Yıl: 2012

  • Mankenlerin Eyüp Sultan Ziyaretine İsyan!

    olayım?’ ‘Vücudumun ne kadar güzelliği varsa onları sergileyeyim insanlara, insanlar da baksınlar” dedi.

     

    Bu yıl 24’üncüsü düzenlenen “Miss Model Of The Turkey” yarışmasının finalistlerinin yarışma öncesinde Eyüp Sultan Camii’ne götürülmesi ve burada dua etmelerine tepki geldi. Bağcılar Belediyesi Ramazan Çadırı İrfan Sofrası’nda konuşan Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Faruk Beşer, ziyareti büyük bir çelişki olarak değerlendirdi. “Bilmem ne güzellik yarışmasındaki kızlar güzellik yarışmasında başarılı olabilmek için Eyüp Sultan’a gelmişler, başlarına göstermelik bir başörtü atmışlar ve orada Eyüp Sultan’dan bir şeyler istiyorlar” diyen Beşer sözlerini şöyle sürdürdü:

    “Ne istiyorlar? ‘Ey mübarek Eyüp Sultan ben birinci olayım.’ ‘Ne yapayım da birinci olayım?’ ‘Vücudumun ne kadar güzelliği varsa onları sergileyeyim insanlara, insanlar da baksınlar…’ Kadınların haklarını koruduğunu iddia edenler, kadınları pazara çıkarsınlar, kadınların orasına burasına, çok af buyurun, boyuna posuna, 90- 60-90 mı diye baksınlar… Şu birinci, şu ikinci, şu üçüncü diye… Çelişkilere bakın. Orada bir şey istiyor, Allah’tan istemiyor, Eyüp Sultan’tan istiyor”

    Kültür Müslümanlığı diye bir kavramın olduğunu söyleyen Beşer, “Kültür Müslümanlığı, İslam’dan gelen gelenekler var, onlar bir şekilde hayata yansıyor ve dolayısıyla insanlar böyle bir hayat tarzını yaşıyorlar, onların ne olduğunu bilmiyorlar. Bunlara en güzel örnek de, İstanbul Müftülüğü’nü de kızdırabilirim, Enderun teravileridir. Enderun teravihi bana göre bir şovdan ibarettir ve bir kültür Müslümanlığıdır. Bu gerçek anlamda bir Müslümanlık değildir. Bizim annemiz babamız Müslüman gelmiş, biz de Müslüman’ız. Eğer aynı şartlarda başka şey olmuş olsaydı, biz şu anda Hıristiyan olmuş olurduk” diye konuştu.

    Habertürk

  • İlahiyat Fakültesi Dekanından Bizi tercih edin Çağrısı

     

    Lisans Yerleştirme Sınavı sonrası on binlerce üniversite adayı tercih telaşı yaşıyor. Tercihler, 3 Ağustos’ta sona erecek. Üniversite ve fakülteler de öğrencilere sağladıkları çeşitli imkanları sanal alemden kamuoyu ile paylaşıyor. Fakülteler, verecekleri takviye kursları, hocalarının fedakarlığı gibi konuları ön plana çıkararak öğrencilere alternatif sunuyor.
          

    Uludağ Üniversitesi (UÜ) İlahiyat Fakültesi Dekanı. Prof. Dr. Yaşar Aydınlı, fakülteyi tercih edecek öğrencilere, “Bizi tercih edersen burada iyi bir eğitim alacağını, kendini çok iyi geliştireceğini ve mutlu olacağını söyleyebilirim.” diye seslendi. Fakültenin resmi internet sitesinin açılış sayfasında tercih yapacak öğrencilere hitaben bir açıklama yapan Prof. Dr. Aydınlı, yıllar süren yoğun çalışmalar ve çetin birçok sınavdan sonra, çabalarının ürünü olan puanın belli olduğunu; ancak tercihin de ayrı bir strese sebep olduğunu söyledi.

    Aydınlı şunları kaydetti: “Bu stresi kısmen ben de yaşıyorum; zira benim oğlum da aynı süreçlerden geçti ve tercihlerini oluşturmaya çalıştığı şu günlerde aynı duyguları yaşıyor. Bu yazıyı, tercihte ikircik (iki arada bir derede) yaşayan, karar vermek için bir bilgi, işaret, açıklama, bir rüzgar bekleyen öğrencilere yardımcı olmak amacıyla yazdığımı ifade etmek istiyorum. Ben UÜ İlahiyat Fakültesi’nden 1984 yılında mezun oldum ve o günden itibaren burada çalışmaktayım. Bir yıl önce de mezunu olduğum fakülteye dekan tayin edildim. İlahiyat okumak isteyen herkese rahatlıkla ve içtenlikle tavsiye edeceğim bu fakülte hakkında birkaç hususu karar vermene yardımcı olmayı umarak belirtmek istiyorum. Burada her şeyden önce dağı ve deniziyle, tarihi ve kültürüyle ‘hayali cihan değer’ bir şehirde, muhteşem bir tarih ve eşsiz bir tabiat içerisinde yaşayacaksın. Elli dönümlük arazi içerisinde yerleşen fakültemiz, camisi, kültür merkezi ve bahçesiyle huzur verici bir ortama sahiptir. Bu ortam önümüzdeki yıl tamamlanacak olan yeni derslik, kütüphane ve yemekhane binalarıyla daha da güzelleşecektir.”

    TAKVİYE KURSLAR VAR
    Fakülteyi desteklemek üzere kurulan Bursa İlahiyat Vakfı’nın barınma, iaşe-ibate, burs benzeri konularda öğrencilere destek verdiğini anlatan Dekan Aydınlı, “Bu vakıf, yanı başında bir şefkat evi olarak duracaktır. Hocalarımız, takviye kursları, ihtisas programları, seminer ve konferans gibi ders dışı faaliyetlerle öğrenciye ve eğitime katkı sağlama noktasında son derece fedakar ve gayretlidir. Bu fakültede hocaya ulaşamama gibi bir problemle asla karşılaşmayacaksın. Kütüphanede bulamadığın ve olmasını arzu ettiğin her kitabı en kısa sürede raftaki yerinde göreceksin. İyi bir ailede olduğu gibi bu fakültede de ilişkiler içten, ihlaslı ve yapıcıdır. UÜ İlahiyat Fakültesini tercih edersen burada iyi bir eğitim alacağını, kendini çok iyi geliştireceğini ve mutlu olacağını söyleyebilirim.” dedi. 

