İslam dini literatüründe din işleri ile meşgul olan kimselerin ayrıcalıklı bir statüye sahip olmadıklarını vurgulamak amacıyla “din adamı” sınıfının yokluğu sıklıkla ifade edilmiş olsa da reel teolojik yapılanmanın bu şekilde teşekkül etmediği görülmektedir.
Din adamı kavramının pratik güncel kullanımının yansımalarını değerlendirebilmek için öncelikle söz konusu kavramın toplumsal tarihine kısaca göz atmak gerekecektir. İslam dini literatüründe din işleri ile meşgul olan kimselerin ayrıcalıklı bir statüye sahip olmadıklarını vurgulamak amacıyla “din adamı” sınıfının yokluğu sıklıkla ifade edilmiş olsa da reel teolojik yapılanmanın bu şekilde teşekkül etmediği görülmektedir.
Klasik dönem Osmanlı toplumunda ilmiye sınıfından beslenen dinî bürokrasinin temel aktörleri (kadı, naip, subaşı, müftü vb.), dinsel alanın dışında sosyal ve ekonomik alanlarda da siyasal merkez politikalarının uygulayıcısı konumunda idiler. Bu şekliyle kamusal işlerde de etkin bir şekilde yetki sahibi olan dinî aktörler, idari görev ve sorumluluk sahibi kişiler olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat bu durum, Osmanlı siyasal yapılanması içerisinde kısaca “ulema” olarak adlandırılan dinî kişilikleri din adamı kategorisinde değerlendirmeye imkân vermemektedir. Çünkü klasik Osmanlı devlet örgütlenmesinde dinî olanla olmayan belirgin hatlarla ayrılmamıştır. Din ve dünya alanlarının birbirinden ayrılmamasında temel etken ise devlet işlerinin sürekliliğine yapılan vurgudur. Dolayısıyla “ulema”nın görev tanımı da, süreklilik arz etmesi gereken siyasal paradigmaya sağladıkları katkılarla ortaya çıkmaktadır. Bu katkılar ise ulemanın devlet işlerini dinî anlamda “meşrulaştırması” ile gerçekleşmektedir. Yönetimsel unsurların dinî gerekçelerle temellendirilmesine önem atfeden siyasal bir düzende ise dinî kişiliklerin ayrıcalıklı bir statü kazanmaları kaçınılmaz görülmektedir.
Ancak devletin siyasal, sosyal ve ekonomik uzanımlarının işlerliğiyle doğrudan veya dolaylı yollarla sağlanan bu itibarın, sistemin aksamaya başlamasından da etkilenmemesi mümkün görünmemektedir. Nitekim klasik Osmanlı dönemi siyasal ve ekonomik yapılanmasının tarihsel yeterliliğini yitirmeye başlamasıyla kendisini her alanda hissettiren sorgulamalar gündeme gelmiştir. 18. yüzyıl başlarında tarihlenen yapısal manevraların merkezinde yer alan ilmî, dinî özneler, farklı sebeplerle geçirdiği dönüşümler dolayısıyla bu arayış çabalarının karşısında pozisyon almış veya almak zorunda bırakılmıştır. Çünkü varlığını dayatan yenilenme ihtiyacının kurumsal transferlerle gerçekleşmeyeceği çeşitli tecrübeler sonucu anlaşılmıştır.
Hâliyle “zamanın gerisinde kalmama” çabalarının seyri, egemen zihniyet kodlarının değiştirilmesine yönelmiştir. Ancak sahip olunması arzu edilen bu yeni siyasal ve kültürel kodların şifreleri ise toplumsal mirasın yapısıyla farklılık göstermektedir.
Dolayısıyla geri kazanılmak istenilen kendinden menkul ve kendine yeterli geçmişin toplumu kuşatan bütün alanlarındaki meşruiyet kaynağı olarak işlev gören dinsel referansların etkinliği değişmeye başlamıştır. Özetlemeye çalıştığımız üç yüz yıllık transformasyon çabalarında dinin bireysel temsilcileri ve toplumsal uzanımları bu değişim taleplerinin genellikle karşısında yer alarak ortaya çıkmış görünmektedir. Fakat özellikle Tanzimat sonrası dönemi ilmî, dinî temsilciler, devletin ve kendilerinin bekasını sağlayacak formülün başlatılan köklü değişikliklerin yaygınlaştırılması ve tamamlanmasında görmeye başlamışlardır.
Neticede din-devlet ilişkileri çerçevesinde Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren benimsenen yeni politikalar gereğince “din bürokrasisi” yeniden organize edilmiştir. Bu yeniden düzenleme iki önemli ayrıntıyı içermektedir. Birincisi, geçmişte toplumsal ve siyasal hayatın genelinde söz sahibi olan dinî kişilikler şimdi sınırları tanımlanmış bir “alan”la devlet bürokrasisine dâhil edilmiştir. Din bürokrasisinin düzenlenmiş bu yeni şekli “Diyanet İşleri Reisliği” ismiyle kurumsallaştıktan sonra “Diyanet işleri Başkanlığı” olarak varlık alanını devam ettirmektedir. İkincisi ise teşekkül eden bu yeni din bürokrasisi, kendisini besleyecek geleneksel eğitim tabanından ayrıştırılmıştır. Yeni bir zihniyetle şekillendirilen bu yeni din bürokrasisi devamlılığını sağlamak amacıyla “İmam-Hatip Mektepleri”nin açılmasına karar verilmişse de bu mektepler öğrenci yetersizliği sebebiyle 1930 yılında kapatılmıştır. Ancak 1949 yılında tekrar “İmam-Hatip Kursları” ismiyle öğrenim faaliyetlerine başlamış ve bu kurslar zaman içerisinde “İmam-Hatip Okulları”ndan “İmam-Hatip Lisesi”ne dönüştürülmüştür.
