Yıl: 2012

  • Diyanetin Kuran Dersi ve Siyer Yorumu

     

    Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Müslüman bir ülkede herhangi bir insanın isteğe bağlı olarak çağdaş okul ortamında İslam dininin en temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’i hem yüzünden hem de anlamını öğrenme talebinin makul ve masum bir talep olduğunu kaydetti.

    Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, ‘Yaygın Din Eğitimi Sempozyumu’nda Kur’an-ı Kerim’in ve Hz. Muhammed (SAV)’in hayatının seçmeli ders olması ile ilgili basın mensuplarının sorularını cevapladı.

    Diyanet'in Kur'an dersi  ve siyer yorumu

    Din eğitiminin inanç özgürlüğünün ayrılmaz bir parçası olduğunu vurgulayan Görmez, “Bu tartışmanın bir tarafının Diyanet İşleri Başkanı değilim. Ben her iki tarafın da Diyanet İşleri Başkanıyım. Tartışmaları izliyorum. Doğrusu bu topraklarda hiçbir arkadaşımızın bu itirazını doğrudan Kur’an-ı Kerim’in kendisinin isteğe bağalı olarak öğretilmesine karşı olduğu anlamına gelmez. Müslüman bir ülkede herhangi bir insanın isteğe bağlı olarak çağdaş okul ortamında İslam dininin en temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’i hem yüzünden hem de anlamını öğrenme talebi kadar makul ve masum bir talep olamaz.” diye konuştu.

  • Arapça Başa Bela! 2

    Herkes Arapça destek almak için kurs arayışına giriyordu ya da okulu bırakıyordu, ikinci sınıfa geçen öğrenci sayısı bir anda 20- 25 kişi civarına düşüyordu, mezun sayısı daha da azalıyordu. Ailelerini hayal kırıklığına uğratıyorlar, devletin kısıtlı eğitim kaynağının bir yıl boşa harcanmasına sebep oluyorlardı. Daha sonra seviye tespit sınavı yapılıp, sınavı geçemeyenler için bölüme hazırlık sınıfı açılarak bu durumun düzeltilmesi yoluna gidildi.

    Erasmus programıyla Polonyalı bir öğrenci bizim bölüme gelmişti ve harika bir şekilde Arapça konuşuyordu. Sebebini sonra çözdüm. İnternette yaptığım bir araştırmada Polonya’da bir üniversitede, Arapça öğretilirken gramerin 4 katı pratik ders verildiğini gördüm. Ayrıca yanında bir Arapça lehçesi de ( Mısır lehçesi) öğretiliyordu. Bizde ise öğrenciye tamamen gramer veriliyor, konuşma becerisinin kendi kendine oluşacağı varsayılıyor.

    Açıköğretim ilahiyatta öğrencilerin en zor geçtiği dersin Arapça oluşu da bir yerlerde hata yaptığımızı gösteriyor.  Gramer ağırlıklı bir sistem olduğu için öğrenciye çok ağır geliyor.

    Üniversiteye sınavla girmiş belli bir eğitim seviyesi olan öğrencilerde durum bu iken, eğitim seviyesi ilkokul ile üniversite mezunu arasında değişen karma bir kitleye sahip ücretsiz Arapça kurslarında durum daha da zorlaşıyor.

    Materyal hazırlarken kullandığım metot:

    Sene başında öğrencilerime okuttuğum kitabın ses cd’lerini tanıtırken, her kurs merkezinde öğrenciler: (İçinde Türkçesi de var mı?) diye soruyordu. Kitabın harekesiz oluşundan şikayet ediyorlardı. Muhatap olduğum bu sorular sonucunda, hazırladığım her materyali, Arapçayı sıfırdan  öğrenen birinin kullanacağını  varsayarak hazırlıyorum.

    Arapça metinlerin tamamını harekeliyorum. Metnin okunuşunu ve Türkçesini veriyorum. Metnin altında tüm Arapça kelimeleri tek tek yazıyorum, yanına mutlaka, Arapça alfabeyi okuyamayanlar için kelimelerin okunuşunu koyuyorum. Ve çevirisini ekliyorum. Hatta eğer fiil muzari ise mazisini de fazladan ilave ediyorum.

    Hazırladığım materyallerden faydalanan ve bana mail yoluyla ulaşanlardan birinin  “Karman çorman şeylerin ne olduğunu bilmiyorduk teşekkürler”  şeklindeki ifadesi de, öğrencilerin bu metottan faydalandıklarını gösteriyor.

    Arapçayı nasıl öğretiyorum?

    Kendi öğrencilerime sınıfta Arapça öğretirken şu metodu izliyorum.

    Takip etmek zorunda olduğumuz kitabın Türkçe çevirisinin ve okunuşlarının olduğu bir fotokopi hazırladım. Arapça alfabeyi hiç okuyamayanlar, bu fotokopiden alıp kendilerine çoğalttırıyorlar. Böylece derse evde hazırlanıp gelebiliyorlar.

    Sınıfta metni okumadan önce, metnin konusunu anlatıyorum. Hazırladığım materyallerde de bunu uygulayıp cümle cümle çeviriye geçmeden metnin tamamımın Türkçesini en başa yazıyorum. Çünkü tümden gelim metodu uygulanmayınca, kopuk kopuk cümleleri bir bütün halinde akılda toparlamak zor oluyor.

    Metnin konusu anlaşılınca, metni kendim okuyorum veya ses cd sini dinletiyorum. Herkese ikili diyaloglar şeklinde okutuyorum. Yabancı kelimeleri tahtaya yazıp açıklanması gereken gramer varsa birkaç cümle ile onu gösteriyorum. Yapılan araştırmalara göre okuduklarımızın %20’si,duyduklarımızın%30 ‘u, gördüklerimizin %40 ‘ı, söylediklerimizin %50 si, yaptıklarımızın %60’ı aklımızda kalırmış. Bu yüzden metinde geçen önemli kalıpları tek tek her öğrenciye yaptırıyorum. Herkes kalıbı,  farklı kelimeler kullanarak yeniden kullanıyor. Mesela :

    “Birine bir şey vermek” kalıbını öğrettiysem, öğrenciler sırayla cümle kuruyorlar.

    “Ben kalemi Ayşe’ye verdim. Fatma topu annesine verdi. Topu ona vermedim. Topu ona verdin mi?”  gibi,

    sınıftaki öğrenci sayısı kadar, yani kalıbı en az 10- 15 farklı cümle ile duyuyorlar. Böylece dili kendileri kullanarak öğreniyorlar. Sonra kitabın alıştırmalarını yaptırıyorum. 

    Bir dil öğrenim seti nasıl olmalı?

    Dersin son 20 dakikasında yurtdışında hazırlanmış bir dil öğrenim setine ( Tareq : Tarık) ait cd’nin önce metnini öğrencilere okutup çevirtiyorum,  sonra sadece sesini dinletiyorum, öğrenciler kitaptan takip ediyorlar. Daha sonra aynı metnin animasyonunu projeksiyondan izletiyorum. Bu animasyon sıradan bir çizgi film olmadığı için, ilk dersinde sadece isim cümleleri var hiç fiil yok. Dersler basitten zora doğru ilerliyor. İçinde karmaşık dil yapıları bulunmuyor. 3 dakikalık animasyon bittikten sonra cd’de önemli cümleler tane tane tekrar edildiği için öğrenciler daha iyi anlıyor. Öğrencilere kelimelerini hiç bilmedikleri bir çizgi film seyrettirmektense, metnini okuyup tercüme ettikleri, dil öğrenim metotlarına uyularak hazırlanmış ve anlayarak seyrettikleri bir animasyon çok daha faydalı oluyor.

    Oysa Türkiye’de hazırlanmış bir dil setine baktığımızda, tanışma konusunu ele alan daha birinci derste muzari fiilin mansub şeklinin kullanıldığını görüyoruz. Daha muzari fiilin merfu şekli öğrenilmemişken, muzari fiilin değişikliğe uğramış şekli veriliyor. Yani en az 3 aylık Arapça bilgisine sahip olan 1. Kur seviyesindeki bir öğrenciye seyrettirilebilecek ders, alfabeyi öğrendikten sonra karşınıza çıkartılıyor.

