Yıl: 2012

  • Görmezden Kürtaj Açıklaması

     

    “KÜRTAJ HARAMDIR”

    1983 yılında Sağlık Bakanlığı Aile Planlaması ve Kürtajla ilgili islam dininin bakış açısını Diyanet İşleri Başkanlığı’na sormuş ve Devlet Bakanı Mehmet Özgüneş imzasıyla Sağlık Bakanlığı’na gönderilmiştir.

    Toplumun temeli ailedir. Ailenin devamlılığını çocuk sağlar. Dinimiz evlenip çoğalmayı teşvik etmiştir.

    Çocuk aileye ve topluma allah’ın emanetidir. Her aile bakıp yetiştirebileceği sayıda çocuk yetiştirmelidir. Çocuk istenmediği durumlarda, karı kocanın ortak istekleriyle gebeliği önleyici tedbirler alınması caizdir.

    Kürtaj haram ve cinayettir. Çocuk düşürmek ve aldırmak gebeliği önleyici tedbirlerden değildir. Çocuk aldırmak cinayet hükmündedir.

    Sadece Müslüman ilim adamları değil, bütün ilahi dinler, ahlaki sistemler, bütün tabii hukuk sistemleri, biyolojik varlığın insan olduğunu, bu savunmasız varlığın tıpkı doğmuş yetişmiş bir insan gibi yaşama hakkına sahip olduğunu bu varlığın da yaşama hakkının olduğunu söylemeye devam edeceklerdir.

    Aynı şekilde, bilim adamları, genetik uzmanları bize kesin bilimsel verilere dayanarak, döllenmiş yumurta hücresinin anneden bağlı bir sistem olduğunu, her ikisinin ayrı birer kalbi olduğunu, kan dolaşım sistemi olduğunu, anneye bağlılığın sadece beslenme olduğunu söyledikleri müddetçe, sadece Diyanet değil, bütün dinler, hukuk sitemleri kürtajın bir insan yaşamına kast etmek olduğu görülmektedir.

    Sorun bilimin ortaya koyduğunu meseleyi kabul edip etmeme meselesidir. 

    “ANNE KARNINDAKİ CENİNİN DE YAŞAM HAKKI VARDIR”

    Bedenimiz ve hayatımız bize mülkiyet olarak değil, emanet olarak verilmiştir. Onu yaşamak ve yaşatmak en iyi şekilde muhafaza etmek görevimizdir. Hukuk diliyle, hayat hakkı vazgeçilen bir hak değildir.

    Anne karnındaki ceninin de yaşam hakkı vardır. Ne annesi ne babasının onun üzerinde mülkiyet hakkı olmadığı gibi vazgeçme yetkisi de yoktur.

    “Beden benim değil mi, ben onu istediğim gibi kullanırım. Bebek de yaparım, istersem onu da atarım.” demeye sahip değildir. Karnındaki bebeğin gerçek anlamda sahibi değildir. Keyfi olarak, öldüremez, onu yaşatmakla görevli bir emanetçidir. 

    İstisnai konularda konuşmak tarih boyunca zor olmuştur. Tecavüz gibi cinsel saldırıların sonuçlarını ortadan kaldırmak, ceninde ortaya çıkan ağır hastalıklardaki konularda genelleme yapmak yerine her bir özel durum için özel hüküm gerekebileceğini ve söz konusu özel hükmün din bilginler, psikiyatrisiler, adli tabipler gibi farklı ihtisas sahiplerinin ahlak çerçevesinde birlikte verebileceklerini ifade etmek istiyorum.

    “YASALARLA VE YASAKLARLA ÇÖZÜM BULUNAMAMIŞTIR”

     

    İslam dini, Katolik öğretilerinin tam aksine, anneyle cenin arasında yer aldığında annenin yanında yer almıştır.  Herkesin içine düştüğü bir hataya değinmek istiyorum. Kürtajı sadece kadın meselesi olarak ele alınması yanlış olur. Bu sorunun en büyük ızdırabını çekenler hep kadınlar olmuştur.

    Tarihi tecrübe göstermiştir ki bu konu sadece yasalarla ve yasaklarla çözüm bulunamamıştır.

  • Karaman Hadislerde ve Fıkıhta Kürtajı Açıkladı

    Yeni Şafak’ta önceki gün yayınlanan yazısında kürtajı ünlü Hadis alimi Gazali’nin penceresinden ele alan Karaman, “Gazali’nin, rahimde hâsıl olan birleşme anından itibaren hâsıl olan şeyi, “insan varlığının bir aşaması” olarak kabul etmesi ve bunu imhâ etmenin cinayet olduğunu kaydetmesi apaçık bir gerçeğin tesbiti mâhiyetindedir.” dedi.

    Bugünkü yazısında ayrıca “mezheblere göre- kürtajın hükmünü” de ele alan Prof. Dr. Hayrettin Karaman “Hanefi mezhebine göre 120 günden önce kürtaj yapılabilir” şeklindeki fetvanın yanlış olduğuna dikkat çekerek, “böyle bir fetvâ cinayete iştirak sayılır.” yorumunu yaptı.

    İşte Hayrettin Karaman’ın kürtaj konusunda ilişkin kaleme aldığı o üç yazı: 

    1 -) Kürtaj cinayettir ve haramdır

    Dindeki hükmü bakımından kürtaj, ananın veya bir başkasının maddî veya manevî müdahalesi ile cenînin rahimde veya dışarı çıkarılarak öldürülmesidir.

    Cenîn, hâmileliğin ilk gününden itibaren hâmile kadının rahmindeki çocuktur.

    Özellikle cerrahi tıbbın gelişmesinden önce ilkel yöntemlerle yapılan cenîn katli günümüzde, ameliyat ortamında ve -genellikle- doktorlar tarafından yapılmaktadır.

    Tarihî geçmişi:

    Kur’ân-ı Kerim’de ve hadîslerde -muhtemelen nadiren uygulandığı veya hiç uygulanmadığı için- cenînin kasten öldürülmesine temas edilmemiştir. Fıkıh ilmi oluştuğu ve kitaplaştığı zamanlarda (hicrî birinci asrın sonlarından itibaren) önce cezâ hukuku bahislerinde cenînin kasten veya kazâ ile öldürülmesi konuları ele alınmış, daha sonra (müctehid imamların yaşadığı ve icitihad faâliyetinin yaygın olarak sürdürüldüğü ilk dört asırdan sonra) doğumu önlemek üzere rahimdeki çocuğun belli bir süre içinde imhâ edilmesinin câiz olup olmadığı konusu tartışılmıştır.

    Kur’ân-ı Kerim’de “ve’du’l-benât” terimi ile ifade edilen “kız çocukların diri diri toprağa gömülerek öldürülmesi” cinayetine özel âyetlerle ve açıkça; cenînin öldürülmesi hâdisesine ise özel terimleriyle değil, bunu da içine alan genel açıklamalar yoluyla temas edilmiştir. Özellikle “haksız olarak nefsin öldürülmesini yasaklayan” âyetler cenînin katlini de içine almaktadır.

    1. En’âm sûresinde (6/98) Allah Teâlâ’nın bütün insanları tek bir nefisten yarattığı, bu nefsin oluş aşamalarında ana rahminin de bulunduğu (nefsin bir müddet ana rahminde kaldığı) ifade edilmiştir. Sûrenin 151. âyetinde ise hem çocukların (evlâd) hem de nefsin öldürülmesi şiddetle yasaklanmıştır. Cenîn, “nefis” kavramına kesin, çocuk (veled-evlâd) kavramına ise ihtimâlli olarak dahildir.

