İlahiyat Haber

İslamdaki Uygulamalar Laikliği Birkaç Kez Katlar

2011 Mayısı’nda Ukrayna’da, Kasım’da ise Karadağ’da NATO toplantılarına çağırdılar; bu söyleşide anlattıklarını onlara da anlattı. Din ve şiddet arasındaki ilişkiyi; dinin radikal örgütlerce istismar edilen terimlerini; gençleri radikalleştiren Batı’nın kültürel şiddetinden bahsetti.
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı başkanlığı ve İngilizce İlahiyat Bölüm başkanlığını yürüten Prof. Şaban Ali Düzgün konuğumuz. “Din, Birey ve Toplum,” “Sosyal Teoloji: İnsanın Yeryüzü Serüveni,” “İnsan Hakları Eğitimi,” “Allah Tabiat ve Tarih,” “Varlık ve Bilgi: Aydınlanmanın Keşif Araçları,” “Çağdaş Dünyada Din ve Dindarlar,” “Dini Düşünceyi Yeniden İnşa Alanları” adlı kitapların yazarı olan Düzgün, son olarak “Mâturidi’nin Düşünce Dünyası” adlı bir de derleme hazırladı…
Şaban Ali Düzgün’ü ilk kez Habertürk’teki Türkiye’nin Nabzı programında dinledim. Aklımda bir soru vardı, onu konuşmak için Ankara’ya gittim… Ve özelde İslam’ın genelde de din ve ahlâkın farklı yönlerini ondan dinlemeye başladım. Şimdi söz onda…

Biz okullarda yıllardır Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersi okutuyoruz. Uzun süredir aklıma takılan bir şey var: Dinsiz ahlâk olmuyor mu? Ahlâk ve din birbirinden ayrılmaz iki parça mıdır? Ve ayrılmaması sakıncalı mı?
Ahlâk bir değerler sistemi öneriyor size. Köken itibarıyla bakarsanız, Yunanca ‘ethos’ ya da Latince ‘moral’ aynı terimler. Ethos size güvenli oturacağınız bir yer, mahal veriyor. Diyelim şu oda bizim mekânımız, ethos burası. Burada güvenli oturabilmemiz için bazı zihinsel gereksinimlere ihtiyacımız var. Mesela tavanın üzerimize çökmeyeceği gibi. Bu bir güven unsuru. Toplu halde yaşarken sizden bana bir zarar gelmeyeceğine dair, alışveriş yaparken bir haksızlığa ya da yönetilirken bir kayırmacılığa uğramayacağınıza dair bir değerler sistemini size mutlaka birileri önerir. Bunu siyaset önerirse siyasetin ahlâkı olur, din önerirse dinin ahlâkı. Yani aslında ahlâk, bir ruh gibi. Dinin içine girebilir, dinin ruhu olur; siyasetin içine girebilir, siyasetin ruhu olur, ekonominin içine girerse ekonominin ruhu olur. Mesela “bırakınız geçsinler bırakınız yapsınlar” diyen liberal şunu söylüyor aslında: İnsanı tek başına bıraktığınız zaman ahlâklı davranabilir. Neden? Çünkü doğuştan bu yeteneğe sahiptir.
İnsanın doğasında var yani ahlâk?..
Bunun adı doğal ahlâk teorisidir. İnsana din veya bir ahlâk teorisi herhangi bir şey söylemeden de insan neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilir. Doğal ahlâk teorisi aynı zamanda benim de şahsi kanaatimdir. İnsan doğuştan bunu bilir.