    . Bu setin videolarına  http://arapca.fasiharapca.com/showthread.php?t=220&p=291

    Niçin Arapça öğrenmek istiyoruz?

    Ben her yıl, kursa yeni başlayan kursiyerlere Arapça öğrenmek istemelerinin sebebini soruyorum. Yüzde doksanı “Kur’an-ı Kerim’i anlamak için” diye cevap veriyor.  Acaba niçin değerli âlimlerimizin yazdığı onlarca meal ve tefsir, kitapçıların raflarında boynu bükük bir şekilde okuyucusunu beklerken, böylesine zorlu bir işe kalkışıyorlar?

    Bu âlimlere yeterince güvenmedikleri için mi? Bu işin ne kadar zor olduğunun farkında olmadıkları için mi? Yoksa işlerine gelmeyen bir ayeti kendi kafalarına göre yorumlayıp hüküm çıkarmak için mi?

    Muhtemelen halisane bir niyetle bu işin sadece yabancı dil meselesi olduğunu zannettikleri için. Bir İngilizce kursuna 1 yıl veya 2 yıl giden bir kişinin, New York Times gazetesinde her gördüğü kelimeyi anlaması, bir paragrafın tamamını mükemmel olarak çözmesi, televizyondaki İngilizce dizinin tamamını anlaması nasıl mümkün değilse, Arapçayı genel bir dil kursunda bir iki senelik eğitimle öğrenen kişinin de Kur’an’ı tamamen anlaması mümkün değildir. Ancak bu işe yönelik özel meal veya tefsir dersi alması durumu istisnadır. Çünkü Kur’an’ı sadece Arapça bilgisiyle anlamaya çalışmak insanı hataya düşürür. Öncelikle sûrenin iniş sebebi bilinmelidir. Kur’an’ın kendine has ifade tarzı vardır. Kimi harfi cerler, başka harfi cer yerine kullanılmaktadır. Ayetlerde hazfedilmiş fiiller vardır. Bu konunun alimleri, tefsir yapacak kişinin lugat ilmi, sarf, nahiv, kıraat, iştikak, mana, beyan, bedii, akaid, fıkıh, hadis gibi 15 ilim dalını iyi bilmesi gerektiğini söylemişlerdir. 

    Ayrıca “Kim, Kur’an’ın hükümleri ve anlamı hakkında bilgisiz olarak konuşursa, Cehennemdeki yerine hazırlansın.” (Tirmizi, Tefsir-i Kur’an 1) hadis-i şerif’i de bizi bu konuda uyarmaktadır.

    حدثنا محمود بن غيلان حدثنا بشر بن السري حدثنا سفيان عن عبد الأعلى عن سعيد بن جبير عن ابن عباس رضي الله عنهما قال قال رسول الله صلى الله عليه وسلم من قال في القرآن بغير علم فليتبوأ مقعده من النار قال أبو عيسى هذا حديث حسن صحيح

    Bu yüzden Arapça öğrenmek isteyen kişiler bu konuda uyarılmalı, öğrendikleri Arapçayı güvenilir bir mealle desteklemeleri gerektiği kendilerine söylenmelidir. Daha da tercih edileni, tefsir okumak olmalıdır. Yarım yamalak Arapça bilgimizle ayetleri kendi kafamıza göre yorumlamaya kalkışmamalıyız.

    Arapça öğrenirken ve öğretirken edindiğim tecrübeleri sizlerle paylaşmaya çalıştım. Faydalı olacağını umarım.

     

     

     

    Enise Sema Gonca


    Editörün Notu: Enise Sema Gonca tarafından tavsiye edilen eğitim seti şu anda yüklenmektedir. Verilen linkten çok yakında temine edebileceksiniz.

  • Üniversitelerde Arapça Eğitimi Ne Durumda ?

    Herkes Arapça destek almak için kurs arayışına giriyordu ya da okulu bırakıyordu, ikinci sınıfa geçen öğrenci sayısı bir anda 20- 25 kişi civarına düşüyordu, mezun sayısı daha da azalıyordu. Ailelerini hayal kırıklığına uğratıyorlar, devletin kısıtlı eğitim kaynağının bir yıl boşa harcanmasına sebep oluyorlardı. Daha sonra seviye tespit sınavı yapılıp, sınavı geçemeyenler için bölüme hazırlık sınıfı açılarak bu durumun düzeltilmesi yoluna gidildi.

    Erasmus programıyla Polonyalı bir öğrenci bizim bölüme gelmişti ve harika bir şekilde Arapça konuşuyordu. Sebebini sonra çözdüm. İnternette yaptığım bir araştırmada Polonya’da bir üniversitede, Arapça öğretilirken gramerin 4 katı pratik ders verildiğini gördüm. Ayrıca yanında bir Arapça lehçesi de ( Mısır lehçesi) öğretiliyordu. Bizde ise öğrenciye tamamen gramer veriliyor, konuşma becerisinin kendi kendine oluşacağı varsayılıyor.

    Açıköğretim ilahiyatta öğrencilerin en zor geçtiği dersin Arapça oluşu da bir yerlerde hata yaptığımızı gösteriyor.  Gramer ağırlıklı bir sistem olduğu için öğrenciye çok ağır geliyor.

    Üniversiteye sınavla girmiş belli bir eğitim seviyesi olan öğrencilerde durum bu iken, eğitim seviyesi ilkokul ile üniversite mezunu arasında değişen karma bir kitleye sahip ücretsiz Arapça kurslarında durum daha da zorlaşıyor.

    Materyal hazırlarken kullandığım metot:

    Sene başında öğrencilerime okuttuğum kitabın ses cd’lerini tanıtırken, her kurs merkezinde öğrenciler: (İçinde Türkçesi de var mı?) diye soruyordu. Kitabın harekesiz oluşundan şikayet ediyorlardı. Muhatap olduğum bu sorular sonucunda, hazırladığım her materyali, Arapçayı sıfırdan  öğrenen birinin kullanacağını  varsayarak hazırlıyorum.

    Arapça metinlerin tamamını harekeliyorum. Metnin okunuşunu ve Türkçesini veriyorum. Metnin altında tüm Arapça kelimeleri tek tek yazıyorum, yanına mutlaka, Arapça alfabeyi okuyamayanlar için kelimelerin okunuşunu koyuyorum. Ve çevirisini ekliyorum. Hatta eğer fiil muzari ise mazisini de fazladan ilave ediyorum.

    Hazırladığım materyallerden faydalanan ve bana mail yoluyla ulaşanlardan birinin  “Karman çorman şeylerin ne olduğunu bilmiyorduk teşekkürler”  şeklindeki ifadesi de, öğrencilerin bu metottan faydalandıklarını gösteriyor.

    Arapçayı nasıl öğretiyorum?

    Kendi öğrencilerime sınıfta Arapça öğretirken şu metodu izliyorum.

    Takip etmek zorunda olduğumuz kitabın Türkçe çevirisinin ve okunuşlarının olduğu bir fotokopi hazırladım. Arapça alfabeyi hiç okuyamayanlar, bu fotokopiden alıp kendilerine çoğalttırıyorlar. Böylece derse evde hazırlanıp gelebiliyorlar.

    Sınıfta metni okumadan önce, metnin konusunu anlatıyorum. Hazırladığım materyallerde de bunu uygulayıp cümle cümle çeviriye geçmeden metnin tamamımın Türkçesini en başa yazıyorum. Çünkü tümden gelim metodu uygulanmayınca, kopuk kopuk cümleleri bir bütün halinde akılda toparlamak zor oluyor.

    Metnin konusu anlaşılınca, metni kendim okuyorum veya ses cd sini dinletiyorum. Herkese ikili diyaloglar şeklinde okutuyorum. Yabancı kelimeleri tahtaya yazıp açıklanması gereken gramer varsa birkaç cümle ile onu gösteriyorum. Yapılan araştırmalara göre okuduklarımızın %20’si,duyduklarımızın%30 ‘u, gördüklerimizin %40 ‘ı, söylediklerimizin %50 si, yaptıklarımızın %60’ı aklımızda kalırmış. Bu yüzden metinde geçen önemli kalıpları tek tek her öğrenciye yaptırıyorum. Herkes kalıbı,  farklı kelimeler kullanarak yeniden kullanıyor. Mesela :

    “Birine bir şey vermek” kalıbını öğrettiysem, öğrenciler sırayla cümle kuruyorlar.