  • Dindarlık başa bela! Ölçülü olmayınca…

     

    İnanmadığını söyleyen insanların bile aradaki engellerin kalkıp da fıtratla yüzleşmeleri halinde içlerindeki kalplerin Allah diye  titreyip kendine geleceğini sanıyorum.
    Dindarlık hayatın tuzu.
    Bizim kimi Müslüman tuz yemeğe lezzet katıyor, diye doldurdukça dolduruyor. Sonunda da o tadına doyulmaz yemek yenmez oluyor.
    Dindarlıkta da ölçü tutturulamadı mı o güzelim hayat kararıyor ve çekilmez oluyor.
    Bir oğlanı bir kızla evlendirmişler. Demişler “Kız şöyle dindar böyle dindar!”. Oğlan da “İyi demiş. Dindar bir eşim olacak ne mutlu bana.”
    Neyse evlenip bir araya gelmişler. Oğlan her ne vakit kızın yanına girse kız Kur’an okuyor oluyormuş. Bir gün böyle beş gün böyle, sabah böyle akşam böyle… Kafasının tası atmış ve sonunda:
    “-Akşam Kur’an sabah Kur’an lânet olsun bu evde duran!” demiş ve evi terk etmiş.
    Vay garibim kim bilir soluğu nerede almıştır.
    Vankulu hikayesini bilen bilir. Onu kendini ilme adamışlar için anlatırlar. Genç bir hanımı bir ilim adamı ile evlendirmişler. Adam her daim kitaplarla meşgul… Kadın sormuş:
    “-Bey, ne yapıyorsun?” Adam demiş:
    “-Hatun Vankulu’na bakıyorum”. (Vankulu bir sözlük oluyor). Kadın, ilgisizlik tak demiş artık canına ki:
    “-Efendi, efendi insaf edin de biraz da ben kulunuza bakın!” demiş.
    Normal insan herhalde nerede ve ne zaman nasıl davranılacağını bilen ve gereğini yapan kimse olmalı.
    Gerdek gecesi boyunca Kur’an okumak. Ne dindarlık ama!
    Tuz benzetmesi, dinin hayatımızdaki önemini azalttığı zehabı uyandırmasın. Aksine benzetmeye ölçü tutturulduğu zaman onu nasıl tadına doyulmaz hale getirdiği noktasından bakılmalı. Hem yemekteki tuzun bir başka özelliği daha var: Tuz yemeğin her zerresinde kendine yer bulur. Dindarlık da öyle olmalı. Hayatın her alanında kendisini göstermeli. Gündüz külahlı, gece silahlı değil. Sadece özel alana sıkışmış da değil. Kulun Rabb’e itaati, O’nun mülkü ile kayıtlı olur. İtaat ilmeğini boynunuzdan çıkaracaksanız, önce O’nun mülkünden çıkın. Hem O’nun mülkünde hem de O’nu tanımama olmaz.
    Bizim O’na itaatimizin (kulluk) iki şekli vardır:
    Biri Rabbimiz olarak O’nun adını yüceltmek ve O’nun zatına yönelik ifalarda bulunmak: Bunlara ibadet diyoruz.
    İkincisi ise O’nun adına işleri tedvir etmek. Buna da hilâfet diyoruz.
    İbadetimi yaparım, hilafetime bakarım… diyebiliyorsak işte o zaman tamam. Ben ibadetimi yaparım, hilafetten milafetten anlamam diyorsak… işte o zaman bunun bedeli kula kul olmaktır.
    Ne diyelim, Allah bize basiret versin, işimizi kolay kılsın!
    Hoşça kalın!
     
    GARİBCE
  • Hadisleri Yazan İlk Sahabe

     

     

    Sahabe efendilerimiz Asr-ı Saadet’te İslâmiyet’in gönüllere yerleşmesi için mücadele etmekle kalmayıp, bu yüce dinin önemli bir kaynağı olan hadis ve sünnetin gelecek nesillere aktarılmasında da önemli rol oynadılar. Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) her hal ve hareketini titizlikle izleyerek kayıtlara geçiren bu kıymetli şahsiyetler, hayatlarını da söz konusu esaslara göre dizayn ettiler. Böylece sünnet-i seniyyenin yaşatılmasını sağladılar. Bu alanda büyük hizmet veren isimlerden biri de Abdullah bin Amr bin As idi.

    Künyesi Ebû Muhammed olan Abdullah bin Amr bin As’ın doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte hicretten yedi yıl önce Mekke’de doğduğu tahmin ediliyor. Mekke’nin siyasi dâhilerinden Amr bir As’ın oğlu olan Hz. Abdullah, çocukluğundan itibaren iyi eğitim görür. Güzel bir yazı hattına sahip olmasıyla bilinir. Arapçanın yanı sıra İbranice ve Süryaniceyi öğrenir. Böylece ileride Tevrat ve İncil’i de okuyup, Kur’an-ı Kerim’le tetkik etme imkânı bulur. Hatta bu kitaplarda Efendimiz’in nübüvvetini müjdeleyen ayetleri derler.

    Babası Amr bin As’tan önce Müslüman olan Hz. Abdullah, hicretin yedinci senesinde Medine’ye göç eder. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), onun ‘As’ olan ismini bu dönemde Abdullah olarak değiştirir. Yaşının küçük olması sebebiyle katılamadığı Bedir ve Uhud harbinin dışında diğer bütün savaşlarda Efendimiz’in yanında bulunur. Katıldığı harpler hakkında geniş bir bilgi bulunmamakla birlikte bazı hadislerden, onun savaşa katılacak askerleri hazırlamak gibi bir görevinin bulunduğu anlaşılıyor.

    Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürümesinden sonra Hz. Abdullah’ın katıldığı en mühim muharebelerden biri Yermük Savaşı olur. Şam fatihi olan ve Yermük Savaşı’nda ordu komutanlığı yapan babası Amr bin As’la birlikte bu muharebeye katılıp önemli başarılara imza atar.

    Hz. Abdullah, kısa süreli de olsa bazı idari görevlerde de bulunur. Hz. Muaviye zamanında Kûfe ve babasının vefatından sonra da Mısır valiliğine tayin edilir. Ancak bu iki görevi de kısa sürer.

