibine batırırlar. Bazen insanları birbirine düşman etmek için nefret, kin ve intikam, ateşini yakarlar ve bazen onları birbirine kırdırırlar. Zevk ve sefanın esiri olan yarı hayvan türündeki bu kişilerin hayatlarında yük­sek bir amaç, yüce bir hedef yoktur. Bu iki grup arasındaki bu açık ve ke­sin farkı görmeyen bir kişi kördür. Fakat bütün bunları biliyor ve buna rağmen Rasûlullah (a.s.) ve etrafındakileri kötülemek ve küçültmek için kuyruklu bir yalan söylüyorsa, demek ki ar ve hayanın bütün sınırlarını aşmıştır.

    “Görmez misin ki, onlar (şairler) her vadide dolaşırlar.” (Şuara; 225)

    Yani, şairlerin muayyen veya istikrarlı bir çizgisi yoktur. Şairler, her zaman tedirgin, her zaman arayış içinde olan bir zümredir. Düşünceleri ve ifadeleri sabit değildir. Aksine, düşünceleri kör ve topal bir at gibidir, ki her vadide ve mer’ada dolaşıp durur. Zevk, duygu ve ihtiraslar onları her an yeni bir dünyaya götürür. Her zaman hayal âleminde dolaşırlar, ger­çeklerden bucak bucak kaçarlar. Sözlerine ve ifadelerine dikkat edemez­ler. Fevri ve duygusal davranırlar ve nasıl düşünüyorlarsa öyle yazar ve söylerler. Böylece söylediklerinin hak ve hakikatle olan ilgisini unuturlar. Yalan, yanlış, saçma sapan ifadelerde bulunurlar. Keyifleri yerinde oldu­ğu zaman akıllıca ve zekice şeyler de söylerler. Ama karamsar ve ümitsiz oldukları zamanlarda son derece âdi ve ağıza alınmayacak sözler söyler­ler. Akı kara, karayı ak göstermekte ustadırlar. Bir zalimi mazlum, bir al­çağı dünyanın en efendi kişisi olarak ilân etmekten hiç çekinmezler. Bir cimriyi, dünyanın en cömert insanı, bir korkağı da dünyanın en cesur kişi­si ilân ederler. Bir şairin kelâmında aynı zamanda Allah’ın büyüklüğü, dinsizlik, maddecilik, maneviyatçılık, iyilik, güzellik, ahlâksızlık, pislik ve temizlik, ciddiyet, maskaralık, kaside, hiciv ve hezeyan gibi mevzular bulabilirsiniz. Şairlerin bu kaypaklık, istikrarsızlık ve kararsızlığını bilen­ler, Kur’ân-ı Kerîm gibi bir ilâhi kitabı getirenin bir şair olduğuna inanabi­lirler miydi?

    Kur’ân-ı Kerîm’de bir başka yerde Rasûlullah (a.s.)’ın huy ve zevkleri bakımından şairlikle hiçbir ilgisi olmadığı kaydedilmiştir:

    “Biz ona Hz. Peygamber (a.s.)’e şiir öğretmedik. Bu, ona yaraşmaz da.” (Yâsin; 69)

    Bu öyle bir gerçekti ki, Rasûlullah’ı yakından tanıyan herkes tarafın­dan pekiyi biliniyordu. Muteber hadislere göre Rasûlullah (a.s.) hiçbir şii­ri tam olarak hatırlamıyordu. Rasûlullah (a.s.) konuşma sırasında herhangi bir şairin güzel bir şiirini tekrarlamak istediği zaman bunu tam olarak söy­leyemezdi ya da bazı kelimelerini hatırlamazdı. Hz. Hasan Basrî (r.a.)’nin rivâyetine göre bir defasında konuşurken Rasûlullah bir şiirin bir mısrası­nı şöyle okudu: “kefâ bil-îslâmi ve Şeybi lil-mer’i nahiyen” Hz. Ebû Bekr bu mısranın aslında şöyle olduğunu söyledi: “kafa eş-Şeybü vel-İslamu lilmer’i nahiyen.”

    Bir defasında, Rasûlullah (a.s.) Abbas bin Mirdas Sülemi’ye sordu, “acaba bu şiir senin mi?: “E’tec’al nehbî ve neheb-el âbîd ve beyn-el ikra’ ve Uyeyne” Abbas bin Mirdas dedi ki son kelimeler şöyledir: “beyne uyeynete vel-ikra'”, Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.) buyurdular ki, “her ikisinin manası aynıdır.”

    Hz. Ayşe (r.a.)’ye, Rasûlullah (a.s.)’ın nutuklarında arada sırada şiir kullanıp kullanmadığı sorulduğunda kendisi şu cevabı verdi: “Rasûlullah şiir kadar başka bir şeyden nefret etmezdi. Ama, bazen Beni Kays’ın bir şairinin bir şiirini mırıldardı, fakat her zaman kelimelerin yerlerini değişti­rerek.” Rasûlullah (a.s.) bazen bir şiiri yanlış okuduğu zaman Hz. Ebû Bekr onun dikkatini çekerdi. Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.) derdi ki, “kardeşim, ben şair filan değilim ve şiir bana göre bir iş değildir.” Arap şi­irinde genellikle aşk, şehvet, seks, içki, sarhoşluk, kabileler arasındaki nefret ve düşmanlık, savaş, kan dökme ve ırkçılık gibi konular işlenirdi. İyilik ve güzellik gibi temalar çok azdı. Ayrıca, şairler mübalağa, yalan ve iftira, hiciv, övünme, alay, İstihzâ ve boş yere meydan okumaya çok me­raklıydılar. Bu sebeple, Rasûlullah (a.s.) Arap şiirine hiç önem vermez­di, hatta şöyle ifadelerde bulunduğu da rivâyet edilmiştir: “Postunuzun kan ve pislikle dolması, şiirle dolmasından daha iyidir.” Fakat Hz. Pey­gamber (a.s.) iyi ve manalı bir şiiri övmekten geri kalmazdı. Nitekim şöyle buyurduğu da kaydedilmiştir: “Bazı şiirler hikmet dolu oluyor”, Ümey­ye bin Ebis-Salt’in şiiriyle ilgili fikrini şöyle dile getirmişti: “Onun şiir­leri mü’min (temiz)dir ama kendisi kâfirdir.” Bir defasında sahabelerden biri Rasûlullah (a.s.)’a takriben 100 adet güzel şiirler okudu ve Rasûlullah (a.s.) her defasında “okumaya devam et. Bu şiirlerden daha var mı?” dedi.

    “Onlar, yapmayacakları şeyleri söylerler.” (Şuara; 226)

    Bu, şairlerin, Hz. Peygamber (a.s.)’in tabiat ve karakterine zıt olan başka bir özelliğiydi. Rasûlullah (a.s.)’ı tanıyan herkes, söylediklerini aynen yaptığını biliyordu. Rasûlullah (a.s.)’ın söz ve fiilindeki âhengi, çevre­sindekilerden kimse inkâr edemezdi. Buna mukabil, şairlerin bir dediğinin diğerini tutmadığını söylediklerini yapmadığını başkalarına nasihat ettik­lerini kendilerinin uygulamadığını herkes biliyordu. Şairler cömertlikten bahsederken aslan kesilirler, herkes ellerinin çok açık olduğunu sanır; ama gerçeğe bakarsanız çok cimri olurlar. Cesaret ve kahramanlıktan söz ederken kendilerinden daha yiğit biri olmadığı intibaını verirler, ama gerçekte belki de çok korkak olurlar. Aynı şekilde, hep kalenderlik ve ki­şisel onuru yüceltirler fakat fırsat bulduklarında para ve mal hırsı ve üç kâğıtçılıkta bütün sınırları aşarlar. Başkalarının en ufak zaaf ve eksiklikle­rine dil uzatırlar, ama kendileri ahlâksızca ve alçakça davranırlar. Kur’ân-ı Kerîm’in işareti işte bu tezadadır. Dünyada ahlâk ve fazilet dersini verme­ye kalkışan bu âdi ve nâmert kişiler kişilik ve düşüncelerindeki ahlâksız­lıklarını ortaya dökerlerse herkes şaşıp kalır.

    25.2.10.12. Muhaliflerin İthamlarındaki Tezâd ve Kur’ân-ı Kerîm’in Buna İşareti

    Geçen sayfalarda anlattığımız gibi, Mekkeli kâfirler Hz. Peygamber (a.s.)’e muhtelif iftira ve ithamlarda bulunuyorlardı. Bu iftira ve ithamlar­dan hiçbiri doğru, tutarlı veya ölçülü değildi. Ayrıca, bu suçlamalar kendi içinde çelişkiliydiler. Kâfirler bu suçlamaları yaparken kendi içlerinde tezada düşüyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm kâfirlerin işte bu zaafına parmak bas­mış ve yalanlarını yüzlerine vurmuştur:

    “O halde (ey habibim) sen öğüt ve nasihate devam et. Sen Rabbinin nimeti sayesinde ne kâhinsin ne de bir mecnûn. Yoksa: ‘O bir şairdir, onun felâket zamanını bekliyoruz’ mu? diyorlar. De ki, ‘bekleyin, bende sizinle bekleyenlerdenim.’ Yoksa onların akılları kendilerine böyle mi em­rediyor? Yahut onlar azgın bir kavim midir?” (Tûr; 29-32)

    Kur’ân-ı Kerîm’de bu birkaç cümle ile muhaliflerin bütün propagan­dası boşa çıkarılmış ve maskeleri düşürülmüştür. Burada denilmek isteni­yor ki, Kureyşli kabile reisleri kendilerinin çok akıllı ve zeki olduklarını sanıyorlar. Ama şair olmayan bir kişiye şair demek, herkesin akıllı ve zeki olarak kabul ettiği kişiye mecnûn lakabını takmak akıllı bir davranış ola­bilir mi? Kâhinlikle yakından -uzaktan hiçbir alâkası olmayan bir kişiye kâhin demek doğru bir hareket sayılabilir mi? Meselâ diyelim ki, (hâşâ) Hz. Peygamber (a.s.)’in akli dengesi bozuktu. O zaman ancak delilik veya mecnûn lâkabı kendisine uygun olabilirdi. Fakat bir kişi aynı zamanda na­sıl kâhin, şair ve mecnun olabilir? Çünkü eğer mecnun ise ne kâhin olabi­lir ne de şair. Eğer kâhin ise kendisine ne şair ne de mecnûn denebilir. Bir şairin ilgilendiği konular, ifadesi ve üslubu bir kâhinin faaliyet alanı ve di­linden fersah fersah uzaktırlar. Aynı söz veya kelama hem şiir, hem kehânet diyen bir kişi herhalde şairlik ve kâhinlik arasındaki farkı bilmi­yor demektir. Bu açık tezâd gösteriyor ki, kâfirler, Hz. Peygamber (a.s.)’e körü körüne muhalefet etme sevdasıyla kendisi hakkında tuhaf ve tutarsız iftira ve ithamlarda bulunuyorlardı.

    “Bak, sana nasıl misaller getirip dalâlete düştüler. Onlar, doğru yo­lu bulmaya güç yetiremeyeceklerdir.” (İsrâ; 48)

    Yani, ey Peygamber (a.s.) senin hakkında kâfir ve müşrikler sabit fi­kirli ve sabit sözlü değillerdir. Bunlar, bugün başka bir şey yarın başka bir şey söylerler. Bazen derler ki, “sen sihirbazsın” bazen da derler ki “sana büyü yapmışlar” Bazen “şair”, bazen “mecnûn” ve bazen “kâhin” derler. Bu çelişkili iftira ve iddialar gösteriyor ki kendileri hakikati bilmezler. Zi­ra, hakikati bilselerdi, her gün yeni bir iddia ve yeni bir iftira ile ortaya çıkmazlardı. Bu tutum ve davranışları aynı zamanda kendi söylediklerine de inanmadıklarını ispatlıyor. Bazen bir ithamda bulunurlar ve bir süre sonra bu ithamın yerini bulmadığını ve inandırıcı olmadığını gördükten sonra ikinci bir ithamda bulunurlar. Bu da uymayınca bir üçüncü itham ortaya atıverirler. Bu suretle, onların her yeni ithamı eski ithamlarını tek­zip etmiş olur. Kısacası, bu İnsanlar sadece kin, nefret ve düşmanlık yü­zünden sana olur olmaz ithamlarda bulunuyorlar, ki bunların hakikatle hiçbir alâkası yoktur.

    “Doğrusu onlar, kendilerine hak geldiği vakit, onu tekzib ettiler. On­lar bu hususta şaşırmış bir haldedirler.” (Kâf; 5)

    Burada küçük bir ayette büyük bir konuya temas edilmiştir. Burada denilmek isteniyor ki, kâfirler ve müşriklere Hak geldiği zaman buna sa­dece şaşmadılar ve akıllarına yatmadığını söylemediler, aksine Hz. Pey­gamber’i ve davetini de tekzip ettiler. Kâfirler hissî ve fevrî davrandıkları için işin farkında değillerdi. Tekzip ettikleri ve reddetmeye çalıştıkları da­vetin mahiyetinin ne olduğunu bilmiyorlardı, bu bakımdan görüşleri sabit ve isabetli değildi. Hz. Peygamber’e bazen şair, bazen kâhin ve bazen mecnun diyorlardı. Bazen onun sihirbaz olduğunu bazen da kendisine si­hir yapıldığını öne sürüyorlardı. Bazen Hz. Peygamber (a.s.)’in kendi kuv­vet ve iktidarı için bütün her şeyi tezgâhladığını ve bazen da başkalarının kendine akıl hocalığı yaptığını iddia ediyorlardı. Bu çelişkili suçlamalar gösteriyor ki kendileri tam bir çıkmazda idiler. Şayet, Hz. Peygamber (a.s.)’in getirdiği daveti ellerinin tersiyle reddetmemiş ve bunu soğukkan­lılıkla gözden geçirmeye karar vermiş ve buna göre tavırlarını belirlemeyi uygun bulmuş olsalardı bu tezada ve çıkmaza girmeyeceklerdi. Onlar pe­şin hükümlü davranmadan, yeni dini kimin getirdiğini, neler söylediğini ve kendi davası lehinde ne gibi deliller vermekte olduğunu öğrenme zah­metine katlamalardı zor bir duruma düşmezlerdi. Çünkü, bu şahıs kendi­leri için yabancı değildi. Birden bire ortaya fırlamamıştı. Onların hemşeh­risi idi, aynı milletin ve kabilenin ferdiydi. Onlar, onun sireti ve karakte­rinden de habersiz değillerdi. Böyle bir kişinin daveti belki kabul edil­mezdi, ama ilk etapta reddedilecek cinsten de değildi. Ayrıca, bu zât da­vetini mesnetsiz ve delilsiz de sunmuyordu. O davası için birçok deliller veriyordu. Söylediklerine dikkat edilmeli, verdiği deliller ciddi olarak ele alınmalıydı. Fakat, akıl ve mantığın bu yoluna başvurmadan bu daveti derhal reddedince kâfirler ve müşrikler hakikate giden yolu kendi kendile­rine kapatmış oldular. Bundan sonra çeşitli yanlış yollara sapmaları gayet tabii idi.

    “Onlar, seni gördükleri zaman istihza ederler. Ve, ‘Allah’ın peygam­ber olarak gönderdiği bu mudur? Eğer sebat etmeseydik, az kalsın bizi ilahlarımızdan saptıracaklardı’ derler.” (Furkan; 41-42)

    Gördüğünüz gibi, kâfirler burada aynı zamanda birbirine zıt iki şey söylüyorlar. Meselâ, ilk ayette onların Hz. Peygamber (a.s.) ile alay ettikleri, ona hakaret ettikleri ve hem kendisini hem davetini küçük gördükleri belli oluyor. Hemen bunun ardından ikinci ayette onların Hz. Peygamber (a.s.)’den ve onun mesajından korktukları anlaşılıyor. Bu ayete göre, ken­dileri Hz. Muhammed (a.s.)’in şahsiyeti ve mesajının gücü ve üstünlüğün­den telaşa kapılmışlardı. Kendi dediklerine göre, eğer inat ve taassupla kendi sahte tanrı ve tanrıçalarına dört elle sarılmamış olsalardı, Hz. Pey­gamber (a.s.) onları mat etmişti bile. Bu, birbirine zıt olan iki görüş, İslam hareketinin, kâfir ve müşrikleri ne kadar telaşlandırdığım ve ne kadar acze düşürdüğünü açıkça ortaya koyuyor. Kâfirler öfke ve telaş içinde Hz. Pey­gamber (a.s.) ve onun mesajını alaya almaya kalkıştıklarında da aşağılık komplekslerini bir türlü içlerinden atamıyorlardı ve Hicaz’da başlayan ve günden güne güç kazanmakta olan hareket’ten ne kadar korktuklarını giz-ley emiyorlardı.

    25.2.10.13. Çeşit Çeşit Mu’cizeler Gösterilmesi İçin İleri Sürülen İstekler

    Kureyşli kâfirler bir yandan Hz. Peygamber (a.s.)’i ve Hak davetini kötülemeye çalışıyor ve bu hususta akıl almaz iftira ve ithamlarda bulunu­yorlardı, diğer yandan da kendisinin türlü türlü Mu’cizeler göstermesini istiyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm’de kâfirlerin bu tür bazı isteklerine yer veril­miştir:

    “‘Sen bize yerden pınarlar çıkaramazsan sana îman etmeyiz’ dediler. “Yahut, senin hurma ve üzümlerden bir bahçen olsun da, içinden nehirler akmadıkça yine iman etmeyiz’ dediler. ‘Yahut iddia ettiğin gibi göğü par­ça, parça üzerimize düşürmedikçe veya karşımıza Allah’ı ve melekleri ge­tirmedikçe senin semaya çıktığına da inanmayız’ dediler. De ki, ‘Rabbimi tesbih ve tenzih ederim. Ben, Allah’ın rasûlü bir beşerden başkası mı­yım?” (İsrâ; 90-93)

    Mu’cizeler ile ilgili yapılan taleplere İsrâ sûresinde daha önce de ce­vap verilmiştir:[15] Burada bu tür taleplere ikinci bir cevap verilmiştir. Bu kısa cevap çok anlamlı ve geniş kapsamlıdır. Kâfirler ve müşrikler diyor­lardı ki; Hz. Peygamber(a.s.) gerçekten Allah’ın rasûlüyse bunu Mu’cize­lerle ispatlasın. Yere bir bakışta çeşme ve pınar doğursun, ya da yemyeşil bir bahçe yaratsın. Göğe bir baksın ve bunu parça parça etsin, etrafa bir üflesin ve bir anda altından bir saray çıkıversin. Bir seslensin ve derhal Allah ve melekleri gelip kendisinin peygamber seçildiğini ilân etsinler. Ya da, Hz. Peygamber (a.s.) onların gözlerinin önünde göğe tırmansın ve oradan Allah’ın bir kitabını okumaları için getirsin. Bütün bu taleplere ba­sit ve sade bir cevap verildi: “De ki, ‘Rabbimi tesbih ve tenzih ederim. Ben, Allah’ın resulü bir beşerden başkası mıyım?” Yani burada Hazreti Peygamber (a.s.)’in şöyle demesi isteniyor; “Ey akılsızlar, ben hiçbir za­man size bu tür Mu’cizeler göstereceğimi vadettim mi ki, benim bu gibi Mu’cizeler göstermemi istiyorsunuz? Ben hiçbir zaman bir Kâdir-i Mutlak olduğumu iddia ettim mi? Ben hiçbir zaman gökte ve yerde olan her şeye hâkim olduğumu söyledim mi? Benim size ilk günden beri söylediklerim ve nasihat ettiklerim nedir? Ben sadece bir insan olduğumu ve Allah tara­fından peygamber seçildiğimi söylemişimdir. Denemek ve süzgeçten ge­çirmek istiyorsanız benim davetimi deneyin, imân edecekseniz davama iman edin. Kabul edecekseniz bunu kabul edin. Eğer bu mesajı reddetmek istiyorsanız bunda bir zaaf ve eksiklik bulup bana gösterin. Benim söyle­diğimi ve doğru hareket ettiğimi görmek istiyorsanız, benim bir insan ola­rak aranızda sürdüğüm hayatı inceleyin. Bütün bunları bırakıp da neden, “yeri yar ve göğü parçala” diye türlü türlü isteklerde bulunuyorsunuz? Bu isteklerin peygamberlikle ne ilgisi vardır”:

    “Müşrikler, ‘ne olurdu O’na (peygambere) Rabbi tarafından Mu’cize­ler indirileydi’ dediler. De ki, ‘Mu’cizeler, Allah’ın katındandır. Ben sade­ce aşikâr bir nezirim Onlara, bizim sana indirdiğimiz ve kendilerine oku­nup duran Kitab Mu’cize olarak kâfi gelmedi mi? O kitapta, îman eden kavim için şüphesiz bir rahmet ve öğüt vardır.” (Ankebût; 50-51)

    Yani, ümmi olan Hz. Peygamber (a.s.)’e Kur’ân-ı Kerîm gibi hârika ve müthiş bir Kitab’ın inmesi hususu bile, O’nun risâletine iman etmeye yetecek bir Mu’cize değil midir? Bundan başka bir Mu’cizeye gerek var mı­dır? Diğer Mu’cizeler geçici olur, ama bu Mu’cize her zaman gözünüzün önünde kalacaktır. Bu Mu’cizevî kitap size her gün okunuyor ve buna her gün bakabilirsiniz.