“AHLÂK EŞİTTİR DİN, DİN EŞİTTİR AKIL”
Dolayısıyla ahlâkı her zaman dinle özdeşleştirmenin de bir mânası yoktur…
Mânası var. Sizdeki değerler zamanla küllenebilir, üstü kapanabilir, içinde bulunduğunuz toplum tarafından boğulabilir. O değerler sizde gelişemez olur. Bunu size sürekli hatırlatan bir kaynak olarak din var. Şöyle düşünün. Sabah evden çıktınız ve bir kedinin donmakta olduğunu gördünüz. Onu kurtarmanız için hukuki bir yaptırım yok. Hiçkimse “kediyi neden bıraktın gittin” demez size. Fakat din veya bir ahlâk sistemi şunu söyleyebilir: Bütün canlılar, içinde yaşadığımız evrenin bir parçasıdır. İnsansanız ve vicdanınız varsa bu canlıyı bırakıp gidemezsiniz. Bir yaptırımı yok bunun. Ama onu bıraktığınız zaman size görünmeyen bir gücün bunu soralabileceği eğer size bir değer olarak yerleştirildiyse, bu sizin o kediyi bırakıp gitmenizi engelliyor. Ekonomideki “görünmez el” teorisi gibi, dinde de görünmez bir güç sürekli o ahlâki değerlerin aktif kalmasını, canlı durmasını sağlıyor. İmam Mâturidi Türkiye, Pakistan, Hindistan, Endonezya gibi ülkelerde imam olarak kabul edilen bir Türk âlim. Şunu söylüyor: Ahlâk eşittir din, din eşittir rasyonalite, akıl. Ahlâken keşfettiğiniz her şey dinin size önerdiği şeylerdir, din olarak keşfettiğiniz şeyler aklınızla keşfedebileceğiniz şeylerdir. Yani aslında bunlar birbirinden farklı şeyler söylemiyor. Din dediğiniz nedir? Ahlâk dediğiniz nedir? Örnek: Adam öldürmeyeceksin, hırsızlık yapmayacaksın. Bunu din demese, kötü olduğunu biz bilmez miyiz? Biliriz. Fakat bildiğimizi yapıp yapmama konusunda…
Din bize baskı mı kuruyor?..
Aynen. Onun için şunu söyleriz: Değerlerin keşfi aklidir, yapılması dinidir. Ve o iradeyle alâkalıdır. Yani din, insanın aklını eğitmeye, aklıyla keşfedemeyeceği şeyleri insana vermeye gelmiyor. Neye geliyor? Aklıyla keşfettiklerini iradesiyle de istemesini sağlamaya geliyor. Yani bir yaptırım gücü var, yoksa keşifle ilgili bir sıkıntı yok.
Peki dinsiz biri çoğunlukla ahlâksız mıdır o zaman?
Bir adam dinine bağlı değilse, bu adamın ahlâki değerleri yoktur, diyemeyiz. Bir insanın dinle bağlantısının olmaması ahlâken ne gibi sorunlar çıkarır? Bu soruyu tarihsel bir örnek üzerinden cevaplayalım. II. Dünya Savaşı’nda, Nazi toplama kamplarında bir kısım insanların kendilerini hemen bıraktığı, depresyona girdiği, teslim olduğu, intihar ettiği; bir kısım insanların ise sonuna kadar direndiği tespit ediliyor. Bir grupla bağı olan, bir dinle kendisini irtibatlandıran insanlarda kendini bırakma ve vazgeçme oranı çok daha düşük çıkıyor. Bir ateist veya dinle doğrudan alâkası olmayan biri ahlâklı olabilir. Fakat bu hayat sadece ahlâki değerleri keşifle ilgili değil, sizi ayakta tutacak ahlâki değerleri uygulamakla da ilgili. Bir dine ait olmak öncelikle onun kocaman geçmişine, kültürüne sahip olmak demektir. O gelenek sizi kök olarak tarihe bağlar. Tek fertsiniz ve hiç yokken, birden dine ait olunca kocaman bir gelenek sizin oluyor. Sonra o geleneğin size vadettiği gelecek sizin oluyor birden. Tek başınıza olduğunuzda kendinizi anlamlandırmakta zorluk çekebilirsiniz. Ama sağlam bir gruba, sağlam bir dine bağlıysanız durum farklı olur. Burası riskli bir alan, çünkü “iman insana kötü şeyler de emreder”; ayet-i kerimedir. İyi şeyleri emreden, tipolojisi sağlam, yani tarihe sağlam karakterler kazandırmış bir dine ait olduğunuz zaman çok sağlam bir kökünüz ve o kökün vadettiği bir gelecek var demektir. Bu anlamda kişinin dindar olması, yani ahlâkın dinle beraber olması, kişinin tek başına kalma riskini ortadan kaldırır. Onun için diyorum ki, bir insan ahlâki ilkeleri, prensipleri, değerleri doğası gereği, doğal ahlâk gereği keşfedebilir, burada sorun yok. Fakat hayatta karşılaştığı risklere, sıkıntılara direnç göstermesi noktasında bu keşif tek başına yetmez. Bu değerlerin korunaklı hale gelmesi için bir kılıfa daha sarılması gerekir. Din orada inanılmaz bir destektir.

