Yıl: 2012

  • Leyl Suresi İrabı Arapça Dersleri

     

    سورة الليل (92)

    بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

    (92- LEYL SÛRESİ)  Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla

    وَاللَّيْلِ إِذَا يَغْشَى {92/1} وَالنَّهَارِ إِذَا تَجَلَّى {92/2} وَمَا خَلَقَ الذَّكَرَ وَالْأُنْثَى {92/3} إِنَّ سَعْيَكُمْ لَشَتَّى {92/4}

    1-4. (Karanlığı ile etrafı) bürüyüp örttüğü zaman geceye, açılıp ağardığı vakit gündüze, Erkeği ve dişiyi yaratana and olsun ki, sizin işleriniz başka başkadır.

    tecelli etmek, görünmek, açığa çıkmak

    تَجَلَّى  يَتَجَلَّى

    kaplamak, sarmak

    غَشِيَ يَغْشَى

    hızlıca yürümek, çalışmak, çaba sarfetmek

    سَعَى يَسْعَى سَعْياً

    dağınık, müteferrik,  ayrı ayrı, başka başka

    شَتَّى

             

     فَأَمَّا مَنْ أَعْطَى وَاتَّقَى {92/5} وَصَدَّقَ بِالْحُسْنَى {92/6} فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْيُسْرَى {92/7} وَأَمَّا مَنْ بَخِلَ وَاسْتَغْنَى {92/8} وَكَذَّبَ بِالْحُسْنَى {92/9} فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْعُسْرَى {92/10}

    5-10. Artık kim verir ve sakınırsa ve en güzeli de tasdik ederse, biz de onu en kolaya hazırlarız (onu başarılı kılarız). Kim cimrilik eder, kendini müstağni sayar ve en güzeli de yalanlarsa, biz de onu en zora hazırlarız.

    korunmak, sakınmak

    اِتَّقَى يَتَّقِي إِتِّقاَءً

    vermek

    أَعْطَى يُعْطِي إِعْطاَءً

    (ism-i tafdîl) en güzel

    أَحْسَنُ ث اَلْحُسْنَى

    kolaylaştırmak, kolaylık vermek

    يَسَّرَ يُيَسِّرُ تَيْسِيراً

    en zor

    اَلْأَعْسَرُ ث اَلْعُسْرَى

    en kolay

    اَلْأَيْسَرُ ث اَلْيُسْرَى

    cimrilik etmek

    بَخِلَ يَبْخَلُ بُخْلاً

    ihtiyaç hissetmemek

    اِسْتَغْنَى يَسْتَغْنِي اِسْتِغْناَءً

                 

    وَمَا يُغْنِي عَنْهُ مَالُهُ إِذَا تَرَدَّى {92/11} إِنَّ عَلَيْنَا لَلْهُدَى {92/12} وَإِنَّ لَنَا لَلْآخِرَةَ وَالْأُولَى {92/13} فَأَنْذَرْتُكُمْ نَارًا تَلَظَّى {92/14} لاَ يَصْلاَهَا إِلاَّ الْأَشْقَى {92/15} الَّذِي كَذَّبَ وَتَوَلَّى {92/16}

    11-16. Düştüğü zaman da malı kendisine hiç fayda vermez. Doğru yolu göstermek bize aittir. Şüphesiz ahiret de dünya da bizimdir. (Ey insanlar! ) Alev alev yanan bir ateşle sizi uyardım. O ateşe, ancak kötü olan girer. Öyle kötü ki, yalanlayıp yüz çevirmiştir.

    hidâyet verme, doğru yolu gösterme

    اَلْهُدَى

    zengin kılmak, fayda vermek

    أَغْنَى يُغْنِي إِغْناَءً

    ilk, birinci, dünya

    اَلْأُولَى

    (çukura) yıkılmak, yuvarlanmak

    تَرَدَّى يَتَرَدَّى

    çok alevlenmek, alevi çoğalmak

    تَلَظَّى  يَتَلَظَّى (تَتَلَظَّىaslı )

    (ateşe) yaslanmak,  (ateşe) atılmak, (ateşe) maruz kalmak

    صَلِيَ يَصْلَى صِلِياًّ

    (ism-i tafdîl) en bedbaht, en mutsuz

    اَلْأَشْقَى

               

    وَسَيُجَنَّبُهَا الْأَتْقَى {92/17} الَّذِي يُؤْتِي مَالَهُ يَتَزَكَّى {92/18} وَمَا لِأَحَدٍ عِنْدَهُ مِنْ نِعْمَةٍ تُجْزَى {92/19} إِلاَّ ابْتِغَاءَ وَجْهِ رَبِّهِ الْأَعْلَى {92/20} وَلَسَوْفَ يَرْضَى {92/21}

    17-21. En çok korunan ise ondan (ateşten) uzak tutulur. O ki, Allah yolunda malını verir, temizlenir. Onun nezdinde hiçbir kimseye ait (şükranla) karşılanacak bir nimet yoktur. O ancak Yüce Rabbinin rızasını aramak için verir. Ve o (buna kavuşarak) hoşnut olacaktır.

    en müttakî, en çok takva sahibi

    الْأَتْقَى

    uzaklaştırmak, uzak tutmak

    جَنَّبَ يُجَنِّبُ تَجْنِيباً

    karşılığını vermek

    جَزَى يَجْزِي جَزاَءً

    temizlenmek, zekat vermek

    تَزَكَّى يَتَزَكَّى

    talep etmek, arzulamak, aramak

    إِبْتَغَى يَبْتَغِي إِبْتِغاَءً

               
  • Şems Suresi İrabı Arapça Dersleri

     

    سورة الشمس (91)

    بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

    (91- ŞEMS SÛRESİ)  Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla

    وَالشَّمْسِ وَضُحَاهَا {91/1} وَالْقَمَرِ إِذَا تَلاَهَا {91/2} وَالنَّهَارِ إِذَا جَلاَّهَا {91/3} وَاللَّيْلِ إِذَا يَغْشَاهَا {91/4} وَالسَّمَاءِ وَمَا بَنَاهَا {91/5} وَالْأَرْضِ وَمَا طَحَاهَا {91/6} وَنَفْسٍ وَمَا سَوَّاهَا {91/7} فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا {91/8} قَدْ أَفْلَحَ مَنْ زَكَّاهَا {91/9} وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسَّاهَا {91/10}

    1. Güneşe ve kuşluk vaktindeki aydınlığına 2.Güneşi takip ettiğinde Ay’a, 3.Onu açığa çıkarttığında gündüze, 4.Onu örttüğünde geceye, 5.Gökyüzüne ve onu bina edene, 6.Yere ve onu yapıp döşeyene, 7.Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verene, 8.Sonra da ona iyilik ve kötülükleri ilham edene yemin ederim ki, 9.Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir. 10.Onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.

     

    tabi olmak, okumak

    تَلاَ يَتْلُو تُلُوًّا

    kuşluk vakti

    اَلضُّحَى

     

    kaplamak, sarmak

    غَشِيَ يَغْشِي

    keşfetmek, izhar etmek (açığa vermek)

    جَلَّى يُجَلِّي تَجْلِيَةً

    kazanmak, felaha ermek

    أَفْلَحَ يُفْلِحُ إِفْلاَحاً

    yaymak, sermek, döşemek

    طَحَا يَطْحُو

     

    korunma, sakınma

    اَلتَّقْوَى

    düzeltmek, düzene koymak, kemâle erdirmek

    سَوَّى يُسَوِّي تَسْوِيَةً

     

    ilham etti

    أَلْهَمَ يُلْهِمُ إِلْهاَماً

    temizlemek, ıslah etmek, düzeltmek

    زَكَّى يُزَكِّي تَذْكِيةً

     

    (kötü hareketini, kusurunu vs.) gizlemek, örtmeye çalışmak

    دَسَّى يُدَسِّي تَدْسِيَةً

     

    kaybetmek, maksada erişememek

    خَابَ يَخِيبُ خَيْبَةً

                     

    كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِطَغْوَاهَا{91/11} إِذِ انْبَعَثَ أَشْقَاهَا{91/12} فَقَالَ لَهُمْ رَسُولُ اللَّهِ نَاقَةَ اللَّهِ وَسُقْيَاهَا{91/13} فَكَذَّبُوهُ فَعَقَرُوهَا فَدَمْدَمَ عَلَيْهِمْ رَبُّهُمْ بِذَنْبِهِمْ فَسَوَّاهَا{91/14}وَلاَ يَخَافُ عُقْبَاهَا{91/15}

    11. Semud kavmi azgınlığı yüzünden (Allah’ın elçisini) yalanladı. 12.Onların en bedbahtı (deveyi kesmek için) atıldığında, 13.Allah’ın Resûlü onlara: “Allah’ın devesine ve onun su hakkına (dokunmayın)!” dedi. 14.Ama onlar, onu yalanladılar ve deveyi kestiler. Bunun üzerine Rableri günahları sebebiyle onlara büyük bir felâket gönderdi de hepsini dümdüz etti. 15.(Allah, bu şekilde azap etmenin) âkıbetinden korkacak değildir!

    (ihtiyacını karşılamak için gidip) işe girişmek, atılmak, ayaklanmak

    انْبَعَثَ يَنْبَعِثُ إِنْبِعاَثاً

    en  bedbaht, en saadetsiz

    اَلْأَشْقَى (شَقِيٌّ)

    dişi  deve

    اَلناَّقَةُ

    kesmek, canına kıymak

    عَقَرَ يَعْقُرُ عُقْراً

    sulama, içirme, sulanma, içirilme

    اَلسُّقْياَ

    düzeltmek, eşit kılmak (ayette: onlardan hiçbiri kurtulmamak üzere eşit bir şekilde hepsini helâk etmek)

    سَوَّى يُسَوِّي

    ezip helâk etmek, şiddetli bir şekilde gadablanmak, çok kızmak

    دَمْدَمَ يُدَمْدِمُ

     

     

    son, netice, akıbet

    اَلْعُقْبَى

           
  • Beled Suresi İrabı Arapça Dersleri

     

    سورة البلد (90)

    بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

    (90- BELED SÛRESİ)  Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla

    لاَ أُقْسِمُ بِهَذَا الْبَلَدِ {90/1} وَأَنْتَ حِلٌّ بِهَذَا الْبَلَدِ {90/2} وَوَالِدٍ وَمَا وَلَدَ {90/3}

    l. 2. 3. Andolsun bu beldeye, ki sen bu beldede ikamet ediyorsun ve andolsun babaya ve (ondan meydana gelen) çocuğa,

    mukim, oturan, ikamet eden

    حِلٌّ

    andolsun, yemin olsun ki

    لاَ أُقْسِمُ

    لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ فِي كَبَدٍ {90/4} أَيَحْسَبُ أَنْ لَنْ يَقْدِرَ عَلَيْهِ أَحَدٌ {90/5}

    4. 5. Biz, insanı (yüzyüze geleceği nice) zorluklar içinde yarattık. İnsan, hiç kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?

    gücü yetmek, ölçüp biçmek..

    قَدَرَ يَقْدِرُ قَدْراً

    acı, meşakkat, ciğeri yanmak

    كَبَدٌ

    يَقُولُ أَهْلَكْتُ مَالاً لُبَدًا {90/6} أَيَحْسَبُ أَنْ لَمْ يَرَهُ أَحَدٌ {90/7}

    6. 7. “Pek çok mal harcadım” diyor. Kimse onu görmedi mi sanıyor?

    yığın, birçok

    اَللُّبَدُ

    harcamak, tüketmek, helâk etmek, telef etmek

    أَهْلَكَ يُهْلِكُ إِهْلاَكاً

    أَلَمْ نَجْعَلْ لَهُ عَيْنَيْنِ {90/8} وَلِسَانًا وَشَفَتَيْنِ {90/9} وَهَدَيْنَاهُ النَّجْدَيْنِ {90/10}

    8. 9. 10. Biz ona iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi? Ona iki yolu (doğru ve eğriyi) gösterdik .

    dudak

    اَلشَّفَةُ

    göz, kaynak, pınar, çeşme

    اَلْعَيْنُ

    açık yol, yüksek yer, tepe, dağ, bayır

    اَلنَّجْدُ

    yol göstermek, tarif etmek, iletmek

    هَدَي يَهْدِي

             

     فَلاَ اقْتَحَمَ الْعَقَبَةَ {90/11} وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْعَقَبَةُ {90/12} فَكُّ رَقَبَةٍ {90/13} أَوْ إِطْعَامٌ فِي يَوْمٍ ذِي مَسْغَبَةٍ {90/14} يَتِيمًا ذَا مَقْرَبَةٍ {90/15} أَوْ مِسْكِينًا ذَا مَتْرَبَةٍ {90/16}

    11 – 16. Fakat o, sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuş nedir bilir misin? Köle azat etmek veya açlık gününde yemek yedirmektir yakınlığı olan bir yetime veya hiçbir şeyi olmayan yoksula.

    sarp yokuş

    اَلْعَقَبَةُ

    katlanmak, atılmak

    اِقْتَحَمَ يَقْتَحِمُ

    azad etmek (masdar)

    فَكُّ

    bildirmek

    أَدْرَى يُدْرِي

    açlık

    مَسْغَبَةٌ

    yedirmek, doyurmak, rızıklandırmak

    إِطْعَامٌ (أَطْعَمَ يُطْعِمُ)

    yakınlık, akrabalık

    اَلْمَقْرَبَةُ

    şiddetli fakirlik, yoksulluk

    اَلْمَتْرَبَةُ

             

    ثُمَّ كَانَ مِنَ الَّذِينَ آمَنُوا وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ وَتَوَاصَوْا بِالْمَرْحَمَةِ {90/17}

    17. Sonra imân edenlerden, birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden ve birbirlerine acımayı tavsiye edenlerden olmaktır.