    “Ben kalemi Ayşe’ye verdim. Fatma topu annesine verdi. Topu ona vermedim. Topu ona verdin mi?”  gibi,

    sınıftaki öğrenci sayısı kadar, yani kalıbı en az 10- 15 farklı cümle ile duyuyorlar. Böylece dili kendileri kullanarak öğreniyorlar. Sonra kitabın alıştırmalarını yaptırıyorum. 

    Bir dil öğrenim seti nasıl olmalı?

    Dersin son 20 dakikasında yurtdışında hazırlanmış bir dil öğrenim setine ( Tareq : Tarık) ait cd’nin önce metnini öğrencilere okutup çevirtiyorum,  sonra sadece sesini dinletiyorum, öğrenciler kitaptan takip ediyorlar. Daha sonra aynı metnin animasyonunu projeksiyondan izletiyorum. Bu animasyon sıradan bir çizgi film olmadığı için, ilk dersinde sadece isim cümleleri var hiç fiil yok. Dersler basitten zora doğru ilerliyor. İçinde karmaşık dil yapıları bulunmuyor. 3 dakikalık animasyon bittikten sonra cd’de önemli cümleler tane tane tekrar edildiği için öğrenciler daha iyi anlıyor. Öğrencilere kelimelerini hiç bilmedikleri bir çizgi film seyrettirmektense, metnini okuyup tercüme ettikleri, dil öğrenim metotlarına uyularak hazırlanmış ve anlayarak seyrettikleri bir animasyon çok daha faydalı oluyor.

    Oysa Türkiye’de hazırlanmış bir dil setine baktığımızda, tanışma konusunu ele alan daha birinci derste muzari fiilin mansub şeklinin kullanıldığını görüyoruz. Daha muzari fiilin merfu şekli öğrenilmemişken, muzari fiilin değişikliğe uğramış şekli veriliyor. Yani en az 3 aylık Arapça bilgisine sahip olan 1. Kur seviyesindeki bir öğrenciye seyrettirilebilecek ders, alfabeyi öğrendikten sonra karşınıza çıkartılıyor.

    . Bu setin videolarına  http://arapca.fasiharapca.com/showthread.php?t=220&p=291

    Niçin Arapça öğrenmek istiyoruz?

    Ben her yıl, kursa yeni başlayan kursiyerlere Arapça öğrenmek istemelerinin sebebini soruyorum. Yüzde doksanı “Kur’an-ı Kerim’i anlamak için” diye cevap veriyor.  Acaba niçin değerli âlimlerimizin yazdığı onlarca meal ve tefsir, kitapçıların raflarında boynu bükük bir şekilde okuyucusunu beklerken, böylesine zorlu bir işe kalkışıyorlar?

    Bu âlimlere yeterince güvenmedikleri için mi? Bu işin ne kadar zor olduğunun farkında olmadıkları için mi? Yoksa işlerine gelmeyen bir ayeti kendi kafalarına göre yorumlayıp hüküm çıkarmak için mi?

    Muhtemelen halisane bir niyetle bu işin sadece yabancı dil meselesi olduğunu zannettikleri için. Bir İngilizce kursuna 1 yıl veya 2 yıl giden bir kişinin, New York Times gazetesinde her gördüğü kelimeyi anlaması, bir paragrafın tamamını mükemmel olarak çözmesi, televizyondaki İngilizce dizinin tamamını anlaması nasıl mümkün değilse, Arapçayı genel bir dil kursunda bir iki senelik eğitimle öğrenen kişinin de Kur’an’ı tamamen anlaması mümkün değildir. Ancak bu işe yönelik özel meal veya tefsir dersi alması durumu istisnadır. Çünkü Kur’an’ı sadece Arapça bilgisiyle anlamaya çalışmak insanı hataya düşürür. Öncelikle sûrenin iniş sebebi bilinmelidir. Kur’an’ın kendine has ifade tarzı vardır. Kimi harfi cerler, başka harfi cer yerine kullanılmaktadır. Ayetlerde hazfedilmiş fiiller vardır. Bu konunun alimleri, tefsir yapacak kişinin lugat ilmi, sarf, nahiv, kıraat, iştikak, mana, beyan, bedii, akaid, fıkıh, hadis gibi 15 ilim dalını iyi bilmesi gerektiğini söylemişlerdir. 

    Ayrıca “Kim, Kur’an’ın hükümleri ve anlamı hakkında bilgisiz olarak konuşursa, Cehennemdeki yerine hazırlansın.” (Tirmizi, Tefsir-i Kur’an 1) hadis-i şerif’i de bizi bu konuda uyarmaktadır.

    حدثنا محمود بن غيلان حدثنا بشر بن السري حدثنا سفيان عن عبد الأعلى عن سعيد بن جبير عن ابن عباس رضي الله عنهما قال قال رسول الله صلى الله عليه وسلم من قال في القرآن بغير علم فليتبوأ مقعده من النار قال أبو عيسى هذا حديث حسن صحيح

    Bu yüzden Arapça öğrenmek isteyen kişiler bu konuda uyarılmalı, öğrendikleri Arapçayı güvenilir bir mealle desteklemeleri gerektiği kendilerine söylenmelidir. Daha da tercih edileni, tefsir okumak olmalıdır. Yarım yamalak Arapça bilgimizle ayetleri kendi kafamıza göre yorumlamaya kalkışmamalıyız.

    Arapça öğrenirken ve öğretirken edindiğim tecrübeleri sizlerle paylaşmaya çalıştım. Faydalı olacağını umarım.

     

     

     

    Enise Sema Gonca


    Editörün Notu: Enise Sema Gonca tarafından tavsiye edilen eğitim seti şu anda yüklenmektedir. Verilen linkten çok yakında temine edebileceksiniz.

  • Arapça Başa Bela! 1

     

    Arapçayla ilk kez tanıştığım 12 yaşımdan başlayarak, Arapça öğrettiğim bu yıllara dek, Arapça öğrenmek isteyen bir kişinin işinin ne kadar zor olduğunu bilfiil yaşayarak öğrendim. Bu dilin yapısından kaynaklanan zorluğun yanı sıra, bu alanda yıllarca okutulan temel eserlerin bile yardımcı kitaplarının hiç olmayışı ya da yetersiz oluşu  da bu zorluklardan biridir.

    Herkes Arap alfabesini biliyor mu?

    Ülkemizde, Arapça kitaplarını yazanlar, genellikle İlahiyat ya da Arap dili bölümünden mezunudur, bu dili en az 5-10 yıl önce öğrenmiştir veya Suriye sınırına yakın Siirt, Urfa gibi şehirlerimizde doğmuş, bu dili ana dili olarak bilen kimselerdir. Dolayısıyla ya bu dili doğal yoldan anadil olarak öğrenmiştir, ya da dili öğrendikleri ilk zamanlarda çektikleri sıkıntıları unutacak kadar aradan zaman geçmiştir. İşte bu sebeplerle, bu yazarlarımızın çoğu,  her öğrencinin Kuran okumayı bildiğini, Arap alfabesini tanıdığını varsaymaktadır. Bu dilin harflerini, seslerini zaten biliyordur diye  düşünmektedir.

    Oysa ben her sene, hiç Kuran okumayı bilmeyen onlarca yeni öğrenci ile karşı karşıya geliyorum. İster erkek, ister bayan, mutlaka bu dile tamamen yabancı kalmış kişiler bulunuyor.

    Bizler İngilizce’de fazla zorlanmıyoruz çünkü Türkçe  gibi Latin alfabesi ile yazılıyor.  Sadece fazladan Q- W- harfleri var.  Ama Arapça’nın hem alfabesi farklı hem de Türkçe’de bulunmayan dad- peltek se –ayn gibi sesler var.