“DİN FARKIMIZ YOK ŞERİAT FARKIMIZ VAR”
Farklı dinler var; bu dinlerin ahlâki söylemleri de çok birbirinden farklı değil…
Değil. Hiç değil.
Dolayısıyla beni onlardan dini olarak ayıran bir kimlik varsa da, ahlâki olarak ayıran bir şey yok…
Din olarak da ayırmıyor… Dedim ya, din, ahlâk ve rasyonalite (aklılik) Mâturidi düşüncesinde eşitleniyor. Bizim Yahudiler’den veya Hıristiyanlar’dan farkımız din farkı değil, şeriat farkı. Din diyor ki, öldürmeyeceksin, ahlâk da öyle diyor, akıl da. Peki bir adam öldürdü Yahudi, o zaman “kısasa kısas” diyor. Müslümanlar diyor ki, “isterse affedebilir, tazminat isteyebilir.” Bakın öldürmeyeceksinde eşitiz, öldürme durumunda verilecek cezada farklıyız. Buna şeriat deniyor.
Yani fark dinde değil o kuralların uygulanmasında.
Öyle. Dinler arasında kesinlikle temel ilkelerde, -ki biz ona din diyoruz- asla bir farklılık yok. Bütün peygamberler temel ilkeleri koymak için gelmiştir. Fakat şeriat dediğimiz hukuki kısımlarda hepsi arasında değişiklik var. Ve değişiklik olması da gerekir, ayet-i kerimeler var. Mesela “Nuh’un yedi yasası” derler, Mani’nin beş yasası, Musa’nın Yahudiler’e göre 10 emri, bize göre -Kuran’da dokuz geçiyor- dokuz emri. Hepsinde bildiğimiz temel ahlâki ilkeler var. Sıradan bir insanı çevir, “bana ahlâki ilkeleri say” de, onları sayacaktır. Orada hiçbir farklılık yok. Müslümanlar’ın ise bir avantajı var, bir bütüncüllük var bizde.

“EVRENSELLİK İMANIMIZIN ZORUNLU BİR PARÇASI”
Son din olmaktan kaynaklanan bir avantaj mı?
Ondan da kaynaklı. Nedir? Mesela bir Müslüman bütün peygamberlere, bütün kitaplara inanır. İnanmak zorundadır. Bu aslında evrenselliğin temelidir. Yani benim kendi tekelime aldığım bir hakikat iddiam yok. Hakikat evrenseldir, herkese aittir ve ben başkası tarafından keşfedilen hakikate de, ne istiyorsa hazırım. Bu kolay bir şey değil. Çünkü dinler aralarında tekelcilik münakaşası yapar.
Rekabet vardır aralarında…
Evet. Dinler arasındaki rekabet çok kötü. Kuran-ı Kerim bu mantığı yıkmak için diyor ki, “bütün peygamberlere, bütün kitaplara inanıyoruz, aralarında hiçbir fark gözetmiyoruz.” Bu bütünlük kavramı kaçırılıyor, hiç dikkat edilmiyor. Bütünlük kavramı evrensellik demektir ve o evrensellik imanımızın zorunlu bir parçasıdır. Şöyle sorular oluyor: Efendim Batı’dan Doğu’dan, başka dinden gelen çok güzel ilkeler var, bunları almanın bir sakıncası var mı? Bu saçma bir soru. Alman gerektiğini din söylüyor. O bütüncüllük var, onlar senin peygamberin, İsa peygamberimiz diyoruz, Musa öyle, o değerlere bu şekilde kucak açıyoruz. Bu müthiş bir evrensellik temelidir.
Siz aslında ideal olandan bahsediyorsunuz ama çok da söylediğiniz gibi değil dünya…
Ben kişisel olarak böyleyim ve böyle olması gerektiğine inanıyorum.
Ama gerçek dünyada bir sürü sıkıntı var. Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi’ni tek bir derste okutmak, insanlara sanki diğer dinlerdeki insanlar ahlâksızmış dersi vermek gibi değil mi?
Haklısınız. Almanya’da din dersi değil, etik dersi var, okullarda zorunlu.