    2. Mümtehine sûresinde (60/12) Hz. Peygamber’e (s.a.), kadınlardan bazı suçlar, günahlar ve cinayetler konusunda -bunları yapmamak üzere- söz alması, yemin ettirmesi istenmektedir; bu günahlar ve cinayetler arasında “çocuklarını öldürmek” de vardır. Bu âyetteki çocuklara “cenîn” de dahildir.

    Hadîslerde doğumu engellemek maksadıyla cenînin kasten imhâ ve katledilmesi konusu geçmemiştir. Azil konusunu işlerken zikredilen hadîslerde cenînin imhâ edilmesine değil, siperm ile yumurtanın buluşmasını engellemek maksadıyla yapılan azle “gizli veid” denilmiştir. Az açıklanacakaşağıda açıklanacak olan ve bazı fıkıhçıların “ceninin imhâsının, çocuk düşürme ve kürtaj yaptırmanın câiz olduğuna delîl kıldıkları “rûhun üflenmesi” ile ilgili hadîsin ise kürtaj ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.

    Bağlayıcı delîl ve kaynaklardan yola çıkarak nesneler, davranışlar ve ilişkilerin dinî hükümlerini (farz, vacib, mendûb, mubah, mekruh, haram… olmalarını) açıklamayı konu edinmiş bulunan fıkıh ilminde cenînin imhâsı iki yönden ele alınmıştır: a) câiz olup olmadığı, b) kasten veya kazâ yoluyla cenîn imhâ edildiğinde uygulanacak cezâ.

    1. Câiz olup olmaması bakımından kürtaj:

    Fıkıhta kürtajın, cenînin öldürülmesinin ve çocuk düşürmenin câiz olup omadığı araştırılırken öncelikle bu nesnenin (ceninin) canlı ve insan olup olmadığının tesbiti üzerinde durulmuştur. Cenînin canlı ve insan olduğu sabit olduğu takdirde hiçbir fıkıhçı onun imhâsına cevaz veremez; çünkü İslâm’ın nefsi, doğmuş çocuğu ve insanı öldürmeyi kesin olarak yasakladığı bilinmektedir. Bazı fıkıhçıları bu konuda tereddüde sevkeden ve kürtajın belli bir süre içinde câiz olduğu görüşüne meylettiren sebep bilgi eksikliğidir, bir hadîsi amacından saptırmak ve yanlış yorumlamaktır, bu fıkıhçıların yaşadıkları çağda kendilerine ulaşan “yanlış tıp ve canlılar âlemi” bilgisidir.

    2-) Kürtaj konusunda eksik ve yanlış bilgiler

    Genel olarak İslâm ilimlerinde ve özel olarak da fıkıh ilminde önemli bir seviyeyi temsil eden Gazzâlî, İhyâu-ulûmi’d-din isimli eserinde azil (temasta spermi dışarıya bırakmak) konusunu işlerken cenînin imhâsı konusuna da temas etmiş ve şu önemli açıklamayı yapmıştır: “Azil, cenîni öldürmeye (ichâz) veya doğmuş kız çocuğunu toprağa gömerek katletmeye (ve’d) benzemez; çünkü -azilden farklı olarak- bu ikisi, olacağı değil, olmuşu (hâsılı) imhâ etmektir. Bu olmuşun (ceninin) çeşitli aşamaları vardır. Varlığının ilk aşaması, erkek menisinin (spermin) rahime girerek kadının suyu ile karışması ve hayat için müsait hale gelmesidir. Bunu bozmak ve imhâ etmek cinayettir. Sonra katılaşıp et parçası haline gelirse bunu imhâ etme cinayeti daha büyük olur. Rûh üflenip insan olarak yaratma ve şekillendirme tamamlanınca cinayet daha da büyür. Cinayetin en büyük olanı ise cenînin canlı olarak ana rahminden ayrılıp çıkmasından sonra onu öldürmektir… İnsanın varoluşunun başlangıcı meninin erkekten ayrılması değil de ana rahmine düşüp kadının suyu ile birleşmesidir” dedik; çünkü çocuk, tek başına erkeğin suyundan yaratılmıyor, iki eşten yaratılıyor. Bu da ya her ikisinin suyundandır yahut da erkeğin suyu ile kadının hayız kanının birleşmesinden yaratılmaktadır…” (İhyâ ve şerhi İthâf, V, 380).

    Hicrî altıncı asrın başlarında (505/1111) vefât etmiş bulunan Gazzâlî o çağların bilgisine de tercümanlık etmektedir ve ifadesinde geçen şu noktalar, fıkıhçıların cenîn konusundaki hükümlerini değerlendirme bakımından önem arzetmektedir:

    a) Gazzâlî gibi birçok fıkıhçı -dinî kaynaklarda erkeğin ve kadının, çocuğun oluşumunu sağlayan katkılarına su denildiği için- erkeğin menisine ve dolayısıyla spermine olduğu gibi kadının yumurtasına da su (mâ’) demektedirler.

    b) İki su karıştığında yani aşılanma/döllenme olduğunda hâsıl olan nesneye canlı demek yerine, canlı olmaya, can verilmeye müsait hale gelmiş nesne denilmekte, döllenmiş yumurta böyle nitelendirilmektedir.

    c) Yumurta döllendikten sonra cenînin rahimde geçirdiği gelişme aşamalarının ikisine “alaka” ve “muzğa” ismi verilmektedir. Birçok fıkıhçı ve tefsirciye göre alaka “pıhtılaşmış kan”, muzğa ise “bir çiğnemlik çiğ et parçası” demektir. Bugün bize tıbbın öğrettiğine göre cenîn hiçbir zaman pıhtılaşmış bir kan veya bir çiğnemlik cansız et parçası değildir.

    d) Çocuğun cinsi temas sonunda karı ve kocadan gelen sudan veya kocanın suyu ile kadının hayız kanından oluştuğu bilgisi de çağdaş tıp bilimine uymayan bilgilerdir.

    e) Rûhun üflenmesi olayı aşağıda açıklanacak olan bir hadîste geçmektedir, rûh gibi onun üflenmesinin de ne mânâya geldiği, insanın yaratılmasında hangi işlevlere sahip ve neler üzerinde etkili bulunduğu konusunda -fıkıh hükmüne dayanak kılınacak- bilgi yoktur.

    f) Bütün bu eksik bilgilere rağmen Gazzâlî’nin, rahimde hâsıl olan birleşme anından itibaren hâsıl olan şeyi, “insan varlığının bir aşaması” olarak kabul etmesi ve bunu imhâ etmenin cinayet olduğunu kaydetmesi apaçık bir gerçeğin tesbiti mâhiyetindedir.

    3-) Hadislerde ve fıkıhta kürtaj

    Sahîh hadîsleri toplayan kaynaklarda rivâyet edilen bir hadîse göre Peygamberimiz (s.a.) insanların yaratılışlarını ve kaderlerinin (alın yazılarının) yazılmasını açıklarken şöyle buyuruyor: “Her birinizin yaratılması anasının karnında kırk günde toparlanır, sonra orada, aynı süre kadar alaka (katılaşmış kan veya asılan/tutunan nesne) olur, sonra aynı süre kadar muzğa (bir çiğnemlik et) olur. Sonra melek gönderilir, ona rûhu üfler ve kendisine dört sözlük emir verilir: Rızkı, eceli, ameli (yapıp edecekleri) ve ebedî hayattaki durumu; cennetlik mi, cehennemlik mi olacağı yazdırılır…” (Buhârî, Bed’u’l-halk, 6; Müslim, Kader, 1-5).

