Yıl: 2017

  • MEÂNİ İLMİ

    MEÂNİ İLMİ ilmu’l-meâni’nin, lafızların muktezây-ı hâle mutâbakatını bildiren ahvâle dair usûl ve kaideleri açıklayan bir ilim olduğunu belirtmiştik. Buradan hareketle, değişik cümle şekilleri ve bunların kullanılışları, lafızların muktezâyı hâle mutabakatını bildiren ahvâle dair usûl ve kaideler, ilmu’l-meâni’nin konusu içinde mütalaa edilir.

    Örneğin zeki bir muhatapla konuşurken sözün kısa tutulması gerekir. Söz, bu muhataba özlü ve kısa olursa muktezây-ı hâle uygun olur. Ve neticede belâgatlı konuşulmuş olur. Yine zeki olmayan bir muhatapla konuşurken de sözü uzatmak, meseleyi detaylarıyla anlatmak gerekir. Bu durumda da söz uzun ve tafsilatlı olursa yine muktezây-ı hâle uygun davranılmış ve neticede yine belâgatlı konuşulmuş olur. Diğer bir ifadeyle, her zaman ve her yerde kısa ve öz konuşmak belîğ olmak demek değildir. Bazen yerine göre sözü uzatmak da belâgatlı konuşma sayılabilir.

     

  • Mütekellimin Belâgatı

    Mütekellimin Belâgatı Konuşan kimsenin, maksadını fasih lafızlarla durumun gereğine uygun olarak ifade etme kabiliyeti ve melekesine denir. Râğıb el-İsfehânî mütekellimin belâgatı mevzuuna farklı bir yaklaşım getirerek, mütekellimin îrâd ettiği sözün hakikatte de doğru olmasını belâgat için şart koşmaktadır. Yani, yapmadığı veya yapamayacağı şeyleri söylememesidir. Bu konuda eksikliği varsa kişi belâgatta eksik olur. Bu yaklaşımına da وَقُلْ لَهُمْ فِي أَنْفُسِهِمْ قَوْلًا بَلِيغًا Onları derinden etkileyecek sözler söyle 68 ayetini delil getirir.

    zaman konuşacağını ve sözünü ne zaman bitireceğini bilmesi, kurguladığı anlamların döküleceği kalıpları seçmesi ancak iyi seviyede bir zekâ ile gerçekleşebilir. Kısacası, sözün muhatabı etkilemesi, kastedilen anlamın daha belîğ olarak ilkâsı için belâgatın aşağıdaki temeller üzerine kurulu olması gerektiğini söyleyebiliriz:

    a. Îrad edilecek lâfızların söz ve mûsikî açısından seçkin olması.

    b. Bu lâfızların doğru ve güzel bir şekilde tertîb ve terkîbi.

    c. Her muhatap için farklı ve uygun üslûbun seçilmesi.

    d. Söze iyi bir başlangıçla başlanması ve güzel bir sonuçla bitirilmesi

    e. Sözün asıl itibariyle doğru olması.

    f. Sözü söyleyenin de bizzat söylediğine inanır ve bizzat yaşıyor olması.

    g. Sözü söyleyenin zekâ seviyesinin iyi olması.

  • Kelâmın Belâgatı

    Kelâmın Belâgatı Kelâmın belâgatı, sözün fasih olması ile birlikte, makama yani muktazâyı hâle uygun olmasıdır. Muktazâyı hâl ve makama uygun olmayan bir söz makbul olması şöyle dursun, belâgatçılarca hayvan seslerine eş seviyede görülür. Sözün söylendiği ortamların farklılığı, söylenecek olan sözün bazen özlü ve kısa, bazen uzun, bazen genelleme yaparak, bazen hazfederek, bazen de zikrederek söylenmesini gerekli kılar. Örneğin zeki kimseye hitap etmekle anlayışı kıt olana hitap etmek aynı olamayacağı gibi platonik ve aşırı duygusal bir kimse ile kaba ve sert mizaçlı olan birisine aynı şekilde hitap etmek de uygun değildir

     

  • Kelâmın Fesâhatı

    B- Kelâmın Fesâhatı Kelâmın fesâhatı, yukarıda bahsedilen kelimelerinin fasîh olması şartı ile birlikte ضَعْفُ التَّأْلِيف da’fu’t-te’lîf denilen nahiv kurallarına aykırı olma hali, تَنَافُرُ الْكَلِمَات tenâfuru’l-kelimât denilen kelimelerdeki telaffuz uyumsuzluğu ve اَلتَّعْقِيد ta’kîd denilen, ilk etapta anlaşılması zor, düğümlü sözden sâlim olması hâlidir.

