İlahiyat Haber

Adı Şeyh Olanların yüzde 90ı Şeyh Değil

 

 

Osmanlı padişahlarının pek çoğunun bir tarikata ya intisabı ya da hürmeti var. Tasavvuf anlayışının Osmanlı devletinin şekillenmesinde ne gibi etkileri oldu?

Bütün İslam devletlerinde yöneticilerin dervişlerle ilişkileri ılımandır. Bu hiç ters düşmediler, sigaya çekilen idam edilen derviş yoktur anlamına gelmiyor. Ama ilişkiler genel olarak sıcaktır. Çünkü tasavvufi yorumlar ve onların kurumları olan tekkeler ve onlarla oluşan mektepler, tarikatlar toplumun atardamarlarından birini teşkil eder. Dolayısıyla aklı başında olan hiçbir devlet yöneticisi bunların bütününe karşı olamaz. Çünkü toplumun çok önemli bir yönünü temsil ediyor. Osmanlı padişahlarına baktığınızda Osman Gazi’den Vahdettin’e kadar hepsinde bu tasavvuf ehliyle olan ılıman ilişkiyi görürsünüz. Ama teknik anlamda bir şeyhe intisap ederek mürit olan padişah varsa da çok azdır.

Bu yönetimdeki dengeyi koruma kaygısıyla yapılan bir şey mi?

Tabii ki o dengeyi de düşünmek onun vazifesi ama o dengeden daha önemli olan yönettiği kitleyle barışık olma meselesi. Bir kitleyi yönetiyorsanız onun değerleriyle barışık olmanız gerekir. Cumhuriyet dönemindeki sıkıntılardan biri de odur. Osmanlı padişahları da bir derviş değildir. Devletin çok sayıdaki unsurlarından biri de tekkedir. Yönetici olan insan Osmanlı’nın din ve kültür açısından üç ana kurumu olan cami, medrese ve tekkeye eşit uzaklıkta olmalı. Bazen medreseli insanların İslam yorumuyla, tekkeli insanların İslam yorumu çatışıyor. Sultan burada taraf değildir. Ama bazen medreselilerin yorumu baskın geliyor sultanın tavırlarına, bazen tekkelilerin yorumu baskın geliyor.

SANAT VE TEKKE GÖNÜLDE BULUŞUR

Tasavvufun Osmanlı devletinin yapılanmasında ne gibi katkıları olmuş?

Bir defa bu toplumun din algısına tesir etmiş. Din bir kalp meselesi ise temelde, denir ya “kalb-i selim sahibi olmak”, yani temiz bir kalp sahibi olmak. Bu temiz kalbi nasıl üreteceksiniz nasıl ortaya koyacaksınız? Tasavvufun hedefi bu. Osmanlı toplumunda da insanların bu noktaya taşınması gerekiyor. Tekkeler bu görevi yapıyor. Camiler medreseler tamamen ayrı da değil. Aslında bu ana üç kurum biraz da görev taksimi yapmış gibi düşünmek lazım. Osmanlılar’da ilk medreseyi Orhan Gazi İznik’te kurmuş. Başına Davud-i Kayseri’yi getirmiş. Davud-i Kayseri hem medrese ilimlerinde hem de tasavvuf ilimlerinde bir numara. Yani Osmanlı’nın tasavvufla haşır neşir oluşu planlı, şuurlu bir birlikteliktir.

Yaygınlığı ne kadardı tasavvufi kültürün?

Aslında tasavvufi kültürün halk arasında yaygınlığı fazla. Büyük bir kısmı tasavvufi yorumlara aşina, tasavvufi yorumlarla, dervişlerle iç içe, toplumda tasavvuf ehline karşı, dervişlere karşı bir muhabbet, bir hürmet var ama bu teknik olarak halkın büyük bir kısmının tarikatlara mensup olduğu anlamına gelmiyor.

Büyük bestekârların, şairlerin, hattatların tekkelerden feyz alma sebebi nedir?