    Çocuğun rahimde geçen hayatının safhaları Kur’ân’da (meselâ Müminûn: 23/14) ve hadîslerde dıştan bakan birinin göreceği manzaraya (görüntüye) göre açıklanmış, bundan insanların ibret almaları, Allah Tealâ’nın varlık, birlik, irâde ve kudretini anlamak için bu eserini de delîl olarak kullanmaları istenmiştir. Hadîsleri nakleden râviler ise bazı kelimeleri, Hz. Peygamber’in (s.a.) ağzından çıktığı gibi nakletme konusunda hatâya düşmüşlerdir. Hadîsler konusunda böyle düşünmemiz ve bu hükme varmamızın sebebi -aşağıda sıralanacak olan- önemli çelişkiler (ıztırab) ve bilinen gerçeğe aykırı açıklamalardır:

    a) Rûhun üflenmesine kadar geçen süre için verilen rakamlar 40, 42, 45 ve 120 gün şeklinde değişiktir. Rûhun üflenmesi olayı belli bir süre sonunda olduğuna göre bu rivâyetlerin tamamının doğru (sahîh) kabûl edilmesi mümkün değildir.

    b) Çocuğun cinsiyetinin Yaratıcı tarafından belirlenmesinin kırkıncı günden sonra olduğu açıklaması bilimin ortaya koyduğu gerçeğe aykırıdır; çünkü çocuğun cinsiyeti, hattâ bazı kişisel özellikleri hâmileliğin ilk gününden (aşılanmanın/döllenmenin gerçekeleştiği andan) itibaren bellidir, sabittir.

    c) Tıbbın ilgili dalında uzmanlaşmış ilim adamlarının verdikleri bilgiye göre hâmileliğin üçüncü haftasının sonunda kalp atmaya başlar, 24-25. günde göz ve kulakla ilgili ilk oluşumlar, kol ve bacak tomurcukları, 30. günde gözdeki lens, 36-42. günlerde el ve ayaklarda parmakları ayıran oluklar ve dış kulak taslağı oluşmuştur.

    Konumuz bakımından daha da önemli olan husus, bu hadîsin “cenini öldürme, cenîn üzerinde tasarrufta bulunma” konusu ile hiçbir ilgisinin bulunmaması, insanın yaratılmasına ve kaderinin belirlenmesine ait açıklamalar yapmak maksadıyla buyurulmuş olmasıdır. Bu sebepledir ki hadîsçiler bu hadîsi “Yaratılış” ve “Kader” bahislerinde rivâyet etmişlerdir.

    Fıkıhta -mezheblere göre- kürtajın hükmünü şöylece özetlemek mümkündür:

    Hanefî mezhebi fıkıhçılarının bir kısmının 120 günden önce çocuk düşürmeyi câiz görmeleri, rahimdeki varlığın insan mı yoksa bir kan kümesi veya et parçası mı olduğu konusundaki yanlış bilgilerine dayanmaktadır. “Rahimdeki kitle hareket etmedikçe ve hareketin gaz vb. den değil de çocuktan geldiği bilinmedikçe çocuk olduğuna hükmedilemez” denilerek bu bilgi eksikliğine açıklık getirilmiştir. Günümüzde ise rahimde oluşan şeyin çocuk olup olmadığı yaklaşık onbeş gün sonra muayene ve test ile tesbit edilmektedir ve birçok organın ilk kırk gün içinde belirmeye başladığı da bilinmektedir. Bu bilgiler karşısında günümüzde, Hanefî mezhebi adına, 120 günden önce çocuk aldırmanın câiz olduğunu söylemek mümkün değildir, böyle bir fetvâ cinayete iştirak sayılır.

    Malikî mezhebi fıkıhçıları kırk günden önce de olsa cenîni öldürme ve düşürmenin câiz olmadığını açıkça ifade etmişlerdir.

    Şâfiî mezhebine bağlı bulunan bazı fıkıhçılar kırk günü tamamlanmamış bulunan cenînin düşürülmesinin -Hanefîlerinkine benzer gerekçelerle- câiz olduğunu söylerken Gazzâlî gibi fıkıhçılar bunun haram olduğunu ifade etmişlerdir ve bu görüşün mûteber olduğu kaydedilmiştir.

    Hanbelî mezhebi fıkıhçılarına göre hâmilelik üzerinden kırk gün geçtikten sonra çocuk düşürmek câiz değildir. Kırk günden önce câiz olduğunu söyleyen fıkıhçılar ise -yukarıda açıklanmış bulunan- eksik bilgilere dayanmışlardır. (Güzel bir özet için bak. Zeydân, el-Mufassal, III, 119-127).

    Fıkha göre çocuğun vücûb (medeni haklardan istifade) ehliyeti ana rahmine düştüğü andan itibaren başlar.

    Hayrettin Karaman


    Yeni Şafak

  • Özel İmam Hatip Okulları Kurulmalı!

    İGEDER İHL MESLEK DERSLERİ PLATFORMU“DİN EĞİTİMİNDE İMAM-HATİP LİSELERİNİN ROLÜ” ÇALIŞTAYI SONUÇ BİLDİRİSİ

    İHL Çalıştayından “Özel İmam Hatip Okulları Kurulmalıdır”

    1. Özel İmam Hatip Liselerinin önündeki hukuki engel kaldırılmalıdır.  Özel İmam Hatip liseleri açılmalıdır.

    2. Din öğretiminde acil ihtiyaç olan öğretmen sorununun karşılanabilmesi için İlahiyat Fakültesi programına Pedagojik formasyon dersleri konulmalıdır.

    3. Nitelikli din âlimi yetiştirmek için hafızlık eğitiminin de verileceği burslu ihtisas İmam-Hatip liseleri açılmalıdır.

    4. Karma eğitim İmam Hatip eğitiminde verimi ve başarıyı düşürmektedir. İmam Hatip Liselerinde karma eğitime son verilmelidir.

    5. İmam Hatip Lisesi öğrencilerine mezhepler ve cemaatler üstü bir bakış açısı kazandırılmalıdır.

    6. İmam Hatip ortaokullarında görev yapacak meslek dersi öğretmenleri çeşitli eğitim programları ve seminerlerle sisteme hazırlanmalıdır.

    7. İHL meslek dersleri öğretmenleri alan derslerinde farklı branşlarda uzmanlaşmalıdır.

    8. Arapça öğretiminin sağlıklı yapılabilmesi için okullarda dil laboratuarları kurulmalıdır.

    9. İmam Hatip Lisesi Meslek derslerinin sınıf düzeylerine göre dağılımı yeniden düzenlenmeli, 12. sınıftaki meslek dersleri yoğunluğu alt sınıflara kaydırılmalıdır. 

    10.   Kelam ve Karşılaştırmalı Dinler Tarihi derslerinin programlarının içeriği gözden geçirilmelidir. Kelam kitabındaki konular öğrenciler tarafından güncel görülmemekte ve anlaşılmamaktadır. Karşılaştırmalı Dinler Tarihi ders programında günümüzde yaygın olan dinlere yer verilmelidir.

    11.   Temel dini bilgiler dersinin haftalık ders saati yetersizdir.

    12. İmam-Hatip liselerine dini musiki dersi konulmalı ve ders bu konunun uzmanları tarafından işlenmelidir.

    13. Kız öğrencilerin yarışmalara katılımı teşvik edilmeli, yarışmalar ve spor aktiviteleri için kız öğrencilere mekân tahsis edilmelidir.

    14.   Hitabet ve Mesleki Uygulama dersinde kız öğrencilerin Diyanet’e bağlı Kur’an Kursları’nda görev almaları sağlanmalıdır.

    15.   İmam Hatip Liseleri Müftülükler ve sivil toplum kuruluşlarıyla etkili iletişim içinde olmalıdır.

    16. Okul aile birlikleri eğitimde etkin hale getirilmelidir.

    17. İmam-Hatip Liselerine idareci olma kriterlerinde meslek dersleri branşının önceliği artırılmalıdır.