     

     

    birbirine tavsiye etmek

    تَوَاصَى يَتَوَاصَى

    أُولَئِكَ أَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِ {90/18} وَالَّذِينَ كَفَرُوا بِآيَاتِنَا هُمْ أَصْحَابُ الْمَشْأَمَةِ {90/19} عَلَيْهِمْ نَارٌ مُؤْصَدَةٌ {90/20}

    18. 19. 20. İşte bunlar sağdakilerdir. Ayetlerimizi inkâr edenler ise işte onlar soldakilerdir. Onların üzerinde, (kapıları üzerlerine sımsıkı) kapatılmış bir ateş vardır.

    sol tarafa mülazemet edenler, solcular

    أَصْحَابُ الْمَشْأَمَةِ

    sağın ashabı, sağcılar

    أَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِ

    (ism-i mef’ûl) kapatılmış, örtülmüş

    مُؤْصَدَةٌ

  • Fecr Suresi İrabı Arapça Dersleri

     

    سورة الفجر (89)

     

    بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

    (89- FECR SÛRESİ)  Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla

    وَالْفَجْرِ {89/1} وَلَيَالٍ عَشْرٍ {89/2} وَالشَّفْعِ وَالْوَتْرِ {89/3} وَاللَّيْلِ إِذَا يَسْرِ {89/4} هَلْ فِي ذَلِكَ قَسَمٌ لِذِي حِجْرٍ {89/5}

    1. 2. 3. 4. 5. Andolsun Fecre, On geceye, Çifte ve teke, (her şeyi karanlığı ile) örttüğü an geceye. Bunlarda akıl sahibi için birer yemin (değeri) yok mudur?

    tek

    اَلْوَتْرُ

    akıl

    حِجْرٍ

    yemin

    قَسَمٌ

    çift

    َالشَّفْعُ

    aslı (يَسْرِي) geçip gitmek, çıkmak (Fasıla için hazfedilmiştir)

    يَسْرِ

    أَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِعَادٍ {89/6} إِرَمَ ذَاتِ الْعِمَادِ {89/7} الَّتِي لَمْ يُخْلَقْ مِثْلُهَا فِي الْبِلاَدِ {89/8}

    6. 7. 8. Görmedin mi, Rabbin nasıl yaptı Âd kavmine? Direkleri (yüksek binaları) olan, İrem şehrine? Ki ülkeler içinde onun benzeri yaratılmamıştı.

    ülkeler, memleketler

    اَلْبِلاَدُ

    onun benzeri

    مِثْلُهَا

    direk veya yüksek binalar

    اَلْعِمَادُ

    وَثَمُودَ الَّذِينَ جَابُوا الصَّخْرَ بِالْوَادِ{89/9}وَفِرْعَوْنَ ذِي الْأَوْتَادِ{89/10}الَّذِينَ طَغَوْا فِي الْبِلاَدِ {89/11}

    9. 10. 11. O vadide kayaları yontan Semûd kavmine? Kazıklar (çadırlar, ordular) sahibi Firavun’a? Ki onların hepsi ülkelerinde azgınlık ettiler.

    kayalar, kaya tabakası

    اَلصَّخْرُ

    kesmek, delmek, oymak

    جَابَ يَجُوبُ جَوْباً

    فَأَكْثَرُوا فِيهَا الْفَسَادَ{89/12}فَصَبَّ عَلَيْهِمْ رَبُّكَ سَوْطَ عَذَابٍ{89/13}إِنَّ رَبَّكَ لَبِالْمِرْصَادِ {89/14}

    12. 13. 14. Oralarda kötülüğü çoğalttılar. Bu yüzden Rabbin onların üstüne azap kamçısı yağdırdı. Çünkü Rabbin (her an) gözetlemededir.

    kamçı

    اَلسَّوْطُ

    dökmek, akıtmak, boşaltmak

    صَبَّ  يَصُبُّ صّباًّ

    فَأَمَّا الْإِنْسَانُ إِذَا مَا ابْتَلاَهُ رَبُّهُ فَأَكْرَمَهُ وَنَعَّمَهُ فَيَقُولُ رَبِّي أَكْرَمَنِ {89/15} وَأَمَّا إِذَا مَا ابْتَلاَهُ فَقَدَرَ عَلَيْهِ رِزْقَهُ فَيَقُولُ رَبِّي أَهَانَنِ {89/16}

    15. 16. İnsan, Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nimet verdiğinde “Rabbim bana ikram etti” der. Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise “Rabbim beni önemsemedi” der.

    ikram etti, nimetlendirdi

    َأَكْرَمَ يُكْرِمُ إِكْراَماً

    imtihan etmek, denemek

    ابْتَلَى يَبْتَلِي إِبْتِلاَءً

    ayarlamak, ölçüp biçmek, daraltmak

    قَدَرَ يَقْدِرُ قَدْراً

    nimet verdi

    نَعَّمَ يُنَعِّمُ تَنْعِيماً

    alçaltmak, zelil kılmak, aşağılık etmek (Sondaki nûn, nûnu’l-vikâyedir. Esre de düşen mütekellim yâ’sının işaretidir).

    أَهَانَ يُهِينُ إِهاَنَةً

               

    كَلاَّ بَلْ لاَ تُكْرِمُونَ الْيَتِيمَ {89/17} وَلاَ تَحَاضُّونَ عَلَى طَعَامِ الْمِسْكِينِ {89/18} وَتَأْكُلُونَ التُّرَاثَ أَكْلاً لَمًّا {89/19} وَتُحِبُّونَ الْمَالَ حُبًّا جَمًّا {89/20}

    17. 18. 19. 20. Hayır! Doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz, yoksulu yedirmeye birbirinizi teşvik etmiyorsunuz, haram helâl demeden mirası yiyorsunuz. Malı aşırı biçimde seviyorsunuz.

    birbirlerini teşvik etmek [ (تَحَاضُّونَ) nin aslı (تَتَحاَضُّونَ)dir.]

    تَحاَضَّ يَتَحاَضُّ

    eksiksiz toplama,  (miras mallarını kendi payları ile ortaklarının payları arasında ayırım yapmadan, helâl haram demeden toplayıp hepsine sahip çıkmak kastedilmiştir)

    اَللَّمُّ

     

    miras

    اَلتُّرَاثُ

    çok, çokça, pek çok

    اَلْجَمُّ

               

    كَلاَّ إِذَا دُكَّتِ الْأَرْضُ دَكًّا دَكًّا {89/21} وَجَاءَ رَبُّكَ وَالْمَلَكُ صَفًّا صَفًّا {89/22} وَجِيءَ يَوْمَئِذٍ بِجَهَنَّمَ يَوْمَئِذٍ يَتَذَكَّرُ الْإِنْسَانُ وَأَنَّى لَهُ الذِّكْرَى {89/23}

    21. 22. 23. Ama yeryüzü parça parça döküldüğü, Rabbin(in emri) geldiği ve melekler saf saf dizildiği zaman (her şey ortaya çıkacaktır). O gün cehennem getirilir, insan yaptıklarını birer birer hatırlar. Fakat bu hatırlamanın ne faydası var!

    ikaz, hatırlatma, nasihat

    الذِّكْرَى

    kırmak, ufaltmak, ezmek, düzlemek

    دَكَّ يَدُكُّ دَكاًّ

    tezekkür etmek, hatıra getirmek, düşünmek

    تَذَكَّرَ يَتَذَكَّرُ

    يَقُولُ يَا لَيْتَنِي قَدَّمْتُ لِحَيَاتِي {89/24} فَيَوْمَئِذٍ لاَ يُعَذِّبُ عَذَابَهُ أَحَدٌ {89/25} وَلاَ يُوثِقُ وَثَاقَهُ أَحَدٌ {89/26}

    24. 25. 26. (İşte o zaman insan:) “Keşke bu hayatım için bir şeyler yapıp gönderseydim!” der. Artık o gün, Allah’ın edeceği azabı kimse edemez. 0’nun vuracağı bağı kimse vuramaz.

    azab vermek, işkence etmek

    عَذَّبَ يُعَذِّبُ

    önceden yapmak, öne almak

    قَدَّمَ يُقَدِّمُ تَقْدِيماً

    bağ, bağlama, bağlayış

    اَلْوَثَاقُ

    bağlamak

    أَوْثَقَ يُوثِقُ إِيثاَقاً

     يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ {89/27}اِرْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً {89/28}فَادْخُلِي فِي عِبَادِي{89/29}وَادْخُلِي جَنَّتِي {89/30}

    27. 28. 29. 30. Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!

    tatmin olmak, dinmek, yatışmak

    إِطْمَأَنَّ يَطْمَئِنُّ إِطْمِئْناَناً

    (ism-i mef’ûl) razı olunan

    مَرْضِيَّةٌ

    (ism-i fâil) tercih eden, seçen, razı olan

    رَاضِيَةٌ (رَضِيَ)

             
  • Kıyame Suresi İrabı Arapça Dersleri

     

    بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
     
     

    (75- KIYÂME SÛRESİ)  Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla

    لاَ أُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيَامَةِ {75/1} وَلاَ أُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ {75/2}

    1. 2. Kıyâmet gününe yemin ederim. Kendini çok kınayan (pişmanlık duyan) nefse yemin ederim (diriltilip hesaba çekileceksiniz).

    Yemin ederim anlamında tabir [baştaki (لاَ) zâiddir.]

    لاَ أُقْسِمُ

    yemin etmek

    أَقْسَمَ يُقْسِمُ إِقْساَماً

    (mübâlağalı ism-i fâil) çok kınayan

    اللَّوَّامَةُ

    kınadı

    لاَمَ يَلُومُ لَوْماً

               

    أَيَحْسَبُ الْإِنْسَانُ أَلَّنْ نَجْمَعَ عِظَامَهُ {75/3} بَلَى قَادِرِينَ عَلَى أَنْ نُسَوِّيَ بَنَانَهُ {75/4}

    3. 4.  İnsan, kendisinin kemiklerini biraraya toplayamayacağımızı mı sanır? Evet, bizim, onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter.

    kemik

    اَلْعَظْمُ ج اَلْعِظَامُ

    zannetmek, varsaymak

    حَسِبَ يَحْسَبُ

    düzene koymak, kemale erdirmek

    سَوَّى يُسَوِّي تَسْوِيَةً

    toplamak

    جَمَعَ يَجْمَعُ جَمْعاً

     

     

    parmak, parmak ucu

    اَلْبَناَنَةُ ج اَلْبَناَنُ

             

    بَلْ يُرِيدُ الْإِنْسَانُ لِيَفْجُرَ أَمَامَهُ {75/5} يَسْأَلُ أَيَّانَ يَوْمُ الْقِيَامَةِ {75/6}

    5. 6.  Fakat insan önündekini (kıyâmeti, tekrar dirilmeyi) inkar etmek ister. “Kıyâmet günü ne zamanmış?” diye sorar.

    ne zaman

    أَيَّانَ

    fücur işlemek, günahlara dalmak, inkar etmek

    فَجَرَ يَفْجُرُ فُجُوراً

    فَإِذَا بَرِقَ الْبَصَرُ {75/7} وَخَسَفَ الْقَمَرُ {75/8} وَجُمِعَ الشَّمْسُ وَالْقَمَرُ {75/9} يَقُولُ الْإِنْسَانُ يَوْمَئِذٍ أَيْنَ الْمَفَرُّ {75/10}

    7. 8. 9. 10. İşte, göz kamaştığı, Ay tutulduğu, Güneşle ay biraraya getirildiği zaman! O gün insan, “Kaçacak yer neresi!” diyecektir.

    göz (gördüğü korkudan dehşete kapılıp) kamaştı

    بَرِقَ الْبَصَرُ

    (ism-i mekân) kaçacak yer

    اَلْمَفَرُّ (فَرَّ يَفِرُّ)

    tutulmak (ışığı kaybolmak)

    خَسَفَ يَخْسِفُ خُسُوفاً

           

    كَلاَّ لاَ وَزَرَ{75/11} إِلَى رَبِّكَ يَوْمَئِذٍ الْمُسْتَقَرُّ{75/12}يُنَبَّأُ الْإِنْسَانُ يَوْمَئِذٍ بِمَا قَدَّمَ وَأَخَّرَ{75/13}

    11. 12. 13. Hayır, hayır! (Kaçıp) sığınacak yer yoktur! O gün varıp durulacak yer, sadece Rabbinin huzurudur. O gün insana, ileri götürdüğü ve geri bıraktığı ne varsa bildirilir.

    karar kılınan yer, yerleşme yeri

    اَلْمُسْتَقَرُّ (اِسْتَقَرَّ)

    sığınak

    اَلْوَزَرُ

    önceden yapmak, …den önce yapmak, öne almak

    قَدَّمَ يُقَدِّمُ

    haber vermek, bildirmek

    نَبَّأَ يُنَبِّأُ

    ertelemek, tehir etmek, geri bırakmak

    َأَخَّرَ يُأَخِّرُ

             

     بَلِ الْإِنْسَانُ عَلَى نَفْسِهِ بَصِيرَةٌ {75/14} وَلَوْ أَلْقَى مَعَاذِيرَهُ {75/15}

    14. 15. Artık insan, kendi kendinin şahididir. İsterse özürlerini sayıp döksün.

    atmak, sürmek

    أَلْقَى يُلْقِي

    kendisiyle hakikate erişilebilen kalp gözü

    بَصِيرَةٌ

     

     

    özürler, mazaretler

    اَلْمَعَاذِيرُ

     لاَ تُحَرِّكْ بِهِ لِسَانَكَ لِتَعْجَلَ بِهِ {75/16} إِنَّ عَلَيْنَا جَمْعَهُ وَقُرْآنَهُ {75/17} فَإِذَا قَرَأْنَاهُ فَاتَّبِعْ قُرْآنَهُ {75/18} ثُمَّ إِنَّ عَلَيْنَا بَيَانَهُ {75/19}

    16. 17. 18. 19. (Resûlüm!) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma. Şüphesiz onu, toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak bize aittir. O halde, biz onu okuduğumuz zaman, sen onun okunuşunu takip et. Sonra şüphen olmasınki, onu açıklamak da bize aittir.