    İLK HADİS KİTABINI YAZDI

    Abdullah bin Amr bin As, İslâm tarihinde ilme olan merakı ve Efendimiz’den rivayet ettiği hadisler sebebiyle ayrı bir önem taşır. Kendisi, Söz Sultanı’na (sallallahu aleyhi ve sellem) yakın olması hasebiyle çok sayıda hadis öğrenir. Resûlullah’tan duyduğu hadisleri ezberlemesine rağmen, ileride unutmamak için bunları yazarak kaydetmek ister. Nebiler Serveri’nden işittiği her şeyi yazmak için izin ister ve aldığı müsaade üzerine pek çok hadis-i şerifi kâğıda döker. Sonra da yazdıklarını bir araya getirerek kitap haline getirir. Böylece ilk hadis kitabının yazarı olur. Bu mecmuanın adı ‘Sahife-i Sâdıka’ olur. Hz. Abdullah, tuttuğu kayıtları korumada çok titiz davranır. Kendisine yöneltilen soruların cevabını vermeden önce, gerekli gördüğü zamanlarda bu kitaba bakarak cevaplar verir.

    Ashab-ı Kirâm arasında en çok hadis rivayet eden Ebû Hüreyre’nin şu sözü onun hadis ilmi açısından taşıdığı önemi ortaya koyar: “Abdullah bin Amr bin As’tan bildirilenler hariç tutulursa sahabenin içinde benden daha çok hadis rivayet eden olmadı. Abdullah yazardı, ben ise yazmazdım.”

    Abdullah bin Amr bin As, bizzat Resûl-i Ekrem’den (sallallahu aleyhi ve sellem) hadis rivayet ettiği gibi, Hz. Ömer, Abdurrahman bin Avf, Muâz bin Cebel, Ebû’d Derdâ gibi birçok önemli isimden de hadis nakleder. Ayrıca ondan ilim öğrenmek için uzak yerlerden gelenler olur. Ders halkaları son derece geniş olan Hz. Abdullah’ın rivayet ettiği hadis sayısı 700 civarındadır. O aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’in tamamını ezberleyen hafızlardan biridir.

    HER GÜN ORUÇ TUTAR, HATİM İNDİRİR

    Abdullah bin Amr bin As, hadis ilminin yanında hayatını ibadet eksenli yaşayan bir isimdir. Öyle ki onun için namaz ve oruç âşığı denilebilir. Bu hâli sebebiyle, evlendiği zaman, günlerce hanımının yanına yaklaşmaz. O kadar ibadet yapma arzusu vardır ki, hayatta bulundukça her gün oruç tutmak ve her gece namaz kılmak üzere Allah’a yemin ederek adakta bulunur. Günlerini oruçla gecelerini de neredeyse hiç uyumadan ibadetle geçirmeye başlar. Onun bu hali Allah Resûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) haber verilince ona şu tavsiyede bulunur: “Böyle yapma! Bazı günlerde oruç tut, bazı günlerde iftar et, oruç tutma! Gecenin bir kısmında uyu, bir kısmında da namaz kıl. Çünkü şu bedeninin senin üzerinde hakkı vardır; gözünün de bir hakkı vardır, hanımının bir hakkı vardır, komşunun da bir hakkı vardır. Bu hakların hepsini yerine getirerek, her ayda üç gün oruç tutmak sana kâfidir. Her yapılan iyiliğe ve her hayır ve ibadete karşılık olarak on misli sevap ve mükâfat verileceğine göre, her ayın üç gün orucu, bütün sene orucu demektir.” Hz. Abdullah da bunun üzerine; “Yâ Resûlallah! Ben bundan daha fazla ibadet etmek için kendimde kuvvet buluyorum” der. Bunu üzerine Resûlullah şu karşılığı vererek hem ona hem de ondan sonra gelecek ümmetine ölçüyü çizer: “Öyle ise Davud aleyhisselâmın orucu gibi oruç tut, fazla tutma. En makbul oruç, kardeşim Davud aleyhisselâmın orucudur. Bir gün yer, bir gün tutardı.”

    Bir rivayete göre Abdullah bin Amr bin As, Allaha yemin vererek adak verdiği için ömrünün sonuna kadar her gün oruç tutarak ve gece yarılarına kadar ibadet ederek yaşar. İhtiyarlayıp da, eskisi gibi ibadet yapmaya gücü yetmeyince “Keşke, Resûlullah’ın bahşettiği müsaadeyi, kabul etmiş olsaydım” der.

    Hz. Abdullah aynı zamanda Kur’an-ı Kerim aşığıdır. Her gece hatim indiren bu sahabe yine Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ikazları üzerine üç günde bir hatim yapmaya ikna olur. Onun diğer bir özelliği de geceleri tefekküre dalarak göz yaşlarına boğulmasıdır. Çok ağlamasından mı bilinmez ömrünün son günlerinde görme yetisini kaybeder.

    Bu büyük alim sahabenin vefat yeri ve tarihi hakkında değişik rivayetler olmakla birlikte hicrî 65 yılında 72 yaşında Mısır’da vefat ettiği tahmin ediliyor. 

    Cihan Yenilmez

    Yenibahar

  • Sultanlara Diz Çöktüren Huzur Dersleri

     

     

    Ayların sultanı Ramazan’ın gelmesi Osmanlı toplumunda sadece evlerde değil sarayda da farklı bir rüzgâr estirir. Her zaman yalnız yemek yiyen padişah, Ramazan ayında üst düzey rütbeliler ve ulema kesiminden gruplarla birlikte iftar yapar. Onlarla aynı sofraya oturur. Hatta Ramazan gelince padişah halkın yediklerinden daha lüks yiyecekler yemez. Oruç, hurma ya da zeytin ile açılır. Ardından iftariyelik denilen soğuk yiyecekler (peynir, sucuk, reçel) atıştırılır, çorba, pilav ve etli yemekten sonra güllaç ya da baklavayla ağızlar tatlandırılır. Saray sofralarını her gün süsleyen renkli ve desenli porselenlerin yerini daha basit tabağa, çanağa bırakması bile Ramazan’ın sarayı farklı bir atmosfere bürüdüğünü gösteriyor. Sadece yeme-içme alışkanlıklarındaki değişiklikler değil, padişahların ilim meclislerindeki hali de bu düşünceyi destekliyor. Zira padişahlar, âlimler tarafından yapılan ‘Huzûr-u Hümayun Dersleri’ni tahtında dinlemiyor. Oradan inip diğer dinleyecilerin arasına karışıyor, edeple ellerini dizlerinin üzerine koyarak ulemanın Hakk’a hakikate dair sohbetlerine iştirak ediyor.

