Yıl: 2012

  • İlahiyat Fakültesine Dekan Atandı

     

    YÖK ‘ten yapılan yazılı açıklamada, bugün yapılan toplantıda eğitim, kadro, mevzuat ve vakıf üniversiteleri koordinasyon komisyonları raporlarının ele alındığı belirtilerek, devlet üniversitelerine ait 10 fakülteye dekan atandığı ifade edildi.


    Pamukkale Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı’na Prof. Dr. Ali Yılmaz atandı

    Açıklamada 

    Adıyaman Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Dekanlığı’na Prof. Dr. Yasin Çiçek,

    Afyon Kocatepe Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Dekanlığı’na Prof. Dr. Yılmaz İçağa,

    Hacettepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanlığı’na Prof. Dr. Çağlar Özel,

    Kocaeli Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Dekanlığı’na Prof. Dr. Ali İhya Karaman,

    Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanlığı’na Prof. Dr. Emin Artuk,

    Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanlığı’na Prof. Dr. Mustafa Odabaşoğlu,

    Ordu Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Dekanlığı’na Prof. Dr. Varol Çanakçı,

    Pamukkale Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı’na Prof. Dr. Ali Yılmaz,

    Selçuk Üniversitesi Beyşehir Ali Akkanat İşletme Fakültesi Dekanlığı’na Prof. Dr. Adnan Çelik

     Mühendislik Mimarlık Fakültesi Dekanlığı’na Prof. Dr. Handan Gülce’nin atandığı kaydedildi.


    Açıklamada, Bahçeşehir Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanlığı’na Prof. Dr. Zehra Durna’nın, Hasan Kalyoncu Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanlığı’na Prof. Dr. Akif Akkuş’un, İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi Dekanlığı’na Prof. Dr. Yahya Kemal Yoğurçu’nun, Kadir Has Üniversitesi Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi Dekanlığı’na Prof. Dr. Şirin Tekinay’ın, TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanlığı’na Prof. Dr. İhsan Sezal’ın, üniversite mütevelli heyetlerince aday gösterilmesi konusunda olumlu görüş bildirilmesine karar verildiği bildirildi.

  • Tiyatroya Baleye Operaya Mescit geliyor

    Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın 42 maddeye çıkardığı “yapı denetimi” taslağı tamamlandı.

    Hürriyet gazetesinin haberine göre; Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın 42 maddeye çıkardığı “yapı denetimi” taslağı tamamlandı.

    Bazı maddeleri tartışmalara yol açacak taslaktan detaylar şöyle;

    İmar planlarında, meydan, yol, park, yeşil saha, otopark, toplu taşıma istasyonu, garaj ve terminal gibi ulaşım hizmetleri için ayrılmış alanlar ve tesisler ile askeri yasak bölgeler, güvenlik bölgeleri ile ülke güvenliği ile doğrudan doğruya ilgili TSK’ya ait harekat ve savunma amaçlı yerler, belediyelere devredilebilecek. Bunun için Milli Savunma Bakanlığı’nın görüşü alınacak. Uygun görüş halinde Maliye Bakanlığı’nın onayı ile belediye ve mücavir alan sınırları içinde belediyeye devredilebilecek. Belediye ve mücavir alan hudutları dışında özel idareye bedelsiz terk edilecek ve tapu kaydı terkin edilecek. Bu yerlerin üzerinde bina bulunduğu takdirde, arsası hariç yalnızca binanın bedeli ödenecek. Mevcut yasada devir işlemlerinde askeri araziler ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün arazileri hariç tutuluyordu.

    İmar planlarında site büyüklüğündeki konut alanlarında, alışveriş merkezi, çarşı, pasaj gibi ticaret alanlarında, işhanı, büro, yönetim binası gibi ticaret hizmet alanlarında, müşterilerin çeşitli ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla kreş, ibadet yeri ve oyun alanı için ilgili kamu kurumlarının Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görüşleri alınarak, yeterli alanlar ayrılacak.

    Yeni düzenlemeye göre, gazino, düğün salonu gibi eğlence yapılarında, sinema, tiyatro, opera, müze, kütüphane, konferans salonu gibi kültürel binalarda, eğitim, özel eğitim, hastane, sağlık ve özel sağlık tesislerinde, kamu hizmeti için kullanılan resmi binalarda, kara limanları, deniz limanları, hava limanları, terminal, tren garı, metro istasyonları gibi ulaşım yapı ve tesislerinde, otel, yurt ve özel yurt binalarında çalışanların veya müşterilerin çeşitli ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla kreş, ibadet yeri ve oyun alanı yapılacak. Aynı biçimde ilgi kurumların görüşü alınarak, bakanlığın hazırlayacağı yönetmeliğe göre yer ayrılacak.

    Kıyı kanunun 6’ncı maddesinde yapılan değişiklikle de kıyılara belli mesafede olmak zorunda olan enerji tesislerine ilişkin yasağında kaldırılması öngörülüyor. Buna göre, kıyılarda “enerji üretim, teşhir, pazarlama, depolama tesisleri, kamuya ait olmak üzere akaryakıt istasyonları ve enerji tesisleri” kurulabilecek. Ayrıca, kıyı alanının gerisinde, ekolojik özellikler dikkate alınarak deniz, nehir veya göl ile bağlantılı kanal ve göletler yapılabilecek. Bu düzenleme, nükleer santral, nükleer santral göleti, soğutma depoları ve doğalgaz depolama tesisleri, termik santral kurmaya olanak sağlanacak. Aynı düzenleme ile kıyılardan “devlet yolu, demiryolu” geçmesine de olanak sağlandı.