     

     

    hareketlendirmek, tahrik etmek, kımıldatmak

    حَرَّكَ يُحَرِّكْ تَحْرِيكاً

    acele etmek, daha önce yapmak

    عَجِلَ يَعْجَلُ عَجَلاً بِ

    uymak, tabi olmak

    إِتَّبَعَ يَتَّبِعُ إِتِّباعاً

    okumak

    قَرَأَ يَقْرَأُ قِراَءَةً قُرْآناً

    açığa çıkmak, açıklamak, vuzuha kavuşmak

    باَنَ يَبِينُ بَيَاناً

           

    كَلاَّ بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ {75/20} وَتَذَرُونَ الْآخِرَةَ {75/21}

    20. 21. Hayır! Doğrusu siz, çarçabuk geçeni (dünya hayatını ve nimetlerini) seviyorsunuz da, Ahireti bırakıyorsunuz.

    bırakmak, alakayı kesmek, ilgilenmemek

    وَذَرَ يَذَرُ وَذْراً

    dünya

    اَلْعَاجِلَةُ

    sevmek

    أَحَبَّ يُحِبُّ

     وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاضِرَةٌ {75/22} إِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ {75/23} وَوُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ بَاسِرَةٌ {75/24} تَظُنُّ أَنْ يُفْعَلَ بِهَا فَاقِرَةٌ {75/25}

    22. 23. 24. 25. Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine bakacaklardır (O’nu göreceklerdir). Yüzler de vardır ki, o gün buruşacaktır; kendilerinin (bel kemiklerini kıran) bir felâkete uğratılacağını sezeceklerdir.

    (ism-i fâil) sevimli, güleç yüzlü, pırıl pırıl parlayan, ışıl ışıl parıldayan, parlak, neş’eli

    نَاضِرَةٌ

    hoşlanmayarak, asık suratla bakmak, yüzünü buruşturmak

    بَسَرَ يَبْسُرُ

    belâ, musibet, felaket

    فَاقِرَةٌ

    sezmek, anlamak

    ظَنَّ يَظُنُّ

           

    كَلاَّ إِذَا بَلَغَتِ التَّرَاقِيَ {75/26} وَقِيلَ مَنْ رَاقٍ {75/27} وَظَنَّ أَنَّهُ الْفِرَاقُ {75/28}

    26. 27. 28. Artık gözünüzü açın! Ne zaman ki can köprücük kemiğine dayanır, “Tedavi edebilecek kimdir?” denir. (Can çekişen) bunun gerçek bir ayrılış olduğunu anlar.

    (hastaya) okuyan, okuyarak tedavi eden

    اَلرَّاقِي – رَاقٍ

    köprücük kemiği

    اَلتَّرَاقِي

    وَالْتَفَّتِ السَّاقُ بِالسَّاقِ {75/29} إِلَى رَبِّكَ يَوْمَئِذٍ الْمَسَاقُ {75/30}

    29. 30. Ve bacak bacağa dolaşır. İşte o gün sevkedilecek yer, sadece Rabbinin huzurudur.

    bacak (ayak ile diz kapağı arasındaki kısım)

    اَلسَّاقُ

    sarılmak, dolaşmak

    إِلْتَفَّ يَلْتَفُّ

    (mimli masdar) sürme, sürüş, sürülme, sevkiyat

    اَلْمَسَاقُ (ساَقَ يَسُوقُ سَوْقاً)

             

    فَلاَ صَدَّقَ وَلاَ صَلَّى{75/31}وَلَكِنْ كَذَّبَ وَتَوَلَّى{75/32}ثُمَّ ذَهَبَ إِلَى أَهْلِهِ يَتَمَطَّى{75/33}

    31. 32. 33. İşte o, (Peygamber’in getirdiğini) doğru kabul etmemiş, namaz da kılmamıştı. Aksine yalan saymış ve yüz çevirmişti. Sonra da çalım sata sata yürüyerek kendi ehline (taraftarlarına) gitmişti.

     

    namaz kılmak

    صَلَّى يُصَلِّي

    tasdik etmek, doğrulamak

    صَدَّقَ يُصَدِّقُ تَصْدِيقاً

    böbürlenerek yürümek, çalım satmak

     

     

    تَمَطَّى   يَتَمَطَّى

    yüz çevirmek

    تَوَلَّى يَتَوَلَّى تَوَلُّياً

                 

    أَوْلَى لَكَ فَأَوْلَى{75/34} ثُمَّ أَوْلَى لَكَ فَأَوْلَى{75/35}أَيَحْسَبُ الْإِنْسَانُ أَنْ يُتْرَكَ سُدًى{75/36}

    34. 35. 36. Lâyıktır (o azap) sana, lâyık! Evet, lâyıktır sana (o azap) lâyık! İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır!

    وَلي يَلِي وَلْياً

    yakın oldu

    أَوْلَى

    “Helak çok yakın” manasına ismi tafdil: En yakın, daha yakın, daha layık, en layık

     

    سُدًى

    başıboş, cezasız, mühmel

     

     

     

     

     
                     

    أَلَمْ يَكُ نُطْفَةً مِنْ مَنِيٍّ يُمْنَى {75/37} ثُمَّ كَانَ عَلَقَةً فَخَلَقَ فَسَوَّى {75/38}

    37. 38. O, (döl yatağına) akıtılan meninin içinden bir nutfe (sperm) değil miydi? Sonra bu, alaka (aşılanmış yumurta) olmuş, derken Allah onu (insan biçiminde) yaratıp şekillendirmişti.

    (meniyi) akıtmak

    أَمْنَى يُمْنِى إِمْناَءً

    eşitlemek, düzene koymak, kemâle eriştirmek

    سَوَّى يُسَوِّي تَسْوِيَةً   

    فَجَعَلَ مِنْهُ الزَّوْجَيْنِ الذَّكَرَ وَالْأُنْثَى {75/39} أَلَيْسَ ذَلِكَ بِقَادِرٍ عَلَى أَنْ يُحْيِيَ الْمَوْتَى {75/40}

    39. 40. Ondan da iki eşi, yani erkek ve dişiyi var etmişti. Peki (bunları yapan) Allah’ın, ölüleri tekrar diriltmeye gücü yetmez mi?

    erkek

    الذَّكَرُ

    dişi

    َالْأُنْثَى

    diriltmek, hayat vermek

    أَحْيَى يُحْيِيَ إِحْياَءً

     

     

  • Ayetel Kürsi İrabı Arapça Dersleri


     

    ÂYETÜ’L-KÜRSİ

    بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

    Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla

    اَللّهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ لاَ تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ مَنْ ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلاَّ بِإِذْنِهِ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلاَ يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِهِ إِلاَّ بِمَا شَاءَ وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَلاَ يَؤُودُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ {2/255}

    255. Allah, O’ndan başka tanrı yoktur; O, hayydir, kayyûmdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O’nundur. İzni olmadan O’nun katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (O’na hiçbir şey gizli kalmaz.) O’nun bildirdiklerinin dışında insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür.


    yokluğu olmayan sürekli hayat sahibi

    اَلْحَيُّ

    yaratıklarını sürekli gözetip koruyan, yöneten, ayakta tutan

    اَلْقَيُّومُ

    şefaat etmek, kayırmak

    شَفَعَ يَشْفَعُ شَفاَعَةً

    uyuklama, uyku

    سِنَةٌ

    arkalarındakiler, sonrakiler

    وَمَا خَلْفَهُمْ

    önlerindekini, öncekileri

    مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ

    korumak

    حَفِظَ يَحْفَظُ حِفْظاً

    kuşatmak, ihata etmek, şamil olmak

    أَحاَطَ يُحِيطُ إِحاَطَةً

    içine almak, kaplamak, sarmak, kuşatmak

    وَسِعَ يَسَعُ سَعَةً

    ismi işaret ( هَذاَ) nın kısaltılmışı, bu ya da o anlamında

    ذاَ

    ağır gelmek, zorluk vermek

    آدَ يَؤُودُ

    taht, sandalye, koltuk, kürsü

    اَلْكُرْسِيُّ

    kadri çok yüce, çok ulvi, çok yüksek

    اَلْعَلِيُّ

                 
  • Amenerrasulu İrabı Arapça Dersleri



     

    ÂMENERRASÛLU

    بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

    Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla

    آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْهِ مِنْ رَبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ آمَنَ بِاللّهِ وَمَلآئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ لاَ نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِنْ رُسُلِهِ وَقَالُوا سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ {2/285}

    285. Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. “Allah’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır” dediler.

    indirildi (mâzî, meçhûl)

    أُنْزِلَ (أَنْزَلَ)

    inanmak, iman etmek

    آمَنَ يُؤْمِنُ إِيماَناً بِ

    ayırmak, ayrım yapmak

    فَرَّقَ يُفَرِّقُ تَفْرِيقاً

    her biri, hepsi

    كُلٌّ

    senin bağışlamanı (diliyoruz)

    غُفْرَانَكَ (غَفَرَ يَغْفِرُ غُفْراَناً مَغْفِرَةً)

    itaat etmek

    أَطَاعَ يُطيِعُ إِطاَعَةً

    (masdar:) dönüş, varma, erişme/(ism-i mekân:) varılan yer, dönüş yeri, erişilen mekân

    الْمَصِيرُ (صاَرَ يَصِيرُ صَيْراً مَصِيراً)

             

    لاَ يُكَلِّفُ اللّهُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا إِنْ نَسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا رَبَّنَا وَلاَ تَحْمِلْ عَلَيْنَا إِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِنَا رَبَّنَا وَلاَ تُحَمِّلْنَا مَا لاَ طَاقَةَ لَنَا بِهِ وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَآ أَنْتَ مَوْلاَنَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ {2/286}

    286. Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir. Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!

    güç, kapasite

    اَلْوُسْعُ

    (iş, vazife) yüklemek, mükellef kılmak

    كَلَّفَ يُكَلِّفُ تَكْلِيفاً

    cezalandırmak

    آخَذَ يُؤاَخِذُ

    kazanmak, tahsil etmek

    كَسَبَ يَكْسِبُ كَسْباً

    meşakkatli teklifler

    اَلْإِصْرُ

    çalışıp kazanmak, (suç vs.) işlemek

    إِكْتَسَبَ يَكْتَسِبُ إِكْتِساَباً

    gücümüzün yetmediği (işler)

    لاَ طَاقَةَ لَناَ

    yüklenmek, taşımak

    حَمَلَ يَحْمِلُ حَمْلاً

    yüklemek, yüklenilmesini teklif etmek

    حَمَّلَ يُحَمِّلُ تَحْمِيلاً

    hata etmek, hataya düşmek

    أَخْطَأَ يُخْطِئُ

                     

     

  • Nebe Suresi İrabı Arapça Dersleri


    سورة النبإ (78)

    بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

    (78- NEBE SÛRESİ)  Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla

    عَمَّ يَتَسَاءَلُونَ {78/1} عَنِ النَّبَإِ الْعَظِيمِ {78/2} الَّذِي هُمْ فِيهِ مُخْتَلِفُونَ {78/3}

    l. 2. 3. Birbirlerine neyi soruyorlar? O büyük haberden mi? (İnanıp inanmamakta) ayrılığa düşmektedirler.

    haber

    اَلنَّبَأُ

    neden? neyi ?

    عَمَّ (عَنْ + ماَ)

    değişmek, ihtilafa düşmek, anlaşamamak

    إِخْتَلَفَ يَخْتَلِفُ إِخْتِلاَفاً

    كَلاَّ سَيَعْلَمُونَ {78/4} ثُمَّ كَلاَّ سَيَعْلَمُونَ {78/5}

    4. 5. Hayır! Anlayacaklar! Yine hayır! Onlar anlayacaklar!

    أَلَمْ نَجْعَلِ الْأَرْضَ مِهَادًا {78/6} وَالْجِبَالَ أَوْتَادًا {78/7} وَخَلَقْنَاكُمْ أَزْوَاجًا {78/8}

    6. 7. 8. Biz yeryüzünü bir döşek, yapmadık mı? Dağları da birer kazık. Sizi çiftler halinde yarattık.

    kazık

    اَلْوَتَدُ ج أَوْتَادٌ

    yatak, döşek

    اَلْمِهَادُ

    وَجَعَلْنَا نَوْمَكُمْ سُبَاتًا{78/9}وَجَعَلْنَا اللَّيْلَ لِبَاسًا{78/10}وَجَعَلْنَا النَّهَارَ مَعَاشًا {78/11}

    9. 10. 11. Uykunuzu bir dinlenme kıldık. Geceyi bir örtü yaptık. Gündüzü de çalışıp kazanma zamanı kıldık.

     elbise, örtü, başkasının kabahatlerini örten

    لِبَاسٌ

    istirahat, rahatlık, sukûnet

    اَلسُّبَاتُ

    uyuma, uyku

    نَوْمٌ

    geçim kaynağı, geçim sağlama vakti, geçim sağlama yeri

    اَلْمَعَاشُ ج مَعاَيِشُ

                 

    وَبَنَيْنَا فَوْقَكُمْ سَبْعًا شِدَادًا {78/12} وَجَعَلْنَا سِرَاجًا وَهَّاجًا {78/13}

    12. 13. Üstünüzde yedi (kat) sağlam (göğü) bina ettik. (Orada) alev alev yanan bir kandil yarattık.

    yedi (7)

    سَبْعًا

    bina etmek, yapmak, kurmak

    بَنَى يَبْنِي بُنْياَناً

    lâmba, ışık verici madde

    اَلسِّرَاجُ ج سُرُجٌ

    şiddetli, kuvvetli

    شَدِيدٌ ج شِدَادٌ

    ışık saçan, çokça aydınlatan, parıl parıl parlayan

    وَهَّاجٌ

             

     وَأَنزَلْنَا مِنَ الْمُعْصِرَاتِ مَاءً ثَجَّاجًا{78/14} لِنُخْرِجَ بِهِ حَبًّا وَنَبَاتًا{78/15}وَجَنَّاتٍ أَلْفَافًا{78/16}

    14. 15. 16. Sıkışan bulutlardan şarıl şarıl akan sular indirdik. Size tohumlar, bitkiler,yetiştirmek için ve ağaçları(birbirine) sarmaş dolaş bahçeler.