“İSLAM ‘İYİ İNSAN’ PROJESİDİR”
Ama sanıyorum dini anlamda baktığımızda Hıristiyanlık’ta etik, Müslümanlık’ta ahlâkın kapsadığından çok daha fazla şeyi kapsıyor…
Etik dediğimiz, varlıklar arasındaki ilişkileri de tartışan bir şey, sadece ilkeler ve kurallar değil. Ama mesele şu: Etik adı altında verilen şey aslında davranış normlarıdır. İtiraz noktası şu olmalı: Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinin şöyle içeriklendirilmesinin ne mahsuru olabilir? Hiç. Yahudi, Hıristiyan, Budist, Alevi, Sünni, hiç farketmez… Evrenseldik hani? Bütüne bakıyorduk? Oralarda iyi olarak keşfedilen, insanları sürekli iyiye, doğruya, estet olana yönlendirecek hangi değer varsa, nereden geldiğine asla bakamazsınız, o değeri alıp oraya koyacaksınız ve insanlara okutacaksınız. Maksat İslam’ın ‘iyi insan’ projesidir. Çünkü İslam ‘iyi insan’ projesidir. Bu projeye hizmet edecek hangi temelde kim ne söylüyorsa söylesin, onun kökenini sorgulamak bizim işimiz değil. Yani ‘ne’ denildiğine bakacağız ‘kimin’ dediğine bakmayacağız. ‘Kim’lik tartışması ile ‘ne’lik tartışmasıdır bu mesele. Kimlik tartışması bölünmeye götürür. Sünni kimliği, Alevi kimliği, Caferi kimliği hakikati ve ‘ne’liği soluklaştırır. Biz ‘ne’likle alâkalıyız. O nedir? Hakikat ne ifade ediyor? Size bir değer yüklüyor. O kitaplara gelirsek… Yıllardır Türkiye enerjisini bu çerçevede boşuna harcıyor. Tamamen usulle, yöntemle ilgili bir şeydir. Denir ki, vusulsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir. Yani bir yere varamayışımız yöntemsizliğimizdendir. ‘Ne’lik üzerinde durulsa, bunu çözeriz. Kaynak nereden gelirse gelsin hiç bakma, üzerinde durma, adını yazma aşağıya…
Kimin yaptığı önemli değil.
Hiç önemli değil. Yani şöyle düşünün. Kant’ın bir mottosu ile Hz. Peygamber’in bir sözü o kadar birbirine uyar ki… Diyor ki Kant, “Öyle davran ki, davranışını başkasına tavsiye edebilesin.” Bir hırsız hırsızlığı çocuğuna, dostlarına tavsiye edemez. Bu altın kuraldır aynı zamanda. Hz. Peygamber’in bu yönde söylediği öyle şeyler var ki… Mesela “Size nasıl davranılmasını istiyorsanız siz de öyle davranın.” Toplumsal yaşam için, değer üretmek için bundan daha kucaklayıcı ve güven verici bir şey olabilir mi? Kant’tan da gelse doğru bu. Altına Kant yazma, adamın söylediği muhteşem. Hz. Peygamber’den de gelse doğru. Yazma altına Hz. Muhammed’i, bu doğru. ‘Ne’liğe bakalım, ‘kim’den geldiğine değil…

“KİMLİK İSLAMI BÖLÜCÜDÜR”
Ama maalesef öyle olmuyor, ‘kim’lik çatışmaya götürüyor çoğunlukla…
Kimlik bölücüdür. Bunun altı çizilmeli. ‘Hakikat İslamı’ ile ‘kimlik İslamı’ ayrımı yapılır. Hakikat İslamı, hakikatın peşinde olan, doğruyu ortaya koymaya çalışan bir İslam. Bu, sizinle hakikat ortak  paydasının peşine kim düşerse kolunuza girmesi demektir. Kimlik İslamı ise bölücüdür. Siz kimsiniz? Ahmet, Ali, ben Can. Biz farklıyız. Ama söylenen sözün kimliği olmaz, hakikati olur. Ve hakikate ya uyar ya uymaz. Kimlik olarak bakarsan dünyada binlerce kimlik çıkarırsın ve bölersin. Hakikat olarak bakarsan bunu yapamazsın.
İslam’da sizin bu söylediğinizi vurgulayan bir ayet var mı?
Ayet-i Kerime var, ehl-i kitaba (Not: İslam literatüründe Yahudiler ve Hıristiyanlar için kullanılır) söylüyor. Ehl-i Kitap’tan benim kastım ikidir. Büyük ‘K’ ile yazılan kitap, Yahudiler’i, Hıristiyanlar’ı, yani din sahiplerini kasteder. Kitap küçük ‘k’ ile yazıldığında ise kitabi olanı, yani medeni olanı, kendisiyle oturup konuşabileceğimiz herkesi kapsar. Kuran’ın ehl-i kitaba çağrısı var, diyor ki: “Ey medeni olanlar, ey kendisini bir dinle irtibatlandıranlar, gelin ortak olan bir kelimede, ortak olan bir şeyde buluşalım.” Ortaklık çağrısı bu. Oysa bu ayetten habersizseniz “Kuran-ı Kerim, Yahudiler’i, Hıristiyanlar’ı dost edinmeyin diyor” dersiniz. Böyle bir şey demiyor! ‘Dost’ dedikleri ‘veli’ kelimesi, velayet. Yani ‘Bütün işinizi gücünüzü onlara teslim etmeyin’ diyor. Uluslararası ilişkilerle ilgili bir kuraldır bu. Uluslararası ilişkilerde kim kime neyini teslim ediyor? Ama onu ‘dost edinmeyin’ diye yanlış tercüme ediyorlar. Kuran-ı Kerim “Ey Yahudiler, Hıristiyanlar, medeni olanlar gelin, ortak bir şey yapalım” diyor. Oysa reel olarak bir Müslüman’ın bir Hıristiyan’la, bir Yahudi’yle bırak uzaktakileri, kendi toprağımızdakilerle oturup ortak bir arayışa girme basiretini kaybedeli çok oldu. Sebebi de bu kimlik tutumu. Kuran-ı Kerim’in emridir, “Aramızda ortak olana gelin” diyor. Hakikat arayışını Kuran-ı Kerim kimsenin tekeline vermiyor. Yahudi’de de olabilir, Budist de. Ortak olan bir şeyi arayın. Bu işte ‘ne’lik dediğimiz hakikat arayışıdır. ‘Kim’lik maalesef uzun vadede bölüp parçalıyor ve sizin elinizin altında olan, sizin kendi kimliğinizi tanımlayan yapıcı taş olduğu için en değerli hale geliyor. Aslında öyle değil.
Tamam, dinin kendi özünde bir bölücülük falan yok. Ama uygulanışında veya en azından algılanışında çıkan bir sorun var. Farklı dinlere sahip olanlar hâlâ bu yüzden birbirini öldürüyor.
Felâket.

