Peygamberler Tarihi İ.Yiğit

HZ. NUH (A.S.) HAYATI

                          

DÖRDÜNCÜ
BOLÜM
1

HZ.
NUH (A.S.)
1

A.
Soykütüğü Ve Zamanı
1

B.
Peygamberliğinden Önce Kavminin Dînî Durumu
. 2

C.
Peygamber Olarak Görevlendirilmesi
3

D.
Müşrikler Hz. Nuh (A.S.)’In Dâvetine Karşı Birleşiyorlar
. 4

E.
Ata Dînî Bahanesi
5

F.
Tehditlerin Artması
9

G.
Hz. Nuh (A.S.)’In Kavminin Hidâyetinden Ümidini Yitirmesi Ve Onlara Bedduası
10

H.
Kurtuluş Gemisi Ve Tufan
. 11

I.
Hz. Nuh (A.S.)’In Oğlu Ve Hanımı Da Boğulanlar Arasında
. 14

İ.
Tufanın Sona Ermesi
15

K.
Tufanın Kapladığı Alan
. 17

L.
Hz. Nuh (A.S.)’In Yaşı, Tufandan Sonraki Hayatı Ve Vefatı
19

M.
Hz. Nuh (A.S.)’In Güzel Ahlâkı Ve Kıssasından İbretler
. 20

 

 

 

 

DÖRDÜNCÜ BOLÜM

 

HZ. NUH (A.S.)

 

A. Soykütüğü Ve Zamanı

 

Meşhur rivayete göre,
Nuh (a.s.)’un soy kütüğü şöyledir: Nuh b. Lâmek b. Mettûşelâh b. Ahnuh (İdris
a.s.). Nuh (a.s.), yaygın bir rivayete göre, Hz. Âdem’den yaklaşık bin sene
sonra I-rak’ta yaşamıştır. Ebu Ümâme’den nakledilen bir hadiste de, Â-dem ile
Nuh arasındaki sürenin on asır olduğu bildirilmektedir.[1] İnsan
neslinin devamı açısından önemli bir dönüm noktası teşkil eden Nuh Tufanı
dolayısıyla insanlığın “ikinci atası” konu­munda olan Hz. Nuh,
Kur’ân-ı Kerim’de ve Hz..Peygamber’in ha­dislerinde diğer peygamberlere kıyasla
daha geniş tanıtılan ve “ülül-azm” olarak isimlendirilen 5 büyük
peygamberden biridir. Kur’ân-ı Kerim’de, 28 sûrede hakkında bilgi verilmiş ve 43
yerde ismen zikredilmiştir.[2] 28
âyetten müteşekkil 71. sure onun adını taşır ve baştan sona onun tevhid
mücâdelesinden bahseder. Bu şekilde tamamı bir peygamberin mücadelesini konu
alan başka bir sûre daha yoktur.

Ancak Kur’ân-ı Kerim,
Nuh’un (a.s.) hayatının sâdece pey­gamber olarak görevlendirildikten sonraki
safhasından bahset­miş; doğumu, yetişmesi ve peygamberlik görevine getirilişi
hak­kında bilgi vermemiştir. Dolayısıyla Kur’ân’da onun hakkındaki bilgiler,
tebliğ mücadelesi, kavminin kendisine aşırı düşmanlığı, bu yüzden Tufan ile
cezalandırılmaları, o ve ona iman edenlerin ise kurtulması konularıyla
sınırlıdır. Ondan bahseden âyetlerin çoğunda, yalnızca kavminin onu yalanlaması
ve maruz kaldıkla­rı ilâhî azaba işaret edilirken, 14 yerde daha geniş bilgi
verilmiş­tir. [3] 

 

B. Peygamberliğinden Önce Kavminin Dînî Durumu

 

İdris’ten (a.s.)
sonraki asırlarda, Allah’a ibâdeti terk eden insanlar, kendi uydurdukları sahte
ilâhlara, yâni putlara tapma­ya başlamışlardı. Giderek putperestlik yayılmış,
doğru yoldan uzaklaşan insanlar her türlü kötülüklere dalmışlardı.

Allah Teâlâ, Nuh
kavminin putlara taptığını şöyle haber vermektedir:

“Dediler ki:
Tanrılarınızı bırakmayın, ilâhlarınız Vedd, Suva, Yeğus, Yeuk ve Nesr’den
vazgeçmeyin!”[4]

Bâzı rivayetlere göre,
insanlık, Hz. Adem ile Hz. Nuh ara­sında geçen yaklaşık on asırlık dönemin son
zamanlarına kadar, hak din üzere kalmıştır.[5]
Beşeriyete arız olan ilk itikadı sapma, Nuh’un (a.s.) mensup olduğu kavim
arasında görülmüştür. Bu ilk şirk, doğrudan Allah’ın varlığını inkâr olarak
değil; ancak uydurdukları putları O’na ortak koşma, putları Allah ile kendile­ri
arasında aracı kabul etme şeklinde ortaya çıkmıştır.

Mealini verdiğimiz
âyetten anlaşıldığı gibi, Nuh kavmi, isimleri zikredilen putlara tapıyordu.
Ancak onların arasında putperestliğin ne zaman ve nasıl ortaya çıktığı hususu
bilinme­mekte, bu konuda farklı rivayetler bulunmaktadır. Buhârî’nin İbn
Abbas’a dayandırdığı bir rivayete göre, âyette isimleri geçen putlar, halk
içinde iyilikleriyle temayüz etmiş bâzı sâlih insan­lardı. Onların vefatından
bir süre sonra toplumun ileri gelenleri, şeytanın teşvikiyle bu şahısların
hatıralarını unutmamak, isim­lerini ve iyiliklerini ebedîleştirerek herkesin
örnek almasını sağ­lamak düşüncesiyle onların heykellerini dikmişlerdi. Ne var
ki, zamanla bu şahıslar hakkındaki bilgiler unutuldu ve yeni nesil­ler onları
kendileriyle Allah arasında vâsıta kabul ederek onlara tapmaya başladılar.[6]

Bu konuda aktarılan
bir diğer rivayete göre ise, Hz. İdris’ten sonraki dönemde hak din üzere
yaşayan insanlar ara­sında, ilk olarak, temeli gözle görülmeyen ruhanî
varlıklara ibâ­det olan bir düşünce ortaya çıkmıştır. Şöyle ki, kâinatın
yaratıcı­sı bir Allah’ın mevcudiyetini kabul eden bu mezhebin mensupla­rı,
doğrudan Allah’a ulaşmaktan aciz olduklarını farz ederek, O’na ancak kendisine
yakın olan ruhanî varlıklar, yani melekler vasıtasıyla ulaşabileceklerini
düşünmüşlerdir. Melekleri gözleriy­le göremedikleri için, bu defa onlara yedi
gezegenle yaklaşabile­ceklerine inanmışlar, yedi gezegenin bu âlemin
idarecileri oldu­ğunu ileri sürmüşlerdir. Bu gezegenlerin gündüzleri gözden kay­bolması
sebebiyle de, onlara ulaşmak için yeryüzünde kendi elleriyle yaptıkları putları
aracı edinmişlerdir. Dolayısıyla, put­larla gezegenlere, gezegenlerle ruhanî
varlıklara (meleklere), ru­haniler vasıtasıyla da Allah’a ulaşacaklarına
inanmışlardır. Asır­lar sonra Câhiliye Araplarmda görüleceği gibi, onlar da
putlarını, kendilerini tek olan Allah’a yaklaştıran ilâhlar olarak kabul et­mişlerdir.[7]

 

C. Peygamber Olarak Görevlendirilmesi

 

Cenab-ı Hak, putperest
bir toplum içinde doğup büyüyen Nuh’u (a.s.) kendisine elçi seçerek onu
kavminin peygamberi olarak görevlendirdi. Rivayete göre ona peygamberlik
görevi, 40 yaşından sonra verilmişti. Böylece, nebî-rasül ayırımı dikkate
alındığında, rasüllerin ilki sayılan Hz. Nuh,[8]
Kur’an-ı Kerim’de bildirildiği gibi, 950 yıl; hatta daha fazla devam
ettireceği,[9] uzun süreli tebliğ
mücâdelesine başlamış oluyordu. Bunun üzerine onun ilk işi, kavmini tapmakta
oldukları putları bırakıp yalnızca Allah’a kulluğa davet etmek oldu. Allah
tarafından kurtuluş yo­lunu göstermekle görevlendirildiğini söyleyerek,
insanları tevhide çağırıyordu. Allah’a ortak koştukları putlarını terk
etmedikleri takdirde, şiddetli bir azaba çarptırılacaklarını hatırlatıyordu:

“Andolsun ki biz,
Nuh’u kavmine peygamber olarak gönder­dik. O şöyle demişti; Gerçekten ben, sizi
Allah’ın azabından apa­çık korkutanım. Allah’tan başkasına ibâdet etmeyin.
Hakikaten ben, sizin başınıza gelecek acıklı bir günün azabından korkarım.[10]