    sıkışan (yağmur) bulutları

    اَلْمُعْصِرَاتُ

    şarıl şarıl akan, dökülen

    ثَجَّاجٌ (ثَجَّ يَثُجُّ ثَجاًّ)

    sık ağaçlık, sarmaş dolaş bahçeler

     

     

    اَللَّفُّ ج اَلْفاَفٌ

    tane, taneler

    اَلْحَبُّ

                 

     إِنَّ يَوْمَ الْفَصْلِ كَانَ مِيقَاتًا {78/17} يَوْمَ يُنْفَخُ فِي الصُّورِ فَتَأْتُونَ أَفْوَاجًا {78/18}

    17. 18. Şüphesiz hüküm günü vakit olarak belirlenmiştir. Sûr’a üflendiği gün, bölük bölük Allah’a gelirsiniz.

    kararlaştırılmış muayyen vakit

    اَلْمِيقَاتُ ج الْمَواَقِيتُ

    kıyâmet günü

    يَوْمَ الْفَصْلِ

    fevc, bölük

    اَلْفَوْجُ ج أَفْوَاجٌ

    üflemek, körüklenmek, üflenmek

    نَفَخَ يَنْفَخُ نَفْخاً

               

    وَفُتِحَتِ السَّمَاءُ فَكَانَتْ أَبْوَابًا {78/19} وَسُيِّرَتِ الْجِبَالُ فَكَانَتْ سَرَابًا {78/20}

    19. 20. Gökyüzü açılır ve orada pek çok kapılar oluşur; dağlar yürütülür, serap haline gelir.

    hakikatsiz ve asılsız şey, serap

    اَلسَّرَابُ

    gezdirmek, dolaştırmak, yürütmek

    سَيَّرَ يُسَيِّرُ تَسْيِيراً

    إِنَّ جَهَنَّمَ كَانَتْ مِرْصَادًا {78/21} لِلْطَّاغِينَ مَآبًا {78/22} لَابِثِينَ فِيهَا أَحْقَابًا {78/23}

    21. 22. 23. Şüphesiz, cehennem pusuda beklemektedir. Azgınların barınacağı yerdir (cehennem). (Azgınlar) orada çağlar boyu kalacaklar ,

    taşmak, haddi aşmak, azmak

    طَغَى يَطْغَى

    rasat mevzii, rasathane, gözetleme yeri

    مِرْصَادٌ

    uzun müddet

    اَلْحُقُبُ ج أَحْقَابٌ

    dönmek, dönüş yeri, dönüş vakti

    مَآبٌ (آبَ يَؤُبُ)

    ikamet etmek,, yerleşmek, kalmak, gecikmek, dayanmak

    لَبِثَ يَلْبَثُ

                 

    لاَ يَذُوقُونَ فِيهَا بَرْدًا وَلاَ شَرَابًا {78/24} إِلاَّ حَمِيمًا وَغَسَّاقًا {78/25} جَزَاءً وِفَاقًا {78/26}

    24-26. Orada bir serinlik ya da (susuzluk gideren) bir içecek tatmazlar, ancak (dünyada yaptıklarına) uygun karşılık olarak kaynar su ve irin (tadarlar).

    soğukluk, serinlik

    اَلْبَرْدُ

    tatmak, hissetmek

    ذاَقَ يَذُوقُ ذَوْقاً

    sıcak kaynar su, şefkatli dost

    اَلْحَمِيمُ

    içilen şey, içecek, içki

    اَلشَّرَابُ

    muvafık, uygun

    اَلْوِفَاقُ

    irinden ve cerehatli yaradan akan sıvı

    غَسَّاقٌ

     

     

    karşılığını vermek

    جَزَى يَجْزِي جَزَاءً

               

    إِنَّهُمْ كَانُوا لاَ يَرْجُونَ حِسَابًا {78/27} وَكَذَّبُوا بِآيَاتِنَا كِذَّابًا {78/28}

    27. 28. Çünkü onlar hesap gününü (geleceğini) ummazlardı. Bizim âyetlerimizi yalanladıkça yalanlamışlardı.

    وَكُلَّ شَيْءٍ أَحْصَيْنَاهُ كِتَابًا {78/29} فَذُوقُوا فَلَنْ نَزِيدَكُمْ إِلاَّ عَذَابًا {78/30}

    29. 30. Biz ise her şeyi bir kitapta sayıp yazmışızdır. Tadın! Bundan sonra yalnızca azabınızı arttıracağız.

    artırmak, artmak

    زاَدَ يَزِيدُ  زِياَدَةً

    tatmak

    ذاَقَ يَذُوقُ

    saymak

    أَحْصَى يُحْصِي إِحْصاَءً

    إِنَّ لِلْمُتَّقِينَ مَفَازًا{78/31}حَدَائِقَ وَأَعْنَابًا {78/32}وَكَوَاعِبَ أَتْرَابًا{78/33}وَكَأْسًا دِهَاقًا{78/34}

    31- 34.  Şüphesiz takvâ sahipleri için de başarı ödülü vardır: Bahçeler,bağlar, göğüsleri tomurcuk gibi kabarmış yaşıt kızlar ve içki dolu kâse(ler) .

     

     

    yaşıt, aynı yaştakiler

    اَلتِّرْبُ ج اَلْاَتْراَبُ

    kazanmak, kurtulmak, kurtuluşa ermek

    فاَزَ يَفُوزُ فَوْزاً مَفَازًا

    güzel, çekici, güzel endamlı / göğüsleri tomurcuk gibi kabarmış kız

    اَلْكاَعِبُ ج كَواَعِبُ

    kâse, dolu kadeh

    كَأْسٌ

    dolu, doldurulmuş

    اَلدِّهاَقُ

      لاَ يَسْمَعُونَ فِيهَا لَغْوًا وَلاَ كِذَّابًا{78/35}جَزَاءً مِنْ رَبِّكَ عَطَاءً حِسَابًا{78/36}

    35. 36. Onlar orada Rabbinden bir karşılık olmak üzere yeterli bir bağış (bir mükâfat) olarak ne boş bir lâkırdı ne de yalan işitirler.

    karşılık olarak

    جَزَاءً

    boş söz, çirkin söz, boş şey

    اَللَّغْوُ

    yeterli, hesab edilmiş, hesablı

    حِسَابٌ

    bağış, lutuf, ihsan

    عَطَاءٌ

    رَبِّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا الرَّحْمَنِ لاَ يَمْلِكُونَ مِنْهُ خِطَابًا {78/37}

    37. O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir. O, rahmândır. O gün insanlar O’na karşı konuşmaya yetkili değillerdir.

    sahib olmak, zaptetmek, gücü yetmek

    مَلَكَ يَمْلِكُ مِلْكاً

    karşılıklı konuşmak, hitab etmek

    خاَطَبَ يُخاَطِبُ مُخاَطَبَةً خِطَابًا

    يَوْمَ يَقُومُ الرُّوحُ وَالْمَلاَئِكَةُ صَفًّا لاَ يَتَكَلَّمُونَ إِلاَّ مَنْ أَذِنَ لَهُ الرَّحْمَنُ وَقَالَ صَوَابًا {78/38}

    38. Ruh (Cebrâil) ve melekler saf saf olup durduğu gün, Rahmân’ın izin verdiklerinden başkaları konuşmazlar; konuşan da doğruyu söyler.

    kalkmak, ayakta durmak, dikilmek

    قاَمَ يَقُومُ قِياَماً

    hatanın zıddı, doğru

    اَلصَّوَابُ

    ذَلِكَ الْيَوْمُ الْحَقُّ فَمَنْ شَاءَ اتَّخَذَ إِلَى رَبِّهِ مَآبًا {78/39}

    39. İşte o, kesin olarak gelecek gündür. O halde dileyen Rabbine varan bir yol tutsun.

    edindi, tuttu

    اِتَّخَذَ يَتَّخِدُ إِتِّخاَذاً

    hak, gerçek, doğru

    اَلْحَقُّ

    (masdar-ı mîmî, ism-i zaman, ism-i mekân) dönüş yeri

    مَآبٌ (آبَ يَؤُبُ)

    إِنَّا أَنذَرْنَاكُمْ عَذَابًا قَرِيبًا يَوْمَ يَنْظُرُ الْمَرْءُ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُ وَيَقُولُ الْكَافِرُ يَا لَيْتَنِي كُنْتُ تُرَابًا {78/40}

    40. Biz, yakın bir azap ile sizi uyardık. O gün kişi ellerinin takdim ettiğine (önceden yaptıklarına) bakacak ve inkârcı kişi: “Keşke toprak olsaydım!” diyecektir.

    toprak

    اَلتُّرَابُ

    yakın

    قَرِيبٌ

    &&&&&&&&&&


     

  • Mülk Suresi İrabı Arapça Dersleri


    سورة الملك
     (67)

    بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

    (67- MÜLK SÛRESİ)  Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla

    تَبَارَكَ الَّذِي بِيَدِهِ الْمُلْكُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ {67/1}

    1. Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir ve O’nun her şeye gücü yeter.

    mukaddes ve münezzeh olmak (hissi yahut manevi) hayrı bol olmak, şanı yüce olmak

    تَبَارَكَ

    saltanat, hükümdarlık, mülk, mülkiyet

    الْمُلْكُ

     الَّذِي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيَاةَ لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلاً وَهُوَ الْعَزِيزُ الْغَفُورُ {67/2}

    2. O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.

    (ism-i tafdîl) en güzel, daha güzel, daha iyi

    أَحْسَنُ

    imtihan etmek, denemek

    بَلاَ يَبْلُو بَلاَءً

    اَلَّذِي خَلَقَ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ طِبَاقًا ماَ تَرَى فِي خَلْقِ الرَّحْمَنِ مِنْ تَفَاوُتٍ فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَى مِن فُطُورٍ {67/3}

    3. O ki, birbiri ile kat kat yedi göğü yaratmıştır. Rahmân olan Allah’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?

    ihtilaf, ayrılık, uygunsuzluk, değişiklik

    تَفَاوُتٌ

    kat kat olanlar, katlar

    طِبَاقٌ

    yarık, çatlak

    اَلْفَطْرُ ج فُطُورٌ

    döndürmek

    أَرْجَعَ يُرْجِعُ

             

     ثُمَّ ارْجِعِ الْبَصَرَ كَرَّتَيْنِ يَنْقَلِبْ إِلَيْكَ الْبَصَرُ خَاسِأً وَهُوَ حَسِيرٌ {67/4}

    4. Sonra gözünü, tekrar tekrar çevir bak; göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin halde sana dönecektir.

    şaşkın, hayrette kalan

    خَاسِئٌ

    iki kere

    كَرَّتَيْنِ (كَرَّةٌ)

    yorgun, bitkin

    حَسِيرٌ

    dönüvermek, dönüşmek

    إِنْقَلَبَ يَنْقَلِبُ إِنْقِلاَباً

     وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ وَأَعْتَدْنَا لَهُمْ عَذَابَ السَّعِيرِ {67/5}

    5. Andolsun ki biz, (dünyaya) en yakın olan göğü kandillerle donattık. Bunları şeytanlara atış taneleri yaptık ve onlara alevli ateş azabını hazırladık.

    lâmba

    اَلْمِصْباَحُ ج مَصَابِيحُ

    güzelleştirmek, süslemek

    زَيَّنَ يُزَيِّنُ تَزْيِيناً

    hazırladı

    أَعْتَدَ

    taş vb. gibi atmakta kullanılan şey

    اَلرَّجْمُ ج رُجُومٌ

             

    وَلِلَّذِينَ كَفَرُوا بِرَبِّهِمْ عَذَابُ جَهَنَّمَ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ {67/6}

    6. Rablerini inkâr edenler için cehennem azabı vardır. O, ne kötü dönüştür!

    ism-i mekân: varılan yer, dönüş yeri, erişilen mekân

    اَلْمَصِيرُ (صاَرَ يَصِيرُ)

    ne kötü

    بِئْسَ

     إِذَا أُلْقُوا فِيهَا سَمِعُوا لَهَا شَهِيقًا وَهِيَ تَفُورُ {67/7}

    7. Oraya atıldıklarında, onun kaynarken çıkardığı uğultuyu işitirler.

    homurtu, inilti, derince nefes alma

    اَلشَّهِيقُ

    attı

    أَلْقَى يُلْقِي

    kaynamak, şiddetli yanmak

    فاَرَ يَفُورُ فَوْراً فَوَراَناً

     تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ كُلَّمَا أُلْقِيَ فِيهَا فَوْجٌ سَأَلَهُمْ خَزَنَتُهَا أَلَمْ يَأْتِكُمْ نَذِيرٌ {67/8}

    8. Neredeyse cehennem öfkesinden çatlayacak! Her ne zaman oraya bir topluluk atılsa, onun bekçileri onlara: Size, (bu azap ile) korkutucu bir peygamber gelmemiş miydi? diye sorarlar.

    şiddetli öfke, çok kızma

    اَلْغَيْظُ

    neredeyse, az kalsın, hemen hemen

    كاَدَ يَكَادُ

     

    fevc,bölük

    فَوْجٌ  ج اَفْزاَجٌ

    ayrışmak, ayrılmak, dağılmak, çatlamak

    تَمَيَّزَ يَتَمَيَّزُ تَمَيُّزاً

    uyarma, uyarıcı, sakındıran

    اَلنَّذِيرُ ج نُذُرٌ

    saklayan, koruyan, bekçi

    خاَزِنٌ ج خَزَنَةٌ

                       

     قَالُوا بَلَى قَدْ جَاءَنَا نَذِيرٌ فَكَذَّبْنَا وَقُلْنَا مَا نَزَّلَ اللَّهُ مِنْ شَيْءٍ إِنْ أَنْتُمْ إِلاَّ فِي ضَلاَلٍ كَبِيرٍ {67/9}

    9. Onlar şöyle cevap verirler: Evet, doğrusu bize, (bu azap ile) korkutan bir peygamber gelmişti; fakat biz (onu) yalan saymış ve: Allah’ın bir şey gönderdiği yok; siz olsa olsa büyük bir sapıklık içindesiniz! demiştik.

    sapmak, sapıtmak, kaybolmak

    ضَلَّ يَضَلُّ ضَلاَلاً

    indirmek

    نَزَّلَ يُنَزِّلُ تَنْزِيلاً

    وَقَالُوا لَوْ كُنَّا نَسْمَعُ أَوْ نَعْقِلُ مَا كُنَّا فِي أَصْحَابِ السَّعِيرِ {67/10}

    10. Ve: Şayet kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, (şimdi) şu alevli cehennemin mahkûmları arasında olmazdık! diye ilâve ederler.