    1- Da’fu’t-te’lîf : ضَعْفُ التَّأْلِيف Arapça gramer kurallarına aykırı söz îrâd etmek demektir. ضَرَبَ غُلاَمُهُ زَيْداً Kölesi Zeyd’i dövdü gibi. Arap gramerine göre zamirin ait olduğu kelimeden önce zikredilmesi caiz değildir. Bu örnekte önceden zikredilmemiş olan bir isme zamir atfedilerek el-İdmâr kable’z-Zikr hatası yapılmıştır. Türkçede “Ahmet en çalışkanıdır sınıfın.” cümlesinde “en çalışkanıdır” takdîm ve “sınıfın” te’hîr edilerek gramer kuralları dışına çıkılmış ve ibârede da’f-ı te’lîf meydana gelmiştir. Yine “Rastlamıştım ona bir yağmurlu akşamda.” ve “ Anlar yalnız Ekrem Bey, Osmanlı mîmârîsinden.” cümlelerinde de aynı zafiyet vardır.

    2- Tenâfuru’l-kelimât : تَنَافُرُ الْكَلِمَات Cümledeki bazı kelimelerin yan yana veya birbirine yakın olmaları sebebiyle telaffuzun güçleşmesi anlamına gelir. Böyle bir sözdizimi terkipte ağırlık meydana getirir. kabir bulunmaz.

    Bu misalde geçen kelimelerin hepsi fasihtir. Ancak cümle içindeki yerleri sebebiyle telaffuzları güçleşmiş ve cümlede bir uyumsuzluk meydana getirmişlerdir. Dolayısıyla bu beyti bir kimsenin üç kez üst üste kekelemeksizin okuyamayacağı söylenmiştir.

    Ebû Temâm et-Tâi’ye isnâd edilen bir örnekte de şair şöyle der: كَرِيمٌ مَتَى أَمْدَحْهُ أَمْدَحْهُ وَالْوَرَى مَعِي وَ إِذَا مَا لُمْتُهُ لُمْتُهُ وَحْدِي O kerimdir. Onu ne zaman övsem insanlar yanımdayken överim; onu ne zaman kınayacak olsam yalnızken kınarım.  Bu misalde geçen kelimelerin hepsi de fasihtir. Ancak beyitte geçen أَمْدَحْهُ lafzında ح ve هـ boğaz harflerinin yan yana gelmesi ve art arda tekrar edilmesinden mahreç uyumsuzluğu ve neticesinde telaffuz zorluğu meydana gelmiştir. Aynı durum Türkçede de geçerlidir. Örneğin halk arasında tekerleme olarak söylenen, “Al şu takatukaları takatukacıya götür. Takatukacı, takatukaları takatukalatmazsa takatukaları takatukacıdan takatukalatmadan getir.” ve “Şu köşe yaz köşesi, şu köşe kış köşesi” gibi birbirine yakın veya aynı lafzın tekrarından oluşan cümleler telaffuzu güçleştirmekte ve terkibte ağırlık meydana getirmektedirler.

    3- Ta‘kîd : اَلتَّعْقِيد Ta‘kîd, lügatte “düğümlemek” demektir. Terim olarak, sözün kastedilen manayı açıkça ifade etmemesidir. İfadeye açıklık getirememe, anlatamama halidir. İki kısma ayrılır.

    a) Lafzî ta‘kîd: (التعقيد اللفظي) Lafı‎zlar‎ın dizilişindeki takdîm, tehîr ve fasl sebebiyle meydana gelen ta‘kîd. Bir cümlede kelimelerin yerli yerinde

  • Kelimenin Fesâhatı ve Çeşitleri

    Kelimenin Fesâhatı

    Kelimenin fesâhatı, تَنَافُرُ الحُرُوف tenâfuru’l-hurûf denilen harflerin uyumsuzluğundan, الغَرَابَة garâbet denilen sözün anlaşılmazlığından ve مُخاَلفَةُ القِيَاَس muhâlefetu’l-kıyâs denilen gramer kurallarına aykırı olmaktan sâlim olmasıdır. 