Ne var ki, kavmini
kurtuluşa çağıran bu büyük peygam­ber, insanlardan arzuladığı karşılığı
göremedi. Aksine, daha işin başında şiddetli bir muhalefetle karşılaştı. Daha
sonraki pey­gamberlerin başına gelen sıkıntılar, hatta fazlasıyla, onun basma
da geldi. Her şeyi ve her doğruyu yalnız kendilerinin düşünebile­ceği
iddiasıyla her defasında peygamberlerin karşısına dikilerek onlara düşman
kesilmiş zengin ve şımarık şirk elebaşıları, ona da hemen sapıklık damgasını
vurmuşlardı. Zekâsı, ileri görüşlü­lüğü, hilmi, sabrı ve yüksek ikna kabiliyeti
ile bilinen Nuh (a.s.), onlara kendisinde bir sapıklık olmadığını; aksine
Cenâb-ı Hak tarafından kendilerini hidâyete kavuşturmakla görevlendirilen bir
peygamber olduğunu anlatabilmek için çok uğraştı. Kendile­rine söylediği
sözlerin, Allah tarafından vahyedilen bilgiler oldu­ğunu açıkladı.
Muhataplarına, Allah’a inanarak O’nun emirleri­ne itaat ederler ve yasakladığı
kötülüklerden kaçınırlarsa günah­larının bağışlanacağını, isyandan
vazgeçmedikleri takdirde ise, kendilerini ansızın korkunç bir azabın
yakalayacağını ve hiç bir gücün bu azabı engelleyemeyeceğini bildiriyordu:

“Kendilerine
yakıcı bir azap gelmeden önce, kavmini uyar, diye, Nuh’u da kavmine gönderdik.
Nuh, kavmine şöyle dedi: Ey kavmim! Muhakkak ki ben, sizi başınıza gelecek
azaptan açıkça korkutan bir peygamberim. Allah’a kulluk edin, O’ndan korkun ve
bana da itaat edin ki, Allah günahlarınızı bağışlasın ve sizi mu­ayyen bir
vakte kadar ertelesin. Şüphesiz Allah’ın takdir ettiği süre gelince ertelenmez.
Eğer bilseydiniz…”[11]

 

D. Müşrikler Hz. Nuh (A.S.)’In Dâvetine Karşı Birleşiyorlar

 

Hz. Nuh ısrarla
davetini devam ettirdi; ancak kavmi onu dinlemiyordu. Küfrün elebaşıları,
çeşitli sebepler ileri sürerek, onun peygamberliğini reddediyorlar ve davetini
engellemeye çalı­şıyorlardı, içlerinden çok az insan iman etmişti. Onların da
ta­mamına yakını, gelir seviyesi düşük fakir fukara tabakasmdan-dı. Toplum
üzerinde hâkimiyet kurmuş olan liderler, daha son­raki peygamberlere karşı da
ileri sürülen belli bahanelerle Nuh’un karşısına dikildiler ve onun
peygamberliğini şiddetle reddettiler. Kendileri iman etmedikleri gibi diğer
insanları da ondan uzaklaştırmanın yollarına başvurdular. Şerefin sâdece mal ve
makamda olduğuna inanan bu zengin ve müreffeh zümre mensupları, toplum
üzerindeki nüfuzlarını korumak ve menfaat­lerinin zedelenmesini önlemek için
bütün imkânlarını ortaya koydular. Hz. Nuh (a.s.) ve ona iman edenlere çeşitli
kötülükler

yaptılar.

Dünya zevklerine
dalmış zengin ve müreffeh tabaka, daha sonraki peygamberlerin davetlerine karşı
da aynı tavrı sergile­miştir. Bunlar, her defasında ıslah yolunda bir engel
teşkil et­miş, insanları doğru yola ve hayra çağıran peygamberlerin davet­lerini
durdurmak için çalışmıştır. Yüce Allah, bu gerçeği şöyle açıklamaktadır:

“Biz, hangi
ülkeye bir uyarıcı peygamber göndermiş isek mutlaka oranın varlıklı ve şımarık
kişileri şöyle demişlerdir: Biz, size gönderilmiş olan şeyi inkâr ediyoruz.
Biz, malca ve evlâtça daha çoğuz, biz azaba uğratılacak değiliz.”[12]

Hüd’un (a.s.) kavmi
olan Ad kavmi ileri gelenleri de aynı karşılığı vermişlerdi:

“Kavminden ileri
gelen kâfirler şöyle dediler: Biz, seni ke­sinlikle aklı kıt biri olarak
görüyoruz ve gerçekten seni yalancılar­dan sanıyoruz,”[13]

Salih’in (a.s.) kavmi
Semûd’un ileri gelenleri de aynı tavrı takınmışlardı:

“Kavminin ileri
gelenlerinden büyüklük taslayanlar, içlerin­den zayıf gördükleri mü’minlere
dediler ki: Siz Salih’in Rabbi tara­fından gönderildiğini biliyor musunuz?
Onlar, ‘Şüphesiz biz, onun­la ne gönderilmişse ona inananlarız’ dediler.
Büyüklük taslayan­lar dediler ki: Biz de sizin inandığınızı inkâr edenleriz.
[14]

Kavmin ileri
gelenleri, Hz. Nuh ve az sayıdaki ashabının îmanlarından dönmediklerini
gördükçe çileden çıkarak yapmak­ta oldukları kötülükleri daha da artırdılar.
Yeni nesiller, baba ve dedelerinin de Nuh’a inanmadıklarını söyleyip, onu
öldüresiye dövüyorlardı. Hatta bazen, işkence yüzünden bayılınca, öldü sanarak
götürüp evine atıyorlardı. İbn İshak’m naklettiği bir ri­vayete göre, öldürülen
bir nebî .hariç, hiç bir peygamber kavminden onun gördüğü kadar eziyet ve
işkence görmemişti. Müşrikler ona saldırırlar ve bayıltana kadar döverlerdi.
Bir süre sonra kendisine gelen Hz. Nuh, “Allahım, beni ve kavmimi bağışla;
zira onlar bilmiyorlar.” diye duâ ederdi.[15]

 

E. Ata Dînî Bahanesi

 

İnkarcılar, hak üzere
olduklarım iddia ediyorlar ve iddiala­rım izlerinden gitmekte oldukları
atalarının da aynı dine mensup olmasına dayandırıyorlardı. Körü-körüne
atalarını taklit etmeleri yüzünden yanlış yolda olabileceklerini düşünmek dahi
istemi­yorlardı. Ellerinde hak yolu gösteren bir kitapları olmadığı halde,
içinde bulundukları durumun doğruluğunu ısrarla savunuyor ve peygamberlerinin
getirdiği din ile üzerinde bulundukları sapık inançlar arasında bir mukayese
yapmaya da yanaşmryorlardı. Değil mukayese, bâtıl inançlarına toz kondurulmasma
dahi ta­hammül edemiyorlardı. Nuh kavmi müşrik ileri gelenlerinin açtı­ğı bu
çığır, ne yazık ki, Kıyamete kadar taraftar bulacaktı. Ne onlar ne de asırlar
boyu onların yolundan gidecek müşrikler, kendilerini bu yanlıştan
kurtaramadılar. Atalarının dinine sahip çıkma gerekçesiyle, peygamberlerin
getirdiği gerçeği inkâr ederek küfürlerinde direndiler ve bu yüzden büyük azaba
çarptırıldılar. Yüce Allah, Kureyş liderlerinin de aynı düşünceyi taşıdıklarını
bildirirken, müşrik üst tabakanın bu ortak görüş ve tavnr1 şöyle
açıklamaktadır:

“Yoksa onlara
(Kureyş müşriklerine), Kur’ân’dan önce bir ki­tap indirdik de ona mı
sarılıyorlar? Bilâkis onlar, ‘Biz, atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de
onların izinde, doğru yolda gidiyo­ruz. ‘ dediler.

Aynı şekilde, senden
önce ne zaman bir ülkeye bir peygam­ber göndermiş isek, o ülkenin ileri gelen
varlıklı şımarık kimseleri, mutlaka şöyle demişlerdir: ‘Biz atalarımızı bir din
üzerinde bul­duk. Biz de onların izlerini takip ediyoruz.’

Gönderilen peygamber
onlara, ‘Ben, size atalarınızı üzerin­de bulduğunuz dinden daha doğrusunu
getirmiş olsam da mı?’ dedi. Onlar, ‘Biz sizinle gönderilen şeyleri kesinlikle
inkâr ediyo­ruz. ‘ dediler. Bunun üzerine biz de, peygamberlerini yalanlayan­lara
lâyık oldukları cezayı verdik. Peygamberleri yalanlayanların akıbetleri
nasilmış bir bak!”[16]

Bu âyetlerden açıkça
anlaşıldığı gibi, her hususta ataları taklit etmek ve körü-körüne onlara tâbi
olmak, her devirde in­sanların hakikati görmesine büyük bir engel teşkil
etmiştir. Ni­tekim, insanlık tarihinde bu zümrenin bilinen ilk örneğini teşkil
eden Nuh kavmi müşrikleri, gerçeği bizzat araştırmak ve Hz. Nuh (a.s.)’ın
söylediklerini kendi akıllarıyla değerlendirmek yeri­ne körü körüne atalarını
taklit ederek, onlarda böyle bir şey görmedikleri gerekçesiyle kendilerine
hidâyet yolunu göstermek isteyen peygamberi yalancılık ve delilikle suçladılar.
Onun bu işi, dünyalık elde etmek, üzerlerinde hakimiyet ve otorite kurmak için
yaptığını söylediler. Bunun için de bahaneleri hazırdı: Hz. Nuh (a.s.) da
kendileri gibi bir insandı ve asla peygamber o-lamazdı. Sanki inanacaklarmış
gibi, onlar da ancak bir meleğin peygamber olabileceğini iddia ediyorlardı.
Cenab-ı Hak, Nuh kav-mi şahsında, inkarcıların bu ortak tavrını açıklarken
şöyle buyurmuştur:

“Andolsun ki,
Nuh’u kavmine peygamber olarak gönderdik, ‘Ey kavmim, Allah’a kulluk edin.
Sizin için O’ndan başka bir ilâh yoktur. Hâlâ sakınmaz mısınız?’ dedi.