    “Doğrusu, onlardan her biri, kendisine açık sayfalar verilmesini is­ter. Hayır, doğrusu, onlar, âhiretten korkmazlar. Gerçekten, o (Kur’ân) bir öğüttür. Öğüt almak isteyene.” (Müdessir; 52-55)

    Yani, kâfir ve müşrikler istiyor ki, Allahu Teâlâ eğer gerçekten Hz. Muhammed (a.s.)’i peygamber olarak tayin etmişse, O Mekke’nin ileri ge­len bir veya birkaç kabile reisine, “biz Muhammed’i size peygamber ola­rak gönderdik, sizde ona itaat etmelisiniz” diye bir mektup yazsın. Kabile reisleri bu mektubu aldıktan ve millete gösterdikten sonra bütün Araplar Hz. Muhammed (a.s.)’e iman ve itaat edebilir. Kur’ân-ı Kerîm’de bir başka yerde kâfirlerin şu sözüne yer verilmiştir:

    “Bize, Allah’ın peygamberlerine geldiği gibi vahiy gelmedikçe iman etmeyiz.” (En’am; 124)

    Başka bir yerde de onların şu sözlerine yer verilmiştir:

    “Semaya çıkmadıkça, bize oradan okuyacağımız bir kitap getirme­dikçe senin semaya çıktığına da inanmayız.” (El-İsra; 93)

    Buna cevap olarak denildi ki, müşriklerin bu isteği hiçbir zaman yeri­ne getirilecek nitelikte değildir. Onların İslam’a inanmamalarının sebebi, bu tür isteklerinin yerine getirilmemesi değildir. Asıl sebep, onların âhiretten korkmamaları ve adetâ kaygısız davranmalarıdır. Onlar, ne var ne yoksa, bu dünyada olduğunu düşünüyorlar. Bu dünyadan sonra başka bir dünyanın olmadığına inanıyorlar. Dolayısıyla, öbür dünyada kendi amellerinin hesabını vereceklerini de sanmıyorlar. İşte bu yüzden bu İnsanlar korkusuzca, kaygısızca ve sorumsuzca davranıyorlar. Bunlar, hak ile batıl arasındaki fark konusuyla da hiç ilgilenmek istemiyorlar. Bunlar, Hakka tapanlar veya hakdan yana olanların bu dünyada daima mükâfatlandırıldıklarını veya batıldan yana olanların cezalandırıldıklarını görme­dikleri için hak ile batıl arasındaki ayırımın manasız olduğunu düşünüyor­lar. Bu konuyla, peşin hükümlü olmayan ve anlayışlı olan bir kişi veya grup ilgilenebilir. Bu konu, ancak bu dünyayı geçici sayan ve temelli ve ebedi hayatın öbür dünyada olduğuna inanan bir kişi veya grubu ilgilendirebilir. Bu sözler, ancak Hak’tan yana olanların sonunun âhirette iyi olaca­ğı, buna karşılık batıl bir inançta ve yolda olanların kötü bir akıbetle kar­şılaşacaklarını düşünen bir kişi veya gruba inandırıcı gelebilir. Böyle bir kişi gayet tabii ki, Hz. Peygamber (a.s.)’in söylediği ve Kur’ân-ı Kerîm’de ifade edilen sözleri, öğütleri ve delilleri kabul ederek iman ve inanç sahibi olabilir ve müslüman camiasına katılabilir. Fakat daha başta âhiret fikrini reddeden ve hakkı aramak konusunda ciddi olmayan bir kişi veya grup, iman etmemek için her zaman bir bahane ile ortaya çıkacaktır, yeni yeni dilek ve isteklerde bulunacaktır. Nitekim, En’âm suresinde kâfir ve müş­riklerin bu menfi tutumuna değinilerek denilmiştir ki “eğer sana kâğıtta yazılı bir kitap indirsek ve kâfirler ona elleri ile temas edip görseler yine ‘bu ancak büyük bir sihirdir’ derlerdi.” Bundan sonra da şöyle buyurul­muştur:

    “Kâfirler, ‘O’na (peygambere) bir melek gönderilse’ dediler. Eğer biz melek gönderseydik, iş bitmiş olurdu. Ve onlara bir dakika mühlet ve­rilmezdi. Eğer peygamberi bir melek yapsaydık, onu (meleği) insan eder ve ona insanların giydikleri gibi giydirirdik.” (En’am; 8-9)

    Müşrikler diyordu ki madem ki, Hz. Muhammed (a.s.), Allah’ın pey­gamberi olarak dünyaya gönderilmiştir, o zaman ona gökten bir melek gelmeliydi. Bu melek, herkese Hz. Muhammed (a.s.)’in, Allah’ın rasûlü olduğunu ilân etmeli ve kendisine iman etmeyenleri korkutmalı ve ceza­landırmalıydı. Bu cahiller, Cenabı Allah tarafından peygamberlik payesi­ne yükseltilen bir şahsın böylesine fakir, kuvvetsiz ve çaresiz olmaması gerektiğini öne sürüyorlardı. Böyle bir peygamber herkesin hakaretine uğramamalı, herkesin attığı taşlara hedef olmamalıydı.

    Bu tür düşünenlere verilen ilk cevap şuydu: Eğer Hz. Muhammed (a.s.)’in yardımına bir melek gönderilseydi ve bu gerçek görünümüyle gel­seydi, o zaman hüccet tamamlanmış olacaktı. Başka bir deyimle, son an gelip çatmış olacaktı ve müşriklere fazla mühlet verilmezdi. İnsanların Allah ve Rasûlüne iman etmeleri için verilen mühlette bazı gerçekler gizli kalmalıdır ve akıl ve mantıkla hareket eden kişiler buna göre kendilerine çeki düzen verebilir, iman ve inanç sahibi olabilirler. Fakat bütün ilâhî sır­lar ortaya çıktıktan sonra söylenecek veya yapılacak başka bir şey kalmı­yor. Verilen mühlet de o anda bitiyor. Her şey gün gibi açığa çıktıktan sonra iman etmenin ve doğru yola gelmenin ne anlamı vardır? O zaman amel, günah, hesap ve ceza gibi kavramların hepsi anlamsız kalır. Gerçek şu ki, dünyadaki hayat bir imtihan müddetidir. İmtihanın amacı da şudur: Bir insan kendi aklını ve fikrini kullanarak Hak ile Batıl arasındaki farkı idrak edebiliyor mu? Eğer Hakk’ın doğru olduğunu anlıyorsa, kendi nefsine ve kendi arzularına hakim olabiliyor mu? Hakkı bildikten ve öğrendik­ten sonra buna yaklaşabiliyor ve bundan yana olabiliyor mu? İşte bu imti­hanın ciddi, anlamlı ve başarılı olması için bazı gizli şeylerin gizli kalma­sı, gaipte olan şeylerin gaipte kalması şarttır. Gaip, şehâdete dönüştüğü ân Allah tarafından verilen mühlet kendiliğinden bitmiş oluyor. Bundan son­ra artık imtihandan söz edilmez. Bundan sonra ancak imtihanın sonucu açıklanacaktır. Netice itibariyle, kâfir ve müşriklerin, bir meleğin asıl şe­kil ve görünümüyle Hz. Muhammed (a.s.)’in yardımına gelmesi yolundaki istekleri yerine getirilemez.

    Kâfir ve müşriklerin bu husustaki isteklerinin bir başka cevabı da şu­dur: Melek insan kılığında dünyaya gönderilebilirdi. Ama böyle bir du­rumda kâfir ve müşriklere bunun bir melek olduğunun inandırılması yine zor olacaktı. Zira, kâfir ve müşrikler pekalâ diyebilirdi ki, “bu melek değil ki, bu insandır, çünkü insan kılığındadır.” Şimdi, bu cahil ve sapık kişile­rin bu isteğine uyularak bu melek asıl şekline sokulduğu takdirde daha önce temas edilen durum ortaya çıkardı. Yani ilâhî sır diye bir şey kal­mazdı. Bu durumda da, insanların imtihanı için verilen müddet sona ermiş olacak ve kıyamet vuku bulacaktı. Şu ayetlere bakın:

    “Ne olurdu, O’na (Muhammed’e) Rabbinden bir Mu’cize indirileydi’ dediler. De ki, ‘Muhakkak Allah bir Mu’cize indirmeye kâdirdir. Fa­kat ekserisi bunu bilmezler.’ Yeryüzünde yürüyen bir hayvan ve iki kanadı ile uçan bir kuş yoktur ki onlar da sizin gibi ümmetler olmasın. Biz kitap­ta bir şey eksik bırakmadık. Sonra onların hepsi Rabblerine toplanıp ge­tirilirler. Ayetlerimizi yalanlayanlar karanlık içinde sağırlar, dilsizler­dir.” (En’âm; 37-39)

    Burada denilmek isteniyor ki, Mu’cize gösterilmemesinin sebebi, Allah’ın bunlara kâdir olmaması değildir. Bunun sebebi başkadır ve bunu müşrikler kendi dalâletleri yüzünden anlayamıyorlar. Müşriklere deniliyor ki, “eğer siz gerçekten bahane aramıyor ve sadece lâf olsun diye Mu’cize­ler görmek istemiyorsanız, görebileceğiniz ve ibret alabileceğiniz sayısız Mu’cize, işaret ve alâmet vardır. Bunun için gözlerinizi şöyle açıp etrafa bakmanız yeterlidir. Yerdeki hayvanlar ile havadaki kuşların bir cinsini veya türünü ele alıp inceleyin. Onların yapısına ve yaşantılarına bakın. Bakın ve vücutlarının, organlarının, bulundukları yer ve şartlara ne kadar uygun olduğunu görün. Onların ihtiyaç, istek ve huylarını inceleyin ve bunların Allah tarafından nasıl karşılandığına şâhid olun. Bu yaratıklara rızıkları nasıl veriliyor? Hayat çizgileri nelerdir? Bu çizgilerin dışına çıkabiliyorlar mı? En yırtıcı hayvandan en ufak haşerat ve böceğe kadar olan yaratıkların bakımı, korunması ve yaşaması nasıl sağlanıyor? Onlar nasıl bir plân ve programa göre doğuyor, yaşıyor ve ölüyorlar? Üreme ve türe­meleri nasıldır? Büyük ve Yüce Allah’ın sayısız Mu’cizelerinden sadece bu bir tanesine ciddiyet, tarafsızlık ve açık kalplilikle eğilirseniz, hem O’nun bir tek ve en güçlü olduğuna inanır hem O’nunla ilgili Hz. Peygamber (a.s.)’in söylediklerine iman eder ve gösterdiği yoldan yürürsünüz. Fakat, siz ne gözünüzü açıyor ne de iyi bir söz dinliyorsunuz. Cehaletin karanlı­ğında yüzüyorsunuz ve istiyorsunuz ki başkaları size türlü Mu’cizeler gös­tersin ve sizi eğlendirsin, bu mümkün değildir.”

    “Eğer Kur’an ile dağlar yürütülse veya onunla yer yarılsa yahut ölü­ler konuşturulsa, onlar yine iman etmezler.” (R’ad; 31)

    Bu ayeti anlayabilmemiz için şunu unutmamalıyız ki, burada muha­tap kâfirler değil, müslümanlardır. Kâfirler’in Mu’cizelerle ilgili istekleri­nin ardı arkası kesilmeyince müslümanlar ve rahatsız ve tedirgin oluyor­lardı ve “keşke, bir Mu’cize gösterilse de bu mel’unların ağzı kapansa” diye hayıflanıyorlardı. Ayrıca, böyle bir Mu’cizenin gelmemesi halinde kâfir ve müşriklerin, Hz. Peygamber (a.s.)’in risâleti hakkında daha da şüphe et­meye başlayacaklarını ve diğer pek çok kişiyi etkileyeceklerini düşündük­çe daha da tedirgin oluyorlardı. Bunun üzerine müslümanlara deniliyor ki, “siz bu müşriklerin dediklerine bakmayın ve boş yere üzülmeyin. Bunlar çeşit çeşit Mu’cizelerin gösterilmesini istiyorlar, ama bunları gördükten sonra müslüman olacaklarını sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Bunların hiç öyle bir niyeti yoktur. Bunlar sadece oyalanmak ve zaman geçirmek için bu nevi taleplerde bulunuyorlar. Kur’ân’ın bir ayetiyle müşriklere bazı Mu’cizeler gösterilse de bunların iman sahibi olmayacakları kesindir. Bun­ların müslüman olmaları için sadece bir Mu’cizeye ihtiyaç olduğunu dü­şünmeniz, fazlaca iyimser olmanız demektir. Kur’ân-ı Kerîm’in öğretileri, kâinat ve tabiatın belirtileri, Rasûl-ü Ekrem (a.s.)’in temiz hayatı ve karak­teri ve Hz. Peygamber (a.s.)’in fedakâr ve cefakâr sahabelerinin hayatla­rında meydana gelen değişiklik ve inkılabda hakikati ve Hak nurunu göre­meyenler, dağların yürümesi, yerin yarılması ve ölülerin mezarlarından çıkmalarından mı ibret alacaklardır?”

    25.2.11. Hz. Muhammed (a.s.)’in Peygamberliğinin Kesin İsbatı

    Böylece, kâfir ve müşriklerin, Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberli­ğine yaptıkları itirazlarına ve peygamberliğinin kanıtlanması için çeşitli Mu’cizelerin gösterilmesiyle ilgili isteklerine tek tek uygun ve kesin ce­vaplar verilerek, risâlet ile ilgili bütün şüphe ve tereddütler ortadan kaldı­rılmış oldu. Bundan sonra, Hz. Muhammed (a.s.)’in risâleti lehinde, Mek­ke ve etrafında yaşayan hiçbir kimsenin inkâr edemeyeceği üç delil sunul­du. Biz bu delilleri buraya naklediyoruz:

    “Bundan evvel sen kitab okumaz ve sağ elinle yazmazdın. Eğer böyle olsaydı batıl taraftarları bundan şüpheye düşerlerdi.” (Ankebût; 48)

    Bu ayette verilen delil, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın ümmi ol­masıdır. Kur’ân-ı Kerîm diyor ki, Hz. Peygamber (a.s.)’in okuma yazması yoktur. Hz. Peygamber (a.s.)’in akrabaları, yakınları ve hemşehrileri, -ki doğuşundan gençliğine ve orta yaşına kadar kendisini yakından biliyor ve tanıyorlardı- ömründe eline bir kitap veya kalem almadığını çok iyi bili­yorlardı. Bu gerçeği ortaya koyduktan sonra Cenâb-ı Allah diyor ki, ümmi Peygamber (a.s.)’in ağzından semavi kitapların talimatı, geçmiş peygam­berlerin hikâyesi, din ve mezheplerin akideleri, eski milletlerin tarihi, me­deniyet, ahlâk ve iktisâdın mühim meseleleri hakkında çıkan hikmet dolu sözler ve ilmi değerlendirmelerin kaynağı vahiyden başka bir şey olamaz. Eğer bu peygamber okuma yazmayı bilseydi ve çevresindekiler onun ki­tap okuduğunu ve araştırmalar ile incelemeler yaptığını görmüş olsaydı­lar, onun bu ilim ve kültürü, vahiyden değil, başka kaynaklardan elde etti­ğine inanılabilirdi. Fakat, ümmîliği bu tür bütün imkânları ortadan kaldır­mıştır. Bundan sonra ancak kaz kafalılar ve inatçılar onun peygamberliği­ni inkâr edebilirler.

    “De ki, ‘Eğer Allah istemiş olsaydı size Kur’an’ı tilâvet ve tebliğ et­mezdim. Hatla, onu size bildirmezdim. Bundan evvel aranızda senelerce yaşadım. Hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız?” (Yunus; 16)

    Bu, Rasûl-ü Ekrem (a.s.)’in, Kur’ân-ı Kerîm’i (hâşâ) kendi uydurup bunu Allah’ın kelâmı olarak dünyaya sunduğuna dair Mekkeli kâfirlerin iddiasının reddi için verilen ikinci büyük delildi. Burada, Kur’ân-ı Kerîm’in yazarının Hz. Peygamber (a.s.) değil bizzat Cenâb-ı Allah olduğu açıkça ifade edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in Allah tarafından indirilmiş olduğunun en büyük delili Hz. Muhammed (a.s.)’in Mekkeli kâfirler ara­sında geçirdiği 40 yıllık ömrüdür. Rasûlullah (a.s.) Mekkeliler arasında doğmuş, büyümüş, gençleşmiş ve orta yaşına gelmişti. Mekkeliler arasın­da yemiş, içmiş, oturmuş, kalkmış, alışveriş yapmış, evlenmiş, aile sahibi olmuş, kısacası onlarla her türlü sosyal ilişkiye girmişti. Ömrünün hiçbir safhası ve yanı onlardan saklı değildi. Bu kadar sarih ve bariz bir delilden başka bir delile ihtiyaç var mıydı?

    Hz. Peygamber (a.s.)’in bu yaşantısının iki önemli yanı vardı ki, bun­ları Mekke’de herkes bilirdi. Birincisi, Hz. Peygamber (a.s.) 40 yıllık öm­ründe okuma yazma bilmediği için hiçbir bilgi ve kültür elde edememişti. Hz. Peygamber (a.s.)’in, peygamberlik makamına eriştikten sonra söyleme­ye ve anlatmaya başladığı karmaşık dinî, içtimaî, iktisadî, siyasî ve metafi­zik meseleler hakkında bilinen ve tanınan hiçbir kişi, hiçbir kitap ve hiçbir yerden bilgi elde edememişti. Kimse onun bilgi kaynağının şu veya bu ol­duğunu söyleyemezdi. Bundan dolayıdır ki, Kur’ân-ı Kerîm’in, Hz. Pey­gamber (a.s.)’in hayal mahsulü olduğunu ispatlamayan kâfirler, çaresizlik içinde falanca kişinin kendisine bu bilgileri aktardığını iddia etmeye başla­dılar. Fakat bu ikinci iddia, birincisinden de daha zayıf ve saçma idi. Zira, Mekke şehri bir yana, bütün Arabistan’da Kur’ân-ı Kerîm gibi başlı başına Mu’cize olan bir ilâhî kitabın yazarı olabilecek kabiliyette bir kişi yoktu. Sonra, böylesine kabiliyetli bir kişinin adı sanı saklı kalabilir miydi?

    Hz. Peygamber (a.s.)’in hayatının ikinci önemli yanı, temiz karakte­riydi. Kendisinin, hayatında bir defa olsun yalan söylediği, dolandırıcılık ettiği, sahtekârlık yaptığı, üç kâğıtçılık ettiği ve benzeri kötülüklerde bu­lunduğu sabit değildi. Buna karşılık, kendisiyle herhangi bir işi yapma fır­satını bulmuş veya kendisini yakından tanımış olan bir kişi kendisinin ta­mamıyla lekesiz, temiz, doğru, dürüst, emin, sözünde duran ve herkesin hakkını ödeyen bir kişi olduğunu biliyorlardı. Hayatında hiç yalan söyle­memiş ve başkalarına hiçbir zarar vermemiş olan bir kişinin birden bire büyük bir yalan söylemesi mümkün müydü? Böyle bir kişinin tamamıyla  yalan üzerine bina edilmiş olan koskoca bir din, inanç, ve hayat nizamını savunması ve propagandasını yapması düşünülemez. Bunun için, Cenâbı Allah kâfirlere akıllarını başlarında toplamalarını ve gözlerini açıp gerçek­leri görmelerini söyledi. Allahu Teâlâ diyor ki, Hz. Muhammed (a.s.) Mekkeli ve Hicazlı kâfir ve müşrikler için yabancı ve tanınmaz bir kişi de­ğildi, bütün ömrünü onlar arasında geçirmişti ve bu bakımdan onun her zaman doğru söylediğine inanmalıydılar.

    “Sen, bu kitabın sana vahyolunacağını ummuyordun. Bu, âncak Rab­binden bir rahmettir. O halde, sakın kâfirlere arka çıkma.” (Kasas; 86)

    Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın peygamberliğinin lehinde sunulan üçüncü delildi bu. Nasıl ki, Hz. Musa (a.s.) kendisinin peygamber olaca­ğından ve kendisine büyük bir vazife verileceğinden habersizken birden bire bu mevkiye getirilmişti, Hz. Muhammed (a.s.) de hiç ummadığı bir ortamda ve zamanda Allah’ın elçisi yapılıvermişti. Mekkeliler, Hz. Mu­hammed (a.s.)’in Hira mağarasından Allah’ın mesajını alarak dışarıya çı­kıncaya kadar hayatının, ilgi alanlarının, meraklarının, davranışlarının, ko­nuşmasının, ahlâkının ve düşüncelerinin ne olduğunu çok iyi biliyorlardı. Bunları gören ve bilen bir kişi Hz. Muhammed (a.s.)’in bir gün peygamber olacağına imkân ve ihtimal vermemişti. Evet, sözleri ve hareketleri bir me­lek kadar temiz ve lekesizdi. Ama bunlar onun bir gün peygamberliğini ilân edeceğinin kanıtı değildi. Çünkü peygamberliğe hazırlandığını göste­ren en ufak bir işaret yoktu. Fakat Hira mağarasından çıkar çıkmaz Hz. Muhammed (a.s.) bambaşka bir insan oluvermişti. Onun dili ve ifadesi de­ğişmişti. Bilgisi ve kültürü hiç tahmin edilmeyecek kadar genişlemişti. Ha­yatında kimse onun fasih ve beliğ şekilde koşuştuğunu görmemişti. Ama şimdi ağzından bal akıyordu. Değme hatip ve konuşmacılara taş çıkartacak bir hatip olmuştu. Artık o inkılâbın lideri ve hareketin başıydı. Ve kısa bir süre sonra peşinden kitleleri konuşturacak önder, ıslahatçı, dini lider, teş­kilatçı, komutan ve idareci haline geldi. Hz. Muhammed (a.s.)’in, Allah’ın inayeti ve lütfu olmaksızın bütün bu şeyleri becermesi için yıllarca hazırlık yapması gerekiyordu. Bu hazırlığı yaptığını gösteren en ufak bir delil var mıdır? Böyle bir hazırlık yapmış olsaydı, bütün kâfirler tek ağızla bunun propagandasını yapar ve bütün dünyaya duyurmaya çalışırlardı.

    Bunun dışında, Hz. Muhammed (a.s.) hiçbir zaman peygamberliğe hevesli veya istekli de görünmemişti. Aksine kendisine, peygamberliğe ta­yini ile ilgili haber bir sürpriz oldu. Bunun ispatı, Allah tarafından gönde­rilen meleğin kendisine ilk vahyi iletmesinden sonra zihnî ve hissî duru­mudur. Bu konuya daha önceki bölümlerde etraflıca temas ettiğimiz için bunları burada tekrarlamak istemiyoruz.

    25.3. İLAHÎ KELÂM OLAN KUR’AN’A ÎMAN ETME DAVETİ

    İslâmî davetin üçüncü temel maddesi insanların Kur’ân-ı Kerîm’i, Al­lah’ın kitabı olarak kabul etmeleriydi. Bu davete göre Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan her cümle ve her kelimenin Allah tarafından gelmiş olduğu kabul edilmeliydi. Bu Kitap’ta akide, fikir, ahlâk, ibadet ve diğer insanî ilişkiler hakkında ne gibi talimat ve direktifler verilmişse ona göre hareket edilme­liydi. Kur’ân-ı Kerim’de yer alan emir ve telkinlerin dışındaki her türlü düşünce ve davranışa sünger çekilmeliydi. Bu akideye göre, Kur’ân-ı Kerîm’in her kelimesinin olduğu gibi Hazreti Peygamber (a.s.)’e indiği de kabul edilmeliydi. Kur’ân-ı Kerîm’in sadece özü ve kavramının Hz. Peygamber (a.s.)’e iletildiği ve onun da bunları kendi dili ve ifadesiyle insan­lara aktardığı düşünülmemeliydi. Kur’ân-ı Kerîm’in tek bir kelimesi veya harfinin dahi, eksiklik ve fazlalık olmadan Rasûlullah (a.s.)’a nâzil olduğuna inanılmalıydı. Buna ilâveten, Kur’ân-ı Kerîm doğrudan Allah’ın kelâmı olduğu için Rasûlullah (a.s.)’a da hâkimdi. Gerçi bu mukaddes kelâm Hz. Peygamber (a.s.) vasıtasıyla dünyaya inmişti. Fakat Rasûlullah (a.s.) da buna tabiydi ve buna tabi olmaya mecburdu. Hz. Peygamber (a.s.) buna ne bir şey ilâve edebilirdi ne de bundan bir şey eksiltebilirdi. Aksine, onun ilk görevi buna tabi olmasıydı ve daha sonra bunun talimatı­na göre dini bütün hayat nizamına hâkim olacak şekilde yaymasıydı.

