Hz. Peygamberin Hayatı Mevdudi

Otuz İkinci Bölüm: MEKKE DÖNEMİNİN SON ÜÇ YILI


Warning: Undefined array key "host" in /home/fasiharapca.com/public_html/wp-content/plugins/jannah-optimization/inc/lazyload.php on line 150



Otuz İkinci Bölüm: MEKKE DÖNEMİNİN SON ÜÇ YILI



32.1. MEKKE DÖNEMİNİN SON ÜÇ YILI



32.1.1. Hz. Peygamber’in Görüştüğü Kabileler



32.1.2. Rasûlullah (a.s.)’ın Kabilelerle Görüşmesi Sırasında Meydana Gelen
Olaylar



32.1.2.1. Beni Hemdân’a Mensup Bir Şahsın Tereddüdü



32.1.2.2. Beni Bekr bin Vâil İle Mülakat



32.1.2.3. Beni Amir bin Sa’sa’a İle Görüşme



31.1.2.4. Beni Şeybân bin Sa’lebe İle Görüşme



31.1.2.5. Beni Abs ile Görüşme



32.1.3. Evs ve Hazrec’in Tarihçesi



32.1.3.1. Bu Tarihi Durumun Etkileri



32.1.4. Rasûlullah (a.s.) İle Görüşen İlk Medineli



32.1.5. Rasûlullah (a.s.)’ın Medine’nin İkinci Heyetiyle Görüşmesi



32.1.6. Ensâr’ın İlk Grubunun İslâm’ı Kabul Etmesi ve Birinci Akabe Bi’atı



32.1.7. Medinelilerin İkinci Heyeti ve İkinci Akabe Bi’atı



32.1.8. Rasûlullah’ın, Mus’ab bin Umeyr’i Medine’ye Göndermesi



32.1.9. Medine’de Cuma Namazının Başlaması



32.1.10. Son Akabe Biatı



32.1.11. Akabe Bi’atının Ehemmiyeti



32.1.12. Ensâr’ın Fedakârlık Duygusu



32.1.13. Nakib’in Tayini



32.1.14. Akabe Bi’atının Haberini Alan Kureyş’in İlk Tepkisi



32.1.15. Bi’at’ten Sonra Medine’de İslâm’ın Yayılışı

Otuz İkinci Bölüm: MEKKE DÖNEMİNİN SON
ÜÇ YILI

32.1. MEKKE DÖNEMİNİN SON ÜÇ YILI

Biz daha önce Rasûlullah. (a.s.)’ın, Bi’set sonrası 10. yılda
Taife yap­tığı seyahatten bahsettik. Bu seyahatten sonra Rasûlullah (a.s.) iyice
anla­dı ki, Kureyşlilerden herhangi bir hayır beklenmediği gibi, Beni Sakif’in
de doğru yola gelmesine imkân yoktur. Beni Sakif’in doğru yola gelmesi bir yana,
bu kabile İslâmi davete tahammül etmeye bile razı değildi. Hat­ta, Hz. Peygamber
(a.s.) Taif’te öylesine büyük bir hakarete ve işkenceye maruz kaldı ki, Mekke’de
peygamberlikten sonra geçirdiği 10 yılda bile bunun benzerine rastlanmamıştı.

Böylece, Rasûlullah (a.s.) Mekkeli ve Taiflilerden ümidini
kestikten sonra Ukâz, Mecenne, Zül-Mecaz panayırlarında ve Hac mevsiminde
Mi­na’da toplanan diğer Arap kabilelerine dikkatini çevirdi. Rasûlullah daha
ünce de bu yerlerde halkı İslâma davet ediyordu ama, bu defa davetinin mahiyeti
biraz değişikti. Rasûlullah, bu defa muhtelif kabileleri İslâma davet etmekle
kalmıyor, onların reis ve ileri gelenleriyle şahsen görüşüp kendisine ve diğer
müslümanlara maddi destek sağlamaya çalışıyordu. Rasûlullah (a.s.) bu reislere
diyordu ki: “Bakın, Kureyşliler Allah’ın dave­tinin yolunu tıkamışlardır ve
artık sizin yardımınız olmadan davet işi hızla yürüyemez”. Musa bin Ukbe’nin
İmam Zührî’ye dayanarak verdiği bilgiye göre Hz. Peygamber (a.s.) Medine’ye
hicret etmeden önce görüştüğü her kabileye ve ileri gelenlerine şöyle derdi:
“Bana eman verin ve benim da­vetimi destekleyin ki, Allah’ın kelâmını herkese
iletebileyim.” Bu gibi da­vet ve telkinler sırasında Ebu Cehl ve Ebu Leheb başta
olmak üzere Ku­reyş’in diğer pek çok serserileri her zaman Rasûlullah (a.s.)’ı
takip ediyorlardı ve Arap kabilelerinin onun vaaz ve telkinlerine kulak
asmamaları İçin çağrıda ve tehditte bulunuyorlardı. Bu adamlar bazen Rasûlullah
(a.s.)’a taş veya toprak atıyorlardı. Fakat Rasûlullah (a.s.) İslâmi davetini
her zamanki metanet ve ciddiyetiyle sürdürüyordu. Bu arada, Rasûlullah (a.s.)
umre, ziyaret, veya ticaret maksadıyla Mekke’ye gelen kişileri de Hak dinine
davet ediyor, onların kendisini desteklemelerini istiyor ve mümkünse
memleketlerine kendisini çağırmalarını teklif ediyordu.

32.1.1. Hz.
Peygamber’in Görüştüğü Kabileler

Rasûlullah (a.s.)’ın Hak daveti için yaptığı bu yolculuklarda
görüştü­ğü kabilelerin listesine baktığımızda görüyoruz ki, kendisinin
Arabistan’ın doğu kıyısından batı kıyısına ve güneyden kuzeye kadar görüşmediği
ve­ya temas kurmadığı tek bir güçlü kabile yoktu. Bunlardan bazılarının
isimlerini aşağıda belirtiyoruz:

1) Kinde: Bu, güney Arabistan’ın en büyük kabilelerinden biri
olup Hadramût’tan Yemen’e kadar olan bölgeye hâkimdi.

2) Kelb: Bu, Kuda’a’nın bir koluydu ve Kuzey Arabistan’da Dûmet-ul
Cendel’den Tebûk’a kadar olan bölgeye hâkimdi.

3) Beni Bekr bin Vâil: Bu, Arabistan’ın savaşçı kabilelerinden
biriydi ve ülkenin ortalarından Doğu kıyısına kadar etkisini sürdürüyordu. Bu
ka­bile M.S. 3001 de ilk defa İran imparatorluğuna kafa tutmuş ve
peygam­berlik döneminde tekrar İranlılarla savaşa girerek düşmana büyük
kayıp­lar verdirmişti. Tarihte bu savaş, Zikâr savaşı adıyla biliniyor.

4) Beni el-Bekka: Bu, Beni Amir bin Sa’sa’a’nın bir kolu olup
Mekke ile Irak yolu boyunca hakimiyetini sürdürüyordu.

5) Sa’lebe bin Ukâbe: Beni Bekr bin Vâil’in bir kolu.

6) Beni Şeyban bin Sa’lebe: Beni Sa’lebe bin Ukâbe’nin bir kolu.

7) Beni el-Hâris bin Ka’b: Beni Temim’in bir kolu.

8) Beni Hanife: Bu, Beni Bekr bin Vâil’in bir kolu olup
Yemâme’de otururdu. Müseyleme (Kezzab) bu kabileye mensuptu. Hz. Ebu Bekr’in
halifeliği sırasında sahte peygamberler fitnesi ortaya çıkınca müslümanlar en
çok bu kabile ile uğraşmak zorunda kalmışlardı. Bu kabile de Arabis­tan’ın
savaşçı kabilelerinden biriydi.

9) Beni Süleym: Bu da, Kays-ı Aylan kabilelerinin en büyüğüydü
ve Hayber yakınlarında yukarı Necd bölgesinde oturuyordu. Bu kabilenin adamları
el-Kurâ vadisine Teymâ’ya kadar yayılmış durumda idiler.

10) Beni Amir bin Sa’sa’a: Havazin’in bir kolu olup Necd’de
oturu­yorlardı. Havazin de Kays’ı Aylân’dandılar. Bunlar daha sonra Taif in bir
bölgesine yerleştiler. Kabilenin bazı üyeleri yazı Taif te kışı da Necd’de
geçirirlerdi.

032

11) Beni Abs: Bu da Kays-ı Aylân’ın bu kolu olan Gatafan’ın bir
yan kabilesi idi. Necd’de oturuyor ve savaşçı kabilelerden biri sayılıyordu.
Câhiliyye döneminde bazı kabilelerle çok uzun savaşlara girdi. Bu savaş­lardan
Dâhis ve Ğabrâ’ tarihe geçmişlerdir.

12) Beni Üzre: Bu, Beni Abdullah bin Gatafan’ın bir koluydu.

13) Gassân: Bu, Güney Arabistan’ın hatırı sayılır kavimlerinden
bi­riydi. Daha sonra kuzey Arabistan’a geçip yerleşmişti. Çeşitli kabileleri
bünyesinde toplayan Gassanlıların bazısı Hıristiyan ve bazısı müşrikti.
Gassanlıların bir devletçiği Bizanslılara tabi olmuştu.

14) Fezâre: Bu Gatafan’ın büyük bir yan kabilesiydi ve Necd ile
el-Kurâ vadisinde otururdu.

15) Beni Abdullah: Bu, Kelb’in yan kabilelerinden biriydi.

16) Beni Muharib bin Hafse: Bu, Adnanlı kabilelerden biriydi.

Hz. Peygamber (a.s.)’in İslâm dinini yaymak üzere yaptığı
çeşitli ge­ziler sırasında görüştüğü kabilelerin belli başlıları bunlardı.
Arabistan’ın jeopolitik durumu göz önünde bulundurulur ve yukarıda adlarını
yazdığı­mız kabilelerin toplumdaki durumları, sayıları, güçleri, zenginliği ve
yi­ğitliği ele alınırsa bunların sadece bir tanesinin bile Rasûlullah (a.s.)’ın
da­vetini kabul etmesi halinde İslâm dininin hayli güçleneceği ve günden gü­ne
gelişeceğinden kimsenin şüphesi olmayacaktı.

32.1.2.
Rasûlullah (a.s.)’ın Kabilelerle Görüşmesi Sırasında Meydana Gelen Olaylar

Hz. Peygamber (a.s.)’in kabilelerle görüşmek üzere yaptığı
çeşitli ge­ziler çok ilginç olmuş ve bunlarda bazı dikkate değer olaylar meydana
gelmiştir. Rasûlullah, bu geziler sırasında çeşitli adamlarla buluşmuş ve çoğu
üzücü olmasına rağmen bazı sevindirici olaylarla da karşılaşmıştır. Mûsâ bin
Ukbe’nin “Meğâzi”de belirttiği gibi kabilelerin çoğu şu cevabı verirlerdi: “Bir
insanı, mensup olduğu millet ve toplum daha iyi bilir. Biz­zat kendi milletinde
fesâd ve kavga çıkarmış olan ve milleti tarafından reddedilmiş olan bir kişi
bize ne verebilir ki?” Fakat bazı kabileler sadece İslâm’ın davetini reddetmekle
kalmadılar, Rasûlullah (a.s.)’a çok kaba ve çirkin davrandılar. İbni Cerir, İbni
Hişâm ve Hâfız İbni Kesir’in Muham­med bin İshâk’a dayanarak ifade ettiklerine
göre bir defasında Rasûlullah (a.s.) Kinde’nin toplantı yerine gitti ve
Kindelilerin yardımını talep etti. Fakat, Kindeliler bu talebi reddettiler.
Rasûlullah (a.s.) Kelb kabilelerin­den Beni Abdullah’a gitti ve kendilerine “Allahu
Teâlâ atanıza iyi bir isim bahsetmiştir, siz bana yardım edin” dedi, ama onlar
da bu isteği reddettiler. Rasûlullah (a.s.), daha sonra Beni Hanife’ye gitti,
fakat bu kabile daha da kötü davrandı; ve bulundukları yerden Rasûlullah
(a.s.)’ı kovdu.

32.1.2.1. Beni
Hemdân’a Mensup Bir Şahsın Tereddüdü

İmam Ahmed ile Hâkim ve bazı diğer muhaddisler Hz. Câbir bin
Ab­dullah’a atfen Rasûlullah (a.s.)’ın halka şöyle seslenerek yol kat ettiğini
kaydetmişlerdir: “Beni kendi kabilesine götürecek bir adam var mı?” Bu çağrıyı
duyan Hamdan kabilesine mensup bir şahıs Rasûlullah (a.s.)’a gel­di ve onu kendi
kabilesine götürmeye razı oldu. Ama daha sonra kabilesi­nin kendisine kötü
muamele yapacağından korktuğu için Rasûlullah (a.s.)’a döndü ve şöyle dedi: “Ben
şimdi kabileme gidiyorum. Onlara sen­den söz edeceğim ve gelecek yıl Hac
mevsiminde seninle görüşeceğim.” Bundan sonra bu adamdan haber alınamadı.