    Ders kitapları tamamen Arapça mı olmalı?

    Ben İmam hatip lisesi’nde iken (81-88 yılları civarı) okutulan ders kitaplarında İstiklal marşı ve Atatürk’ün gençliğe hitabesi bile Arapça idi. Arapça kelimelerin karşılığı yine Arapça olarak açıklanmıştı. Gramer kuralı Arapça verilmişti. Cümlelerin irabı (gramer çözümlemesi) Arapça olarak yapılıyordu. Kitabın sonunda tüm kitap için sadece 7 sayfalık yetersiz bir sözlük kısmı vardı. (1986 basımı 4. Sınıf kitabı). Kitabın hazırlanışında yürütülen mantık şu idi: “İngilizce dil öğretim setlerindeki gibi, öğrencinin anadilinin kullanılmadığı, içinde hiç çevirinin olmadığı kitap hazırlayalım. Yanına da bol bol gramer verelim. Öğrenci parçaları kendi başına anlasın, çevirsin, harekelesin, alıştırmalarını yapsın.” O zamanlarda imam hatiplerin ortaokul kısmı açıktı, yani bu işi başaracak öğrenciler 12-18 yaş aralığında idi ! Daha kendi anadilinin gramerini tam öğrenememiş 12 yaşındaki çocuk bunu nasıl başaracak?

    Niye imam hatipte Arapça öğrenemedik?

    Sadece metin okunup çevrilerek dil öğrenilmez. O metinde geçen fiillerin kişi sayısına ve cinsiyete göre nasıl değiştiği, dil kalıplarının nasıl kullanıldığı öğretilmezse boşa kürek çekilmiş olur.

    Benimle aynı okuldan mezun kız kardeşim okul günlerini yad ederken 7 sene Arapça okuduğunu ama, aklında kalan tek cümlenin : zehebe Aliyyun ile’l-medraseti (Ali okula gitti) cümlesi olduğunu söyler. Halimize gülsek mi ağlasak mı bilmiyorum.

    Kitabın tamamının Arapça olmasına ve metnin kelime kelime çevirisine dayanan bu sistem maalesef ters tepti, en büyük kanıtı da Arapça’dan nefret eden, onu yabancı dil değil, sadece geçilmesi gereken  baş belası bir meslek dersi olarak gören, Arapça  iki cümleyi peş peşe kuramayan öğrenci yığınları oldu. Bunun sebebi de Türkçe ile Arapça arasındaki farkta yatıyor. Öğrencinin kelimeyi tanımadan onu harekesiz okuyamayışı, mezid babları öğrenmeden alfabetik olmayan bir sözlüğü kendi başına kullanamayışı gibi sebeplerden dolayı öğrenci bir paragrafı çözebilmek için belki yarım saat harcar, ama bu sefer de tek tek kelimelerle uğraştığı için metnin bütününü kaçırır, tam olarak kavrayamaz. Ve ümitsizliğe düşer, yorulur, bıkar.

    İngilizce (gitti: went) fiilini öğrenen öğrenci onu metin içinde görünce hemen tanır. Çünkü İngilizcede dişi-eril farkı yoktur. Ama (Zehebe) fiilini cümle içinde çekimli olarak gören öğrenci, kişi sayısına ve cinsiyete göre 14 farklı şekle bürünen bu fiilin anlamını hemen çıkaramayacaktır.

    Gramerin de Arapça açıklanmaya çalışılması dilin öğrenilmesini büsbütün zorlaştırır. Şahsen şunu itiraf etmeliyim ki ben bile 7 yıllık imam hatip temeline sahip olmama rağmen üniversitede bazı gramer derslerinde Nahvu’l-vâdıh kitabından Arapça çevirisini yapmaya çalışarak işlediğimiz konuları anlamakta zorlandım. Halbuki Türkçe olarak verilen konular gayet güzel yerine oturdu.

    Arapçayı nasıl  çalışacağım?

    Arapça öğretmeni öğrencisine “çalış” diyor. Ama nasıl  çalışacak? Bu durum tıpkı şuna benziyor, ilkokula giden çocuğunuz vardır, ona devamlı “ders çalış” dersiniz ama “ders çalış”tan kastınız nedir bunu ona asla açıklamazsınız. Çocuk bocalar ne yapmalıdır, dersi yazmalı mı, okumalı mı,  ezberlemeli mi ? Çalışmak ne demektir?

    Ama amacınızı tam olarak açıklayıp “ bugün sosyal bilgiler kitabının 3. ve 4. sayfasını okuyup anlatmanı, sorularının cevabını defterine yazmanı istiyorum” derseniz tam olarak dediğinizi yapacaktır. İşte biz Arapça öğretenlerin sıkıntısı da burada başlıyor. Öğrenciye çalışın diyoruz ama nereden faydalanacak?  Öğrenci, karşısında kendisine Çince gibi gelen, harekesiz olduğu için okuyamadığı, kelimelerini sözlükten bulamadığı, bulsa bile cümlenin veya paragrafın anlamını tamamen çözemediği bir sayfayla karşılaşıyor. Hele bir iki dersi de kaçırmışsa tamamen ipin ucunu kaçırıyor. Neye göre harfe ötre koyacak neye göre esre? Öğrenci evde tek başına kullanacağı bir yardımcı kitaptan da yoksunsa tamamen öğretmene bağımlı kalıyor. Yeni tanıştığı, yeni yazmayı öğrendiği bir alfabe ile bir anda onlarca satır şeyi tahtadan defterine geçirmek zorunda kalıyor. Hem cümlenin Arapçasını, hem Türkçesini yazmak, hem harekelemeye çalışmak ciddi bir çaba gerektiriyor. Bu yüzden gerekli içsel motivasyonu olmayan öğrenciler, kurs öğrencisi iseler kursu bırakıyorlar.

    Düşünün Korece öğrenmeye karar verseniz alfabesini öğrenmek ne kadar sürer, harflerin sesini doğru çıkarmak, kelimeleri tanıyıp ezberlemek ne kadar sürer, bir cümleyi tek başınıza kurabilmeniz ne kadar? Alıştırmaları yapabilecek seviyeye gelmeniz kaç ayınızı alır?  (Sayfa 10’daki alıştırma ödeviniz, haydi evde yapın) deyince evde kimse yapamıyor, yapanlarınki de yanlış oluyor. Daha cümleyi anlayamayan öğrencinin alıştırmada bir kelimeyi çıkarıp yerine başka bir kelimeyi gramer kuralına göre değiştirip, başka şekle sokarak doğru yere oturtmasını bekliyoruz! Ne boş hayal… Bu yüzden alıştırmaları ev ödevi olarak vermiyorum, hepsini sınıfta beraber yapıyoruz.

     

    Enise Sema Gonca


    Editörün Notu: 2. Bölümü yarın yayınlanacaktır.

  • (Zorla Satılan) Diyanet Dergisine Siparişle Methiye Yazılır

     

    Diyanetin Aylık Dergisi Zorla Satılıyor

    Diyanet dergisinin az da olsa faydalı olduğunu din görevlilerinin kendilerini geliştirmelerine faydalı olabileceğini düşünüyordum kendi kendime. Çünkü yazılan yazılar kaliteli yazılardı. Prof. Doç. Dr. Gibi payelere sahip uzman kişilerin yazdığı yazılardı. Sonra gecenin bu saatinde (02.26) diyanet dergisini yere göğe sığdıramayan bir yazı görünce yok dedim bu kadar da değil..

    Din Görevlilerinden Başkası Almıyor

    Derginin dizaynından girip  can yoldaşlığına kadar varan bir  eksende yazı kaleme almış bir yazar. İyi güzel de bu kadar övdüğün bu kadar değer verdiğin bu derginin diyanet çalışanlarına zorla satıldığını da keşke satır aralarına bir yere ekleseymiş.  Normalde bir yazar böyle bir yazıyı kolay kolay kaleme almaz. Çünkü bu yazı tam anlamıyla methiye. Sanki yazmaktan çok yazdırılmışa benziyor. Bu benim kanaatim. Ayrıca madem bu kadar kaliteli bu kadar mükemmel bu kadar şaheser bir eser de zorla satılan, alınmadığında müftü tarafından fırçaların yenildiği gözdağı verildiği bu harika ötesi dergi diyanet çalışanları(zorla alıyorlar) onun haricinde kaç kişi okuyor. Kaç kişi dergiye abone(zorla alanlar hariç). Diyanetin hazırladığı bu dergide yer alan o güzide makalelerin kaçı gündem yaratmış .