    فَاعْتَرَفُوا بِذَنْبِهِمْ فَسُحْقًا لِأَصْحَابِ السَّعِيرِ {67/11}

    11. Böylece günahlarını itiraf ederler. Artık (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun, o alevli cehennemin mahkûmları!

    günah, suç

    ذَنْبٌ ج ذُنُوبٌ

    itiraf etmek, kabullenmek, anlamak

    إِعْتَرَفَ يَعْتَرِفُ إِعْتِراَفاً

    “Allah onu (rahmetinden) uzaklaştırsın” anlamında tabirdir.

    سُحْقًا لَهُ

    إِنَّ الَّذِينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ بِالْغَيْبِ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَأَجْرٌ كَبِيرٌ {67/12}

    12. Fakat daha görmeden Rablerinden (azabından) korkanlara gelince, onlar için gerçekten hem bağışlanma hem de büyük mükâfat vardır.

    korkmak, sakınmak, çekinmek, endişe etmek

    خَشِيَ يَخْشَى خَشْيَةً

    وَأَسِرُّوا قَوْلَكُمْ أَوِ اجْهَرُوا بِهِ إِنَّهُ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ {67/13}

    13. Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun; bilin ki O, kalplerin içindekini bilmektedir.

     

     

     

     

    ilân etmek, açığa vermek

    جَهَرَ يَجْهَرُ جَهْراً

    gizlemek, sır vermek

    أَسَرَّ يُسِرُّ إِسْراَراً

    göğüs. (ِذَاتِ) lafzına izafe edilerek, göğüslerin içinde gizlenen hakikat, göğüslerde bulunan kapalı hususların içyüzü manasına gelir.

    اَلصَّدْرُ ج صُدُورٌ

     أَلاَ يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ {67/14}

    14. Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.

    idrak edilemeyen rıfkı ve sağlamca yapmak suretiylr bütün inceliklerine varıncaya kadar yerine getiren, güzelce tedbir ve idare eden, düzenleyen ihsan eden, lutufla muamele eden manasındadır.

    اللَّطِيفُ

    işlerin içyüzünü bilen, haberdar olan manasında mübâlağalı ism-i fâildir.

    الْخَبِيرُ

    هُوَ الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الْأَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِي مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِهِ وَإِلَيْهِ النُّشُورُ {67/15}

    15. Yeryüzünü size boyun eğdiren O’dur. Şu halde yerin omuzlarında (üzerinde) dolaşın ve Allah’ın rızkından yeyin. Dönüş ancak O’nadır.

    zorlama, cebr sebebiyle hor ve hakir hale gelen, daha zelil, daha düşük anlamında mübâlağalı ism-i fâildir

    ذَلُولاً (ذَلَّ يَذِلُّ ذِلَّةً)

    omuz başı

    اَلْمَنْكِبُ ج مَناَكِبُ

    yürümek, adım atmak

    مَشَى يَمْشِي مَشْياً

    dirilmek,(uyanıp) ayağa kalkmak

    نَشَرَ يَنْشُرُ نُشُوراً

           

     أَأَمِنْتُمْ مَنْ فِي السَّمَاءِ أَنْ يَخْسِفَ بِكُمُ الْأَرْضَ فَإِذَا هِيَ تَمُورُ {67/16}

    16. Gökte olanın, sizi yere batırıvermeyeceğinden emin misiniz? O zaman yer sarsıldıkça sarsılır.

    sarsılmak, sallanmak

    ماَرَ يَمُورُ مَوْراً

    (بِ) harf-i ceri ile (yere) batırmak

    خَسَفَ يَخْسِفَ خُسُوفاً

    أَمْ أَمِنْتُمْ مَنْ فِي السَّمَاءِ أَنْ يُرْسِلَ عَلَيْكُمْ حَاصِبًا فَسَتَعْلَمُونَ كَيْفَ نَذِيرِ {67/17}

    17. Yahut gökte olanın üzerinize taş yağdıran (bir fırtına) göndermeyeceğinden emin misiniz? İşte (bu) tehdidimin ne demek olduğunu yakında bileceksiniz!

    taş yahut başka şeylerle helâk eden rüzgar, kasırga

    اَلْحَاصِبُ

     وَلَقَدْ كَذَّبَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَكَيْفَ كَانَ نَكِيرِ {67/18}

    18. Andolsun ki, onlardan öncekiler de (bunu) yalan saymışlardı; ama benim karşılık olarak verdiğim azap nasıl olmuştu!

    inkar, tanımama, çirkin karşılayarak vaziyetini değiştirme, cezalandırma

    نَكِيرٌ

    أَوَلَمْ يَرَوْا إِلَى الطَّيْرِ فَوْقَهُمْ صَافَّاتٍ وَيَقْبِضْنَ مَا يُمْسِكُهُنَّ إِلاَّ الرَّحْمَنُ إِنَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ بَصِيرٌ {67/19}

    19. Üstlerinde kanatlarını aça-kapata uçan kuşları (hiç) görmediler mi? Onları (havada) Rahmân olan Allah’tan başkası tutmuyor. Şüphesiz O her şeyi görmektedir.

     

     

    saf tutan, sıra yapan, (kanat) çırpan

    اَلصَّافُّ ج صَافَّاتٌ

    kuş, kuşlar

    الطَّيْرُ

    (kanatlarını ard arda ) kapamak, yummak, tutmak, avuçlamak

    قَبَضَ يَقْبِضُ قَبْضاً

     

     

    tutmak

    أَمْسَكَ يُمْسِكُ إِمْساَكاً

                 

    أَمَّنْ هَذَا الَّذِي هُوَ جُنْدٌ لَكُمْ يَنْصُرُكُمْ مِنْ دُونِ الرَّحْمَنِ إِنِ الْكَافِرُونَ إِلاَّ فِي غُرُورٍ {67/20}

    20. Rahmân olan Allah’a karşı şu size yardım edecek askerleriniz hani kimlerdir? İnkârcılar ancak derin bir gaflet içinde bulunmaktadırlar.

    aldanma, kanma

    غَرَّ يَغُرُّ غُرُوراً

    ordu, yardımcılar

    اَلْجُنْدُ ج جُنُودٌ

    أَمَّنْ هَذَا الَّذِي يَرْزُقُكُمْ إِنْ أَمْسَكَ رِزْقَهُ بَلْ لَجُّوا فِي عُتُوٍّ وَنُفُورٍ {67/21}

    21. Allah size verdiği rızkı kesiverse, size rızık verebilecek olan kimdir? Hayır, onlar azgınlık ve nefrette direnip durmaktadırlar.

    ürkmek, uzaklaşmak, nefret etmek

    اَلنُّفُورُ

    devam etmek, sürdürmek

    لَجَّ يَلِجُّ لَجاَجاً

     

     

    haddi aşmak, hududu çiğnemek

    عَتاَ يَعْتُو عُتُواًّ

               

     أَفَمَنْ يَمْشِي مُكِبًّا عَلَى وَجْهِهِ أَهْدَى أَمَّنْ يَمْشِي سَوِيًّا عَلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ {67/22}

    22. Şimdi (düşünün bakalım), yüz üstü kapanarak yürüyen mi (varılacak) yere daha iyi erişir, yoksa doğru yolda düzgün yürüyen mi?

    (yüzü koyun  düşen) manasında ism-i fâil

    مُكِبٌّ (كَبَّ يَكُبُّ كَبًّا)

    mutedil, dosdoğru, kâmil, düzgün

    اَلسَّوِيُّ

    (ism-i tafdîl) en çok hidâyete eren , en çok doğru yola ileten , hidâyete vesile olan

    أَهْدَى

         

    قُلْ هُوَ الَّذِي أَنْشَأَكُمْ وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْأَبْصَارَ وَالْأَفْئِدَةَ قَلِيلاً مَا تَشْكُرُونَ {67/23}

    23. (Resûlüm!) De ki: Sizi yaratan, size işitme duyusu, gözler ve kalpler veren O’dur. Ne az şükrediyorsunuz!

    kulak, işitme

    اَلسَّمْعُ

    icad etmek, yaratmak, meydana getirmek

    أَنْشَأَ يُنْشِئُ إِنْشاَءً

    kalp, gönül

    فُؤاَدٌ ج اَلْأَفْئِدَةُ

    ne az

    قَلِيلاً مَا

    göz

    اَلْبَصَرُ ج اَلْأَبْصَارُ

                 

     قُلْ هُوَ الَّذِي ذَرَأَكُمْ فِي الْأَرْضِ وَإِلَيْهِ تُحْشَرُونَ {67/24}

    24. De ki: Sizi yeryüzünde çoğaltıp yayan O’dur; ancak O’nun huzuruna gelip toplanacaksınız.

    toplamak

    حَشَرَ يَحْشُرُ حَشْراً

    yoktan varedip etrafa dağıtarak çoğaltmak

    ذَرَأَ يَذْرَأُ ذَرْءاً

    وَيَقُولُونَ مَتَى هَذَا الْوَعْدُ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ {67/25}

    25. “Doğru sözlü iseniz (söyleyin), bu tehdit hani ne zaman (gerçekleşecek)?” derler.

    doğru söz söylemek, doğru olmak, doğru söylemek

     

     

    صَدَقَ يَصْدُقُ صِدْقاً

    قُلْ إِنَّمَا الْعِلْمُ عِنْدَ اللَّهِ وَإِنَّمَا أَنَا نَذِيرٌ مُبِينٌ {67/26}

    26. De ki: O bilgi, ancak Allah’a mahsustur. Ben ise sadece apaçık bir uyarıcıyım.

    فَلَمَّا رَأَوْهُ زُلْفَةً سِيئَتْ وُجُوهُ الَّذِينَ كَفَرُوا وَقِيلَ هَذَا الَّذِي كُنْتُمْ بِهِ تَدَّعُونَ {67/27}

    27. Ama onu (azabı) yakından gördükleri zaman, inkâr edenlerin yüzleri kararacak ve (kendilerine): İşte sizin isteyip durduğunuz budur! denecektir.

    kötülendirmek, üzmek, hoşa gitmemek

    ساَءَ يَسُوءُ سَوْءً

    yakınlık, yaklaşma

    اَلزُّلْفَةُ

    temenni ve arzu etmek, canı istemek, dilemek, (بِ) harf-i ceri ile hemen istemek

    إِدَّعَى يَدَّعِي

     قُلْ أَرَأَيْتُمْ إِنْ أَهْلَكَنِيَ اللَّهُ وَمَنْ مَعِيَ أَوْ رَحِمَنَا فَمَنْ يُجِيرُ الْكَافِرِينَ مِنْ عَذَابٍ أَلِيمٍ {67/28}

    28. De ki: Allah beni ve beraberimdekileri (sizin istediğiniz üzere) yok etse veya (öyle olmayıp da) bizi esirgese, (söyleyin bakalım) inkârcıları yakıcı azaptan kurtaracak kimdir?

    helâk etmek, öldürmek, felakete uğratmak

    أَهْلَكَ يُهْلِكُ إِهْلاَكاً

    acımak, merhamet etmek

    رَحِمَ يَرْحَمُ رَحْماً

    himaye etmek, korumak

    أَجاَرَ يُجِيرُ إِجاَرَةً

           

    قُلْ هُوَ الرَّحْمَنُ آمَنَّا بِهِ وَعَلَيْهِ تَوَكَّلْنَا فَسَتَعْلَمُونَ مَنْ هُوَ فِي ضَلاَلٍ مُبِينٍ {67/29}

    29. De ki: (Sizi imana davet ettiğimiz) O (Allah) çok esirgeyicidir; biz O’na iman etmiş ve sırf O’na güvenip dayanmışızdır. Siz kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu yakında öğreneceksiniz!

    tevekkül etmek (Allah’a dayanmak, işini Allah’a bırakmak)

    تَوَكَّلَ يَتَوَكَّلُ تَوَكُّلاً

    قُلْ أَرَأَيْتُمْ إِنْ أَصْبَحَ مَاؤُكُمْ غَوْرًا فَمَنْ يَأْتِيكُمْ بِمَاءٍ مَعِينٍ {67/30}

    30. De ki: Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?

    gördünüz mü, ne dersiniz, söyleyin bakalım. (رَأَى) fiilinin gâib ya da muhâtap çekimlerinden biri ile kullanılan tabirdir.