Bunun üzerine,
kavminden kâfir olan liderler topluluğu şöyle dediler: ‘Bu sizin gibi bir insan
olmaktan başka bir şey değildir. Size üstün ve hakim olmak istiyor. Eğer Allah
isteseydi, muhak­kak ki, bir melek gönderirdi Biz, önceki atalarımızdan böyle
bir şey duymadık. Nuh, yalancı ve kendisinde delilik bulunan bir kimsedir. Öyle
ise, bir süreye kadar ona katlanıp, gözetleyin ba­kalım!”[17]

Müşriklerin Hz. Nuh
(a.s.)’ın Peygamberliğini kabul etmeyiş sebeplerinden biri, âyette ifade
edildiği gibi, onun kendileri gibi yiyip içen, sokaklarda dolaşan sıradan bir
insan olmasıydı. İnkâr etmek için bahane arayan müşriklerin anlayışına göre,
peygam­ber insan değil, bir melek olmalıydı. Başka bir bahaneleri ise, Hz. Nuh
(a.s.)’a iman edenlerin, işçilerden, çiftçilerden ve küçük meslek erbabından
olan fakir kimseler; yani zayıf kabul ettikleri mustaz’aflardan ibaret
olmasıydı. “Getirdiğin bilgiler doğru olsa, seni ilk tasdik edenler bizler
olurduk” diyerek diğer şirk ehli gibi, mü’minlerin inandığı prensipler
üzerinde düşünmek yerine, bu şekilde çeşitli bahaneler buluyorlardı. Hz. Nuh
(a.s.) ve ona ina­nan fakir fukaranın kendilerinden faziletli olabileceği ve
daha doğru düşünebileceği ihtimalini hiç mi hiç akıllarına getirmiyor-lardi.
Bunun neticesi olarak Hz. Nuh (a.s.) ve ona inananları yalancı sayıyorlardı:

“Bunun üzerine,
Nuh’un kavminden ileri gelen kâfirler şöyle dediler: Seni ancak bizim gibi bir
beşer olarak görüyoruz. İçimiz­den, düşünmeden hareket eden basit görüşlü alt
tabakadan olan kimselerden başkasının sana tâbi olduğunu görmüyoruz. Ve sizin
bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilâkis, sizin yalan­cılar
olduğunuzu düşünüyoruz.”[18]

Hz. Nuh (a.s.)’ı ve
ona iman eden güçsüz ve fakir mü’ minleri hakir gören müşrikler, var güçleriyle
daveti engellemeye çalışıyorlardı. Ancak kavmine son derece düşkün olan ve
onları küfür ve tüm kötülüklerden kurtarmak için canla başla çalışan Hz. Nuh
(a.s.), kendisine yapılan kötülüklere karşı sabır zırhına bürünüyor, öfke ve
kızgınlık göstermeksizin onlara elinden gel­diğince şefkatli davranıyordu.
Zannettikleri gibi aklından zoru olan sapık biri değil; aksine Allah tarafından
görevlendirilen bir peygamber olduğunu söylüyor; Allah’ın vahiy yoluyla
kendisine gönderdiği, dünya ve âhiret saadetini sağlayacak prensipleri teb­liğ
ettiğini açıklıyordu. Bir beşerin peygamberliğini kabullenemeyip kendi
elleriyle yaptıkları heykellere tapan bu cahil insanlara, kendilerini Allah’ın
rahmetine çağırmak ve Allah’ın azabından sakındırmak için çalıştığını söylüyor
ve böyle bir görev yapan kişinin yadırganmaması gerektiğini ifade ediyordu:

“Muhakkak biz,
Nuh’u, kavmine peygamber olarak gönder­dik. ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin,
O’ndan başka ilâhınız yok­tur. Doğrusu, sizin için büyük bir günün azabından
korkuyorum.’ dedi. Kavminin ileri gelenleri ona şöyle cevap verdiler: ‘Biz,
seni cidden bir sapıklık içinde görüyoruz.’

Bunun üzerine Nuh dedi
ki: ‘Ey kavmim! Bende hiç bir sa­pıklık yoktur. Fakat ben, âlemlerin rabbi
tarafından gönderilen bir peygamberim. Size rabbimin vahyettiklerini tebliğ
ediyorum. Sizin iyiliğinizi istiyorum. Allah’tan gelen bir vahiy ile sizin
bilemeyece­ğiniz şeyleri biliyorum. Size o korkunç akıbeti haber vermek için,
korunmanız için ve (belki) o sayede rahmete kavuşturulmanız için, aranızdan bir
adam vasıtasıyla rabbinizden size bir ihtar geldi di­ye hayret mi ettiniz.”[19]

Hz. Nuh (a.s.), Yüce
Allah tarafından kendisine gönderilen mesaj üzerinde düşünmelerini ve sonunda
doğru bir karar verip toplum içinde sâdece kendisine gönderilen bu büyük
rahmetten istifade etmelerini sağlayabilmek için, adetâ onlara yalvarıyordu.
İmanın bir gönül işi olduğunu belirterek, onları imana zorlaya-mayacağını
söylüyor ve gerçeği görüp gönüllü bir şekilde iman etmelerine zemin hazırlamaya
çalışıyordu. Kur’ân-ı Kerim, onun bu tavrını şöyle açıklamaktadır:

“Dedi ki: Ey
kavmim! Eğer ben, rabbim tarafindan açık bir delil üzere isem. ve O bana kendi
katından bir rahmet vermiş de bu size gizli tutulmuşsa, buna ne dersiniz? Siz
istemediğiniz hal­de, biz sizi onu kabule zorlayacak mıyız?[20]

Nuh (a.s.), bütün
engellemelere rağmen insanları ikna et­meye çalışarak davetini devam
ettiriyordu. Onları imana meylet-tirebilmek için, elinden geldiğince nazik
davranıyor, öfke ve kız­gınlıktan uzak duruyordu. Daveti sebebiyle
kendilerinden her­hangi bir maddi karşılık istemediğini belirterek; sâdece
Allah tarafından verilen görevi yürüttüğünü ve yaptığının karşılığını da
yalnızca Allah’tan beklediğini söylüyordu. Mal ve mevkiye al­danmaları ve
cahillikleri sebebiyle iman etmekten kaçındıklarına işaret ederek gerçeği
görmeleri için elinden gelen gayreti gösteri­yordu. Hz. Nuh (a.s.)’m ibret dolu
sözlerinden etkilendikleri an­laşılan varlıklı kâfirler, zengin ile fakiri eşit
sayan bir dini kabul edemeyeceklerini beyanla, ondan kendisine iman eden fakir
ve zayıf kimseleri etrafından uzaklaştırmasını istemişlerdi. Ancak Nuh (a.s.),
fakir ve zayıf mü’minlerin Allah’a yakın kimseler ol­duklarını ve âhirette onun
tarafından mükâfatlandırılacaklarım, onları hakir gören müşriklerin ise cahil
olduklarını söyledi. Mü’ minlerİ asla yanından uzaklaştırmayacağmı; böyle
yaptığı tak­dirde zâlimlerden olacağını ve Allah’ın azabından kurtulamaya­cağını
açıkladı. Israrla kendisinin bir insan olduğunu, gaybı bil­mediğini, böyle bir
iddiada da bulunmadığını, insan üstü şeyler yapamayacağını ve Allah’ın
hazinelerine sahip olmadığını vurgu­layıp, bütün yaptığının kendisine tevdi
edilen risâlet görevini yerine getirmekten ibaret olduğunu söylüyordu:

“Ey kavmim!
Allah’ın emirlerini bildirmeme karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum.
Benim mükâfatım ancak Allah’a aittir. Ben, iman edenleri yanımdan kovacak
değilim; çünkü onlar Rabblerine kavuşacaklardır (kurtuluşa ereceklerdir). Fakat
ben, sizi bilgisizce davranan cahil bir topluluk olarak görüyorum. Ey kavmim!
Ben onları kovarsam, beni Allah’tan kim korur? Düşün­müyor musunuz? Ben size,
Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem. Ben bir
meleğim de, demiyorum. Gözlerinizin hor gördüğü kimseler için, Allah onlara
asla bir hayır vermeyecektir, diyemem. Çünkü onların kalplerinde olanı, Allah
daha iyi bilir. Onlan kovduğum takdirde, ben, gerçekten zalimler­den olurum.[21]

“Nuh kavmi de
peygamberleri yalanladılar. Bir zaman ken­dilerinden biri olan Nuh (a.s.),
onlara şöyle dedi: ‘Allah’tan korkmaz mısınız? İyi bilin ki, ben, size
gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve
bana itaat edin. Ben, davetime karşı sizden herhangi bir ücret istemiyorum.
Benim mükâfatımı verecek olan ancak âlemlerin rabbi Allah’tır. Artık Allah’tan
korkun ve bana itaat edin.’