    Özel hukuk gerçek ve tüzel kişilerine veya özel hukuk hükümlerine tabi kamu kurum ve kuruluşlarının, imar planı ve değişikliklerinde katkı payı alınacak. Artan değerin yüzde 40’ı, kamuya değer artış payı olarak alınacak. Değer artış payı olarak hesaplanan miktarın yüzde 30’u bakanlığa ödenecek. Geri kalan yüzde 70’i plan değişikliğini onaylayan ilgili idareye, büyükşehir belediye sınırları içinde plan onanan hallerde ise ilgili idarece alınan miktar büyükşehir belediyesi ve ilgili ilçe belediyesi arasında eşit olarak paylaştırılacak. Değer artışına yol açan plan değişikliği Bakanlıkça onaylanan hallerde, değer artış payının tamamı Bakanlığa ödenecek. Değer artış payı olarak alınan miktarlar, kentsel dönüşüm uygulaması hizmetleri dışında kullanılamayacak.

    İmar yasasının ek-4’üncü maddesine “İl genelindeki toplam mera, yaylak ve kışlakların fiilen kullanılan yerleşim alanlarının binde beşi aşması halinde mevcut kullanılan yerleşim alanları muhafaza edilir ancak yeni yerleşim alanı açılamaz” fıkrası eklenecek. Kaçak yapılara af getirilirken, yeni yerleşim alanları açılması engelleniyor. Ak Parti iktidarı döneminde bir af daha çıkartılmıştı.


  • Muhabbettir Arapça

     

     

    İmam Hatipli yıllar ve Arapça da derslerden birisi. Nasıl olacak şimdi? Arapça nasıl bir ders olur? Anlaşılır mı ki, anlatabilirler mi? Anlamadım, anlatamadılar ve anlamak da istemedim. Halk arasında -affedersiniz- kaba bir tabirle şöyle bir algısı vardı, ”Arap çorbası”. Kıyısından bile geçmedim. Yıllar öylece geçti. Arapça sözlüğümü seninle asla bir işimiz olmaz deyip okulun kütüphanesine bıraktım. Ve görünürde uzun bir süre işimizde olmadı.

     

    Biraz daha düşünmeye başlayınca, düşününce anladım kıymetini. Ben Müslüman’dım, Kitabım Kur’ân’dı ve sen kitabımın diliydin. Peki, nedendi bu ayrılık? Hayat rehberim inmeliydi o elimin dahi uzanamayacağı duvardaki yerinden yüreğime, dilime, hayatıma. Muhabbet edebilmeliydim Yaratanımla.

     

    “Apaçık Kitaba andolsun ki iyice anlayasınız diye biz, onu Arapça Kur’ân yaptık.”(Zuhruf–3-)

     

    Allah-u Teâlâ insanların anlaştıkları, aralarında konuştukları, kendi dilleriyle hitap etmişti onlara. Deryalar kadar derin bir dildin, derinliklerinde kaybolabilirdi insan. Kaybolmalıydı da. Yaratan  hitap ediyordu o lisanla.

     

    Sanki her kelimesine, cümlesine kaideler nakşedilmiş. Her yeni kaidenin ardından bir ayet işitmek, ayrı bir heyecandı. Harflerin dizilişi, okunuşundaki ahenk hiçbir şeyde yoktu. Müşrik Arapların dahi nutku tutulmaktaydı, o hoş sedayla, işittikleri Kur’ân ayetleriyle. Kimileri de iman ile şereflenmekteydi. Elbette bu aciz fakirin anlatmaya ne sözleri, ne de gücü yeter. Kelimeleri kifayetsiz kalır.

     

    Arapçayla dolu dopdolu geçirdiğim son bir yıl gerçekten gönlümde başka bir yer edinmişti. Sınavlar, projeler, yoğun ders temposu canımı sıkar gibi olduysa da çok da umurumda değildi. Hayallerim başkaydı, umutlarım bambaşkaydı.

     

    Yasaklıydın ezanlarda, ölüler üstüne okunmaktaydın, dillerde yoktun, gönüllere hiç girmemiştin. Ancak Kur’ân’ı o bana, bize indiği haliyle işitince, okuyunca anlamak. Ruhu’l-Kudüsün Allah Rasulü’ne okuduğu andaki gibi anlamak. Allah Rasulü’nun hayatına,  bizim hayatımıza indiği gibi anlamak başka bambaşkaydı.

     

    Muhabbetimin tamda olabilmesi için duam. Anlayabilmek, yaşayabilmek, anlatabilmektir. Evet, bu muhabbete vesiledir Arapça.