    Bu akide, İslâm’ın gerçekleştirmek istediği devrimi daha da güçlendi­recek nitelikte idi. Çünkü bu akide ve inanç geleceğin manifestosunu her­kesin önüne seriyordu. Buna göre, İnsanlar devrimin temelini oluşturacak Allah’ın kitabına kavuşacaklardı. Bu kitapta Cenâb-ı Allah, hakkın ne ba­tılın ne olduğunu açık açık anlatmıştı. Bundan böyle İnsanlar her fırsatta ve her çağda bu mukaddes kitaba müracat edip Allah’ı razı etmeleri için neler yapmaları ve neler yapmamaları gerektiğini öğrenebilirlerdi. Al­lah’ın bir insanı peygamber yapıp bir kitapla birlikte dünyaya göndermesi, insanların her ikisine de iman edip ikisine de itaat etmelerini istemesi, şu demekti: Bu iman ve taatin yerleştiği bir insan toplumunda insanların key­fi ve serbest hareket etmesine artık hiç imkân yoktu. Fertler bireysel ola­rak ve cemiyetler toplumsal olarak bir rehber (peygamber) ve bir anayasa veya manifestoya tabi olacaklardı. Bu rehberin öbür dünyaya göçmesin­den sonra bile onun bıraktığı anayasa geride kalacaktı. Bu anayasadan, Allah’ın hangi şeyler için emir verdiği ve hangi şeyleri yasakladığı kolay­ca anlaşılabilirdi. Ayrıca, rehber ve lider’in bıraktığı sünnet -ki, bizzat Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesine göre, Allah’ın kelâmının resmi açıklaması ve uygulaması sayılabilir- her türlü tevil ve tahrifleri önleyecek mahiyette olacaktı. Bundan sonra, nefislerine hizmet eden kişiler bazı yanlış düşün­ce ve başka ideoloji ve hayat nizamlarının tesiriyle kötü yola ve saplantı­ya düşmek istedikleri takdirde Peygamber (a.s.)’in sünneti kendilerine ma­ni olacaktı.

    Bu kısa açıklamamızdan anlaşılacağı gibi, İslâmî davetin başında Tevhîd ile Risâlet’e iman edilmesinin yanı sıra, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’ın kelâmı olarak kabul edilmesinin önemi ve anlamı da çok büyüktü. Bun­dan sonra, Kur’ân-ı Kerîm’in Rasûlullah (a.s.)’a indiği ve insanlara tanıtıl­dığı zaman bunun ne mahiyet ve ehemmiyet arzettiğini, ayrıca bunu Al­lah’ın kitabı olarak kabul etmekte tereddüt edenlerin ikna edilmeleri için ne gibi deliller sunulduğunu, etraflıca ele alacağız:

    25.3.1. Kur’ân-ı Kerîm, Kelimesi Kelimesine Hz. Muhammed (a.s.)’e Vahyolunan Allah Kelâmıdır

    Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’ın Kelâmı olduğu hususu Kitabullah’ta o ka­dar çok ve o kadar sık ifade edilmiştir ki, bütün sûre ve ayetleri buraya aktarmak mümkün değildir. Zâten, Kur’ân-ı Kerîm’in üslûbunu gören in­celeyen bir kişi, bunun Hz. Muhammed (a.s.)’in kendi sözleri olacağına imkân ve ihtimal veremez. Kur’ân-ı Kerîm’de bir tek kelime, bunun Hz. Peygamber (a.s.)’in kelâmı olduğunu gösterecek mahiyette değildir. Bütün kitap baştan başa, Allah tarafından vahiy olunan bir kelâm olarak karşı­mıza çıkar. Meselâ şu ayetlere bakın:

    “Ve sana hak ile kendinden evvelki kitapların hükümlerini tasdik edi­ci ve ona karşı bir şâhid olmak üzere Kitap gönderdik. Aralarında Al­lah’ın indirdiği ile hükmet. Onların hevalarına tabi olup sana gelen hak­tan inhiraf etme.” (Maide; 48)

    Bu ayette Kur’ân-ı Kerîm’in Hz. Muhammed (a.s.)’e Allah tarafından indirilen ve Hak’la gelen bir kitap olduğu açıklanmıştır. Burada ayrıca iki hususa daha temas edilmiştir. Birincisi, bu Kitap geçmişte Allah tarafın­dan peygamberlerine gönderilen ve asıl şekillerin de muhafaza edilmiş olan vaaz, emir, yasak ve telkinleri teyid ve tasdik eder. İkincisi, Kur’ân-ı Kerîm geçmişte indirilen semavi kitapların şâhidi (koruyucusu ve muhafız)dir. Başka bir deyimle, bu kitapta geçmişin bütün semavi kitaplarının doğru ve gerçek öğretileri ve emirleri aynen bulunmaktadır. Buna karşı­lık, eski kitaplarda doğru olmayan veya tahrif edilmiş olan vaaz ve telkin­ler Kur’ân-ı Kerîm sayesinde tasfiye edilmişlerdir.

    “Biz Kur’an’ı hak olarak indirdik ve o da hak ile indi. Seni de ancak bir müjdeci ve bir korkutucu olarak gönderdik.” (İsrâ; 105)

    “Rabbinin Kitabından sana vahyolunanı oku.” (Kehf; 27)

    “Muhakkak biz insanların faydası için Kitab’ı sana hak olarak indir­dik. Artık kim doğru yolu seçerse kendi lehinedir. Kim de dalâlete düşer­se, ancak kendi nefsi aleyhine sapmıştır. (Habibim), Sen onların üzerine bir muhafız değilsin.” (Zümer; 41)

    “Şehirlerin anası (Mekke) halkını ve etrafında olanları azab ile kor­kutman için, sana Arapça Kur’an’ı vahyettik.” (Şura; 7)

    “Bu kitabın inzali, Gâlip, Kâdir ve Hakim olan Allah’tandır.” (Ahkâf; 2)

    “(Bu Kur’an), ayetlerini düşünüp ibret alsınlar ve akıl sahiplerine kendisiyle öğüt versin diye sana gönderdiğimiz mübarek bir Kitap’tır.” (Sâd; 29)

    “Muhakkak, Kur’an sana, hakkiyle bilen, hüküm ve hikmet sahibi ta­rafından veriliyor.” (Neml; 6)

    “Bu, âlemlerin Rabbi tarafından nâzil olmuş Kur’an’dır. Onu, Ruh-ul Emin indirdi. Halkı, azabtan korkutanlardan olasın diye onu senin kalbi­ne indirdi. Açık, Arapça bir dil ile indirmiştir.” (Şuara; 192-195)

    “Onu acele (kavrayıp ezber) etmen için dilini onunla tahrik etme (depreştirme). Onun toplanması ve onu okutmak bize aittir. Sana vahiy ile kıraat eylediğimizde sen de oku. Sonra onun beyan ve izahı da bize aittir.” (Kıyâme; 16-19)

    Bütün bu ayetler, sadece Kur’ân-ı Kerîm’in tümünün Allah tarafından Hz. Peygamber (a.s.)’e vahiy yoluyla indirildiğini açıkça ortaya koymakla kalmıyor, ayrıca, son iki ayet şu hususu da belirtiyor: Kur’ân-ı Kerîm’in sadece konu ve kavramları Hz. Peygamber (a.s.)’e inmiyor bunlar açık ibare, ifade ve kelimelerle nâzil oluyordu. Ruh-ul Emîn, yani Hz. Cebrail (a.s.)’in Âlemlerin Rabbi tarafından vahyi Arapça olarak getirmesi, Hz. Muhammed (a.s.)’in yanında okuması, Hz. Muhammed (a.s.)’in vahiy olu­nan kelâmı acelece okumaya ve ezberlemeye çalışması ve Cenab-ı Al­lah’ın da Hz. Peygamber (a.s.)’e bunun inişi sırasında acele etmemesi, dikkatle dinlemesi için tenbihte bulunması, indirilen ayetleri kendisine hatır­latacağı, ezberleteceği ve muhafazasının kendisine ait olacağına dair temi­nat vermesi bütün bunlar gösteriyor ki, vahiy, kelime kelime Hz. Muham­med (a.s.)’e iniyordu. Çünkü, Kur’ân-ı Kerîm’in sadece mefhumunun Hz. Peygamber (a.s.)’e indirilmesi amaçlanmış olsaydı o zaman vahiy edilen ibarenin Hz. Muhammed (a.s.)’e okunması, kendisinin bunları okumaya ve ezberlemeye çalışması ve bunun Arapça olarak indirildiğinin beyan edilmesi herhangi bir mana taşımazdı.

    25.3.2. Rasûlullah (a.s.) Kur’ân’a İtaat Etmeye Mecbur Edilmişti

    Kur’ân-ı Kerîm’de, Rasûlullah (a.s.)’ın bu Kitaba bağlı olduğu, buna itaat etmeye mecbur olduğu, bunda herhangi bir değişiklik yapmaya yet­kili olmadığı kesin bir şekilde ifade edilmiştir:

    “Rabbinden sana vahyolunana uy. Muhakkak ki Allah, yaptıklarınız­dan haberdardır.” (Ahzab; 2)

    “Kendisinden başka bir ilâh bulunmayan Rabbinden sana vahyolu­nana tâbi ol. Müşriklerden yüz çevir.” (En’am; 106)

    “Ben, ancak bana vahyolunana tâbi olurum. Ve ben, apaçık bir kor­kutucudan başkası değilim.” (Ahkâf; 9)

    “Eğer onlara bir ayet getirmezsen ‘niçin kendin uydurmadın’ derler. De ki, ‘Ben ancak Rabbim tarafından bana vahyolunana tâbi olurum. Bu Kur’an, size Rabbiniz tarafından basiret verir. Ve mü’min kavim için hi­dâyet ve rahmettir.” (A’raf; 203)

    Burada, Hz. Peygamber (a.s.) tarafından denilmek isteniyor ki, “Ben Kur’ân’ın emir ve yasaklarına tâbiyim. Ben, halk tarafından talep edilen veya şahsen ihtiyaç duyduğum şeyleri icat etme ve yaratma kabiliyetine sahib değilim. Ben sadece Allah’ın elçisiyim ve benim vazifem, beni gön­deren Allah’ın emirlerine uymaktır. Benim işim Mu’cizeler yaratmak ve göstermek değildir. Cenâb-ı Allah’ın bana verdiği en büyük Mu’cize Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bu kitap ilim, hikmet ve basiretin hazinesidir. İman edenler bunun talimatına uydukları takdirde doğru yolu ve felahı bulurlar ve hayatları ile karakterleri büsbütün değişiverir.”

    “Ayetlerimiz kendilerine apaçık deliller olarak okunduğunda bize kavuşmayı ummayanlar ‘Bize bundan başka bir Kur’ân getir. Veyahut onu değiştir’ dediler. De ki, ‘Onu kendi tarafımdan değiştirmek benim hakkım değildir. Ben, ancak bana vahyolunana tâbi olurum. Eğer Rabbi­me âsi olursam büyük günün azabından korkarım.” (Yunus; 15)

    “Eğer o peygamber , bize bazı sözler isnad etseydi, onu sağ elimizle (kuvvet ve kudretimizle) yakalayıverirdik. Sonra da onun şah damarını keserdik. O vakit hiç biriniz buna mani olamazdı.” (Hâkka; 44-47)

    25.3.3. Kur’ân-ı Kerîm Her Bakımdan Emin, Güvenilir ve Kesindir

    Kur’ân-ı Kerîm’de ayrıca, Cenâb-ı Allah’ın bu Kitab’ı kelimesi keli­mesiyle muhafaza etme görevini kendi üzerine aldığı, onun her sözünün doğru, kesin, değişmez ve güvenilir olduğu ve Batıl’ın buna sızamayacağı kaydedilmiştir. Buna ilâveten, Cenâb-ı Allah’ın, bu Kitab’ın hak olduğunu göstermek amacıyla dünyada, tabiatta ve kâinatta devamlı olarak işaretler göstereceği de ifade edilmiştir.

    “Kur’an’ı biz indirdik. Onun koruyucusu da muhakkak biziz.” (Hicr; 9)

    Yani, bu kitap doğrudan Allah’ın nezareti ve muhafazası altındadır. Bu kitap ve bunun içindekiler kimse tarafından tahrif edilemez, değiştiri­lemez, veya ortadan kaldırılamaz. Bunun değeri ve önemi muhaliflerin iti­raz ve alaylarıyla azalamaz. Bunun daveti ve mesajı da kimse tarafından durdurulamaz, engellenemez.

    “Şüphesiz, Kur’ân çok yüce ve şereflidir. Levh-i mahfuzda yazılıdır.” (Burûc; 21-22)

    Yani, Kur’ân-ı Kerîm değişmez ve ölmez bir eserdir. Kelimesi keli­mesine “levh-i mahfûz”da yazılıdır. Bu ilâhî kitapta ne yazılmışsa olduğu gibi kalacaktır. Dünyanın hiçbir gücü bunun tek bir kelimesini değiştire­mez. Ayrıca, bu kitapta ne emredilmişse olacaktır. Ne haber verilmişse gerçekleşecektir.

    “O, Aziz bir Kitaptır. Ona önünden ve arkasından hiçbir batıl gele­mez. Bizatihi hamde müstahak olan Hak tarafından indirilmiştir.” (Fussilet; 41-42)

    “Önünden hiçbir batıl gelemez” deyiminin anlamı, herhangi bir kişi veya zümrenin Kur’ân-ı Kerîm’e doğrudan doğruya saldıramaması demek­tir. Yani, kimse Kur’ân-ı Kerîm’in talimatına batıl, kötü ve sapık fikir ve mefhumlar karıştıramaz. “Arkasından hiçbir batıl gelemez” cümlesinin anlamı, Kur’ân-ı Kerîm’in inmesinden sonra kıyamete kadar, bu kitapta anlatılan ve yer alan gerçekleri, bilgileri ve talimatı yalanlayacak, geçersiz kılacak bilgi ve bulgunun elde edilemeyeceğidir. Hiçbir ilim, tecrübe ve müşahede Kur’ân-ı Kerîmin akide, inanç, ahlâk, hukuk, siyaset, İktisad, cemiyet, devlet, medeniyet ve kültür hakkında insanlara gösterdiği yolun yanlış olduğunu ispatlayamaz.

    “Biz onlara ufuklarda ve kendi nefislerinde ayetlerimizi çok geçme­den göstereceğiz. Ta ki, Kur’an’ın hak olduğu apaçık ortaya çıksın.” (Fussilet; 53)

    Bunun iki anlamı vardır: Birincisi, Kur’ân-ı Kerîm’in daveti bütün dünyada kısa sürede yayılacaktır ve herkes, bu davet sayesinde insanların hayatında ne büyük dinî, ahlakî, manevî, ideolojik, siyasî, iktisadî, içti­maî, ve kültürel devrimin gerçekleştiğini görmüş olacaktır, ikincisi, insan­ların kâinat, tabiat ve bizzat kendi varlığıyla ilgili bilgileri ve tecrübeleri genişledikçe, Kur’ân-ı Kerîm’in doğru ve gerçek bir bilgi kaynağı olduğu anlaşılmış olacaktır.

    25.3.4. Kur’ân-ı İnkâr Etmek Küfürdür

    Kur’ân-ı Kerîm’e iman etmek, Tevhid ve Risâlet’e iman etmek gibi İslâmî davetin önemli ve ayrılmaz bir parçasıdır. Bu sebepten dolayıdır ki, Kur’ân-ı Kerîm’e iman edilmesi konusunda çok katı ve kesin tavır takınıl­mıştır. Buna göre, Kitabullah’a iman edilmesi şart koşulmuş, iman etme­yen de kâfir ilân edilmiştir. Bakara sûresinin ilk ayetlerinde hidayete ermiş olanların vasıflarından söz edilirken bu vasıflardan biri olarak da Kur’ân’a iman etmeleri sayılmıştır:

    “Onlar, sana indirilene ve senden evvel indirilenlere de iman edip, âhirete de tamamıyla inanırlar.” (Bakara; 4)

    Ayrıca, şu ayetlere de bakın:

    “Biz Kur’an’da mü’minlere şifa ve rahmet olan şeyi indirdik. O, zâlimlere ise ancak hüsran artırır.” (İsrâ; 82)                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                 

    “Âyetlerimizi ancak kâfirler inâden inkâr ederler.” (Ankebût; 47)

    25.3.5. Kâfirlerin Tepkisi

    Kur’ân-ı Kerîm bu şekilde sunulunca, Kureyşli ve diğer müşrikler için, Hz. Muhammed (a.s.)’i Allah’ın Rasûlü olarak tanımaları daha da zorlaştı. Zira, akıllarınca, Hz. Muhammed (a.s.)’i geçici olarak rasûl tanı­malarında herhangi bir zarar ve ziyan yoktu. Onlar Hz. Muhammed (a.s.)’e pekâla iman edebilir ve itaat edebilirlerdi, ama kendisi bu dünya­dan göç edince bu “ateşten gömleği” çıkarıp atabilirlerdi, yani eski inanç ve fikirlerine dönme imkânları vardı. Fakat, Kur’an-ı Kerîm şeklinde ken­dilerinin önüne aşılmaz bir engel getirilmişti. Bu Kitab’ın her kelimesinin Allah tarafından geldiğini, müslümanların bunu harfiyyen ezberlediklerini, tatbik ettiklerini, günde beş vakit namazlarında ayet ve sûrelerini oku­duklarını, her vahiyden sonra Hz. Muhammed (a.s.)’in bunu sahabelerden bazısına yazdırdığını duyuyor ve kendi gözleriyle görüyorlardı. Bu ba­kımdan bu Kitap’tan kurtulmalarının hiçbir çaresi kalmamıştı. Onlar, bunu bir defa Allah’ın kelâmı olarak kabul ettikten sonra ömür boyu bunun kai­de ve kurallarına bağlı kalacaklarını sanıyorlardı. Bu Kitap’tan kaçış Al­lah’tan ve Peygamberinden kaçış olacaktı. Bu sebepten dolayıdır ki, kâfir ve müşrikler Kur’ân-ı Kerîm’i inkâr etmeye ve bu hususta her türlü muka­vemeti göstermeye çalıştılar. Hatta denebilir ki, Kur’ân-ı Kerîm’e, Hz. Muhammed (a.s.)’e nisbetle daha çok muhalefet ettiler. Kâfir ve müşrikle­rin tepkisi bu hususta çok sert ve şiddetli oldu.

    25.3.6. Kâfirlerin Bütün Semavi Kitapları İnkâr Etmeleri

    Kâfir ve müşriklerin Kur’ân-ı Kerîm’e karşı koymak maksadıyla al­dıkları ilk tavır bütün Semavi Kitaplara tümden karşı çıkmalarıydı:

    “O kâfirler, ‘Biz, asla bu Kur’an’a ve ondan evvelki kitaplara iman etmeyiz,’ dediler.” (Sebe; 31)

    Ancak, kâfirlerin bu itirazları Araplar nezdinde bile geçerli değildi. Çünkü, Arapların çoğu Hz. İbrahim’in dininde olup, O’na inen semavi ki­taplara iman ediyorlardı. Ayrıca, Kur’ân-ı Kerîm’de en az iki yerde,[16] Arapların Hz. İbrahim’in kitaplarına iman ettikleri de belirtilmiştir. Ne var ki, Araplar bu kitaplardan hiçbirini muhafaza edememişlerdi. Bunun dı­şında Arabistan’da Yahudiler ile Hıristiyanlar da çok sayıda bulunuyorlardı. Bu dinde olanlar da kendilerine ait dini kitaplara inanıyorlardı. Bu bakım­dan, Arapların bütün semavi kitapları bir anda yok saymalarına imkân yoktu. Böyle yapmaları, onların müttefikleri olan Hıristiyanlar ile Yahudilerin menfaatine aykırı düşecekti. Bundan dolayıdır ki, Arap kâfirler bu gö­rüşlerinde fazla ısrar etmediler.

    25.3.7. Kur’ân-ı Kerîm’i Hz. Muhammed (a.s.)’in Yazmış Olduğuna Dair İtirazlar

    Kâfirler ile müşrikler bundan sonra, Kur’ân-ı Kerîm’in Hz. Muham­med (a.s.) tarafından yazıldığı ve uydurulduğu fikrini ortaya atmaya baş­ladılar. Kâfirler, Hz. Muhammed (a.s.)’in kendi yazdığı bir kitabı Allah’ın kelâmı olarak dünyaya sunmaya çalıştığını öne sürdüler. Bu fikrin reddi için Kur’ân-ı Kerîm’de çok kuvvetli deliller verilmiştir ve bunun Allah’ın kelâmı olduğu ısrarla belirtilmiştir:

    “Kendisinde hiç şüphe olmayan bu Kitab’ın indirilişi, Âlemlerin Rabbindendir.” (Secde; 2)

    Kur’an-ı Kerîm’in pek çok sûresi bu tür tanıtıcı ve aydınlatıcı cümle­lerle ve ayetlerle başlar. Bunlarla, bu sözlerin nereden ve kimden geldiği anlatılmak ve hatırlatılmak istenir. Konuyu daha iyi anlayabilmek için, bunu radyoda bir program yayınlamasından önce spikerin birkaç tanıtıcı söz söylemesine benzetebiliriz. Bilindiği gibi, bu tür bir programı tanıtan ve açıklayan spiker ilk önce hangi radyo istasyonundan konuştuğunu söy­ler. Kur’ân-ı Kerîm’de aynı yola başvurularak, ama daha muhteşem ve da­ha etkileyici bir şekilde deniliyor ki, bu sûre kâinatlar hakiminden geliyor. Bu uyarı ve hatırlatma olağanüstü önem taşımaktadır. Bu bir bakıma bü­yük bir iddia, meydan okuma ve sert bir ikazdır. Çünkü, birden bire deni­liyor ki; bu bir insanın değil, Allah’ın kelâmıdır. Bu ilân ve açıklama, in­sanları, bunu kabul edip etmemeleri gibi iki seçenek ile karşı karşıya bıra­kıyor. Bu seçenekler büyük önem taşımaktadır. Kur’an-ı Kerîm’i Allah’ın kelâmı olarak kabul eden bir kişi tamamıyla teslim oluyor. Bundan sonra kendisi için hak ve hürriyet diye bir şey kalmıyor. Sonra, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’ın kelâmı olduğunu bile bile bunu reddetmesi veya buna teslim olmasının korkunç neticelerine katlanacağını düşünüyor ve canını sıkıyor. Böyle bir durumda kendisinin ebediyyen lânetlenmiş olacağını biliyor. Bu sebeple, sûrenin başındaki uyancı cümle okuyucu ve dinleyicile­rin dikkatini celp ediyor ve söylenecek şeylere baktıktan sonra Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’ın kelâmı olup olmadığına karar vermelerini istiyor.