Kâfirler, ‘Sana adî ve
bayağı kişiler tâbi olmuşken, bizler sana iman eder miyiz hiç! ‘ dediler.

Nuh (a.s.), şöyle
dedi: Onların ne yaptıklarım ben ne bile­yim? Onların hesabı ancak Rabbime
aittir. İyi düşünürseniz bunu anlarsınız. Ben iman edenleri kovacak değilim. Ben
ancak apaçık bir uyarıcıyım.[22]

Hz. Nuh (a.s.)’m
sözlerine kulak tıkayan kâfirler, çok erken bir dönemden itibaren ona meydan
okumaya başlamışlardı. “Söylediklerin doğruysa kendisiyle bizi tehdit
ettiğin azabı bir an önce getir!” diyorlardı. Onların hakaret ve meydan
okuyuşlarına karşı Nuh (a.s.), azabı getirmenin Allah’ın elinde olduğunu, onun
istediği zaman kendilerini helak edebileceğini ve kimsenin buna mâni
olamayacağını söylüyordu. Yüce Allah helaklerini dilemiş ise kendisinin buna
engel olamayacağını hatırlatıp sonunda Al­lah’a döndürüleceklerini açıklıyordu:

“Kâfirler şöyle
dediler: ‘Ey Nuh! Bizimle cidden çok uğraştın! Bizimle olan bu mücâdelende
ileri gittin! Eğer doğru söyleyenler­den isen, bizi tehdit edip durduğun azabı
haydi getir, bakalım!’

Nuh dedi ki: Dilediği
takdirde, o azabı size ancak Allah geti­rir. Siz Allah’ı âciz bırakamazsınız.
Eğer Allah, sizi sapıklığa dü­şürmek isterse, öğüt vermek istesem de, Öğüdüm
size fayda vermez. O sizin rabbinizdir, tekrar O’na döndürüleceksiniz.[23]

Kavmini hidâyete
ulaştırmak uğrunda var gücünü harca­yan Nuh (a.s.), gece gündüz demeyip davet
çalışmalarını yürütü­yordu. Şartlara göre, davetini bazen gizli bazen de açık
yapıyor­du. Ne var ki, onun bu yoğun gayreti, kâfirlerin inadını artır­maktan
başka bir işe yaramadı. Müşrikler onun sesini duyma­mak için parmaklarım
kulaklarına tıkarlar, nasihatlarını dinle­memek için elbiseleriyle başlarını ve
yüzlerini örterlerdi. Onlar inkâr ve taşkınlıklarını artırdıkça artırdılar.
Büyük bir kibir ve gurur içinde imandan yüz çevirdiler. Buna rağmen Hz. Nuh
(a.s.), onlara gider, inkâr ve isyandan vazgeçerek tevbe etmeleri­ni ister,
Allah’ın çok merhametli olup tevbeyi kabul ettiğini söy­ler; bu takdirde
Allah’ın kendilerine bol yağmur ve çeşitli nimet­ler vereceğini hatırlatırdı.
Allah’a iman ederlerse göklerin ve ye­rin bereketlerini elde edeceklerini
belirterek teşvikte bulunurdu:

“Nuh, Rabbim
dedi, doğrusu ben kavmimi gece-gündüz ima­na davet ettim; fakat benim davetim,
ancak imandan kaçmalarını artırdı. Doğrusu ben, günahlarım bağışlaman için onlan
ne zaman imana davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar. Elbise­lerine
hüründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler. Sonra ben, kendilerine
açık açık davette bulundum. Sonra da, onlara ba­zen açıktan açığa, bazen de
gizliden gizliye tebliğde bulundum. Dedim ki: Rabbinizden bağışlanmanızı
dileyin; çünkü- O, çok ba­ğışlayıcıdır. Mağfiret dileyin ki, üzerinize gökten
bol bol yağmur yağdırsın. Mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın; size bahçeler
ihsan etsin, sizin için ırmaklar akıtsın.[24]

Allah’ı inkâr edenler
için sâdece âhirette değil bu dünyada da sıkıntılı bir hayat söz konusudur.
Bunun aksine Hz.Nuh’un bu âyetlerdeki sözlerinden açıkça anlaşıldığı şekilde,
eğer bir toplum iman eder ve Allah’ın emirlerine uyarsa, âhirette olduğu gibi bu
dünyada da çeşitli nimetlere kavuşacaktır. Nitekim asır­lar sonra, Hüd (a.s.)
da kavmine bolluk ve berekete kavuşmaları için aynı şeyleri söylemişti:

“Ey kavmim!
Rabbinizden bağış dileyin; sonra da O’na tevbe edin ki, üzerinize bol bol
semanın feyzini indirsin ve kuvve­tinize kuvvet katsın. Günahkarlar olarak yüz
çevirmeyiniz.” [25]

Nuh ve Hûd kavimleri
eğer iman etselerdi, bu iki peygam­berin haber verdikleri gibi, çeşitli
nimetlere kavuşacaklardı. Ni­tekim, bu gerçek A’râf suresinin 96. âyetinde
şöyle dile getiril­mektedir:

“Eğer o
memleketlerin ahalisi iman edip Allah’tan korksay-dılar, elbette üzerlerine
gökten ve yerden bereketler açardık. La­kin onlar gerçeği yalanladılar; Biz de,
işleyegeldikleri (kötülükler) yüzünden onlan yakalayıverdik.”

Bu âyetlerden
anlaşıldığı gibi, bir toplum, Allah’a iman e-der, O’ndan korkar ve O’nun emir
ve yasaklarına uyarsa, o top­lumda adalet ve emniyet tesis edilmiş olur. Allah,
onların rızkla­rını artırır ve kazançlarını bereketlendirir. Üretilen mal, adil
bir şekilde paylaşılır. Beşeri ilişkilere ihlâs ve samimiyet hâkim olur. Dünya
malına gerektiği kadar önem verilir; toplum, mal hırsı yüzünden ortaya çıkan
kötülüklerden korunmuş olur.

Nuh (a.s.), inkârdan
vazgeçerek iman edip istiğfarda bu­lunmalarının faydalarını açıkladıktan sonra,
onların dikkatlerini Allah’ın büyüklüğüne çevirmek istiyordu. Yüce Allah’ın
insanoğlunu bir kaç merhalede yarattığını, yedi semâyı birbiri üstün­de kat kat
halkettiğini, ayı dünya semasında gece karanlığını aydınlatan bir nur, güneşi
de aydınlatıcı ışık kaynağı bir kandil kıldığını açıkladı. Topraktan yaratılan
insanın yine toprağa dön­dürüleceğini ve oradan yeniden diriltilip
çıkarılacağını haber verdi. Yeryüzünün insanların yararlanmasına sunulmak üzere
buna uygun bir şekilde yaratıldığını beyan etti ve dikkatlerini görmekte
oldukları nimetlere yönlendirdi:

“Size ne oluyor
da Allah’a büyüklük yakıştıramıyor, O’nun yüceliğine inanmıyorsunuz? Halbuki O,
sizi çeşitli merhalelerden geçirerek yaratmıştır. Allah’ın yedi göğü birbiriyle
ahenkli bir şe­kilde nasıl yarattığını; o tabakalar içinde ayı bir nur, güneşi
de nasıl bir’kandil yaptığını görmez misiniz? Allah, sizi de yerden ot bitirir
gibi bitirmiştir. Sonra sizi yine oraya döndürecek ve sizi oradan yine diriltip
çıkaracaktır. Allah, geniş yollarında gezip dolaşasınız diye, yeryüzünü sizin
için bir sergi yapmıştır.[26] 

 

F. Tehditlerin Artması

 

Nuh’un (a.s.) bu
teşebbüsleri de etkili olmadı. Aksine, müş-riklerin düşmanlıklarını daha da
artırmalarına yol açtı. Kavminden çok az sayıda insan ona iman ederken, zengin
ve azgın sınıfın güdümündeki çoğunluk, onun davetinden usanmış, onu
yalancılıkla itham ederek beyinsizlik ve delilikle damgala-mışlardı. Çeşitli
tehdit, eziyet ve işkencelerle, tebliğ faaliyetini engellemeye çalışıyorlardı.
Allah Teâlâ, Nuh’un (a.s.) bu duru­munu, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.)
başına gelenler­le mukayese ederek şöyle buyurmuştur:

“Kureyş
kâfirlerinden önce Nuh kavmi de yalanlamıştı. Ku­lumuz Nuh’u yalanlayarak, ona
‘mecnun’ demişlerdi. Nuh tebliğ­den alıkonulmuştu.[27]

Yapmakta oldukları
kötülükleri gittikçe artıran kâfirler, bütün bunlara rağmen Hz.Nuh (a.s.)’ı tebliğden
vazgeçiremeyince, son çareye başvurmaya karar verdiler. Ve sonunda onu taş­layarak
öldürmekle  tehdit ettiler:

“Dediler ki: Ey
Nuh! Eğer dâvandan vazgeçmezsen, bil ki, taşlananlardan olacaksın![28]