     

    SERPİL  BAKIRCI

    İzdüşünce

  • Bozdağ: Diyanet Laikliğe Değil Sünnete Bakmalı

    Diyanet İşleri Başkanlığı’nca Sapanca ilçesindeki Güral Otel’de düzenlediği İl Müftüleri Semineri’nin açılışında konuşan Bozdağ, şu görüşleri ortaya koydu:
    ”Koca koca mahalleler Ankara’da da İstanbul’da da başka yerlerde de mahalleler kurulmuş. Toplu konut eliyle yeniden konutlaşma, insanların yenilemesi suretiyle, cami sayısına bakıyorsunuz, ’şurada bir minare, kubbe var mı’ diye baktığınızda minareyi, kubbeyi göremiyorsunuz. Ezanı duymadan sabah uyanan, duymadan akşam yatan insanların olduğu mahallelerimiz artmaya başladı. Öyleyse bizim il müftülerimizin bu işe el atması lazım. Şehirler yeniden dönüşürken, gecekondular yeniden yıkılıp yapılırken veya yeni alanlara yeni konutlar inşa edilirken… Türkiye’nin gelişen, değişen şehirleşme politikaları çerçevesinde oluşan yeni alanlarda, yeni şehirlerde camilerin yapılması ve oralarda ezan sesinin duyulması ibadet ihtiyacının karşılanması için büyük bir çalışmaya ihtiyaç olduğu kanısındayız” diye konuştu.

     

    Müdahaleci bir laiklik var
    Yeni anayasa çalışmalarında, 136. maddedeki Diyanet İşleri Başkanlığı’nın düzenlendiğini belirten Bozdağ, şöyle konuştu:
    “Bu madde içinde laiklik ilkesiyle bağdaşmayan bir husus var. Yeni düzenlemede laiklikle bağdaşmayan bu hususun da Diyanet İşleri Başkanlığı’nı düzenleyen maddeden çıkarılmasında fayda vardır. Nedir o? ’Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı laiklik ilkesi doğrultusunda’ diye başlıyor… Yani görevini yaparken ’laiklik ilkesi doğrultusunda görev yapar’ diye bir görev tanımı yapılıyor. Yani laikliğin izin verdiği kadar din anlatımına, laikliğin izin verdiği kadar hizmete izin veren yapı var. Halbuki biliyoruz ki anayasamızda laiklikle ilgili maddelerin gerekçesinde de çok açıkça yazıyor ki laiklik dinin devlete, devletin de dine karışmaması, bütün inançların teminatı, sigortası olması, herkesin inandığı gibi yaşamasının sigortasıdır ama 136. maddeye baktığınızda diyor ki, ’anlatabilirsin ama benim izin verdiğim kadar… Bu müdahaleci bir laiklik anlayışıdır, doğru bir şey değildir.”
    Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevinin İslam konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek olduğunu anımsatan Bozdağ, kurumun görevini laikliğe göre değil, Kuran ve sünnete göre yapacağını bildirdi.

  • Yerle Bir Olan Karizma!

     

     Tanıdık bir yüz: “-Ne oldu? Bu ne surat, 

    “-Sorma, keşke öyle olsaydı, benimkinin yanında bir iki gemi batmış lâfı mı olur” demiş.

    “-Hayırdır, ne oldu anlat hele, derdini söylemeyen çare bulamaz, derdine çare  bulamasak bile en azından dinleriz, sen de böylece rahatlamış olursun”, demiş. Adam biraz ısrar üzerine anlatmış başlamaya:

    “-Sorma dün ceketim yere düştü!”

    “-Eee, ne var bunda. Nasrettin hocanın hesabı yoksa sen içinde miydin?”

    “-Şakanın sırası değil şimdi.”

    “-Yahu bir ceket yere düşmüş bunda ne var? Çamura mı düştü, hem düşse ne olur, temizletir, ütületirsin olur biter.”

    “-Yok bre öyle değil.”

    “-Ya ne?”

    “Bak anlatayım. Ben yirmi yıldır evliyim. Kapıya ayağımın ucuyla vururum, hanım derhal açar, ben sağ ayağımla içeri girerim, ayakkabılarımı çıkarırım, ceketimi de geriye doğru atarım, hanım onu tutar ve yerine asar. Dün de aynısını yaptım, fakat bu kez ceket yere düştü. Tam o saatte ve o yerde hanım yoktu. Düşünebiliyor musun, bizim otorite ne hale geldi. Düşen ceket değildi, benim karizmaydı. Onun içinde ben olsaydım bu kadar yara almazdım, bir yerlerim acırdı ama geçerdi. Şimdi bu ceketin düşmesi sonucu benim aldığım yara iyileşecek cinsten değil arkadaş. Sen olsan benim yerimde ne yapardın söyler misin?

    “-Bak şu işe! Gerçekten çok haklısın. Doğrusu ben de otuz yıldır evliyim ve benim ceketim bir kez bile olsun hiç düşmedi ve eminim ki bundan sonra da hiç düşmeyecek.”

    “Yok yaa! Nasıl emin olabiliyorsun. Düne kadarbende senin gibi hiçbir zaman düşmeyeceğinden emindim. Ama bugün bak şu halime!

    “Benim ki düşmedi ve düşmeyecek de. Ama bir sor hele, niye?”

    “Eh hadi sorak, niye?”

    “-Çünkü ceketimi hep ben kendim asarım da ondan.”

     

    Ceketi düşen adam sonra sebebi öğrenmiş, kadın hamur yoğuruyor, eli yağ içinde imiş. Yeterince kabul görecek bir mazereti varmış ama buna rağmen adam bir türlü kabul edememiş, efendim niye vaktinde yoğurmamış ve vaktinde kapı arkasında bitivermemiş ve niye… şöyle olmuş böyle olmuş!