    1- Tenâfuru’l-hurûf : تَنَافُرُ الحرُوف Tenâfür kelimesi lügatte ürkmek anlamına gelir. Istılahta, çıkış noktaları aynı ya da birbirine yakın harflerin aynı sözcükte bulunması sebebiyle lisana ağır gelmesi, dolayısıyla telaffuzun güçleşmesi anlamına gelir. Türkçe’de yaptırttık, koşullaştırılmışlık, kırktırttırdım gibi kelimeler bu olguyu karşılayabilir. Yine Nâbî’nin: “Letâfet kat kat olmuş ârızında nesterenlenmiş” mısraındaki “nesterenlenmiş” kelimesi de tenâfuru’l-hurûf kabilindendir. 

    Eski kitaplarda tenâfuru’l-hurûf ’ a örnek olarak İmriu’l-Kays’ın (m. 530) sevgilisi Uneyze için söylediği aşağıdaki yaygın örnek verilmektedir: غَدَائِرُهُ مُسْتَشْزِرَاتٌ إِلَى الْعُلَى (Onun saçının) örgüleri, yukarıya doğru toplanmış  örneğindeki مُسْتَشْزِرَاتٌ kelimesi. غَدَائِر Gadâir kelimesi غَديرَةٌ Gadîra kelimesinin çoğulu olup, saç örgüsü demektir. مُسْتَشْزِرَاتٌ Müsteşzirât kelimesi ise toplanmış, bağlanmış demektir. Görüldüğü gibi bu kelimenin telaffuzunda, yakın mahreçli harflerin yan yana gelmesinden kaynaklanan bir telaffuz zorluğu bulunmaktadır. Şair bu beyitte sevgilisinin örülmüş saçlarını vasfetmektedir. Eğer مُسْتَشْزِرَاتٌ yerine aynı anlam ve vezindeki مُستَشْرِفَاتٌ kelimesi kullanılsaydı bu zorluk olmayacak, dolayısıyla tenâfür de kalkacaktı.

     

    Bu konuda diğer bir örnek de devesinin ne durumda olduğu sorulan bir bedevinin: تَرَكْتُهَا تَرْعَى الهِعْخَعَ ‘Onu hi’ha’ (deve dikeni) otlamak üzere bıraktım. ’ şeklinde verdiği cevabındaki الهِعْخَع lafzı verilir. 4Görüldüğü gibi buradaki tenâfür, kelimede yer alan harflerin hepsinin boğaz harflerinden meydana gelmiş olması sebebiyledir.

    2- Garâbet : الغَرابة Anlamın açık olmaması, sözün anlaşılmaması demektir. Îrâd edilen sözde, manası herkesçe bilinmeyen bir kelimenin kullanılmasıdır. Garâbet, garâbeti makbûl olan anlamında garîb-i hasen ve garâbeti çirkin anlamındaki garîb-i kabîh olmak üzere iki kısımda incelenmektedir. Garîb-i hasen, kullanımı Araplar nezdinde makbul sayılan türden garabettir. Garîbu’l-Kur’ân ve Garîbu’l-Hadîs’te yer alan lafızlar bu katagoriye girer. Garîb-i kabîh ise, aşağıda vereceğimiz örneklerde görüleceği üzere kesinlikle kabul edilemez türden olan garâbettir. Bu tür garâbet, içinde yer alan kelimelerin anlaşılması için lügata ihtiyaç duyurur. Örneğin, Îsâ b. Ömer’in eşeğinden düşmesi üzerine çevresine toplanan insanlara söylediği: مَا لَكُمْ تَكَأْكَأْتُمْ عَلَيّ كَتَكَأكُئِكُم عَلَى ذِي جِنَّةٍ افْرَنق َعُوا عَنٍّي. Size ne oluyor da cinnet geçirmiş birinin başında toplandığınız gibi üzerime çullandınız, dağılın başımdan! sözü bu türdendir. Oysa şair, beyitte تَكَأْكَأَ kelimesi yerine kullanımı daha yaygın ve aynı anlama gelen اجْتَمَعَ ve yine افْرَنْقَعَ kelimesi yerine yine kullanımı daha yaygın ve aynı anlama gelen انْصَرَفَ veya تَنَحَّوا kelimelerini kullanabilirdi. Oysa bu tür lafızların garabetlerinin yanı sıra kulağa da ağır geldiği gözlemlenmektedir. Türk edebiyatında da manası herkesçe bilinmeyen bu tür garîb kelimeler bekleyen asker anlamında olup manası herkesçe bilinmediğinden garib sayılmıştır.