Hz. Nuh (a.s.) ise
bütün bu engellemelere rağmen tebliğ gö­revini yerine getirebilmek için var
gücüyle çalışıyordu. Kuvvetli imanı ve engin sabrı sayesinde, bu tehdide de
kulak asmadı; onlara peygamber olarak görevlendirilmesi hoşlarına gitmese ve bu
durum kendilerine ne kadar zor gelse de, Allah’a tevekkül ederek her şeye
rağmen davetini devam ettireceğini açıkladı. İs­tedikleri kötülükleri yapsalar
da, kendisine bir zarar veremeye­ceklerini; zira Allah’ın kendisini gözettiğini
söyleyip âdeta onlara meydan okudu. Ayrıca, bu iş için kendilerinden bir ücret
de is­temediğini ve karşılığını sâdece Allah’tan beklediğini tekrar etti.
Davetten asla vazgeçmeyeceğini vurguladı:

“Ey Muhammed!
Onlara, Nuh’un kıssasını oku. Hani o kav­mine demişti ki: Ey kavmim! Eğer, uzun
süre aranızda durmam ve Allah’ın âyetleriyle öğüt vermem sizlere ağır geldi
ise, bilin ki, ben yalnız Allah’a dayanıp güvenmişimdir. Siz de ortaklarınızla
beraber, toplanıp ne yapacağınızı kararlaştınn. Sonra işiniz başı­nıza dert
olmasın. Bundan sonra bana ne yapacaksanız yapın. Bana mühlet de vermeyin. Eğer
davetimden yüz çevirirseniz, zâ­ten ben sizden bunun karşılığında bir ücret
istemedim. Benim mükâfatım ancak Allah katındandır. Ben (sâdece O’nun emirleri-ne
itaat eden) müslümanlardan olmakla emrolundum.[29]

Hz. Nuh (a.s.)’in bu
âyette geçen son sözlerinden anlaşıldığı gibi, peygamberlerin ortak dini olan
İslâm, ilk peygamberden son peygambere kadar bütün peygamberlerin dinidir.
Peygamberle­rin şeriatlarında bir takım değişiklikler olsa da, onlara gönderi­len
dinlerin itikadı esasları aynıdır. Bu âyette Hz. Nuh (a.s.)’m dile getirdiği bu
gerçeği, Yusuf (a.s.) da şöyle ifade etmiştir:

“Rabbim, bana
mülk verdin, bana rüyaların tabirini öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratıcısı!
Dünya ve âhirette dostum sensin. Benim canımı müslüman olarak al ve beni salihler
arasına kat[30]

Hz. Süleyman (a.s.)’a
iman eden Sebe melikesinin sözleri de aynı hakikati açıklar:

“Melike, ‘Rabbim!
Gerçekten ben kendime zulmetmiştim. Şimdi Süleyman’la beraber, âlemlerin rabbi
olan Allah’a teslim olup müslüman oldum.[31]
dedi.

Bu gerçeği vurgulayan
Peygamberimiz (s.a.v.), peygamber­lerin dininin tek bir din olduğunu ifâde
etmiştir.[32]

 

G. Hz. Nuh (A.S.)’In Kavminin Hidâyetinden Ümidini Yitirmesi
Ve Onlara Bedduası

 

Müşriklerin
kötülüklerine aldırmayan Nuh (a.s.), davet uğ­runda sabır zırhına bürünmüştü.
Onların kendisini taşlayarak öldürme tehditlerine rağmen davetini aralıksız
devam ettiriyor­du. Ne var ki, atalarından kalma örf ve âdetlerini din haline
geti­rerek bâtılı hak, hakkı bâtıl görme hastalığını üzerlerinden ata­mayan
kâfirler, kendilerine hitap eden kişi Allah’ın peygamberi olduğunu söylese de
ona karşı olan tutumlarını değiştirmiyor­lardı. Aksine halk, mevcut düzenin
devamını isteyen zâlim hü­kümdar ve avenesinin etrafında kenetleniyor; hatta
kraldan fazla kralcı kesiliyordu. Toplumu yöneten bu kişiler de, putlarına ve
uydurma dinlerine sahip çıkma edebiyatıyla, halkı Hz. Nuh (a.s.)’e karşı
kışkırtıyorlardı. İnsan üstü bir gayret ve çaba gös­termesine ve bütün gücünü
sarfetmesine rağmen bütün kapılar Hz. Nuh’un yüzüne kapanıyor ve artık
kendisine iman eden olmuyordu. Kâfirlerin hidâyete ulaşma ihtimallerinin hemen
hemen ortadan kalktığı bu günlerde, Cenab-ı Hakk’m onlara tanıdığı mühlet sona
ermek üzereydi.  O günlere kadar birkaç asır
boyunca bütün zorluklara göğüs germiş olan Hz. Nuh (a.s.), durumunu Allah’a arz
ederek şöyle demişti:

“Nuh şöyle dedi:
Rabbim, doğrusu bunlar, bana karşı geldi­ler de, malı ve çocuğu kendi ziyanını
artırmaktan başka işe yara­mayan kimseye uydular. Kendilerine uyulan bu
kimseler de, bü­yük hileler, büyük desiseler kurdular! Ve dediler ki: Sakın
ilâhla­rınızı bırakmayın; hele Vedd’den, Suva’dan, Yeğus’tan, Yeuk’tan ve
Nesr’den asla vazgeçmeyin.’ Böylece onlar, gerçekten birçokla­rını saptırdılar.
Sen de bu zâlimlerin ancak şaşkınlıklarını artır.’[33]

Bu sıkıntılı safhanın
sonunda Nuh (a.s.), zâlim hükümdar ve maiyetinin peşinden ayrılmayan ve
kendisine karşı kötülükle­rini bütünüyle şiddetlendiren kavmini Allah’a havale
etti. Çünkü O, asırlarca süren daveti esnasında kazandığı tecrübesinden,
kâfirlerin artık îman etmeyeceklerini, üstelik yaşadıkları sürece diğer
insanları da saptırmaya çalışacaklarını ve yine çocuklarını kendileri gibi
yetiştireceklerini, bu hususta onları zorlayacakla­rını anlamıştı. Allah’a
sığınarak inkarcıları helak etmesini, ina­nanları ise bağışlamasını istedi:

“Nuh dedi ki: Ey
Rabbim! Şüphesiz kavmim beni yalanladı. Artık benimle onlar arasında hükmünü
ver de, beni ve bana iman edip benimle birlikte olan mü’minleri kurtar. “[34]

“Ey Rabbim!
Kâfirlerden hiç birini yeryüzünde bırakma! Çünkü onlan yeryüzünde bırakırsan,
senin kullarını hak yoldan çıkarırlar. Onlar doğurdukları çocukları da ancak
kâfir ve günah­kar olmaya zorlarlar. Ey Rabbim! Beni, anamı, babamı, evime mü’
min olarak gireni, mü’min erkekleri ve kadınları affet. Zâlimlerin ise sâdece
helakim artır.”[35]

 

H. Kurtuluş Gemisi Ve Tufan

 

Allah Teâlâ, Nuh’un
(a.s.) duasını kabul etti. Kavminin kâ­firlerini suda boğarak toptan helak edeceğini,
onu ve mü’minleri ise kurtaracağını haber verdi. Bu arada, o ana kadar inanmış
olanların dışında, artık hiç bir kimsenin îman etmeyeceğini bil­dirdi. Ona,
kâfirlerin kendisini yalanlaması ve davetini reddet­mesi yüzünden müteessir
olmamasını tavsiye etti. Bunun ardın­dan Nuh’a (a.s.) bir gemi yapmasını
emretti ve geminin yapımı süresince ilâhî himaye altında olacağını, müşriklerin
kendisine zarar veremeyeceğini haber verdi. Bu arada artık küfürlerinde ısrar
eden kâfirlerin kurtuluşu için duâ etmekten vazgeçmesini bildirdi.

Verilen emir üzerine
Nuh (a.s.), hemen gemi yapımına baş­lamıştı, onun mahir bir marangoz gibi gemi
inşa etmesi, kâfirle­rin alaylarına yol açtı. Peygamberliği bırakıp
marangozluğa mı başladığını, gemisini karada mı yüzdüreceğini sorarak onu alaya
alıyorlardı.[36] İçinde boğulacaklarını
söylediği tufanı yalanlı­yorlardı. Nuh (a.s.) ise, asıl alaya alınacakların
kendileri olduğu­nu; zira şiddetli bir azaba çarptırılacaklarını söylüyordu:

“Nuh’a şöyle
uahyedümişti: ‘Kavminden iman etmiş olanlar­dan başkası artık asla iman
etmeyecek. O halde onların yapmak­ta oldukları şeylerden dolayı üzülme.
Gözetimimiz altında ve va­hiyle sana öğreteceğimiz şekilde bir gemi yap.
Zulmedenler hak­kında bana bir şey söyleme (kurtulmaları için duâ etme). Çünkü
onlar mutlaka suda boğulacaklardır. ‘

Nuh gemiyi yapıyor;
kavminden ileri gelenler ise, her uğra­dıkça onunla alay ediyorlardı. Nuh
onlara dedi ki: Eğer bizimle alay ediyorsanız, iyi bilin ki, siz nasıl alay
ettiniz ise, biz de sizin­le alay edeceğiz. Artık pek yakında rezil edici
azabın kimin başına geleceğini ve devamlı bir azabın kime isabet edeceğini yakında
bileceksiniz.)[37]