     

    Kadınına ve çocuklarına bir kez olsun “Seni seviyorum” dedirtmeyen karizma da, otorite de olmaz olsun.

    Bir türlü hem cemali hem celali bir araya getiremedik. İlgi bağının ya ucunu kaçırdık, ya da kırılacak kadar sert tuttuk. Muhabbetli ve mehabetli olamadık, sevgi ile saygıyı bir arada tutamadık.

     

    Kalın sevgiyle, saygıyla!

    Garibce

     

  • Dinler Tarihi Akademisyenleri Marmara İlahiyatta Buluştu

     

    Türkiye İlahiyat Fakülteleri Dinler Tarihi Anabilim Dalları II. Koordinasyon Toplantısı 1-3.06.2012 tarihleri arasında Marmara İlahiyat Fakültesi’nde gerçekleştirdi. Koordinasyon toplantısına Türkiye’nin birçok ilinde yer alan İlahiyat Fakülteleri’nde görev yapan Öğretim Üyeleri katıldı. Anabilim Dalı’nın meselelerinin ele alındığı toplantı, Fakülte Dekanı Prof.Dr. Ali Köse’nin yaptığı açılış konuşması ile başladı. Sırayla söz alan Prof.Dr. Ömer Faruk Harman, Prof.Dr. Abdurrahman Küçük, Prof.Dr. Harun Güngör, Prof.Dr. Şinasi Gündüz ve Prof.Dr. Ali İhsan Yitik, dünyadaki ve Türkiye’deki yeni gelişmeleri dikkate alarak anabilim Dalı’nın geliştirilmesi ile ilgili bazı tavsiyelerde bulunuldu. 

     

    Bu yıl, koordinasyon toplantısında aynı zamanda ‘Dinlerde Heretik ve Senkretik Hareketler’ başlıklı bir sempozyum da gerçekleştirildi. Dört oturumda gerçekleşen sempozyum ‘heretik hareketler’ kısmında; Doç.Dr. Kürşad Demirci ‘Heretik Bir Ermeni Hareketi: Pavlakilik’, Yrd.Doç.Dr. Muhammet Tarakçı ‘Nestorius Nesturî miydi?’, Prof.Dr. Hidayet Işık ‘Bakıllânî’nin Temhid’inde Nesturilere Yönelik Eleştiriler’, Doç.Dr. Hakan Olgun ‘Katoliklik Perspektifinden Bir Heretik Hareket Olarak Protestanlık’; ‘senkretik hareketler’ kısmında ise, Prof.Dr. Kadir Albayrak ‘Bogomillik’, Ar.Gör. Hammet Arslan ‘Sih Dini’, Doç.Dr. İsmail Taşpınar ‘Mani ve Maniheizm’ ve Prof.Dr. Mustafa Öz ‘Bahailik’ konulu tebliğler sundular.

    Koordinasyon Toplantısı, Pazar günü sabah yapılan Büyük Çamlıca gezisi ve özel bir yat ile yapılan yemekli Boğaz gezisi ile son buldu. Koordinasyon Toplantısı’nın önümüzdeki yıl Samsun Ondokuz Mayıs Ünüversitesi İlahiyat Fakültesi Dinler Tarihi Anabilim Dalı’nın organizatörlüğünde yapılmasını kararlaştıran katılımcılar, toplu bir fotoğraf çektirdikten sonra vedalaşarak ayrıldılar.

     

     

  • Müftüler, Şehrin Manevi Mimarları Olmalı

     

    “Müftüler, şehrin manevi mimarları olmalı”
    İl Müftüleri, Diyanet İşleri Başkanlığı Eğitim Hizmetleri Genel Müdürlüğünün Sapanca’da düzenlediği İl Müftüleri Semineri’nde bir araya geldi.

    Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın da katıldığı seminerin açılışında konuşan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, din hizmeti kavramının zamanla yarıştığını ve yeni hizmet alanlarının ortaya çıktığını belirterek, Diyanet teşkilatının da bu yeni mecralarda hizmet vermek zorunda olduğunu söyledi. Müftülere bu noktada büyük sorumluluklar düştüğünü dile getiren Başkan Görmez, müftülerin, “şehrin manevi hayatını yöneten kimseler” olmaları gerektiğini kaydetti. 

    Başkan Görmez, şöyle konuştu:

    “Her bir müftümüz, vatandaşlarımızın camilerdeki ibadetlere katılım oranlarını bilmek ve daima takip etmek durumundadır. Şehrimizin nüfusu ne kadar, sabah namazına kaç gencimiz katılıyor, bizim hizmetlerimizden istifade eden vatandaşlarımızın sayısı o ilin nüfusunun kaçta kaçını oluşturuyor, bunu takip etmek zorundayız. Eğer il müftülerimiz, bulundukları şehirde kaç sokak çocuğunun olduğu ve ne kadar suç işlendiği ile ilgili bilgi sahibi değilse, o şehre hizmet götürmekte zorluk çekecektir. Müftülüklerimiz, şehirdeki yıllık boşanma oranları nedir, yılda kaç aile dağılıyor, uyuşturucu dediğimiz zararlı alışkanlık, şehrimize ne kadar giriyor, çocuklar, gençler kötü alışkanlıklara ne kadar meylediyor sorularının cevaplarını bilmek zorundadır. Bunları çok iyi tespit edip göremezsek, şehrin dinî ve manevi hayatını yönetmekte kusurlar ortaya çıkar.”