    18. Dil öğretimini etkinleştirmek için ülke dışından okul kardeşliklerinin kurulması teşvik edilmeli, ülkeler arası öğrenci değişimi programları ve fonları geliştirilmelidir.

    19. İlahiyatlara giriş sınavlarında Arapça ve alan dersleriyle ilgili sorular da yer almalıdır.


  • İstanbulun Fethine Sevinmeyen Türkler

     

    Konuşmasına İstanbul’un geçmişinden bahsederek başlayan Emecen, İstanbul’un geçmişinin Yenikapı’daki kazılar sonucunda M.Ö. 6500’e kadar dayandığını, Asya ve Avrupa’yı birbirinden ayıran bu şehrin Doğu ve Batı’nın temsil ettiği fikrî temelleri belirlediğini belirtti. İstanbul, Roma’nın ilk başkenti olduğundan Hristiyanlar tarafından öneminin yanı sıra Peygamberimizin müjdesine mazhar olduğu için Müslümanlarca da önemli bir yerleşim yeridir. Bunun için İstanbul’un fethedilmesi hem Hristiyanlar hem de Müslümanlar için farklı anlamlar ifade eder.

    Türkler aslında Batılı mı?

    Sayın Emecen’in verdiği bilgiler şaşırttı beni doğrusu. Ona göre, İstanbul daha doğrusu Konstantiniyye Roma İmparatorluğu’nun başkenti olduğundan Batı için fazlaca önemli olmasına rağmen fetihten sonra Batı’da, Türk tehlikesi üzerine bol bol konuşmak ve dinî telkinlerle halkın manevi gücünü artırmak dışında pek ciddi bir tepki olmaz. Garip bir savunma mekanizması geliştirilir ve Türklerin aslında Batı’ya ait oldukları yönünde efsanevî bilgiler üretilir. Türklerin Truvalıların soyundan geldikleri için Roma ve Yunanlıların Truva’ya karşı yaptığı vahşetin intikamını almak üzere harekete geçtiklerine inanılmaya başlanır.

    Karamanoğlu Beyliği siyasi davrandı

    Konya merkezli Karamanoğlu Beyliği siyasi geleceğini düşündüğü için fetih hazırlıkları sırasında Venediklilerle anlaşma yapar. Fetihten sonra da Fatih Sultan Mehmet’i Memlük Sultanına şikâyet eder ki dönemin en güçlü Müslüman devleti Memlük devletidir. Çabaları işe yaramaz ve beylik kısa bir zaman sonra Osmanlı kontrolü altına girer.

    Fatih, fetihnâmeler gönderir tüm Müslüman âleme

    Fatih Sultan Mehmet, fetih haberini ilk olarak o dönemde güçlü komşuları olan Karakoyunlu hükümdarı Cihanşah’a, Memluk sultanı İnal’a ve Mekke emirine fetihnâmelerle resmi olarak bildirir. Bu mektuplar yerlerine ulaştığında bütün Müslüman âlemin fetihten haberi olur.

    Memluk sultanına gönderilen mektubu getiren elçi Kahire’ye ulaştığında Sultan elçiyi her zaman uygulanan prosedürle karşılar. Fetih haberini duyunca da şenlik yapılmasını emreder. Fatih, Memlük sultanına gönderdiği mektupta “Allah’ın güneşi, ikbal sancağı” gibi övücü ifadeler kullanırken sultan, Fatih’e gönderdiği mektupta övücü ifadeler kullanmaz. Fetihten memnun olduğunu, Allah’a şükrettiğini yazar ve gönderdiği hediyelerin kabulünü rica eder.

    Mekke’ye giden mektup daha etkili olur. Halk fetih haberini coşkuyla karşılar. Mekke emiri gelen fetihnameyi Kâbe’nin karşısında halka okur, Fatih Sultan Mehmet’i gazi olarak över.

    Karakoyunlu hükümdarı Cihanşah’a yazılan fetihname diğer ikisine göre uzundur. Ayet ve hadislere de yer verir Fatih. Cihanşah’ın Fatih’e yazdığı cevabî mektupta Fatih’e övgüler vardır. “Şahlar şahı, hilafetin incisi, Allah yolunda gazi, iman ehli orduların kumandanı, zamanın kahramanı, adaletin koruyucusu…”

    Kısaca fetih, Memluklular hariç diğer Müslüman ülkelerde halk tarafından sevinçle karşılanır. Osmanlılar fetihle üç kıt’aya hükmedecek devletin temellerini atarlar.

     

    Meryem Uçar 

    Dünyabizim

  • Çağımızın Belası Micro Tesettür

     

    – “Afedersiniz hanımefendi boynunuz açılmış.”

    – “Ha öyle mi? Tamam. Teşekkür ederim.” 

    Elini boynuna götürdü, biraz da utanmış bir edayla boynunu örtmeye çalıştı ama nafile. Asılıyor asılıyor uzamıyor, başındaki iğneler, başörtüsünün küçüklüğü hep aleyhine işliyor.

    28 Şubat bizlere çok şey kazandırırken çok şey de kaybettirdi. Başları daha sıkı örteceğiz derken boyunlar açıkta kaldı.

    Asılmasınlar diye başörtüler kısa tutuldu. Hatta biraz da tasarruf olsun diye mendil başörtüler bile icat edildi.

    Tesettür o kadar çok önemsendi ki yolda giderken eteklere çamur sıçramasın, bir şey takılıp yırtmasın diye boyları kısaltıldı. Artık mini (dizaltı) hatta micro(dizüstü) etekler giyilir oldu tesettür diye.

     

    Öğrenciler, ev hanımları, tezgâhtarlar, sekreterler, hemşireler, doktorlar, öğretmenler, Kur’ân kursu hocaları vb. birçok kesimden bayanlarda görüldü bu durum.

    – “Afedersiniz hanımefendi boynunuz açılmış.”

    – “…”

     

    “Hıh” dercesine başını hızla çevirdi ve bir yandan başörtüsünü de asılarak hızla uzaklaştı. Neden bu kadar tepki gösterdi acaba? Hâlbuki bir uyarıda bulundum sadece kardeşi olarak. Allah Allah. Yok, bir daha kimseyi uyarmayım bari. Şimdi biri çıkıp çantasını suratıma vuracak.

     

    … 

    Hem de o kadar yaygınlaştı ki bu durum, çarşıda pazarda, avluda dışarıda her yerde görünür oldu. Yok, ben mi yanlış anlıyorum diye ara ara kendimi kontrol ediyorum. Başkalarına soruyorum onlar da beni haklı görüyor. O zaman değişen ne? Bu 28 Şubatın suçu mu?

     

    Bence 28 Şubatın suçu değil bütün bunlar. İnsanların sanki değişmeye müsait bir algı yapısı var gibi. Sanki “Bir baskı olsa da…” der gibi insanlar. Şimdi diyeceksiniz ki “Nasıl sebebini sadece buna indirgersin?” Ben önce indirgeyim de sonra siz kaldırgarsınız olmaz mı?

     

    HASAN GÜZEL

    İzdüşünce

  • Son Asrın Büyük Alimi Zahid el-Kevseri

     

    Emin Saraç Hocaefendi anlatıyor: “Abdulfettah Ebu GuddeZahid El Kevseri Efendi’nin,Mustafa Sabri Efendi’nin hayranıydı. Fatih Cami-i Şerifine geldiği zaman ‘Zahid Efendi burada yetişmiştir’ deyince, zangır zangır titreyerek ağlamıştı. Ben hâlâ Zahid el Kevseri Hocamın köyüne gitmemişimdir fakat o, Türkiye’ye ilk geldiği zaman gitti, onun köyünü buldu. Zahid Efendi’nin babasının bile kabrini ziyaret etti; o kadar sadık ve hocasına bağlı bir âlimdi.”