“PEYGAMBERİN ORDUSUNDA MÜŞRİKLER DE VARDI”
Madem ahlâk daha evrensel bir şey ve bütün dinlerde var, biz bunun üzerine gidelim ve bunu öğretelim o zaman?..
Dinlerin ve dine mensup kişilerin kimliğini öne çıkararak diğerlerini öteki konumuna düşüren herhangi bir öğretim yönteminin, dinin birleştirici ve bütünleştirici, ortak hakikate çağırıcı mesajını kulak arkası ettiği doğru, ona katılıyorum. Ama dindarların Kuran’ın mesajını görmemeleri gibi bir sorun var ortada. Size şu kadarını söyleyim: Medine’de Hz. Peygamber’in komuta ettiği orduda asker olarak müşrikler var. Hıristiyan, Yahudi, Müslüman askerler var. Bunlar beraber yaşıyorlar ve herkese tek bir kelimeyle hitap ediliyor. Ümmet tabiri siyasi bir tanımdır ve vatandaş demektir. Herkese vatandaş adını veriyor, herkes eşit haklara sahip…
Ümmet vatandaş demek midir? Biz hep İslam ümmetinden bahsedildiğini duyduk.
Yanlış kullanım. Kuran’da ‘millet’ tabiri dini içeriklidir, ‘ümmet’ tabiri siyasi bir tanımlamadır. Peygamber Medine Vesikası’nda ‘ümmet’i vatandaş anlamında kullanıyor. Herkes kendi işinde gücündedir. Savaşa gitmek gibi ortak problemlerde herkes biraraya gelir. Peygamber bunu bu şekilde organize etmiş ama haberi yok kimsenin. Yalnız dine fatura kesmek doğru değil. Çünkü bizim ahlâk üzerinden yapacağımız birçok faaliyeti din üzerinden yapmamızın şöyle bir faydası var. Kabul edelim etmeyelim, dinin aurası, çekim alanı çok geniştir. Mesela August Comte varolan dinlere karşı çıkıyor ama “Pozitivizmin İlmihali” diye bir kitap yazıyor. Pozitivist adam, mevcut dinleri reddediyor ve “yeni bir din kuracağız, böyle olmaz” diyor. Kurduğu dinin de kitabını yazıyor. Bunu herkes görüyor. En iyisi dinin içeriden ‘reconstruction’u… Muhammet İkbal’in dediği gibi, ‘yeniden inşası’. Döküldü gerçekten. 1400’lü yıllar Yahudilik’te, Hıristiyanlık’ta tarihsel olarak hep reformasyon yıllarıdır. 1400’lere geldikleri zaman Yahudiler’de bir sürü mezhep çıktı. Hıristiyanlık’ta protestanlık, reformasyon, yenileşme hareketleri 1400’lü yıllarda meydana geldi. İslam da 1400’lü yıllarını yaşıyor şu anda. Neden böyle? Uzun bir süreç geçince içten çökmeler oluyor. Temel sütunlar bir şekilde aşağı indiriliyor insanlar tarafından ve yeniden inşa edilmesi gerekiyor… Yeniden inşayı dinin içinde kalarak yaparsanız bir kabul görür. Onun için dışarıdan bir müdahaleyi din kendisi kabul etmiyor, dindarlar da kabul etmiyor.