    Burada, Kur’ân-ı Kerîm’in, Âlemlerin Rabbi tarafından indirildiği söylenmekle yetinilmemiştir. Bunun yanı sıra şu sözlere de yer verilmiştir: “Kendisinde hiç şüphe olmayan bu kitab’ın indirilişi, Âlemlerin Rabbin­dendir.” Bu uyarıcı cümleyi Kur’ân-ı Kerîm’in inişi ile ilgili şartlar göz önünde bulundurarak inceleyecek olursak, Cenâb-ı Allah’ın iddiası ile bera­ber bir delil de sunduğunu görürüz. Bu delil Mekkelilerden saklı değildi. Bu kitabı sunan kişinin bütün hayatı onların önünde idi. Mekkeliler, Ki­tab’ın inişinden önce ve sonra Hz. Peygamber (a.s.)’in yaşantısını ve ka­rakterini pekiyi biliyorlardı. Onun, Arabistan’ın belki de en doğru sözlü, temiz karakterli ve dürüst kişisi olduğunun farkında idiler. Bu kitabın dili ve üslûbunun Hz. Peygamber (a.s.)’in kendi dili ve üslûbundan kat kat farklı olduğunu anlıyorlardı. Akıl ve mantıklarını kullanarak, aynı şahsın dilinde ve ifadesinde böylesine büyük bir fark olamayacağını anlıyorlardı. Bu Kitab’ın büyüleyici stilini ve ebedi değerini anlıyorlardı. Arapça’yı iyi bilen ve konuşan bir millet olarak da bütün şair ve yazarlarının bu muaz­zam Kitab’ın en ufak eşini bile hazırlamaktan âciz olduklarını pekalâ bili­yorlardı. Ayrıca, Arapların şair, kâhin ve hatiplerinin eserleri ve konuşma­ları ile bu Kitap arasındaki farktan da habersiz değillerdi. Sadece bu değil, bu Kitab’ta yer alan konu, hikâye, masal ve destanların ne kadar yüce, te­miz ve nezih olduğunu da anlıyorlardı. Bu kitap yoluyla verilen davette en ufak şahsi menfaate rastlanmadığını da biliyorlardı. Ne kadar titiz olurlar­sa olsunlar, Rasûlullah (a.s.)’ın peygamberlik iddiasını, şahsi menfaati ve­ya ailesi, kabilesi veya milletinin insanlarının nasıl koştuklarını ve bu da­veti kabul ettikten sonra hayatlarında ne büyük değişiklikler olduğunu da görüyorlardı. Bütün bu gerçekler, ileri sürülen iddianın birer inkâr edil­mez delili olarak ortada duruyorlardı. Bu yüzden, bu ortamda ve şartlar­da, bu Kitab’ın Âlemlerin Rabbi tarafından inişine şüphe olmadığını söy­lemek yeterliydi. Bununla beraber başka bir delil sunmaya gerek duyul­madı.

    “Yoksa, (müşrikler) ‘bunu kendiliğinden uydurdu mu?’ diyorlar. Ha­yır, O belki hidâyete nail olurlar diye senden evvel kendilerine bir inzar edici (korkutucu) gelmemiş olan bir kavmi, Allah’ın azabından korkulasın diye Rabbin tarafından hak olarak indirilmiştir.” (Secde; 3)

    Girişteki cümleden sonra Mekkeli müşriklerin ilk itirazı ele alınıyor ve Hz. Peygamber (a.s.)’in nübüvvetinden şüphe etmeleri üzerine bir soru sorulmuyor, aksine hayret ve şaşkınlık belirtiliyor. Burada denilmek iste­niyor ki, bütün gerçekler gün gibi ortada dururken nasıl oluyor da bu inat­çı, lâftan anlamaz ve utanmaz kimseler, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah tarafın­dan indirildiğine inanmak istemiyorlar ve bunun Rasûlullah (a.s.)’ın bir uydurması olduğunu söylemeye cesaret edebiliyorlar? Bu kadar mesnet­siz, bu kadar saçma, bu kadar abes bir iftira ve ithamda bulunurken hiç utanç ve hicap duymuyorlar mı? Bu gibi ahmakça itiraz ve suçlamalarda bulunurken, Hz. Muhammed (a.s.)’i bilen, onun çalışmalarım gören ve onun meziyet ve kabiliyeti ile dil ve ifadesini bilenlerin kendileri hakkın­da ne diyeceklerini biraz olsun düşünmüyorlar mı?

    Nasıl ki, ilk ayette Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’ın kelâmı olmasını belirt­mek için “Kendisinde hiç şüphe olmayan” deyimi kullanılmakla yetinilmişse, yukarıdaki ayette de Mekkeli kâfirlerin itirazına cevap olarak sade­ce, “Rabbin tarafından hak olarak indirilmiştir” cümlesi söylenmekle yeti­nilmiştir. Bunun sebebini biz Secde sûresinin 2. ayetinin manasını belirtir­ken izah etmeye çalışmıştık. Yani, kimin, hangi ortamda ve hangi şartlar­da, neyi ne büyük şan ve şerefle kimlere sunmakta olduğunu belirtmiştik. Bütün bunlar halk arasında ve Mekke ahalisinin gözleri önünde cereyan ediyordu. Ayrıca, Allah’ın kelamı da kendisine has bir dil, üslûp ve muhtevayla onların önünde bulunuyordu. Bu yüce Kitab’ın, Mekke ahalisi üzerindeki olumlu etkisi de açıkça görülüyordu. Böyle bir durumda bu Kitab’ın Alemlerin Rabbi tarafından Hak’la indirilen bir eser olduğunu be­lirtmek, kâfirlerin iftira ve ithamlarını ortadan kaldıracak bariz ve sarih bir açıklama idi. Bunun dışında başka herhangi bir delil vermeye gerek yok­tu. Çünkü, böyle bir hareket, meseleyi kuvvetlendirmek yerine zayıflata­caktı. Bunu şöyle bir misal ile anlayabiliriz: Gündüz, güneş bütün hiddeti ve parlaklığıyla ortada varken, utanmaz ve inatçı bir kişi vaktin gece oldu­ğunu söylüyor. Buna cevap olarak o kişiye sadece şu sözler söylenebilir: “Sen şu sırada vaktin gece olduğunu nereden söylüyorsun. Ortalığın gün­lük güneşlik olduğunu görmüyor musun?” Bu sözlerden sonra başka bir şey söylemeye gerek var mıdır? Söylenirse, verilen cevap zayıflar, kuv­vetlenmez.

    “Bu Kur’an Allah’ındır. O’ndan başkasına nispet edilemez. Velâkin o, kendinden evvel gelen kitapları tasdik ve tafsil eder. Ve Rabbül-Alemin tarafından olduğuna şüphe olmayan Kur’an’dır.” (Yunus; 37)

    Yani burada denilmek isteniyor ki, Kur’ân-ı Kerîm geçmiş peygam­berlerin emir, talimat ve mesajlarını tasdik ve teyid eden bir ilâhi kitaptır. Kur’ân-ı Kerîm bu kutsal kitapların dışında bir şey sayılmamalıdır. Şayet bu kitap yeni bir din yaymak isteyen sahte bir peygamberin uydurması ve hayal mahsulü olsaydı, bunda eski kutsal kitapların ifade ve üslûplarının taklit edilmesinin yanı sıra bazı yeni ve çekici şeyler de bulunurdu. Buna eskilerin yanı sıra yeni renk ve çeşni katılmaya çalışılırdı. “Kitapları tafsil eder” deyiminin anlamı ise, Kur’ân-ı Kerîm’de bütün semavî kitapların te­mel ilke ve kuralları ile emir, yasak, telkin, talimat, mesaj ve ikazların de­lillerle, açıklıkla ve uygulama şekilleriyle anlatılmış olmasıdır.

    “De ki, Yemin olsun, eğer İnsanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benze­rini getirmek üzere toplansalar, onun mislini getiremezler. Birbirlerine yardımcı olsalar bile. ” (İsrâ; 88)

    Kur’ân-ı Kerîm’in bu meydan okuması dört yerde daha yer almıştır. Bakara sûresi 23-24, Yunus sûresi, 38, Hûd suresi 13. ayette ve Tûr sûresi 33-34, ayette. Bütün bu ayetler, Hz. Peygamber (a.s.)’in Kur’ân-ı Kerîm’i kendi uydurup Allah’ın kelâmı olarak dünyaya takdim etmeye çalıştığı yo­lunda Mekkeli kâfirlerin iddialarına cevap olarak indirilmiştir. Ayrıca, bu iddia Yunus sûresinin 16. ayetinde de reddedilirken şöyle denilmiştir:

    “Eğer Allah istemiş olsaydı, size Kur’an’ı tilâvet ve tebliğ etmezdim. Hatta, onu size bildirmezdim. Bundan evvel aranızda senelerce yaşadım. Hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız?”

    Bu ayetlerde Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’ın kelâmı olduğuna dair verilen deliller üç noktada toplanabilir: Birincisi, Kur’ân-ı Kerîm, dili, anlatım bi­çimi, üslûbu, ifadeleri, muhtevası, bahisleri, öğretileri ve gaipten haberleri bakımından, insanların bir benzerini ortaya çıkarmaları mümkün olmayan bir Mu’cizedir. Onlar diyorlar ki, bunu bir insan uydurmuştur. Ama biz di­yoruz ki, bütün dünyanın âlim ve yazarları bile bir araya gelerek böylesine Mu’cizevi bir eser meydana getiremezler. Bir benzerini meydana getirmele­ri şöyle dursun, bunun bir sûresinin benzerini bile yazamazlar, hazırlaya­mazlar. Hatta, müşriklerin mabud ilân ettikleri cinler bile Kur’ân-ı Ke­rîm’in münkirlerinin yardımına koşsalar, Kur’an-ı Kerîm’e benzer bir kitap meydana getiremezler.

    İkincisi, Muhammed Mustafa (a.s.) bir yabancı değildir ve birden bire aranızdan çıkmamıştır. O, Kur’ân-ı Kerîm’in inişinden önce 40 yıl aranızda yaşamıştır. Peygamberlik makamına getirilmesinden bir gün önce bile ağ­zından, Kur’ân-ı Kerîm’e benzer bir kelâmı ve içinde bahsedilen mevzuları hiç duydunuz mu? Eğer duymamışsanız -ki mutlaka duymamışsınızdır- bir kişinin dil, ifade, düşünce, bilgi ve anlatım tarzında bir günde bu kadar büyük bir değişiklik olacağına imkân ve ihtimal verebiliyor musunuz?

    Üçüncüsü, Hz. Muhammed (a.s.) size Kur’ân-ı Kerîm’i okuduktan sonra ortadan kaybolmuyor, aksine aranızda kalıyor. Siz O’nun ağzından Kur’ân-ı Kerîm’in dışında diğer şeyler duyuyorsunuz, onunla sohbet edi­yorsunuz ve o size pek çok şeylerden bahsediyor ve konuşmalar yapıyor. Şimdi onun, bir normal konuşmalarına bakın, bir de Kur’ân-ı Kerîm’in ifa­desi, ve üslûbuna bakın. Bir insanın konuşma ve sözleri arasında bu kadar büyük fark olmaz. Bu fark, sadece Hz. Muhammed (a.s.)’in kendi çağında, kendi hemşehrileri arasında yaşadığı sırada belirgin değildi; aksine bugün de bu fark, Kur’ân-ı Kerîm ile Hadis-i Şerif karşılaştırılınca kolayca anla­şılabilir. Hadislerde Hz. Peygamber (a.s.)’in yüzlerce söz, deyim, rivâyet, hikâye, hutbe ve vaazları aynen muhafaza edilmiş durumdadır. Bunların dili ve üslûbu, Kur’an-ı Kerîm’inkilerden o kadar değişik ve farklıdır ki, bugün Arap filoloji uzmanlarından, Arapça dil bilginlerinden Arap eleştir­men, yazar ve şairlerinden hiçbiri bunların aynı kişinin eserleri olduğunu iddia etmeye cüret ve cesaret edemez.

    “Yoksa onlar, ‘Muhammed, Kurân-ı kendisi mi uydurdu?’ diyorlar. De ki, ‘Eğer sözünüzde doğru iseniz siz de uydurma olarak, Allah’tan başka gücünüzün yettiği kimseleri yardıma çağırıp onun benzeri on sûre getiriniz.’ Onlar sizin bu davetinize icabet etmezlerse, biliniz ki, Kur’ân Allah’ın ilmi ile indirilmiştir. Allah’tan başka ilâh yoktur. Artık müslüman oluyor musunuz?” (Hûd; 13-14)

    Burada bir tek delil ile hem Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’ın kelamı olduğu hem de Allah’ın tek olduğu ispatlanmıştır. Bu delili şöyle özetleyebiliriz:

    1) Eğer sizce Kur’ân-ı Kerîm bir insanın kelamı ise, o zaman insanın buna kâdir olması gerekir. Bu yüzden, Hz. Muhammed (a.s.)’in bunu yaz­dığı yolundaki Mekkeli müşriklerin iddiası, ancak böyle bir Kitab’ı yaza­bilmeleri halinde doğru sayılabilir. Fakat bu hususta Cenâb-ı Allah’ın tek­rar tekrar meydan okumasına rağmen bunun bir eşini gösterememişlerdir. Madem ki bu meydan okumalarına rağmen kimse bu Kitab’ın bir eşini hazırlayamıyor o halde demektir ki onların gücü böyle bir eser meydana getirmeye yetmez ve bu mutlaka Allah’ın kelâmıdır. Hz. Muhammed (a.s.)’in bunu yazdığı veya uydurduğu doğru olmayıp bu doğrudan Ce­nâb-ı Allah tarafından indirilen bir kelâmdır.

    2) Ayrıca, bu Kitâb’da Mekkeli müşriklerin mabudları açıkça tekzip edilmiş, onların Allah’ın ulûhiyetinde hiçbir payları olmadığı, onların sah­te olduğu ve onlara ibadet edilmemesi gerektiği kaydedilmiştir. Şimdi eğer kendileri gerçekten mabud iseler ve bazı tanrısal güce sahipseler o zaman Hz. Muhammed (a.s.) ile Kur’ân-ı Kerîm’in iddiasını reddetmek için gereken delili ortaya koysunlar. Meselâ, Kur’ân-ı Kerîm’in bir benze­rini getirmeye çalışsınlar ve bu hususta Mekkeli kâfirlere yardımcı olsun­lar. Fakat bu kritik anda bile Mekkeli kâfirlere yardım edemeyen ve Kur’ân-ı Kerîm’in bir eşini ortaya çıkaramayan bu put ve ilâhların sahte ol­duğu ve bir işe yaramadığı ortadadır. Bunlar derhal terk edilmeli ve ger­çek Tanrı ve Yaratıcı’ya dönülmelidir:

    “Kâfirler, O’nu Peygamber kendiliğinden uydurdu mu diyorlar? De­ki, ‘eğer sözünüzde doğruysanız, Allah’tan başka, gücünüzün yettiği kim varsa onları da dâvet ederek bunun benzeri bir sûre getiriniz.” (Yunus; 38)

    Kur’ân-ı Kerîm’in bu meydan okumasının, bu ilâhi kitabın sadece dili üslûbu, fesahat ve belağati ve ebedi değerleriyle ilgili olduğuna dair genel bir kanı vardır. Kur’ân-ı Kerîm’in Mu’cizevî durumuna ilişkin yapılan ba­hislerden böyle bir yanılgıya düşmek gayet doğaldır. Fakat, Kur’ân-ı Kerîm kendi eşsizliğini ve örnek durumunu sadece teknik ve edebî mezi­yetlerine dayandırmayacak kadar büyük bir Kitaptır. Hiç şüphe yok ki, Kur’ân-ı Kerîm dili, ifadesi ve üslûbu bakımından da eşsiz bir eserdir. Fa­kat insan aklının bunun gibi başka bir eser yaratamayacağını söylemesinin maksadı bunun içeriği ve öğretisidir. Zaten bu noktaya Kur’ân-ı Kerîm’de de çeşitli yerlerde temas edilmiştir:

    “Yoksa onu (Kur’ân’ı) kendisi mi uydurdu diyorlar? Hayır onlar iman etmezler. Eğer ‘uydurmanın mümkün olduğu’ (hakkındaki) sözlerin­de doğruysalar onun gibi bir söz getirsinler.” (Tûr; 33-34)

    Başka bir deyimle, Kur’ân-ı Kerîm’in Hz. Muhammed (a.s.)’in bir ese­ri olduğuna inanan Mekkeli müşrikler dahi gerçekte böyle bir Kitab’ın onun uydurması olamayacağını kabul ediyorlardı. Bunlar resmen ne söy­lerse söylesinler, özel olarak ve özel sohbetlerinde Kur’ân-ı Kerîm’in Mu’cizevî şekline ve durumuna hayrandılar. Arapça dil ve edebiyatına vakıf olan bir kişi de, Kur’ân-ı Kerîm’in meziyetlerini gördükten sonra bu­nun bir insanın eseri olmadığına inanır. Aynı şekilde Hz. Muhammed (a.s.)’i yakından tanıyan ve bilenler de bu gibi sözlerin O’nun dilinden ve ağzından çıkmadığına kanaat getirirler. O sebeple, Kur’ân-ı Kerîm’in, Hz. Muhammed (a.s.)’in bir uydurması olduğunda ısrar edenler aslında kötü niyetli insanlardır. Onlar Hz. Muhammed (a.s.)’in davetine icabet etmek istemedikleri gibi, ne O’na ne de Kur’ân-ı Kerîm’e iman etmek istemiyor­lar. Bunun için de türlü türlü bahanelerde bulunuyorlar.

    Kur’ân-ı Kerîm’in, Hz. Muhammed (a.s.)’in kelâmı olmadığının söy­lenmesiyle de mesele bitmiyor. Aksine böyle bir kelâmın hiçbir insan ta­rafından yaratılamayacağını ve yaratılmadığını da söylemek daha doğru olacaktır. Eğer bir kimsenin bu hususta bir şüphesi varsa, ortaya çıksın ve bunun gibi bir eser getirip göstersin. Böyle bir meydan okuma yalnızca Kureyşli kâfirlere değil bütün dünyanın münkirlerine yöneliktir. Bu mey­dan okuma Mekke’de üç defa ve Medine’de de bir defa daha tekrarlanmış­tır. (Bk: Yunus; 38, Hûd; 13, İsrâ; 86 ve Bakara; 237) Ne var ki, Kur’ân-ı Kerîm ve Furkân-ı Hamîd’in bu meydan okuması, gerek Hz. Muhammed (a.s.)’in yaşadığı çağda, gerekse günümüze kadar geçen çağlarda cevapsız kalmıştır ve benzeri hiçbir insanî eser bunun karşısına çıkarılamamıştır.

    Bu meydan okumanın gerçek mahiyetini, mana ve ehemmiyetini an­lamamış olan bazı kimseler diyor ki; böyle bir şey sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsus değildir. Hiçbir şair ve edib başka bir yazarın eserini tak­lit edemez ve onun ifade ve üslûbunu kullanamaz. Mevlana Celâleddin-i Rumî, Homeros, Shakespeare, Goethe, Mirza Galip, Tagore ve Allame İk­bal hepsi birbirinden farklı şair ve yazarlardır ve kendi yazı stillerinin mü­cahitleridir, başkaları onları taklid edemez. Bu itiraz doğru ve yerindedir; eğer bununla herhangi bir yazı veya şiirin dış görünüşü veya muhtevası kastediliyorsa. Ama burada durum bambaşkadır. Kur’an-ı Kerîm’in anla­tım tarzına sahip bir kitabın ortaya çıkarılması asıl maksat değildir. Bura­da denilmek istenen şey, Kur’ân-ı Kerîm’in herkesi büyüleyen ifade ve üslûbunun yanı sıra, muhtevası ve etkinliğidir. Burada denilmek isteniyor ki; kimse ister Arapça, ister başka bir dilde olsun, Kur’ân-ı Kerîm’in sevi­yesinde bir eser yaratamaz veya eşini getiremez. Bu sebepten dolayıdır ki Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Muhammed (a.s.) zamanında olduğu gibi bugün de bir Mu’cize olarak ortada duruyor. Biz burada Kur’ân-ı Kerîm’i bir Mu’cize haline getiren bu özelliklerden bazısını sıralamaya çalışacağız:

    1) Kur’ân-ı Kerîm hangi dilde indirilmişse, o dilin en mükemmel ör­neği ve şaheseri sayılmıştır. Bütün Kitap’ta bir tek kelime veya cümle, gramer, filoloji ve edebî ölçülerin dışında değildir. Bir konu bazen birçok defa işlenmiştir. Ama her defasında yeni bir anlatım tarzı ve üslûpla ele alınmıştır. Bu yüzden hiçbir yerde tekerrür’ün can sıkıcılığına rastlanmı­yor. Başından sonuna kadar, kelimeler inci ve elmaslar gibi yerli yerine oturtulmuşlardır. Kelâm’ın ifadesi o kadar akıcı ve etkileyicidir ki okuyu­cu veya dinleyiciyi mest etmemesine imkân yoktur. O kadar ki, Kur’ân-ı Kerîm’in ezeli münkir ve muhalifleri bile bu özelliğine karşı ne yapacak­larını şaşırırlar. Bugün aradan 1400 yıl geçmiş olmasına rağmen Kur’ân-ı Kerîm, Arap edebiyatının bir şaheseri ve emsaline hiç rastlanmayan bir eseridir. Arapçada Kur’ân-ı Kerîm’in seviyesine yükselmek şöyle dursun, yanına yaklaşabilen bir eser bile yoktur. Sadece bu değil, Kur’ân-ı Kerîm Arapçada öyle bir standart meydana getirmişti ki, on dört asır geçmesine rağmen dilbilimi, gramer, kompozisyon ve fesahat ile belagat için getirdi­ği kurallar ve boyutlar bugün de aynen muhafaza ediliyor. Halbuki, dün­yanın hiçbir yerinde hiçbir dil bu kadar uzun süre böylesine katı kurallar içinde ve aynı şekilde muhafaza edilememiştir. Aradan geçen yüzyıllarda hemen hemen bütün diğer dillerde imlâ, yazı, deyim, gramer, kompozis­yon değişiklikleri meydana gelmiş ve bazı diller tanınmaz hale gelmişler­dir. Fakat, Kur’ân-ı Kerîm’in Mu’cizevi tesirine bakın ki, aynı süre içinde Arapça’da gözle görülür herhangi bir değişiklik olmamıştır. Kur’ân-ı Kerîm’in bir tek kelimesi bile terk edilmemiş ve günlük konuşmalardan kalkmamıştır. Kur’ân’ın her deyimi ve darb-ı meseli bugün de geçerlidir. Kur’ân-ı Kerîm’in kendisi Arap edebiyatının erişilmez bir örneğidir. Dün­yada insanın yazdığı veya yarattığı herhangi bir eser ve kitap bu özellikle­re sahip sayılabilir mi?