    أَ رَأَيْتُمْ

     

     

    (suyu) çekilmiş

    اَلْغَوْرُ

    sabahlamak, olmak

    أَصْبَحَ يُصْبِحُ

    göz önünde (açıkta) bulunan su kaynağı

    اَلْمَعِينُ

                 

     

     

  • Yasin Suresi İrabı Arapça Dersleri

     

    سورة يس (36)

    بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

    (36-YÂSÎN SÛRESİ)  Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla

    يس{36/1} وَالْقُرْآنِ الْحَكِيمِ{36/2} إِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ{36/3} عَلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ{36/4}

    1. Yâsîn, 2. Hikmet dolu Kur’ân’a and olsun ki, 3. Sen şüphesiz peygamberlerdensin. 4. Doğru yol üzerindesin.

    حَكِيمٌ

    hikmetli, hikmet dolu

    وَ

    vâvu’l- kasem: yemin vâvı: andolsun ki ,..hakkı için
       ism-i mef’ûl: gönderilenler, peygamberler

    مُرْسَليِنَ

    göndermek

    أَرْسَلَ  يُرْسِلُ  إِرْساَلاً

    dosdoğru, düzgün, ölçülü

    اَلْمُسْتَقيِمُ

    eğri ve kıvrımlı olmayan doğru yol

    اَلصِّراَطُ

                   

    تَنْزِيلَ الْعَزِيزِ الرَّحِيمِ {36/5} لِتُنْذِرَ قَوْمًا ماَ أُنْذِرَ آبَاؤُهُمْ فَهُمْ غَافِلُونَ {36/6}

    5. 6. (Bu Kur’ân) ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için üstün ve çok merhametli (Allah) tarafından indirilmiştir.

      uyarmak

    أنْذَرَ  يُنْذِرُ  إِنْذاَراً

    indirmek

    نَزَّلَ  يُنَزِّلُ  تَنْزيِلاً

    babalar, atalar

    آباَءُ

    ism-i fâil: gafil olanlar

    غاَفِلُونَ  (غَفَلَ يَغْفِلُ)

                   

     لَقَدْ حَقَّ الْقَوْلُ عَلَى أَكْثَرِهِمْ فَهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ {36/7}

    7. Andolsun ki onların çoğunun üzerine (azab) söz(ü) hak oldu (onların çoğu gafletlerinin cezasını hak etmişlerdir). Çünkü onlar iman etmiyorlar.

    iman etmek, inanmak

    آمَنَ  يُؤْمِنُ  إِيماَناً

    hak olmak, gerçek olmak, hak etmek

    حَقَّ  يَحِقُّ

    إِنَّا جَعَلْنَا فِي أَعْنَاقِهِمْ أَغْلاَلاً فَهِيَ إِلَى الأَذْقَانِ فَهُمْ مُقْمَحُونَ {36/8}

    8. Biz, onların boyunlarına halkalar geçirdik. O halkalar çenelere kadar dayanmaktadır. Bu yüzden kafaları yukarı kalkıktır.

    halkalar, bağlar

    أَغْلالٌ

    yarattı, icat etti, yaptı, kıldı

    جَعَلَ  يَجْعَلُ

    boyun

    عُنُقٌ  ج  أَعْناَقُ

     

     

    başını yukarı kaldırdı

    أَقْمَحَ  يُقْمِحُ  إِقْماَحاً

    çene

    ذَقَنٌ  ج  أَذْقاَنٌ

    ism-i mef’ûl: başları yukarı kaldırılmışlar

     

    مُقْمَحُونَ

                 

    وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ أَيْدِيهِمْ سَدًّا وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدًّا فَأَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لاَ يُبْصِرُونَ {36/9}

    9. Önlerinden bir set ve arkalarından bir set çektik de onları kapattık, artık göremezler.

    önleri, dünya işleri

    أَيْديِهِمْ

    arkaları, ahiret işleri

    خَلْفَهُمْ

    set, mani, engel

    سَدٌّ

    görmek

    أَبْصَرَ  يُبْصِرُ

      perdelemek

    أَغْشَي  يُغْشِي

     

                 

    وَسَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنْذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ {36/10}

    10. Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar.

    ….san da  …masan da

    ءَ…. أَمْ لَمْ….

    eşittir, birdir, aynıdır

    سَواَءٌ

    إِنَّمَا تُنْذِرُ مَنِ اتَّبَعَ الذِّكْرَ وَخَشِيَ الرَّحْمَنَ بِالْغَيْبِ فَبَشِّرْهُ بِمَغْفِرَةٍ وَأَجْرٍ كَرِيمٍ {36/11}

    11. Sen ancak zikre (Kur’ân’a) uyan ve görmeden Rahmân’dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte böylesini, bir mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele.

    korktu, haşyet duydu

    خَشِيَ   يَخْشَي

    zikir (Kuran)

    ألذِّكْرُ

    uydu, tabi oldu

    إِتَّبَعَ  يَتَّبِعُ  إِتِّباَعاً

    ücret , mükafat

    أَجْرٌ

    emir: müjdele

    بَشِّرْ

    müjdeledi

    بَشَّرَ  يُبَشِّرُ  تَبْشيِراً

    cömert, büyük, ikramı bol

    كَريِمٌ

                 

    إِنَّا نَحْنُ نُحْيِي الْمَوْتَى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَآثَارَهُمْ وَكُلَّ شَيْءٍ أحْصَيْنَاهُ فِي إِمَامٍ مُبِينٍ {36/12}

    12. Şüphesiz ölüleri ancak biz diriltiriz. Onların yaptıkları her işi, bıraktıkları her izi yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (levh-i mahfuz’da yada amel defterlerinde) sayıp yazmışızdır.

    takdim etti, getirdi, sundu

    قَدَّمَ  يُقَدِّمُ  تَقْديماً

    ölüler

    اَلْمَوْتَي

    diriltti

    أَحْيَي  يُحْييِ  إِحْياَءً

    saydı, kavradı

    أَحْصَي  يُحْصيِ

    eser, iz

    أَثَرٌ ج آثاَرٌ

    apaçık bir asıl  

    إماَمٌ مُبيِنٌ

                   

    وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلاً أَصْحَابَ الْقَرْيَةِ إِذْ جَاءَهَا الْمُرْسَلُونَ {36/13}

    13. Onlara, şu şehir halkını misâl getir: Hani onlara elçiler gelmişti.

    arkadaş, halk

    صاَحِبٌ ج أصْحاَبٌ

    köy, şehir halkı

    أَصْحاَبَ الْقَرْيَةِ

    misâl verdi

    ضَرَبَ مَثَلاً

    إِذْ أَرْسَلْنَا إِلَيْهِمُ اثْنَيْنِ فَكَذَّبُوهُمَا فَعَزَّزْنَا بِثَالِثٍ فَقَالُوا إِنَّا إِلَيْكُمْ مُرْسَلُونَ {36/14}

    yalanladı

    كَذَّبَ يُكَذِّبُ تَكْذيِباً

    güçlendirdi, takviye etti

    عَزَّزَ  يُعَزِّزُ

    14. İşte o zaman biz, onlara iki elçi göndermiştik. Onları yalanladılar. Bunun üzerine üçüncü bir elçiyle takviye ettik. Onlar: “Biz size gönderilmiş Allah elçileriyiz!” dediler.

    قَالُوا مَا أَنْتُمْ إِلاَّ بَشَرٌ مِثْلُنَا وَمَا أَنْزَلَ الرَّحْمَنُ مِنْ شَيْءٍ إِنْ أَنْتُمْ إِلاَّ تَكْذِبُونَ {36/15}

    15. Elçilere dediler ki: “Siz de ancak bizim gibi birer insansınız. Rahmân, herhangi bir şey indirmedi. Siz ancak yalan söylüyorsunuz”.

    yalan söyledi

    كَذَبَ  يَكْذِبُ

    indirdi

    أَنْزَلَ  يُنْزِلُ  إِنْزاَلاً

    قَالُوا رَبُّنَا يَعْلَمُ إِنَّا إِلَيْكُمْ لَمُرْسَلُونَ {36/16} وَمَا عَلَيْنَا إِلاَّ الْبَلاَغُ الْمُبِينُ {36/17}

    16. 17. (Elçiler) dediler ki: “Rabbimiz biliyor; biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz. Bizim vazifemiz, açık bir şekilde Allah’ın buyruklarını size tebliğ etmekten başka bir şey değildir” dediler.

     

     

    tebliğ

    اَلْبَلاَغُ

    قَالُوا إِنَّا تَطَيَّرْنَا بِكُمْ لَئِنْ لَمْ تَنْتَهُوا لَنَرْجُمَنَّكُمْ وَلَيَمَسَّنَّكُمْ مِنَّا عَذَابٌ أَلِيمٌ {36/18}

    18. (Bunun üzerine onlar:) “Doğrusu siz bize uğursuz geldiniz. Eğer bu işten vazgeçmezseniz, andolsun sizi taşlarız. Ve bizden size mutlaka fena bir kötülük dokunur” dediler.

    uğursuzlandı, uğursuz geldi,

    تَطَيَّرَ يَتَطَيَّرُ

    taşladı

    رَجَمَ  يَرْجُمُ

    bitirdi, vazgeçti

    إِنْتَهيَ  يَنْتَهيِ

    acıklı, kötü, fena

    أَليِمٌ

    dokundu

    مَسَّ  يَمَسُّ

                     

    قَالُوا طَائِرُكُمْ مَعَكُمْ أَئِنْ ذُكِّرْتُمْ بَلْ أَنْتُمْ قَوْمٌ مُسْرِفُونَ {36/19}

    19. (Elçiler) şöyle cevap verdiler: “Sizin uğursuzluğunuz sizinle beraberdir. Size nasihat ediliyorsa bu uğursuzluk mudur? Bilakis, siz aşırı giden bir milletsiniz”.

    uğursuzluk

    طاَئِرٌ

    hatırlattı, nasihat etti

    ذَكَّرَ  يُذَكِّرُ  تَذْكيِراً

    ism-i fâil: aşırı giden

    مُسْرِفٌ

    aşırı gitti, israf etti, orta yolu aştı

    أَسْرَفَ  يُسْرِفُ  إِسْراَفاً

             

    وَجَاءَ مِنْ أَقْصَى الْمَدِينَةِ رَجُلٌ يَسْعَى قَالَ يَا قَوْمِ اتَّبِعُوا الْمُرْسَلِينَ {36/20} اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْأَلُكُمْ أَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ {36/21} وَمَا لِيَ لاَ أَعْبُدُ الَّذِي فَطَرَنِي وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ{36/22} أَأَتَّخِذُ مِنْ دُونِهِ آلِهَةً إِنْ يُرِدْنِ الرَّحْمَنُ بِضُرٍّ لاَ تُغْنِ عَنِّي شَفَاعَتُهُمْ شَيْئًا وَلاَ يُنْقِذُونِ {36/23} إِنِّي إِذًا لَفِي ضَلاَلٍ مُبِينٍ {36/24} إِنِّي آمَنْتُ بِرَبِّكُمْ فَاسْمَعُونِ {36/25}

     

    20 – 25. Derken şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve: “Ey kavmim! Bu elçilere uyun! Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbi olun, çünkü onlar hidâyete ermiş kimselerdir. Bana ne olmuş ki, beni yaratana ibadet etmeyecekmişim! Halbuki, hepiniz O’na döndürüleceksiniz. O’ndan başka tanrılar mı edineyim? O çok esirgeyici Allah, eğer bana bir zarar dilerse onların (putların) şefâati bana hiçbir fayda vermez, beni kurtaramazlar. İşte o zaman ben apaçık bir sapıklığın içine gömülmüş olurum. Şüphesiz ben, Rabbinize inandım, beni dinleyin. Şüphesiz ben, Rabbinize inandım, beni dinleyin.” dedi.

     en uzak yer

    أَقْصيَ

    koştu, hızlıca yürüdü

    سَعَي  يَسْعيَ

    şehir

    اَلْمَديِنَةُ

    hidâyete erdi, doğru yolu buldu

    إِهْتَديَ  يَهْتَديِ

    ism-i fâil: hidâyete eren, doğru yolu bulan kimse

    اَلْمُهْتَديِ

    döndürdü

    أَرْجَعَ  يُرْجِعُ

    yarattı

    فَطَرَ  يَفْطُرُ

    ibadet etti

    عَبَدَ  يَعْبُدُ

    ondan başka

    مِنْ دُونِهِ

    edindi, yaptı, ortaya koydu

    إِتَّخَذَ  يَتَّخِذُ  إِتِّخاَذاً

    istedi

    أَراَدَ  يُريِدُ

    zarar

    ضُرٌّ

    ilah, tanrı

    إِلَهٌ ج آلِهَةٌ

    Kurtardı

     

     

     

    أَنْقَذَ  يُنْقِذُ

    fayda verdi

    أغْنيَ  يُغْنيِ

                               

    قِيلَ ادْخُلِ الْجَنَّةَ قَالَ يَا لَيْتَ قَوْمِي يَعْلَمُونَ {36/26} بِمَا غَفَرَ لِي رَبِّي وَجَعَلَنِي مِنَ الْمُكْرَمِينَ {36/27}

    26. 27. Ona: “Cennete gir” denilince, “Keşke kavmim Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını bilseydi!” dedi.

    ikram etti, nimetlendirdi, kadrini yüceltti

    أَكْرَمَ  يُكْرِمُ  إكْراَماً

    keşke

    يَا لَيْتَ

    ism-i mef’ûl: ikram edilen

    مُكْرَمٌ

    bağışladı

    غَفَرَ  يَغْفِرُ

             

    وَمَا أَنْزَلْنَا عَلَى قَوْمِهِ مِنْ بَعْدِهِ مِنْ جُنْدٍ مِنَ السَّمَاءِ وَمَا كُنَّا مُنْزِلِينَ {36/28}

    28. Biz ondan sonra, onun milletini helâk etmek için üzerlerine gökten herhangi bir ordu indirmedik ve indirecek de değildik.