“KÂBE’NİN ANAHTARI BİR MÜŞRİK’E VERİLDİ”
Biraz daha açalım mı, o çöken şeyler ne?
Mesela farklı dinlerden, farklı kültürlerden insanlara nasıl muamele edeceğimiz konusunda rotamızı şaşırdık.
Yani artık Kuran’da söylenenden bambaşka bir şey yapıyoruz.
Bambaşka bir şey yapıyoruz… Kuran’da bir tolerans, bunun da ötesinde bir saygı kültürü var. Öyle bir örnek var ki bunu anlatsanız insan ‘nasıl olur’ der. Maide Suresi ikinci ayetinde anlatılıyor. Hz. Peygamberimiz Mekke’yi fethetmiş muzaffer bir komutan. Neydi Peygamber’in amacı? Mekke’yi, Kâbe’yi putlardan temizlemek. Temizlendi, herşey oldu. Fakat Kâbe’nin anahtarı elinde olan bir adam var, adı Şeybe. Bu adam müşrik. Peygamberimiz bu adamın elinden anahtarı alıyor, amcası olan Abdullah İbn-i Abbas’a veriyor, “Bundan sonra bu işi sana veriyorum” diyor. Sonra Ayet-i Kerime geliyor, diyor ki “İşleri ehline verin.” Nasıl olur? Adam müşrik! Adam müşrik olduğu halde Kuran-ı Kerim diyor ki, “Orayı fethetmiş, temizlemiş olabilirsiniz ama o işin ehli o adamdır, verin anahtarı adama.” Abdullah İbn-i Abbas’tan alınıyor anahtarlar, Şeybe’ye veriliyor tekrar. Şeybe şok oluyor, bu nedir diyor. “Bunu en iyi sen yaparsın, lâyık olan sensin” diyorlar. “Öyleyse,” diyor Şeybe, “Ben Müslüman olurum daha iyi…”
Eğer sizin doğrunuz buysa…
Evet. “Burayı fethettiniz, her şeyi yaptınız ama Kâbe’yi bir müşrike teslim ediyorsunuz, benim hafsalam almaz bunu” diyor ve Müslüman oluyor. Bir başka örnek yine Kâbe’yle ilgili. Kâbe Müslümanlar için en kutsal yer. Mekke yeniden ele geçirildikten sonra müşriklerden bir grup gelip  “biz yine eskiden yaptığımız gibi Kâbe’nin etrafını tavaf edeceğiz” diyor, “Müslüman değiliz, müşrikiz ve bu ibadet hakkımızdır.” Millet ‘hoppala’ diyor, var mı öyle bir şey? Bundan sonra Kâbe tertemiz ve bizim diyorlar. Ama Maide Suresi’ndeki ayet şöyle: Kendi Rablerinin rızası için Kâbe’ye gelip ibadet etmek isteyenlere engel çıkarmayın. Bakar mısınız… Mekke sizin, Kâbe sizin ama ayet “bırakın ibadetlerini yapsınlar” diyor. Bu anlayış, laikliği, çoğulculuğu, herşeyi aşan bir anlayış. Bunun bir benzeri yok. En güçlü sizsiniz ve bir grup insan gelip “biz bunu yapacağız” diyor. Ayet “izin verin yapsın, ellemeyin, dokunmayın” diyor.. Bunun bir örneği ne Batı’da var ne bu kültürde. Bunu kaybettik.