    Osmanlı sultanları Ramazan ayını ilim dünyasıyla bir araya gelmek için fırsat görüyor adeta. Nitekim padişah her ramazan bir yer tayin edip ulemadan bir heyet oluşturuyor. Bir araya gelinen ilim meclislerinde ayetler tefsir ediliyor, âlimler fikirlerini beyan ediyor, çeşitli müzakereler yapılıyor. Bu derslerin bir sistematiği bulunuyor. ‘Mukarrir’ adı verilen alim dersi anlatırken ‘muhatap’ denilen alimler bir yandan dersi dinliyor diğer yandan sorular sorarak konuyu mütalaa ediyor. Derse katılacak olanlar Ramazan öncesinde belirleniyor. Her ders için ayrı bir heyet oluşturuluyor. Heyetin seçimini ise şeyhülislâmlar yapıyor. Âlimler rastgele seçilmiyor tabii. Zira sultanlar tarafından gönderilen emir ve tezkiyelere göre hareket edildiğinden seçilecek kimselerde liyakat, ilmî mertebe ve şahsî özellikler dikkate alınıyor. Belirlenen isimler padişahın onayından geçtikten sonra dersler başlıyor.

    Huzur derslerinin yapılacağı mekânı padişah belirliyor. Dersler uzun bir süre, Topkapı Sarayı’nda (Sepetçiler Kasrı, Sofa Köşkü, Revan Köşkü, İncili Köşk, Yalı Kasrı veya Sünnet Odası gibi bölümlerde); Abdülaziz, Mehmed Reşad ve Halife Abdülmecid dönemlerinde Dolmabahçe Sarayı’nda, Sultan 2. Abdülhamid döneminde ise Yıldız Sarayı’nda düzenleniyor. Bazen öğle–ikindi bazen de ikindi–akşam arasında düzenlenen dersler genellikle iki saat sürüyor. Ramazan’ın ilk on gününde tertiplenen derslere yalnızca cuma günleri ara veriliyor. Dersler bir usul erkân çerçevesinde işleniyor. İlim meclisine gelen rastgele içeri girip seçtiği bir yere oturmuyor. Seçilen heyet, önde mukarrir, arkada kıdem sırası ile muhataplar olmak üzere huzura giriyor. Heyet, padişah ve maiyetince ayakta karşılanıyor. Şüphesiz bu davranış, ilmîye sınıfı mensuplarının, Osmanlı’da, başka hiçbir ülkede görülemeyecek bir saygı ve itibara sahip olduğunu gösteriyor. Sultanlar alimleri ayakta karşılamakla kalmıyor, ders esnasında tahtlarında oturmayıp diğer dinleyiciler gibi diz çöküp iki elini dizleri üstüne koyarak sohbeti dinliyor.

    Huzur dersleri, tefsir edilecek âyetin mukarrir tarafından okunması ile başlıyor. Okunan âyetler mukarrir tarafından tefsir edildikten sonra muhataplar konuyla ilgili fikirlerini ifade ediyor. Sultanın huzurunda gereksiz tartışmalardan kaçınılıyor ancak padişahlar alimlere fikirlerini rahatça anlatmalarını tembihliyor. Örneğin 3. Selim (1789–1807) derslere iştirak eden hocalara fikirlerini ortaya koymaktan kaçınmamaları gerektiğini bizzat beyan ediyor. Cereyan eden ilmî müzakerelerden sonra sultan, ‘kâfi’ anlamında bir işaret veriyor ve ders mukarririn duasıyla sona eriyor.

    Lale devri’nde de huzur dersleri sürüyor

    Huzur derslerine örnek olabilecek ilk sistemli uygulama 3. Ahmed döneminde, Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından (1724) yapılıyor. İbrahim Paşa, devrin tanınmış âlimlerini Ramazan’da kendi sarayında toplayarak onlara Kur’ân’dan bazı âyetlerin müzakereli tefsirini yaptırıyor. 1728 Ramazan’ında düzenlenen derslerden birine Sultan 3. Ahmet ile birlikte Şehzade 3. Mustafa da katılıyor. İbrahim Paşa tarafından düzenlenen bu derslerin Lâle Devri’ne rast gelmesi de çok anlamlı. Zira tarih kaynaklarında Lâle Devri eğlence anlayışıyla ön plana çıkıyor, padişah ve devlet adamlarının mânevî dinamizmini kaybettiği anlatılıyor. Ancak huzur dersleri, Sultan 3. Mustafa döneminin (1757–1774) ikinci Ramazan’ından (28 Nisan 1759) itibaren devletin resmî programına dâhil ediliyor ve kendisinden sonraki sultanlar tarafından da devam ettiriliyor.

    Sultan 3. Mustafa, zühd ve takvasıyla tanınan bir sultan olması dolayısıyla dinî esaslara uygun düşmeyen bir karar verdiğini anladığında bundan hemen geri dönüyor ve işin doğrusunu hayata geçirmek için çaba sarf ediyor. Sultanın sır kâtibi tarafından tutulan zabıtlardan, onun vakit namazını cemaatle kılmaya gayret ettiği ve sabah namazını müteakiben sarayda verilen tefsir derslerine katıldığı anlaşılıyor. Sultan 3. Mustafa döneminde 1759 Ramazan’ında icra edilen ilk huzur dersinde; Fetva Emini Ebu Bekir Efendi mukarrir; Nebil Muhammed Efendi, Saray Hocası Hamidî Muhammed Efendi, Şeyhülislâm Müfettişi İdris Efendi, Müzellef Muhammed Efendi ve Konevî İsmail Efendi ise muhatap olarak yer alıyor. Sultan 4. Mehmed’in akşam ve yatsı namazları arasında Şeyhülislâm Yahya Efendi ve hocası Vanî Mehmet Efendi’den ders dinlediği de kaynaklarda yer alıyor. Huzur dersleri genellikle Kadı Beyzavî ( ö.1285) tarafından yazılan Envârü’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vil adlı tefsir kitabından yapılıyor. Özlü bir tefsir olan Envâru’t-Tenzil’in Osmanlı medreselerinde yıllarca ders kitabı olarak okutulması da bu eserin değerini ortaya koyuyor.