    إِنْ كَانَتْ إِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَإِذَا هُمْ خَامِدُونَ {36/29}

    29. (Onları helâk eden) korkunç sesten başka bir şey değildi. Birdenbire sönüverdiler.

    korkunç gürültü, sayha, çığlık, azab

    صَيْحَةٌ

    sönen, sönüp giderek ölen

    خَامِدٌ

    يَا حَسْرَةً عَلَى الْعِبَادِ مَا يَأْتِيهِمْ مِنْ رَسُولٍ إِلاَّ كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِؤُون {36/30}

    30. Ne yazık şu kullara! Onlara bir peygamber gelmeyegörsün, ille de onunla alay etmeye kalkışırlar.

    kul

    عبْدٌ ج عِباَدٌ

    ne yazık, ne kadar yazık, yazıklar olsun

    يَا حَسْرَةً

    alay etti, dalga geçti

    إِسْتَهْزَأَ  يَسْتَهْزِءُ  إِسْتِهْزاَءً

    geldi

    أَتَي  يَاْتيِ

             

    أَلَمْ يَرَوْا كَمْ أَهْلَكْنَا قَبْلَهُمْ مِنَ الْقُرُونِ أَنَّهُمْ إِلَيْهِمْ لاَ يَرْجِعُونَ {36/31}

    31. (Müşrikler) görmüyorlar mı ki, onlardan önce nice nesiller helâk ettik. Onlar tekrar dönüp de bunlara gelmezler.

    gördü

    رَأَي  يَريَ

    nice, kaç

    كَمْ

    helâk etti

    أَهْلَكَ  يُهْلِكُ

    nesil, aynı zamanın insanları

    قَرْنٌ ج  قُروُنٌ

    kendilerinden önce

    قَبْلَهُمْ

                     

    وَإِنْ كُلٌّ لَمَّا جَمِيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ {36/32}

    32. Elbette onların hepsi (kıyâmet gününde) karşımızda hazır bulunacaklar.

    getirdi, hazır oldu, hazır bulundu

    أَحْضَرَ  يُحْضِرُ

    hepsi

    جَميِعٌ

     
     

     

    zarf: katında, yanında, karşısında

    لَدَي

               

    وَآيَةٌ لَهُمُ الْأَرْضُ الْمَيْتَةُ أَحْيَيْنَاهَا وَأَخْرَجْنَا مِنْهَا حَبًّا فَمِنْهُ يَأْكُلُونَ {36/33}

    33. (Bu hususta) ölü toprak onlar için mühim bir delildir. Biz ona (yağmurla) hayat verdik ve ondan dane çıkardık. İşte onlar bundan yerler.

    ölü

    اَلْمَيْتَةُ

    toprak, yer, yeryüzü (müennes kelime)

    اَلْأَرْضُ

    çıkardı

     

    أَخْرَجَ  يُخْرِجُ  إِخْراَجاً

    tane, taneler

    اَلْحَبُّ

    diriltti

    أَحْييَ  يُحْيىِ  إِحْياَءً

                   

    وَجَعَلْنَا فِيهَا جَنَّاتٍ مِنْ نَخِيلٍ وَأَعْنَابٍ وَفَجَّرْنَا فِيهَا مِنْ الْعُيُونِ {36/34}

    34. Biz, yeryüzünde nice nice hurma bahçeleri, üzüm bağları yarattık ve oralarda birçok pınarlar fışkırttık.

    fışkırttı

    فَجَّرَ  يُفَجِّرُ  تَفْجيِراً

    ağaçlı bahçe, bahçeler, cennet

    جَنَّةٌ ج جَنَّاتٌ

     
    üzüm, üzüm bağı

    عِنَبٌ ج أَعْناَبٌ

    pınar, su pınarı

    عيْنٌ  ج  عُيُونٌ

    hurma

    نَخِيلٌ

                     

    لِيَأْكُلُوا مِنْ ثَمَرِهِ وَمَا عَمِلَتْهُ أَيْدِيهِمْ أَفَلاَ يَشْكُرُونَ {36/35}

    35. Ta ki, onların meyvelerinden ve elleriyle bunlardan imal ettiklerinden yesinler. Hâla şükretmeyecekler mi?

    meyve, meyveler

    ثَمَرٌ

    şükretti, teşekkür etti

    شَكَرَ  يَشْكُرُ

    yaptı, işledi

    عَمِلَ  يَعْمَلُ

     سُبْحَانَ الَّذِي خَلَقَ الْأَزْوَاجَ كُلَّهَا مِمَّا تُنْبِتُ الْأَرْضُ وَمِنْ أَنْفُسِهِمْ وَمِمَّا لاَ يَعْلَمُونَ {36/36}

    36. Yerin bitirdiklerinden, insanların kendilerinden ve (henüz mahiyetini) bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan (Allah) her türlü kusur ve noksanlıktan uzak ve yücedir.

    Allah her türlü kusur ve noksanlıktan uzak ve yücedir

    سُبْحاَنَ

    çift, eş

    زَوْجٌ ج أَزْواَجٌ

    şeylerden

    مِمَّا = مِنْ+ ماَ

    kendi, nefis, can, öz, ruh, asıl

    نَفْسٌ ج أَنْفُسٌ

    bitirdi, mahsul verdi

    أَنْبَتَ  يُنْبِتُ  إِنْباَتاً

     وَآيَةٌ لَهُمُ اللَّيْلُ نَسْلَخُ مِنْهُ النَّهَارَ فَإِذَا هُمْ مُظْلِمُونَ {36/37}

    37. Gece de onlar için bir ibret alâmetidir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çekeriz de onlar karanlıklara gömülürler.

    karanlıkta kaldı, karanlığa gömüldü

    أَظْلَمَ  يُظْلِمُ

    ayet, mucize, ibret, alâmet, işaret

    آيَةٌ

     

     

    sıyırarak çekti, soydu, çekip aldı, ayırdı

    سَلَخَ  يَسْلَخُ

               

    وَالشَّمْسُ تَجْرِي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ {36/38}

    38. Güneş, kendisi için belirlenen yerde akar (döner). İşte bu, azîz ve alîm olan Allah’ın takdiridir.

    karar kıldı, yeri belirlendi, yerinde durdu

    اِسْتَقَرَّ  يَسْتَقِرُّ

    koştu, aktı, döndü

    جَريَ  يَجْريِ

    takdir etti, tayin etti, ölçüp biçti

    قَدَّرَ يُقَدِّرُ تَقْديِراً

    kendisine ait kılınan (belirlenen) yerde

    مُسْتَقَرٍّ لَهاَ

                 

    وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتَّى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ {36/39}

    39. Aya da birtakım menziller (yörüngeler) tayin ettik. Nihayet o, eski ve eğri hurma dalı gibi (hilâl şeklinde) geri döner.

    döndü

    عاَدَ  يَعوُدُ

    menzil, yörünge

    مَنْزِلٌ ج مَناَزِلُ

    Eski

     

     

     

    اَلْقَديِمُ

    kuru ve eğri hurma dalı

    اَلْعُرْجوُنُ

             

    لاَ الشَّمْسُ يَنْبَغِي لَهَا أَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلاَ اللَّيْلُ سَابِقُ النَّهَارِ وَكُلٌّ فِي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ {36/40}

    40. Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzerler.

    geçti

    سَبَقَ  يَسْبَقُ

    yetişti, ulaştı

    أَدْرَكَ  يُدْرِكُ

    yüzdü

    سَبَحَ  يَسْبَحُ

    boşluk, yörünge

    فَلَكٌ

             

    وَآيَةٌ لَهُمْ أَنَّا حَمَلْنَا ذُرِّيَّتَهُمْ فِي الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ {36/41}

    41. Onların zürriyetlerini dopdolu bir gemide taşımamız da onlar için büyük bir ibrettir.

    gemi

    اَلْفُلْكُ

    taşıdı

    حَمَلَ يَحْمِلُ

    dolu,yüklü,dopdolu

    اَلْمَشْحوُنُ

    zürriyet, nesil

    ذُرِّيَّةٌ

    وَخَلَقْنَا لَهُمْ مِنْ مِثْلِهِ مَا يَرْكَبُونَ {36/42}

    42. Onlar için, bunun gibi binecekleri başka şeyler de yarattık.

    bindi

    رَكِبَ  يَرْكَبُ

    bunun gibi, buna benzer

    مِنْ مِثْلِهِ

    وَإِنْ نَشَأْ نُغْرِقْهُمْ فَلاَ صَرِيخَ لَهُمْ وَلاَ هُمْ يُنْقَذُونَ {36/43}

    43. Dilesek onları suda boğarız. O zaman ne onların imdadına koşan olur, ne de onlar kurtarılırlar.

    boğdu

    أَغْرَقَ  يُغْرِقُ

    diledi, istedi

    شاَءَ  يَشاَءُ

    imdada gelen veya imdada gelme

    صَريِخَ

    kurtardı

    أَنْقَذَ يُنْقِذُ إِنْقاَذاً

    إِلاَّ رَحْمَةً مِنَّا وَمَتَاعًا إِلَى حِينٍ {36/44}

    44. Ancak bizim tarafımızdan bir rahmet ve belli bir zamana kadar dünyadan faydalandırmamız müstesnadır.

    rahmet, merhamet olarak

    رَحْمَةً

    faydalandırma, nimetlendirme

    مَتاَعاً

    belli bir zamana kadar, belli bir müddete kadar

    إِلَى حِينٍ

    وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّقُوا مَا بَيْنَ أَيْدِيكُمْ وَمَا خَلْفَكُمْ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ {36/45}

    45. Onlara yapmakta olduğunuz ve yapıp arkada bıraktığınız işlerde Allah’tan korkun; umulur ki size merhamet olunur denildiğinde (aldırmazlar).

    korktu, sakındı

    إِتَّقَي   يَتَّقيِ

    dendiği zaman

    إِذاَ قيِلَ

    umulur ki, belki

    لَعَلَّ

    meçhûl fiil: merhamet olunursun

    تُرْحَمُ    (أَرْحَمَ يُرْحِمُ)

             

    وَمَا تَأْتِيهِمْ مِنْ آيَةٍ مِنْ آيَاتِ رَبِّهِمْ إِلاَّ كَانُوا عَنْهَا مُعْرِضِينَ {36/46}

    46. Onlara Rablerinin âyetlerinden bir âyet gelmeyedursun, ille de ondan yüz çevirmişlerdir.

    yüz çevirdi

     

     

     

     

    أَعْرَضَ  يُعْرِضُ عَنْ

    geldi

    أَتَي  يَأْتيِ

    وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ أَنْفِقُوا مِمَّا رَزَقَكُمُ اللَّهُ قَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِلَّذِينَ آمَنُوا أَنُطْعِمُ مَنْ لَوْ يَشَاءُ اللَّهُ أَطْعَمَهُ إِنْ أَنْتُمْ إِلاَّ فِي ضَلاَلٍ مُبِينٍ {36/47}

    47. Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden hayra sarfediniz, denildiğinde, kâfirler müminlere dediler ki: “Allah’ın dilediği takdirde doyuracağı kimseleri biz mi doyuracağız? Siz gerçekten apaçık bir sapıklık içindesiniz”.

    kafir oldu, inkar etti, nankörlük etti

    كَفَرَ  يَكْفُرُ

    harcadı

    أَنْفَقَ يُنْفِقُ إِنْفاَقاً

    doyurdu

    أَطْعَمَ  يُطْعِمُ

    rızık verdi, rızıklandırdı

    رَزَقَ   يَرْزُقُ

    وَيَقُولُونَ مَتَى هَذَا الْوَعْدُ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ {36/48}

    48. Onlar: “Eğer gerçekten doğru söylüyorsanız, bu tehdit ne zaman gerçekleşecektir?” derler.

    doğru söyledi, doğru oldu

    صَدَقَ يَصْدُقُ

    vaad, söz

    اَلْوَعْدُ

    مَا يَنْظُرُونَ إِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً تَأْخُذُهُمْ وَهُمْ يَخِصِّمُونَ {36/49}

    49. Onlar, birbirleriyle çekişip dururken kendilerini ansızın yakalayacak korkunç bir sesi bekliyorlar.

    aldı, yakaladı

    أَخَذَ  يَأْخُذُ

    baktı, bekledi

    نَظَرَ يَنْطُرُ

    tartıştı, çekindi

    اِخْتَصَمَ يَخْتَصِمُ

    aslı (يَخْتَصِمُونَ) dur.

    يَخِصِّموُنَ

    فَلاَ يَسْتَطِيعُونَ تَوْصِيَةً وَلاَ إِلَى أَهْلِهِمْ يَرْجِعُونَ {36/50}

    50. İşte o anda onlar ne bir vasiyyette bulunabilirler, ne de ailelerine dönebilirler.

     

     

    tavsiye etti, vasiyet etti

    وَصَّي  يُوَصّيِ   تَوْصِيَةً

    وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَإِذَا هُمْ مِنَ الْأَجْدَاثِ إِلَى رَبِّهِمْ يَنْسِلُونَ {36/51}

    51. Nihayet Sûr’a üfürülecek. Bir de bakarsın ki onlar kabirlerinden kalkıp koşarak Rablerine giderler.

    koştu, akın etti

    نَسلَ  يَنْسِلُ

    kabir

    جَدَثٌ ج أَجْداَثٌ

    üfledi

    نَفَخَ  يَنْفُخُ

    قَالُوا يَا وَيْلَنَا مَنْ بَعَثَنَا مِنْ مَرْقَدِنَا هَذَا مَا وَعَدَ الرَّحْمَنُ وَصَدَقَ الْمُرْسَلُونَ {36/52}

    52. (İşte o zaman:) “Eyvah, eyvah! Bizi kabrimizden kim kaldırdı? Bu, Rahmân’ın vâdettiğidir. Peygamberler gerçekten doğru söylemişler!” derler.

    ism-i mekân:  yatılan yer

    مَرْقَدٌ  (رَقَدَ  يَرْقُدُ)

    yazık bize, yazıklar olsun bize

    يَا وَيْلَناَ

    vaad etti, söz verdi

    وَعَدَ  يَعِدُ

    diriltti, kaldırdı

    بَعَثَ يَبْعَثُ

             

     إِنْ كَانَتْ إِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَإِذَا هُمْ جَمِيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ {36/53}

    53. Olan müthiş bir sesten ibarettir. Bunun üzerine onların hepsi hemen huzurumuzda hazır bulunurlar.

    hepsi, topu

     

    جَميِعٌ

    getirdi, bulundurdu, hazırladı

    أَحْضَرَ يُحْضِرُ إِحْضاَراً

    İsm-i mef’ûl: hazır bulundurulan getirilen

    (ism-i mef’ûllerin meçhûl muzâri gibi tercüme edildiğini hatırlayınız.)