32.1.2.2. Beni Bekr
bin Vâil İle Mülakat

Hafız Ebû Nuaym ve Yahya bin Sa’id-ul Ümevi; Kelbi’ye dayanarak
diyorlar ki, bir defasında Rasûlullah (a.s.) Beni Bekr bin Vail’e gitti ve
on­larla sohbet ederken “savaş durumunuz nasıl” diye sordu. Onlar dediler ki
“biz ne İran’la savaşacak durumdayız, ne de İran’a karşı kimseyi
koruyabi­liriz.” Rasûlullah (a.s.) şöyle dedi: “Bir gün gelecek, siz onların
menzille­rine ineceksiniz, onların kadınlarıyla evleneceksiniz ve onların
evlâtlarını esir alacaksınız.” Bu görüşmeden sonra Rasûlullah (a.s.) oradan
ayrıldı ve oraya Ebû Leheb geldi ve halka şöyle dedi: “Bu adam eskiden çok iyi
idi, ama şimdi aklını kaçırmıştır.” Beni Bekr bin Vail’e mensup olanlar da
de­diler ki: “Evet, İranlılardan bahsedince onun akli dengesinin yerinde
ol­madığına kanaat getirdik.” Bu vak’a gösteriyor ki, o sıralarda hiçbir Arap,
Arapların İran gibi muazzam bir saltanatı yerle bir edip bütün İran’a hâkim
olacaklarını akıllarının uçlarına bile getiremiyordu. Böyle bir şeyi onlarca
sadece deli-divane bir kişi söyleyebilirdi. Ama, aradan 15-16 sene geçmedi ki,
aynı adamlar Rasûlullah (a.s.)’ın söylediklerinin harfiyen ger­çekleştiğine
şahit oldular.

32.1.2.3. Beni Amir
bin Sa’sa’a İle Görüşme

İbni İshâk’ın, İmam Zührî’ye dayanarak naklettiğine göre
Rasûlullah (a.s.) bir defasında Beni Sa’sa’a’nın oturdukları bölgeye gitti ve
davetini onlara iletti. Beni Amir’e mensup Beyhare bin Firaş dedi ki: “Vallahi
Ku­reyş’in bu gencini yanıma alsam bütün Arabistan’ı elime geçirebilirim.”

Bu adam daha sonra Rasûlullah (a.s.)’a şöyle dedi: “Diyelim ki,
sizin işi­nizde sizinle ortak olduk ve Allah da sizi muhaliflerinize galip
kıldı. Bun­dan sonra siyasi iktidar bizim olacak mı?” Rasûlullah (a.s.) cevap
verdi: “Bu iş Allah’ın elindedir. O kime isterse iktidar verir.” Bunun üzerine
Beyhare bin Firaş şöyle dedi: “Vay be, biz gırtlağımızı Araplara teslim edeceğiz
âma Allah sizi galip kılınca iktidarı bize değil başkalarına vere­ceksiniz.
Gidin, biz böyle bir şey istemiyoruz.” Beni Amir bin Sa’sa’a’ya mensup olanlar
hacdan sonra memleketlerine dönünce Rasûlullah (a.s.) ile görüşme olayını yaşlı
bir şeyhe anlattılar ki, şöyle idi: “Kureyşli Beni Abdulmuttalib’in bir genci
bize geldi. Kendisinin peygamber olduğunu iddia ediyordu ve bizden yardım talep
ediyordu. O bizim memleketimize gel­mek istiyordu. Biz onunla şunları şunları
konuştuk. Sonra onu geri çevir­dik.” Yaşlı şeyh bu hikâyeyi duyunca başını
elleri arasına aldı ve şöyle dedi: “Ey Beni Amir, bu hatayı telafi etmeliyiz.
Biz büyük bir fırsatı ka­çırdık. Elinde canım olan Allah’a yemin ederim ki,
hiçbir İsmaili hiçbir zaman böyle bir şey uydurmamıştır. Bu mutlaka doğrudur.
Siz o zaman aklınızı mı kaçırmıştınız?”

31.1.2.4. Beni Şeybân
bin Sa’lebe İle Görüşme

Ebû Nuaym, Hâkim ve Beyhakî Hz. Abdullah bin Abbas’a dayanarak
Hz. Ali’nin bir rivâyetini nakletmişlerdir. Bu rivayet şöyledir: “Ben (Ali) bir
defasında Rasûlullah (a.s.) ve Ebu Bekr ile Minâ’da çeşitli kabilelere
gidiyorduk. Biz şöyle dolaşırken çok görkemli bir toplantıya vardık. Bu­rada
bulunanların hepsi varlıklı ve yaşlı, başlı kimselerdi. Hz. Ebû Bekr sordu,
“sizler kimsiniz?” Onlar dediler ki: “Biz Beni Şeybân bin Sa’lebe’liyiz.” Bunun
üzerine Hz. Ebû Bekr Rasûlullah (a.s.)’a dönerek şöyle dedi: “Annem ve babam
size fedâ olsun. Bunlardan daha muhterem şahsiyetleri daha göremezsiniz.” Bu
toplantıda Mefrûk bin Amr, Hâni bin Kabisa, Müsennâ bin Hâris ve Nu’man bin
Şerik hazırdılar.

Hz. Ebû Bekr’e yakın olan Mefrûk dedi ki: “Galiba siz
Kureyş’tensiniz”. Hz. Ebu Bekr dedi ki: “Belki de siz biliyorsunuzdur, buraya
Allah’ın Rasûlü teşrif etmişlerdir. Huzurunuzdaki şahsiyet ise kendileridirler.”
Mefrûk, “evet, biz böyle bir şey işittik” dedi ve sonra dikkatini Rasûlullah
(a.s.)’a çevirdi. Rasûlullah (a.s.) kendisine şöyle dedi: “Ben sizi İslâm’a
davet ediyorum. Siz, Allah’ın tek olduğuna, hiçbir ortağı olmadığına, iba­dete
layık olan tek varlığın Allah olduğuna ve benim de O’nun Rasûlü ol­duğuma
şahadet ediniz. Sizden yardım ve emân talep ediyorum. Böylece, Allah’ın bana
verdiği vazifeyi tam manasıyla yerine getirebilirim. Zira

Kureyş, Allah’ın işini durdurmak için ittifak kurmuştur. Kureyş,
Allah’ın Rasûlünü tekzip etmiş ve Hak yerine Batıldan yana çıkmıştır. Halbuki,
Allah kullarının yardımına muhtaç değildir ve kendi başına Mahmûd’dur”. Mefrûk
dedi ki: “Kureyşli kardeş, sen başka neyi emrediyorsun?” Bunun üzerine
Rasûlullah (a.s.) En’âm sûresinin 151’den 153’e kadar olan ayetle­rini okudu.
Mefrûk daha sonra şunları söyledi: “Ey Kureyşli kardeş sen başka neyi vaaz
ediyorsun? Vallahi bu, dünyalıların kelâmı değildir. Zira böyle bir şey olsaydı,
ben anlardım.” Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) Nahl sûresinin 90. ayetini tilavet
etti. Mefrûk şunları söyledi: “Vallahi, ey Ku­reyşli birader, siz en güzel
ahlâki vasıflara ve iyi amellere davet ettiniz. Sizi yalanlayan millet çok aptal
ve akılsızdır.” Bundan sonra Mefrûk, Hâni bin Kab Îsa’ya işaret ederek kendi
kabilesinin şeyhi ve din adamı ol­duğunu söyledi. Hâni dedi ki: “Ey Kureyşli
kardeş, ben sizin söyledikleri­nizi duydum ve sizi teyid ediyorum. Fakat, bizim
bir toplantıda aniden di­nimizi değiştirip sizin dininizi kabul etmemiz biraz
acele bir iş olacaktır. Arkamızda milletimiz vardır ki, onun rey ve fikrini
almadan onlara bir şey empoze etmemiz doğru olmayacaktır. Biz şimdi
memleketimize geri dö­nüyoruz, siz kendi işinize bakın. Biz meseleyi gözden
geçireceğiz. Siz bu­nun neticelerinin ne olacağını düşünün.” Bundan sonra Hâni,
Müsennâ bin Haris’i Rasûlullah (a.s.)a tanıştırdı ve kendisinin bir şeyh ve
askeri ko­mutan olduğunu bildirdi. Müsennâ dedi ki: “Ey Kureyşli kardeş, ben
senin sözlerini dinledim ve beğendim. Fakat, benim cevabım da Hâni’ninki
gibi­dir. Biz bir toplantıda kendi dinimizi bırakıp senin dinini kabul etmeyi
doğru bulmuyoruz. Biz oturduğumuz yerde iki zorlukla karşılaşıyoruz: Birincisi
Yemâme ve ikincisi Semâve (Arap yarımadasına yakın olan Irak’ın toprakları).”
Rasûlullah (a.s.) “Bu iki zorluğun anlamı nedir?” diye sordu. Müsennâ dedi ki:
“Birincisi, dağ ve Arap toprakları. İkincisi İran toprakları ve Kisrâ (İran
Hükümdarının) nehirleri. Kisrâ ne bizim ne de himayemizde olan başka birinin
fevkalâde bir şey yapmasını istiyor. Sizin bizi davet ettiğiniz şey
hükümdarların hoşlarına gitmeyebilir. Arap top­raklarına gelince, kusur ve
özrümüzü kabul edebilirsiniz. Fakat İran ile il­gili herhangi bir yükümlülüğün
altına giremeyiz.” Rasûlullah (a.s.) kendi­sine şu cevabı verdi: “Doğruyu
söyledinizse yanlış bir hareket yapmadı­nız. Fakat, şurasını bilin ki, Allah’ın
diniyle kalkan bir kişi için müstesnalar söz konusu değildir. O her bakımdan
bunu himaye etmelidir.” Daha sonra şunları ekledi: “Biraz sabredin, Allah
İranlıların mal ve mül­künü size verecektir; onların kızlarını sizin
tasarrufunuza verecektir. Evet, bütün bunlardan sonra, siz Allah’ı tesbih ve
tenzih edecek misiniz?”

Numan bin Şerik dedi ki: “Ey Kureyşli kardeş, biz senin
söylediklerini ka­bul ettik.” Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) “İnnâ erselnâke
sahiden ve mübeşşiren ve nezira” ayetlerini okuyarak kalktı ve Hz. Ebu Bekr’i
elinden tutarak oradan ayrıldı.

31.1.2.5. Beni Abs
ile Görüşme

Vakıdi, Abdullah bin Vâbiste el-Absi’ye dayanarak dedesinin şu
rivâ­yetini nakletmiştir: Kabilemiz Beni Abs Mescid-i Hayf yakınlarında Cemret-ul
Ulâ’ya konaklamıştı. Rasûlullah (a.s.) bizim bulunduğumuz çadıra geldi. Yanında
Zeyd bin Hârise de vardı. Rasûlullah (a.s.) bizi İslâm’a da­vet etti ve biz bu
daveti kabul etmedik. Bundan önce de her hac mevsi­minde Rasûlullah (a.s.) bizim
yanımıza gelip Hak dininden söz ederdi ve biz hiçbir zaman onun çağrısını
dinlemedik. Son defasında Meysere bin Mesrûk el-Absi de yanımızda idi. O şöyle
dedi: “Vallahi biz O’nu tasdik eder ve yanımıza alıp memleketimize götürürsek bu
iyi bir hareket ola­caktır. Zira, Allah’a yemin ederek söylüyorum, onun kelâmı
galip gele­cektir, hem de ezici bir şekilde galip gelecektir.” Rasûlullah (a.s.)
Meysere’nin bu sözleri üzerine ümitlendi ve onunla biraz daha konuştu. Fakat,
Meysere daha sonra dedi ki: “Kelâmınız ne kadar güzel ve şahanedir. Ama, benim
halkım bana karşı çıkıyor. Benim halkım beni desteklemezse başka kimlere
yalvaracağım?” uzun bir müddet sonra Vedâ Haccı sırasın­da Rasûlullah (a.s.),
Meysere’yi gördü ve tanıdı. O zaman Meysere şöyle dedi: “Ya Rasûlullah, ilk defa
bizim çadırımıza geldiğiniz zamandan beri size tutkundum, fakat ne çare ki
amacıma ulaşamadım. Artık ne olduysa oldu. Şimdi bunca zaman geçtikten sonra
müslüman oluyorum.”

Kısacası, bütün Arap kabileleri ayaklarına kadar gelen Hak
davetine sırt çevirdiler ve büyük bir fırsatı kaçırdılar. Buna karşı Medineliler
şanslı ve talihliydiler ki, kendileri Rasûlullah (a.s.)’ın ayağına kadar
geldiler ve hem dünyada, hem âhirette felâh buldular. Biz şimdi biraz geriye
dönerek mübarek şehir Medine’nin sakinlerinin hangi sebeplerden dolayı zihnen ve
fikren Rasûlullah (a.s.)’ın davetini kabul etmeye amade olduklarını anlat­maya
çalışacağız.