    Bir sûrenin tefsiri yıllar sürüyor

    3. Mustafa döneminde icra edilen ilk huzur dersinde Nisa Sûresi’nin “Ey iman edenler! Hakk’tan yana olup var gücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin. Allah için şahitlik eden insanlar olun. Bu hükmünüz ve şahitliğiniz isterse bizzat kendiniz, ana ve babanız ve yakın akrabalarınız aleyhinde olsun. İsterse onlar zengin veya fakir bulunsun; çünkü Allah her ikisine de sizden daha yakındır. (…) İyi bilin ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” mealindeki 135. ayetinin tefsiri yapılıyor. Huzur derslerinde, 1784 yılına kadar Kur’ân-ı Kerîm’den belirli bir sıra gözetilmiyor. Fakat 1785 Ramazan’ından itibaren Fatiha Sûresi’nden başlamak suretiyle Kur’ân-ı Kerîm’deki sıra takip ediliyor. Âyetlerin tefsiri son derece geniş yapılıyor. Meselâ; 111 âyetten oluşan İsrâ Sûresi’nin tefsiri 1755 Ramazan’ında başlayıp 1778 Ramazan’ına kadar sürüyor. 29 ayetten oluşan Fetih Sûresi’nin tefsiri ise 1779–1784 yılları arasında ancak tamamlanabiliyor. Fatiha Sûresi’nin tefsiri 1785 ve 1786 Ramazan’ında bitiriliyor. 1787 Ramazan’ında Bakara Sûresi’nin tefsirine başlansa da 1791 yılına kadar ancak sûre otuzuncu âyete kadar müzakere ediliyor. 1923 Ramazan’ına kadarsa 14. cüzde yer alan Nahl Sûresi’nin 31. âyet-i kerîmesine kadar geliniyor ve bu âyetin tefsiri ile dersler sona eriyor.

    Huzur dersleri resmî bir statü ile 1759’dan 1924 yılında hilâfetin kaldırılmasına kadar tam 165 sene aralıksız devam ediyor. Son ders Halife Abdülmecid Efendi zamanında 1923 Ramazan’ında Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlenleniyor. Hilâfetin kaldırılması (3 Mart 1924) ile birlikte huzur dersleri de tarihe karışıyor. Bu dersler yapıldığı müddetçe sarayla sınırlı kalmayıp toplumun her kesimine yansıyor. Zira Osmanlı toplumunun ileri gelenleri, padişahların saraylarda düzenledikleri huzur derslerinden ilham alarak imkânları ölçüsünde bu tür dersler organize ediyor. Konaklarda, köşklerde, evlerde hattâ kahvehanelerde ilim meclisleri oluşturuluyor ve hocalar fıkıh dersleri veriyor.

    Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’ndeki “Huzur Dersleri” maddesini kaleme alan Fatih Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Mehmet İpşirli’nin verdiği bilgiye göre günümüzde Fas Sultanı II. Hasan’ın huzurunda Ramazan aylarında usul ve muhteva bakımından Osmanlı huzur derslerine benzeyen dersler yapılıyor. Notları da ‘Ed-Dürûsü’l-Haseniyye’ adıyla Arapça ve İngilizce olarak neşrediliyor. Bu derslerde Türkiye dahil bütün İslâm ülkelerinden tanınmış din alimleri davet edilerek bilgi ve yorumlarından istifade ediliyor. Kültür tarihimizin zengin bir safhasını yansıtan bu uygulamaların bugün de şekil değiştirerek devam ettiğini anlatan İpşirli, konferans salonlarında düzenlenen bu tip müzakerelerin bir nevi huzur dersi olduğunu düşünüyor.

    Osmanlı padişahları gerek ilmî ve dinî hayatı canlandırmak, gerekse devlet ve hânedanın dinî geleneğe bağlılığını teyit etmek düşüncesiyle ilim meclisleri oluşturuyor ve Ramazan ayı bu dersler sayesinde bereketleniyor. Peki, bu kutlu zamanı genişletme ve huzuru artırma adına biz Ramazan’da ders programımızı nasıl ayarladık? 

    Hemra Köse

    Yenibahar

  • Sakarya İlahiyat Öğrencilerini Ürdüne Yolladı

     

    Sakarya Üniversitesi (SAÜ) İlahiyat Fakültesi’nden 71 kişilik grup, SAÜ İlahiyat Fakültesi Vakfı’nın organizasyonuyla Ürdün’e giderek, Arapça Yaz Kursu’na katıldı.

    Ürdün’ün başkenti Amman’da bulunan Dil Merkezi’nde Arapça Yaz Kursu’na katılan öğrenciler yaklaşık bir ay boyunca Arapça’yı geliştirmeye çalıştı. Öğrencilere, SAÜ İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ahmet Bostancı ve Arş. Gör. Harun Abacı eşlik etti. Öğrenciler zaman buldukça Ürdün’ün Petra, Akabe, Ceraş, Vadi’r-ram, Aclun, el-Bahru’l-Meyyit, Kerek gibi tarihi ve turistik mekanlarına geziler düzenledi. Ayrıca yetim yurtları gibi kuruluşları da ziyaret etti.

    SAÜ İlahiyat Fakültesi Vakıf Başkanlığı tarafından yurt dışı yaz kursu organizasyonlarının gelecek sene de devam edeceği belirtildi.

  • Diyanet İmamları Dava Etti!


    Diyanet Başkanlığı’nın şikayeti üzerine sahte imamlar hakkında 2 yıl ile 12 yıl arasında değişen hapis talebiyle dava açıldı.
    SAHTE DİPLOMA VERMİŞLER
    İstanbul Cumhuriyet Savcılığı tarafından hazırlanan iddianamede, sanıklardan S.C.’nin Erzurum’da sözleşmeli imam hatip olarak Mayıs 2010 tarihinde göreve başladığı daha sonra Diyanet İşleri Başkanlığı’nca yapılan açıktan atama ve yerleştirme sırasında iş talep formu ile birlikte sahte düzenlenmiş imam hatip diploması ile İstanbul Müftülüğü’ne başvurduğu Kasım 2010 yılında İstanbul’a atandığı belirtildi. Şüphelilerden K.A.’nın ise Diyanet İşleri Başkanlığı’nca yapılan 4/B statüsünde sözleşmeli personel Yerleştirme sonucu İstanbul Müftülüğü emrine verildiği, Müftülüğe iş talep formu ve sahte düzenlenmiş diploma ile başvurarak atamasının Esenler’e yapıldığı öne sürüldü. Şüphelilerden E.U.’nun da İstanbul İl Müftülüğü’ne sahte diploma verdiği ve bu şekilde atamasının yapıldığı iddia edildi.