    İslâm irfan geleneğinde müftülük makamının sivil bir inisiyatif olduğunu vurgulayan Başkan Görmez, Diyanet İşleri Başkanlığını bürokratik bir kurum olarak düşünmenin haksızlık olacağını dile getirdi. Başkan Görmez, şöyle konuştu:

    “İslâm geleneğinde Müftîlik, aslında sivil bir kurumdur. Dolayısıyla biz müftülüğü ve Diyanet İşleri Başkanlığını sadece bürokratik bir mekanizmaya dönüştürme hak ve salahiyetine sahip olamayız. Diyanet İşleri teşkilatını bürokratik bir kurum olarak düşünmek, hem Diyanet İşleri Başkanlığına hem din-i Mübin-i İslâm’a haksızlık olur.” 

    “Din görevlilerinin rol ve statü tanımları değişmiştir”

    Günümüzde Diyanet İşleri Başkanlığına yönelik beklentilerin arttığına dikkat çeken Başkan Görmez, Başkanlığın geleneksel rol ve statüsünün güçlendirilmesi için çalışmalar yapıldığını, din görevlilerinin de kendilerini yasada belirlenen rollerle sınırlayamayacağını dile getirdi. Başkan Görmez, konuşmasını şöyle sürdürdü:

    “Görev ve sorumluluklarımız, alelade bir devlet görevlisinin sınırlarını zorlamaktadır. Bugün bir müftünün, bir vaizin, bir Kur’an kursu öğreticisinin, din görevlisi ya da müezzin kayyımın, yasada belirlenmiş rol ve statüleriyle kendi görev tanımını yapması mümkün değildir. Bugün bu kadroya yönelik beklentiler artmıştır. Bir telafi ve ihya seferberliği içinde toplumsal sorunları karşılamaya, bu sorunlar karşısında mevcut vaziyetimizi besleyici ve koruyucu önlemler kadar yeni açılımlara da ihtiyacımız vardır. Bir yandan kendi mevcudiyetimizi tahkim etmek ve personel rejimini makulleştirmeye çalışırken bir yandan da yeni açılımlarla ufkumuzu zenginleştirmek ve geleceğe hazırlıklı olmak zorundayız. Esasen din hizmetlerinde gerekli sonuçları alabilmek, sunduğumuz hizmetlerde kaliteyi yakalayabilmek, değişik süreçlerde yaşanmış kayıpları telafi etmek, hafızamızı canlı tutmak, güçlü ve kişilikli bir ahlaki yapılanmaya hem rehberlik etmek hem de bunda sebat edebilmek için birlik olmak gerekecektir.” 

    “Şehrin dinamiklerini ayakta tutmak zorundayız”

    Diyanet İşleri Başkanı Görmez, il müftülüklerinin diğer kamu kurum ve kuruluşları ve sivil toplum örgütleriyle birlikte hareket etmesinin önemine de değindi. 

    Başkan Görmez, “Sivil toplum kuruluşları, İlâhiyat Fakülteleri, ilde görev yapan din kültürü öğretmenleri ve hizmet üreten diğer kurum ve kuruluşlarla daima birlikte hizmet planlamaları yapmak zorundayız. Onlarla birlikte hareket etmeliyiz. Şehrin bütün dinamiklerini harekete geçirerek, dinî ve manevi hayatını ayağa kaldırmaya çalışırsak o takdirde daha faydalı hizmetlere öncülük yapmış olacağız. Bizim bundan imtina etmemiz mümkün değil. Şehrimizin bütün potansiyelini hareket geçirmek zorundayız.” diye konuştu.

    “Cami ihtiyacı büyüyor”

    Açılışta konuşan Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ da şehirlerin, göçler ve yeni açılan iskân alanları ile sürekli büyüdüğüne dikkat çekerek, cami ihtiyacının da arttığını vurguladı. “Şehirlerimiz, devasa büyüyor. Bu, cami ihtiyacını da beraberinde getiriyor.” diyen Başbakan Yardımcısı Bozdağ, “Bir yerde yeni konutlar yapılıyor ve yeni alanlar açılıyorsa orada il ve ilçe müftüleri, belediye başkanları ve valilerle mutlaka irtibat kurmalı ve kıyıda köşede, saklanmış bir yerde değil, mahallenin en güzel ve uygun yerlerine Allah’ın evlerinin yapılması konusunda hassasiyet göstermeli.” diye konuştu. 