    3- Muhâlefetu’l-kıyâs : مُخاَلفَةُ القيَاس Muhâlefetu’l-Kıyâs, yaygın olan gramer kurallarına aykırı olma halidir. Buna genellikle örnek olarak Ebû Necm’e isnâd edilen şu ifade verilir: اَلْحَمْدُ للّٰهِ الْعَلِيِّ الأَجْلَلِ Hamd , ulu ve yüceler yücesi Allah ’a mahsustur. Burada اَلأَجْلَل ِ kelimesi ( الأَجَلِّ el-ecell şeklinde) idğamlı olması gerekirken الأَجْلَلِ el-eclel olarak idğamsız olarak zikredilmiştir. Ziyâ Paşa’nın şu beyitinde de kıyâsa muhalefet vardır: “Her şahsi harîm-i Hak’a mahrem mi sanırsın/Her tâc giyen çulsuzu Edhem mi sanırsın” Birinci mısrada geçen “Hak’a” kelimesi şeddeli olması gerekirken vezne uydurmak için şeddesiz zikredilmiştir. 51 Bu üç hususun haricinde kelimenin fesahatini bozan diğer dördüncü bir husus vardır ki bu da kelimenin kulağa ağır gelmesidir. Belâgatçılar arasında ihtilaflı olan bu mevzuyu da burada zikretmek istiyoruz.

    4- Kulağa hoş gelmeme si: الثِّقَلُ عَلَى السَّمْع Kulağa hoş gelmemeden maksat, kullanılan kelimenin kaba ve galiz olması demektir. إِطْلَخَمَ الأَمْرُ İş büyüdü, cümlesinde olduğu gibi. Burada kulağa ağır gelen ve zevk-i selimin kerîh gördüğü إِطْلَخَمَ yerine عَظُمَ fiili kullanılabilirdi. Yine el-Mütenebbî’nin كَرِيمُ الْجِرِشَّي شَرِيفُ النَّسَب Şahsiyeti saygın, soyu şereflidir. 52 beyitinde geçen الْجِرِشَّي kelimesi ile ilgili durum da buna benzerdir. Burada şair النَّفْس yerine kulağa ağır ve kaba gelen الجِرِشَّي kelimesini kullanmıştır. 53 Bununla beraber bu dördüncü hususun belâgatçılar arasında tartışmalı bir mesele olduğunu da burada ifade etmek gerekir.

  • FESÂHAT Nedir – Belagat

    FESÂHAT

    Fesâhat lügatte, ‘zuhûr, ortaya çıkma, arınmak, açıklık ve berraklık’ anlamlarına gelir.  Kelimenin kökünde, ‘sütün köpüğü gibi sade’ anlamı vardır.  Maddenin herhangi bir şüphe ve şaibeden beri olması da bu kelime ile ifade edilmiştir. Kökü, üçüncü ve beşinci bâblardan olan فَصَحَ veya فَصُحَ kelimelerinden masdardır. Terim olarak, îrâd edilen sözün; kelime, anlam, ahenk ve sıralama yönleriyle kusursuz olması, anlatımda kapalılıktan ve lehçe bozukluluğundan uzak, telaffuz güçlüğünden arınmış, amaca uygun olarak açık ve düzgün söylenmesidir.

    Bu kelime dilciler tarafından beyan ve belâgat anlamında da kullanılmaktadır. Fesâhat terimi; îrâd edilen kelimenin, kelâmın ve konuşanın vasfı olmak harflerin uyumsuzluğundan, الغَرَابَة garâbet denilen sözün anlaşılmazlığından ve مُخاَلفَةُ القِيَاَس muhâlefetu’l-kıyâs denilen gramer kurallarına aykırı olmaktan sâlim olmasıdır.