    SANA SINAVSIZ DİPLOMA VERECEĞİZ
    Şüphelilerden K.A.’nın, 2004 yılında İstanbul’da imam hatip olarak görev yaptığını söyleyen şüpheli B.D. ile tanıştığı, sohbet sırasında kendisinin de fahri imamlık yaptığını ancak imam hatip lisesi diploması almak istediğini söylediği belirtildi. Şüpheli B.D.’nin bu konuda kendisine yardımcı olabileceğini söyleyerek şüpheli K.A.’dan bazı belgeler istediği öne sürülen iddianamede, şüpheli K.A.’nın kendisinden istenen belgeleri teslim ettiği, şüpheli B.D.’nin “Sen hafızsın, hafız olman nedeniyle biz seni sınavlara sokmadan sana imam hatip lisesi diploması vereceğiz” dediği ve 2005 yılında sahte olarak düzenlenen diplomayı şüpheli K.A.’ya verdiği ileri sürüldü.

    Açılan davada şüphelilerden B.D. hakkında sahtecilik suçundan 2 yıldan 5 yıla kadar hapis, diğer şüpheliler K.A., E.U., S.C. hakkında ise “Sahtecilik ve Dolandırıcılık” suçlarından 5 yıldan 12 yıla kadar hapis cezası talep edildi.

  • Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir!

    Ne anlama geldiği önemli değildi; önemli olan Atatürk’ün söylemiş olmasıydı.
    Sonra İslamî İlimleri tahsil ettik. Ve gördük ki bu söz İslamî literatüre de bire bir uygun. Çünkü İslâm’ın ilk kaynaklarında “ilim” denildiği zaman rivayete dayalı vahiy bilgisi kastediliyor. Fizik, kimya gibi ilimler, yahut re’ye dayalı çıkarsamalar, ictimaiyyat gibi sosyal bilimlere dair malumat  vb. “ilim” sayılmıyordu.
    Gel gör ki bu sözü söyleyenlerin maksadı başka imiş meğer. Bu söz pozitivizmin amentüsü imiş, biz ne bilelim. İlim aşkıyla yanıp tutuşan bir talebe olarak –öküz olacak dana yürüyüşünden belli olur fehvasınca- daha o zamandan ilmi hayatımızı aydınlatacak bir ışık olarak görmekte ve bunu başkalarına da haykırmak üzere döviz yapıp elde taşımaktaymışız.
    Meğer Batı aydınlanma sürecinde geldiği en son noktada bilimin üzerine o kadar kapanmış ki, bilim gözünü almış ve ondan başka dünyada bir gerçeklik olabileceği iddiasını hiçbir tereddüt duymadan reddetmiş, varsa yoksa bilimmiş… Başka bir yol gösterici, rehber, mürşit yokmuş. Din bir afyonmuş, vahiy mahiy bunlar birer sanrı.
    İnsan kendi kendine yeterli olmalıymış. Varlığı için Tanrı’ya ihtiyaç kalmamış. Bunu evrim kotarmış. Ateş gibi insanlık tarihinde hayatî önem taşıyan her nimet bizzat insana icat ettirilmiş. Yanardağlardan lavların fışkırması, yıldırımların düşüp etrafı yakması sonucu doğada ateş hazır mevcut olmasına rağmen göz göre göre insanın eline iki odun verilmiş bir birine sürttüre sürttüre ateş buldurulmuş. Adamların avuç içleri kabarmış olmalı!
    Böylece insanın kendi özünden başka hiçbir aşkın varlığa borcu kalmamış, minnet duyacağı bir otorite varsa o da insanlığın kendisi olmalı imiş.
    İnne’l-insâne leyatğâ en raâhu’isteğnâ buyuruyor Allah. İstiğnâ hali yani insanın kimseye eyvallahının olmaması azgınlık sebebidir diyor.
    Bilimin aydınlığı gözümüzü aldı ve biz etrafımızda başka gerçeklikler olup olmadığını göremez olduk. Göremediklerimizi yok saydık.
    Ama onlar bizim yok saymamıza rağmen hâlâ vardılar ve varlıklarını da sürdürüyorlardı.
    Asıl sanrı buydu.
    Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.
    İlminiz gözünüzü alıp sizi kör kılmasın; bütün gerçekliği ile dünyanızı aydınlatsın. Eşyayı tanırken gerçeklik hükümlerini bilim versin. Ama onu nasıl ve nerede kullanacağımız söz konusu olduğu zaman değer hükümleri devreye girsin. Onu da bize “el-‘ilm” versin.
    Dua ile!
     
     
    GARİBCE
  • Alevilik Polemiğinde Geri Adım: Diyanet Kilise Değil

  • İftarın ardından yaptığı konuşmada, Arakan’daki Müslümanların durumuna değindi.

    Arakanlı Müslümanların bir temsilcisini İstanbul’da ağırladıklarını ve Ankara’da da konuk ettiklerini anlatan Görmez, onun anlattıklarına göre 15 Haziran’dan itibaren 50 bin insanın öldüğünü söyledi.

    Süper Fırsat! Hala ingilizce konuşamıyorsan, hemen tıkla !

    Görmez, siyasetin plan ve projeleri doğrultusunda dinler arası çatışmalara neden olduğunu ifade ederek, Budizmin mistik ve barışçıl bir din olarak tanımlandığını, buradaki çatışmayı da Budizm ve İslam çatışması olarak değerlendirmediklerini bildirdi. Görmez, buradaki siyasetin Budizm ve Müslümanlık arasındaki çatışmadan medet umduğunu belirtti.

    Görmez, cuma günü Arakan’a yönelik bir kampanya başlattıklarını da bildirdi.

    “DİYANET KİLİSE DEĞİL, ELEŞTİRMEK GÜNAH DEĞİL”

    Medyanın dini hayatta olup bitenleri elbette dikkatle izlemesi gerektiğini anlatan Görmez, din adına, din bağlamında yanlış giden işlerin takipçisi olması gerektiğini, bunları İslami alanın belli başlı prensiplerini, ilke ve yönelimlerini bilerek yapmasının esas olduğunu kaydetti.

    Görmez, hiçbir Müslüman’ın eleştiriden müstağni olmadığını, hiçbir kurumun da eleştiri konusunda imtiyazlı bir konuma sahip bulunmadığını belirterek şöyle konuştu:

    ”Ben her fırsatta ifade ediyorum. Diyanet İşleri Başkanlığı kilise değildir. Diyanet’i eleştirmek günah değildir. Bilakis yapıcı eleştirileriniz size sevap kazandırır. Ancak haksız eleştirilerin de günah olduğunu söylemekte beis yok herhalde.”