    Kaç tanesi medyada yer alarak insanların çözüm beklediği dertlere problemlere çözümler sunmuş. Ya da sunduysa da bunların % kaçı akademik üsluptan sıyrılıp halka hitap edebilmiş.

    Acaba Kur’an’a Bu Kadar Değer Veriyor Mu

    At gözlüğüyle bir meseleye yaklaşmak budur herhalde. Diyanetin o (zorla) satılan dergisinin iyi yanlarını görüp  kötü yanlarını görmemezlikten gelerek eksiksiz ve mükemmel göstermek de neyin nesi. Kime yaranmaya çalışıyorsunuz. Yazıyı okurken dedim ki acaba Kur’an-ı Kerim’e bu yazar ne kadar değer veriyor. Yahu bu yazıyı Kur’an için yazsa bu kadar yazabilir bir insan.  

    Diyanet Zorla Sattığını İnkar Eder

    Ama Diyanet’ten hiçbir yetkili çıkıp da demez ki biz bu dergiyi zorla satıyoruz. Zorla satmayın hocalarım. Madem bu işe bu kadar emek veriyorsunuz bu kadar insan bu deriginin dizaynında ve yazımında çalışıyor kaliteli bir dergi yapın da herkes görsün. Yayınladığınız dergideki haberler sadece (zorla sattığınız) din görevlilerin evlerindeki kıytı köşelerde kalmasın. Mütfülüklerde alınmadığı için(çünkü din görevlilerinin % 40 bu dergilerin parasını verir ve dertten kurtulur gerisi önemli değildir, önemli olan parayı vermiş olmaktır)  eskimiş bir kağıt parçası olarak kalmasın.

     Aynı Cümle 4 Farklı Şekilde Söylenerek Bir Paragraf Oluşturuyorlar

    Bu derginin dizaynına grafik tasarımına dahi eleştiri getirilebilir ama o konuda bir haftalık haber dergisi gibi olmasını da beklemiyoruz ancak içerdiği meseleler geçen ay tartışılan meselelere çözümler göstersin daha önemlisi öngörü sahibi yazarlar tarafından yazılarla ileriye ışık tutsun. Ortaya çıkabilecek meselelerle ilgili şimdiden uyarılarda tavsiyelerde bulunsun. Öyle akademik dille aynı cümleyi 4 farklı şekilde kurarak bir paragraf oluşturmanın derdine düşmesin insanlar. Öz olsun makaleler. İnsanlar bir kere okuduklarında akıllarında kalsın. Bu dergideki makaleleri DİA’ya (Diyanet İslam Ansiklopedisi) madde yazar gibi değil derdini anlatan bir Müslümana derdinin çaresini söyler uslubunda olsun. İlk paragraflarda dergiyi eleştirdik ama burda en azından eksiklerini gidermesi için de çözümler üretmeye çalışıyoruz. Hoş ne diyanet kurumunu yönetenler ne de dergiyle ilgilenenler için bu tarz eleştiriler görünmez bile görünmemelidir. Ancak öyle aşağıda vereceğim methiyeler ise etfara gülücükler saçarak dağıtılır gösterilir. Diyanetin ve Türkiye’deki dindarların en büyük düşmanı Ergenekondan sonra bu kurum içindeki vesayetçi, yenilik karşıtı, torpilci, adaletsiz,  memur zihniyetli(irşad zihniyetinden uzak anlamında) insanlardır.

    Biz görevimizi yaptık. Eksiklerini de artılarını da  yazdık.

    Siteyle İlgili Not: Tarafsızlıktan adaletten objektiflikten dem vuran bu sitenin Diyanethaberler/Dinihaberler Diyanet’e bu kadar yaranmaya çalışmasının cümlenin başındaki kavramlarla alakası yok. Ya o kelimeleri kavramları kullanmayacaksın, kullanıyorsan da gereğini yapacaksın.

    Ayrıca gecenin bu saatinde yazımı kabul eden site editörüne de teşekkür ediyorum.

     

    Selam Ve Dua İle

    Büşra Betül


    İlgili Yazıyı Aynen Aktarıyorum

     

    Can dostuma

    Ey el çantamdan hiç eksiltmediğim, bulduğum her fırsatta göz attığım ve satır satır okumaya çalıştığım can dostum!…

    Her müftülüğe uğradığımda sormadan, aramadan geri dönmediğim…

    Sohbet ve vaazlarımın konusuna geçmede fikrini almadan karar vermediğim danışmanım…

    Çoğu zaman bana yeterli kaynak olan kılavuzum…

    Sevdiklerimle buluşturan sevgi köprüm…

    Bütün bu saydıklarım senin için az bile; çünkü sen, benim ihtiyacım olan her mevzuda beni donatıyor ve doyuruyorsun. Gündem hakkında bilgilendiriyor, yoluma ışık oluyorsun. Sen benim el kitabım, cep rehberimsin. En güzel baskı ve dizginle elimin altındasın. Bana ne kadar yakınsın.

    Ama bundan sonra sen benim gözümde çok daha kıymetlisin. Senin hiçbir sayını kaçırmadan takip etmeliyim. Hatta sıralayarak topladığım bütün sayılarını ara sıra gözden geçirmeliyim. Yıl yıl ciltletip kütüphanemin en güzel köşesinde seni görmeyi arzu ederim. Sen benim gözümde bir kat daha kıymetlendin.

    Yani bunun farkına vardım…

    Şöyle ki; 22 haziran günü erkenden Başkanlığa ziyaret için gittiğimde tamamen tevafuk olacak bir tanıtım programına katılmak nasip oldu. Senin 250. sayın münasebetiyle bir kutlama tertiplenmişti.

    Bu haber www.fasiharabic.com adresinden kopyalanmıştır

    Bu toplantıda o kadar çok şey öğrendim ki; yoksa 1968 yılında Diyanet Gazetesi olarak yayın hayatına başladığından bu yana çektiğin çileleri, geçirdiğin merhaleleri nereden bilecektim!

    Bize ulaşabilmen için verilen bunca emekleri nasıl düşünebilirdim. Ya çalışan o kadar insanın gayret ve aşklarını hiç hayal edebilir miydim? Senelerdir sana emeği geçen o emektarları nasıl tanıyacaktım…

    Ne kadar duygulandım bilemezsiniz. Özlediğim ve hasret duyduğum o topluluğu, o tabloyu size nasıl anlatayım. Şöyle ki; 1968’den başlayarak, ilk çıkarılmasına nasıl karar verildiği, bir gazete, bir tebliğler dergisi şeklinde her 15 günde bizlere hangi zorluklarla ve sıkıntılarla ulaştırıldığını iki eskimez Başkan Lütfi Doğan Hocalardan dinlemek, o çok ilerlemiş yaşlarına rağmen gençlerin yanında onlarla duygularını, duyarlıklarını paylaşmak… Âdeta tarihî bir yolculuk, tarihe bir yolculuk yapmak…

    Bu hizmete emeği geçmiş Tayyar Altıkulaç, M. Said Yazıcıoğlu Hocalarımız hep o ortamda… Onlarla canıgönülden kucaklaşmak…

    Dini Yayınlar Genel Müdürü Yüksel Salman Hocamızın gayet öz ve ilmî olarak seni ve senin çıkarılış gayeni, yapılan mutfak çalışmalarını bize anlatması…

    Arkasından eskimez yayın müdürü Hamdi Mert Hocamızın hikmetli ve ibretli hatıraları…

    Hangi birini anlatayım…

    Gördün mü can yoldaşım, sana olan yakınlığımın daha da artmasının sebebini, seni ne kadar çok sevip, sahip çıkmam gerektiğini?