32.1.3. Evs ve
Hazrec’in Tarihçesi

M.S. 450 ya da 451’de Mârib Seddinin yıkılmasıyla Yemen’in marûz
kaldığı sel felâketinden kurtulan Sabâ (Sebe’) kavmine mensup Amr bin Amr çoluk
çocuklarını alıp ülkenin kuzeyine yerleşmişti. Onun bir oğlu Cüfne’nin evlatları
Suriye’ye yerleşti ve Gassân ismiyle şöhret kazandı. İkinci oğlu Hârise ise
Hicaz’ın dağlık bölgeleri ve Kızıldeniz kıyısı arasın­da uzanan Tihame adlı
düzlüğe yerleşti. Onun evlatları Huzâ’a ismiyle meşhur oldu. Üçüncü oğlu
Salebe’nin evlâtları arasında Hârise adında bir kişi vardı. Onun iki oğlu,
karılarından birisi Kayle’den doğmuşlardı. Bun­lardan birinin adı Evs, diğerinin
ise Hazrec idi. Bu iki kardeşin evlâtla­rı gidip Yesrib’e (Medine’ye)
yerleştiler. Bu şehre daha önceden Yahudiler hâkimdi. Yahudiler uzun bir müddet
Evs ile Hazrec’in evlâtlarına şeh­rin en güzel mer’a ve diğer yerlerine girme
izni vermediler. Bu sebeple Evs ve Hazrecliler çaresizlik içinde şehrin dışında
verimsiz, kurak ve çorak arazilerde kalmaya mecbur oldular. Geçimlerini zor
sağlayabiliyor­lardı ve daima sıkıntı içinde idiler. Nahiyet bunlar, akrabaları
olan Suri­yeli Ğassânlılardan yardım istediler. Gassanlılar kuvvetli bir orduyla
ge­lip Yahudileri Medine’nin dışına çıkarıp Evs ile Hazrec’i buranın hâkimi
yaptılar. Yahudilerin Beni Kureyza ve Beni Nadir adlı iki kabilesi şeh­rin
çevresinde oturmaya mecbur oldular. Yahudilerin bir başka kabilesi, Beni Kaynuka
ise Hazrec’in himayesine girip şehrin bir mahallesine yer­leşmeyi başardı. Bu
kabile yukarıda bahsedilen iki Yahudi kabilenin ra­kiplerinden biriydi. Bu iki
kabile bu gelişmeye karşı harekete geçtiler ve Evs kabilesiyle anlaşma
imzalayarak bunun müttefiki oldular. Bundan sonra Evs ile Hazrec te 15 yıl
Yahudilerle beraber aynı şehrin içinde ve çevresinde iç içe yaşadılar. Bu arada,
bu iki Arap kabilesi aynı soydan gelmelerine ve aralarında evlilik bağları
bulunmasına rağmen cehaletleri yükünden hem birbirleriyle sık sık çatışmaya
giriyorlardı, hem de ken­di müttefikleri arasında çatışma çıkarıyorlardı. Zira,
bunlar kendi mütte­fiklerin birleşmelerini istemiyorlardı ve çarpışarak
güçlerini kaybetme­lerinden yana idiler. Ayrıca, Yahudiler de bu iki kabilenin
birbiriyle dai­ma çatışma durumunda olmalarını kendileri için hayırlı
sayıyorlardı. Böy­lece, Evs ile Hazrec arasında 175 yılda ufak tefek çatışmalar
hariç, 11 bü­yük kanlı muharebe oldu. Bu muharebelerin sonuncusu hicretten
sade­ce beş yıl önce (Yani Bi’set’ten 8 yıl sonra ve M.S. 618’de) meydana
gel­di. Bu muharebede her iki kabilenin büyük adamları öldü.[1]
Fakat bu çatışma ve savaşlara rağmen Medine’de Yahudilerin dini etkisi o kadar
kuvvetliydi ki, çocuk doğurmayan veya çocukları sık sık ölen bir ka­dın, gelecek
defa çocuğunun doğması halinde bunu Yahudi yapacağına dair adakta bulunuyordu.
Bu durumu İbni Cerir kendi tefsirinde Hz. Ab­dullah bin Abbas’a dayanarak
anlatmıştır. Ebu Davud, Nesâî, İbni Ebi Hâtim ve İbni Hibbân da bu konuda
çeşitli rivâyetleri İbn Abbas’a, Mücâhid’e, Sa’id bin Cubeyr’e, Şa’bi’ye Hasan
Basri’ye vs.’ye dayanarak nakletmişlerdir.

32.1.3.1. Bu Tarihi
Durumun Etkileri

Yukarıda gayet kısa olarak anlatmaya çalıştığımız Evs ile
Hazrec’in tarihinden anlaşılacağı gibi bu iki Arap kabilesi üç büyük sebeple
İslâmi davete Arabistan’ın diğer bütün kabilelerine oranla daha yatkın idiler.
On­lar, zihnen ve fikren İslâmiyet’i kabul etmeye hazırdılar ve zamanı gelin­ce,
Rasûlullah (a.s.)’a, suya susamış kişiler gibi koştular.

Birinci sebep şuydu: Evs ile Hazrec uzun yıllardan beri
Yahudilerle beraber yaşadıkları için kulakları ve kalbleri nübüvvet, vahiy,
kitap, şeriat vs. gibi kavramlara alışmıştı. Diğer Arap kabileleri için ise bu
kavramlar yabancıydı.

İkincisi, İbni Hişâm ile Taberî’nin İbni İshâk’a dayanarak
belirttiği gi­bi Evs ile Hazrec Yahudi komşularıyla sohbetleri sırasında
bunların sabır­sızlıkla bir peygamberi beklediklerini öğreniyorlardı. Böyle bir
peygam­berin gelişinin Yahudilerin kitabında yazılı olduğunu biliyorlardı.
Yahudiler ayrıca böyle bir peygamberin çabuk gelmesi için sık sık Allah’a dua
ediyorlardı, zira bu peygamberin gelmesinden sonra üzerlerinden diğer
milletlerin galebesinin kalkacağına inanıyorlardı. Özellikle Yahudiler ile Evs
ve Hazrec birbiriyle hırlaşınca şöyle derlerdi: “Göreceksiniz, kısa bir zaman
sonra bizden bir peygamber çıkacaktır. O peygamber ortaya çıkın­ca biz ona tabi
olacağız ve biz onunla bir olup sizi Ad ve İrem milletleri gibi yok edeceğiz.”
Yahudilerin bu gibi sözlerine Kur’an-ı Kerim’de de te­mas edilmiştir:

“Onlar o kitapla müşrikler üzerine fetih ümit ederlerdi.”
(Bakara; 89)

Yahudilerin bu söz ve hareketlerini yakından izleyen Evs ve
Hazrec kabileleri de yeni peygamberleri bekler hale gelmişlerdi ve bu nebi
ortaya çıkar çıkmaz kendisine biat etmek ve böylece hasımları olan Yahudileri
alt etmek niyetinde idiler.

Üçüncüsü, Evs ile Hazrec kendilerini kemiren ve gün geçtikçe
zayıf­latan iç savaştan bıkmışlardı. Onlar kendilerini bir bayrak altında
birleşti­recek bir lideri bekliyorlardı. Kur’an-ı Kerim’de bu kabilelerin bu
durumu­na da temas edilmiştir:

“Cehennem kuyusunun kenarında iken sizi ondan kurtardı.” (Al-i
İmran; 102)

Medineliler bu durumlarından kurtulmak için Hazrec’in bir reisi
olan Abdullah bin Übeyy’i kendi kralları olarak seçmeye de hazırdılar, işte bu
şartlar altında Medinelilere, öteden beri bekledikleri ve can-ü gönülden
is­tedikleri nimet gelmiş oldu. (Bk. İbni Hişâm, eli, s. 234)

32.1.4.
Rasûlullah (a.s.) İle Görüşen İlk Medineli

İbni Hişâm ile Taberî, İbni İshâk ve Asım bin Ömer bin Katâde
Ensarî’ye dayanarak naklettikleri rivayetle Rasûlullah (a.s.) ile görüşen ilk
Me­dineli vatandaşın Hz. Suveyd bin Sâmit olduğunu ifade etmişlerdir. Hz. Suveyd
kabiliyeti, yiğitliği, şiir ve edebiyatı sevmesi ve soylu bir aileye mensup
olması sebebiyle “kâmil” lakabıyla tanınırdı. (İbni Sa’d’ın açıkla­masına göre
halkı arasında son derece zeki, akıllı, okuma-yazması olan, okçuluk ve yüzmede
üstün bir yere sahip kişiye cahiliyye döneminde “kâmil” denirdi. (Bk. Tabakat,
c. III, s. 603). Hz. Suveyd, Rasûlullah (a.s.)’a akraba da oluyordu. Zira annesi
Leylâ binti Amr, Rasûlullah (a.s.) adet üzere kendisiyle görüştü ve kendisini
Hak dine davet etti. Suveyd de­di ki, “galiba bende olan sizde de vardır.”
Rasûlullah (a.s.) “sizde ne var?” diye sordu. Suveyd, “Mecelle-i Lokman (Yani
Hikmet-i Lokman”. Rasûlullah (a.s.), ondan Lokman’ın sözlerini okumasını istedi.
Suveyd dediğini yaptı. Hz. Peygamber (a.s.) dedi ki, “şüphesiz bu iyi bir
kelâmdır, ama bende olan kelâm bundan çok daha üstündür. O da Kur’an’dır ki,
Allah ba­na nazil etmiştir. Kur’an bir hidayet ve bir nur’dur”. Bundan sonra
Rasûlullah (a.s.), Suveyd’e Kur’an’dan bazı parçalar okudu ve kendisini İslâma
davet etti. Suveyd bu davetten kaçmadı ve bunun (Kur’an’ın) gerçekten iyi bir
kelâm olduğunu söyledi. Bundan sonra Suveyd Medine’ye döndü, ama kısa bir süre
sonra Hazrec tarafından öldürüldü. Bu Bu’as savaşından ön­ceki bir olaydır.[2]

32.1.5.
Rasûlullah (a.s.)’ın Medine’nin İkinci Heyetiyle Görüşmesi

İbni Hişâm ile Taberî’nin İbni İshâk’a istinaden naklettikleri
rivayete göre Buâs muharebesinden öne Evs ile Hazrec arasında husûmet ve
çatış­ma başlayacakken, Evs’in bir kolu olan Beni Abd-el Eşhel’in bir heyeti
Ebu’l-Haysir (ya da Ebul-Hayser) Enes bin Kâfi’nin liderliğinde Hazreç’e karşı
Kureyş’i kendi müttefiki yapmak üzere Mekke’ye geldi. Hz. Pey­gamber (a.s.), bu
heyetin geldiğini duyunca onların yanına gitti ve kendi­lerine şöyle dedi: “Siz,
uğruna geldiğiniz şeydan daha iyi bir şey kabul et­mek istiyor musunuz?” Onlar
bunun ne olduğunu sordular. Rasûlullah (a.s.), karşılık verdi: “Ben Allah
tarafından kullarına gönderilen Rasûlü­yüm. Ben kulları Allah’tan başka kimseye
kulluk etmemek, O’nun dışında kimseye ortak koşmamaya davet etmeye geldim. Bana
ayrıca bir Kitab nazil olmuştur.” Rasûlullah (a.s.), bundan sonra İslâmın ana
ilkelerini açıkladı ve kendilerine Kur’an okudu. Heyette yer alan İyas bin Mu’az
adında bir genç bunları duyduktan sonra dedi ki: “Vallahi, arkadaşlar, uğ­runa
geldiğiniz şeyden bu mutlaka daha iyidir.” Fakat Ebu’l-Hayser bu gencin yüzüne
toprak alıp, “bizi böyle şeyler için bağışla. Biz buraya baş­ka bir iş için
geldik” dedi. Bunun üzerine İyas sustu ve Rasûlullah (a.s.) da oradan ayrıldı.
Bu heyetin Medine’ye dönmesinden sonra Bu’as muha­rebesi patlak verdi ve bundan
kısa bir süre sonra İyas da vefat etti. Ölüm anında yanında bulunanların
ifadelerine göre İyas son nefesine kadar Allah’ın adını andı ve O’nun için hamd
ve tesbihte bulundu. Aynı kişiler Mekkedeki görüşmeden sonra İyâs’ın, İslâmın
bir neferi olarak Medine’ye döndüğünü ve müslüman olarak öldüğünü beyan
etmişlerdir.

İbni Sa’d’ın Vâkıdi’ye dayanarak verdiği teferruatlı bilgi, bazı
nokta­larda İbni İshâk’ın rivâyetinden fazladır. Buna göre, Beni Abd el-Eşhel
heyeti Mekke’de Utbe bin Rebi’a’nın evinde kalmıştı. Utbe, heyeti çok iyi
ağırladı, ama ittifakla ilgili muahede imzalanması teklifini “biz sizden çok
uzaktayız, böyle bir şeye gerek yok” diye nezâketle geri çevirdi. Vâkıdi’nin
ifadesine göre İyâs bin Mu’az, heyetin İslâmiyet’i kabul etmesini teklif ettiği
zaman Ebu’l-Hayser kendisine toprak attı ve şöyle dedi: “Am­ma da konuşuyorsun,
biz buraya Kureyş’i düşmanlarımıza karşı müttefik yapmaya geldik, sen de
istiyorsun ki Kureyş’i düşman yapıp gidelim.” Vâkıdî’nin rivâyetinde ayrıca,
İyâs’ın son nefesini alırken yanında bulu­nanlar arasında Muhammed bin Mesleme,
Hz. Seleme bin Selâme bin Vakş ve Ebu’l-Heysem bin et-Teyyihân’ın bulunduğu
kaydedilmiştir.