Güzel sanatlar da tasavvuf da gönül merkezlidir. Buluştukları nokta burasıdır. İkinci sebep tekkenin bu insanlara kucağını açmasıdır. Medrese açmamıştır. Musikinin haram olup olmadığı hâlâ tartışılır. Diğer güzel sanatların bir kısmında da böyledir. Halbuki tekke kapısını ardına kadar açar. En büyük Türk şairi ister Yunus, ister Fuzuli, ister Ahmet Yesevi, Eşrefoğlu Rumi, Şeyh Galip deyin hepsi derviştir. Çünkü tekkenin ortamı müsait. En büyük bestekar ister Itri, ister Dede Efendi, ister Ali Şirugani deyin hepsi derviştir. Tekke atmosferi besliyor, büyütüyor. Şiirle musikinin izdivacı da tekkede oluyor. Çünkü zikir meclisleri ilahilerin okunduğu meclistir. İlahi de güfte ile bestenin bir araya gelmesidir. Tüm ilahiler tekke orijinlidir.

ŞEYHLER BİR GECEDE KÖTÜ ADAM OLDU

Dergahlar kapatıldıktan sonra doğan eğitim boşluğu kapatıldı mı? Yerini ne aldı?

Oluşmadı. Oluşma şartları da zaten yoktu. Tekkelerin kapatılışı çok tepeden, çok baskıcı bir usulle olduğu için kimsenin gık deme şansı yoktu. Çünkü kelleler uçuşuyordu. Dolayısıyla tekkeler yerine bir kurum kurulmadı ama yıllar sonra bu hayat bir şekilde yeniden canlanmaya başladı.

Tekke ve zaviyelerin kapatılması nasıl etkiledi tarikatları? Yer altına mı indiler?

İndiler ama beş on sene yeraltında oldukları dahi belli değil. O kadar sessiz bir dönem. 1925’te tekkeler kapandı. 1930 Menemen bunun tuzu biberi oluyor. Hiçbir ses, hiçbir yayın, hiçbir kitap yok. Bu yıllarda menfi bir durum var ama iyi bir tarafı da var. Tekke kültürünü almış olan insanlar hayatta. Bir fonksiyon icra edemiyorlar ama en azından hayattalar. Çok sıkıntılı bir hayata düşüyor bir kısmı, bir kısmı memuriyetle hayatını kazanıyor ama netice olarak hayatın içindeler ve tasavvufla ilgili renk vermemeye çalışıyorlar. Çünkü o günlerde derviş olmak en büyük suç.

Bu tasavvuf anlayışına yansıdı mı?

Kimse konuşamıyor yazamıyor. Dolayısıyla aksetmiyor. Diyelim ki bir şeyh efendi 1925’le birlikte en kötü adam oluyor. Alim, arif insanlar bir gecede en menfur insan oluyor. Bu bir travma meydana getiriyor. Adeta işaretlerle konuşuyorlar. Yüz yıla yakın bir zaman geçti yasak devam ettiği için insanlar bazı şeyleri hâlâ işaretle anlatıyor.

Tarikatların başka sorunları oluştu mu bu arada?

Kırklı yıllarda Osmanlı döneminde yetişen insanlar hayatta. Ama 70-80’li yıllardan sonra bir tasavvufi eğitimden geçmemiş ama Abdurrahman Çelebi misali şeyh olmuş. Şu andaki ana problem bu. Bunu ben şöyle formüle ediyorum; “Adı şeyh olanların yüzde doksanı şeyh değildir.” Şeyh olmak için bir şeyhin yanında yetişeceksin. Şeyhin seni bu işle görevlendirmiş olacak. Şu anda şeyh olanların büyük kısmı böyle bir terbiyeden geçmemiş. Bitirenlere de şeyhi böyle bir yetki vermemiş. Filanca şeyh efendiyi hasbelkader görmüş. Bir zamanlar hasbelkader onun tekkesine uğramış. O şeyh efendi ölünce “Halife benim” diyor. “Sen halife değilsin” diyen resmi bir makam da olmadığı için problem büyüyor.

TARİKATLARA DEĞİL DİNE YÖNELİŞ VAR

Tarikatta şeyhin çok önemi var. O zaman tarikatların durumu ne oluyor?

Cümlemde ısrarlıyım fakat bu yüzde doksan insan sahtekardır anlamında değil. Bunların bir kısmı sahtekardır, bir kısmı gerçekten insanlara faydalı oluyor. Fakat teknik olarak mürşit değil.

Bu durumda tarikatların yüzde doksanı tarikat olmanın şartlarını yerine getirmiyor mu?

