Bizim için Arabistan Mekke ve Medine’dir. Onlar da saygı ve ihtiram demektir.
Osmanlı yönetimi, bu iki bölge halkını askere almamış, vergi koymamış, ülkenin diğer bölgelerinden en iyi arazileri bu iki beldenin imar ve tımarı için vakıf olarak tahsis etmiştir. Kastamonu arazisinin büyük bir kısmı ile Arabistan halkı beslenir ve iaşe edilirdi…
Türk milleti için Arabistan hala, ihramdır, ihtiramdır, Ka’be’dir ve Mescid-i Nebi’dir. Onlar hatırına, gördüğü her eksiği, her eksikliği görmezlikten gelir. Halkını sever, yanlışlıklarını görmezden gelir.
Orada söylenenleri ‘doğru’ kabul eder. Arapça bilmez fakat lalettayin bir gazete yazısına bile, Kur’an harfleridir diye saygı gösterir. Ama yazık ki bu ihtiramının karşılığını onlardan görmez.
Bu konu başlı başına işlenebilir ama niyetim bu konuya girmek değildi. Ekonomik açıdan büyüyen, ziraatını geliştiren Arabistan’ı anlatma niyetindeydim. Çünkü bir taraftan çölü tarım arazilerine dönüştürüyorlar, bir taraftan şehirleri yeşillendiriyorlar ve bir taraftan da sebze ve meyve yetiştirirciliğinde dev adımlar atmışlar, atıyorlar. Buğday üretiminde dünya birinciliğine oynadıklarını öğrenmekten gurur duydum. Dünyanın en temel gıdalarından birinde birinciliği Arabistan gibi, arazisinin yüzde 80’i çöl olan bir İslam devletinin alması gururlanılacak bir şey elbet ama yazık ki daktilonun tuşları beni başka bir alana değinmeye götürüyor.
Çünkü bu dev adımları atan ülke, esefle söylemek gerekirse, fikrî anlamda ve insana duyulan saygı bakımından her gün biraz daha katılaşmaya yöneliyor. İnsanın, kendisini içinde rahat hissedebileceği alanlar her gün biraz daha daralıyor ve insan bunu görmeye dayanamıyor.
Arabistan’da adeta yeni bir Haricilik doğuyor (yahut doğmuş). Kendi görüşünden başka her görüşü reddeden bir yaklaşım… Kadın erkek konusundaki ayrımcılığı Kabe-i Muazzama’nın avlusuna kadar sokmuşlar. İslam hesabına Hz. Ali (ra)’i hunharca şehid eden o anlayış, şimdi de güya tevhid adına her türlü kutsalı katlediyor, yok ediyor!
Kendi âlimlerinden başka kimsenin Harem içinde veya Mescid-i Nebi’de, sohbet etmesine, görüşlerini anlatmasına fırsat vermiyorlar. Üç kişi bir araya toplanıp sohbet etmek istese hemen biri başınıza dikiliyor ‘yasak’ diyor. Halbuki eskiden Mescid-i Nebi ve Mescid-i Haram, uzaktan gelen âlimlerin kendi bilgilerini dünyanın öbür tarafındaki âlimler ve Müslümanlarla paylaşabildikleri zemindi.
Şimdi ise Vehhabilikten başka yaklaşımlara gerek duymadıkları için olacak, hiç kimsenin vaaz, nasihat ve sohbet etmesine fırsat tanımıyorlar. Güya İmam Hanbeli’ye uyuyorlar ama onu da kendilerine uyduruyorlar..
Esasında şu mesele başlı başına irdelenmesi gereken bir konu ama ben meseleyi tartışabilecek vukufiyette değilim. Mezhepler arasında mukayeseli tahliller yapacak ehli insaf birilerine iş düşüyor. Çünkü bir şeye karşı olup onu reddetmek başka bir şeydir, ehli insaf olanları yanlıştan döndürebilecek gerekçeli metinler hazırlamak başka bir şeydir.