32.1.6. Ensâr’ın
İlk Grubunun İslâm’ı Kabul Etmesi ve Birinci Akabe Bi’atı

Bi’set sonrası 11. yılda (M.S. 620) Hac mevsiminde Rasûlullah
(a.s.) yine adet üzere muhtelif Arab kabileleriyle görüşmek üzere Mina tarafına
yöneldi ve dolaşarak Akabe[3]
yakınlarında konaklamış olan Hazrec ka­bilesinin bir grubuna vardı. İbni Hişâm
ile Taberî’nin Muhammed bin İshâk’a dayanarak anlattıklarına göre Rasûlullah
(a.s.) kendilerine “siz kimlersiniz?” diye sordu. Onlar, “biz Hazrec kabilesine
mensubuz” dedi­ler. Rasûlullah (a.s.) “eğer biraz oturursanız size bazı şeyler
söyleyece­ğim” dedi. Onlar da “peki” deyince Rasûlullah (a.s.) onların yanına
otur­du, onları Allah’a davet etti ve İslâm’ın temel ilkelerini anlattı ve
Kur’an’dan parçalar okudu. Onlar aralarında dediler ki: “Arkadaşlar, bilin ki
Yahudilerin durmadan söz ettikleri ve geleceğinden korktukları nebi bu­dur.
Sakın onlar bizi geçmesinler.” Ve hepsi sükûnet ve ciddiyetle İslâm’ı kabul
ettiler. Rasûlullah (a.s.)’ı tasdik ettiler ve daha sonra şöyle dediler: “Bizim
milletimiz kadar kargaşa ve iç çekişmeye düşen başka bir millet yoktur. Biz
milletimizi bu halde bırakıp buraya geldik. Belki de Allahu Teâlâ sizin
vasıtanızla onları birleştirir. Biz onlara gidiyoruz ve sizin bize vaaz
ettiğiniz dini onlara vaaz edeceğiz ve inanın, Allah onları sizin etra­fınızda
birleşirlerse sizin kadar kuvvetli daha başka bir adam olmayacak­tır.” Bazı
rivayetlerde bu olaydan şöyle bahsedilmiştir: “Biat’tan sonra Rasûlullah (a.s.)
onlara dedi ki, “Rabbimin mesajını herkese iletebilmem için, siz beni destekler
misiniz?” Onlar dediler ki: “Ya Rasûlullah, bizde Bu’as muharebesi henüz sona
ermiştir. Eğer siz hemen şu sıralarda oraya gelirseniz halkın sizin etrafınızda
toplanmaları zor olacaktır. Siz şimdilik bizim oraya dönmemize müsaade edin.
Belki de Allahu Teâlâ aralarımızdaki ilişkileri düzeltir. Ve sizin bize telkin
ettiğiniz şeyi biz onlara telkin edelim. Belki de Allah onları etrafınızda
toplar. Böyle olduğu takdirde sizden daha kuvvetlisi olmayacaktır. Öyleyse, biz
gelecek yıl Hac mevsi­minde tekrar buluşacağız.”

İbni İshâk, Şa’bi ve Zührî diyorlar ki, Akabe’de Rasûlullah
(a.s.)’a bi­at eden altı kişi vardı. İbni Sa’d da Vâkıdi’ye dayanarak
sayılarının altı ol­duğunu kaydetmiştir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

Heni Mâlik bin en-Neccâr’dan:

1) Ebu Ümâme Es’ad bin Zürâre (bu zât cahiliyye döneminde de
Tevhid’e inanıyor ve putperestlikten nefret ediyordu).

2) Avf bin el-Hâris bin Rifâ’a (annesinin adı Afra’ idi) Beni
Zürayk’tan:

3) Râfi, bin Mâlik (Cahiliyye döneminde kâmil lakabıyla
tanınırdı).

Beni Selime’den:

4) Kutbe bin Amir bin Hadide.

Beni Harâm bin Ka’b’den:

5) Ukbe bin Amir bin Nabi

Beni Ubeyd bin Adiyy’den:

6) Cabir bin Abdullah bin Ri’âb

İbn Abd-il Berr, siret-ün nebi konusunda söz sahibi olan bazı
kimse­lerin Câbir bin Ri’âb yerine Hz. Ubâde bin Samit’in ismini kaydettiklerini
belirtmiştir. Musa bin Ukbe ise ilk Akabe Biat’ına katılanların sayısının sekiz
olduğunu kaydetmiştir. Musa bin Ukbe listesinde şu isimleri kaydet­miştir: Es’ad
bin Zürâre, Rafi’ bin Mâlik, Mu’az bin Afra’, Yezid bin Sa’le­be, Ebu’l-Haysem
bin et-Teyyihan ve Uveym bin Sâ’ide. Daha sonra şun­ları yazmıştır: “Bu zevata
Ubâde bin Sâmit ve Zekân bin Abd-i Kays’ın da dahil olduğu söyleniyor.”
Görüldüğü gibi, bu zayıf bir ifadedir ve âlimler ile tarihçilerin çoğu Muhammed
bin İshâk’ın ifadesinin daha doğru oldu­ğunu kabul etmişlerdir. Hâfız İbni Hacer
de bu ifadeyi diğer ifadelere ter­cih etmişlerdir (Bk. Feth ul-Bâri).

İbni Sa’d, yukarıda bahsettiğimiz Vâkıdî’nin sözlerinin yanı
sıra Medi­nelilerin İslâmiyeti kabul etmelerine dair üç rivayet daha
nakletmiştir, bu rivayetlerde şu ek bilgilere rastlıyoruz: 1) İlk önce Es’ad bin
Zürare ile Zekvan bin Abd-i Kays, Cahiliyye’nin örf ve adetine göre Utbe bin
Rebi’a ile görüşmek üzere Mekke’ye gittiler. Ancak Utbe ile görüşmeden önce Hz.
Peygamber (a.s.) hakkındaki dedikoduları duyduktan sonra onunla görüştüler ve
müslüman oldular. Daha sonra Hz. Es’ad Medine’ye gidip durumu Ebul-Haysem bin
et-Teyyihan’a anlattı ve o da İslâmı kabul etti. Bundan sonra Ebul-Haysem,
Akabe’de Rasûlullah (a.s.) ile görüşmüş olan altı kişiye katıldı. 2) İlk önce
Rafi’ bin Malik ez-Zurki ve Mu’az bin Afra’ umre için Mekke’ye gittiler. Orada
Rasûlullah (a.s.) hakkında bilgi edin­dikten sonra kendisiyle görüştü ve
müslüman oldular. 3) Mina’da Rasûlullah (a.s.), Medine’nin altı değil sekiz
kişinin adı Mûsa bin Ukbe’nin rivâyetinde yer almıştır.

32.1.7.
Medinelilerin İkinci Heyeti ve İkinci Akabe Bi’atı

İbni Sa’d ile İbni İshâk’ın rivayetlerine göre Akabe’de
İslâmiyete iman eden ilk Medineliler memleketlerine dönünce İslâmı tebliğ
çalışma­larına başladılar. Bunun neticesinde ensarın her evinde Rasûlullah
(a.s.)’ın adı duyulmaya başladı. Ertesi yıl (yani bi’set sonrası 12 yıl) hac
mevsi­minde Medine’den gelen 12 kişilik başka bir heyet bir önceki yıl
Hazreclilerin biat ettiği Akabe’de Rasûlullah (a.s.) ile görüştü. Bu 12 kişiden
beşi bir önceki yıl müslüman olanlardı (Hz. Cabir bin Abdullah bin Ri’ab ise bu
yıl gelmedi). Diğer 7 kişiden 5’i Evs’e bağlıydılar:

Hazrec ve Beni en-Neccâr’dan:

1) Mu’az el-Hâris bin Rifâ’a (Afrâ’nın oğlu)

Hazrec ve Beni Zürayk’tan:

2) Zekvan bin Abd-i Kays (İbn Sa’d ve İbni Hişâm’ın ifadesine
göre bu zat Medine’den Mekke’ye gelerek Rasûlullah’ın yanında kaldı ve hicret
sırasında Medine’ye döndü).

Hazrec ve Beni Avf bin el-Hazrec’den:

3) Ubâde bin Sâmit

4) Yezd bin Sa’lebe

Hazrec ve Beni Sâlim bin Avf bin Hazrec’den:

5) Abbâs bin Ubâde bin Nadle (İbni İshâk’ın ifadesine göre bu
zât da Mekke’de kaldı ve Rasûlullah (a.s.) ile beraber Medine’ye hicret etti).

Evs ve Beni Abdil-Eşhel’den:

6) Ebul-Haysem bin et-Teyyihân (bu zât cahiliyye döneminde de
Tevhid’e inanıyor ve putperestlikten nefret ediyordu).

Evs ve Beni Amr bin Avf’tan:

7) Uveym bin Sâ’ide

Rasûlullah (a.s.)’ın bu zevat’dan aldığı bi’atının ismi “Bi’at-ı
Nisâ”dır. Zira, bunun sözleri birkaç yıl sonra müslüman kadınlardan biat
alınması konusunda Kur’an-ı Kerim’in el-Mümtehine suresinin 12. ayetinde teklif
edilen biatın sözlerine çok benziyor. İbni İshâk, Hz. Ubade bin Samit’e
dayanarak biatın metnini şöyle nakletmiştir:

“Biz (Medineli müslümanlar) Allah’a kimseyi ortak koşmayacağız.
Hırsızlık yapmayacağız. Zina yapmayacağız. Evlatlarımızı katletmeyece­ğiz. Kendi
el ve ayaklarımıza iftirada bulunmayacağız (yanî, hiçbir kimseye asılsız
iftirada bulunmayacağız.) Hiçbir emri ma’ruf konusunda Rasûlullah (a.s.)’a
itaatsizlik etmeyeceğiz. Rasûlullah (a.s.)’ın emirlerini dinle­yeceğiz ve ister
mali durumumuz iyi, ister kötü olsun, ister bu emirleri be­ğenelim, ister
beğenmeyelim, isterse de bize başkaları tercih edilsin, bu emirleri yerine
getireceğiz. Ve biz hükümet işlerinde devlet yetkilileriyle ihtilafa
düşmeyeceğiz. (Müsned-i Ahmed’de şu ilâve satırlar var: “Hükü­mette hakkınız
olduğunu sandığınız halde” ve Buhârî’de şu kelimeler var: “Sizin aleni küfre
şahit olmanız hariç”). Ve biz nerede ve ne şartlar altında olursak olalım, Hak
söz söyleyeceğiz ve bizi lanetleyenlerden korkmaya­cağız. Eğer siz bu sözlere
bağlı kalırsanız sizin için cennet vardır. Ve eğer biri yasak bir fiil işlerse,
bu mesele Allah’a havale edilecektir. Allah ister­se cezalandırır, isterse
affeder.”

Bu hadisin muhtelif bölümleri; Hz. Ubâde bin Samit’in
rivayetleri başlığı altında şu hadis kitaplarında yer almıştır: Buhârî,
“Kitab-ul İman”, Bölüm: Menâkıb ul-Ensâr, Kitab ul-Hudud, Kitab ul-Fiten, Kitab
ul-Ahkâm, Müslim: Kitab ul-Hudûd ve Kitâb ul-Emaret Müsned-i Ahmed: Ubade bin
Samit’in rivayetleri.

32.1.8.
Rasûlullah’ın, Mus’ab bin Umeyr’i Medine’ye Göndermesi

İbni Cerir ve İbni Hişâm’ın Muhammed bin İshâk’a dayanarak
yaz­dıklarına göre Medinelilerin bu ikinci heyeti memlekete hareket ederken
Rasûlullah (a.s.) kendilerine refakat etme üzere Hz. Mus’ab bin Umeyr’i
gönderdi. Rasûlullah (a.s.), Mus’ab’ın Medinelilere Kur’an’ı ve İslâm’ı
öğ­retmeye ve dini iyi anlamalarını sağlamaya çalışmasını istedi. Dolayısıyla,
Hz. Mus’ab Medine’ye varıp Hz. Es’ad bin Zürâre’nin evinde kaldı. Fakat Musa bin
Ukbe’nin rivâyetine göre heyet Medine’ye döndükten sonra Mu’az bin Afra ve Rafi’
bin Malik’i kendilerine dini öğretecek bir kişiyi yanlarına almak üzere Mekke’ye
gönderdiler. Rasûlullah (a.s.) Medinelile­rin bu isteği üzerine Hz. Mus’ab bin
Umeyr’i o tarafa gönderdi. Beyhakî’nin İbni İshâk’a dayanarak kaydettiği rivayet
bundan biraz değişiktir. Buna göre heyettekiler Rasûlullah (a.s.)’a mektup
göndererek dini öğret­mek üzere kendilerine bir kişi göndermelerini istediler.
Rasûlullah (a.s.), bu mektuba cevap olarak Hz. Mus’ab’ı Medine’ye gönderdi. İbni
Sa’d da Vakıdi’nin benzer bir rivâyetini kaydetmiştir.