Tabii. Teknik anlamda getirmiyor. Bugün Türkiye’de tarikatlara yöneliş gibi görünen aslında dine olan yöneliştir. “Filanca yere gitti, ayyaş idi düzeldi” denilen şey bir tarikata giriş değil, dine girişidir. Bugün bu ikisi birbirine karıştırılıyor. Onlar gittiği yerin hangi tarikat olduğunu bile bilmiyor. Tarikata intisabın daha özel şartları vardır.

Tasavvufta keramet denen bir müessese var ama diğer yandan keramet gibi bazı olguların dini hayatın efsanelerle yürütülmesine sebep olduğu gibi eleştiriler var. Bunun ölçüsü nedir?

Keramet mutasavvıflara göre çok küçük bir olaydır. Zurnanın son deliğidir. “Ama hocam hiç de öyle değil toplumda” diyeceksiniz. Hakikaten vatandaş “Falan keramet gitti, filan keramet geldi” diye yaşar. Hele müritler keramet uydurma makinasıdır. “Şeyh uçmazsa kerametle eğer, mürit uçurur ta be kamer” derler. Mutasavvıflarda keramet değil, istikamet esastır. “Keramet hakikatle arada bir perdedir, oyalar, tuzağa düşürür” denir. Keramet sufilere göre bir imtihandır. Keramet olduğunda dehşete düşerler. Saklamak esastır. Bütün bunlara rağmen niçin bu kadar keramet pazarı var? İşte istismarcılar. İşin ehli olmayan insanlar için müthiş bir kapı. Şeyh efendi keramet gösterecek ki bir şeyler gelsin gitsin. Şanı şöhreti artsın.

 

 

Bize ait olmayan bir sahada maç yapıyoruz

 

Kapitalizm nasıl etkiledi tarikatları?

Tüm dini hayatı etkilediği gibi tabii ki tasavvufu da etkiliyor. Şu anda dünyayı kasıp kavuran şey kapitalizm, materyalizm ve bunlara bağlı olarak sekülarizm denen cereyanlar. Bunlar bir tsunami gibi 6.5 milyar insanı perişan ediyor. Öyle bir hal aldı ki dindarları da alt üst ediyor, dervişleri de. Buna direnemiyoruz. Direnemeyince ona göre yorumlar yapmaya kendimizi ona göre planlamaya başlıyoruz. O şartlarda yaşamaya alışmak için yollar arıyoruz. Şimdi tasavvufi hayatın içinde olanlar da öyle. Bir Müslümanın bir beyanatını okuyorsunuz, bir kitabını okuyorsunuz, hayret ediyorsunuz. “Bunu tipik bir kapitalist zihin ancak böyle yapabilir” diyorsunuz. Bir tasavvufi lider holding başkanı olur mu? Bu kapitalizm kafamızı o kadar bozdu ki olur diyoruz. Tekke hayatın dışında bir kurum değil ama bir ana görevi var. Ana göreviyle o işin hiçbir ilgisi yok. Hiç bu işe bulaşmaması gereken bir sistem maddeye paraya boğuluyor. Peşinden şan ve şöhret ve diğer şehvetler geliyor.

Öze dönüş mümkün mü? Mümkünse nasıl gerçekleşecek?

Bu tabii ki her zaman mümkün çünkü tasavvufun ana iki kaynağı Allah’ın sözü, Resulullah’ın sözü elimizde. Ben şöyle formüle ediyorum. “3 temel kitap var. Hz. Allah’ın kitabı, Hz. Peygamber’in kitabı, Hz. İnsanın kitabı.” Hz. İnsanın kitabıyla da tasavvufun temel eserlerinden bahsediyorum. Bunlar da bu iki kaynaktan besleniyor zaten. Bunlar elimizde olduğu sürece öze dönüş kolay. Fakat bunun için tabii ki kafamızı karıştıran problemlerden uzak bir dönemi yakalamak gerekiyor. Yani bu tsunaminin etkisinden uzaklaşmamız gerekiyor. Ayaklarımızın yere basması lazım.

Bu zamanla olabilecek bir şey mi?

Bugün de olabilir. Gayret etmek lazım. İnsanların böyle bir hayatı hedeflemesi lazım. Basit, sade, tabii bir hayat. Bu şu anda bizim kafamıza göre ihtiyaç olan şeylerin yüzde altmışını atmak demek. Yaptığımız işlerin yüzde altmışı fazlalık. Yediğimizin de, giydiğimizin de yüzde altmışı… Bu yoldan dönüp başka bir yola girmemiz gerekiyor. Kapitalizm reklam yoluyla bize bunu aşılıyor. Bunun farkına varmadan ne tasavvufun özüne ne de dinin özüne inebiliriz. Bize ait olmayan bir sahada kendimize göre maç yapıyoruz.