Nuh (a.s.), Allah’ın
kendisine öğrettiği şekilde titiz bir çalış­ma sonunda geminin yapımım
tamamladı. Diğer yandan bu günlerde büyük bir tufanın vuku bulacağını gösteren
alâmetler görülmeye başlamıştı. Yeryüzünden sular fışkırıyor, bardaktan
boşanırcasma şiddetli yağmurlar yağıyordu. Allah Teâlâ, gemiyi tamamlayan Nuh’a
(a.s.) yeryüzünde mevcut olan her canlı türünden bir erkek bir de dişi olmak
üzere birer çifti gemiye alma­sını emretti. Diğer canlılar tufanda boğulacağı
için bu canlıların türleri gemiye alman birer çiftten devam edecekti. Aynı
şekilde Yüce Allah, kendisine îman etmeyen karısı ve bir oğlu hariç, î-man
etmiş yakınlarını ve az sayıdaki diğer mü’minleri de gemiye almasını bildirdi.
Rivayetlere göre, gemi üç katlı olarak yapılmış; alt kat vahşî hayvanlara, orta
kat insanlara üst kat ise kuşlara tahsis edilmişti. Kur’ân ve hadislerde,
yapılan geminin yapım süresi; eni, boyu, yüksekliği, diğer özellikleri ve ne
şekilde yüz­düğü hususlarında bilgi yoktur. Tefsir ve tarih kitaplarında bu
hususlarda aktarılan bilgiler, ya Ehl-i Kitap’tan nakledilmiştir veya bâzı
tahmin ve yorumlardan ibarettir. Yahudi metinlerin­den aktarılan rivayetlerin
büyük kısmı asılsızdır; hakkında Kur’ân ve hadiste bilgi bulunmayan hususlarda,
bu rivayetlerin az olan doğrularını ayırmak da kolay değildir. Bu yüzden buraya
almaya gerek duymadık.[38]

Yeryüzünden fışkıran
sular ve kesintisiz yağan şiddetli yağmurlar sonunda ortalığı kaplayan seller
gittikçe yükselmişti. Nuh’un gemisi yükünü aldıktan sonra hareket ederek dağlar
gibi dalgaların arasında yüzmeye başladı. Geride kalan bütün canlı­ların
boğulacağı açıkça görünüyordu. Kur’ân-ı Kerim, gemi ya­pımını, diğer
hazırlıkları ve bu olayı şöyle açıklamaktadır:

“Nuh, ‘Rabbim,
dedi. Beni yalanlamalarına karşı bana yar­dım eti’ Bunun üzerine ona şöyle
vahyettik: ‘Gözlerimizin önünde ve bildirdiğimiz şekilde o gemiyi yap. Bizim emrimiz
gelip de tan-dır/tennûr[39] kaynayıp
kabarınca,  her cinsten eşler halinde iki
tane ve bir de aile fertlerinden daha önce kendileri aleyhinde hü­küm verilmiş
olanların dışındakileri gemiye al. Zulmetmiş olanlar hakkında bana hiç
yalvarma! Zira onlar kesinlikle boğulacaklar­dır. Sen, yanındakilerle birlikte
gemiye yerleştiğinde, ‘Bizi zâlimler topluluğundan  kurtaran Allah’a  hamdolsun!’ de.   Ve de ki: Ey Rabbim beni mübarek bir yere
güvenli bir şekilde indir. Sen indi­rilmesi gereken yere indirenlerin en
hayırlısısın.)[40]

Bir başka yerde de
şöyle denilmektedir:

“Nihayet emrimiz
gelip, su o tandırdan fışkırmaya başlayın­ca, Nuh’a şöyle dedik: ‘Her hayvan
türünden birer çift ile boğul­malarına hükmetmiş olduklarımız hariç aile
fertlerini[41] ve iman edenleri gemiye
yükle.’ Zâten onunla beraber pek az kimse iman etmişti.

Nuh, kavminden iman
edenlere dedi ki: ‘Gemiye bininiz; o-nun yüzmesi de durması da Allah’ın
adıyladır. Şüphesiz rabbim, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.’ Gemi,
içinde onlar ol­duğu halde, dağlar gibi yükselen dalgalar üstünde seyrediyordu…[42]

Tufan, kavmi
tarafından reddedilen ve tebliğden alıkonulan

Nuh’un (a.s.)
mağlubiyetini belirterek Allah Teâlâ’dan yardım istemesi üzerine, bardaktan
boşanırcasma yağan yağmurlar ve yanlan yeryüzünden fışkıran suların her yeri
kaplamasıyla baş­lamıştı. Bu sırada Nuh (a.s.), verilen emirle gemiye bindi,
kendi­sine verilen mükâfat olarak gemi, Allah’ın gözetiminde akıp gidi­yordu:

“Nihayet Nuh,
rabbine şöyle duâ etmişti: ‘Şüphesiz ki, ben mağlup oldum, bana yardım et!’
Bunun üzerine, biz de, bardaktan boşanırcasma bir yağmur ile göğün kapılarım
açıverdik. Yeryüzü­nü de yanp kaynaklar fışkırttık. Böylece takdir edilen bir
iş için, yerin ve göğün suları birleşiverdi. Biz de Nuh’u, çivilerle birbirine
tutturulmuş tahtalardan yapılmış gemiye bindirdik. Kavmi tara­fından inkâr
edilen Nuh’a bir mükâfat olarak, o gemi gözetimimiz altında akıp gidiyordu.
Biz, bu hadiseyi bir ibret olarak bıraktık. Hiç düşünen var mı? Azabım ve
uyarılarım nasılmış gördünüz mü? Muhakkak biz, bu Kur’ûn’ı düşünülüp ibret
alınsın diye ko­laylaştırdık. Hiç düşünen var mı?[43] 

 

I. Hz. Nuh (A.S.)’In Oğlu Ve Hanımı Da Boğulanlar Arasında

 

Nuh’un (a.s.)
oğullarından biri küfürde inat ederek, bir türlü Allah’a ve babasının
peygamberliğine iman etmemişti. Tu­fanın başlangıcı esnasında Nuh (a.s.), bu
oğlunu hatırladı, baba­lık şefkatiyle onu da gemiye çağırdı. Aklını başına
toplayıp kâfir­lerden ayrılarak kendilerine katılır ve boğulmaktan kurtulur
ü-midiyle, ısrarla onu gemiye davet etti. Ancak oğlu bu hassas anda dahi ona
kulak asmadı ve küfründe direndi. O, cereyan eden şeyleri, her zaman yaşanan
normal tabîî afetlerden biri zannederek, gemiye binmeden de kurtulacağını
sanıyordu. Ken­disini kurtulması için gemiye çağıran babasına, dağa çıkarak
boğulmaktan kurtulabileceğini söylemişti. Nuh (a.s.), kâfirlere takdir edilen
bu cezadan kurtulmanın iman edip gemiye binmek dışında mümkün olmadığını
söylediyse de, inadından vazgeçme­di ve bir süre sonra dalgalar, arasında
boğulup gitti. Kur’ân-ı Kerim, baba oğul arasında geçen ibret dolu bu hâdiseyi
şöyle anlatır:

“Gemi, onlan dağ
gibi dalgalar içinde yüzüp götürüyordu. Nuh, gemiden uzakta bulunan oğluna,
‘Yavrucuğum! Gel bizimle beraber gemiye bin, kâfirlerle birlikte olma!’ diye
seslendi.

Oğlu şöyle dedi: ‘Bir
dağa sığınırım, dağ beni sudan korur.’ Nuh, ‘Bugün Allah’ın merhamet ettiğinden
başkasını, Allah’ın bu emrinden koruyacak kimse yoktur.’ dedi. Derken aralarına
dalga giriverdi, o da boğulanlardan oldu.[44]

Nuh (a.s.), boğulan bu
oğlunu kurtarması için Allah Teâlâya yalvarırken, kendisine önceden aile
fertlerini kurtaraca­ğı va’dinde bulunduğunu hatırlatmıştı. Ancak Allah, kâfir
olan bu  oğlunun,  kurtarmayı, 
vadettiği  aile  efradından 
olmadığını bildirdi. Ona sâdece kendisine iman edenlerin ailesinden
sayıla­cağını; boğulan oğlunun ise, peygamberliğini inkâr ettiği için, bunun
dışında kaldığını haber verdi. Mü’min bir kimse ile öz evlâdı da olsa bir kâfir
arasında herhangi bir velayetin olmadığı­nı, mücâdelenin onun ailesiyle diğer
aileler arasında değil, iman edenlerle kâfirler arasında cereyan ettiğini
hatırlattı. Nuh (a.s.)’m istediği şekilde yetişmeyen ve ona iman etmeyen
oğlunun gayr-i sâlih bir amel sahibi olduğunu ve bu bakımdan aile dışı sayıldı­ğını
bildirdi. Ayrıca, mâhiyetini bilmediği bir şeyi kendisinden istemekle câhillerden
olmaması hususunda onu uyardı. Bunun üzerine, Nuh {a.s.}, işlediği bu hatâdan
tevbe ederek Allah’ın rahmetine iltica etti. Kur’ân-ı Kerim, Hz. Nuh (a.s.)’m
duası ve Yüce Allah’ın verdiği cevabı şöyle aktarmaktadır:

“Nuh, rabbine dua
edip şöyle dedi: ‘Ey Rabbim! Elbette oğ­lum benim, ailemdendir. Senin va’din
ise elbette haktır. Sen hâ­kimler hâkim’tin.’