Dolayısıyla ilköğretim ve yükseköğrenim seviyesinde din eğitimi sürecini tamamlayan bir öğrenci Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde çalışmak için yeterli dinî bilimsel birikime sahip kabul edilmektedir. Din bürokrasisinin bu şekilde örgütlenmesi dinî kişiliklerin “din adamı” adı altında sınıfsal olarak tanımlanmasını da engellemiş görünmektedir. Çünkü bu hâliyle din işleri ile ilgili herhangi bir kimse bürokrasi düzeneği içerisinde tanımlanmaktadır. Dolayısıyla bürokratik örgütlenmede farklılaşan unsur ise resmî “görev”lerle belirginleşmektedir.
Bu sebeple din bürokrasisinin insan unsuru da “din görevlisi” sıfatı ile tanımlanabilmektedir. Geleneksel dinî jargon içerisinde kutsal ve sınıfsal anlamda bir ayrıcalığa pirim vermemek amacıyla kullanılması uygun görülmeyen “din adamı” kavramı, aynı amaçla fakat farklı bir zihniyetle “din görevlisi” kavramıyla karşılanmaya çalışılmıştır. Yazılı basında din adamı kimliğinin nasıl temsil edildiğini tespit etmek amacıyla 01.01.2011- 31.03.2011 tarihleri arasında Türkiye’de günlük yayınlanan 24 ulusal gazetenin taraması gerçekleştirilmiştir. Söz konusu gazetelerin araştırmaya dâhil edilen tarihleri kapsayan bütün sayılarında din adamına ilişkin tüm haberler incelenmiştir. Öncelikle taranan 24 gazete içerisinde din adamı ile ilgili yayınlanan haber sayısı 213 olarak tespit edilmiştir. Bu haberlerin yayın dağılımına, Tablo 1’e bakıldığında ise ilk beş sırada Yeni Akit, Millî Gazete, Habertürk, Yeni Şafak ve Zaman gazeteleri yer almaktadır.
Elde edilen veriler ışığında bu farklı görevleri “Diyanet İşleri Başkanı”, “İmam”, “Sendika-dernek görevlisi” ve “Müftü” şeklinde dört ayrı kategoride toplamak mümkün görünmektedir. Bu tabloda ortaya çıkan sonuca göre Başkan, din adamı ile ilgili yayınlanan haberlerin yarısını kapsayacak şekilde temel kişi konumundadır. Dinî kişiliklerin sosyal-kültürel hayatta temsilcisi pozisyonunda değerlendirilebilecek imam-müezzinler ise haber konusunda ikinci sırada yer almaktadırlar. Dolayısıyla Başkan’ın bürokratik merkezî statüsünün avantajı düşünüldüğünde haberlere konu olan temel dini aktörün “
ima
m”lar olduğu anlaşılmaktadır.
Bu şekliyle din adamı haber sayılarının dağılımı çerçevesinde en çok konu olan kişinin Diyanet İşleri Başkanı, en az haber konusunun da müftüler olduğu görülmektedir. Tabii bu bariz oransal dağılım farkı bazı açılardan açıklanabilir. Zira Diyanet İşleri Başkanı’nın din bürokrasinin en tepesindeki isim olması ve Başkanlığı ilgilendiren faaliyetlerin Başkan aracılığıyla kamuoyuna iletilmesi sebebiyle kamusal görünürlüğünün fazla olmasını anlaşılır kılmaktadır.Şöyle ki; Başkan ile ilgili haberlerin içeriğine göz atıldığında tamamına yakınının dinin toplumsal hayatla kesiştiği noktalar olduğu ortaya çıkmaktadır. Diyanet İşleri Başkanının haber içeriklerinde yer aldığı konu dağılımına bakıldığında “basın toplantısı”, “hac kurası”, “Orhan Çeker olayı”, “mevlit kandili mesajı” ve “Suriye müftüsü ziyareti” gibi güncel dinî gelişmelerin yoğunluğu (%48.59) dikkat çekmektedir. Başkan haberlerinin en fazla yayınlanan konusu gerçekleştirilen basın toplantısıdır. Diyanet İşleri Başkanı söz konusu toplantıda merkezî ezan sisteminden islamofobia’ya endişeli modernlik kavramından Kürtçe vaaz meselesine kadar geniş bir dinî sosyal hayatı kuşatan soruları cevaplandırmış ve bu cevaplar 15 farklı gazetede 8 farklı tematik vurguyla haber metnine dönüşmüştür. Basın toplantısıyla ilgili yayınlanan haberlerin yarısının “endişeli modernlik” kavramı ve “Kürtçe vaaz” konularında yoğunlaştığı dikkat çekmektedir.