Dini bir hayat yaşamadığını düşündüğümüz bazı sanatçıların tasavvufla ilgilendiğini görüyoruz. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ana sebebi sanatkarların yaratılış itibariyle böyle bir atmosfere ihtiyaç duymalarıdır. Suni ve yapmacık bir şekilde yapanlar, iş olsun diye giden de olabilir ama mühim kısmı yapılarının gereği duydukları susuzluğu gidermeye yöneliktir. Böyle bir arayış içine giriyorlar. Tasavvufi kültür legal olsa daha doğal bir halde seyredecek. Bunun başka sebepleri de var. Mesela Sezen Aksu yaklaşık 20 yıl önce Üftade’yi ziyarete gelmiş. Orada da bir defter varmış. Oraya “Çağrıldığıma inanıyorum” yazmış. Mesela Zülfü Livaneli’nin bir kaseti çıkmıştı orada tekke musikisinden enstrümantal bir bölüm vardı. Çünkü gerçekten musikiden anlayan tekke musikisine hayran olmak durumundadır. Tekke sanatkarlar için bulunmaz bir limandır.

 

 

Tekkeler geçici olarak kapatılmıştı

 

İlk din eğitiminizi nasıl aldınız.

İlkokulu bitirdikten sonra babamın açtığı Kur’an kursunda hafızlık yaptım. 1963 yılında Ankara İmam Hatip’e kayıt oldum. 2. sınıfta İstanbul İmam Hatip’e geçtim ve 1970’de mezun oldum.

Yaz tatillerinde bir bavul dolusu kitapla geliyormuşsunuz eve. Bu kitaplar kardeşiniz Prof. İsmail Kara’nın da dışa açılan penceresi olmuş.

O yıllarda İstanbul İmam Hatip altın devrini yaşıyordu. İstanbul İmam Hatip ve İstanbul’da okumak gerçekten şanstı. Hayrettin Karaman, Bekir Topaloğlu, İsmail Erünsal, Saim Yeprem, Emin Işık, Ahmet Topaloğlu, Tayyar Altıkulaç hepsi bize öğretmen olmuş insanlar. İstanbul’daki kültürel vasattan istifade ediyorduk. Düzenli takip ettiğim 3 kişi vardı. Nurettin Topçu Hareket Dergisi’ni, Necip Fazıl Büyük Doğu Dergisi’ni, Sezai Karakoç Diriliş Dergisi’ni çıkarıyordu. Bunların üçüyle de şahsen görüşüyordum, sohbetlerine katılıyordum. Bu ortam hem bu dergileri düzenli olarak takip etmeme hem de kitap almama sebep oldu. Onları da yazın gittiğimde köye götürüyordum. Hâlâ köydeki kütüphanemizde o kitapların bir kısmı durur.

Bu dergilerden hangisini kendinize daha yakın buluyordunuz?

Nurettin Topçu’yla daha yakın ilişkim vardı. O sırada Hareket Dergisi’ni çıkaran arkadaşların çoğu, Ezel Erverdi Abi de dahil olmak üzere, üniversite talebesiydi. Ben İmam Hatip’teydim. Hafta sonları derginin 56 metrekarelik ofisine uğrar sohbet ederdim. Topçu Hoca’nın seminerlerini takip ederdim. Ama Necip Fazıl’ın da hiçbir konferansını kaçırmazdık. İstanbul İmam Hatip’in böyle bir geleneği vardı. Sezai Bey’le de dergide, Cağaloğlu Yayınevi’nde sohbet ederdik.

HATIRALARDA DUYULMAYAN BİLGİLER VAR

Babanızın hatıralarını bir kitap halinde topladınız. Bu hatıraların önemi nedir bugün için?

Kimin olursa olsun, hatıraların bir güzel tarafı var; başka insanların bilmediği birtakım detayları ortaya çıkarıyor. Kimsenin bilmediği duymadığı bazı bilgileri veriyor. Bizim peder gibi Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda doğmuş insanların hatıraları yakın tarihle ilgili enteresan bilgileri ihtiva ediyor. Hele bizim peder gibi din görevlisi ise onun okuma macerası, hocalığı, imamlığı… bunlar yakın tarihimizin din ve kültür hayatına açılımlar getiriyor, birtakım detayları sunuyor. O dönemle ilgili hatırat gerçekten az. O dönemle ilgili hatıraları yazanlar bile otosansür uyguluyor.