    Türk talebeleriyle ziyaretine gidildiğinde, “Ben Zâhid el-Kevserî Hocamın üzerimde bulunan hakkını nasıl öderim; Türk talebelerine yeterli derecede faydalı olamadım, onlara özel dersler veremedim” diye hayıflanır Abdulfettah Ebu Gudde. Türk talebelerine bir müddet evinde tatil günlerinde ders vermeye başlar ki, Suud yetkililer dersi durdururlar. Böylesine hocasına bağlı, onun sayesinde de  Türk öğrencilerine ve Türkiye’ye bağlı biridir Abdulfettah Ebu Gudde(r.a).

    Biz de Abdulfettah Ebu Gudde ve hocası Zahid El Kevseri (r.a)’yi, onun öğrencisi olan ve aynı zamanda da İslam Edebinden Demetler isimli kitabının tercümesini ve şerhini yapan Dr. M. Şerafeddin Kalay hocamızdan dinledik.

    Abdulfettah Ebu Gudde denince akla ilk gelen Zahid El Kevseri oluyor. Bize biraz Kevseri’den bahseder misiniz hocam?

    Zahid El Kevseri hakkında söylenecek çok şey var. Osmanlı’nın son âlimlerindendir, Osmanlı şeyhulislam ders vekilidir, yani şeyhulislam adına dersi o verir. Eskiden şeyhulislamlar ilim ehline ders verirlerdi. Şeyhulislam’ların işleri çoğalınca, vakitleri azalınca kendilerine bir ders vekili tayin ederler ve dersleri onlara verdirirlerdi. Son şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi, Zahid El Kevseri’ye son derece düşkündür. (Mustafa Sabri Efendi’nden sonra bir şeyhulislam daha vardır lakin bu şeyhulislam ancak bir iki ay bu görevi yapabildiği için son şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi’dir, denir.) Kevseri Mustafa Sabri Efendi’nin, ders vekilidir.

    “1900’lü yıllarda âlim kimdir” denilse, veya şöyle diyelim, “son asır dünya Müslümanları arasında ilk üç âlim kimdir” denilse bunlardan birincisi kesinlikle El Kevseri’dir.

    Hocam Üstad Bediüzzaman’la aynı çağda olmasına rağmen bunu söyleyebilir miyiz?

    Bir şey söyleyeyim, kimse kızıp darılmasın, Zahid El Kevseri’nin yanında Said Nursi’ye âlim diyemezsiniz.

    Peki, neden bu kadar gölgede kalmıştır?

    Neden gölgede kalmış sayayım: Bir, rejimle uyuşmadı; iki, ilahiyat fakültesi zihniyetiyle uyuşmadı. Aslında bunlar uzun uzun konuşulması tartışılması gereken mevzular.

    Bakın bu tip insanlar baş tacı edilmesi gerekirken, anlaşılması ve anlatılması gerekirken, çektikleri çileler, aileleriyle sürgünlerde çektikleri bilinmesi gerekirken gençlerin gündeminden uzaklaştırılıyor ve isimleri bile anılmıyor.

    Şöyle söyleyeyim; Zahid El Kevseri’nin yanında ne Süleyman Hilmi Tunahan’a, ne Said Nursi’ye âlim denilemez; tekrar söylüyorum, talebeleri, öğrencileri darılmasın ama bu böyle.

    Bu insanlar zirve insanlardır: Zahid El Kevseri, Mustafa Sabri Efendi, Ali Haydar Efendi ve onlardan biraz aşağıda Elmalılı Hamdi Yazır vardır. Tekrar ediyorum, onların yanında diğerlerine âlim denmez. Gerçek budur, onlar gerçekten âlimlerdir. Kesinlikle “diğerleri değildir” demiyorum fakat bu saydıklarım rejimi kabul etmemişlerdir, Türkiye’nin başına gelecekleri kabullenmemişlerdir, dışlanmışlardır ve ülkeyi terk etmek zorunda kalmışlardır. Daha sonra 157’likler içinde, İstiklal mahkemelerinde yargılanıp öldürülmek üzere aranmışlardır.

    Bu yüzden Mısır’a gitmişler, Mısır’da aleyhte yapılan propagandalar yüzünden çürük domates yağmuruna tutulmuşlardır. Buna çok kırılmışlardır; davet edenler de kırılmıştır. Bunun üzerine Mustafa Sabri Efendi oradan Mekke’ye geçmiştir. Kısaca Mekke’ydi, Suriye’ydi, Lübnan’dı, bu topraklarda yerleşecek yer aramışlardır. Suriyeliler şu anda Zahid El Kevseri hayranıdır; kendisinde Kevseri’nin kitabı olan insan “bende altın var” diye övünür, sevinir.

    Daha sonrasında Mısırlılar yalvarmışlar, özür dilemişlerdir. Bu insanlar ömürlerinin sonunu Mısır’da geçirmişlerdir. Bu sebepten yurt dışındakiler bizden daha iyi tanıyorlardır bu insanları. Abdulfettah Hoca da bu sırada bu insanları tanımış, Ezher’de onlarla tanışmıştır. Bu esnada Zahid El Kevseri’ye bağlanmıştır, çünkü hadis ilminde çok ciddi bir ilmi ve ağırlığı vardır. Mustafa Sabri Efendi ise felsefe ve mantık ilminde çok oturaklı bir ilmi olan, bunu müthiş kullanan bir âlimdir. Abdulfettah Hoca,  Mustafa Sabri Efendi’nin Mevkiful  İlmi Vel Akıl adlı  eserini  asrın kitabı olarak yorumlar. Son derece kıymetli bir kitaptır. Son devirde mezhepler tarihi ve fikrî akımlar üzerine kitap yazanlar eğer bu kitabı okumadılarsa kesinlikle eksiktir. Bu alanda bir tez hazırlansa ve bana gelse eğer bu esere bakılmadıysa kesinlikle bir eksi puan düşerim. İşte bu insanlar artık bu diyarlardadırlar ve Abdulfettah Hoca da burada El Kevseri’yi tanımış ve onun çok sadık ve edepli bir öğrencisi olmuştur.

    Peki, Abdülfettah Ebu Gudde Hoca’ya geçecek olursak, onun hayatı ve yaşantısıyla alakalı aktaracaklarınız nelerdir bizlere?

    Ebu Gudde Hocaefendi hadis ilminde ciddi bir ilmî birikimi olan, aynı zamanda siyasi öngörüsü müthiş olan bir insandır. “Siyasi ufku olan” derken şunu kastediyorum: Dünya Müslümanları arasında siyasi ufku olan ilim ehli çok azdır. Yani neler dönüyor, dünyada neler cereyan ediyor? Şu anda adım atılacak olsa, siyasilere tavsiyelerde bulunulacak olsa, yönlendirmeler yapılacak olsa bu ilim ehli çok nadirdir. İlimle uğraşan insanların önüne imkân serilmiyor; çoğu geçim sıkıntısı çekiyor ve dünyada olup bitenden bihaber kalıyorlar. Bunları aşabilen, ufku açık olabilen insan çok fazla değil. Böyle olmaları istenmiyor da zaten, siyasetten bihaber olunması isteniyor âlimlerin.

    Bugün rahmetli Erbakan’ın âlimlerle neden istişare etmediği soruluyor. İyi de ilim adamlarıyla istişare etseniz, bir tanesi herkes sarık cübbe giysin istiyor, bir tanesi şunu yapın, bir tanesi bunu yapın diyor, yani dar çerçevede dönüyorlar. Eyvallah, bu söyledikleri kötüdür demiyorum ama siyasi bir ufka sahip olan, ilim irfana sahip adam yetiştireceksin. 15 yılda bir profesör yetişiyor fakat bakın 1940’dan beri biz bu işe özen gösterseydik, adam yetiştirseydik şimdi her şey çok farklı olurdu.

