Buna göre bilimin hedefi doğru bilgiye ulaşmaktır. Buradan bilimin bizi dogmalara götürdüğünü dahi söyleyebiliriz. Dogma, yani tartışılamaz doğrular. O halde dinin temel ilkelerinin dogmalar olduğunu söyleyerek bunu eleştirmenin de bir anlamı olmamalıdır.
Bu noktada bilim adına belki şöyle bir savunma yapılabilir: Bilim kesin doğrulara ulaşmak ister ama bu doğrular tartışılamaz değildir, bu sebeple dogma sayılmazlar. İyi de bu durumda insanoğlunun hiçbir zaman kesin doğrusu olmayacak demektir. Bu da insan için bir savrulmuşluk ve hiçlik anlamına gelir. Bu halde insan vardır ve değerlidir gibi bir yargının dahi anlamı kalmaz. Akıl da duygular da böyle bir savrulmuşluğa iyi bakmaz. İnsan güveneceği dallara tutunmak ister. O halde sabit doğrulara sahip olmak, her zaman daha iyidir, çünkü huzur vericidir.
Aslında burada bilim biter, iman başlar. O halde iman huzur vericidir.
Mümin insanın sabit doğruları vardır. Ona göre bunlar dogma değil, iman esaslarıdır. İnanır ve huzur bulur. Gerçi bir anlamda bunlar da tartışılmaz değildir. Din Felsefesi ve bunun müslümancası olan Kelam bunları tartışır. Ama yanlışlanmadıkça bir doğruya doğru diye inanmanın kötü tarafı ne olabilir? Allah’ın var ve bir olduğu, melekler, cin, şeytan, hesap, kitap, cennet, cehennem gibi iman esaslarının olmadığı ispat edilebilir mi? Bilim böyle bir şey söyleyebilir mi? Söylerse bu söylediği de tartışılmaz bir bilgi olabilir mi?
Bunları neden söylüyoruz?
Kim ne derse desin, bizce bir müslüman çocuğu İslam’ın sabitelerini kafasına iyice yerleştirmedikçe bu bilgilere zıt, ya da bunlar konusunda şüphe doğuracak başka bilgi içeren kitaplar okumamalıdır. Çünkü çocuğun muhakeme gücü yoktur. Hele on yaşına kadar aldığı her bilgiyi doğru zanneder. Sonra bildiğinin aksine bir bilgi onu bocalatır, tereddüde sevk eder. Yavaş yavaş imanı sarsılır. Eğer zeki birisi ise doğruyu kendi aklıyla bulmaya çalışır. Ama bir ömrü bu yolda tüketir de hala doğru adına hiçbir şey bulamamış olabilir. Değilse zaten arama ihtiyacı da duymaz ve rüzgârın önündeki yaprak gibi oradan oraya sürüklenir gider.
Bu sebeple İslamî bir eğitim, bu günkü sistemle lisans sonuna kadar sadece sabit doğruları öğretmelidir. Ondan sonra tartışma ve mukayeseye başlayabilir.
Aslında hakikatin yanlışla mukayeseye ve savunmaya ihtiyacı yoktur. Ama bu bir zorunluluk olabilir. Sizin doğrularınıza hücum edilirse siz onları savunma ihtiyacı duyabilirsiniz. Aksi takdirde hem başkalarını ikna edemezsiniz, hem de kendi müntesiplerinizi yerlerinde tutamazsınız.
Bu sebeplerdir ki, Hicri ikinci asrın sonlarına kadar, sadece felsefe değil, kelam bile gereksiz sayılmış, hatta İmam Şafiî; ‘men tekelleme tezendeka, yani kelamla uğraşan zındıklaşır’ demiştir. Ama Yunan felsefesinin zorlamasıyla kelam ilmi, bir savunma mekanizması olarak görülmüş ve uygulanmıştır.
İşte İlahiyat Fakültesi mezunlarının kafalarının karışıklığı sabit doğrularının bulunmamasındandır. Auguste Comte’nin pozitivizmiyle yetişen Cumhuriyet çocuğu dinini öğrenirken de aynı curcunayı yaşayınca ne yapacağını şaşırır kalır ve artık Allah’ın inayet ettikleri hariç, sabit doğrular edinemez.
Zaten bu fakültelerin adının ‘İlahiyyat’ olması bile bu problemi kendi içinde barındırır. ‘İlahiyyat’ yani Tanrısal Bilimler. Teoloji’nin karşılığı. Tanrılar vardır ve bu tanrılara ilişkin teolojiler vardır. İşte ilahiyatta bunlar öğrenilir.
Peki, iptidai usullerle günümüzde güya medrese eğitimi yapan bu fakültelerin alternatifleri bu problemi aşabilmişler midir? Asla! Belki daha da büyütmüşlerdir.
Bir yanda hiçbir sabit doğrunun olmaması, diğer yanda ise dar bir yorumun sabite haline getirilmesi.