“İSLAM’DAKİ UYGULAMALAR LAİKLİĞİ BİRKAÇ KEZ KATLAR”
Söylediğinizden şunu anlıyorum Şimdi bir laiklik tartışması var. Laiklik benimsenmiyor, dine aykırı olduğu düşünülüyor diyelim. Fakat orada kavram dışardan ithal olduğu için sıkıntı doğuyor. Halbuki dinin içinde bu var zaten.
Dinin bu uygulaması laikliği birkaç kez katlar. En iyi durumunuzda Kâbe gibi bir yere müşrikler gelecekler, tavaf etmek isteyecekler ve siz engel olmayacaksınız… Maide Suresi’nde “Onların din hürriyetini engelleyemezsiniz” dendiği için… Bu laikliği aşan bir şey. Neyi kaybetik derken işte bunları kaybettik. Reform ya da rönesanstan bahsederken aslında hepsi köklere dönüş hasretidir. O öz köklere bir dönülse ve geleneğin bindirdiği tortulardan uzaklaşılsa herşey çözülecek. İnanın geleneksel olarak böyle değil, bunun tam tersi bir fotoğraf var. Araplar’a bakın, kendi dışındaki Müslümanlar’ı ikinci sınıf görüyorlar. “Mevali” diyorlar, köle kökenliler yani. İranlılar ve Türkler de bunun içinde. Peygamberin geliş gâyesi insanlar arasındaki bu sınıf tasnifini ortadan kaldırmaktı. Peygamberin vefatından sonra gerisin geriye dönüş yaşandı. Bunun gibi düştüğü yerden kalkacak insanlar. Düştüğü yeri iyi tesbit etmek lâzım ama.
Türkiye’nin Nabzı programındaki bir konuşmanızda, “Bundan sonrası daha iyi olacak” dediniz. O gün İslam’da reform olup olamayacağı tartışıldı. İslam’da reform olur mu ve sizin bundan sonrası daha iyi dediğiniz şey ne?
Reformun dini düşüncede olması gerektiğini söyledim. “İki günü birbirine eşit olan aldanmıştır” diye Peygamberimiz’in bir sözü var. Bu, düşüncede de böyledir, eylemde de. Yani İslam dünyasının total olarak ürettiği düşünce, yarını bugünden daha iyi değilse, bir arayış içinde değilse ortada bir aldanma vardır. Hadis buna işarettir. Şimdi dinin sahibi kim? Din dediğimiz şey yani Kuran-ı Kerim iki kapak arasında size gelmiş belli ilkelerdir, büyük bir kısmı kıssadır, hikâyeler anlatılır, örnekler verilir. Peki sebep nedir? Sebep aslında ahlâki, güven içinde yaşanan bir toplum yaratmaktır. Özeti bu. İyi insan projesi. Şurada oturduğumuzda şu tavanın üzerimize çökmeyeceğinden ne kadar eminsek, burada oturduğumuzda evimize birisinin girmeyeceğinden de emin olalım. Bütün mesele bu. Peygamberin vurgusudur bu. “Şu günleri görebilecek miyim: Bir kadın çölde tek başına iki aylık bir mesafeyi gidecek ve gelecek” diyor. Güven arayışı işte. Mesele bunu sağlamak. Kuran-ı Kerim ‘temiz kent’ diyor, ‘tayyibe’ ifadesini kullanıyor. Temiz çevre için ‘mesakine tayyibe’ diyor. Temiz bitkiler, temiz gıdalardan bahsediyor. Bugünkü organik olanlar – organik olmayanlar tartışmasına bakın… ‘Şeceretü’n tayyibetün’ diye Kuran-ı Kerim de söylüyor. Yani yediğinizin içtiğinizin tertemiz olduğu, oturduğunuz çevrenin tertemiz olduğu (mesakine tayyibe),  iletişiminizin hiçbir şekilde kontrol edilmediği (tahiyyeten tayyibe), üçüncü bir kişinin araya girip sizi dinlemediği bir yerden bahsediyor. Kurani terimlerdir bunların tamamı.

“KURAN TELEKULAĞI KINIYOR”
“Telekulak”tan da bahsediliyor Kuran’da o zaman…
Telekulağı kınıyor gerçekten. Ayıptır ya! Tahiyyeten tayyibe; aramızdaki konuşmalara üçüncü bir kişinin kulak misafiri olması kesinlikle caiz değil. Her türlü hürmet, her türlü saygı garanti altına alınmış bir topluluk. İdealse ideal, reelse reel ama amaç bu. Yani güven. İman diyoruz. İman etmek bizim de sıfatımız: Mümin. Müminin bir Allah’a inanan anlamı var ama daha daha önemlisi mümin güven veren demek. Çünkü Allah’ın da 99 isminden biridir mümin. Eğer sadece ‘iman etmek’ demekse, Allah kime iman eder? Böyle bir şey yok. O zaman Allah’ın mümin olması bize güven vermesi demektir. Bir müminin temel vasfı güven vermesidir. Bütün proje güvenilir bir toplum yaratmaktır. Dinde reform dediğimiz şey eğer güvenilir, temiz bir yaşamı, güvenilir bir çevreyi,  güvenilir binaları, temiz gıdaları sağlayacak bir düşünceyi harekete geçirecekce reform yapalım, ne olur?
Ama insanlar reform lafını duyunca endişeleniyor…
Evet insanlar tedirgin, “dinde reform yapıyorlar” diye bağırıyorlar. Bir saniye! Reform dediğimiz şey neyi kaldıracak? Dinde reform yapan adamlara sorun, siz ne yapıyorsunuz kardeşim diye. Allah inancını mı kaldırıyorsunuz? “Haşa, o olmadan yeniden şekillenme, reform olmaz.” Peygamberi mi kaldırıyorsunuz? “Allah’ı kabul eden peygamberi nasıl kaldırır?” Peki sizin derdiniz ne? O zaman reform yapanların düşünce üretim biçimimizde bir değişiklik yarattığını görürsünüz. Nedir o? Mesela şunu rahat rahat söyleyebilir reform peşinde olan bir insan: Dinin içerisinde irrasyonel olarak tutulan cin, iblis, şeytan gibi insanın başında tahakküm unsuru olarak tutulan kavramları önce bir defa yeniden anlayalım, yorumlayalım. Peki niye yeniden anlayıp yorumluyorsun? Çünkü Kuran-ı Kerim gelmeden önce Arap toplumunun, müşrik dediğim toplumun bir cin inancı vardı. O müşrik adamların cin inancını sen gelip de Kuran-ı Kerim üzerinden bütün coğrafyalara transfer edersen ben sana bir dakika derim. Müşriklerin inandığı, o vadilerde dolanan, insanları çarpan cini getirip Kuran-ı Kerim üzerinden bana da aynı şeyin olduğunu söylersen, Kuran-ı Kerim’in ayetlerini karşına dikerim senin. Ve derim ki, “Cine ve cinciye inanan insanları iki kat korku sarar!” Ayet-i Kerime bu. İki: “Mümin olarak kim ki bu tür varlıkların tasallutuna inanırsa şirke yakın bir yerde durur.” Bu da Ayet-i Kerime. Bakın ne yaptık? Hani güvende olacaktık? Hem insanlardan hem de bu tür görünmeyen, bana tasallut edeceğini söylediğim varlıklardan güvende olacağım bir evren yaratmak istiyorum ben. Evimde gece saat 12’de üç harflilerden korkmadan oturmak istiyorum. Din bunu veriyor. Din böyle başımıza musallat olabilecek irrasyonel olaylardan evreni temizledi. Temizledi fakat gelenek geldi onları yeniden bindirdi. İçeriye soktu. Biz reform diyorsak önce bu bindirilen şeyleri yeniden bir güzel temizlememiz lâzım. Güveni zedeleyen ne varsa kaldırılacak.