    Hocam Abdulfettah Hoca neden mecburen hicret etmek zorunda kaldı?

    İşte Abdulfettah Hocaefendi siyasi ufku olan bir insandı. Mevcut idareleri ve sistemi kabullenmediği için, Suriye’de istenmedi. Ebu Gudde Hoca Suriye’de aranmıyordu; hakkında idam kararı verilmişti ve yakalandığı an idam edilecekti.

    Belki çok fazla değindik, ama söylemeden geçemeyeceğim. Belki birilerinin ağrına gidecek ama Zahid El Kevseri’nin laiklik hakkında sorulan bir soruya söylediği biber gibi bir cevap  vardır. Ebu Gudde Hoca da tamamen bu cevaptaki zihniyete sahip olduğu için idam kararı verilmiştir. Nedir bu cevap: “Laiklik bütünüyle İslam’ın dışındadır.” Kendisi de bu minval üzere ehil âlimler yetiştirme çabasında olduğu için istenmeyen adam olmuştur.

    Her şeye rağmen Suudi Arabistan’ın böyle bir özelliği vardır, ilim ehli kabul ettikleri bir insanı sahiplenir ve kimseye vermezler. Suriye defalarca kendisini Suudi Arabistan’dan istemiştir. Buna rağmen Suudi Arabistan vermedi ve vermeyi kendine yediremedi; üstelik şu ankiKral Abdullah ile Hafız Esed dünür olmalarına ve Esed’in bunu kullanmaya çalışmasına rağmen, Ebu Gudde Hoca’yı Suriye’ye vermemişlerdir.

     

    Seyfullah Şenel 

    Dünyabizim

  • Diyanet Latin Amerikayı İrşada hazırlanıyor

    TDV Genel Müdür Yardımcısı Mustafa Tutkun, gelen talepler üzerine Latin Amerika’daki Müslümanlara yardım için harekete geçtiklerini belirtti. Küba, Trinidad-Tobago ve Brezilya’daki Müslümanlar başta olmak üzere, bölgedeki diğer ülkelere de yardım etmek için ‘’Latin Amerika İrşad Projesi’’ni hayata geçirdiklerini ifade eden Tutkun, bu kapsamda Haziran ayında 3’ü kadın 6 Kübalı Müslüman’ın Türkiye’ye eğitim için geleceğini söyledi.

    Küba ve Brezilya’da eğitim

    Gelen Kubalıların Küba’daki cami ve mescit yöneticileriyle irtibata geçilerek belirlendiğine dikkati çeken Tutkun, projenin henüz pilot uygulama aşamasında olduğu için sayısının az tutulduğunu kaydetti. Kübalı Müslümanların Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Bolu’daki merkezinde eğitim göreceklerini bildiren Tutkun, misafirlerin tüm ihtiyaçlarının karşılanacağını söyledi. Kübalılar’a İslam’ın temel inanç esasları ve ibadetlerle ilgili bilgilerin yanı sıra Kur’an-ı Kerim, İslam medeniyeti ve İslam tarihiyle ilgili eğitim verileceğini dile getiren Tutkun, katılımcılara kendi dillerinde dini kaynak eserlerin de hediye edileceğini bildirdi. Türkiye’de eğitim alan 6 kişinin yeni kursiyerlerin seçiminde de kendilerine yardım edeceklerini belirten Tutkun, Türkiye’de imam hatip lisesi ya da ilahiyat fakültesinde eğitim almak isteyen Kübalı öğrencilerin taleplerini de toplamaya başladıklarını söyledi. Tutkun, Proje kapsamında Trinidad-Tobago ve Brezilya’daki Müslümanlar’a da yardım edeceklerini dile getirdi.

    Star

     

  • Mucize Bir Meydan Okumadır

     

    Mucize terim olarak; ‘insanların her türlü güçleri dışında kalan, çalışarak elde edilemeyen ve ancak Hak Teâlâ’nın iradesi ve verdiği ilahî güçle olan âdetler üstü bir olay‘dır. Peygamberlik iddiasında bulunan ve inkarcılara meydan okuyan zatın, iddia ve davasının hak olduğunu, söylediklerinin doğruluğunu tasdik etmek için, -Allah’ın izniyle- izhar ettiği ve diğer insanların bir benzerini yapmaktan aciz kaldığı tabiat kanunları ve âdetlerüstü harikulade bir hadisedir.

    Mucizenin iki temel özelliği vardır;

    • Meydan okuması
    • İnkarcıları aciz bırakması

     Mucize ile ilgili bazı şartlar ise şunlardır;

    • Mucize, Allah-u Teâlâ’nın fiilidir. Çünkü Allah, fail-i muhtardır; yani dilediğini yaratır. Sadece kendi tarafından yaratılan bir fiilin doğruluğunu tasdik eder. Mesela, Musa (as)’ın elindeki asayı yılana çevirmesi, İsa (as)’ın ölüyü diriltmesi gibi mucizelerdeki fiiller, Hak Teâlâ’nın irade ettiği ve yarattığı fiillerdir. Bunların peygamberlere nisbeti mecazidir.
    • Mucize, bilinen tabiat kanunları ve âdetler üstü olmalıdır. Tabiat kanunlarına ve kainatın normal nizamına göre meydana gelen (güneşin doğması gibi) hadiselerde fevkaladelik özelliği yoktur.
    • İtiraz edilmesi imkansız olmalıdır. Çünkü icazın fonksiyonu, karşı çıkanların aczini ortaya koyarak onları susturmaktır.
    • Mucize, Allah’ın tasdikine bir delil olarak, peygamberlik iddiasında bulunan zatın elinde meydana gelmelidir.
    • Gösterilen mucize peygamberin iddiasına -yani yapacağını ilan ettiği şeye- uygun olmalıdır. İddiasına uymayan başka bir harika gösterse, mucize sayılmaz.
    • Peygamberin iddiasına uygun olarak gösterdiği mucize, kendisini yalanlamamalıdır.
    • Mucize, iddiadan önce veya çok sonra olmamalı, peygamberlerin sözünü (iddiasını) müteakip hemen meydana gelmelidir.
    Mucizeye İnanmanın Hükmü

     

    Her Müslümanın, Allah tarafından insanlara gönderilmiş peygamberlere, davalarında sadık olduklarını ispat eden mucizeler verildiğine inanması farzdır. Bütün peygamberleri Hak Teâlâ mucize vererek tasdik etmiştir. Nitekim bu durum Kur’ân’da adı geçen her peygamber hakkında indirilen âyetlerle sabit olmuş ve onlara verilen mucizeler  de açıklanmıştır. O halde mucize gerçeğine iman; Kitab, sünnet ve icma-i ümmet ile sabittir. Kur’ân’la sabit olan “İsra” ve “İnşikak-ı Kamer” (ayın ikiye yarılması)  gibi hissî ve kevnî mucizelere iman gereklidir.

    Peygamberlerin hepsine mucize verildiğine dair pek çok âyet olduğu gibi “Her peygambere mutlaka insanların değer verdiği şeyler cinsinden bir âyet (mucize) verilmiştir. Ama Bana verilen âyet (mucize) ise, vahiydir ve Allah Bana vahyetmiştir. Bu sebeple kıyamet günü, diğer peygamberlere nazaran tabileri en çok olan peygamberin ben olacağımı ümid ediyorum.” (1)hadisi de buna işaret  etmektedir.