    2) Dünyada insan soyunun fikir, ideoloji, ahlâk, medeniyet, kültür ve hayat tarzını Kur’ân-ı Kerîm kadar derin ve etkin biçimde etkileyen ve de­ğiştiren başka bir eser yoktur. Kur’ân-ı Kerîm’in tesiriyle, ilk önce bir mil­letin görüşü ve hayatı değişti, daha sonra, bu millet dünyanın tarihini, me­deniyetini ve hatta kaderini değiştiriverdi. Dünyada böylesine inkılapçı, böylesine İslahatçı başka bir kitap var mıdır? Bu Kitap sadece kâğıt üze­rinde yazılan kitaplardan değildir. Aksine, bu kitabın her kelimesi düşün­ce ve görüşün teşekkülünde ve daimi bir medeniyetin meydana gelmesin­de kullanılmış ve tatbik edilmiştir. Bu kitap geçen 1400 yıldan beri şu ve­ya bu şekilde tatbik edilmektedir ve gün geçtikçe bunun etkinliği ve etki alanı da genişlemektedir.

    3) Kur’ân-ı Kerîm’in içeriği de çok derin ve geniştir. Bahsettiği mese­leler insanların doğuşundan ebediyete kadar geniş bir zamanı kapsarken, bütün kâinatı içine alacak kadar geniş bir mekânı içermektedir. Kur’ân-ı Kerîm, kâinatın hakikati, doğuşu, sonu ve kaide, kanun ve nizamından bahseder. Bu kitap, Kâinatın yaratıcısı, düşünürü ve yöneticisinin kim ol­duğunu, hangi sıfatları ve salâhiyetleri olduğunu, bu dünyayı ve kâinatı ne için yarattığını, bu kâinatta insanın durumunun ve yerinin ne olduğunu anlatır. İnsanın nasıl bir yaratık olduğunu, nelere gücü yettiğini, nelere yetmediğini, meziyetlerinin ve ayıplarının ne olduğunu ve nasıl bir hayat sürmesi gerektiğini bildirir. İnsanlar için doğru yolun ne olduğunu, yanlış yoldan neden kaçınmaları gerektiğini ifade eder. Kur’ân-ı Kerîm bu hu­susta yerde ve gökteki sayısız işaret ve yaratıkları insanlara birer delil ola­rak gösterir; insanlık tarihinden ibret verici dersler verir; yanlış yola dü­şenlerin ne gibi felâketlere sürüklendiğini anlatır; doğru yolun her zaman aynı olduğunu, gelecekte de aynı olacağını ve hiç değişmeyeceğini kayde­der. Kur’ân-ı Kerîm, insanlara sadece doğru yolu göstermekle yetinmez, ayrıca bu hususta çeşitli kaide, kural ve yöntemler de öğretir. Kısacası, akaid, ahlâk, nefsin tezkiyesi, ibadet, cemiyet, medeniyet, kültür ekonomi, siyaset, hukuk, adalet v.s. gibi insan hayatım ilgilendiren hemen hemen bütün bir nizamı önümüze serer. Kur’ân-ı Kerîm bizi, yanlış yolda bulun­manın cezasının öbür dünyada çok ağır olacağı konusunda da uyarır. Bu ilâhî kitap dünyamızın bir gün yok olacağı, yeni bir dünyanın kurulacağı konusunda bize ayrıntılı bilgiler verir. Bu dünya ve öbür dünya arasındaki farkı dile getirir ve bu dünyadan öbür dünyaya geçişin bütün ayrıntılarını anlatır. Ayrıca öbür dünyayı canlı olarak gözümüzün önüne getirir. Öbür dünyada insanın nasıl diriltileceğini, dünyadaki amellerinin nasıl Allah’ın terazisinde tartılacağını, insanların hangi konuda Allah’a hesap verecekle­rini, onların hangi konuda özellikle sorguya çekileceklerini, ilâhi mahke­mede nasıl karar verileceğini, kimlerin ceza göreceklerini, kimlerin ödül alacaklarını uzun uzun ifade eder. Bu Kitab’ın yazarının herhangi bir şeyi tahmin ve kıyasla değil, her şeyden emin ve her konuda bilgili olarak söz­ler söylediği açıkça ortaya çıkıyor. Kur’ân-ı Kerîm’de şüphe, şaibe, tahmin ve kıyasa yer yoktur. Her şey olduğu gibi ve gerçekler bütün çıplaklıklarıyla dile getirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’in okuru, bunun yazarının bakışının ezelden ebede kadar uzanmış olduğunu görür. Her şeyi doğrudan bildiğini anlar. Kâinatın tümünün O’nun için bir kitap gibi açık olduğunu fark eder. İnsan soyunun başlamasından bugüne kadar ve kıyamete kadar her şeyi gördüğünü ve bildiğini anlar. İlim ve tecrübeye dayalı olarak anlattığı ger­çekler ve beyanda bulunduğu gaybî gerçeklerden hiçbiri bugüne kadar yanlış çıkmamış ve tekzip edilememiştir. Kâinat ve insan ile ilgili söylediği sözler bütün gerçekler ve delillerle ispatlanmıştır. İster felsefe, ister fen, ister sosyal bilimler olsun, her alanla ilgili sorulara kesin ve inkâr edilmez cevaplar verdiğini anlar. Ayrıca bu Kitab’ın yazarının bütün bu konularda yaptığı açıklama ve verdiği cevaplar öylesine birbirine bağlantılı ve den­gelidir ki, bunlar üzerinde hayat nizamı ve insan medeniyetinin koskoca binaları inşa edilebilir. Sadece bu değil, Kur’ân-ı Kerîm bu hususta insan­lara pratik yollar da göstermiş, hareket tarzlarını belirlemiştir. Gerçek şu ki, geçen 1400 yılda birçok defa ve halâ birçok yerde, Kur’ân-ı Kerîm’in öğretilerinin ışığında bireysel ve toplumsal hayatlar sürülmektedir. İnsan tecrübesi de bu nizamın en doğru, en uygun ve yararlı olduğunu göster­miştir. Dünyada bunca özellikleri ve öğretileri olan böylesine çok yönlü başka bir eser var mıdır?

    4) Bu kitabın tümü aynı zamanda yazılıp dünyaya sunulmamıştı. Ak­sine parça parça ve yıllarca devam eden bir işlemin sonucuydu. Evvela bir takım emir ve direktifler verildi ve bunlarla beraber bir islâh hareketi baş­latıldı. Bu hareket tam 23 yıl devam etti ve bu uzun süre içinde, hareketin her safhasında karşılaşılan her güçlük ve engellerde günün şartlarına göre, Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli cüzleri, bu hareketin liderinin ağzıyla, bazen bir­kaç söz, bazen da uzun hutbe ve konuşmalar şeklinde çıktı. Daha sonra bu hareketin tamamlanması ve Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberlik vazife­sinin sona ermesinden sonra bu cüzler bir araya getirilip, “Kur’ân” ismiyle dünyaya sunuldu. Hareketin liderinin ifadesine göre, Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan kelime, cümle, emir, talimat, vaaz ve konuşmalar kendisine ait olmayıp. Alemlerin Rabbi’nden kendisine indirilen kelâmdı. Eğer bir kişi, bu kelâm’ın Allah’a değil hareketin liderine ait olduğunu iddia ediyorsa, o zaman bunun için inandırıcı deliller de sunmalıdır. Bu kişi görüşünü savu­nurken, dünyada bir hareketin liderinin yıllarca bu hareketi yürüttüğünü, bunu muazzam bir devlet ve toplum düzenine dönüştürdüğünü, bazen bir vaiz ve ahlâk hocası, bazen mazlum bir cemaatin lideri, bazen bir devletin başı, bazen savaş meydanında bir ordunun kumandanı, bazen bir fâtih, bazen bir avukat, hakim ve hukukçu, bazen idareci ve iktisatçı olarak kı­sacası, çeşitli mevkilerde ve şartlarda söylediği her söz, verdiği her emir ve yaptığı her konuşmanın birleşerek bir kitap haline geldiğini ve bunun bir nizamın temelini oluşturduğunu ispatlamak zorundadır. Bu kişi bütün bu söz ve konuşmalar arasında herhangi bir tezât veya tenakuz bulunma­dığını, her yerde merkezi fikri muhafaza ettiğini hepsinde bir bağlantı, ifa­de ve üslûp birliği bulunduğunu da ispatlamalıdır. Bu kişi, bu Kitab’ın bir insan aklının ürünü olduğunu düşünüyorsa, o insanın hareketin başlangıcında savunduğu fikir ve inançları, hayatının sonuna kadar sürdürdüğünü, hareketin başlangıcında bunun hangi safhalardan geçeceğini ve bu safha­larda ne gibi tavırlar alınacağını sezecek kadar basiretli olduğunu ortaya koymak zorundadır. Eğer böyle bir kişinin, böyle bir eser meydana getir­mesine imkân varsa, o kişiye ve onun eserine işaret edilmelidir. Bunun başka bir eşi olduğu ispatlanmalıdır.

    5) Ağzından Kur’ân-ı Kerîm’in söz ve vaazları çıkan lider ve önder damdan düşer gibi Mekkeliler arasından çıkmamıştı. O, bilinmeyen bir ül­keden, bilinmeyen ve beklenmedik bir saatte gelip hikmetli sözlerim söy­leyip yine kayıplara karışmadı. Aksine bu lider, başlattığı hareketten önce de İnsanlar arasında ve bir toplumda, sonra da yine İnsanlar arasında ha­yatını sürdürmüştü. O’nun sözleri, konuşma tarzı ve üslûbunu herkes bilir­di. Hadislerde O’nun söz ve konuşmaları hemen hemen aynı şekilde mu­hafaza edilmişlerdir. Arapça bilenler bugün de bu ibare ve ifadeleri oku­yup, Allah’ın Kelâmı olan Kur’ân-ı Kerîm ile karşılaştırabilirler. Gerek bu liderin yaşadığı çağda, gerekse günümüzde bu iki eserin dil, ifade ve üslûbunda büyük fark olduğunu kabul edenlerin bulunduğunu söyleyebili­riz. Merakı olan herkes Kur’ân-ı Kerîm ile hadisleri birbiriyle karşılaştıra­rak bu farkı görebilir. Bu fark, bilhassa hadislerde iktibas edilen Kur’ân’ın ayet veya süreleriyle daha da belirgin bir hal alır. Bir insanın dünyada böyle bir sahtekârlık yaptığına şahit olunmuş mudur? Bir kişinin yıllarca iki ayrı dil, ifade ve üslûp kullandığına hiç rastlanmış mıdır. Bu kişinin yıllarca bu işi kimsenin şüphesini çekmeden ve kimseye yakalanmadan becermesine imkân ve ihtimal var mıdır? Böyle bir ikililik belki de geçici bir müddet için başarılı olabilir, ama bir kişinin tam 23 yıl bunu becerme­si mümkün müdür? Bir kişi çıkıp, bu kişinin Allah’tan vahiy aldığını söy­lediği zaman başka türlü konuştuğunu ve vahiy gelmediğini söylediği za­man başka ve sohbet ederken başka türlü konuştuğunu söyleyebilir ve is­patlayabilir mi?

    6) Bahse konu olan lider ve önder, hareketin başında bulunduğu yak­laşık çeyrek yüzyıl çeşitli meseleler ve durumlarla karşı karşıya bulun­muştu. Bazen yıllarca kendi hemşehrileri ve kabile üyelerinin baskı, zu­lüm, eziyet, işkence ve alaylarına hedef oldu, bazen O’nun arkadaşlarına ve O’na tabi olanlara o kadar zulüm yapıldı ki onlar yurtlarını terk edip muhâcerete zorlandılar; bazen düşmanları O’nu öldürmeyi plânladılar; bazen doğduğu memleketten hicret etmeye mecbur oldu bazen büyük yal­nızlık, yoksulluk ve sefalet içinde yaşamak zorunda kaldı; bazen üst üste savaşlara katıldı; -ki bu savaşlardan bazısını kazandı ve bazısını kaybetti,-bazen düşmanlarına karşı büyük bir zafer kazandı; kendisine teslim olan düşmanları affetti ve en nihayet öyle bir maddi ve manevî kuvvet ve ikti­dara erişti ki, bunun karşı bir örneğine rastlanmaz. Gayet tabii ki bütün bu şartlarda ve durumlarda insanın duygulan aynı kalamaz ve kalmadı da. Nitekim, bu lider, bu şartlarda ne zaman kişisel düşünce ve görüşlerini açıklamışsa, bu söz ve konuşmalarda bu duygular ortaya çıkmıştır. Fakat ne zaman ki, kendisine Allah tarafından vahiy gelmiştir, o zaman bunlar­dan hiçbir eser görülmemiştir. Vahiyler her zaman, her türlü insanî ve şahsî hislerden arınmış olarak kalmıştır. Nitekim, bugün dahi bir kişi kal­kıp, Kur’ân-ı Kerîm’in filan filan yerinde insanî hislere yer verildiğini id­dia edemez.

    7) Kitabullah’ta yer alan bilgiler, bu kitabın indiği çağda, Araplar şöyle dursun, Bizans, Roma, Yunan, İranlılarda bile yoktu. Hatta aradan geçen yüzyıllarda ve bugün yirminci yüzyılda bile bu bilgilere erişileme­miştir. Bugün felsefe, fen, müsbet ilim ve sosyal bilimlerin herhangi bir dalında uzman kişiler bütün ömürlerini inceleme, araştırma ve denemeler yapmış olmalarına rağmen, işin aslını bilemezler ya da zar zor gerçeği bulmuş olurlar. Birçok ilim dalında pek çok gerçekler henüz öğrenilememiştir. Bu ilim dallarına ömürlerini vermişlerden pek çoğu inceleme ve de­neyimlerinin sonunda Kur’ân-ı Kerîm’i okumaya fırsat bulmuşlar ve üze­rinde yıllarca çalışılan meselelerin hallinin önceden bu kitapta bulunduğu­nu gördükten sonra şaşıp kalmış ve Allah’ın büyüklüğüne ve bu kitabın faziletine iman etmişlerdir. Bu durum sadece bir ilim dalına mahsus olma­yıp kâinat ve insanı ilgilendiren bütün bilgiler için doğru ve geçerlidir. Şimdi 1400 yıl önce Arabistan çölünde bir ümmi’nin bilgi hazinesinin bu kadar geniş ve basiretinin bu kadar keskin olduğunu söyleyebilir miyiz?

    Kur’ân-ı Kerîm’in Mu’cizevî bir kelâm ve insanları acz içinde bırakan bir ilâhi kitap olduğuna dair daha başka deliller de sunulabilir. Ama biz burada bazı belli başlı delillerden bahsettik. Bunları ciddi olarak gözden geçirecek ve değerlendirecek olursak Kur’ân-ı Kerîm’in, Allah’ın kelâmı olduğuna hiçbir şüphemiz kalmaz. Gerçek şu ki, Kur’ân-ı Kerîm’in Mu’cizeleri bundan 14 asır önce olduğu gibi bugün de hem de daha belirgin bir şekilde ortada duruyor ve inşaallah, kıyamete kadar duracaktır.

    25.3.8. Kur’ân’ın Tümünün Niçin Bir Anda İndirilmediğine İlişkin İtiraz

    Yukarıda bahsettiğimiz hususlardan sonra Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’ın Kelâmı olduğu konusunda herhangi bir şüphenin kalmaması gerekiyordu. Ama, Kureyşli kâfirler yine de ikna olmamışlardı. Onların bir başka itirazı şuydu ki, bunu sık sık dile getiriyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm gerçekten Allah’ın kelâmı olsaydı, bu bir defada dünyaya indirilebilirdi. Bunun cüz cüz indirilmesinin ne gereği vardı? Bunun parça parça açıklanması, zamanla düşünülerek yazıldığı hissini veriyor ve biz öyle sanıyoruz. Kur’ân-ı Kerîm’de kâfirlerin bu itirazına yer verildikten sonra vahiylerin niçin cüz cüz ve belli aralıklarla indirildiği çok güzel ve etkileyici bir biçimde anla­tılmıştır:

    “Kâfirler, ‘Niçin Kur’an ona toptan nâzil olmadı?’ dediler. Onu böy­le indirişimiz kalbini onunla sebatlandırmak içindir. Onu sana kısım kı­sım tilâvet ve kıraat ettik. Onlar senin için bir mesel getirdiklerinde biz onu hak ile ve en güzel tefsir ile reddederiz.” (Furkan; 32-33)

    Bu, kâfirlerin çok sevdikleri bir itirazdı ve bunu, çok önemli ve kuv­vetli olduğu düşüncesiyle sık sık tekrarlıyorlardı. Fakat Kur’ân-ı Kerîm’de buna da gayet makul ve inandırıcı cevap verilmek suretiyle bu itiraz da kolayca çürütülmüştür. Mekkeli kâfirler diyorlardı ki, eğer Hz. Peygam­ber (a.s.), düşünerek, başkalarına sorarak ve de kitaplara bakarak vahiyleri bize okumuyorsa, neden bütün Kur’ân-ı Kerîm’i bir defada ve toptan bize sunmuyor? Çünkü Allah’ın kudreti her şeye yetiyor. O her şeyi önceden biliyor, onun için gelecekte meydana gelecek gelişmelere dair de talimatı­nı önceden gönderebilir. Bu itiraza cevap verilirken, Kur’ân-ı Kerîm’in hangi sebeplerle cüz cüz indirildiği şöyle sıralanmıştır:

    1) Bu yola baş vurulmasının bir sebebi, Kur’ân-ı Kerîm’in her kelime­sinin Hz. Muhammed (a.s.) ve diğer müslümanlar tarafından ezberlenebilmesi ve kafalarında mahfuz kalmasına imkân vermektir. Durum bunu ge­rektiriyor. Zira, Kur’ân-ı Kerîm’in inişi ve yayını yazılı olarak değil, ku­laktan kulağa duyma şeklinde oluyor. Bunu ilk kabul eden ümmî bir pey­gamberdir ve o da, bunu çoğu okuma yazma bilmeyen kişilere iletiyor.

    2) Başka bir sebebi, Kur’ân-ı Kerîm’in tebliğ, telkin, emir ve talimatı­nın herkesçe iyi bilinmesine ve hatırlanmasına imkân vermektir. Bu mak­sat için bir meseleyi yavaş yavaş anlatmak ve türlü türlü misal ve ifadeler­le anlatmak gerekiyor.

    3) Bir başka sebebi de Kur’ân-ı Kerîm’in emrettiği hayat tarzını İnsanlar için cazibeli kılmak ve böylece aralarında iyice yerleştirmektir. Bu amaçla, emir ve öğretileri az az ve belli aralıklarla iletmek daha yararlı olacaktır. Çünkü, bütün nizam ve kanun bir zamanda indirilmiş olsaydı, pek çok kişi dehşete kapılıp buna yanaşmayabilirlerdi. Allah’ın emrettiği nizam çok geniş kapsamlı ve o çağda mevcut olan bütün ideoloji, din ve nizamlardan yüzde yüz değişik olduğu için ilk aşamada pek çok kişi ürke­rek bundan kaçarlardı. Ayrıca, her emir ve talimat ilgili şartlarda daha et­kili ve inandırıcı olur. Eğer şartlar ve zaman müsaitse, o emir ve talimatın hikmeti ve zarureti daha iyi anlaşılır.

    4) Bu yola baş vurulmasının bir başka hikmeti şuydu: İslâmî Hareke­tin emekleme devresinde Hak ile Batıl arasındaki savaş çetin bir şekilde devam ediyordu. Bunlar çok zor ve çileli günlerdi ve İslâmiyet’e yeni yeni girmiş olanlardan bazılarının sürekli olarak teselli edilmesi ve bütün mu­halefetlere karşı direnmelerini sağlamak gerekiyordu. Bu şartlarda, Allah tarafından bir defada gayet hacimli ve büyük bir Kelâm’ın gelmesi yerine, zaman zaman, durumların gerektirdiği şekilde kısa vahiylerin gelmesi da­ha uygun ve yararlıydı. Uzun ve hacimli bir emir ve talimatlar mecmuası bıkkınlık getirir ve anlaşılmasını da güçleştirirdi. Halbuki, kısa kısa va­hiyler geldikçe müslümanların imanları tazeleniyordu. Onlar en büyük hareketinde kendilerine cesaret verdiğini ve yol gösterdiğini görmekten memnun oluyor ve İslamiyet’e daha büyük bir inanç ve bağlılıkla sarılı­yorlardı.

    Bu son sebepten, Kur’ân-ı Kerîm’in iniş şeklinin bir hikmeti daha an­laşılmış oluyor. Şurası unutulmamalıdır ki, Cenab-ı Allah belki de “hidâ­yet” konulu bir kitap yazmak ve bunun neşri için Hz. Peygamber (a.s.)’i vazifeli olarak tâyin etmek istemiş olsaydı o zaman böyle bir kitap yazıp bir defada vazifeli kıldığı ferde vermesi doğru olacaktı. Fakat gaye ve he­def bambaşka idi. Cenâb-ı Allah, küfür, cahiliyet ve fıska karşı iman, İs­lâm ve itaat ile takva hareketini başlatmak istiyordu ve bu hareketin başı­na bir peygamberi lider ve önder olarak getirdi. Bu hareket devam eder­ken Cenâb-ı Allah, lidere ve ona tabi olanlara gerektiğinde bilgi, emir ve talimat verme vazifesini kendi üzerine alırken muhalif ve münkirlerin iti­raz, şüphe ve karşı iddiada bulundukları ya da herhangi bir şüphe ve fitne yarattıkları zaman bunlara yeterli ve uygun cevap verme mesuliyetini de kendi omuzuna aldı. Sadece bu değil, Cenâb-ı Allah, İslâmî Hareket ile il­gili bazı emir ve telkinlere yanlış anlam vermeye çalıştıkları, ilâhi talimatı tevil ve tahrif etmeye kalkıştıkları zaman da gereken uyarı ve tenbihlerde bulunma fırsatını kullanıyordu. Böylece, çeşitli şartlarda ve çeşitli ihtiyaç­lara cevap vermek üzere Cenab-ı Allah tarafından gelen emir, telkin, hida­yet ve vaazların toplamına Kur’ân adı verildi. Bu kitap bir anayasa kitabı, hukuk kitabı, ahlâk kitabı veya felsefe kitabı değil, hareket kitabıdır. Nitekim, hareket’in geçtiği sayısız safhalarda, dönemeçlerde ve inişli çıkışlı virajlarda Kur’ân’ın çeşitli parçaları Hz. Peygamber (a.s.)’e inmeye devam etti ve O’nun bu dünyadan öbür dünyaya intikaliyle son buldu:

    “Biz bir ayetin yerine diğer bir ayet getirdiğimizde ki Allah indirece­ği şeyi daha iyi bilir, kâfirler: ‘Sen ancak iftiracısın’ derler. Hayır onla­rın çoğu bilmezler. De ki: ‘İman edenleri, imânlarında sabit kılmak için hidâyet rehberi ve mü’minlere müjde olmak üzere Kur’ân-ı Rabbin tara­fından hak olarak Ruh’ul-Kudüs (Cebrail) indirdi” (Nahl; 101-102)

    Bu ayetin yerine diğer bir ayetin getirilmesinin anlamı, bir emirden sonra başka bir emrin getirilmesi de olabilir. Zira Kur’ân-ı Kerîm’in emir ve talimatı tedricen inmiştir. Bazen bir mesele ile ilgili olarak birkaç yıllık ara ile iki veya üç emir gelmiştir. Mesela, şarap içme ve zina yapmanın cezalan v.s. Fakat Nahl sûresi Mekke döneminde indiği için biz yukarıda­ki ayetin bu manâya geldiğine tereddüt ediyoruz. Bizim bildiğimiz kada­rıyla bu devrede aynı mesele ile ilgili çeşitli emir ve talimatlar verilme­miştir. Bu sebeple, biz burada, “bir ayetin yerine diğer bir ayet getirdiği­mizde” ibaresinin manâsının şöyle olabileceğine inanıyoruz: Kur’ân-ı Kerim’in çeşitli yerlerinde bazı meseleler çeşitli misallerle anlatılmıştır. Yani, bir mesele anlatılırken bazen başka ve bazen da bir başka gösteril­miştir. Bir hikâye birkaç defa anlatılmış, ama her defasında değişik ifade­ler kullanılmıştır. Bazen bir meselenin bir yanı ve bazen başka bir yanı izah edilmiştir. Bir konuda bazen başka ve bazen da başka bir delil veril­miştir. Bazen bir meseleye kısaca değinilmiş, bazen da etraflıca anlatıl­mıştır. Bundan dolayıdır ki, Mekkeli kâfirler Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’in Kur’ân-ı Kerîm’i (hâşâ) kendisinin uydurduğunu öne sürüyorlardı, onlara göre eğer bu Kitab’ın kaynağı ilâhi ilim olsaydı, her şey aynı za­manda anlatılır ve bütün Kitap aynı anda indirilirdi. Onlar diyordu ki, Al­lah İnsanlar gibi bilgisi kıt ve aklı kısa olan bir varlık değildir, bir mesele­yi parça parça ve çeşitli zamanlarda anlatsın. Allah’ın fazla düşünmesine ve bilgisi arttıkça bir meseleyi açıklamasına ihtiyaç yoktur. Allah bazen başka bazen da daha başka bir şey söyleyemez. Onun, söylediği veya an­lattığı bir şeyi düzeltmeye veya tekrarlamaya ihtiyacı yoktur.