    Rabbim bana bunları en güzel şekilde duyurdu. Seni, artık okurken de sevdiklerime hediye ederken de daha dikkatli ve hürmetkâr olacağım. Hepsinden önemlisi ben artık senin yalnız okurun değil, yazarın da olmak istiyorum. Bunu kendime bir vazife addediyorum.

    Bir okur köşesi olursa, ayda bir kere seninle ve senin kıymetli okurlarınla duygularımı paylaşmak, sesimi onlara duyurmak isterim. Bu benim en büyük duamdır. Kıyamete kadar bu yayın çizgisinde insanlığa ve milletime hizmet etmeni yüce Rabbimden dilerim.

    Allah’a emanet ol…

    Bu toplantıda o kadar çok şey öğrendim ki; yoksa 1968 yılında Diyanet Gazetesi olarak yayın hayatına başladığından bu yana çektiğin çileleri, geçirdiğin merhaleleri nereden bilecektim!

    Bize ulaşabilmen için verilen bunca emekleri nasıl düşünebilirdim. Ya çalışan o kadar insanın gayret ve aşklarını hiç hayal edebilir miydim? Senelerdir sana emeği geçen o emektarları nasıl tanıyacaktım…

    Ne kadar duygulandım bilemezsiniz. Özlediğim ve hasret duyduğum o topluluğu, o tabloyu size nasıl anlatayım. Şöyle ki; 1968’den başlayarak, ilk çıkarılmasına nasıl karar verildiği, bir gazete, bir tebliğler dergisi şeklinde her 15 günde bizlere hangi zorluklarla ve sıkıntılarla ulaştırıldığını iki eskimez Başkan Lütfi Doğan Hocalardan dinlemek, o çok ilerlemiş yaşlarına rağmen gençlerin yanında onlarla duygularını, duyarlıklarını paylaşmak… Âdeta tarihî bir yolculuk, tarihe bir yolculuk yapmak…

    Bu hizmete emeği geçmiş Tayyar Altıkulaç, M. Said Yazıcıoğlu Hocalarımız hep o ortamda… Onlarla canıgönülden kucaklaşmak…

    Dini Yayınlar Genel Müdürü Yüksel Salman Hocamızın gayet öz ve ilmî olarak seni ve senin çıkarılış gayeni, yapılan mutfak çalışmalarını bize anlatması…

    Arkasından eskimez yayın müdürü Hamdi Mert Hocamızın hikmetli ve ibretli hatıraları…

    Hangi birini anlatayım…

    Gördün mü can yoldaşım, sana olan yakınlığımın daha da artmasının sebebini, seni ne kadar çok sevip, sahip çıkmam gerektiğini?

    Rabbim bana bunları en güzel şekilde duyurdu. Seni, artık okurken de sevdiklerime hediye ederken de daha dikkatli ve hürmetkâr olacağım. Hepsinden önemlisi ben artık senin yalnız okurun değil, yazarın da olmak istiyorum. Bunu kendime bir vazife addediyorum.

    Bir okur köşesi olursa, ayda bir kere seninle ve senin kıymetli okurlarınla duygularımı paylaşmak, sesimi onlara duyurmak isterim. Bu benim en büyük duamdır. Kıyamete kadar bu yayın çizgisinde insanlığa ve milletime hizmet etmeni yüce Rabbimden dilerim.

    Allah’a emanet ol…


  • Atanamayan İlahiyatçılar Geliyor

     

    Devletimiz hükümetimiz sağolsun durmadan ilahiyat açıyor. Bir zamanlar (28 Şubat Sürecinde) hoca sayısının öğrenci sayısından fazla olduğu günlerden bu günlere geldik. İlitamla beraber 4 yıllık ilahiyat mezunu sayısı 12045. Bu sayı yeni ilahiyat fakülteleriyle birlikte çok yakında 15 bini bulacaktır. Ancak herşey böyle görüldüğü gibi güllük gülistanlık değil.

    Bir Yanda İfrat Bir Yanda Tefrit 

    Bu kadar ilahiyat fakültesinin herhangi bir sistem düşünülmeksizin alınması beraberinde bir çok problemi de getirdi.

    Yetişmiş İlahiyat Hocası Yok

    En büyük sorun bu kadar öğrenciyi okutacak yetişmiş ilahiyat hocası yok. Yeni ilahiyatlar da nerde bir doktora mezunu bulsalar direk Yard. Doç. ‘luk verip hoca bulmanın derdine düşüyorlar. Sadece temel islam bilimleri değil en büyük problemlerden birisi de arapça hocaları. Bu kontejanların 100 den 400 500’lere çıkarıldığında Marmara ve İstanbul gibi ilahiyatlarda ücretli öğretmen yöntemiyle bu sorunu kapatmaya çalışmışlardı. Ücretli öğretmenlerde zaten imam-hatip hocaları. E zaten bu eğitimi imam hatipde vermişti bu hocalar. Aynısını bir daha verecekler. Ne değişcek…

    Mekan Derslik Sıkıntısı

    Her ne kadar türkiyenin en büyük ilahiyatları da olsalar %400 lük %500 lük artışı kaldıramayan ilahiyat fakülteleri oldu. Bu da beraberinde derslik problemini doğurdu. Bu dertten  muzdarip olanlar sadece öğrenciler değil. Hocalar da bu durumdan nasiplerini alıyorlar. Fakültede bir odayı 3 hoca birden kullanmak zorunda kalabiliyor. Tabi yönetici hocalarımız dekanlar bu işin tasasısını sıkınıtısı asıl çeken kimseler. Bir de onlara sormak lazım…

    Çok Yakında Atanamayan İlahiyatçılar

    Yazının başında dediğim gibi her yıl 15 bin ilahiyatçıdan bahsediyoruz. Biz bu kadar insanı nerde istihdam edeceğiz diye düşünüyorlar mı acaba. Hiç zannetmiyorum. İlahiyat mezunlarının başlıca istihdam alanı Diyanettir. Diyanetin de alabileceği kadro sayısı bu alımlardan sonra nerdeyse %90 nın dolacağını söyledi sayın bakan. Türkiyede toplam 85 bin cami olduğu söyleniyor. bu da sadece 8500 caminin kadrosunun boş kalacağı anlamına geliyor ki zaten şu anda diyanetin aldığı imam-hatip ve müezzinlerin %90’ı boş mezra ve köylerde görev yapacaklar.. Burayada sadece ilahiyat mezunları değil 59 bin önlisans mezunuyla birlikte imam hatip mezunları hafızlar da başvuruyor.. Kısacası burdan pek umut yok.

    Diğer bir istihdam alanı da Meb’dir. Ancak şu anda ilahiyat fakültelerinde öğrenim görenler formasyon eğitimi almıyorlar. Bunun için hazırlıkla beraber 5 yıllık okulu bitirdikten sonra birde formasyon almaları gerekecek. Yani ölme eşşeğim ölme. Mebin Din Kültürü Öğretmeni Açığını hiç saymıyorum çünkü orayı zaten Din Kültürü Mezunları dolduruyor normal olarak. Bir istihdam alanı imam hatipler ancak imam hatipler de yıllık ortalma 300-400 öğretmen alımı oluyor. Açılacak imam hatiplerin orta bölümünde ise büyük açık oluşacak ve imam hatip lisesi öğretmenlerinin yarısı kademeli olarak buralara kaydırılabilir. O yüzden açık olacak ama kesinlikle yıllık 15 bin ilahiyat mezununu karşılayamaz

    Meb Bakanı Eğitim Fakülteleri’nin mezunlarının kontejanlarının meb’in ihtiyacına göre tekrar dizayn edilmesini istedi. Neden: Çünkü çok fazla mezun var ancak istihdam alanı yok. Eğitimleri de sadece öğretmenlik üzerine… Ama ilahiyatlarda bu işler ters işliyor. Mebin gelişmemiş hali olan diyanet kurumu geriden takip ediyor. Bu kadar insanın nerde istihdam olacağını düşünecek kadar henüz gelişemediler. Belki on yıl sonraki stratejik planlarına almayı düşünürler..