Tasavvuf tarihi alanını seçmenizin özel bir sebebi var mı?

Kaderi bir yana koyarsak, bunun potansiyel gücünün Kutuz Hoca’dan geldiğini tahmin ediyorum. Ancak fiilen tasavvufi yazılarla karşılaşmam Hareket Dergisi yani Nurettin Topçu’yla başlıyor. Necip Fazıl ve Sezai Bey’le de oldu. Bu üçünün ortak tarafı tasavvufi konulara yakın ve sıcak olmalarıdır. Asıl önemlisi 1970’de İmam Hatip’i bitirip, Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü’ne talebe olarak gittiğimde Süleyman Uludağ hocam oldu. Ezel Abi’den bir mektup aldım. Ezel Erverdi o zaman tıp fakültesinde talebe. Diyor ki “Size düşündüğümüz, yazmak üzere teklif ettiğimiz konu: Tekkeler.” Ezel Abi benim neşvemi ve meşrebimi de bildiği için, ilgi alanımı o zaman resmen tescil etti. Kayseri’de Besmele’yi çektim. Hareket Dergisi’ndeki ilk yazımın başlığı da “Tekkeler”dir. 1971’den beri tekkelerle uğraşıyorum.

TEKKELER ÖYLE YA DA BÖYLE AÇILACAK

İslam’da tasavvuf deyince ne anlaşılır?

“İslam eşittir tasavvuf” tezini ben de kabul etmiyorum. Ancak biraz aşırı bir yorum ama eğer din denilen şey kalbi, gönülü esas alan bir yol ise bunun tasavvufla er geç kesişmesi gerekiyor. Adının tasavvuf, tekke, zaviye, dergah olması önemli değil. Adının şeyh, eren, derviş, mürit olması da önemli değil ama bir dinin omurgası insanın kalbi ise, insanın niyetini esas alan bir sistemse bu noktada tasavvufi yorumlardan ayrı bir şey ortaya koymak pek mümkün değil. Dinin bir kalbi yorumu, bir ruhi yorumu vardır. Daha açık söylersek dinin bir ahlaki yorumu vardır. Ahlak dediğiniz zaman da tasavvuf oradadır. Yüzlerce tasavvuf tarifinden en kısa olanı şudur: ‘Tasavvuf ahlaktır’. Ahlak huy kelimesinin çoğuludur. İnsanın huyu demek, iç alemi demektir. Bu açıdan dinin ana yorumlarından birinin de ahlak olduğunu söyleyebiliriz.

Tekkeler dergahlar açılmalı mı?

Tabii ki açılmalı. Yasaklamak gayri tabiidir. Bir toplumda din ve vicdan hürriyeti varsa insanlar dinlerini, mezheplerini ve tarikatlarını serbest bir ortamda yaşamalıdır. Bu Türkiye’de askıya alınmış ama er geç bitecek. Bugün değilse yarın, yarın değilse öbür gün. Çünkü tabii değildir. Tekkelere çeki düzen verebilirsiniz ama kapatmak çare değildir. Geçici bir süre de kapatabilirsiniz ama sürekli kapanması tıp fakültesinin seksen yıl kapalı olmasına benzer. O zaman kimlerin doktor olacağını düşünmek lazım. Şu an şeyhler öyle. Bununla ilgili bir hatıramı nakledeyim. Namık Kemal Zeybek bana anlattı. Hikmet Çetin’le konuşurken konu tekkelerin geçici mi daimi mi kapatıldığına gelmiş. Hikmet Bey, “Bu konuyu ben Ecevit’le de tartıştım. Çünkü Mevlana, Yunus, Hacı Bektaş-ı Veli kültürünü anlatacak kurumların neden kapatıldığı aklıma yatmadı. Ecevit bana aynı soruyu İnönü’ye sorduğunu söyledi. İnönü ‘Geçici olarak kapattık ama bu işleri kurcalama’ demiş.” Dolayısıyla tekkeler açılacak ama bunun sebebi AB mi olur, ABD mi olur, cemevleri mi olur, başka bir şey mi olur bilemem.

Kaynak:Yenişafak

İlgili Makaleler