Ensâr, İkinci Akabe bi’atından memleketlerine döndükten sonra
Hz. Mus’ab bin Umeyr başkanlığında İslâmı hızla yaymaya başladılar. İbni

Sa’d’ın, Vakıdi’ye atfen yazdığına göre Beni Abd el-Eşhel’den
Abbâd bin Bişr bin Vakş ve müttefiklerinden Muhammed bin Mesleme, Hz. Mus’ab’a
biat ettiler. Bundan sonra Beni Abd-el Eşhel’in kabile reisi, Sa’d bin Mu’az ve
Üseyd bin Hudayr aynı gün Hz. Mus’ab’a biat ettiler. Hatta, Beni Abd el-Eşhel
mahallesinden tek bir müşrik kalmadı. İbni İshâk, İbni Hişâm ve Taberî, Hz. Sa’d
ve Hz. Üseyd’in İslâmı kabul etmeleriyle ilgili şu ilginç hikâyeyi
nakletmişlerdir:

“Bir gün Es’ad bin Zürâre, Hz. Mus’ab’ı yanına alarak Evs’in bir
kolu olan Beni Zafir kabilesine götürdü. Onlar Beni Zafir’in bahçesinde
dola­şırlarken müslümanlığı kabul etmiş olan birkaç kişi yanlarına geldi. Sa’d
bin Mu’az ile Üseyd bin Hudayr bu faaliyetin haberini alınca Sa’d Üseyd’e şöyle
dedi: “Yahu, şu adamlara (Es’ad ve Mus’ab) gitsene. Baksana, bu adamlar bizim
mahalleye gelip saf kişileri kandırmaya çalışıyorlar. Git ve onları
bahçelerimizden çıkar. Eğer Es’ad bu işe karışmamış olmasaydı ben şahsen oraya
gidecektim. Fakat biliyorsun ki o benim halamın oğludur ve ben onunla yüz yüze
gelmek istemiyorum.” Bunun üzerine Üseyd mızrağıyla bahçeye gitti. Hz. Es’ad’ın
kendilerine doğru geldiğini görünce Hz. Mus’ab’a dedi ki: “Bak, bizim
kabilemizin reisi geliyor. Ona Allah’ın hak sözünü hakkıyla anlatmaya çalış.”
Hz. Mus’ab dedi ki; eğer kendisi otu­rursa onunla mutlaka konuşacağım. Üseyd
onlara gelip kızgın bir ifade ile bir an bekledi ve sonra şu sert sözleri
söyledi: “Hey, sizi buraya getiren nedir? “Siz niye bizim adamlarımızı
kandırıyorsunuz? Eğer canınızı kurtarmak istiyorsanız buradan hemen defolun.”
Hz. Mus’ab, “sakin olun, siz biraz oturup söyleyeceklerimizi dinler misiniz?
Söyleyeceklerimiz hoşu­nuza gidiyorsa kabul edin, gitmiyorsa reddedin, karar
sizindir.” Üseyd “haklısın” dedi ve mızrağını yere çakarak oturdu. Hz. Mus’ab
(r.a.), ona İslâm’ın temel ilke ve inançlarını anlattı ve Kur’an-ı Kerim’den
ayetler okudu. Hz. Es’ad ile Hz. Mus’ab’ın ifadesine göre “yemin ederiz ki,
Üseyd’in yüz ifadesi öylesine birden bire değişti ki, İslâmiyetin O’nu tam
manasıyla etkilediğine inandık.” Nitekim Hz. Mus’ab’ın söylediklerinden sonra
Üseyd şöyle dedi: “Hayret ne kadar da güzel bir kelâmdır. Siz bu di­ne girerken
ne yaparsınız?” İkisi kendisine şöyle dedi: “Yıkanın ve vücu­dunuzu temizleyin,
elbiselerinizi de temizleyin. Sonra, Hakk’a, şehâdet getirin, daha sonra namaz
kılın.” Üseyd o an oradan kalktı, yıkanıp temiz olduktan sonra geldi, kelimeyi
şehâdet getirdi ve iki rek’at namaz kıldı. Daha sonra şunları söyledi: “Arkamda
bir adam var ki, eğer size tabi olur­sa eminim, halkından tek bir kişi sözünün
dışına çıkmayacaktır. Ben ona gidip onu size yolluyorum.” Üseyd bunları
söyledikten sonra oradan ayrıldı ve Sa’d bin Muaz’a vardı. O sırada Sa’d bir
toplantıda idi. Sa’d onu ge­lirken görünce, “vallahi, yemin ederim, Üseyd
buradan gittiği yüzle dön­müyor” dedi.

Hz. Üseyd gelip toplantıda durdu. Es’ad, kendisinin ne yaptığını
sor­du. Üseyd şöyle dedi: “Ben her iki adamla konuştum. Bence, onların her­hangi
bir zararlı çalışması yoktur. Ben onların propaganda yapmamalarını istedim.
Onlar da dedi ki, biz zaten sizin dediklerinizi yapıyoruz. Benim duyduğuma göre
Beni Harise’ye mensup kimseler Es’ad bin Zürâre’nin se­nin halanın oğlu olduğunu
biliyorlar ve seni küçük düşürmek üzere Es’ad bin Zürare’yi öldürtmek için yola
çıkmışlardır”. Bunu duyunca Sa’d’ın yü­zü değişti ve hemen mızrağını alıp
kardeşine yetişmek için oradan ayrıldı. Giderken de, “vallahi, benim seni onlara
göndermemin hiçbir faydası ol­madı” dedi. Hz. Es’ad uzaktan Sa’d’ın gelmekte
olduğunu görünce Mus’ab’a dedi ki, “bu öyle bir reistir ki, arkasında bütün bir
halk vardır. Bu müslüman olursa halkından iki kişi bile İslâmı kabul etmekten
kaça­maz. ” Es’ad her iki adamın gayet sakin ve pervasızca oturduklarını
görün­ce Üseyd’in kendisini onlara bahane ile gönderdiğini anladı ve çok kızdı.
Kızgın bir şekilde Hz. Es’ad bin Zürare’ye dönerek şöyle dedi: “Ebu Ümâme,
vallahi seninle akrabalığım olmasaydı bu adam (Hz. Mus’ab) benden kurtulamazdı.
Sen bizim sülâlemize, beğenmediğimiz bir şeyi mi musallat etmek istiyorsun?” Hz.
Mus’ab kendisine şöyle dedi: “Lütfen, siz sakinleşip söyleyeceklerimi dinler
misiniz? Beğenirseniz kabul edin. Be­ğenmezseniz reddedin, inanın, biz sizin
hoşunuza gitmeyen bir şeyi siz­den uzak tutacağız.” Hz. Es’ad, “doğru söyledin”
dedi ve oraya oturdu. Mızrağını da yere dikti. Hz. Mus’ab kendisine İslâm’ı
anlattı ve Kur’an’dan parçalar okudu. Hz. Mus’ab ile Es’ad’ın rivâyetine göre,
Sa’d henüz konuş­madan yüzündeki tatlı ve yumuşak ifadesiyle İslâma yaklaştığını
sezdiler. Sa’d, Hz. Mus’ab’ın sözleri bitince, “siz bu dine girmek için ne
yaparsı­nız?” diye sordu. Onlar, Hz. Üseyd’e söylediklerini tekrarladılar. Sa’d
yı­kandı ve temiz olarak onlara geldi, kelime-i şehâdet getirdi, iki rek’at
na­maz kıldı ve mızrağını alıp meclise geri döndü.

Hz. Sa’d’ın geri döndüğünü görenler yüzünden anladılar ki
kendisi aynı yüzle Hz. Mus’ab ve Hz. Es’ad’a gitmemişti. Hz. Sa’d gelir gelmez
oradakilere şöyle dedi: “Ey Beni Abd el-Eşhel siz benim nasıl bir insan olduğumu
sanıyorsunuz?” Oradakiler dediler: “Biz sizi reisimiz olarak ta­nırız. Siz
aramızda en merhametli insansınız. Hepimizden daha fazla fikri­nizde
isabetlisiniz. Hepimizden daha akıllı ve tecrübelisiniz”. Bu cevabı aldıktan
sonra Hz. Sa’d şöyle dedi: “Siz Allah’a ve Rasûlüne iman edinceye kadar
kadınlarınız ve erkeklerinizle konuşmam haramdır”. Böylece ak­şam olmadan Beni
Abd el-Eşhel’in bütün erkek ve kadınları müslüman ol­dular. Müslüman olmayan
sadece el-Üsayrim Amr bin Sâbit kalmıştı. O da Uhud gazvesi sırasında müslüman
oldu ve henüz ilk secdede iken şe­hid edildi. Rasûlullah (a.s.) dedi ki: “O
Cennet’e gidecektir”. Şurası unu­tulmamalıdır ki, beni Abd el-Eşhel’de tek bir
münafık yoktu. İbni Sa’d’ın Vakıdi’ye dayanarak naklettiğine göre, Hz. Sa’d bin
Mu’az ve Üseyd bin Hudayr müslüman olduktan sonra ilk iş olarak Beni Abd
el-Eşhel’in putla­rını kırdılar.

İbni İshâk’ın rivâyetine göre Hz. Mus’ab Medine’de tebliğ
çalışmala­rını hiç aksatmadan ve çok başarılı bir şekilde sürdürdü. Öyle ki, bir
kaç müslüman erkek veya kadının bulunmadığı tek bir Ensar mahallesi kal­madı.
Sadece birkaç aile Hendek gazvesine kadar İslâmı kabul etmediler.

32.1.9. Medine’de
Cuma Namazının Başlaması

Hz. Ka’b bin Mâlik ile Hz. İbni Sirin’in rivâyetine göre, Cuma
namazı ile ilgili ilâhi emir gelmeden önce Medineli Ensar haftada bir gün toplu
namaz kılmaya karar vermişlerdi. Ensar bu maksad için Yahudilerin Sebt
(Cumartesi) ve Hıristiyanların Pazar günü yerine Cuma’yı seçmişlerdi. Cuma’ya
cahiliyye döneminde “Arûbe” günü denilirdi. İlk Cum’a namazı­nı Hz. Es’ad bin
Zürâre kıldırdı. Beni Beyâda bölgesinde kılınan bu nama­za 40 kişi katılmıştı.
(Bk. Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, İbni Mace, İbni Hibbân, Abd bin Hamid,
Abdurrezzâk, Beyhakî ve İbni Hişâm).

Dare-Kutni’nin Hz. Abdullah bin Abbas’a dayanarak naklettiği
riva­yete göre, Mekke’de Cuma namazı ile ilgili Allah’tan emir gelince, Hz.
Peygamber (a.s.), Hz. Mus’ab bin Umeyr’i yazılı bir emirle Medine’ye gönderdi.
Buna göre zeval (yani güneşin tam tepeye gelmesinden) sonra iki rek’at namaz
kıldıracaktı. Cuma namazının kılınması emrinin Medi­ne’ye gönderilmesinin
sebebi, o sıralarda Mekke’de cemaatle namaz kılın­manın mümkün olmayışıydı.

32.1.10. Son
Akabe Biatı

Bi’set sonrası 13. yılda Zilhicce’de (Haziran veya Temmuz başı,
622); Hac mevsimi yaklaşmaya kadar İslâm Medine’de bir hayli inkişaf etmiş­ti.
İmam Ahmed ve Taberî’nin Câbir bin Abdullah Ensarî’ye dayanarak naklettikleri
rivayete göre, “Rasûlullah (a.s.) 10. yıl Ukâz ve Mecenne’deki panayırlarda ve
Hac mevsiminde kabilelerin konak yerlerinde dolaşarak “benim Rabbimin mesajını
kullarına iletebilmem için beni kim hima­ye edecek ve yardım edecek ve buna
karşı Cennet’i alacak?” diye seslenir­di. Ne var ki, Rasûlullah (a.s.)’ın bu
çağrısına müsbet cevap veremiyorlar­dı. Bunun sebebi, Kureyşli serserilerin
daima aleyhinde propaganda yap­malarıydı. Nihayet, bizi (Medinelileri) Allah
Yesrib’ten Rasûlullah (a.s.)’a gönderdi ve biz onu teyid ettik. Bundan sonra
İslâm öylesine gelişmeye başladı ki, eğer bir kişi evinden çıkıp iman eder,
Kur’an okur ve müslü­man olursa, eve döndüğünde bakardı ki, evdekilerin hepsi
müslüman ol­muş. Böylece Ensar bölgesinde müslümanların bir grubunun bulunmadığı
ve kişilerin dini inançlarını alenen ilân etmedikleri tek bir mahalle kalma­dı.
Bir gün biz bir yerde toplandık ve Rasûlullah (a.s.)’ın durumunu görüş­tük. Biz
aramızda dedik ki, Rasûlullah (a.s.) ne zamana kadar Mekke’nin dağlarında ve
tepelerinde çaresiz ve acıklı bir şeklide İslâmı yaymak için uğraşacaktır.
Rasûlullah (a.s.) her yerde reddediliyor ve hiçbir yerde eman bulmuyor. En
iyisi, onu bizim buraya getirelim. Bunu tartıştıktan sonra bizden 70 kişi Hac
mevsiminde Mekke’ye gitti ve Rasûlullah (a.s.) ile Akabe’de buluştular.” (Bu
hadisin geri kalan kısmını biz daha sonra akta­racağız).