Allah da şöyle
buyurdu: ‘Ey Nuh! O, asla senin ailenden değildir. Çı’inkü o3 sâlih olmayan bir
amel sahibi idi. O halde, hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi benden
isteme! Seni câ­hillerden olmaktan men ederim! ‘

Nuh, ‘Ey Rabbim!
Bilmediğim şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer bağışlamaz ve merhamet
etmez isen, ziyana uğra­yanlardan olurum.’ dedi[45]

Hz. Nuh (a.s.)’m
küfürde inat eden karısı da, boğulanlar arasındaydı. Çünkü o da, Hz. Lût
(a.s.)’m karısı gibi, kocasının peygamberliğini kabul etmemişti. Bu iki kadın,
peygamber ha­nımı olsalar da, kocalarına iman etmedikleri için kâfirlerle
birlik­te azaba çarptırıldı. Peygamber hanımı olmaları, küfürleri yü­zünden
onlara hiç bir kazanç sağlamadı. Hz. Nuh (a.s.)’m boğu­lan oğlunun ve bu iki
kadının durumu, akrabalığın iman etmeye yeterli olmadığı ve inanmadıkça bu
yakınlığın hiç bir yararının söz konusu olamayacağı gerçeğini açıkça ortaya
koymaktadır. Onların bu durumu, son derece dikkat çekici bir ibret tablosu­dur.
Zira onlar, dünya ve âhiret saadetini kazanmaya çok müsa­it bir mevkide
bulunuyorlardı. Bir peygamberin hanımı veya oğlu olmak, onu en yakından
tanımayı ve o mükemmel insana inan­mayı şüphesiz kolaylaştırıyordu. Ancak buna
rağmen bu üç in­san, İbrahim’in (a.s.) babası gibi küfür üzere kaldılar.

İnsan kâfir olunca,
iyi kişilere hattâ peygamberlere yakınlı­ğı, Allah’ın azabından kurtulması
hususunda hiç bir fayda sağ­lamaz. Akrabalık acı sonucu değiştirmez. Bu husus,
Kur’ân-ı Kerim’de, çok açık bir şekilde vurgulanmaktadır:

“Allah,
kâfirlere, Nuh’un kansı ile Lüt’un karısını bir misal yapmıştır, O ikisi,
kullarımızdan birer sâlih kulun nikahlan altın­da oldukları halde, kocalarına
hainlik ettiler. îşte bu yüzden, bu iki peygamber, Allah tarafından kanlarının
başına inen azaba engel olamadı. O iki kadına şöyle denildi: Diğer İnkarcılarla
bera­ber siz de Cehenneme girin![46]

Bu örneklerden
anlaşıldığı gibi, asıl olan imandır. İmanın olmadığı yerde akrabalığın bir
faydası kalmaz. Küfür akrabalık ilişkilerini büyük ölçüde koparır; dostluk ve
sevgiyi ortadan kal­dırır. Bu gerçek, mü’minlerin iman etmeyen anne, baba ve
kar­deşlerine karşı dostluk beslemelerinin yasaklanmasında da gö­rülmektedir:

“Ey iman edenler!
Eğer küfrü tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dostlar
edinmeyin. Kim onlan dost edinirse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.[47]

“Allah’a ve âhiret
gününe iman eden hiç bir kavmin, Allah’a ve peygamberine düşman olan kimselere,
onlar babalan, oğullan, kardeşleri veya akrabalan da olsa, sevgi beslediğini
göremezsin, îşte Allah, bunlann kalplerine imanı yerleştirmiş ve onlan kattn-dan
bir nur ile desteklemiştir.[48]  

 

İ. Tufanın Sona Ermesi

 

Nuh tufanı, dünya
tarihinde benzeri görülmeyen büyük bir felâket olmuştur. Rivayete göre 40 gün
devam eden şiddetli yağmurlar ve yerden fışkıran sular her yeri kaplayınca
kâfirlerin tamamı boğulmuş; sâdece Nuh’un (a.s.) gemisine binen mü’minler ve
gemiye alman diğer canlılar kurtulmuştur. Hz. Nuh (a.s.) ile birlikte kurtulan
mü’minlerin sayısı hakkında, kaynaklarda farklı rakamlar zikredilmekte, bu
rakamlar, 7 ilâ 80 arasında değişmektedir.[49]
Bütün kâfirlerin boğulmasından son­ra, Allah Teâlâ, yeryüzüne suyunu yutmasını,
göğe de yağmuru kesmesini emretmişti. Bu emir üzerine sular çekilirken gemi
Cüdî dağı üzerinde durup karar kıldı:

“Ey arz suyunu
yut ve ey gök yağmuru tut! denildi. Su çe­kildi ve is bitirildi. Gemi de Cüdî
dağı üzerinde karar kıldı ve ‘zâ­limler helak olsun!’ denildi.”[50]

Yeryüzünü kaplayan
sular çekilince Yüce Allah, Nuh (a.s.)’a hitap ederek artık gemiden inmelerini
emretti. O ve bera­berindekiler gemiden indiler. Bir rivayete göre gemi, Recep
ayı­nın ilk günü hareket etmiş, 6 ay yüzdükten sonra 10 Muharrem Âşûrâ günü
demirlemiştir. Hz. Nuh (a.s.) ve ashabı geminin de­mirlediği gün oruç
tutmuşlardır.[51]

Nuh tufanından sonra,
yeryüzünde insan olarak sâdece gemidekiler kalmıştı. Dolayısıyla bu olaydan
itibaren insan nesli, Hz. Nuh ve onunla birlikte gemiye binenlerin soyundan
devam etmiştir. Kur’ân-ı Kerim, bu hususu şöyle tespit etmektedir:

“Andolsun, Nuh
bize yalvarıp yakardı. Biz, onun duasına ne güzel cevap vermiştik; kendisini ve
ailesini büyük felâketten kur­tardık. Biz, yalnız Nuh’un soyunu kalıcılar
kıldık. Sonradan gelen­ler için ona iyi bir ün bıraktık. Alemler içinde Nuh’a
selâm olsun! İşte biz, doğrulan böyle mükafatlandırırız. Zîra o, bizim inanmış
kullarımızdan idi. Sonra ötekileri suda boğduk.[52]

Tufandan sonra insan
neslinin, gemiye binenlerin soyun­dan devam ettiği hususunda görüş birliği
vardır. Ancak Nuh (a.s.)’m gemideki üç oğlunun soylarının devam ettiği kesin
ola­rak bilindiği halde, onlarla birlikte gemiye binen ve tufandan kurtulan
diğer mü’minlerin soylarının devam edip etmediği hu­susunda ihtilâf vardır. İbn
Abbas’tan gelen bir rivayete göre, sâ­dece Hz. Nuh (a.s.)’m soyu devam
etmiştir, dolayısıyla yeryüzün­deki insanların tümü, onun soyundandır; insan
nesli, onun üç oğlu Sâm, Hâin ve Yâfes’in nesilleriyle devam etmiştir.[53] Bu
riva­yetin Tevrat’ta verilen bilgilere dayandığı görülmektedir. Çünkü orada Nuh
(a.s.) ile birlikte gemiye binen ve tufandan kurtulan­ların, Nuh (a.s.)’ın
hanımı, üç oğlu ve onların hanımlarından İbaret olduğu ve dolayısıyla insan
soyunun onlardan devanı ettigi bildirilmektedir.[54]
Müfessirlerin ekseriyeti, Tevrat’ta yer alan onların dışındaki tüm insanların
evlât bırakmadan helak oldu­ğu, dünyada sâdece Nuh (a.s.) ve zürriyetînin
kaldığı şeklindeki bu görüşü benimsemiştir.

Ancak Kur’ân-ı Kerim,
Tevrat’tan farklı olarak kurtulanlar arasında sayıları az da olsa Nuh (a.s.)’a
iman etmiş diğer mü’ minlerin bulunduğunu haber vermektedir. Ayrıca Hz. Nuh
(a.s.)’ m ailesinden olmayan bu insanların nesillerinin devam ettiği şeklinde
anlaşılabilecek ifadeler de kullanmaktadır. Bâzı müfes-sirler, bu bilgilere
dayanarak, Tevrat’a dayanan meşhur görüşe karşı çıkmışlar, gemideki diğer
mü’minlerin nesillerinin de de­vam ettiği neticesine ulaşmışlardır. Bu kanâatte
olan Mevdûdî, insan neslinin Hz. Nuh {a.s.)’m üç oğlundan devam ettiği şeklin­deki
yanlışın Tevrat’tan kaynaklandığına işaretten sonra, onlarla birlikte gemiye
binen diğer insanların nesillerinin de devam etti­ğine delil olarak şu iki
âyeti gösterir:[55]

“Ey
İsrailoğullanl Siz, Nuh ile birlikte gemide taşıdığımız in­sanların
soyundansımz. Nuh’u rehber edinin; çünkü o, çok şükre­den bir kul idi.[56]

“İşte bunlar,
Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygam­berlerdir. Bu peygamberler,
Âdem’in ve Nuh ile beraber gemide taşıdıklarımızın soyundan İbrahim ve
ismail’in neslinden ve hidâ­yete erdirip seçtiğimiz kimselerdendir…[57]

Aynı görüşü paylaşan
Elmalılı ise, kanâatini şöyle açıkla­maktadır:

“Gemide bulunan
diğer mü’minlerin hepsi nesil bırakma­dan vefat etti, denilmişse de, biz bunu,
Hûd suresinin 48. âyeti­ne uygun bulmuyoruz ki, bu âyette şöyle
buyurulmaktadır:

“Denildi ki: Ey
Nuh! Sana ve seninle birlikte olanlara bizden selâm ve bereketle gemiden in!
Fakat ileride kendilerini bir çok nimetten faydalandıracağımız, sonra da bu
yüzden kendilerine tarafımızdan acıklı bir azap dokunacak nice ümmetler
olacaktır.”