    Gazete ve televizyonlarda din eksenli tartışmalarda reyting kaygısı olmaması gerektiğini ifade eden Görmez, dinin bir pazarlık konusu olmaması gerektiğinin altını çizdi. Görmez, iftarlarla ilgili vatandaşların ve kurumların öneri ve tavsiyelere uyduğunu belirterek, bundan Diyanet İşleri Başkanlığı olarak memnuniyet duyduklarını söyledi.

    “ŞATAFAT VE LÜKS MANAYI YOK EDİYOR”

    Son yıllarda gerçekleştirilen iftar programlarında şatafat, lüks merakının bu günlerin manasını yok ettiğini anlatan Görmez, bu Ramazan’da gösterilen duyarlılığa teşekkür etti. Görmez, orucun nasıl başlayıp nasıl bittiğinden, astronomik tanımın nasıl gerçekleşeceğinden, fecrin tanımlarından, orucu nelerin bozduğundan ziyade oruca hangi kişilik yapısıyla başlandığı ve oruçtan çıkarken ahlaki açıdan neler kazanıldığının, bozulan kişilikleri orucun nasıl düzelteceğinin idrakine ermenin her şeyden daha önemli olduğunu söyledi.

    Ramazan dolayısıyla oluşan dini duyarlılığı önemsemekle birlikte bu duyarlılığın bütün zamanları kuşatmasını temenni etmek gerektiğini vurgulayan Görmez, şöyle konuştu:

    ”İlmihal bilgilerini öğrenir ve buna göre yaşamaya çalışırız. Ancak, ilmihal bilgisi önemli olmakla birlikte bu bilgileri dinin esası yaparak, ilmihal bilgileri içinde olası ihtilaflar esas alınarak bütün bir Ramazanı bu ihtilafların konuşulduğu ay haline getirmenin hiçbir izahı yoktur. Ben çocukluk yıllarımdan itibaren hatırlarım, Ramazan’ın başından itibaren ‘sakız çiğnemek orucu bozar mı?’ sorusunu sormaktan kimse bıkmadı. Diyanet İşleri Başkanlığı da buna cevap vermekten bıkmadı. Üzülerek belirtiyorum. Bu meselelerde aslolan, derdi olanların bir araya gelerek önce ilmi açıdan bu konuları müzakere etmesi ve daha sonra sonuçları Müminlerle paylaşmasıdır. Yoksa, kişisel araştırmaları baz alarak bunu bir dayatma üslubunu pekiştirme amacıyla ‘Diyanet cinayet işliyor’ diyen kardeşlerimizi, insafla ve izanla, Ramazan’da Müslüman kanının aktığı bu dünyada niye bu cinayetler işleniyor diye düşünmeye davet ediyorum.”

    “HAKLAR VE ÖZGÜRLÜKLER DOĞUŞTANDIR”

    Alevilikle ilgili tartışmalara da değinen Görmez, ”Haklar ve özgürlükler her insana doğuştan verilir ve toplum düzenini bozmamak kaydıyla bireylerin ve toplulukların bu hakları sonuna kadar kullanmaları esastır. Kanunların ve yasaların bu hakları kısıtlaması söz konusu olmayacağı gibi bu hakların verilmesi için bir referandum da söz konusu olmamalıdır” dedi.

    Görmez, bu hakların başında inanma ve inancını istediği gibi yaşama hürriyeti geldiğini vurgulayarak, inançlar arasında tercih yapılmaksızın inanç gruplarına, inançlarının gereği hukuk düzeni içerisinde yaşama ve örgütlenme hakkının verilmesinin de temel insan hak ve hürriyetlerinin kapsamı içinde görülmesi gerektiğini kaydetti.

    ”Bugün Alevilik konusuyla gündeme gelen bütün meseleler, aslında din-devlet ilişkilerinde bu evrensel prensiplere göre konuyu başından beri ele alıp almadığımızla ilgilidir” diyen Görmez, sözlerini şöyle sürdürdü:

    ”Bugün, Alevi sorunu olarak gündeme gelen konular, aslında Sünnilerle Alevilerin aralarında yaşadıkları ya da yaşamakta oldukları toplumsal bir sorun olarak tartışılan bir konu değildir. Tarih boyunca bir ve birlikte yaşamış olan ve gündelik hayatlarında herhangi bir çatışmanın yaşanmadığı toplum kesimleri, modernleşmeyle birlikte toplumun bir forma göre düzenlenmesinden kaynaklı uygulamalar sonucunda tepeden inmeci bir yaklaşımla tüm inanç gruplarını yok sayarak hareket etmesinden kaynaklı olduğu bir durum tespiti olarak ortaya konulmalıdır. Bu konuyu ele alırken bu geniş perspektifle bakarak ele alınması gerekmektedir. Yoksa, bir tarafta Sünniler ve Diyanet, diğer tarafta da Alevilik olup, bunlar birbirine karşıymış gibi takdim edilerek zihinleri, toplumsal kesimleri karşı karşıya getirerek teolojik bir münakaşanın, teolojik cedelin içine sürüklemek doğru değildir.”

    “ALEVİLİK TARTIŞMASI HERKESİN MESELESİ”

    Görmez, bu sorunun sadece Alevileri ilgilendiren bir sorun olmadığını belirterek, ”Türkiye’de Alevilikle ilgili tartıştığımız meseleler sadece Alevilerin değil, sadece Sünnilerin değil, hepimizin ortak sorunlarıdır” diye konuştu.

    ”Maalesef entelektüel zihinlerimiz, inanç özgürlüğü açısından modern devlet düzenlemesinde geçmişe göre neden daha kısıtlayıcı ve tekelci bir uygulamanın içine girerek inançlar üzerinde bir baskının oluşmasına neden olduğumuzu tartışmamaktadır” diyen Görmez, konuşmasını şöyle sürdürdü.