    مُحْضَرٌ

             

     فَالْيَوْمَ لاَ تُظْلَمُ نَفْسٌ شَيْئًا وَ لاَ تُجْزَوْنَ إِلاَّ مَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ {36/54}

    54. O gün hiçbir kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz. Siz orada ancak yaptıklarınızın karşılığını alırsınız.

    karşılık verdi

    جَزيَ  يَجْزيِ

    haksızlık etti, zulmetti

    ظَلَمَ  يَظْلِمُ

    إِنَّ أَصْحَابَ الْجَنَّةِ الْيَوْمَ فِي شُغُلٍ فَاكِهُونَ {36/55}

    55. O gün cennetlikler, gerçekten nimetler içinde safa sürerler.

    meşgul oldu, meşgul etti

    شَغَلَ  يَشْغُلُ   شُغْلاً

    cennet halkı

    أَصْحاَبُ الْجَنَّةِ

    meşguliyet

    شُغُلٌ

    ism-i fâil: memnun, hoşnut, neşeli, zevki safada olan

    فاَكِهٌ

               

    هُمْ وَأَزْوَاجُهُمْ فِي ظِلاَلٍ عَلَى الْأَرَائِكِ مُتَّكِؤُونَ {36/56}

    56. Onlar ve eşleri gölgeler altında tahtlara kurulurlar.

    koltuk,yatak,divan, üzerine oturulan her çeşit eşya

    أَريِكَةٌ ج أَراَئِكُ

    eş, zevce

    زَوْجٌ ج أَزْواَجٌ

    yaslandı, kuruldu

    إِتَّكَأَ  يَتَّكِئُ

    gölge

    ظِلٌّ ج ظِلاَلٌ

    لَهُمْ فِيهَا فَاكِهَةٌ وَلَهُمْ ماَ يَدَّعُونَ {36/57} سَلاَمٌ قَوْلاً مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ {36/58}

    57. 58. Orada onlar için her çeşit meyve vardır. Bütün arzuları yerine getirilir. Onlara merhametli Rabb’in söylediği selâm vardır.

    temenni etti, gönlü çekti

    إِدَّعيَ  يَدَّعيِ

    meyve, meyveler

    فاَكِهَةٌ

    merhametli, acıyan

    رَحيِمٌ

    söz olarak

    قَوْلاً

             

    وَامْتَازُوا الْيَوْمَ أَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ {36/59}

    59. “Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!”

    suç işledi, günah işledi

    أَجْرَمَ  يُجْرِمُ  إِجْراَماً

    ayrıldı, seçildi

    إِمْتاَزَ  يَمْتاَزُ

    أَلَمْ أَعْهَدْ إِلَيْكُمْ يَا بَنِي آدَمَ أَنْ لاَ تَعْبُدُوا الشَّيْطَانَ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبِينٌ {36/60} وَأَنِ اعْبُدُونِي هَذَا صِرَاطٌ مُسْتَقِيمٌ {36/61}

    60. 61. “Ey Adem oğulları! Size şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır ve bana kulluk ediniz, doğru yol budur ” demedim mi?

    açık, apaçık

    مُبيِنٌ

    düşman

    عَدُوٌّ

    tavsiye ederek dedi, emretti

    عَهَدَ  يَعْهَدُ

    وَلَقَدْ أَضَلَّ مِنْكُمْ جِبِلاًّ كَثِيرًا أَفَلَمْ تَكُونُوا تَعْقِلُونَ {36/62}

    62. Şeytan sizden pek çok milleti kandırıp saptırdı. Hâla akıl erdiremiyor musunuz?

    akıl erdirdi, akıllandı, akıl etti

    عَقَلَ   يَعْقِلُ

    saptırdı

    أَضَلَّ  يُضِلُّ

     

     

    nesil, insan topluluğu, millet

    جِبِلٌّ

               

     هَذِهِ جَهَنَّمُ الَّتِي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ {36/63}

    63. İşte, bu size vâdedilen cehennemdir.

    اِصْلَوْهَا الْيَوْمَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ {36/64}

    64. İnkârınız sebebiyle bugün oraya girin!

    (ateşe) atılmak, ateşe maruz bırakılmak, (ateşe) yaslanmak

    صَلِىَ يَصْلَى صِلِياًّ

     

     

    yaslanın, girin (emir)

    إِصْلَوْا

           

    اَلْيَوْمَ نَخْتِمُ عَلَى أَفْوَاهِهِمْ وَتُكَلِّمُنَا أَيْدِيهِمْ وَتَشْهَدُ أَرْجُلُهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ {36/65}

    65. O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şahitlik eder.

    kazandı

    كَسَبَ يَكْسِبُ كَسْباً

    ağız

    فاَهٌ ج  أَفْواَهُ

    mühürledi, damga bastı

    خَتَمَ   يَخْتِمُ

    inkar etmiş olmanız sebebiyle

    بِماَ كُنْتُمْ  تَكْفُرُونَ

    (o) şey (sebebiy)le

    بِماَ

    şahitlik etti, hazır oldu, bildi

    شَهِدَ  يَشْهَدُ

    ayak

    رِجْلٌ  ج  أَرْجُلٌ

    konuştu

    تَكَلَّمَ  يَتَكَلَّمُ

                           

    وَلَوْ نَشَاءُ لَطَمَسْنَا عَلَى أَعْيُنِهِمْ فَاسْتَبَقُوا الصِّرَاطَ فَأَنَّى يُبْصِرُونَ {36/66}

    66. Dilesek onların gözlerini büsbütün kör ederdik. O zaman doğru yolu bulmaya koşuşurlar, ama nasıl göreceklerdi?

    göz

    عَيْنٌ  ج  أَعْيُنٌ

    silmek, söndürmek, ışığını gidermek

    طَمَسَ  يَطْمِسُ طَمْساً

    nereden, nasıl

    أَنَّى

    yarıştı, koşuştu

    إِسْتَبَقَ  يَسْتَبِقُ  إِسْتِباَقاً

               

     وَلَوْ نَشَاءُ لَمَسَخْنَاهُمْ عَلَى مَكَانَتِهِمْ فَمَا اسْتَطَاعُوا مُضِيًّا وَلاَ يَرْجِعُونَ {36/67}

    67. Eğer dilesek oldukları yerde onların şekillerini değiştirirdik de ne ileriye gitmeye güçleri yeterdi ne de geri gelmeye!

    oldukları yerde

    عَلَى مَكاَنَتِهِمِ

    şeklini değiştirip daha çirkin hale getirdi

    مَسَخَ  يَمْسَخُ

     

     

    ileri gitti, geçip gitti

    مَضَي يَمْضِيمُضِياًّ

               

    وَمَنْ نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِي الْخَلْقِ أَفَلاَ يَعْقِلُونَ {36/68}

    68. Kime uzun ömür verirsek biz onun yaratılışını (ihtiyarlıkta şeklini) tersine çeviririz. Hiç akletmiyorlar mı?

    yaratma, yaradılış

    خَلْقاً (خَلَقَ  يَخْلُقُ)

    ömür verdi, yaşattı

    عَمَّرَ يُعَمِّرُ  تَعْميِراً

     

     

    tersine çevirdi

    نَكَّسَ  يُنَكِّسُ تَنْكيِساً

             

    وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِي لَهُ إِنْ هُوَ إِلاَّ ذِكْرٌ وَقُرْآنٌ مُبِينٌ {36/69} لِيُنْذِرَ مَنْ كَانَ حَيًّا وَيَحِقَّ الْقَوْلُ عَلَى الْكَافِرِينَ {36/70}

    69. 70. Biz ona (Peygamber’e) şiir öğretmedik. Zaten ona yaraşmazdı da. (Onun söyledikleri) ancak diri olanları uyarsın ve kâfirlere (ceza) sözü gerçekleşsin diye Allah’tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kur’ân’dır.

     

    öğüt, zikir, söz, şeref, şan,indirilmiş kitaplar

    ذِكْرٌ

    öğretti

    عَلَّمَ  يُعَلِّمُ  تَعْليِماً

    diri, hayatta olan, yaşayan

    حَيٌّ

    şiir

    اَلشِّعْرُ

    sabit ve vacip olmak, gerçekleşmek

    حَقَّ يَحِقُّ حَقاًّ

     أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّا خَلَقْنَا لَهُمْ مِمَّا عَمِلَتْ أَيْدِينَا أَنْعَامًا فَهُمْ لَهَا مَالِكُونَ {36/71}

    71. Görmüyorlar mı ki, biz kudretimizin eseri olmak üzere onlar için birçok hayvan yarattık. Bu sayede onlar bunlara sahip olmuşlardır.

    el: Allah’ın elinden kasıt O’nun kudretidir.

    يَدٌ ج أَيْدٍ – أَيْدِي

    sahip olmak, hüküm ve söz sahibi olmak

    مَلَكَ يَمْلِكُ

    (büyükbaş) hayvan

    نَعَمٌ  ج  أَنْعاَمٌ

             

    وَذَلَّلْنَاهَا لَهُمْ فَمِنْهَا رَكُوبُهُمْ وَمِنْهَا يَأْكُلُونَ {36/72}

    72. Bu hayvanları onların emrine verdik. Onların bazısını binek olarak kullanırlar, bazısını (besin olarak) yerler.

     

    boyun eğdirdi, emrine verdi

    ذَلَّلَ  يُذَلِّلُ  تَذْليِلاً

    وَلَهُمْ فِيهَا مَنَافِعُ وَمَشَارِبُ أَفَلاَ يَشْكُرُونَ {36/73}

    73. Bu hayvanlarda onlar için nice faydalar ve içilecek (sütler) vardır. Hâla şükretmezler mi?

    içecek

    مَشْرَبٌ ج مَشاَرِبُ

    fayda, menfaat

    مَنْفَعَةٌ ج  مَناَفِعُ

    وَاتَّخَذُوا مِن دُونِ اللَّهِ آلِهَةً لَعَلَّهُمْ يُنْصَرُونَ {36/74}

    74. Onlar, yardım göreceklerini umarak Allah’tan başka ilâhlar edindiler.

    ilahlar

    آلِهَةً

    …dan başka

    مِنْ دُونِ…

     لاَ يَسْتَطِيعُونَ نَصْرَهُمْ وَهُمْ لَهُمْ جُنْدٌ مُحْضَرُونَ {36/75}

    75. Halbuki ilâhların onlara yardım etmeye güçleri yetmez. Aksine kendileri bunlar için yardıma hazır askerlerdir.

    ism-i mef’ûl: hazır bulundurulan, getirilmiş

    مُحْضَرُونَ (أَحْضَرَ)

    yardım etmek

    نَصْرٌ (نَصَرَ يَنْصُرُ)

     فَلاَ يَحْزُنْكَ قَوْلُهُمْ إِنَّا نَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ {36/76}

    76. (Resûlüm!) O halde onların sözleri sakın seni üzmesin. Kuşkusuz biz, onların gizlemekte olduklarını da, açığa vurduklarını da biliyoruz.

    ilan etti, açığa vurdu

    أَعْلَنَ   يُعْلِنُ

    gizledi, belli etmedi

    أَسَرَّ  يُسِرُّ

    üzdü

    حَزِنَ  يَحْزُنُ

    أَوَلَمْ يَرَ الْإِنْسَانُ أَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَإِذَا هُوَ خَصِيمٌ مُبِينٌ {36/77}

    77. İnsan görmez mi ki, biz onu meniden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş.

    (mübâlağalı ism-i fâil) hasım, kavgacı, çekişen, taraf tutan

     

     

     

    خَصيِمٌ

    meni

    نُطْفَةٌ

    وَضَرَبَ لَنَا مَثَلاً وَنَسِيَ خَلْقَهُ قَالَ مَنْ يُحْيِي الْعِظَامَ وَهِيَ رَمِيمٌ {36/78}

    78. Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misâl getirmeye kalkışıyor ve: “Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?” diyor.

    diriltti

    أَحْيَي  يُحْييِ

    unuttu

    نَسِيَ  يَنْسيَ

    kemik

    عَظْمٌ  ج  عِظَامٌ

    çürümüş, parçalanmış

    رَميِمٌ

    قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِي أَنْشَأَهَا أَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ {36/79}

    79. De ki: “Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.

    yarattı, yoktan meydana getirdi, inşa etti, yoktan yarattı

    أَنْشَأَ يُنْشِئُ إِنْشَاءً

    ilk defa

    أَوَّلُ مَرَّةٍ

    mübâlağalı ism-i fâil:  herşeyi hakkıyla bilen

    عَليِمٌ

             

     الَّذِي جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ الْأَخْضَرِ نَارًا فَإِذَا أَنْتُمْ مِنْهُ تُوقِدُونَ {36/80}

    80. Yeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran O’dur. İşte siz ateşi ondan yakıyorsunuz.

    tutuşturdu, yaktı

    أَوْقَدَ  يُوقِدُ  إيِقَاداً

    yeşil ağaç

    اَلشَّجَرُ الْأَخْضَرُ

    ne baksınlar, bir de bakmışsın, işte, bunun üzerine

    فَإِذَا

    أَوَلَيْسَ الَّذِي خَلَقَ السَّموَاتِ وَالْأَرْضَ بِقَادِرٍ عَلَى أَنْ يَخْلُقَ مِثْلَهُمْ بَلَى وَهُوَ الْخَلاَّقُ الْعَلِيمُ {36/81}

    81. Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir? Evet! Elbette kadirdir. O, her şeyi hakkıyla bilen yaratıcıdır.

    bilakis, elbette (olumsuz soruya verilen cevabın başında söylenir)

    بَلَى

     

     

    mübâlağalı ism-i fâil: yaratan

    خَلاَّقٌ

           

    إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ {36/82}

    82. Bir şey yaratmak istediği zaman Onun yaptığı “Ol” demekten ibarettir. Hemen oluverir.

     

     

    emretti

    أَمَرَ  يأْمُرُ  أَمْراً

    فَسُبْحَانَ الَّذِي بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ {36/83}

    83. Her şeyin mülkü kendi elinde olan Allah’ın şanı ne kadar yücedir! Siz de O’na döndürüleceksiniz.

    hakimiyet, hükümdarlık

    اَلْمَلَكُوتُ

    yücedir O ki

    فَسُبْحاَنَ الَّذِي

     

     

    döndürdü

    أَرْجَعَ  يُرْجِعُ إِرْجاَعاً