    1- Tenâfuru’l-hurûf : تَنَافُرُ الحرُوف Tenâfür kelimesi lügatte ürkmek anlamına gelir. Istılahta, çıkış noktaları aynı ya da birbirine yakın harflerin aynı sözcükte bulunması sebebiyle lisana ağır gelmesi, dolayısıyla telaffuzun güçleşmesi anlamına gelir. Türkçe’de yaptırttık, koşullaştırılmışlık, kırktırttırdım gibi kelimeler bu olguyu karşılayabilir. Yine Nâbî’nin: “Letâfet kat kat olmuş ârızında nesterenlenmiş” mısraındaki “nesterenlenmiş” kelimesi de tenâfuru’l-hurûf kabilindendir.

    Eski kitaplarda tenâfuru’l-hurûf ’ a örnek olarak İmriu’l-Kays’ın (m. 530) sevgilisi Uneyze için söylediği aşağıdaki yaygın örnek verilmektedir: غَدَائِرُهُ مُسْتَشْزِرَاتٌ إِلَى الْعُلَى (Onun saçının) örgüleri, yukarıya doğru toplanmış  örneğindeki مُسْتَشْزِرَاتٌ kelimesi. غَدَائِر Gadâir kelimesi غَديرَةٌ Gadîra kelimesinin çoğulu olup, saç örgüsü demektir. مُسْتَشْزِرَاتٌ Müsteşzirât kelimesi ise toplanmış, bağlanmış demektir. Görüldüğü gibi bu kelimenin telaffuzunda, yakın mahreçli harflerin yan yana gelmesinden kaynaklanan bir telaffuz zorluğu bulunmaktadır. Şair bu beyitte sevgilisinin örülmüş saçlarını vasfetmektedir. Eğer مُسْتَشْزِرَاتٌ yerine aynı anlam ve vezindeki مُستَشْرِفَاتٌ kelimesi kullanılsaydı bu zorluk olmayacak, dolayısıyla tenâfür de kalkacaktı.

  • BELÂGATIN TARİHİ TEDVİNİ

    BELÂGATIN TEDVİNİ  Kur’ân’ın nâzil olduğu Cahiliye döneminde Araplar edebiyat ve belâgatta zirvede sayılıyorlardı. Hatta, daha önce de belirttiğimiz gibi kendilerini, dili en güzel konuşan, meramını en güzel ifade eden bir kavim olarak görüyorlardı. Bu itibarla Arapçada Arap kelimesinin, meramını en güzel ve en net bir şekilde anlatabilen kimseler için kullanıldığını zikretmiştik. Bu devirde belâgatın genel karakteristik yapısı, fıtrî kabiliyete dayalı, zorlamadan uzak ve irticâlî olmasıydı. Bu dönemde şiir ve şiir tenkitçiliği de çok revaçtaydı. Hatta, İbn Haldûn (ö.809/1406) , şiiri, istiâre üzerine kurulu beliğ söz olarak tarif etmektedir.

    Her şâirin, kendisine refakat ederek şiirlerini ezberleyen ve gerektiğinde onları usûlüne uygun biçimde okuyan bir veya birkaç râvîsi vardı. Bunlar, şâirlerin şiirlerini toplayıp yok olmaktan kurtararak Arap dilinin lugat malzemesinin korunmasını sağlamışlardır. 25 İşte bu topluluğa Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamber’in bir mucizesi olarak inmiş ve onları ortaya koymuş olduğu i’câzın bir benzerini meydana getirmeye davet ederek onlara meydan okumuştur. Ancak yüksek bir edebi zevke ve seviyeye sahip olan Araplar bu çağrıya cevap verememişler, Kur’ân’ın belâgatı karşısında boyunlarını eğmişlerdir. İşte Kur’ân’la baş edemeyeceklerini anlayınca, silaha sarılıp, kan dökmeyi tercih etmişlerdi.

    Buradan hareketle, belâgatın Cahiliye döneminde insanlarda bir meleke halinde adeta doğuştan bir kabiliyet gibi telakki edildiği söylenebilir. Düzgün ve yerinde söz söyleme usûl ve kaidelerini inceleyen belâgatın, Arap dili ve edebiyatı ile ilgili ilimler içinde bağımsız bir ilim halini alması uzun denebilecek bir süreci gerekli kılmıştır. Bu süreci aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz: Aristo’nun Rhetorica ’sı ilk olarak Arapça’ya 298/910’de ölen İshak b. Huneyn tarafından tercüme edilmiştir. el-Câhiz’in el-Beyan ve’t-Tebyin adlı eseriyle belâgat ilminin temellerinin atıldığı kabul edilir. Bugün belâgat ilminin konularından biri olan bedî‘ aslında bu ilmin tedvininden önce belâgat kelimesinin karşılığı olarak telakki edilmiş, Arap edebî hayatının vazgeçilmez bir olgusu olarak kullanılmıştır.