    Bu yanlış düşüncenin ortadan kaldırılması için deniliyor ki, bu Kitab’ı Cenâb-ı Allah’dan “Ruh-ul Kuds” getiriyor. Ruh-ul Kuds’ün kelime anla­mı, “Temiz Ruh” veya “Temizliğin Ruhu”dır. Fakat bu kelimeler Hz. Cebrail’in unvanlarından biridir. Kur’ân-ı Kerîm’de başka bir yerde (Şuara suresinde) Hz. Cebrail için “Ruh-ul Emin” deyimi de kullanılmıştır; bu­nun anlamı, “Emin Ruh”tur. Burada vahiy getiren meleğin adı açıkça be­lirtilmek yerine ünvanı ve sıfatından bahsedilmiştir. Böylece dinleyici ve okurların, beşerî bütün eksik ve kayıplardan arınmış olan temiz ve emin bir ruh’un Kur’ân-ı getirmekte olduğunu bilmeleri istenmiştir. Bu ruh veya yaratık Allah’ın gönderdiği bir şeyi tahrif edemeyecektir. Aksine kendisi­ne verilen emaneti olduğu gibi yerine getirecektir. Bu ruh Allah’ın gön­derdiği bir şeyin yerine başka bir şeyi insanlara veya peygambere aktar­maya çalışmayacaktır. Zira o, ne yalancıdır ne de müfteridir. Bu yaratık kötü niyetli de değildir, ki kendi menfaati veya nefsi için başkalarını al­datmaya çalışsın. Bu tamamıyla mukaddes ve temiz bir ruhtur ve Allah’ın kendisine verdiği emaneti, eksiksiz, gönderilmesi gereken yere götürmek­tedir.

    Bundan sonra, kâfirlerin Kur’ân-ı Kerîm’in tümünün bir anda indiril-memesinin sebebinin, bilgi azlığı ve kıtlığı olduğu yolundaki inançları da reddedilmiştir. Bu mukaddes kelâm’ın parça parça ve yavaş yavaş inmesi, Allah’ın bilgi hazinesinin az olduğunu ispatlamaz. Aslında, bunun sebebi, insanların zekâ seviyesinin sınırlı ve anlama gücünün az oluşudur. İnsan birçok meseleyi aynı ânda anlayamaz ve kavrayamaz. Kur’ân-ı Kerîm’in ihtiva ettiği bin bir meseleyi, emirleri ve gerçekleri bir insanın bir zaman­da anlayıp tatbik etmesine imkân yoktur. Allah’ın hikmeti, bu Kitab’ın cüz cüz indirilmesinde saklıydı. Bunu Ruh-ul Kuds kısım kısım ve aralıklarla getirmekle mükellef kılınmıştı. Bu hususta bazen bir meseleye kısaca de­ğiniliyor, bazen da tafsilâtına giriliyordu. Bazen bir meselenin bir yanının, başka bir zamanda da diğer bir yanının anlatılması uygun görülmüştür. Bazen başka bir ifade bazen da başka bir ifadenin insanlara daha cazip ge­leceği düşünülmüştü. Aynı meselenin çeşitli şekilde anlatılması tercih edilmişti. Bunun maksadı, çeşitli kabiliyet, zekâ seviyesi ve sezi kapasite­sinde olanların Kur’ân-ı Kerîm’in verdiği emir ve getirdiği yasakları iyice anlayıp iman etmelerini ve daha sonra sadakat ve inançla bunları tatbik et­melerini sağlamaktı.

    Bu kademeli hidâyet ve telkinin bir başka gayesi de, hidayete erip doğru yolu takip etmekte olanlara, İslâmî davet ve çalışmalar ile günlük yaşantılarında karşılaştıkları çeşitli meseleler hakkında gereken emir ve telkini zamanında vermekti. Bu tür emir ve talimatın ne zamanından önce ne de hepsini bir arada vermek doğru ve uygun olacaktı.

    Bu ayette Kur’ân-ı Kerîm’in kademeli ve parça parça gönderilmesinin bir başka sebebi daha anlatılmıştır. Buna göre, İslâmiyet’e girmiş olanların karşılaştıkları büyük direniş ve güçlükler sırasında Allah tarafından teselli edilmeleri gerekiyordu. Müslümanlar büyük bir sınavdan geçiyorlardı, onların yolları tıkanmaya çalışıyordu; küfür, hakaret ve işkence ile cesa­retleri kırılmaya çalışıyordu. Bu zor günlerde onların, Allah’ın yardımına, ümit dolu sözlerine ve müjdelerine ihtiyaç vardı. Bunlar da olmasaydı, belki de dirençlerini kaybeder ve muhaliflerine yenilmiş olurlardı, işte bu çetin ve çileli günlerde Cenab-ı Allah, müslümanların mücadelesini canlı tutmak, geleceğin iyi ve güzel netice ve mükâfatlarından bahsetmek sure­tiyle cesaretlerini yüksek tutmak, geleceğe ümitle bakmak ve kararlı dav­ranmalarını sağlamak amacıyla Kur’ân-ı Kerîm’i yavaş yavaş ve parça parça göndermeyi daha uygun buldu.

    25.3.9. Başkalarının Kur’ân-ı Yazarak Hz. Muhammed (a.s.)’e Verdikleri Yolundaki İddialar

    Daha önce bahsettiğimiz itiraz ve iddianın tam aksine Mekkeli kâfirler bir başka iftira ve ithamda da bulunuyorlardı. Onların iddiasına göre bazı eski dilleri bilen ve kitapları okuyan kimseler Hz. Muhammed (a.s.)’e bunlardan pasajlar okuyordu ya da Kur’ân-ı Kerîm’in söz ve ibare­lerini aynen yazarak kendisine veriyorlardı ve Hz. Muhammed (a.s.)’de bunları Allah’ın kelamı olarak halka sunuyordu:

    “O kâfirler, ‘Bu Kur’an, Muhammed’in uydurduğu bir yalandan baş­ka bir şey değildir. Bu hususta O’na diğer bir kavim yardım etmiştir;’ de­diler. Muhakkak bir zulüm ve yalan getirdiler. Yine: ‘Kur’an, Muham­med’in yazdırdığı ve ezberlemek için sabah akşam okuttuğu geçmiş ka­vimlere ait efsanelerdir’ dediler. De ki: ‘O’nu göklerde ve yerde bütün es­rara vakıf olan Allah indirdi. Muhakkak O, Gafûr’dur, Rahim’dir.” (Furkan; 4-6)

    Mekkeli kâfirler diyordu ki, bu adam (Hz. Muhammed -a.s.-) okuma yazma bilmez. Bir şeyi okuyup anlayabileceğini, yazabileceğini ve bize okuyabileceğini sanmıyoruz. 40 yıl aramızda yaşamıştır. Peygamberlik iddiasında bulunmasından önce Kur’ân’ı Kerim’de yer alan ifade ve bilgi­leri ihtiva eden tek bir şey ağzından çıkmamıştı. Ama şimdi birden bire böyle akıllı ve mantıklı şeyler söylüyor ve geçmiş milletlerin hikâyelerini anlatıyor. Bu şahıs bütün bu bilgileri nereden alıyor? Olsa olsa bunların kaynağı eski kitap ve destanlardır. Bu şahıs herhalde gece bu kitapların tercümelerini başkalarından öğreniyor ve sabah bize anlatıyor. Bu konuda kendisine yardım eden bazı âlimler vardır. Ne var ki, Mekkeliler bu sözde âlimlerden hiçbirinin ismini veremiyorlardı. Onlar ancak birkaç yabancı kölenin adını verebiliyorlardı. Bunları dinleyen biri onların aklına ancak şaşabilirdi.

    Aslında gerçekler ortada idi ve Mekkeliler bu iddiada bulundukları zaman kendi sözlerine bile inanmadıkları ortaya çıkıyordu. Kur’ân-ı Kerîm Mekkeli kâfirlerin bu zaafını bildiği için iddialarını bir anda kesip atmıştır. Yani Kur’ân-ı Kerîm bu hususta herhangi bir delil sunmak yerine Mekkelilerin aslında büyük bir zulüm yaptıklarını, hak ve adalete tamamıyla ters düştüklerini ve insafsızca davrandıklarım belirtmekle yetinmiş­tir. Kur’ân-ı Kerim, Kureyşli ve Mekkeli kâfirlerin büyük bir yalan ve ifti­ra kampanyası başlattıklarına işaret ederek, yerde ve gökteki her şey hak­kında bilgi sahibi olan Allah’ın kelâmına karşı çıkmalarının sakıncalarını dile getirmiştir. Şimdi aklımıza gelen soru şudur: Kur’ân-ı Kerîm’e böyle­sine şiddetle muhalefet edildiği bir ortamda, Mekkelilerin görünüşte ciddi ve ağır olan bu itirazları neden böylesine hafife alınmış ve şiddetle redde­dilmiştir. Bundan daha şaşırtıcı bir cevap istemediler? Onlar neden, kendi itirazlarının sadece zulüm ve yalan demekle reddedilemeyeceğini söyle­mediler? Ayrıca, İslâmiyet’e daha yeni girmiş olan müslümanlar niçin bu durumdan kuşku duymadılar ve şüpheye kapılmadılar?

    Fakat biz o zamanki Mekke’yi gözümüzün önünde canlandırmak bu soruların cevabını kolayca bulmuş olacağız. Bir kerre, Mekkeli kabile re­isleri bir şeyi yapacak durumda idiler. Onlar, üzerlerine hiçbir hak ve iddi­aları bulunmayan, İslamiyet’e yeni girmiş müslümanlara bile rahat nefes aldırmıyorlardı. Söverek ve döverek onların hayatlarını çekilmez hale ge­tirmişlerdi. Bu kadar kuvvet ve kudrete sahip olan reisler pekalâ şüphe et­tikleri eve baskın yapıp bütün kitap ve eserleri ortaya çıkarabilirlerdi. İste­dikleri kütüphaneyi darmadağın edebilirlerdi. Hz. Muhammed (a.s.)’in ge­celeri gizlice çalıştığından şüphe ettikleri yeri basıp her şeyi gün ışığına çıkarabilirlerdi. Ne var ki, bu kuvvetli ve kudretli reisler iddialarının le­hinde en ufak bir delil sunamadılar.

    İkincisi, Hz. Muhammed (a.s.)’e tercüme ve hâşâ Kur’ân-ı Kerîm’i dü­zenleme işinde yardımcı olduğu bildirilen kişilerin hepsi Mekke’nin sakin­leriydiler. Bu kişilerin bilgi ve meziyetleri kimseden saklı değildi. Akıl ve mantık sahibi kimse Kur’ân-ı Kerîm gibi muazzam bir eseri bu kişilerin yazdığına ya da hazırladığına inanamazdı.

    Üçüncüsü, Kur’ân’ın hazırlanmasında Hz. Muhammed (a.s.)’e yardım ettikleri iddia edilen kişilerin hemen hemen hepsi Mekkeli kabile reisleri­nin serbest bıraktıkları kölelerdi. Mekke’nin ve Arabistan’ın aşiret hayatında serbest bırakılan bir kölenin eski efendisinin himayesi olmaksızın nefe­sini alması bile zordu. Bu eski kölelerin kendi eski efendilerini kızdıracak şekilde, düşmanları olan Hz. Muhammed (a.s.) ile işbirliği yapmaları dü­şünülebilir mi? Onlar bunun bedelini ve korkunç neticelerini bilmiyorlar mıydı?

    Ayrıca, Hz. Muhammed (a.s.)’e Kur’ân-ı Kerîm’i okudukları veya ya­zıp verdikleri bildirilen kölelerin hemen hemen hepsi daha sonra İslami­yet’i kabul etmiş ve Peygamber (a.s.)’e bütün kalpleriyle birlikte olmaları­nın cezasını da ağır hakaret ve işkence şeklinde çekiyorlardı. Şimdi, biz­zat kendileri Kur’ân yaratmış olan kişilerin İslâmiyet’i kabul etmeleri, Hz. Peygamber (a.s.)’e iman etmeleri ve bu uğurda zulüm ve işkenceye maruz kalmaları düşünülebilir mi?

    25.3.10. Kâfirlerin İnatçılığının Başka Bir Örneği

    Kâfirler baktılar ki Hz. Peygamber (a.s.), Kur’ân-ı Kerîm’e ve İslami­yet’e yaptıkları her itiraza gayet uygun, akıllı, inandırıcı gerçekçi ve ken­dilerini tamamen cevapsız bırakacak cevaplar vermiştir. Bunun üzerine garip bir tavır takındılar ve acayip bir inatçılık örneği verdiler. Onların iti­razı şuydu: Eğer Hz. Muhammed (a.s.) bizim bilmediğimiz bir dilde bir Kur’ân-ı Kerîm getirip bize inanılmaz bir sür’atle okusaydı, onu peygam­ber olarak kabul ederdik.

    “Eğer Kur’an’ı Arapçadan başka bir dil ile göndermiş olsaydık, müş­rikler: ‘Dizim lisanımızda ayetleri açıklanmalı değil miydi? Kur’an Arapça olmayan lisanla geliyor biz ise Arabız, bu nasıl olur?’ derlerdi. (Onla­ra) De ki: ‘O Kur’an hidayet rehberi ve şifâdır, iman etmeyenlerin ise ku­laklarında ağırlık vardır. O, bunlara karşı bir körlüktür. Onlar, uzaktan kendilerine çağırılanlar gibidir.” (Fussilet; 44)

    Bu, Hz. Peygamber (a.s.)’in karşı koymaya mecbur olduğu katı mu­halefet ve inatçılığın bir başka örneğiydi. Kâfirler diyordu ki, Muhammed (a.s.) bir Arap’tır. Arapça onun anadilidir. Eğer kendisi bize Arapça bir Kur’ân-ı sunuyorsa, bunun kendisi tarafından uydurulmadığına niçin inan­mayalım? Eğer Muhammed (a.s.), hem kendisinin hem de bizim bilmedi­ğimiz bir dilde, meselâ Farsça, Rumca veya Yunancada bir konuşma yapa­bilse ve bir yazı yazabilseydi biz Kur’ân’ın bir ilâhi kelâm olduğuna inana­bilirdik. Buna cevap olarak Cenâb-ı Allah diyor ki, Kur’ân-ı Kerîm kolay anlayabilsinler diye kendi dillerinde indirilmiştir. Bunun üzerine itiraz ediyorlar ki bu kitap niçin bir Arap vasıtasıyla ve Arapçada indirilmiştir? Fakat bu kitap onların istediği gibi Arapça değil de başka bir dilde gönde­rilseydi bu adamlar yine ağız değiştirir ve şöyle bir itirazda bulunurlardı: “Allah Allah şu işe bakın, bir Arap, Arabistan’da ve Arap milletinden pey­gamber seçilmiştir, ama ona öyle bir kitap inmiştir ki onu ne kendisi anlı­yor ne de milleti.”

    Kur’ân-ı Kerîm, Mekkeli kâfirlerin bu saçma sapan itirazını reddet­mekle kalmadı, ayrıca bu kitabın kendilerine inmesinin bir rahmet ve Allah’ın lütfu olduğunu da belirtti. Mekkeli sapıkların, kendi dillerinde, ko­lay anlayabilecekleri bir kitap indiğini, böylece Hak ile Batıl arasında ayı­rım yapabileceklerini ve bundan yüz çevirmeleri halinde akıbetlerinin çok kötü olacağını da ifade etti.

    “(Bu Kur’an) Rahman ve Rahim olan Allah tarafından indirilmiştir. Bir Kitaptır ki, ayetleri bilecek bir kavim için ayrı açıklanmış Arapça bir Kur’an’dır. Hem müjdeleyici hem de korkutucudur. Fakat onların çoğu bundan yüz çevirirler. Artık onlar, hakkı işitmezler.” (Fussilet; 2-4)

    Burada önemle belirtilen ilk husus, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah tarafın­dan indirilmiş olmasıdır. Burada denilmek isteniyor ki Mekkeli müşrikler ne derlerse desinler, bu Allah’ın kelâmıdır, Hz. Muhammed (a.s.)’in bir uydurması değil. Kur’ân-ı Kerîm’i dinleyip Hz. Muhammed (a.s.)’e kızan ve ona şovenler aslında Allah’ı kötülemektedirler. Bu kitabı reddedenler aslında bir insanın kelâmını değil Allah’ın kelamını reddediyorlar. Bundan yüz çevirenler bir insanın kelâmından değil, Allah’ın kelâmından yüz çe­viriyorlar.

    Bu ayetlerde dile getirilen bir başka husus, Cenâb-ı Allah’ın kendi mahlûklarına rahmet ve rahîm olmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’i indiren Allah’ın diğer sıfatları değil de Rahmân ve Rahîm oluşunun belirtilmesinin maksa­dı, bu Kitab’ı rahmetinin bir icabı olarak dünyaya indirmiş olmasıdır. Bu Kitap bir rahmettir ve bundan yüz çeviren, bundan kaçan, bunu reddeden ve bunu dinledikten sonra öfkelenenlerin aslında kendi kendilerine düş­manlık ettikleri belirtilmiştir. Bu kişiler büyük bir nimetten ve rahmetten mahrum kalıyorlar. Zira, Allah bu kitabı kıyamete kadar insanlığın hida­yeti için indirmiştir. Bunu ciddiye almayan, bundan ders ve ibret almayan kendi kuyusunu kendi kazmış oluyor; doğru yolu bırakıp yanlış yola sapı­yor ve karanlıkta bocalamaya mahkûm oluyor. Cenâb-ı Allah kendi fazlıyla insanları yaratmış, onlara rızık vermiş ve onların maddi ve manevî huzur ve felahı için bir kulu vasıtasıyla kendi kelâmını indirmiştir. Şimdi bu nimet ve rahmetten dolayı Allah’a minnet ve şükranını belirtmek yeri­ne onunla kavga etmeye ve onu Öfkelendirmeye çalışan bir kişiden daha büyük bir nankör olabilir mi?

    Burada temas edilen üçüncü nokta, Kitabullah’ın gayet açık ve kolay bir dilde indirilmiş olmasıdır. Bu kitapta her şey açık açık ifade edilmiştir. Bunda muğlak ve anlaşılmayan herhangi bir konu ve sorun yoktur. Dola­yısıyla, kimse, “vallahi, ben bu kitabın ne dediğini anlamıyorum.” diye bundan kaçamaz ve paçasını kurtaramaz. Bu öyle bir Kitap’tır ki bunda Hakk’ın ve Batıl’ın ne olduğu açık açık açıklanmıştır. Bunda doğru akide­lerin ve yanlış akidelerin ne olduğu, iyi ahlâk ve ahlâksızlığın, iyiliğin ve kötülüğün ne olduğu gayet açık bir şekilde anlatılmıştır. Bunda, insanın hangi yolu takip etmesi halinde refah ve felâh bulacağı, hangi yola gitme­si halinde kendisine zarar vereceği sarih ve bariz bir şekilde ortaya kon­muştur. Böylesine açık bir hidâyeti reddeden buna ilgi göstermeyen ve bunun için inandırıcı ve doyurucu herhangi bir özür ve sebep göstermeyen bir kişi kendi hatasında ve yanlış yolunda ısrar etmek istemiyorsa başka ne olabilir?

    Bir başka nokta da Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça olmasıyla ilgilidir. Yani, Kur’ân-ı Kerîm başka bir dilde olsaydı, Araplar, “biz bu kitabı nasıl oku­yalım, bu Arapça yazılmış değildir” diye bahanede bulunabilirlerdi. Ama, Cenâb-ı Allah bunu Arapça olarak indirmek suretiyle Arap müşriklerin bu iddiasını da ortadan kaldırmış oldu.

    Beşinci nokta, Kur’ân-ı Kerîm’in “bunun ayetlerini bilecek kavim”e mahsus olduğu hususudur. Yani bu kitaptan ancak ilim ve idrâk sahipleri faydalanabilirler, akılsız ve ahmaklar bunun değerini bilemezler. Kur’ân-ı Kerîm değerli bir taş veya elmas gibidir Bir elmas ile âdi bir taş arasında­ki farkı bilmeyen bir kişi gayet tabii ki bu ilim ve irfan kaynağından ya­rarlanamaz.