    Mucizenin Çeşitleri


    Kelam alimlerine göre mucizeler iki ana gruba ayrılır:

    • Hissî ve kevnî mucizeler (yaratılışla ilgili, gözlemlenebilen)
    • Akli (manevi) mucizeler

    Hissî ve kevnî mucizeler de, mahiyet ve keyfiyet bakımından iki grupta toplanır:

    • Hak Teâlâ’nın seçtiği üstün vasıflı şahsiyetler olan peygamberlerin mümtaz zatları ve kamil sıfatları ile ilgili fevkalade haller, üstün meziyetler ve özelliklerdir.
    • Peygamberlerin zat ve sıfatları dışında meydana gelen ve her peygambere verilen, o zamanki insanların duyu organları ile müşahede ettikleri tabiatüstü olaylar hissî ve kevnî mucizeler grubuna girer. Bunlar her peygamberin peygamberliğini ispat etmek için Allah’ın izniyle gösterdiği, o zamanki insanları aciz ve hayran bırakan fevkalade eşsiz hadiselerdir.
    Hissi Ve Kevni Mucizeler

    Bütün peygamberler, Allah’ın elçisi olduğunu ispat etmek için genellikle göze hitap eden hissî mucizeler göstermiştir. Bu fevkalade hadiseler, her peygamberin içinde yaşadığı dönem gereği ve insanların anlayışına göre emsalsiz sayılan ve başkalarının benzerini yapmakta aciz kalarak hayret edecekleri türden mucizelerdir. Mahiyet ve keyfiyeti bakımından hissî ve kevnî olan bu mucizelerin çoğu Kur’ân-ı Kerim’de açıklanmıştır. Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa ve Hz. Muhammed (sav)’in gösterdikleri Kur’ân-ı Kerim’le sabit olan bu tür mucizelerden bazıları:

    • İbrahim (as)’ın, ateşe atıldığı halde yanmayarak kurtulması.
    • Musa (as)’ın elindeki asanın, Firavun’un sihirbazlarının yaptıklarını yutan bir ejderha haline gelmesi, sonra eski haline dönmesi… Aynı asayı Hz. Musa’nın Kızıldeniz’e vurmasıyla, denizin yarılması… Musa (as) ve İsrailoğullarının kurtulmaları, Firavun ve askerlerinin boğulmaları.
    • İsa (as)’ın ölüleri diriltmesi, hastalara dokunarak onları iyi etmesi.

    Rasûlullah (sav)’ın  da pek çok hissî ve kevnî mucizeleri vardır.

    Kaynaklarda Hz. Muhammed (sav)’den görülen yüz kadar hissî ve kevnî mucize nakledilmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen ve sahih hadislerle sabit, tevatür derecesine ulaşan İsra, Miraç ve İnşikak-ı Kamer (Ay’ın ikiye bölünmesi) mucizeleri zikredilenlerin başında gelir.

    Akli Mucizeler


    Akli mucize, akla ve vicdana hitap eden, her devirde geçerli olan, olağanüstü, eşsiz bir harikadır. Bu tür mucizeye en canlı örnek, yalnız Rasûlullah’a verilen ve O’nun en büyük mucizesi sayılan Kur’ân-ı Kerim’dir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim, her zaman ve mekanda Hz. Muhammed (sav)’in peygamberliğini simgeleyen en etkili mucizedir. Daha önceki peygamberlere verilen hissî mucizelerin fonksiyonu Kur’ân’la sona ermiştir. Kur’ân, hadis, siyer ve tarih kitaplarında anlatılan bu mucizelerin hatıralarda anılan, tarihî, fevkalade olaylar olmaktan öte artık bir etkisi kalmamıştır. Kur’ân gibi akli bir mucizenin, Hz. Muhammed (sav)’e verilip, daha önceki peygamberlerin hiç birine bir benzerinin verilmemesinin hikmeti; onların peygamberliklerinin bir sonraki peygamberin gönderilişine kadar ki belli zamanla sınırlı ve belirli bir millete mahsus olmasıdır. Hz. Muhammed (sav)’in peygamberliği ise, kıyamet gününe kadar baki olduğu için, O’na; bütün insanların peygamberi olduğuna tanıklık edecek Kur’ân-ı Kerim gibi, her devirde geçerli, akli ve eşsiz bir mucize verildi.  Bu sebeple son peygamberin en büyük mucizesi Kur’ân’dır.


     Elif Eryarsoy Aydın


    1) Buharî, Fezailu`l-Kur`ân, 4981; İtisam, 7274; Müslim, İman, 152


    Sonpeygamber

  • İlkokul Kitaplarındaki Tanrı

     

    Tamam, itiraf edelim. Biraz da heyecanlanırdık. Okul bahçesinde yapılan kutlamalarda şiir okumak ayrıcalığına kavuşmuşsak bu heyecan katlanarak artardı. Öğretmenimizin sevgisine nail olmak, arkadaşlarımızın hayranlık dolu bakışlarının bize dikildiğini görmek hoşumuza giderdi. Çünkü çocuktuk.

     

    Belirli günler ve haftalar kutlamaları bu ülkede yıllardan beri devam ediyor. Bundan sonra da devam edecek gibi görünüyor. Eski coşku ve heyecanla olmasa bile.

     

    O şiirler, çocuk zihnimizin sular seller gibi ezberlediği şiirler, hiç de masum değildi aslında. Cumhuriyet ideolojisinin kiralık kalemleri tarafından döktürülmüş, şiir kalitesine sahip olmayan, yeni bir neslin inşasına yönelik şiirlerdi.

     

    Hepsi birbirine benzerdi. Konuları farklı gibi görünse de aynı şeyi, aynı mantıkla, aynı kişi tarafından yazılmış gibi anlatırlardı.

     

    Soğuk sabahların kabusu olan 10 Kasım günlerinde örneğin;

     

    Üşüyen ellerimizi ovuşturarak hiçbir sebep olmasa bile o gün öldüğü için asla sevemeyecek olduğumuz Atatürk’e yakılan ağıtları dinlerdik.

     

    İlhan Demiraslan’ın şu bilindik şiiri gibi:

     

    Bu memlekete en çok hizmet eden,

    Bu aşk ile dağlara gücü yeten,

    On sekiz milyonun omzunda giden

    Atam, Ankara sırtlarında yatar

     

    Veya Faruk Nafiz Çamlıbel’in şu şiiri:

     

    “Tanrı gibi görünüyor her yerde,

    Topraklarda, denizlerde, göklerde.

    Gönül tapar kendisinden geçer de

    Hangi yana göz dalarsa: Atatürk.

    Babasından önce onun adını

    Öğretiyor oğluna Türk kadını,

    Ondan aldık yaşamanın tadını,

    Bahtiyarız, bahtiyarsa Atatürk”

    İlhan Geçer’in şu talihsiz şiiri veya:

     

    Silemez mavi aydınlığını

    Atatürkleşen gönüllerden.

    Ne yobazlaşan karanlık

    Ne kızıl kefen

    Cahit Sıtkı Tarancı da bu kervana katılmıştır:

     

    “Git hemşerim, git kardeşim toprağına yüz sür

    O’dur karşı kıyıdan cümlemizi düşünür

    Resimlerinde bile melül mahzun görünür

    Atatürk’üm kabrinde rahat uyumak ister

     

    23 Nisan kutlamalarında okunanlar da aynı temayı işlerdi.

     

    “Nasıl bayram etmez, sevinmez insan,

    23 Nisan bu, 23 Nisan.

    Türklük gerilemiş çaresiz kalmış,

    Götürmüşken üç kıtaya şeref, şan.

    Kalmış bir sultanın keyfine işler. 

    Nice yıllar olmuş Türkler perişan.

    Gittikçe kuvvetsiz, çaresiz kalmış,

    Dört yandan üstüne saldırmış düşman.

    Milleti yüzüstü bırakıp kaçmış,

    Canının derdine düşmüş de Sultan”

    (Behçet Kemal Çağlar)

     

    “İşte, bugün bir meclis kuruldu,

    Sonra hemen padişah kovuldu.