    Onu, edebî bir sanat olarak ilk inceleyen, prensiplerini açıklayan ve ana konularını tarif eden kişi şair halife İbnu’l-Mu‘tez (ö.296/908) olmuştur. 28 Kitâbu’l-Bedî ‘ adıyla kaleme aldığı, sahasının ilk müstakil eseri olan çalışmasında bedî‘in muhdes şairlerin bir icadı olmayıp aksine bunun Kur’ân’da, hadiste, eski Arap şiirinde ve hatta bedevilerin konuşma dilinde esasen var olduğunu, ilmî bir terim haline gelmeden önce şairlerin teşbîh, cinâs, istiâre vb. bedîi sanatları, onların tesir ve güzelliklerini idrâk ederek kullandıklarını pek çok örnek ve delillerle ispat etmeye çalışmıştır. 29 ve diğerlerinin sözleri ile eski şairlerin şiirlerinde bulduğumuz ve sonrakilerin bedî‘ diye adlandırdıkları sanat çeşidini sunduk.

    Bilinmelidir ki o dönemde tanınmış olması ve Beşşâr, Müslim ve Ebû Nuvâs ile onların yollarından giden şairlerin bu sanatı şiirlerinde sıkça kullanmış olmaları, onların bu sanatı önceden keşfettikleri anlamına gelmez. Netice olarak ifade ettiği mefhuma delâlet eden bu isimle adlandırıldı. Daha sonra Habîb b. Evs et-Tâ’î bu sanatla ilgilenerek onun birçok dalını keşfetti. Bazen güzel, ama bazen de aşırıya kaçması sonucunda isabet etmediği yerler de oldu. 30 Hicri üçüncü asrın sonlarına doğru daha çok beyan diye isimlendirilen belâgat ilminin tamamıyla yeni bir safhaya girdiği ve o zamana kadar yazılan belâgat ve beyan kitaplarında başka isimler altında dağınık olarak bulunan ve sayıları beşi geçmeyen bedî nevilerinin birdenbire çoğaldığı ve belâgatın içinden bedî ve beyan diye müstakil iki ilim çıktığı görülür. Abbâsi Halifesi İbnu’l-Mu‘tez Kitâbu’l-Bedî ‘ ismiyle, tamamıyla yeni ve selefleri tarafından yazılan belâgat kitaplarının aksine, sistemli bir eser meydana getirmiştir.

    Diğer taraftan İbnu’l-Mu‘tez’le aynı hocalardan ders alan Kudâme b. Ca’fer (ö.320/932) Nakdu’ş-Şi‘r ismiyle bedî‘ ilmine, Nakdu’n-Nesr ismiyle de beyana dair iki eser meydana getirip kendinden önce herhangi bir kimseye ait olmayan yeni bir şey bulduğunu iddia eder. 31 Hicri IV. asrın kendisiyle iftihar edilen ve değerli edebiyâtçılarından olan Ebû Hilâl el-Hasan b. Abdullâh el-’Askerî (ö.400/1009) 32 zikredilen sanatların sayısını otuz yediye çıkarmış ve hepsini Kitâbu’s-Sınâ’ateyn adlı eserinde toplamıştır.

  • Bedî‘ İlmi Nedir – Belagat Arapça

    Bedî‘ Bedî‘ kelime olarak; بدع ‘ be-de-a’ fiilinden türemiştir.

    Kelimenin lügat anlamı “ eşi ve benzeri olmayan, öncesinde herhangi bir örneği bulunmayan, yenilik, orijinallik, aslîlik ve icat” demektir.