İmam Ahmed, Taberânî, İbni Cerir, Taberî ve İbni Hişâm,
Muham­med bin İshâk’a dayanarak Hz. Ka’b bin Mâlik’in bir başka rivâyetini
nak­letmişlerdir ki şöyledir: “Biz milletimizin müşrikleriyle[4]
hacca çıktık. Bizimle beraber kabile reisimiz Hz. Berâ’ bin Ma’rûr da vardı.
Yolda bize dedi ki ‘benim bir fikrim var. Bilmem siz bu fikre katılır misiniz?’
Biz fik­rini sorduk, dedi ki: ‘Bence biz Kâ’be’ye sırtımız dönük vaziyetle
değil, Kâ’be’ye yüzümüz dönük vaziyette namaz kılmalıyız”. Biz dedik ki,
‘Rasûlullah (a.s.)’tan bize gelen emre göre biz Suriye’ye (Kudüs) dönerek na­maz
kılarız. Biz Rasûlullah (a.s.)’ın emrine aykırı hareket etmemeliyiz.’ Ne var ki
Hz. Berâ’ Kâ’be’ye dönerek namaz kılmaya ve biz de onu kına­maya devam ettik.
Mekke’ye vardıktan sonra Hz. Berâ’ bana dedi ki, “ye­ğenim, gel Rasûlullah
(a.s.) ile görüşelim; ve kıble ile ilgili meseleyi onunla konuşalım. Zira, sizin
muhalefet göstermeniz yüzünden ben de te­reddüde kapılmışımdır”. Biz bundan önce
Rasûlullah (a.s.)’ı hiç görme­miştik ve hiç tanımıyorduk. Bu sebeple,
Mekkelilerden birine sorduk. O adam, Rasûlullah (a.s.)’ın amcası, Hz. Abbas’ı
tanıyıp tanımadığımızı sor­du. Biz evet dedik, zira ticaret için Hz. Abbas bize
gelip giderdi. Dedi ki, “Harem’e gidin, Rasûlullah’ı Hz. Abbas ile oturur
görürsünüz.” Biz onun tarif ettiği gibi Harem’e gittik ve Rasûlullah (a.s.)’a
selam verdik. Rasûlullah (a.s.) Abbas’a dönerek, “Siz bu beyleri tanır mısınız?”
diye sordu. O, “evet” dedi. “Bu Berâ bin Ma’rûr’dur ve bu da Ka’b bin Mâlik.”
Hiç unut­mam, Rasûlullah (a.s.) benim ismimi duyar duymaz “şair” diye sordu. Hz.
Abbas da ‘evet’ dedi. Bundan sonra Hz. Berâ’ kendi meselesini sordu ve
Rasûlullah (a.s.)’ın buyruğu üzerine Rasûlullah (a.s.)’ın yönüne doğru na­maz
kılmaya başladı. Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) Teşrik günlerinin or­tasında,[5]
gece vakti kendisiyle buluşmamızı teklif etti. Kararlaştırılan gece biz
halkımızın konakladığı yerden kalktık ve Rasûlullah (a.s.) ile gizlice buluşmak
üzere Akabe’ye hareket ettik, zira milletimizin müşrikle­rinin bundan haberdar
olmalarını istemiyorduk. Fakat aramızda hâlâ eski dininde olan eşraf ve kabile
reislerinden Ebu Cabir bin Amr bin Haram’da vardı. Onu da yanımıza aldık. Biz
ona dedik ki, “Siz bizim eşraf ve kabile reislerimizden birisiniz. Biz sizin
Cehennem ateşinde yanmanızı istemiyo­ruz. Ona İslâm’ın öğretilerini anlattık ve
Rasûlullah (a.s.) ile Akabe’de bu­luşmaya karar verdiğimizi söyledik. Ebu Cabir
o an İslam’ı kabul etti ve bizimle beraber Akabe biatına katıldı. Biz o sırada
73 erkek ve 2 kadın­dık. Kadınlardan biri Beni Ncccâr’dan Nesibe veya Nuseybe
binti Ka’b Ümm-ü ‘Umâre[6]
ve diğeri Beni Seleme’den Esma binti Amr Ümm-ü Menî idi.”

Hz. Câbir (r.a.) bu biata katılanların sayısının 70 olduğunu
belirtmiş ve kadınlardan bahsetmemiştir. Amir bin Şa’bi’nin benzeri bir rivâyeti
İmam Ahmed ve Beyhâki tarafından nakledilmiştir. Ancak, Hz. Ka’b bin Mâlik
bi’aıa 73 erkek ve 2 kadının iştirak ettiğini yazmıştır ve isimlerini de
vermiştir. İbni İshâk ise bu hususla daha çok ayrıntılar vermiş ve 73 er­kekten
11’inin Evsli, 62’nin Hazreçli ve iki kadının bulunduğuna işaret et­miştir. İbni
İshâk’a göre kadınlardan biri Nuseybe binti Ka’b idi. Nuseybe, kocası Zeyd bin
Asım ve iki oğlu Habib ve Ubeydullah ile gelmişti, ikinci kadın Esma binti Amr
idi. Rivayetlerdeki bu değişik ifade Arapların ekse­riya küçük sayıları,
özellikle kadınları unuttuklarından kaynaklanmış olsa gerek.

İbni Sa’d, Vâkıdi’ye dayanarak Uveym bin Sâide’nin şu rivâyetini
nakletmiştir: “Biz Mekke’ye vardığımızda Sa’d bin Hayseme ve Ma’n bin Adiyy ve
Abdullah bin Cubeyr bize dediler ki, gelin Rasûlullah (a.s.) ile

görüşelim ve kendisine selâm verelim. Zira, biz ona iman
etmiştik, ama onu henüz görememiştik. Dolayısıyla, biz oradan çıktık. Bize
dediler ki Rasûlullah, Hz. Abbas bin Abdulmuttalib’in evinde oturuyor. Biz oraya
gittik ve Rasûlullah (a.s.)’a selâm verdik ve biz onun Medine’den gelen heyetle
nerede görüştüğünü sorduk. Hz. Abbas dedi ki, “bakın sizinle be­raber
milletinizin müşrikleri de vardır. Onun için bu meseleyi gizli tutun ve
hacıların dağılışına kadar bekleyin.” Rasûlullah (a.s.) bizimle görüş­mek için
sabahına “yevm-un nefes il-âhir” denilen geceyi tesbit etti. (Ya­ni, hacıların
Mina’dan ayrılacakları son gün). Rasûlullah (a.s.) görüşme için Akabe’nin alçak
yerini teklif etti.[7]
Rasûlullah (a.s.) ayrıca uyumakta olan birini uyandırmamızı ve kararlaştırılan
yere gelmeyen bir kişiyi ara­mamızı istedi”.

Son Akabe bi’atıyla ilgili rivayetlerde ittifak halinde
belirtilen bir hu­sus; gece vakti, Medinelilerin ikişer-dörder grublar halinde
kararlaştırılan yere vardıklarında Rasûlullah (a.s.)’ı Hz. Abbas bin
Abdulmuttalib’in ya­nında bulmalarıdır. Rasûlullah (a.s.), bu gibi şahsi ve
gizli meselelerde Hz. Abbas’a çok güvenirdi. Halbuki, Hz. Abbas o zamana kadar
müslü­manlığını gizli tutuyordu ve gayrimüslim olarak görünüyordu.[8]
Hz. Ab­bas’ın orada bulunmasının bir sebebi de, Rasûlullah (a.s.)’ın Medine’ye
hicretiyle ilgili en küçük ayrıntıları tesbit etmek ve herhangi bir pürüz
bı­rakmamaktı.

İmam Ahmed, Beyhâki ve Amir Şa’bi’nin rivâyetine göre Akabe’de
herkes toplandıktan sonra Rasûlullah (a.s.) şöyle dedi: “Kim konuşmak is­tiyorsa
kısa konuşsun, fazla uzatmasın. Zira, müşriklerin casusları sizi her yerde
aramaktadırlar”. Yukarıda aktardığımız Hz. Ka’b bin Mâlik daha sonra rivâyetinde
şöyle diyor: “İlk önce Hz. Abbas (r.a.) söze başladı ve şunları söyledi: “Ey
Hazrecliler[9]
Muhammed’in aramızda nasıl bir mev­ki ve makamı olduğunu biliyorsunuz. O’nun
hakkında hemfikir olanlara, (yani, İslâmiyet’i kabul etmemiş olanlar) nisbetle
biz (yani, Beni Hâşim ve Beni Muttalib) onu destekledik ve himaye ettik. Bu
sebeple, kendisi mil­letinde güçlü bir mevkiye sahiptir ve kendi şehrinde emin
bir yerde bulu­nuyor. Fakat o size gitmekte ısrar ediyor. Şimdi eğer siz davet
ettiğiniz gi­bi sözlerinize bağlı kalacak ve muhaliflerine karşı onu
koruyacaksınız, üzerinize almak istediğiniz mes’uliyeti alın. Fakat eğer onun
buradan çık­ması ve size katılmasından sonra herhangi bir zorlukla
karşılaşacağınıza dair endişeniz varsa açık açık söyleyin. Eğer, o size
gittikten sonra onu bı­rakmanız veya düşmanlarına teslim etmeniz gerekecekse o
zaman şimdi­den bu işten vazgeçin. Zira, o halkı arasında kuvvetli bir mevkiye
ve şeh­rinde emin bir yere sahiptir”. Biz dedik ki; “Sizin söylediklerinizi
dikkatle dinledik. Bundan sonra ey Rasûlullah, siz buyurun ve bizden ne gibi
taah­hüt almak istiyorsanız alın.” Bundan sonra, Hz. Peygamber (a.s.) bir
ko­nuşma yaptı ve Kur’an’dan ayetler okudu, bizi Allah’a davet etti, bizim
İs­lâm’a sadık kalmamızı istedi ve şöyle devam etti: “Sizin kendi çoluk
ço­cuklarınız gibi beni de himaye edeceğinize ve destekleyeceğinize dair siz­den
bi’at almak istiyorum.” Bunun üzerine Berâ’ bin Ma’rûr, Rasûlullah (a.s.)’ın
mübarek elini kendi eline alarak, “evet, sizi Hak ile beraber gön­dermiş olan
Allah’a and içeriz ki, sizi, kendimiz ve çoluk-çocuklarımız gi­bi koruyacağız. O
halde, ya Rasûlullah (a.s.) bizden biat alın. Biz savaşçı kişileriz. Biz
kahramanlığı atalarımızdan miras almış bulunuyoruz.” Bu sırada Ebu’l.Haysem bin
et-Teyyihân lafa karıştı ve dedi ki: “Ya Rasûlullah, bizimle diğerleri
(Yahudiler) arasında bir ittifak vardır. Biz bu ittifakı bozmak istiyoruz. Biz
şundan kuşkulanıyoruz: Allah bize galebe verirse bizi bırakıp kendi halkınıza
(kabilenize) dönebilirsiniz.” Rasûlullah (a.s.) tebessüm etti ve dedi ki:
“Hayır, artık kanla kan ve kabirle kabir vardır. (Yani hepimiz beraber
yaşayacağız ve öleceğiz). Ben sizinim ve siz de benimsiniz. Siz kiminle
savaşıyorsanız, ben de onunla savaşacağım ve siz kiminle sulh yaparsanız ben de
onunla sulh yapacağım.”