     

    İlahiyat Açılmamalı Demiyorum

    İlahiyat açılmamalı demiyorum. Bu ülkenin ilahiyatçıya ihtiyacı var. Hem de çok ilahiyatçıya ihtiyacı var ama kaliteli ilahiyatçıya daha çok ihtiyacı var. Bu şekilde ben yaptım oldu mantığıyla yapılan düzenlemeler sistemden yoksun herhangi bir plan dahilinde yapılmadığı için kârından çok zarar getiricektir. Ayrıca bunları yaparken bir plan program hazırlayarak ihtiyaçlar gözetilerek açılsaydı herşey daha farklı olurdu.Bu şekilde açılması beraberinde eleştirileri sorgulamaları da getirecektir.  Şu anki durum hangi üniversite konseyi ilahiyat açayım derse ona eyvallah demekten öte gitmiyor malesef.

    İhsan Cabir

  • İnamayacaksınız Ama Bir İlahiyat Daha Açılıyor

     

    Bakanlar Kurulu kararıyla, Abant İzzet Baysal Üniversitesi’ne İlahiyat Fakültesi ile Ziraat ve Doğa Bilimleri Fakültesi, Gaziantep Üniversitesi’ne de Eğitim Bilimleri Enstitüsü kurulacak.


    ABANT İZZET BAYSAL ÜNİVERSİTESİ’NE İLAHİYAT, ZİRAAT VE DOĞA BİLİMLERİ FAKÜLTELERİ KURULACAK

     Bakanlar Kurulu kararıyla, Abant İzzet Baysal Üniversitesi’ne İlahiyat Fakültesi ile Ziraat ve Doğa Bilimleri Fakültesi, Gaziantep Üniversitesi’ne de Eğitim Bilimleri Enstitüsü kurulacak.

    Resmi Gazete’de yayımlanan Bakanlar Kurulu kararlarına göre, yeni enstitü ve fakülteler kurulurken, Sabancı Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi kapatılacak. Kararlarla Kadir Has ve İstanbul Gelişim üniversitelerinin İktisadi ve İdari Bilimler fakültelerinin adı, “İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi” olarak değiştirildi.



  • Almanyada 5 üniversiteye İslam İlahiyat Merkezi

     

 

Alman üniversiteleri bünyesinde kurulan 5 İlahiyat Merkezi eğitim veriyor. Diplomaları tüm dünyada geçerli olan Frankfurt Gothe Üniversitesi bünyesindeki Enstitü’den mezun olan öğrencilerin tamamı iş buldu.

ALMAN Bilim Konseyi’nin 2010 yılında üniversitelerde İslam İlahiyat bölümlerinin açılması yönündekitavsiyekararını dikkate alan Federal Bilim Bakanlığı beş üniversitede İslam İlahiyat Merkezi kurulmasına karar verdi. 20 milyon Euroya malolan projeye göre Frankfurt, Erlangen-Nürnberg, Münster, Osnabrück ve Tübingen Üniversiteleri bünyesinde İslam İlahiyatı merkezleri oluşturuldu.

Akademik İslam eğitimi

Almanya’da yaşayan göçmenler tarafından kurulan İslami kuruluşlar ve cami dernekleri aracılığıyla verilmeye çalışılan İslam eğitimi, Federal Bilim Bakanlığı’nın harekete geçmesiyle birlikte 5 üniversitede verilmeye başlandı. Tübingen Üniversitesi`nde 2011-2012kışdöneminde öğretime başlayan İslam İlahiyat Fakültesi’nin ardından ülkenin önde gelen üniversiteleri  Frankfurt, Erlangen-Nürnberg, Münster, Osnabrück’de de çalışmalar tamamlanıyor. Alman Bilim Konseyi’nin 2010 yılıtavsiyekararları üzerine kurulacak İlahiyat Merkezlerinde Türk öğretim üyeleri başta olmak üzere İslam ülkelerinden alanında önde gelen isimler ders verecek. İslam İlahiyat Merkezleri’nin sayısının daha da artacağı öğrenildi.

Frankfurt Üniversitesi İslam Dini ve Kültürü Araştırmaları Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Ömer Özsoy, İslam ilahiyat merkezlerinde öğretim dilinin Almanca olacağını söyledi. Yabancı hocaların da İngilizce ders vereceğini belirten Prof. Dr. Özsoy, Frankfurt Üniversitesinde halen eğitim veren ve önümüzdeki günlerde Fakülte eğitimine geçmeyi planlayan enstitülere ilişkin STAR’a açıklamalarda bulundu. Prof. Dr. Özsoy’un açıklamasından satır başları şöyle:

Alman devletinden 4 milyon Euro

Almanya’da İslam İlahiyatı’nın bir tarihi olmadığıiçin, burada yetişmiş ilahiyatçı da az. Şu anda Frankfurt’ta üç profesör, beşyardımcıdoçent, dört asistan ve iki Arapça okutmanı olmak üzere 14 kişilik bir ekiplehizmetveriyoruz. Tabii bu kadrolu personele ilaveten, her sömester ihtiyaca göre 10 civarında öğretim görevlisi veyamisafirprofesör ders veriyor. Ayrıca Enstitümüzde doktora yapan 15gençmeslekdaşımız var, onlar da kısmen derslere giriyorlar. Almanya şartlarında en büyük ve engüçlüekibe sahip olduğumuzu memnuniyetle ifade edebilirim. Bu yıldan itibaren, Diyanet’in yanı sıra Alman Bilim Bakanlığı’ndan da finans desteği alıyoruz. Bu destek sayesinde kadromuzu 2012yazdöneminekadariki katına çıkarmış olacağız. Alman devletinden 5 yıllığına 4 milyon Euro bütçe almış bulunuyoruz. Başarılı bulunduğumuz takdirde bu destek devam edecek.

Müfredatımızın odağını yoğun bir Arapça eğitimi ve Ulum-i İslamiye teşkil ediyor: Tefsir, hadis, fıkıh, usul-i fıkıh, kelam, siyer, İslam tarihi, İslam felsefesi, tasavvuf ve ahlak gibi. Müfredatımız, Arapça’nın yanı sıra ikinci bir İslam dili olarak Osmanlıca veya Farsçayı öğrenmeyi de öngörüyor. Öğretim dili doğal olarak Almanca; bunun yanı sıra İngilizce ders veren misafirhocalarımız da oluyor zaman zaman. Önümüzdeki yıllarda belki ileri sömesterlerdeki öğrencilerimize seçmeli olarak Arapça, Türkçe ve Farsça dersler verilmesi de mümkün olabilecektir.

Diplomamız tüm dünyada geçerli

Enstitümüzdeöğrencisayımız 400’e yaklaştı. Ayrıca, her sömester kendi öğrencilerimizin dışında bir okadarda, diğer branş öğrencileri derslerimizitakipediyor. Öğrencilerimizin yüzde 70’i Türkiye kökenli göçmen ailelerin çocukları. Fas, Pakistan, İran, Mısır, Makedonya, Suriye ve çok az da Alman öğrencimiz var.Kızöğrenciler çoğunlukta. Programlarımızın mezunları diplomalarını Frankfurt Goethe Üniversitesi’nden alıyor. Dolayısıyla, diplomalarımız tüm dünyada geçerli.

Bizden mezun olup da işsiz kalan kimse yok

Bugüne kadarenstitümüzden 30 civarında mezun verdik ve bildiğim kadarıyla hiç biri işsiz değil. İlahiyat mezununa duyulan ihtiyaço kadar büyük ki Almanya’da, dindersi öğretmenliği bir yana, İlahiyat profesörü olmak içinbile ilahiyat diploması şartı koşulmuyor pek çok eyalette. Dolayısıyla bizim mezunlarımız aranan, kapışılan insanlar olacaktır, bundan kuşkum yok. Onlara düşen kendilerini en iyişekilde geliştirmek. 