    Genel olarak خلق ‘halk’ kelimesinin bir yönünü ifade etmektedir. Allah’la ilgili olarak “aletsiz, zamansız ve mekânsız icat etmek” anlamına da gelmektedir. Kur’ân’da çok az yerde geçen bu kelime bir ayette Hristiyanların ruhbaniyeti ‘‘ibtida” ettikleri yani, وَرَهْبَانِيَّةً ابْتَدَعُوهَا مَا كَتَبْنَاهَا عَلَيْهِمْ Allah kendilerine emretmediği halde , ruhbanlığı sonradan icat ettikleri 

    şeklinde ifade olunurken, bir başka ayette Hz. Muhammed’in (s.a.s.) resûller içinde ilk (bid‘a), yani, kendisinden önce hiç bir resûl geçmeyip, kendisinin risaleti icat eden olmadığını bildirme sadedinde belirtilir. 

    Bir başka ayette de, بَدِيعُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ Allah; göklerin ve yerin bedî‘i denilmektedir. Aynı kökten gelen Allah’ın bedî‘ ismi ise onun, örneği ve benzeri ve önünde hiç bir örnek olmaksızın en güzel şekilde yaratmıştır. Bedî‘ kelimesinin terim manasına gelince; bu kelime kısaca, duruma uygun açık ve düzgün söylenen sözün lafız ve mânâ bakımından güzelleştirilmesi ile ilgili bilgileri ve kaideleri inceleyen ilim olarak tarif edilir. Edebî sanatlarla örülü ifadenin lafız bakımından kusursuz, mânâ bakımından makul ve aynı zamanda bir ahenge sahip olmasının usûl ve kaidelerini inceler.

  • Beyan İlmi Nedir ?

    Beyan İlmi Nedir ?

    Beyan Beyan kelimesi lügatte, açıklamak, ortaya koymak, anlaşılır hale getirmek demektir.  Beyan ilmi ise, her hangi bir anlamı farklı söz ve usûllerle anlatmayı öğreten, kendine ait özel kuralları olan bir ilim dalıdır.  Başka bir tarifte ise, teşbîh, istiâre, mecâz ve kinâye gibi ilimlerden bahseden bir ilimdir.

    Beyan ilmi, düşüncelerin, duyguların, değerlerin ve onların anlatımında kullanılacak yolların farklı söz ve usûllerle açık ve güzel bir şekilde ifade edilmesini sağlar. El-Kazvînî beyan hakkında, ‘bir manayı, kendisine açıkça delâlet etmede birbirinden farklı yollarla dile getirmenin kendisiyle öğrenildiği ilimdir’ der. 

    Başka bir tarifte ise, teşbîh, istiâre, mecâz ve kinâye gibi ilimlerden bahseden, insanın derûnunu etkileyecek, his ve duygu alemini hareketlendirecek söz söyleme usûl ve tekniğini öğreten bir ilimdir,  denilmiştir. Buradan anlaşıldığı üzere, beyan ilmi, düşüncelerin, duyguların, değerlerini ve onların anlatımında kullanılacak yolları farklı söz ve usûllerle açık ve güzel bir şekilde ifade etmeyi bildirir. Beyan ilminde esas olan, muhataba söylenecek sözün onun tabiatını etkileyecek tarzda olmasıdır. O halde bu ilmin disiplinleri, sözün insan tabiatını etkileyebilmesini sağlayan disiplinlerdir. Bunların başında, “s özün insan tabiatına en müessir bir formda irâdı mübalağaya geçişin ilk basamağı olan teşbîh üslûbuyla başlar, mecâz ve kinâye ile zirveye ulaşır.”

  • Meani Nedir Meani İlmi Nedir- Arapça

    Meâni kelimesinin lügat manası, ‘uzaklaşmak’ demektir. أَمْعَنَ الرجلُ: هَرَبَ وَتَبَاعَدَ ; Adam kaçtı, uzaklaştı , denir. 11 Meâni ilmi ise değişik cümle şekilleri ve kullanılışları ile lafızların muktezâyı hâle mutabakatını bildiren ahvâle dair usûl ve kaideleri açıklayan ilim olarak tarif edilir. Meâni ilmi, belâgatın temeli sayılan en önemli kısmıdır. Bu ilim, belâgat dediğimiz, dilin edebiyatına girmeden önce, muhatabın durumunu dikkate alarak her makâma bir makâlin olduğunu, cümle şekilleri ve bunların kullanılışları ve nasıl konuşulması gerektiği hususunda kaideleri öğretir.