    “İslâm’ı anlatanlar, zaman ve zemine göre değil, Kur’an ve sünnete göre konuşmalı”

    Başbakan Yardımcısı Bozdağ, din görevlilerinin zamana, zemine ve konjonktüre göre değil, Kur’an ve sünnete göre konuşmaları gerektiğini de söyledi. Başbakan Yardımcısı Bozdağ, şöyle konuştu:

    “İslâm’ı anlatanlar, Kur’an’, sünnet, ictihad ve ulemanın Kur’an ve sünnetten gelen anlayışlarını dikkate alarak, zaman neyi söylerse söylesin, zemin ne olursa olsun, konjonktür ne olursa olsun, soran kim olursa olsun, Allah ve Resulünün dediğini söylemelidir. Gerçek müftüler ve gerçek din âlimleri, işte bunlardır. Eğer biz zaman ve zemin kaygan diye düşünürsek, o zaman geçmişe dönüp baktığımızda, çok büyük fedakârlıklar yapmış ve büyük bedeller ödemiş nice âlim ve müftüye haksızlık etmiş oluruz. Bu âlim ve müftülerin dik durmaları, zamana, zemine ve sorana göre değil, Kur’an ve sünnete göre konuşmaları, İslâm’ı her zaman ve her dönemde ayakta tutmuştur. Sıkıntıları aşanlar, her zaman Allah’ın rızasını arayarak yoluna devam edenlerdir. Başka rızaların peşine düşüldüğü zaman, sıkıntılar maalesef aşılmıyor, büyüyüp gidiyor. Onun için İslâm’ın doğru anlaşılması, doğru anlatılması ve doğru öğretilmesi için her zaman ve her şartta doğruyu söylemek lazım.”

    “Diyanet konuşmasın demek doğru değil” 

    Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, kürtaj konusunda Diyanet’in susmasını istemenin doğru olmadığını da söyledi. Son günlerde yaşanan kürtaj tartışmalarına dikkat çeken Başbakan Yardımcısı Bozdağ, şöyle konuştu: “Bu toplum, Müslüman. Yüzlerce, binlerce faks, telefon, telgraf Diyanet İşleri Başkanlığına gidecek, ‘Sizin bu konuda görüşünüz nedir, İslâm ne diyor?’ diye soracak, herkes konuşacak, Müslümanlar cevap isteyecek ama o sorulara cevap vermesi gereken makam, susacak veya birileri susmasını isteyecek. Bu doğru bir şey değil.”

  • O. Nuri Topbaş Müslümanları Uyarıyor

     

    Helal ile haram iç içe yaşanır hale gelmiştir

    Muhterem Hocaefendiye göre, insanın şahsiyetine tesir eden iki büyük müessir var, birincisi kazanç, ikincisi beraberinde bulunduğu insan, yani arkadaşı. Günümüzde kapitalist zihniyet, maneviyatı tahrip ederken, Müslümanların helal gıdasına hücum etmiş, bunu da yaparken Müslümanların türlü bahanelere sığınmasını sağlamıştır. Hocaefendiye göre, bazı dindar firmalarda bile İslam ahlak ve şiarına uymayan işler tabii hale gelmiş, Hacca giden ve namaz kılan birçok kimse “Ben daha çok hayır yapmak için daha çok kazanmalıyım” diyerek kabul edilemez nice yanlışlara, gözü kapalı adım atmaya başlamıştır. Yani helal ile haram iç içe yaşanır hale gelmiştir.

    Popüler kazanç mantığı olan kapitalist sistem Müslümanların gözünü öyle bürümüştür ki, muhterem Hocaefendiye göre, gayrıahlakî reklamlar, iş hayatında cazibeleriyle ilgi çekecek sekreter gibi en göze çarpan hususlar “bu işler böyle yürür” mantığıyla üretilen mazeretlerle güya geçiştirilmekte, hatta işin içine saf niyetler katılarak, “İleride hayır yapmak için kazanıyorum” diyerek helal-haram ölçüleri çiğnenebilir hale gelmektedir.

    İslam, “Nasıl kazanırsan kazan da bolca hayır hasenat yap” demez

    Hocaefendi, kapitalizmin neticesini, insana gözyaşını unutturan, merhametini yitiren bir vicdan ortaya koyan bir insanlık enkazı olarak görüyor. İslam’da mülkün Allah’ın olduğunu, onu elde etmek için insanı sömürmenin asla olmadığını, İslam iktisadının insanın problemini çözmekle başladığını ifade ederek, İslam iktisat sisteminde malın, mülkün insanın emrine mahdut süreç için emanet olarak verilen bir değer olduğunu vurgulamıştır. İslam’ın “Mülk ne fertlerin ne toplumun, mülk Allah’ındır” dediğini, bu ifadesiyle hiçbir beşeri ideolojiyle, kapitalizm ve komünizm ile bağdaşamayacağını da ifade etmiştir.

    Hocaefendi, İslam’ın “Nasıl kazanırsan kazan da bolca hayır hasenat yap” demediğini, İslam’ın asıl istediğinin “helal kazanç” olduğunu belirtmiştir. Efendimiz (s.a.v.)’in hiçbir şerî gaye için gayrışerî bir metod kullanmadığını, “Nasıl olursa olsun, mutlaka çok kazan, çok infakta bulun” demediğini belirten Hocaefendi, Asr-ı Saadet’ten bir hatırayla bunu delillendirir. Müslümanların bir deveyi üç kişinin kullandığı, fakirliğin en uç durumunda oldukları Bedir Harbi’nde,  Medineli gayrimüslim bir adam Efendimize gelir, ganimetten pay verirse İslam ordusunda çarpışacağını söyler. Efendimiz o zor zamanda işin zahirine bakarak,  “Gel, savaş” demez. İşi Müslümanlığa bağlar. Müslüman olduğu takdirde savaşacağını bildirir. Adam üç defa bu taleple Efendimize gelir. Fakat Efendimiz’de aynı kararlılığı görünce, bu teslimiyetin ancak ilahi bir güce dayanan bir kimsede olacağına kani olur da Müslümanlıkla şereflenir.