Daha önce Müsned-i Ahmed ve Taberânî’ye dayanarak naklettiğimiz
Hz. Câbir bin Abdullah’ın rivâyetinde daha sonra şöyle deniliyor: “Biz Akabe’de
toplandıktan sonra dedik ki, “Ya Rasûlullah, biz ne hakkında si­ze biat
edeceğiz?” Rasûlullah (a.s.) dedi ki: “İyi ya da kötü her vaziyette emirlerimi
dinleyeceğinize, itaat edeceğinize, ister varlıklı ister sıkıntılı halinizde
olsun mallarınızı harcayacağınıza, iyilik için çalışacağınıza, her­kesi
kötülükten men edeceğinize, Allah ile ilgili olarak her zaman doğru­yu
söyleyeceğinize, sizi kınayan veya size karşı gelenlerden korkmayaca­ğınıza ve
ben size geldiğim zaman beni kendi aileniz ve çoluk-çocuğunuz gibi
koruyacağınıza dair bi’at edeceksiniz. Bunun mükâfatı olarak siz Cennet’e
gideceksiniz.” Bundan sonra biz kalkıp Rasûlullah (a.s.)’a yak­laştık ve
Rasûlullah (a.s.)’ın elini grubumuzun en genci olan Es’ad bin Zürâre kendi eline
aldı ve dedi ki: “Durun ey Yesribliler, biz kendisinin Allah’ın Rasûlü olduğunu
bilerek develerimizi koşturduk ve kendisine geldik. Bugün kendisini yanımıza
almak bütün Arapların düşmanlığını kazanmaktır. Bunun neticesinde bebekleriniz
ölecek ve kılıçlar kanlarınızı emecekler. Onun için, bütün bunlara
dayanacağınıza inanıyorsanız Rasûlullah (a.s.)’ın elini tutun. Allah size bunun
mükâfatını verecektir. Fakat eğer siz canınızdan korkuyorsanız, şimdiden bu
işten vazgeçin ve açıkça menfi cevabınızı verin. Zira, şu anda menfi cevap
vermeniz Allah katında daha makbul sayılacaktır.” Bunun üzerine orada bulunanlar
dediler ki: “Ey Es’ad, önümüzden çekil. Allah’a yemin ederiz, biz ne bu biattan
vaz­geçeceğiz ne de elimizi O’nun (Rasûlullah’ın) elinden çekeceğiz.” Bundan
sonra bütün Medineliler Rasûlullah (a.s.)’a biat ettiler.” (Hakim ve Bezzâr da
bu rivâyeti nakletmişlerdir).

İbni Cerir, Taberî ve İbni Hişâm, Asım bin Ömer bin Katâde’ye
isti­naden Muhammed bin İshâk’ın bu rivâyetini nakletmişlerdir. Rivayet
şöy­ledir: “Bi’at sırasında Abbas bin Ubâde bin Nadle Ensarî dedi ki, ‘ey
Haz­recliler, siz bu muhterem şahsiyetin eline ne için bi’at ettiğiniz biliyor
mu­sunuz?” “Evet biliyoruz” diye birkaç ses yükseldi. Abbas, kelimelere basa
basa şunları söyledi: Siz siyah ve beyaz, herkesle savaşmak için bi’at
edi­yorsunuz (yani, biat ettikten sonra bütün dünya size düşman olacaktır).
Şimdi eğer malınızın ve eşrafınızın canının tehlikeye gireceğini düşünü­yor ve
zor şartlarda Rasûlullah (a.s.)’ı düşmanlara teslim edeceğinizi aklı­nıza
getiriyorsanız daha iyisi bugün O’nun peşini bırakın. Zira, Allah’a ye­min
ederek söylüyorum, böylece hem dünyada hem ahirette rezil olaca­ğız. Fakat eğer
diyorsanız ki, malınız ve eşrafınızın canının tehlikeye gir­mesine rağmen davet
etmekte olduğunuz şahsiyeti koruyacaksınız, o za­man O’nun elini tutabilirsiniz.
Allah şahittir bu, dünya ve ahiretin en ha­yırlı en sevaplı işidir.” Toplantıda
hazır bulunanlar dediler ki, “Biz O’nu almamızdan dolayı mallarımız ve
eşrafımızın canlarının tehlikeye girme­sine razıyız.” Bundan sonra, “Ya
Rasûlullah, biz taahhüdümüzü yerine ge­tirirsek, mükâfatımız ne olacaktır?” diye
sordular. Rasûlullah “cennet” di­ye cevap verdi.”

İbni Sa’d, Hz. Mu’az bin Rifâ’a’nın rivâyetini Vakıdi’ye
dayanarak nakletmiştir ki, şöyledir: “Akabe’de herkes toplandıktan sonra Hz.
Pey­gamber (a.s.)’in amcası, Hz. Abbas bin Abdulmuttalib söze başladı ve şöyle
dedi: “Ey Hazrec topluluğu, siz Muhammed (a.s.)’ı kendinize davet etmiş
bulunuyorsunuz. Gerçek şu ki, Muhammed (a.s.) kendi ailesi ve ak­rabaları
arasında en güçlü durumda bulunuyor. Bizden dini kabul etmiş veya etmemiş olan
herkes namus ve şerefini korumak amacıyla O’nu hi­maye etmekte ve
desteklemektedir. Fakat Muhammed (a.s.) hepimizi bı­rakıp size gitmek istiyor.
Şimdi kendi kuvvetinizi, sebat, kararlılık ve sa­vaş tecrübenizi iyice gözden
geçirin ve bütün Arabistan’ın husûmetini ka­zandıktan sonra direnecek durumda
olup olmadığınızı araştırın. Çünkü, şurası muhakkak ki, bütün Araplar birleşip
size çullanacaklardır. Onun için, iyice düşünüp taşınıp karar verin. Aranızda
fikir teatisinde bulunun ve oy birliğiyle bir karara varın. Zira, en iyi söz
doğru sözdür.” Toplantıdakiler susup beklediler. Daha sonra Akabe biatından
hemen önce İslâmi­yet’i kabul etmiş olan Abdullah bin Amr bin Haram şu cevabı
verdi: “Val­lahi, biz savaşçı bir milletiz. Savaşmak bizim mesleğimizdir. Bu
işte biz usta olmuşuz. Savaşmayı atalarımızdan miras aldık. Biz ilk önce okları
atarız. Oklar tükenince mızraklarımızı kullanırız. Mızraklar kırılınca
kılıç­larımıza sarılırız ve bizden veya düşmandan cesetler serilinceye kadar
kı­lıç sallarız.” Hz. Abbas “evet siz gerçekten savaşçı bir milletsiniz” diye
tasdik etti. Daha sonra Hz. Berâ’ bin Ma’rûr ileriye geldi ve şöyle konuştu:
“Biz söylediklerinizi dinledik. Allah şahittir, eğer kalbimizde başka bir şey
(fitne, hile) olsaydı, açık açık söylerdik fakat, inanın, biz Rasûlullah
(a.s.)’a sadık kalmak ve kendisi için canımızı feda etmek istiyoruz.” Vâkıdî’nin
başka bir rivâyetinde Hz. Berâ’ bin Ma’rûr’un konuşmasından şu bölümlere de yer
verilmiştir: “Bizde iyi silah ve savaş malzemesi var ve biz iyi savaşan bir
milletiz. Taştan putlara taptığımız zaman böyle idik. Şimdi de Allah bize
hakikati göstermiştir ve diğer İnsanlar bundan uzak­tırlar. Cenab-ı Allah bizim,
Rasûlullah (a.s.)’ı himaye etmemizi sağlamış­tır. Böyle bir durumda bizim ne
kadar canla ve başla direneceğimizi tah­min edin.”

32.1.11. Akabe
Bi’atının Ehemmiyeti

Son Akabe bi’atı, İslam tarihinde altın harflerle yazılacak
ehemmiyet­te çok büyük bir vak’adır. Akabe bi’atı Rasûlullah (a.s.)’ın
Mekke’deki teb­liğ çalışmalarının bir dönüm noktasıdır. Hatta diyebiliriz ki, bu
önemli fır­satı Cenab-ı Allah temin etti ve Rasûlullah (a.s.) da bunu
kaçırmayacak basiret örneğini verdi. Görüldüğü gibi, Medineliler, Hz. Peygamber
(a.s.)’i bir kaçak veya mülteci gibi değil, Allah’ın naibi ve kendi İmam ve
hü­kümdarları olarak davet ediyorlardı. Aynı şekilde Mekke’deki müslümanlar için
de Medine’nin kapıları İbni. Medineliler Mekkeli müslüman­ları birer mülteci
olarak çağırmıyorlardı. Onlar istiyordu ki, Arabistan’ın çeşitli bölgelerine
dağılmış vaziyette olan müslümanlar Yesrib’de toplana­rak güç birliği yapsınlar,
disiplinli ve düzenli bir İslam toplumu meydana getirsinler. Başka bir deyişle,
Yesrib ve Yesribliler “Medinet’ul-İslam” (İslam şehrinin temellerin attılar ve
Rasûlullah (a.s.) Medinelilerin bu da­vetini kabul etmek suretiyle Arabistan’da
ilk “Dar-ul İslam” (İslam belde­si) meydana getirdi. Medineliler attıkları bu
büyük adımın ehemmiyetini ve anlamını çok iyi biliyorlardı. Ama onlar, yiğit,
mert ve kahraman in­sanlardı. Bu hayırlı ve sevaplı girişimleriyle bütün
Arabistan’a açıkça meydan okuyorlar ve küçük bir kasabanın bütün ülkenin husumet
kılıçla­rına ve ekonomik ve sosyal boykotuna karşı cansiperane bir şekilde
ortaya çıktığını gösteriyorlardı. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, Akabe bi’atına
katı­lan İslam’ın bu ilk yardımcıları (ensâr) kendi yaptıkları konuşmalarıyla
da, ciddiyet ve sadakatle İslam Peygamberini ve sahabelerini her ne pahasına
olursa olsun desteklemeyi ve korumayı taahhüt ediyorlardı.

32.1.12. Ensâr’ın
Fedakârlık Duygusu

Ensâr, bütün güçlük ve tehlikeleri bilerek şuurlu bir biçimde
bi’at et­miş ve Rasûlullah (a.s.)’ı ve arkadaşlarını desteklemeye karar
vermişlerdi. Ensârın bu bi’atlarından endişe duymaları veya korkmaları şöyle
dursun, mutluluk ve heyecanları görülmeye değer bir şeydi. Onlar yaptıkları
işten o kadar memnun oluyor ve övünç duyuyorlardı ki, bi’atten hemen sonra
aralarında bir tartışma başladı: Acaba ilk önce bi’at için Rasûlullah (a.s.)’a
elini uzatan kimdi diye. Beni en-Neccâr iddia ediyordu ki, ilk bi’at eden Es’ad
bin Zürâre idi. Beni Abd el-Eşhel ise bu şerefin Ebu’l-Haysem bin et-Teyyihân’a
ait olduğunu ifade ediyordu. (Bk. İbni İshâk). İbni Esir, “Üsd-ul Ğabe”de diyor
ki, Beni Seleme, ilk önce bi’at edenin Ka’b bin Mâlik olduğunu ifade ediyordu.
İbni Sa’d Vâkıdi’ye dayanarak diyor ki; Evs ile Hazrec de birbiriyle bi’atte
öncelik konusunda tartışma yaptılar. Kısacası, herkes bu şerefi üstlenmeye
çalışıyordu. En son, bu işi en iyi Abbas’ın bildiği belirtilerek O’nun fikrinin
sorulmasına karar verildi. Do­layısıyla, Medineliler Hz. Abbas (r.a.)’a gittiler
ve Rasûlullah (a.s.)’a biat için ilk önce elini kimin verdiğini sordular. Hz.
Abbas şöyle dedi: “Rasûlullah (a.s.)’a bi’at eden ilk kişi Es’ad bin Zürâre idi.
Daha sonra Berâ’ bin Ma’rûr ve daha sonra Üseyd bin Hudayr”. Bu vak’a gösteriyor
ki, Medi­ne’li ensâr fedailik ve fedakârlıkta birbiriyle yansır hale
gelmişlerdi.

32.1.13. Nakib’in
Tayini

Yukarıya aldığımız Hz. Ka’b bin Mâlik’in rivâyetinin daha
sonraki bölümünde şu ifade yer almıştır: “Bi’atten sonra Rasûlullah (a.s.) bize
de­di ki kendi kabilelerinden sorumlu olacak aranızdan 12 nakib seçmelisi­niz”.
(İbni Sa’d’ın Tabakatında yer alan İbn İshâk’ın rivâyetine göre Rasûlullah
(a.s.) şöyle dedi: Bu nakibler, Hz. Îsa’nın havarileri gibi kendi kabi­lelerinin
kefili olacaklardır. Tabakatta Vâkıdî’nin de bir rivâyeti vardır bunda
Rasûlullah (a.s.)’ın şunları da söylediği kaydedilmiştir: “Mûsâ, Be­ni
İsrail’den 12 Nakib seçmişti”. Rasûlullah (a.s.)’ın bu talimatı üzerine Ensâr
aralarında görüşerek 12 kişinin ismini verdiler. Bunlardan 9’u Haz-rec’ten ve
3’ü Evs’ten idi. İbni İshâk’ın rivâyetine göre bu zevat şunlardı:

Hazrec’den:

1) Es’ad bin Zürâre. (Rasûlullah (a.s.), kendisini Nakiblerin
Nakibi yaptı).

2) Sa’d bin er-Rebi’: (Cahiliyye döneminde Medine’nin
okuma-yazma bilen birkaç kişisinden biriydi).

3) Abdullah bin Revâha: Bu da okuma yazma biliyordu.

4) Râfi’ bin Malik: Cahiliyye döneminde kâmil lakabına sahipti.

5) Berâ’ bin Ma’rûr: Hicretten kısa bir süre önce vefat etti ve
Rasûlullah (a.s.) onun kabrinde cenaze namazını kıldı.