    Altıncı husus Kur’ân-ı Kerîm’in hem müjdeleyici hem korkutucu bir eser olmasıdır. Yani Kur’ân-ı Kerîm sade ve mücerred bir eser değildir ki bunda sadece felsefe düşünce, ve edebiyatın güzel örnekleri bulunsun; okuyan bunu sadece bir şeyler bilmek ve zevk almak için okusun ve başka hiçbir şey elde etmesin. Hayır, Kur’ân-ı Kerîm böyle soyut bir eser değil­dir. Bu, gayet, açık bir biçimde dünyaya meydan okumakta ve doğru ile yanlış neticelerini bildirmektedir. Bu kitap diyor ki benim muhtevama iman edenlere ve uyanlara büyük ödüller vardır, kabul etmeyen ve uymayanların sonu ise felâkettir. Bu kitaba ve içindekilere inanan ve uyanlar dünyada da, ahirette de saadet ve refahı bulacaklardır. Bunu reddeden ve bunun talimatını nazarı dikkate almayanlar için azap ve ağır cezalar var­dır.

    Bu gerçekler ortada dururken Kitab-ı İlahi’yi reddeden ve kabul et­meyenin vay haline!

    25.3.11. Kur’ân-ı Kerîm’in Dâvetini Durdurmak Gayesiyle Kâfirlerin Oynadıkları Çirkin Oyunlar

    Kureyşli ve Arap müşriklerin bütün itirazları, iddiaları ve iftiraları böylece boşa çıkarıldıktan sonra tutunacakları hiç bir dal kalmamıştı, artık onların Kur’ân’ın davetini önlemek ve durdurmak için dik başlılık, inatçılık ve zora başvurmaktan başka çareleri kalmamıştı. Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’in yayılışını önleyebileceklerini sandılar ve bunun için birçok çir­kin oyunlar oynadılar. Kur’ân-ı Kerîm’de bütün bu şen’î ve çirkin oyunlara değinilmiştir. Bu, aslında, Kureyşli kâfirlerin Kur’ân-ı Kerîm’e muhalefet­te iflas etmelerinin açık açık ilânıydı. Artık yenilgiye uğramış, çaresiz kal­mışlardı ve sadece çirkin oyunlarıyla buna mani olabileceklerini sanıyor­lardı. Ama bu hususta da büyük yanılgıya düşmüşlerdi. Kur’ân-ı Kerîm’in büyüleyici talimatını artık kimse durduramazdı:

    “Onlar, ‘Bizi dâvet ettiğin şeyden kalplerimiz örtüler içindedir. Ku­laklarımızda bir ağırlık, seninle bizim aramızda bir perde vardır. O hal­de, sen (kendi dinince) amel et, biz de (kendi dinimize göre) hareket ede­riz.’ dediler.” (Fussilet; 5)

    “O kâfirler seni Kur’an okurken işittiklerinde nerdeyse gözleri ile yı­kacaklardı. Ve sana ‘bu mecnundur’ diyorlar. Halbuki Kur’an âlemler için ancak bir öğüttür.” (Kalem; 51-52)

    “Kâfirler şöyle dediler: ‘Bu Kur’an’ı dinlemeyin. Onun hakkında lü­zumsuz yaygaralar koparın. Olur ki, üstün gelirsiniz.” (Fussilet; 26)

    “Kâfirlere ne oluyor ki gözlerini sana dikip bakıyorlar. Sağ ve sol ta­rafından bölük bölük.” (Mearic; 36-37)


     


    [1] Kur’ân-ı Kerim’de Allah için hiçbir yerde “vâhid” kelimesi yalnız olarak kullanılmamış­tır. Aksine, buna başka açıklayıcı kelimeler eklenerek Allah’ın her bakımdan bir ve tek olduğu vur­gulanmıştır. Meselâ: “ilahen vahiden”, “Allah-ul vâhid-ul kahhâr…” Fakat ihlâs sûresinde “ahad” kelimesi özellikle Allah’ın birliğini ifade etmek maksadıyla kullanılmıştır.

    [2] Tefsir ilminin meşhur imamı, İbn Cerir Taberî burada kullanılan “Tağût” kelimesini izah ederken “Allah’a karşı baş kaldıran, Allah’tan başka kendisine ibadet edilen kişi Tâğuttur. Bu insan, şeytan, put veya başka bir şey olabilir.’ demiştir. (Câmi-ul Beyân fi Tefsirul Kur’ân, C. III, s. 13).

    [3] Yardımların muhtelif türleri vardır. Bunlardan biri dünyanın maddî kanunları gereğince bir kişinin başka bir kişi, şey veya kurumdan istediği yardımdır, ki bu Tevhid fikrine aykırı değil­dir. Tevhid fikrine ve kavramına ters olan şey, Allah’tan başka birinin gaipten haberdar olduğu, du­alarımızı duymakta olduğu ve sebeplerle neticelere hâkim olduğu ve maddiyatın ötesinde dilek ve isteklerimizi duymakta ve ihtiyaçlarımızı karşılamakta olduğunu düşünmektir. Yardımın bu türü Tevhid fikri ve mefhumuna aykırıdır.

    [4] Bu ayet gösteriyor ki, dua ile ibadet temelde aynıdır. Allah’a, tanrıya veya herhangi bir yaratığa dua eden bir kişi aslında O varlığa ibadet etmiş oluyor.

    [5] Yani, Allah’a dua edilirken herhangi bir aracıya gerek duyulmaz. Ayrıca, Allah’ın dualara cevap vermesi, bu cevabın mutlaka insan kulağıyla işitilmesi anlamına gelmez. Bunun anlamı sa­dece, Allah’ın kendisine yapılan rica ve minnetleri bırakmamasıdır.

    [6] Bu ayette, “ed-Din” kelimesi kullanılmıştır, ki biz bunu “dinler” veya “din’in bütün cins­leri” olarak tercüme etmeyi daha uygun bulduk. Arapça’da “din” kelimesi, resmen görevlendirilmiş veya vesikalı bir kişinin getirdiği veya geliştirdiği hayat nizamı için kullanılır. Burada Hz. Pey­gamber (a.s.)’in bi’setinin gayesi, Allah’ın dini ve hayat nizamı dünyanın diğer bütün ideoloji, sis­tem ve hayat nizamlarına galip kılmak olduğu ifade edilmiştir. Başka bir deyimle, peygamberlerin, Allah tarafından getirdikleri din veya hayat nizamı, dünyadaki herhangi bir sisteme veya hüküm­dara tabi kılınamaz. Peygamberler, Allah’ın nizamını her zaman galip ve üstün kılmalıdırlar. Zâten Allah’ın nizamı geldikten sonra diğer bütün nizamlar ortadan kaybolmaya mahkûmdurlar, ilâhi ni­zam tesis edildikten sonra başka ideoloji ve dinler ancak buna tabi olarak ayakta durabilirler.

    [7] İnsanların dünyada yaşamaları için hidâyete ihtiyaçları vardır. İnsanların hem kendi var­lıklarını hem de kâinat ve içindeki eşya ve varlıkların gerçek mahiyetini anlamaları için gerekli olan ilim ve kendi din, ahlâk, siyaset, ekonomi, toplum, kültür ve medeniyetlerini sağlam temellere oturtmaları için ihtiyaç duydukları usulleri belirtmek için Allah’a, Rasûlüne (s.a.) indirdiği hidayete uymaları gerekmektedir. İnsanların bu hidayeti bir yana bırakıp başka hidayet aramaları yanlış bir harekettir, ki sonu her zaman felâkettir.

    [8] Yani, peygamberler, sadece insanların kendilerine iman etmeleri ve başkalarına itaat et­memeleri için gelmezler. Aksine, peygamberlerin dünyaya gelmelerinin amacı, ilâhî ve ulvî bir ha­yat nizamı getirmiş olmalarıdır ve İnsanlar ancak bu nizama uymalıdırlar.

    [9] Yani, dünyadaki emir, reis, hükümdar ve imparatorların kurdukları fâsit düzen ve yöne­limlere insanların uymamaları gerekir. Bu iktidar ve ikbâl heveslileri, bütün sınırları aşmıştır ve he­le ahlâkları sıfıra inmiştir. Bunların kurdukları düzen veya yönetim her zaman sakat ve zararlıdır; bunlardan herhangi bir hayır beklenemez. Selâmet ve kurtuluş ancak Allah’ın nizamını kurmak ve buna uymaktır.

    [10] Cahiliyet veya Cahiliyye kelimesi, İslamiyet’in karşıtını belirlemek üzere kullanılır. Çün­kü İslâmiyet tamamıyla ilim ve irfana dayalı bir din ve hayat nizamıdır. Bu ilmi Cenab-ı Allah bize kendi kelamıyla vermiştir. Bunun aksine, Cahiliyye bilgisizliğe ve dalâlete dayanmaktadır.

    [11] Burada kullanılan “Tâğut” veya “şeytan” kelimesinden aslında Allah’ın kanunundan baş­ka bir kanuna göre hükmeden ve yasalar çıkaran bir hükümdar ve yönetici kastedilmiştir. Allah’ın egemenliğini, O’nun kitabını ve rasûlünü tanımayan bir hükümdar veya yönetim Tâğut veya tâğutî düzendir.

    [12] Müşrikler Hz. Peygamber (a.s.)’in kendilerine tebliğ etmekte olduğu Kur’ân ve ilâhî ka­nunun, Allah tarafından gönderilmediğini kendi kafasında doğan ve hayal mahsulü olan şeyler olduğunu sandıkları için bu sözleri söylüyorlardı. Başka bir deyimle, müşrikler demek istiyordu ki, “ey Muhammed (as.), sen ne diye tevhid, âhiret ve ahlâk kuralları v.s. gibi şeylerden bahsetmeye başladın? Eğer gerçekten insanlara yol göstermek istiyorsan, bizi dünyada zengin müreffeh ve mut­lu kılacak bir şeyler ver. Dinini tümden değiştirmek istemiyorsan değiştirme, ama bu hususta biraz esnek davranacaksın. Biraz al, biraz ver usulüne uygun olarak biz seninle anlaşabiliriz. Tevhid, risâlet ve âhiret kavramlarını biraz yumuşat ki, bizim düşüncelerimiz için de biraz yer kalsın. Sen biraz bizim örf ve âdetlerimize, millî ve kabilevî geleneklerimize, taassup ve vehimlerimize de yer vermelisin.”

    [13] Bu hadisi İmam Süfyan-ı Sevrî ile Hâkim, Hz. Ali’ye atfen nakletmişlerdir.

    [14] Bu hadis, İbn Cerîr’in tefsirinde nakledilmiştir. Burada adı geçen Ahnes bin Şerik Hz. Muhammed (a.s.v) akrabaları olan Beni Zühre’nin müttefikleri arasında idi. Bedir savaşına Ku­reyş’lilerin safında yer alarak katılmıştı. Fakat, İbn Hişâm’a göre Ahnes ve Benî Zühre çarpışmalara iştirak etmemişlerdi.

    [15] Yukarıda bahsedilen ayet sudur: “Onların istedikleri mucizeleri göndermekten bizi alıko­yan, evvelki kavimlerin tekzibleridir. Biz Semûd kavmine görünür mucize olarak dişi deveyi verdik de onu öldürerek zulmettiler. Halbuki, biz mucizeleri ancak korkutmak için göndeririz.” (Âyet; 60). Yani geçmişle eğer bir nebinin peygamberliğini ispatlamak üzere mucizeler gönderilmişse, bunlar genellikle ikaz şeklinde olmuştur. Fakat söz konusu milletler mucizeleri gördükten sonra da akılla­rını başlarına toplamayınca kendilerine Allah’ın korkunç azapları indirilmiştir.

    [16] Bk: Necm; 37 ve Alâ; l9

  • İTİKAF El-Lu’lu ve’l-Mercan – Muhammed Fuad Abdulbaki

    İTİKAF

    İbn Ömer (r.a.)
    Hz. Peygamber’in (a.s.) Ramazan’ın son on gününde itikâfa girdiğini bildirmiştir.
    Sahih-i Müslim’deki hadis numarası: 2002

    Hz. Aişe (r.ah.) şöyle haber vermiştir:
    Resulüllah (a.s.) Ramazan’ın son on günü girince geceleri ihya eder, aile halkını da uyandırır, ibadete daha fazla önem verirdi. Diğer vakitlerden çok daha fazla bir ibadet gayreti içerisinde olurdu.
    Sahih-i Müslim’deki hadis numarası: 2008

    Hz. Aişe’nin (r.ah.) haber verdiğine göre:
    Resulüllah (a.s.), Ramazan’ın son on gününde, diğer vakitlerden daha fazla ibadet yoğunluğu içerisine girerdi.
    Sahih-i Müslim’deki hadis numarası: 2009

  • TEVBE El-Lu’lu ve’l-Mercan – Muhammed Fuad Abdulbaki

    TEVBE

    Abdullah b. Mesûd (r.a.) şöyle anlatır:
    Ben, Abdullah hasta iken onu ziyaret etmek maksadıyle yanına girdim. Kendisi bize biri kendinden, biri de Allah Resulü’nden olmak üzere iki hadis söyledi: Allah Resulü’nü (a.s.) şöyle buyururken işittiğini söyledi: “Muhakkak Allah mümin kulunun tevbesi sebebiyle şu kimseden daha fazla sevinir: Öyle bir kimse ki çorak bir arazide devesi ile birlikte bulunuyor. Devesinin üzerinde yiyeceği ve içeceği vardır. Derken uyuya kalır. Uyandığında bir de bakar ki devesi gitmiş. Devesini aradı. Nihayet kendisine şiddetli bir susuzluk erişti. Sonra kendi kendine: Artık ben ilk bulunduğum yere döneyim de orada ölünceye kadar uyuyayım dedi. Gitti, ölmek üzere başını kolunun üzerine koydu. Bir aralık uyandı. Bir de baktı ki devesi yanıbaşında. Bütün azığı, yiyeceği ve içeceği de devenin üzerinde! İşte Allah mümin kulunun tevbesine bu kimsenin devesini ve azıklarını bulması anındaki sevincinden daha fazla sevinir.”
    Sahih-i Müslim’deki hadis numarası: 4929

    Enes b. Malik (r.a.)
    Allah Resulü’nün (a.s.) şöyle buyurduğunu söylemiştir: “Allah’ın, kulu kendisine tevbe ettiğinde sevinmesi: Birinizin, çorak bir arazide devesi üzerinde bulunduğunda, üzerinde yiyeceği ve içeceğinin bulunduğu devesi kaçar. Devesini bulmaktan ümidi kesip de nihayet bir ağacın gölgesinde yatar; devesinden ümidini kesmiştir. Tam bu haldeyken birdenbire devesini yanıbaşında dikiliyor bulur. Hemen devesinin ipini tutar. Sonra sevincinin şiddetinden dolayı: Allahım! Sen benim kulumsun, ben de senin Rabbinim! diyerek sevincinin şiddetinden dolayı böyle hata etmesindeki sevincinden daha fazladır.”
    Sahih-i Müslim’deki hadis numarası: 4932

    Ebu Hureyre’nin (r.a.) ifade ettiğine göre:
    Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allah mahlûkatı yarattığı zaman kendi nezdinde Arş’ın üzerinde bulunan kitabına: “Muhakkak benim rahmetim gazabıma üstün gelir” yazmıştır.
    Sahih-i Müslim’deki hadis numarası: 4939

    Ebu Hureyre (r.a.)
    Allah Resulü’nden (a.s.) şöyle buyurduğunu işitmiştir: “Yüce Allah rahmetini yüz parçaya ayırıp doksan dokuz parçasını kendi yanında tuttu, bir parçasını da yer yüzüne indirdi. İşte bu bir parça rahmet sebebiyle bütün mahluklar birbirlerine merhamet ederler. Hatta hayvan, üzerine basarım endişesiyle ayağını yavrusundan kaldırır.”
    Sahih-i Müslim’deki hadis numarası: 4942

    Ömer b. Hattab (r.a.) şöyle anlatır:
    Allah Resulü’nün huzuruna bir takım esirler gelmişti. Bunların içinde bir kadın vardı ki çocuğunu aramakta idi. Kadın esirler arasında çocuğu bulunca hemen onu aldı bağrına bastı ve emzirmeye koyuldu. Allah Resulü (a.s.) bize: “Şu kadının, kendi çocuğunu ateşe atacağını sanır mısınız?” dedi. Biz de: Hayır vallahi. Atmamak elinden geldiği sürece atmaz, dedik. Bunun üzerine Allah Resulü: “İşte muhakkak ki yüce Allah, kullarına bu kadının çocuğuna acımasından daha merhametlidir” buyurdu.
    Sahih-i Müslim’deki hadis numarası: 4947

    Ebu Hureyre’den (r.a.) bildirildiğine göre:
    Allah Resulü (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Asla hiçbir iyilik yapmamış olan bir adam ailesine: Öldüğüm zaman beni yakın. Sonra külünün yarısını karaya, yarısını da denize doğru savurun. Allah’a yemin ederim ki eğer Allah ele geçirmeğe kadir olursa alemlerden hiç bir kimseye azap etmediği bir azaba çekecektir, dedi. Bu kimse öldüğü zaman emrettiği işleri yaptılar. Neticede Allah karaya emretti. Kara hemen kendisinde bulunanları topladı. Allah deryaya emretti, o da derhal kendisinde bulunanları toplayıverdi. Sonra Allah o kimseye: Bunu niçin yaptın? diye sordu. Adam: Senden korktuğumdan dolayı ya Rabb! Sen daha iyi bilirsin! dedi. Bunun üzerine Allah onu affetti.”
    Sahih-i Müslim’deki hadis numarası: 4949

    Ebu Saîd Hudrî (r.a.)
    Hz. Peygamber’den (a.s.) şunları nakletmiştir: Sizden önceki ümmetlerden bir kimse vardı. Allah ona mal ve evlat ihsan etmişti. Bir gün evladına hitaben: Vallahi ya benim emredeceğim şeyi yaparsınız, yahut da ben mirasımı sizden başkalarına vasiyet ederim: Öldüğüm zaman beni yakınız. (Zannederim şunu da söylemiştir:) Sonra beni öğütüp rüzgârda savurunuz. Çünkü ben Allah katında hiç bir hayır biriktirmedim. Şüphe yok ki Allah beni azap etmeğe kadirdir, diyerek bu hususta çocuklarından söz aldı. Rabbime yemin ediyorum ki çocukları da vasiyet ettiği şeyleri yaptılar. Nihayet yüce Allah; Bu yaptığına seni sevk eden nedir? diye sordu. O zat: Senden korktum, dedi. Allah Teala: “Zaten bunu da başkası affedemez dedi.”
    Sahih-i Müslim’deki hadis numarası: 4952

    Ebu Hureyre (r.a.)
    Hz. Peygamber’in (a.s.) Aziz ve Celil olan Rabbından rivayet ederek şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Bir kul bir günah işledi. Müteâkiben: Allahım! Günahımı bağışla, dedi. Yüce Allah: Kulum bir günah işledi, fakat günahı mağfiret eden ve günah sebebiyle cezalandıracak bir Rabbı olduğunu bildi buyurdu. Sonra kul tekrar dönüp günah işledi. Ardından: Ey Rabbim! Günahımı affet diye yalvardı. Yüce Allah yine: Kulum bir günah işledi, fakat günahı mağfiret eden ve günah sebebiyle cezalandıracak bir Rabbı olduğunu bildi buyurdu. Sonra kul tekrar dönüp günah işledi. Ve: Ey Rabbim! Günahımı mağfiret et diye yalvardı. Yüce Allah bu sefer yine: Kulum bir günah işledi, fakat günahı mağfiret eden, günah sebebiyle ceza veren bir Rabbı olduğunu gereği gibi bildi. Sen istediğini yap, ben seni mağfiret ettim, buyurdu.” Ravi Abdul Ala “İstediğini yap!” sözünü üçüncü yahut dördüncü defa da mı söyledi, bilmiyorum dedi.
    Sahih-i Müslim’deki hadis numarası: 4953

    Abdullah b. Mesûd (r.a.)
    Allah Resulü (a.s.) şöyle buyurdu demiştir: “Allah kadar medh ve sena olunmayı seven hiç bir kimse yoktur. Bunun için Allah kendisini medh etmiştir. Allah’tan daha kıskanç hiç bir kimse de yoktur. Bundan dolayı Yüce Allah bütün çirkin fiilleri haram kılmıştır.”
    Sahih-i Müslim’deki hadis numarası: 4955

    Ebu Hureyre’nin (r.a.) anlattığına göre:
    Allah Resulü (a.s.) şöyle buyurdu: “Şüphesiz ki Allah kıskanır. Mümin de kıskanır. Allah’ın kıskanması, haram kıldığı şeyleri müminin işlemesidir.”
    Sahih-i Müslim’deki hadis numarası: 4959

    Abdullah b. Mesûd’un (r.a.) anlattığına göre:
    Yabancı bir kadını öpen biri Hz. Peygamber’e geldi ve olayı anlattı. Bunun üzerine: Gündüzün iki tarafında ve gecenin bazı saatlerinde dosdoğru namaz kıl. Şüphesiz ki iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt almak isteyenlere büyük bir hatırlatmadırayeti nazil olunca o zat: Ey Allah’ın Resulü! Bu yalnız benim için mi? diye sordu. Allah Resulü (a.s.): “Ümmetimden onu yapan herkes içindir” buyurdu.
    Sahih-i Müslim’deki hadis numarası: 4963

    Enes b. Malik’in (r.a.) anlattığına göre:
    Hz. Peygamber’e bir adam geldi ve: Ey Allah’ın Resulü! Ben had cezası gerektirecek bir kabahat işledim. O cezayı bana tatbik et dedi. Ravi der ki: Bu anda namaz vakti de gelmişti. Adam da Allah Resulü ile beraber namaz kıldı. Namaz bitince yine: Ey Allah’ın Resulü! Ben ceza gerektirecek bir kabahat işledim. Binaenaleyh hakkımda Allah’ın Kitabı’nı tatbik eyle! dedi. Allah Resulü (a.s.): “Sen bizimle birlikte namazda bulundun mu?” diye sordu. Evet bulundum dedi. Allah Resulü: “Sen affolundun” buyurdu.
    Sahih-i Müslim’deki hadis numarası: 4965

    Ebu Saîd Hudrî’den (r.a.) rivayet edildiğine göre:
    Allah’ın Peygamber’i (a.s.) şöyle buyurdu: “Sizden evvelki ümmetler içinde bir adam vardı ki doksan dokuz insan öldürmüştü. Bu zat, yeryüzü insanlarının en aliminin kim olduğunu sordu. Kendisine bir rahip gösterildi. O da rahibe gelerek kendisinin doksan dokuz kişi öldürdüğünü ve tevbesinin kabul edilip edilmeyeceğini sordu. Rahip: Hayır, edilmez diye cevap verdi. Bu cevap üzerine katil o rahibi de öldürdü. Bununla sayıyı yüze tamamladı. Sonra yine yeryüzü halkının en alimini sordu. Alim bir kimse gösterildi. Onun yanına gelince: Bu adam yüz tane insan öldürmüştür. Acaba Onun için bir tevbe yolu var mıdır? dedi. O: Evet vardır, insan ile tevbesi arasına kim girebilir? Sen filan yere git. Çünkü orada Allah’a ibadet etmekte olan bir takım insanlar vardır. Sen de onlarla beraber Allah’a ibadet et ve sakın bir daha kendi memleketine dönme. Çünkü orası kötü bir çevredir, dedi. Bunun üzerine adam gitti. Nihayet yolun yarısına vardığı zaman eceli geldi. Bu sefer rahmet melekleri ile azap melekleri çekişmeye başladılar: Rahmet melekleri: Bu adam tevbe ederek ve kalbi ile Allah’a yönelerek geldi dediler. Azap melekleri de: Bu adam hiç bir hayır işlememiştir dediler. Bu sırada insan kılığında başka bir melek geldi. Her iki taraf bu meleği aralarında hakem yaptılar. O melek: Şimdi siz buradan itibaren geldiği yer ile gideceği yerin mesafesini ölçün. Bulunduğu bu yer, hangisine daha yakın ise bu kimse oraya ait olur dedi. Melekler mesafeleri ölçtüler ve adamın gitmek istediği yere daha yakın olduğunu gördüler. Bunun üzerine onun ruhunu rahmet melekleri aldılar.”
    Sahih-i Müslim’deki hadis numarası: 4967