    Hayratınız da zekâtınızın –bilhassa zor zamanlarda- çok çok ötesine geçsin

    Hocaefendinin mülakatında vurguladığı diğer önemli bir husus da servetlerdeki hayrın oranı olmuştur. Zekâtın asgari bir ölçü olduğunu söyleyen Hocaefendi, “Ben zekatımı verdim demekle bugün kurtulmak mümkün mü, bilmiyorum.” diyor. Babası rahmetli Musa Topbaş Hocaefendi’nin kendi hayır ve zekât defterini gösterdiğini de söyleyen Osman Nuri Topbaş Hocaefendi, mülakatta babasının kendisine şunları söylediğini belirtmiş: “Şu sayfa zekâtım, şu sayfa da hayratımdır. Nefis daima insanı aldatır. Az bir hayrı çok gibi gösterir. Bunun için muhakkak zekât ve hayrınızı ayrı ayrı yazınız. Hayratınız da zekâtınızın –bilhassa zor zamanlarda- çok çok ötesine geçsin.”

    Muhterem Osman Nuri Topbaş Hocaefendi, asıl önemli olanın Allah Rasulünün sevgisi olduğunu ifade ederek, O nasıl yaşadıysa öyle yaşamak için gayret etmek gerektiğini, kıyamette Allah Rasulü ve Ashab-ı Kiramla beraber olmak istiyorsak, ibadet hayatımızın, iktisadî hayatımızın, muamelâtımızın O’nun ve yetiştirdiği ashabınınki gibi olması gerektiğini, bunun bizim için fiilî bir kıstas olduğunu belirtmiştir.

    Gelecek ay ikinci bölümü yayınlanacak bu mülakatın hassaten altı çizilerek okunması gerekiyor. Modern zamanda kendimize gelmemiz, kapitalist düzene ayak uydurmamızı engellememiz için.

     

    Sami Büyükkayna

    Dünyabizim

  • İşte Azmin Zaferi !

    Açıköğretim’de sosyal bilimler ve işletme okumuş. Ardından 2 yıllık ilahiyatı tamamlamış. 11 ayrı kurs sertifikası olan Kalkan, şimdi yüksek lisansa hazırlanıyor.

    Zaman gazetesinden Salih Hamurcu’nun haberine göre Hatice Kalkan, 8 çocuklu bir ailenin ferdi. Maddi imkânsızlıklar yüzünden eğitimini ilkokul üçüncü sınıfta bırakmak zorunda kalmış. 15 yaşında evlendirilmiş. Bugün, ikisi kız 4 çocuğu var. Küçük yaşta anne olmanın zorluğuna ekonomik sıkıntılar eklenmiş ama Hatice Kalkan, okuma azminden hiç vazgeçmemiş.

    İlkokul, ortaokul ve liseyi dışarıdan bitirmiş. 2004 yılında Açıköğretim Fakültesi Sosyal Bilimler Bölümü’nü tamamlamış. Dikey geçişle yerleştiği işletme fakültesinden mezun olmuş. En son da geçen yıl yine Açıköğretim’de iki yıllık ilahiyat okuyarak önlisans diploması almış. Lisansla uğraşırken eğitim hayatına da birçok kurs sığdırmış. Kur’an, bilgisayar, ilkyardım, mefruşat, İngilizce, trafik ve direksiyon eğitmenliği, trafik ve çevre bilgisi ile dikiş kurslarını tamamlayıp 11 sertifikaya sahip olmuş. Milli Eğitim’de bir süre ücretli öğretmenlik yapmış. Kalkan’ın çocukları da eğitimde annelerini aratmıyor. Başarılı kadının bir oğlu jeofizik mühendisi. Diğeri Marmara İlahiyat’ta okuyor. İlahiyat ve bilgisayar bölümlerini bitiren kızları da yüksek lisansa devam ediyor.

    Karşılaştığı zorluklara rağmen okumaktan hiçbir zaman vazgeçmeyen Kalkan, yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “İlkokul öğretmenim, okumam için çok uğraştı. Evimiz okulla karşı karşıyaydı. Okula giden arkadaşlarımı hep gıpta ile izlerdim. 15 yaşında evlendim. Küçük yaşta anne oldum. Maddi zorluklar çektik. Ama okuma azmimden hiçbir şey kaybetmedim. İlk ve ortaokulu çok zor bitirdim. Evde kayınvalidem vardı. Sınavlara giderken ‘doktora gidiyorum’ diyerek çıkıyor, sınav bitiminde eve gelip temizliği ve yemeği yapıyordum. 5 kilometrelik yolu koşarak gider gelirdim. Üniversite için dershaneye bile gittim. İki önlisans ve bir lisans diploması aldım. Öyle zamanlarım oldu ki, konuları yolda giderken çalışırdım.”