6) Abdullah bin Amr bin Harâm: Akabe bi’atının yapıldığı gece
müslüman olmuştu.

7) Ubâde bin Samit.

8) Sa’d bin Ubâde: Bu da kâmil lakabıyla tanınırdı.

9) Münzir bin Amr. (Bunun da okuması vardı).

Evs’ten:

10) Üseyd bin Hudayr. (Bu da kâmil lakabıyla tanınırdı).

11) Sa’d bin Hayseme.

12) Rifâ’a bin Abd-il Münzir. (İbni Hişâm’ın ifadesine göre bu
zâtın yerine bazı tarihçiler Ebu’l-Haysem bin el-Teyyihân’ın ismini
yazmışlardır).

Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) ensarın kendi konak yerlerine ve
ça­dırlarına dönmelerini istedi ve onlar oradan ayrıldılar.

32.1.14. Akabe
Bi’atının Haberini Alan Kureyş’in İlk Tepkisi

İmam Ahmed, İbni Cerir, Taberî ve İbni Hişâm, Muhammed bin
İshâk’a istinâden, Hz. Ka’b bin Mâlik’in bir rivâyetini nakletmişlerdir ki,
bununla Kureyş’in Akabe bi’atına karşı ilk tepkisinin ne olduğu ortaya çı­kıyor.
Buna benzer bir rivâyet Vakıdi tarafından çeşitli senetlere dayanıla­rak
kaydedilmiştir. Bunu İbni Sa’d da kendi eserine almıştır. Rivayetler şöyledir:
Akabe bi’atı yapıldığı gece Kureyşliler bundan haberdar oldular ve sabah belli
başlı adamları Medinelilerin konakladığı yere geldiler. On­lar Medinelilere
şöyle dediler: “Ey Hazrec topluluğu, duyduğumuza göre siz bu adam (Rasûlullah
-a.s.-) ile görüşmüş, O’nu kendinize götürmek is­temiş ve bize karşı savaş açmak
amacıyla O’na bi’at etmişsiniz. Vallahi billahi, Arabistan’da sizinle savaşmamız
kadar bizim hoşumuza giden baş­ka bir şey yoktur.” Bunun üzerine Medineli
müşriklerden bazı kimseler kalkıp, “vallahi, böyle bir şey olmamıştır. Bizim
böyle bir şeyden haberi­miz yoktur” dediler. Bu müşrikler gerçekten doğru
söylüyorlardı, zira on­lar müslümanların bi’atından haberdar değillerdi. Fakat,
müslümanlar ara­larında gözleriyle işaretleşiyorlardı. Daha sonra Kureyşli
kabile reisleri, Medineli mümtaz kişi Abdullah bin Übeyy’e gittiler ve ona
durumu izah etmeye çalıştılar. Abdullah bin Übeyy dedi ki, “böylesine büyük bir
işe halkım beni atlatarak girişemez. Böyle bir şeyin olduğunu sanmıyorum.”

Kureyşliler bu cevaplardan tatmin olmadılar ve sürekli olarak
tahki­kat ve tetkikte bulundular. Bu soruşturmalarının sonunda bir bi’atın
yapıl­dığı kanısına vardılar. Nitekim, Medineliler hac farizalarını tamamlayıp
Mekke’den ayrıldıktan sonra, yol alırlarken Kureyşlilerin bir grubu Ezâhir
mevkiinde Hz. Sa’d bin Ubâde ve Münzir bin Amr’ı yakaladı. Münzir kar­gaşa
içinden kurtulmayı başardı, ama Sa’d yakalanıverdi. Kureyşliler Hz. Sa’d bin
Ubâde’nin ellerini arkaya bağladılar ve saçından tutarak ve döve­rek Mekke’ye
götürdüler.

Hz. Sa’d’ın ifadesine göre Mekke’de kendisine eziyetler
yapılırken bembeyaz, pembe, parlak yüzlü bir şahıs kendisine geldi. (Bu şahıs
Sü­heyl bin Amr idi). Bundan sonra Hz. Sa’d’ın ifadesi şöyledir: “Ben zannet­tim
ki, eğer bu insanlarda biraz insanlık varsa o da bu adamdadır. Fakat o herif
gelip yüzüme sert bir yumruk vurdu. Ben kendi kendime dedim, “vallahi, bu
hayvanlar arasında merhametli kimse yoktur.” Onlar beni yer­de sürüyerek
çekiyorlardı. Bir süre sonra bir Kureyşli (Ebu’l-Bahteri bin Hişâm) bana gelip,
“ey Allah’ın kulu, seninle Kureyş arasında herhangi bir eman ve himaye
sözleşmesi yok mudur?” Ben dedim ki, “ben kendi memleketimde Cubeyr bin Mut’im
ile Hâris bin Harb bin Ümeyye bin Abd-i Şems’in ticaret kafilelerine eman
verirdim. (İbni Sa’d, Cubeyr’in ye­rine babası Mut’im bin Adiyy’in ismini
yazmıştır). Bunun üzerine o adam dedi ki, “sen bu adamların ismini bağıra bağıra
söyle ve aralarındaki yakınlığı anlatmaya çalış.” Ben dediklerini yaptım. Sonra
o adam (Ebul-Bahteri) isimlerini verdiğim iki adamı aramaya çıktı ve onları
Ka’be’de buldu. Onlara dedi ki: “Hazrec’in bir adamı Ebtah (Mekke ile Mina
ara­sında Muhassab) vadisinde dövülüyor. Bu adam durmadan sizin isminizi
sayıklıyor ve diyor ki “onunla sizin aranızda bir eman sözleşmesi vardır.” Onlar
dövülen kişinin adını sordular. O adam (Ebu’l-Bahteri) “Sa’d bin Ubade” dedi.
Bunu duyunca ikisi dedi ki, “vallahi o doğru söylüyor. O, bizim tüccarlarımıza
eman veriyordu ve bize kimsenin zulüm etmesine imkân vermedi.” Sonra ikisi geldi
ve Hz. Sa’d’ı Kureyşli zalimlerin elin­den kurtardılar.”

Vâkıdî’nin rivâyetine göre, Hz. Sa’d’ın kaybolduğunu gören Ensâr
kendisini aramak üzere geri döndüler, ancak kısa bir süre sonra kendisinin
kafileye gelmekte olduğunu gördüler.

32.1.15.
Bi’at’ten Sonra Medine’de İslâm’ın Yayılışı

Ensâr, Mekke’den döndükten sonra Medine’de İslâm’ı hızla yaymaya
başladılar. Bu fedailer büyük bir coşku ve dini duyguyla putları ve
putpe­restleri yok etmeye çalıştılar. İbn Sa’d’ın verdiği teferruatlı malumata
göre Ebu Abs bin Cebr ile Ebu Bürde bin Niyâr, Beni Harise’nin putlarını; Umâre
bin Hazm, Es’ad bin Zürâre, Avf bin Afra’, Salit bin Kays ve Ebu Sırma, Beni
Neccâr’ın putlarını; Ziyâd bin Lebid ve Ferve bin Amr, Beni Beyâda’nın
putlarını; Sa’d bin Ubâde, Münzir bin Amr ve Ebû Dücane Beni Sâide’nin putlarını
ve Mu’az bin Cebel, Sa’lebe bin Ğanâme ve Ab­dullah bin Üneys, Beni Selime’nin
putlarını kırmak için seferber olmuşlar­dı. Bu seferberlik gösteriyor ki,
müslümanlar Medine’de söz geçirecek ha­le gelmişlerdi. Müslümanlar alenen
putları kırıyorlardı ve kendilerine ma­ni olacak veya mukavemet edecek hemen
hemen kimse yoktu.

Bu hususta İbni Hişâm ilginç bir olayı dile getirmiştir.
Rivayete göre Medine kabilelerinden Beni Selime’nin lideri Amr bin Camuh,
şirkine de­vam ediyordu. Halbuki, oğlu Mu’az bin Amr müslüman olup Akabe
bi’atı­na katılmıştı. Amr bin Camuh, evinde ağaçtan koca bir put yaptırmıştı. Bu
putun adı Menat idi. Bu tür özel putlar müşrik reislerin saray, köşe ve
ev­lerinde umumiyetle bulunuyordu. Amr’in oğlu ve kabilesinin bazı diğer
gençleri müslüman olduktan sonra Menat adlı putu gece vakti çukura atıp üzerine
çöp ve pislikler attılar. Sabah Amr kalkıp Menât’ı yerinde bulama­yınca çok
üzüldü, bağırdı, çağırdı ve etrafta aradı. Nihayet, onu çöplükte buldu. Onu geri
getirdi, yıkayıp temizledi ve kokular sürerek olduğu yere koydu. Fakat müslüman
gençler bu işi adet haline getirdiler ve birkaç gece bu işi tekrarladılar. Amr,
her sabah kalkar, putunu arar ve kızgınlıktan patlardı. Her defasında, “ah, ey
Menat, seni bu hale sokan rezilleri bir eli­me geçirsem…” diye söylenirdi. Bir
gün aynı şekilde bu putu çukurdan çı­kardı ve yerine koydu. Boynuna da bir kılıç
asarak; “sana bu muameleyi yapanı bilmiyorum. Fakat senin biraz gayretin varsa
bu kılıçla kendini ko­ru” dedi. Gece, gençler bu kılıcı çıkarıp bir yere
koydular ve buna bir kö­peğin ölüsünü bağlayıp Beni Selime’nin bir kuyusuna
attılar. Amr, adet üzere sabah putunu bulamayınca onu aramaya çıktı. Nihayet onu
bir ku­yuda devrilmiş vaziyette bir köpeğin ölüsüyle birlikte buldu. O zaman
ka­bilesinin adamları ona gelip yaptığı akılsızlığa dikkat çektiler. Onun da
gözü açıldı ve huşû ve huzu ile İslâmiyet’i kabul etti.



 




[1]
İbni Sa’d’ın
belirttiği gibi Bu’as muharebesi Hicret’leri 6 yıl önce cereyan etmişti.
Bu’as bir mer’a veya yerin ismiydi; ki Medine’ye iki mil uzaklıkta Benî
Kurayza’nin oturduğu bölgede idi. Muharebede Evs kabilesinin reisi Hz. Üseyd
bin Hudayr’ın babası Hudayr’dı. Evs’in yanında Benî Kurayza ile Benî Nadir
yer almışlardı. Karşı tarafta ise Hazrec’in reisi Amr bin Nu’mân Beyadi idi
ve bunun yanında yahudilerden Benî Kaynuka’ vardı. Muharebede Evs ve
müttefikleri zafer kazandı. Takat her iki taraf o kadar büyük zayiat verdi
ki ikisi de bu tür savaşlara fazla imkân vermemeyi ciddi olarak düşünmeye
başladı.



[2]
Belâzurî,
“Ensab ul-Eşrâf’ta Suveyd’in katlinin zaten Bu’as muharebesi için zemin
hazır­ladığını yazmıştır.



[3]
Akabe,
Arapçada “tepe”ye denilir. Burada bahsedilen tepe, Minâ bölgesinde ve Mekke
yolunda bulunuyor.



[4]
Hâkim ile
İbni Sa’d’ın rivâyetine göre o yıl Evs ve Hazrec’den 500 kişi hacca
gitmişti.



[5]
Teşrik
günleri, Hac sırasında Minâ’da geçirilen süreye denilir.



[6]
Hu hatun
sahte peygamber Müseyleme Kezzâb’a karşı savaşta oğlu Abdullah’ın yanında
idi. Bizzat savaşa katıldı ve, 12 yara aldı ve, bir kolunu kaybetti. Bundan
önce Müseyleme, onun başka bir oğlu Habib’i eziyet ederek ve kol bacak
keserek öldürmüştü. (İbn Hişâm, c. II, s. 108-109).



[7]
İbni Sa’d
bunun bugün bir caminin bulunduğu yer olduğunu kaydetmiştir. (Tabakat-ı İbni
Sa’d, Beyrut baskısı, 1957, c. I, s. 221). İbn Sa’d H.S. 168’de doğmuştu ve
230’da vefat etmişti. Bu demektir ki, bu yerde Hicret’in ikinci yüzyılında
bir cami vardı. 1936’da Muhammed Hüseyin Hey-kel’in “Kitabu fî-menzîl-ul
Vahy”de belirttiği gibi Hicaz’ı gezdi ve burada Mescid-ul Akabe diye bir
cami bulunduğunu gördü. Ne var ki bugün bu camiden herhangi bir eser
kalmamıştır.



[8]
İbni Sa’d,
Ebû Râfi’ Mevlâ’nın şu rivâyetini nakletmiştir: “Ben Hz. Abbas’ın kölesiydim
ve İslâm evimize girmişti. Hz. Abbas ve zevcesi Ümmül Fadl ve ben müslüman
olmuştuk. Ama Hz. Abbas, müslüman oluşunu gizli tutuyordu. Bedir savaşından
sonra kâfirlerin evlerinde matem varken biz sevinçten uçuyorduk.”



[9]
O devirde
Evs ile Hazrec’in her ikisi de Hazrec diye çağrılıyordu.

İlgili Makaleler