    Hz. Aişe (r.ah.) şöyle anlatır:
    Allah Resulü (a.s.) bir sefere çıkmak istediği zaman kadınları arasında kura çekerdi. Kura kime düşerse Allah Resulü onunla birlikte sefere çıkardı. Aişe devamla: Gazaya gitmek istediği bir gazvede de aramızda kura attı ve bu kurada benim ismim çıktı. Ben Resulüllah ile beraber sefere çıktım. Bu sefer, hicap ayeti indirildikten sonra idi. Ben havdecimin içinde bindirilir ve (konak yerine) onun içinde indirilirdim. Bütün yolculuğumuzda böyle oldu. Nihayet Resulüllah bu gazasından ayrılıp da döndüğü ve Medine’ye yaklaştığımızda bir gece yürüyüşü bildirdi. Hareket izni verildiği zaman ben kalkıp yürüdüm. Hatta orduyu geçtim. Hacetimi yerine getirdiğim zaman dönüp yerime geldim. Bir de göğsümü yokladım. Baktım ki Yemen’in gözboncuğundan dizilmiş gerdanlığım kopup düşmüş. Hemen dönüp gerdanlığımı aradım. Fakat onu aramak beni yoldan alıkoymuştu. Benim devemi hazırlayan kimseler gelip havdecimi yüklemişler ve havdecimi bindiğim deve üzerinde götürmüşlerdi. Onlar beni havdecin içinde sanıyorlarmış. O zaman kadınlar hafif idiler, şişmanlamazlardı. Et ve yağ onları bürüyüp kaplamazdı. Çünkü onlar az yemek yerlerdi. Bu cihetle bana hizmet edenler havdeci yüklemek üzere kaldırdıklarında havdecin ağırlık derecesinin farkına varmayarak yüklemişler. Bilhassa ben küçük yaşta genç bir kadındım. Deveyi kaldırmışlar ve gitmişler. Ordu gittikten sonra ben gerdanlığımı buldum. Akabinde konakladıkları yerlere geldim fakat oralarda ne bir çağıran, ne de bir cevap veren kalmıştı. Bunun üzerine ben orada evvelce bulunduğum konak yerime geldim. Ve onlar beni havdecde bulamazlar da beni aramak üzere dönüp yanıma gelirler diye düşündüm. Yerimde otururken uykum geldi ve uyumuşum. Safvan b. Muattal Sulemi sonra Zekvani, ordunun arkasında mola vermişti. Bu zat sabaha yakın yürümüş, benim bulunduğum yere gelmiş, uyuyan bir insan karaltısı görünce benim yanıma gelmiş ve beni görünce tanımış. Beni tesettür farz kılınmadan önce görür idi. Ben onun beni tanıdığı sırada onun istirca sözlerini söylemesi ile uyandım. Uyanınca hemen çarşafıma bürünüp yüzümü örttüm. Allah’a yemin ediyorum ki o bana bir tek kelime söylemiyordu. Ben ondan, istirca sözünden başka hiç bir kelime işitmedim. Devesini ıhtırıp çöktürdü, ön ayağına bastı. Ben de deveye bindim. Safvan bindiğim deveyi önünden çekerek yürüdü. Nihayet kafile konak yerine indikten sonra öğlen sıcağında orduya yetiştik. Bu sırada benim yüzümden helak olan helak olmuştu. İftiranın çoğunu Abdullah b. Ubey b. Selül yapmıştı. Müteâkiben Medine’ye geldik. Medine’ye geldiğimizde ben bir ay hasta oldum. Meğer bu sırada halk iftiracıların sözlerine dalmışlar. Ben ise bunlardan hiç bir şeyin farkında değildim. Yalnız hastalığımda beni işkillendiren bir cihet vardı: Peygamber’den, hastalandığım başka zamanlarda gördüğüm lutuf ve şefkâti bu hastalığımda görmüyordum. Ancak yanıma giriyor, selam veriyor, sonra da: “Nasılsınız?” diyordu. Bu hâl beni işkillendiriyordu. Fakat bir kötülük hissetmiyordum. Nihayet iyileştikten sonra dışarıya çıktım. Benimle beraber Mistah’ın annesi de çıktı. Biz, Menası tarafına doğru çıktık. Bu yer bizim helamızdı. Buraya biz ancak geceden geceye çıkardık. Bu âdet evlerimizin yakınında helalar edinmemizden önce idi. O zamanlar bizim hâlimiz ilk Arapların âdeti idi. Biz evlerimizin yakınında helalar yapmaktan eziyet duyardık. İşte ben Mistah’ın annesi ile dışarı çıkıp gittim. Bu kadın, Ebu Ruhm b. Muttalib b. Abdu Menafın kızıdır. Annesi de Sahr b. Âmir’in kızıdır ki bu kadın da Ebu Bekr Sıddık’ın teyzesidir. Ebu Ruhm kızının oğlu da Mistah b. Usase b. Abbad b. Muttalib’dir. Orada hacetimizi gördükten sonra ben ve Ebu Ruhm kızı evimden tarafa dönüp gelirken Mistah’ın annesinin ayağı çarşafı içinde sürçtü. Kadın: Mistah helak olsun! dedi. Ne fena söyledin! Bedir’de hazır bulunan bir kimseye mi sövüyorsun? dedim. Kadın bana: Ah kadın! Sen onun söylediği sözü duymadın mı? dedi. Ben: O ne dedi ki? diye sordum. Bunun üzerine o bana iftiracıların sözünü haber verdi. Artık hastalığım kat kat arttı. Evime dönünce yanıma Allah Resulü geldi. Selam verdikten sonra: Nasılsınız? diye sordu. Ben de: Ebeveynimin yanına gitmek üzere bana izin verir misin? dedim. Ben o sırada bu haberi ebeveynim tarafımdan tahkik etmek istiyordum demiştir. Allah Resulü bana izin verdi. Ben de ebeveynimin yanına gittim ve anneme: Ey anneciğim! İnsanlar ne konuşuyorlar? dedim. Annem: Ey yavrucuğum! Sakin ol. Vallahi bir erkeğin yanında sevgili, parlak, güzel bir kadın olsun ve onun bir çok ortakları bulunsun da onun aleyhinde çok laf etmesinler pek nadirdir dedi. Ben de: Subhanallah! İnsanlar bunu mu konuşuyorlarmış? dedim. Bunun üzerine bütün gece ağladım. Sabaha kadar gözümün yaşı dinmiyor, gözüme de uyku girmiyordu. Sonra ağlayarak sabahladım. Allah Resulü de o sabah Ali b. Ebu Talib’i ve Usame b. Zeyd’i yanına çağırmıştı. Vahy gecikince ailesi ile ayrılması hususunda onlarla istişare etmişti. Usame b. Zeyd, Peygamber’in ailesinin beraatını bildiğini ve onlara karşı beslediği sevgiye işaret ederek: Ey Allah’ın Resulü! Onlar senin ailendir. Biz onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmeyiz dedi. Ali b. Ebu Talib’e gelince, o da: Allah senin başını dara sokmaz. Aişe’den başka kadınlar çoktur. Cariyeye de sorsan sana doğruyu söyler demişti. Bunun üzerine Allah Resulü Berire’yi çağırıp: Ey Berire Aişe’de sana şüphe veren bir hâl gördün mü? diye sordu. Berire de: Seni Hak Peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki ben Aişe’den kendisini ayıplayabileceğim hiç bir şey görmüş değilim: Yalnız, Aişe yaşı küçük, genç bir kadındı. Ailesinin hamurunu yoğururken uyurdu da evin besi koyunu gelir hamuru yerdi demiş. Bunun akabinde Allah Resulü minber üzerinde ayağa kalktı ve Abdullah b. Ubey b. Selul’den özür dilemesini istedi. Kendisi minber üzerinde şöyle hitabetti: Ey Müslümanlar topluluğu! Ev halkıma verdiği ezası son dereceye varan bir şahıs için bana kim yardım eder? Vallahi ben ailem hakkında hayırdan başka bir şey bilmiş değilim. Bir adamın da ismini ortaya koydular ki bu zat hakkında da ben hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Bu kimse ailemin yanına da ancak benimle beraber girerdi. Bunun üzerine Ensar’dan Sa’d b. Muaz ayağa kalkarak: Ey Allah’ın Resulü! O kimseye karşı sana ben yardım edeceğim. Eğer Evs’ten ise biz onun boynunu vururuz. Eğer Hazrec kardeşlerimizden ise yapılacak işi sen bize emredersin biz de emrini yerine getiririz demiş. Bu defa Sa’d b. Ubade ayağa kalkmış. Bu da Hazrec kabilesinin büyüğü idi. Ve bu vakıadan evvel iyi bir kimse idi. Fakat bu defa kabile hamiyeti onu cahilliğe sürükledi de Sa’d b. Muaz’a karşı: Sen yalan söylüyorsun. Allah’ın ebediyetine yemin ediyorum ki sen onu (yani Abdullah b. Ubey’i) öldüremezsin ve onu öldürmeye muktedir olamazsın! demiş. Bu defa da Sa’d b. Muaz’ın amcasının oğlu olan Useyd b. Hudayr ayağa kalkarak Sa’d b. Ubade’ye karşı: Allah’ın beka ve ebediyetine yemin ediyorum ki sen yalan söylüyorsun. Vallahi biz onu elbette öldürürüz. Sen mutlaka münafıksın ki, münafıklar hesabına bizimle mücadele ediyorsun diye mukabele etmiş. Bu suretle Evs ve Hazrec kabileleri ayaklanmışlar. Hatta birbirleri ile vuruşmaya niyetlenmişler. Allah Resulü ise henüz minber üzerinde ayakta duruyordu. Allah Resulü onları yatıştırmaya devam etti. Nihayet onlar susunca sustu. (Bana gelince:) Ben o gün ağladım. Ne gözümün yaşı dindi, ne de gözüme bir uyku girdi. Sonra ertesi gecemde de ağladım. Yine gözümün yaşı dinmiyor gözüme hiç uyku girmiyordu. Babam ile anam, ağlamak ciğerimi parçalayacak sanıyorlardı. Bu şekilde Ebeveynim yanımda oturdukları, ben de ağlamakta bulunduğum sırada Ensar’dan bir kadın izin istemişti. Ben de o kadına izin vermiştim. O da oturup benimle ağlıyordu. Biz bu hâl üzere iken Allah Resulü yanımıza girdi, selam verdikten sonra oturdu. Halbuki Allah Resulü bundan evvel hakkımda dedikodu başladığı günden beri yanımda oturmamıştı. Ve Allah Resulü bir ay beklediği halde kendisine hakkımda bir şey vahyolunmamıştı. Allah Resulü oturduğu zaman, şahadet kelimelerini söyledikten sonra: Ey Aişe! Hakkında bana şöyle şöyle sözler geldi. Eğer suçsuz isen yakında Allah seni muhakkak beraat ettirecektir. Yok eğer bir günah işledinse Allah’tan mağfiret dile ve Allah’a tevbe et! Çünkü kul, günahını itiraf ve sonra tevbe edince Allah da onun tevbesini kabul edip mağfiret buyurur dedi. Allah Resulü sözlerini bitirince gözümün yaşı kesildi. Hatta göz yaşından bir damla bulamıyordum. Hemen babama: Allah Resulü’nün söylediği sözlere benim adıma cevap ver dedim. Babam: Vallahi Allah Resulü’ne ne diyeceğimi bilmiyorum dedi. Sonra Anneme: Allah Resulü’nün söylediği söze benim adıma cevap ver dedim. O da: Vallahi Allah Resulü’ne ne diyeceğimi bilmiyorum dedi. Bunun üzerine ben, henüz Kur’an’dan çok şey bilmeyen küçük yaşta bir genç olduğum halde şöyle dedim: Vallahi ben kesinlikle anladım ki siz bu dedikoduyu işitmişsiniz. Hatta bu söz sizin gönüllerinizde yer etmiş ve ona inanmışsınız. Şimdi ben size suçsuzum desem (ki Allah suçsuzluğumu biliyor) bu konuda bana inanmazsınız. Ve eğer ben size bir itirafta bulunsam (ki Allah suçsuz olduğumu bilir) sizler beni hemen tasdik edeceksiniz. Vallahi ben kendimde size verecek bir misal bulamıyorum. Ancak Yusuf’un babasının dediği gibi: Artık (bana düşen) hakkıyla sabretmektir. Sizin şu söylediklerinize karşı yardımına sığınılacak ancak Allah’tır.Aişe şöyle devam etmiştir: Sonra dönüp yatağıma yattım. Halbuki vallahi o zaman ben suçsuz olduğumu ve Allah’ın da muhakkak beni temize çıkaracağını biliyordum. Lâkin vallahi hakkımda okunan bir vahy indirileceğini hiç zannetmiyordum. Benim hâlim de kendimce Aziz ve Celil Allah’ın hakkımda okunan bir şeyle konuşmasından daha aşağı idi. Lâkin Allah Resulü’nün uykuda bir rüya göreceğini ve Allah’ın da o rüya ile beni beraat ettireceğini umuyordum. Vallahi Allah Resulü oturduğu yerden kalkmamıştı. Ev halkından bir kimse de dışarı çıkmamıştı. Aziz ve Celil Allah Peygamber’ine vahy indiriverdi. Kendisini vahy inerken basan şiddet yine bastı. Kendisine indirilen kelamın ağırlığından kış gününde bile inci tanesi gibi ter dökülürdü. Allah Resulünden vahy hâli kalkınca kendisi sevincinden gülüyordu. Söylediği ilk söz şu oldu: “Müjde ya Aişe! Allah seni beraat ettirdi.” Bunun üzerine annem bana: Kalk, O’nun yanına git, dedi. Ben: Vallahi ne ona kalkarım, ne de beraatımı indiren Allah’tan başkasına hamd ederim dedim. Aziz ve Celil Allah şu on ayeti indirdi: “O uydurma haberi getirenler içinizden bir cemaattir.(ayetinden itibaren) on ayet indirdi (Nûr, 11-21). Aziz ve Celil Allah işte bu ayetleri benim beraatım hakkında indirmiştir. Ebu Bekr, akrabalığından ve fakirliğinden dolayı infak etmekte bulunduğu Mistah b. Usame için: Aişe hakkında bunları söyledikten sonra vallahi ben de Mistah’a bir şey vermem! diye yemin etti. Bunun üzerine de Aziz ve Celil Allah: Sizden fazilet ve servet sahibi olanlar, akrabasına, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere yardımda bulunmayacağına yemin etmesin…”ayetini, “Allah’ın size mağfiret etmesini arzu etmez misiniz?” sözüne kadarindirdi. Hibban b. Musa’nın dediğine göre, Abdullah b. Mübarek İşte bu, Allah’ın kitabı içinde en ümit bahşeden ayettir, demiştir. Bunun üzerine Ebu Bekr Vallahi, ben Allah’ın beni mağfiret etmesini isterim, dedi ve Mistah’a veregeldiği yardımı tekrar vermeye başladı ve: Ben bunu ondan ebediyen kesmem dedi. Aişe Allah Resulü, zevcesi Zeynep bt. Cahş’a benim durumumu sormuş: Ne bilirsin, ne gördün? demişti. O da: Ey Allah’ın Resulü! Ben kulağımı, gözümü muhafaza ederim. Vallahi hayırdan başka bir şey bilmem, diye cevap verdi. Bu hususta Aişe Zeynep, Peygamber’in hanımları arasında bana rekabet eden bir kadındı. Fakat Allah onu vera ve takvası sebebiyle muhafaza buyurdu. Kızkardeşi Hamne bt. Cahş ise onunla mücadele etmeye başladı da bu sebeple helak olanlar içinde helak oldu.
    Sahih-i Müslim’deki hadis numarası: 4974

  • KADER El-Lu’lu ve’l-Mercan – Muhammed Fuad Abdulbaki

    KADER

    Abdullah b. Mesûd (r.a.) şöyle anlatır:
    Bize daima doğru söyleyen ve kendisine de doğru bildirilen Allah Resulü (a.s.) şöyle buyurdu: “Sizin birinizin yaratılışı kırk gün anasının karnında toplanır. Sonra orada bir o kadar zaman içinde asılı bir parça hâlini alır. Sonra yine o kadar zaman içinde bir çiğnem ete dönüşür. Sonra bir melek gönderilir ve kendisine ruh üfürür. Melek, dört kelime yani rızkını, ecelini, amelini şaki ve said olduğunu yazmakla emrolunur. Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a yemin ederim ki, sizden biriniz Cennet ehlinin ameli ile amel etmekte devam eder, nihayet kendisi ile Cennet arasında bir arşından başka mesafe kalmaz. Bu sırada yazısı o kişinin önüne geçer de Cehennem ehlinin ameli ile amel etmeğe devam eder ve Cehenneme girer. Ve yine sizden biriniz Cehennem ehlinin ameli ile amel eder, nihayet kendisi ile Cehennem arasında ancak bir arşın mesafe kalır. Bu sırada yazısı önüne geçer de Cennet ehlinin ameli ile amel eder ve Cennete girer.”
    Sahih-i Müslim’deki hadis numarası: 4781

    Enes b. Malik (r.a.) hadisi Allah Resulü’ne nisbet ederek:
    Resulü (a.s.) şöyle buyurmuştur, demiştir: “Şüphesiz Aziz ve Celil Allah rahime bir melek görevlendirmiştir. Melek: Ey Rabbim! Bir nutfedir. Ey Rabbim! Bir alakadır. Ey Rabbim! Bir çiğnem ettir der. Allah bir mahluk yaratmak istediğinde melek: Ey Rabbim! Erkek mi, yoksa dişi mi? Bedbaht mı, yahut mesut ve bahtiyar mıdır? Rızık ne olacak? Ecel ne olacak? Sorularını sorar. Böylece bunlar anasının karnında iken yazılır.”
    Sahih-i Müslim’deki hadis numarası: 4785

    Hz. Ali (r.a.) şöyle anlatır:
    Bakiu’l-Ğarkad mezarlığında bir cenazede idik. Allah Resulü (a.s.) yanımıza gelip oturdu, biz de etrafına oturduk. Beraberinde bir asa vardı. Allah Resulü başını eğdi. Elindeki asayla yeri çizmeye başladı. Sonra: Sizden hiç bir kimse ve yaratılmış hiç bir nefis yoktur ki, muhakkak Cennetteki ve Cehennemdeki yerini Allah yazmış olmasın. Ve herkesin bedbaht veya bahtiyar olduğu muhakkak yazılmıştır! buyurdu. Bunun üzerine bir kimse: Ey Allah’ın Resulü! Öyle ise bizler ameli terk edip yazımız üzere durmayalım mı? dedi. Allah Resulü: “Saadet ehlinden olan kimse saadet ehlinin ameline varacak, şekavet ehlinden olan ise şekavet ehlinin ameline varacaktır,” buyurdu ve şunu ilâve etti: “Sizler amel edip çalışın. Çünkü herkese imkan verilmiştir. Saadet ehline, saadet ehlinin ameli müyesser olacaktır. Şekavet ehline de, şekavet ehlinin ameli kolay gelecektir.” Sonra Allah Resulü şu ayetleri okudu: Bundan sonra kim verir ve sakınırsa, en güzeli de tasdik ederse, biz de onu en kolaya hazırlarız. Ama kim cimrilik eder, kendisini müstağni görür ve en güzeli yalan sayarsa biz de onu en güç olana hazırlarız.
    Sahih-i Müslim’deki hadis numarası: 4786

    Imran b. Husayn (r.a.) şöyle anlatır:
    Ey Allah’ın Resulü! Cennet ehlinin ateş ehlinden ayrıldığı bilindi mi? diye soruldu. Evet, buyurdu. Öyle ise amel edenler niye böyle amel edip duruyorlar? denildi. Allah Resulü: “Herkese niçin yaratıldıysa onun için imkan verilmiştir,” buyurdu.
    Sahih-i Müslim’deki hadis numarası: 4789

    Ebu Hureyre’den (r.a.) rivayet edildiğine göre:
    Allah Resulü (a.s.) şöyle buyurdu: Adem ile Musa münakaşa ettiler. Musa Ey Adem! Sen bizim babamızsın. Sen bizi mahrumiyete düşürdün ve Cennetten çıkarttın! dedi. Adem de ona: Sen, Allah’ın kelamı ile seçip mümtaz kıldığı ve eliyle yazdığı Musa’sın Öyle iken sen, Allah’ın beni yaratmasından kırk sene evvel üzerime takdir buyurduğu bir işten dolayı mı beni kınıyorsun? dedi. Bunun üzerine Peygamber: “Böylece Adem, Musa’ya galip geldi. Adem, Musa’ya galip geldi,” buyurdu.

    Sahih-i Müslim’deki hadis numarası: 4793

    Ebu Hureyre’nin (r.a.) anlattığına göre:
    Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allah, Adem oğluna zinadan nasibini takdir etmiştir. Hiç şüphesiz bu akıbete erişecektir. İmdi göz zinası bakmaktır, dil zinası da konuşmaktır. Nefis temenni eder ve iştahlanır. Tenasül uzvu ise bunu ya tasdik eder gerçekleştirir, yahut (bırakarak) yalanlar.”
    Sahih-i Müslim’deki hadis numarası: 4801

    Ebu Hureyre (r.a.)
    Allah Resulü’nün (a.s.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Her doğan ancak fıtrat üzere doğar. Bundan sonra anası, babası onu Yahudi yaparlar, Hristiyan yaparlar, Mecusi yaparlar. Nitekim hayvanın, derli toplu bir hayvan doğurduğu gibi. Bu hayvanda hiç bir kesik aza görüyor musunuz?”
    Sahih-i Müslim’deki hadis numarası: 4803

    Ebu Hureyre’nin (r.a.) anlattığına göre:
    Allah Resulü (a.s.)’ne müşriklerin çocuklarından soruldu. Allah Resulü (a.s.): “Allah onların ne işleyeceklerini en iyi bilendir” buyurdu.
    Sahih-i Müslim’deki hadis numarası: 4808