    ”Tarihsel koşullar gereği cumhuriyetimizin başında din devlet ilişkileri bağlamında belki zorunlu olarak uygulama alanına koyulan konular neden bir tabu haline gelerek bu kadar zaman geçmiş olmasına rağmen bu konular sağlıklı bir zihinle tartışılmamaktadır. Binlerce yıl bir ve beraber yaşamış olan sadece Alevi ve Sünni olarak değil, Nusayrisiyle, Yezidisiyle, Keldanisiyle, Süryanisiyle, Yahudisiyle, Melamisiyle ve daha nice din, mezhep ve inanç gruplarıyla bu geleneksel beraberliğimiz neden modern bir forma kavuşturulamamıştır. Neden bu topraklarda yaşadığı halde kendi inancını öğrenmek isteyen bir inanç mensubu zorunlu olarak başkaca bir ülkeye gider. Bütün bu sorunlar üzerine herkes kafa yormalı ve bu soruları çoğaltarak her birine modern hukuk açısından çözümler üretmelidir. Ancak bu çözümler üretilirken hiçbir inanç mensubu başkaca inanç mensubuyla karşı karşıya getirilmemeli ve birbirinin alternatifi olarak görülmemelidir.”

    “DİYANET ALEVİLİĞİ TARTIŞMAYACAK”

    Alevilik meselesini sürekli Diyanet üzerinden tartışmanın, sorunu çözmekten ziyade, sorunun derinleşmesine psikolojik katkı yaptığını ifade eden Görmez, konuşmasını şöyle tamamladı:

    ”Bu bağlamda yapılan tartışmanın içinde biz Diyanet’i bundan böyle görmek mümkün olmayacaktır. Bu yapıcı bir tartışma değildir. Aksine Alevilik üzerinde konuşarak farklı siyasi mühendislik hesaplarına katkı yapıldığı izlenimi doğurmaktadır. Sorunlar çözüme kavuşturulmak için konuşulur. Yoksa sorunları konuşarak toplumsal bir yara oluşturularak derinleştirilmez.

    “DİYANET’İN KİLİSE GİBİ OTORİTESİ YOKTUR

    Diyanet’in kilise gibi dini kutsal bir otoritesi yoktur. Hiçbir kişiyi ve toplumu dinin dışına itme hakkı da yoktur. Kendisini İslam’ın içinde görerek inancını yaşamak isteyen herkes muhteremdir.

    Özellikle İslam’ın, herhangi bir inanç grubunun dinin doğuşundan 14 asır sonra yeni bir teolojik statü araması doğru değildir. Bu teolojik statüyü de diyanet üzerinden aramak doğru değildir. Çünkü İslam dini, hiçbir şahsa ve hiçbir kuruma herhangi bir müessesenin teolojik statüsünü belirleme hak ve selahiyetini tanımamıştır. Sorunlarımızı yasal engelleri ortadan kaldırmak, özgürlükleri çoğaltmak üzerinden çözmek varken yeni teolojik statüler aramak ve söz konusu teolojik statüleri de asla böyle bir yetkisi olmayan Diyanet kurumu üzerinden tartışmak doğru değildir. İslam dini teolojik statü belirleme yetkisini ne bir şahsa, ne bir kuruma vermiştir. Alevilik konusu bu açıdan hepimizin ortak konusu, ortak sorunudur. Türkiye’de yaşayan herkes bu konuda çok daha özenli. Çok daha dikkatli bir dil ve üslup kullanmak durumundadır. Bu açıdan herkesin, başta diyanet olmak üzere, kendisine yönelik bir öz eleştiri yapmasına ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.”

  • İslami Kuruluşlara Saldırılarda Medyanın Rolü

     

     

    Orta İsveç Üniversitesi’nin araştırmasına göre; her 10 İslamî kuruluştan 4’ü saldırıya maruz kaldı. Araştırmaya ülkede faaliyet gösteren 100’ün üzerinde İslamî kuruluşun temsilcisi katıldı. Projenin arkasındaki isim Prof. Dr. Klas Borell, Zaman’a yaptığı açıklamada çarpıcı ifadeler kullandı: “Ne zaman medyada Müslümanlarla ilgili olumsuz haberler çıksa aynı dönemde İslamî kurum ve kuruluşlara yönelik saldırılar artıyor. Medya ile saldırılar arasında direkt bir bağlantı olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle olumsuz haberler İslam karşıtı aşırı sağcı örgütlerin saldırılarını tetikliyor.”

    Uzun yıllardır ülkedeki Müslüman topluma yönelik çalışmalar yapan sosyolog Borrell, “İslami kurumlara yönelik saldırılar zaman zaman, fiziki şiddet boyutuna ulaşabilirken bazen de sadece tehditlerle sınırlı kalıyor. Hepsinin ortak yanı ise İsveç kanunlarına göre suç sayılıyor olmaları.” diye konuştu. Avrupa’nın farklı ülkelerinde meydana gelen terör saldırılarının da İslami kurum ve kuruluşlara yönelik saldırıları artırdığını belirten Borrell, ”Hatırlanacağı üzere geçtiğimiz yıllarda Londra ve Madrid’de terör saldırıları meydana gelmişti. Yaptığımız araştırmada bu saldırıların hemen akabinde İsveç’teki İslami kurum ve kuruluşlara yönelik saldırıların arttığını tespit ettik.” değerlendirmesinde bulundu.

    Araştırmaya göre Müslümanların toplum içinde görünürlülüğü ile onlara yönelik şiddet olaylarında da paralellik var. Avrupa’nın birçok ülkesinin aksine İsveç’teki İslami kurum ve kuruluşların toplum ile son derece güçlü bir şekilde entegre olduğunu vurgulayan Borrell, ”İsveçli Müslümanlar toplum ile son derece güçlü bir şekilde entegre olmuş durumdalar. Devlet kurumlarıyla, politikacılarla ilişkileri oldukça iyi. Ancak Müslümanlar kamuoyunda yer alıp gündem belirlemeye başladığında veya cami, mescit ya da eğitim merkezi inşası gibi kamuoyunun dikkatini celbeden konuların gündemde olduğu dönemlerde ise saldırılar artıyor.” tespitinde bulundu. Müslümanlara yönelik saldırılara rağmen İsveç’in farklı din ve inanışlara karşı son derece hoşgörülü olduğunu da sözlerine ekleyen Borrell, ”Farklı din ve inanışlara hoşgörülü olmak noktasında İsveç dünyanın en önde gelen ülkelerinden biri. Kendi sınıfındaki diğer ülkelerle kıyaslandığında İsveç’in çok daha iyi bir konumda olduğunu düşünüyorum.” dedi. Saldırıların genelde Müslüman karşıtı aşırı sağcı örgütler tarafından gerçekleştirildiğini vurgulayan Borrell, ”İsveç halkının çoğunluğu da Müslümanlara karşı hoşgörülüdür.” dedi.