    Hayat hikâyesini yazıyor

    Çocuklarının eğitimiyle de yakından ilgilenen Hatice Kalkan, derslere birlikte çalıştıklarını ifade ediyor. Evde eşi hariç herkesin üniversite eğitimi aldığını şu sözlerle anlatıyor: “Eşim pazarcılık yaparak evimizin geçimini sağlıyor. O yetim büyüdüğü için okuyamamış. Ben çocuklarımla birlikte çalışıyorum. En çok onların öğretmeni olmayı istiyordum. Arkalarından gittiğim için olmadı. Güzel bir işten emekli olabilirdim. Ancak benim için annelik daha önemliydi. Çocuklarımı kimseye teslim etmeden yetiştirdim.” Eğitimi için verdiği mücadelenin çevresindekileri şaşırttığını aktaran Kalkan’ın hayali yüksek lisans yapmak ve 4 yıllık ilahiyatı bitirmek. Hiçbir mazeretin okumaya engel olmadığına dikkat çeken başarılı kadın, hayatını kaleme aldığını dile getirerek hemcinslerine şu tavsiyede bulunuyor: “Bir kadın, çalıştırılmak zorunda bırakılmamalı. Bir anne eğitimli olmalı. Anne, önce çocuğun sonra toplumun öğretmeni olmalı.” dedi.

    Zaman

  • Diyanetten Kürtaj Fetvası

     

    “KÜRTAJ HARAMDIR”

    1983 yılında Sağlık Bakanlığı Aile Planlaması ve Kürtajla ilgili islam dininin bakış açısını Diyanet İşleri Başkanlığı’na sormuş ve Devlet Bakanı Mehmet Özgüneş imzasıyla Sağlık Bakanlığı’na gönderilmiştir.

    Toplumun temeli ailedir. Ailenin devamlılığını çocuk sağlar. Dinimiz evlenip çoğalmayı teşvik etmiştir.

    Çocuk aileye ve topluma allah’ın emanetidir. Her aile bakıp yetiştirebileceği sayıda çocuk yetiştirmelidir. Çocuk istenmediği durumlarda, karı kocanın ortak istekleriyle gebeliği önleyici tedbirler alınması caizdir.

    Kürtaj haram ve cinayettir. Çocuk düşürmek ve aldırmak gebeliği önleyici tedbirlerden değildir. Çocuk aldırmak cinayet hükmündedir.

    Sadece Müslüman ilim adamları değil, bütün ilahi dinler, ahlaki sistemler, bütün tabii hukuk sistemleri, biyolojik varlığın insan olduğunu, bu savunmasız varlığın tıpkı doğmuş yetişmiş bir insan gibi yaşama hakkına sahip olduğunu bu varlığın da yaşama hakkının olduğunu söylemeye devam edeceklerdir.

    Aynı şekilde, bilim adamları, genetik uzmanları bize kesin bilimsel verilere dayanarak, döllenmiş yumurta hücresinin anneden bağlı bir sistem olduğunu, her ikisinin ayrı birer kalbi olduğunu, kan dolaşım sistemi olduğunu, anneye bağlılığın sadece beslenme olduğunu söyledikleri müddetçe, sadece Diyanet değil, bütün dinler, hukuk sitemleri kürtajın bir insan yaşamına kast etmek olduğu görülmektedir.

    Sorun bilimin ortaya koyduğunu meseleyi kabul edip etmeme meselesidir. 

    “ANNE KARNINDAKİ CENİNİN DE YAŞAM HAKKI VARDIR”

    Bedenimiz ve hayatımız bize mülkiyet olarak değil, emanet olarak verilmiştir. Onu yaşamak ve yaşatmak en iyi şekilde muhafaza etmek görevimizdir. Hukuk diliyle, hayat hakkı vazgeçilen bir hak değildir.

    Anne karnındaki ceninin de yaşam hakkı vardır. Ne annesi ne babasının onun üzerinde mülkiyet hakkı olmadığı gibi vazgeçme yetkisi de yoktur.

    “Beden benim değil mi, ben onu istediğim gibi kullanırım. Bebek de yaparım, istersem onu da atarım.” demeye sahip değildir. Karnındaki bebeğin gerçek anlamda sahibi değildir. Keyfi olarak, öldüremez, onu yaşatmakla görevli bir emanetçidir. 

    İstisnai konularda konuşmak tarih boyunca zor olmuştur. Tecavüz gibi cinsel saldırıların sonuçlarını ortadan kaldırmak, ceninde ortaya çıkan ağır hastalıklardaki konularda genelleme yapmak yerine her bir özel durum için özel hüküm gerekebileceğini ve söz konusu özel hükmün din bilginler, psikiyatrisiler, adli tabipler gibi farklı ihtisas sahiplerinin ahlak çerçevesinde birlikte verebileceklerini ifade etmek istiyorum.

    “YASALARLA VE YASAKLARLA ÇÖZÜM BULUNAMAMIŞTIR”

     

    İslam dini, Katolik öğretilerinin tam aksine, anneyle cenin arasında yer aldığında annenin yanında yer almıştır.  Herkesin içine düştüğü bir hataya değinmek istiyorum. Kürtajı sadece kadın meselesi olarak ele alınması yanlış olur. Bu sorunun en büyük ızdırabını çekenler hep kadınlar olmuştur.

    Tarihi tecrübe göstermiştir ki bu konu sadece yasalarla ve yasaklarla çözüm bulunamamıştır.