“ALLAH PLANLI YARATIR”
Siz ama umutlusunuz anladığım kadarıyla.
Bu bir tarih teolojisi, tarih felsefesi…
Böyle yürüyor diyorsunuz…
Geleceğin geçmişten daha iyi ve daha hayırlı olacağı inancı aslında inancımızın gereği. Yaratılan hiçbir şey kötüye kodlanmış olamaz. Bu Allah’ın planlı yaratmasına aykırıdır. Allah planlı yaratır, buna hikmet deriz biz. Ve o yaratmasını eğer kötü bir noktada sonuçlansın diye planladıysa, bu bizim Allah tasavvurumuza aykırı olur. İyi bir planlama var, başlangıç ve son arasında planlama mükemmel. Fakat o arada rollerini oynayan oyuncuların büyük kısmı ya rollerini unutuyorlar, ya sahte rollere bürünüyorlar ya da rollerinden kaçıyorlar. Ve oyunda bazı sakatlıklar oluyor. Diyelim ki Romeo ve Juliet’i ya da Godot’yu Beklerken’i sahneliyorsunuz, oyun başlangıcı ve bitişi itibarıyla mükemmel fakat oyuncuların performansı çok kötü. Bu deneyim, daha iyi oyuncularla daha iyi bir performans için size tecrübe verir. Yapılan hataları görürsünüz ve dersiniz ki, “şu hatalar tekrarlanmamak üzere, hadi bakalım perde…” Bu da benzer bir durum. Gelecekle ilgili ümitvarız çünkü Allah’ın yaratma planındaki iyi niyetine, hikmetli planlayışına bağlıyız. Biz burada iyi oyuncularız. İradesini ve aklını kullanan çok iyi aktörleriz, seyirci değiliz. İnsan aktördür yeryüzünde. “Allah’ın kulu Allah’ın koludur” derler. Ama rolümü iyi ezberleyemedim, yanlış roller verdiler bana. Gittim köşede oturdum. Mesela insanların bir kısmı “dünyanın bir değeri yokmuş, nasıl olsa öleceğiz” diyor. Öyle diyorsun ama ahiretini kazanma alanı burası, başka bir şansın yok! Bunu ıskaladın demektir. Geleceğin günümüzden daha iyi olduğu fikri, Duha Suresi’nde vurgulanır: “Bundan sonraki günlerin şu ana kadar geçirdiklerinden daha iyi olacaktır.” Bu bir teşviktir ve tarihin iyiye doğru ilerlemesini sağlamak üzere bütün güçleri, bireyi, toplumu, medeniyetleri kodlamadır. Kehanetlere, kötülüklere kodlamaz. Kitab-ı Mukaddes’in yani İncil’in ‘vahiy’ bölümüne bakın, inanılmazdır. Dünyanın sonunu felâketlere kodlar. Canavarlar çıkacak vs. Yok kardeşim. Benim tarihimi Allah’tan başkasının bu şekilde kodlama imkânlarını ortadan kaldırmam lâzım. Daha iyi bir tarih. Bu yönde ümitvarım.
DEVAM EDECEK…

Habertürk

İlgili Makaleler


Warning: mysqli_query(): (HY000/1021): Disk full (/var/tmp/#sql_4a81b_1.MAI); waiting for someone to free some space... (errno: 28 "No space left on device") in /home/fasiharapca.com/public_html/wp-includes/class-wpdb.php on line 2349