Arabistan uleması kendine göre bir dünya kurmuş ve diğerlerini görmezlikten geliyor. Hatta önemli bir isimden, Vehhabiliğe birazcık itiraz eden Mısırlı bir âlimin, Kabe imamlarından (Suudilerin de damadıdır) Sudeysî tarafından bir günde apar topar ailesiyle birlikte uçağa bindirilip Arabistan’dan gönderildiğini öğrendim. Yani farklı görüşlere hiç tahammülleri yok. Hatta Kur’an’ı Kerim’in bilinen eski yazım şeklini bile değiştirmişler. Ayetlerin numaralandırılmasından, mukattaa harflerine varıncaya kadar çok şeyi değiştiriyorlar. Her şeyi kendi perspektiflerine çekmek istiyorlar…
Şii mezhebinden olanlara nerede ise İslam gözüyle bakmıyorlar. Bir mezhebin bazı görüşlerine itiraz edilebilir belki ama neye dayanarak onu tümüyle yok sayabiliyorlar anlayamıyorum.
Hz. Ali (ra)’den ve onun temsil ettiği hiçbir şeyden hoşlanmıyorlar. O yüzden de gerek İran sahasında gerekse diğer İslam coğrafyalarında gelişmekte olan yeni yaklaşım ve düşüncelere bigâneler. Onları bu çabalardan haberdar etmeli. Risale-i Nur’a karşı da muannit bir duruşları var. En temel gerekçeleri, Bediuzzaman’ın kendisini Hz. Ali ile ilintilendirmesi ve Şia eliyle bugüne getirilmiş bazı meselelere İslam adına sahip çıkmasıdır. Ve Risale-i Nur’u, Hz. Ali’nin bir kerameti olarak yansıtmasıdır.
Risalelerdeki bu yaklaşımlara yapılan tenkit karşısında bir tahlil yapan Bediuzzaman, Vehhabiliğin Hz. Ali’ye ve Ehli Beyt’e yönelik itirazlarının tarihi gerekçelerini aktarır ve Hz. Ali’ye duydukları hıncın sebeplerini izah eder ki bu öfke, İranlıların Hz. Ömer’e öfke duymalarının bir benzeridir. Hatta karşıtı gibidir!
Bu açıdan bakıldığında her ülke uleması, giderek daha da tutucu ve dışlayıcı bir hal almaya başlayan Vehhabiliğe karşı fikir üretmeli ve bu yaklaşımın karşısına sırat-i müstakim İslam çizgisini anlatan eserler (re’yi diğeri ) koymalı ki, Vahhabilik bir ekolden öteye geçmesin.
Çünkü bugün sergiledikleri tavırla adeta ‘Fırka-i Naciye biziz’ havasını estiriyorlar. Şimdilerde Risale-i Nur’a karşı güya eserler yazmaya çalışan hocalar da onların bu yaklaşımlarından kuvvet alıyorlar. Velayetin ve kerametin zerresinden nasipleri olmadığı için, ehl-i hali anlamayan bu kupkuru ulema-ı su’ tuhaftır ki İslama hizmet ettiklerini sanıyorlar.
Bu da haklı olarak hem Şiilerin, hem de İslam dünyasındaki tasavvuf ehlinin öfkesini çekiyor…
Vehhabiliğin bir yönüyle hurafeye yönelmenin önünde sed çekmeye çalıştığı kabul edilebilir ama güya onu yapacağız diye nerede isen İslamın içini ve manasını boğuyorlar, öldürüyor. Şianın ve ehl-i sünnetin, ehl-i tarik kısmındaki Ehli Beyt muhabbetini nerede ise şirkle eşdeğer görüyorlar. Oysa İslamiyeti ve Müslümanları şu güne ulaştıran, o Ehl-i Beyt’e duyulan safi muhabbettir ve o silsileden çıkmış mübarek zatlardır.