    Bugün yirmi üç Nisan,

    Hep neşeyle doluyor insan”

    (Saip EGÜZ)

     

    “Düşmanlar da üstelik,

    Saldırınca vatana.

    Başkaldırdı Atatürk,

    Yurdumuzu satana”

    (Fahrünissa ELMALI)

     

    Cumhuriyet Bayramı, 19 Mayıs vs. derken dönemlerin neredeyse yarısını kutlamalarla geçirirdik ve dolayısıyla aynı mesaj bombardımanına maruz kalırdık. 30 Ağustos bize uzaktı çok şükür. Ama diğerlerinde okuldaki kutlamalar bitince stadyum yoluna düşmek gerekirdi. Öğretmenimiz yoklama alırdı ve ertesi gün tek tek neden gelmediğimizi sorardı.

     

    Bize kadar ulaşamayan bayramlar da vardı. Örneğin annelerimizin şiirler okuduğu 27 Mayıs Anayasa ve Hürriyet Bayramı gibi. “Kutlu devrim”e övgüler düzen şiirleri dillendiren çocukların darağaçlarında can verenlerden, ülkenin kalbine postallarıyla basan ayaklardan haberi bile yoktu.

     

    Bazı bayramlar var ki; onlar ilan edilmeden şiirleri yazılmıştı. Bir Ankara bayramı olmamasını hayretle karşılıyorum düşününce. İsmi de “Başkent Ankara Bayramı” olabilirdi mesela. Öğrenciler de Ankara’ya gelmek zorunda bırakılırdı. Anıtkabir önünde alınan bir yoklama bu işi sağlama bağlardı büyük ihtimalle.

    “Saltanatın battığı yer.

    Atamızın yattığı yer.

    Türk kalbinin attığı yer”

     

    “Ankara, Ankara, güzel Ankara,

    Seni görmek ister her bahtı kara.

    Senden yardım ister her düşen dara,

    Yetersin onlara güzel Ankara”

     

    Edebiyatın yüzkarası olan başka bir şiirde ise Ankara daha doğrusu Çankaya şöyle anılır:

     

    “Ebedi bir güneşle burada doğdu gazi,

    Yaprak yığını gibi burada yandı mazi.

     

    Burada erdi Musa

    Buradan uçtu İsa.

    Bülbül burada varsa

    Hürriyet için öter,

    Şehit kanı buranın

    Yapraklarında tüter.

     

    Ne örümcek ne yosun

    Ne mucize ne füsun

    Kabe Arabın olsun

    Bize Çankaya yeter”

    (Kemalettin KAMU)

     

    Örnekleri çoğaltmak, okuyucularımızın çocukluk anılarını tek tek hatırlatmak mümkün değil bu yazıda. Bu duruma üzüleceklerini de pek sanmıyorum. Ama çok isterseniz çocukların okul kitapların şöyle bir karıştırın, o şiirler, yine orada olacaklardır.

     

    HATİCE ARABACI

    İzdüşünce

  • İslam Cemaat Olmayı Zorunlu Kılar!

    Çakır, cemaat olmanın dini ve sosyolojik ihtiyaçtan kaynaklandığını söyledikten sonra; insanın, aciz, zayıf ve yetersiz yaratılmış olması sonucunda, kendisini dışarıya karşı koruma ihtiyacında hissettiğini ve bu duygunun da cemaat olmaya götüren en temel nedeni oluşturduğunu anlattı. Cemaat olmanın; bilinçli olarak bir araya gelmek olduğunu ve ayrıca;

    1- Aynı inanca sahip olmak,

    2- Aynı değerler etrafında toplanmak (aynı zamanda liderin gerekliliği, sevk ve idare ihtiyacı, yan etkileri, kör bağlılık, taklit, taassup, dikta ve sürüden de bahsetti)

    3- Aynı eylemlilikleri sergilemek için cemaatin oluştuğunu söyledi.

    Çakır, konuşmasına şöyle devam etti:

    Cemaat, Fert Şahsiyetini Yok Etmez!

    “İslam dini ile diğer dinleri kıyasladığımızda onun sosyal bir din olduğunu görürüz (inziva yok itikâf var ve itikâf da evlerde değil, toplanma yeri olan camilerde yapılıyor). Kur’an’da, cemaat olgusuna vurgu yapan ayetlerden birinde “Allah’ın ipine topluca ve sımsıkı sarılın” denir. Ayrıca bir diğer ayette mü’minlerin “kurşunla kaynatılmış binalar gibi” olduğundan bahsedilir. Fatiha Suresinde ise “biz”e (cemaate) vurgu yapılır.

    İslam dini cemaati zorunlu kılar. Misal olarak günde 5 vakit kılınan namazın cemaatle olmasını teşvik eder. Ayrıca cuma namazları da bizzat toplantı için ihdas edilmiştir. Bayram namazı ve bayramlaşmalar, hac ve en bireysel ibadetlerden biri olan oruç bile, hep birlikte ve aynı anda başlayıp, bitirilerek, kişiyi birey olmaktan çıkarıp cemaat olmaya yönlendirir.

    Örgüt değil cemaat: cemaat kavramımızın içi boşaltılmış olsa bile biz ona sahip çıkmalıyız. Zira her kavram kendi dünyasını rengi ile boyar (aidat değil infak, eleman değil kardeş vs). Çünkü dil, düşüncenin meskenidir. Her dünyanın dili vardır, her dilin de dünyası (türban- başörtüsü, şeker bayramı-ramazan bayramı, etik-ahlak gibi)…

    Cemaat ne ferdin şahsiyetini yok eder, yok sayar ne de onu tabulaştırır. Cemaat organize bir yapıdır ve canlı bir beden gibidir. Zaten İslam’da da bir vücudun azaları gibi olmak, komşusu aç iken tok yatmamak vaaz edilir. Aynı zamanda cemaat; ilke, inanç, ahlak, hedef, program, yöntem, bilgi, meşruiyet ve temsil kavramlarını da içine alır.

    İslam cemaatinin manevi yönünü şunlar belirler:

    a) Bir Müslüman için cemaatin ilkeleri ile inançlarının çerçevesini en başta Kur’an ve sünnet çizer. İslam cemaatinin ilkeleri, hiçbir surette ne laiklik ne de liberalizm gibi beşeri ideolojilerin etkisi ile sulandırılamaz.

    b) İslami cemaatte bu ilkeleri yaşama geçirme kararlılığı olmalı ve bu da dayanışma ile olmalıdır.

    c) İlim ve araştırma şevki ve tebliğ cemaatin temelini teşkil etmeli. En başta Kur’an’a, sünnete, tarihe, topluma, sisteme (uluslararası, ulusal), insana sağlıklı bakmalıdır.

    d) Ahlaklı ve tutarlı olmalı, başkasına emredip kendini unutmamalı; Peygamber (s)’in emin lakabını, tavrını ve Hz. Hatice’nin peygamber hakkındaki vahiy sonrası ilk sözlerini kendisine örnek almalıdır.

    e) Cemaatin programı, yöntem ve hedefleri olmalıdır. Siyasal hedeflerini mesela, Hz. Musa, Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed gibi oluşturmalı ve kendisine ifrat ve tefritten uzak yöntem belirlemeli, yanlış yerlere ve yönlere kaymamalıdır. Öncelikleri olmalıdır; burada mevzi kazanımlar elbette önemlidir, fakat ona ram olunmamalı ve kimlik ile aidiyet kısmi kazanımlara karşı takas edilmemelidir. Taviz verilmesi karşılığında “Seni lider yapalım” diyen müşriklere karşı, Peygamberimizin tavrı örnek alınmalıdır.

    ***

    Yılmaz Çakır’ın konuya ilişkin soruları cevaplamasından ve katkılardan sonra program son buldu. 

    Timeturk