Prof. Dr. Özsoy’dan çok önemli uyarı

İslam dünyasının entelektüel desteğiyle Almanya’da oluşacak ilahiyat birikiminin orta ve uzun vadede İslam dünyasına geri yansımaları olacağını düşünüyorum. Bu nedenle İslam İlahiyatı’nı, kullandığıdilve tatbik ettiği yöntemler itibarıyla Almanüniversitesisteminin bünyesine kabul edemeyeceği ikinci sınıf bir faaliyet alanı durumuna düşürecek fakir perspektiflerden de, Alman siyasetinin güvenlik veuyumstratejisine eklemlenmiş, İslam İlahiyatı’nın geleneğine ve kendi mantığına uymayan pragmatik perspektiflerden de özenle kaçınmak gerekir. Ancak, maalesef aktüel gelişmeler, her iki perspektifin de sürece refakat edeceği yönündedir.

Almanya’daki İlahiyat Merkezleri ve hocaları

Frankfurt Üniversitesi İslam Dini ve Kültürü Araştırmaları Enstitüsü : Prof. AbdullahTakım, İslam Düşünce Tarihi: Felsefe, Tasavvuf, Ahlak, Prof. Ömer Özsoy, Tefsir, Prof. Mark Chalil Bodenstein, İslam Tarihi, Kültürü ve Toplumları

Erlangen-Nürnberg Üniversitesi Disiplinlerarası İslam Din Öğretimi Merkezi: Prof. Hary Harun Behr, İslam Din Eğitimi

Münster Üniversitesi İslam Din Eğitimi Kürsüsü; Prof. Mouhanad Khorchide

Osnabrück Üniversitesi Kültürlerarası İslam Araştırmaları Merkezi; Prof. Bülent Uçar, İslam Din Eğitimi, Prof. Rauf Ceylan, İslam Dinbilimi

Tübingen Üniversitesi İslam İlahiyatı Merkezi; Prof. Omar Hamdan, Tefsir ve Kıraat

  • Hayrettin Karaman ın Gündem Olan Yazısı

    “Lütfen herkes haddini bilsin!” diyen Karaman Hoca, “iktidarın kimsenin tapulu malı olmadığını, AK Parti’nin halkın oyuyla yönetime geldiğini” hatırlatıyor.

    ÖKÜZ ÖLDÜ ORTAKLIK BOZULDU

    İşte muhafazakar çevrelerde dilden dile dolaşan o yazı;

    “Askerî darbeler kimi zaman sağa, kimi zaman sola, bazen de her ikisne yöneldi, zarar verdi. Darbelerden fayda umanlar vardı, onlar şakşakçılık yaptılar, hala da yapıyorlar. Zarar gören ve mağdur olanlar ise –her biri kendine mahsus iddia ve hedeflerinden ya vazgeçerek veya onları erteleyerek- bir an önce demokrasiye geçebilmek için işbirliği yaptılar, dayanışma örnekleri verdiler. Çünkü demokrasi her birinin serbest at oynatmasına, amacına ulaşmak için örgütlenmesine, hızlı veya yavaş yoluna devam etmesine en uygun siyasi sistem idi.

    Bahsedilen işbirliği ve dayanışma çerçevesi içinde sağcılar, solcular, liberaller, islamcılar, her birinin klikleri… vardı.

    İyi kötü demokrasi geldi, vesayetler önemli ölçüde azaldı. Böylece ortak tehlike ortadan kalkınca –öküz öldü ortaklık bozuldu– kabilinden her bir gurup kendi işine (davasına, yoluna, yöntemine, menfaatine…) döndü. Bu durumda az veya çok yol, yöntem, amaç, menfaat çatışması kaçınılmazdı.

    İKTİDAR SİZİN ROBOTUNUZ DEĞİL

    Şimdi grupların her birinin karşısında diğeri olmakla beraber, hemen tamamının da karşısında ve hedefte iktidar var. Çünkü her biri yolunda yürümek, amacına ulaşmak, özel programını uygulamak ve menfaatini kotarmak... için iktidarı “kullanmak” istiyor. Sanki iktidarın hiçbir bilgisi, programı, amacı, görüşü, ilkesi ve ahlakı yok; sanki robot, birileri kuracak, programlayacak, sonra düğmeye basacak ve oynatacak!

    İktidar robot olmadığını ortaya koyunca göstermelik dostluklar bozuluyor, nezaketler bir yana bırakılıyor, hakaretler, hatta komplolar başlıyor.

    İKTİDARIN GÜCÜ HALKTA, CEMAATTEN DEĞİL

    Benim gördüğüm kadarıyla bugünkü iktidar gücünü ve halk nezdindeki kredisini hiçbir sivil guruba (örgüte, sermaye ve medya patronlarına) borçlu değil. Ülkemizde sivil toplum örgütlerinin –ayrı ayrı- güçleri bellidir. Bu güç ne bir partiyi iktidara getirebilir, ne de iktidardan düşürebilir.

    Gruplar belli sebeplerle iktidarı (partiyi) desteklemiş olabilirler; bazıları da karşı propagandalar yaptılar, partinin iktidara gelmemesi için ellerinden geleni arkalarına koymadılar; sonunda ne oldu? Malum (boylarının öşlçüsünü aldılar). Bu noktada önemli olan halkın (oy tabanının) nabzını iyi tutmak, iyi ölçmektir, iktidar da bunu yapabiliyor.

    BEĞENMİYORLARSA BAŞKA PARTİYİ DESTEKLESİNLER

    Sivil toplum, sermaye ve medya iktidarı ele geçirme, kendi irade ve menfaatleri doğrultusunda yürütme sevdasından vazgeçmeli; tenkit, uyarı, nasihat hakkını/vazifesini insaflı kullanmalı, dedikleri olmadı diye iktidarı düşman yerine koymamalı, beğenmiyorlarsa başka bir partiyi desteklediklerini açıkça ortaya koymalıdırlar.

    HERŞEYİ ONLAR MI İYİ BİLİYOR?

    Hiçbir kimse Allah’tan vahiy almıyor ve doğru/iyi/uygun olanı bulmak ve bilmek hiçbir kimsenin tekelinde değil. Bunca milletvekili, bakan, müsteşar, bilinen ve bilinmeyen danışman cahil, gafil, aymaz da yalnızca bazı köşe yazarları ve sivil toplum sözcüleri mi her şeyin doğrusunu biliyor?

    Lütfen herkes haddini bilsin, daha mütevazı olalım, üst perdeden konuşmayalım, hele hele asla hakaret etmeyelim; yapabiliyorsak doğru bulduğumuzu münasip bir lisan ile ifade edelim.

    İktdar da hiçbir kimseye tapulu değil, yanlış yapana halk zamanı gelince dersini verir.


    Kaynak:Gazeteciler.com

  • Pamukkale İlahiyat Resmiyet Kazandı

    Denizli İlahiyat Fakültesi Yaptırma ve Yaşatma Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Salih Tekin, Pamukkale Üniversitesi (Paü) Rektörlüğü’ne bağlı olarak İlahiyat Fakültesi kurulması kararının bugün Resmi Gazete’de yayımlandığını bildirdi.

    Denizli İlahiyat Fakültesi Yaptırma ve Yaşatma Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Salih Tekin, Pamukkale Üniversitesi (Paü) Rektörlüğü’ne bağlı olarak İlahiyat Fakültesi kurulması kararının bugün Resmi Gazete’de yayımlandığını bildirdi.

    Tekin, gazetecilere yaptığı açıklamada, Denizli İlahiyat Fakültesi Yaptırma ve Yaşatma Derneği’nin 21 Temmuz 1995’te kurulduğunu hatırlattı.

    Bakanlar Kurulu’nun Denizli’de İlahiyat Fakültesi kurulmasını kabul ettiğini ifade eden Tekin, şöyle konuştu:

    “Aradan geçen bu uzun zaman içerisinde, başta sayın Nihat Zeybekci olmak üzere, emekli müftü Halil Elitok’un, Denizli Müftüsü Alaaddin Gürpınar’ın, birçok kişinin ve özellikle Denizli gönüllü kültür teşekküllerinin başkan ve temsilcilerinin büyük çaba ve gayretleri oldu. Bakanlar Kurulu’nun Paü Rektörlüğü’ne bağlı olarak İlahiyat Fakültesi kurulması kararı, 23 Mart 2012 tarih ve 28242 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Bu konuda emeği geçen herkese, yönetim kurulu adına en kalbi duygularımla teşekkürlerimi arz ederim.”