Evet şu mesele, eğer çözülmezse önümüzdeki yıllarda hac konusunda ciddi sıkıntıların yaşanmasına neden olacak gibi görünüyor.
Arap baharı ne zaman Suudi Arabistan’a ulaşır bilmiyorum. Yönetim şimdilik bol harçlıklar dağıtarak memurları yanında tutmaya çalışıyor. Fakat ortada hanedan için fedakârlık yapabilecek kimseler yok.
Suriye’de Libya’da, despot da olsalar yöneticilerin doğal taraftarları vardı. Burada Necdli Suudlardan başka kimse taraf olmaz. Onlar da çok zengin olan dünyalıklarını kaybetmek istemezler. Zaten paralarını büyük kısmı yurt dışında…
Dolayısıyla herhangi bir sarsıntıda hemen kendilerini yurt dışına atma ihtimalleri vardır.
Rivayetlerde, Deccal’in Mekke ve Medine’ye en son gireceği haber verilmiş. Bir de Medine yeşillenmeden, kıyamet kopmaz buyrulmuş.
2006’da umreye gittiğimde bu kadar gökdelen yoktu. Şimdilerde ise hem Mescid-i Nebi, hem de Mescid-i Haram, ihtiras ve şehvetin mücessem halini almış dev oteller ve kulelerle adeta abluka edilmişler. Yani oralara da girmiş Deccal artık. (Bundan kulelere ve yüksek binalara deccal dediğimi sanmazsınız inşallah) Hele Kabe’nin nefes alacak hali kalmamış. Mahremiyeti de kalmamış, o dev yapılar ve kulelerle kuşatılmış.
İslam dünyası bu çarpık yapılaşmaya karşı neden bu kadar bigâne kalır bilemiyorum.
Evet, ziyaretçiler olarak Kabe’nin veya Mescid’in yanı başında konaklamak insanın nefsine hoş ve kolay geliyor. Maalesef, ‘Kur’an’ı fikirlerimizi onaylatmaya zorladığımız gibi’ o beldeleri ve sembolleri de nefsimizin rahatına göre konumlandırdığımız görülüyor.
İslam dünyasının bu meseleye el atması lazım… Bugün çok hızlı taşıma sistemleri var. Bu oteller pekala şehrin dışında da yapılabilir ve ziyaretçiler her dakika ring yapan hızlı trenlerle Kabe ve Mescid’e ulaştırılabilirler. Mamafih, Mescid-i Nebi için o tedbir başlamış. Medine’nin doğu tarafında çoook büyük bir alanda alt yapı çalışmaları sürüyor. Tüm oteller ve çarşı/pazar oraya taşınacak. O zaman Mescid-i Nebi’nin etrafı rahatlayacak. İnşallah aynı tedbir Kabe için de alınır ama bilmiyorum o dev kulelerden, otellerden –ki daha yine yeni yapılanlar var- vazgeçerler mi?
Elbette benim kendimce gördüğüm bu eksik veya yanlışlıkları başka görenler de vardır. Bunların sıkça yazılıp söylenmesi belki, Suudi idarecilerini de daha hızlı hareket etmeye sevk eder diye ben de ifade etmek istedim…
Evet o ev, Allah’ındır. Rabbim ona karşı saygısızlık yapan hiç kimseyi abad etmedi. Ebrehe gibi onu yıkmaya gelenleri de tar u mar etti. İnşallah, Suudlular Kabe’nin hışmına uğramadan gerekli tedbiri alırlar. İçinde bulundukları refah, huzur ve nimeti Kabe’nin Rabbine borçlu olduklarını asla unutmamalılar!
Aleyhisselatu vesselam efendimizin mescidleri ise tüm müminlerin evidir. Oraya gidenler Rasullulah’ın misafirleridir. O misafirlere, ‘Rasulullah’ın misafirleri’ gibi davranmak ve hürmet etmek gerektiğini sanırım en iyi bilmeleri gerekenler de yine onlardır…
Mehmet Ali Bulut / Haber 7
mabulut@gmail.com