Çünkü, âyette geçen
‘seninle birlikte olanlar’ ifadesiyle, ay­nı surenin 40. âyetindeki ‘onunla
beraber iman edenler pek azdı.’ diye belirtilen az kişilerin kasdedilmiş olduğu
açıktır. O halde, buradaki tahsisin, gemidekilere değil, boğulanlara nispetle
ol­ması daha uygundur. Bununla birlikte denilebilir ki, gemidekile-rin nesli,
tağlib yoluyla, onun zürriyeti hükmünde tutulmuş, bakî kalanlar, onun zürriyeti
sayılmış, Nuh (a.s.)’a ‘İkinci Âdem’ denilmiştir.[58] 

 

K. Tufanın Kapladığı Alan

 

Kur’ân-ı Kerim’deki atıflar
ve Tevrat’taki bilgilerden, Hz. Nuh (a.s.) ve kavminin Irak’ta Musul
dolaylarında yaşadığı anla­şılmaktadır. Kur’ân’da, tufanın sâdece Nuh kavmini
kaplayıp suda boğarak helak ettiği ifade edilmiş; ancak tufanın yalnızca bu
kavmin yaşadığı bölgeyi mi, yoksa bütün yeryüzünü mü kap­ladığı
açıklanmamıştır. Bununla birlikte kapladığı alan açıklan­masa da, Kur’ân-ı
Kerim’de verilen bilgilerden, tufanın sâdece Nuh kavmini ilgilendirdiği ve
dolayısıyla bölgesel olduğu netice­sini çıkarmak mümkündür. Diğer yandan
tufanın Dicle ve Fırat havzasını kapladığı şeklindeki bilgiler, arkeolojik
kalıntılar ve jeolojik delillerle de te’yid edilmiş bulunmaktadır. Mezopotamya
ovasının önemli şehirleri Ur, Uruk, Kiş ve Şuruppak’ta yapılan arkeolojik
araştırmalar, Sümer ve Akad’m korkunç sel felâketine mâruz kaldıklarını ortaya
çıkarmıştır. Leonard Woolley, 1927-1929 yılları arasında Ur şehrindeki bir
mezarlıkta yaptığı araş­tırmalarda, büyük bir sel tarafından getirildiği
anlaşılan ve mev­cut medeniyeti bütünüyle sona erdiren 2,5 metre kalınlığında bir
çamur tabakası keşfetmiştir.[59]
Erich Schmidt 1920-1930 yılları arasında Güney Mezopotamya’nın tarihi
kentlerinden Şuruppak’ ta yaptığı kazılarda bu şehirde milâttan önce 2900-3000
yılları civarında büyük bir sel felâketinin yaşandığı neticesine ulaşmış­tır.
Tufan izlerini taşıyan bir başka şehir ise, Sümerlüer’in Kiş şehridir. Sümer
kayıtlarında bu şehir, “Büyük Tüfan’dan sonra başa geçen ilk hanedanlığın
başkenti” olarak nitelendirilmiştir. Uruk kentinde de, diğerlerinde olduğu
gibi, milâttan önce 290ü-3000 civarına tarihlenen bir sel tabakasına
rastlanmıştır.[60] Tev­rat’ta ise, bunun
zıddına, tufanın bütün yeryüzünü kapladığı bildirilmiştir.[61]

önce geçtiği gibi
Kur’ân-ı Kerim’de, insan ırkının tufandan sonra Hz. Nuh (a.s.) ve beraberindekilerin
neslinden devam et­tikleri belirtilmiştir. Böyle olunca, tufanın bütün dünyayı
kap­lamasına gerek kalmamaktadır. Çünkü bu ilâhî azabın muhata­bı Nuh kavmi
müşrikleridir. Yeryüzünün başka bölgelerinde de insanların bulunduğunu var
saydığımız takdirde, diğer kesimle­rindeki bu insanların, Nuh kavminin suçu
sebebiyle boğulduğu­nu düşünmek gerekir ki, bunun imkânsızlığı açıktır.
Tufandan sonra yeryüzünde gemidekilerin dışında hiç bir insanın kalma­dığı
hususu kesin olduğuna göre, demek ki, tarihin o döneminde insanlar, yeryüzünün
yalnızca bu bölgesinde yaşıyorlardı; daha sonraki asırlarda diğer kıtalara
dağıldılar.

Dicle ve Fırat
vadisinin halkı, tufandan sonraki dönemler­de, 12 levha üzerine tufan kıssasını
yazmışlar ve bu levhalarda, bölge halkının tamamına yakınının boğulduğunu;
ancak bir ge­mi yapıp içine binen, aile fertlerini ve bâzı hayvan ve böcekleri
de gemiye alan sâlih bir kişinin, gemidekilerle birlikte kurtulduğu­nu, artık
yeryüzünü onların imar ettiğini belirtmişlerdir.[62]
Tarih itibariyle Kitab-ı Mukaddes’ten çok daha eski olan bu kitâbeler-deki
bilgiler, Kur’ân’m verdiği bilgilere uymaktadır.

İnsanların başına
gelen felâketler hakkında aktarılan riva­yetlerin en yaygın olanı, tufan
rivayetleridir. Sümer, Akad, Bâbil, Asur, Yunan, Mısır, Hind ve Çin
edebiyatlarında Hz. Nuh’un kıs­sasına benzer rivayetler mevcuttur. Aynı
şekilde, Burma, Mala­ya, Doğu Hint adaları, Avustralya, Yeni Gine ve Avrupa ile
Amerika’nın bâzı bölgelerinde anlatılmakta olan bâzı rivayetler de bu kıssaya
benzemektedir. Bu rivayetlerin çoğunda tufan, Yüce kudret’in öfkesine sebep
teşkil eden bir günaha bağlanmakta­dır.[63]
Bütün bunlar, o dönemde yerleşik dünyanın Musul ve ci­varından ibaret olduğunu
göstermektedir. Buradan dağılan in­sanlar, aradan asırların geçmesiyle tufan
olayının gerçek hikâ­yesini unutmuş olsalar da, bu hikâye onların
tasavvurlarıyla karışmış olarak nesilden nesile aktarılmış bulunmaktadır.[64]

Ancak Mecûsîler,
ekseriyetle Nuh tufanının vuku buldu­ğunu kabul etmemişlerdir. Onlar, Ciyumirt
adını verdikleri Â-dem’den itibaren, saltanatın kendilerinde olduğunu iddia
eder­ler. Onlardan bâzıları, tufanı kabul etmekle birlikte, tufanın sâ­dece
Babil şehri ve civarında vuku bulduğunu ve Şark’ta olan Ciyumirt ve kavminin
bundan etkilenmediğini ileri sürmüşlerdir.[65]     

 

L. Hz. Nuh (A.S.)’In Yaşı, Tufandan Sonraki Hayatı Ve Vefatı

 

Kur’ân-ı Kerim’de Hz.
Nuh (a.s.)’m yaşıyla ilgili olarak şöyle denilmektedir:

“Andolsun ki.
biz, Nuh’u kendi kavmine gönderdik de, o, dokuzyüzelli yıl onların arasında
kaldı. Sonunda, onlar zulümleri­ni sürdürürken tufan kendilerini yakalayiverdi.
Fakat biz, onu ve gemidekileri kurtardık ve bunu âlemlere bir ibret
yaptık”[66]

Görüldüğü gibi âyette
Hz.  Nuh 
(a.s.)’m 950 yıl kavmiyle birlikte olduğu belirtilmiş; ancak bu sürenin
onun bütün Ömrü­nü, veya peygamberlik süresinin tamamını ya da tufana kadar
olan safhasını içine aldığına işaret edilmemiştir. Dolayısıyla ta­rihçiler bu
süre hakkında farklı görüşler ortaya atmışlardır. Me­selâ, İbn Abbas,
kendisinden aktarılan bir rivayette, bu rakamı onun bütün ömrü olarak kabul
etmiştir. Buna göre o, 40 yaşın­da 
peygamberlik  görevine   getirilmiş,  
890  yaşında  iken  
tufan meydana gelmiş ve bundan sonra 60 yıl daha yaşamıştır. İbn Kesir
gibi, bu süreyi sadece tufan öncesi peygamberlik müddeti olarak düşünenlere
göre ise, Hz. Nuh (a.s.)’m yaşı bu rakamdan çok fazladır. Çünkü o, peygamberlik
öncesi yaşadığı 40 yıl ya­nında, tufandan sonra da uzun süre hayatta kalmış ve
peygam­berlik görevini devam ettirmiştir.[67] Hz.
Nuh (a.s.)’m ömrü gibi kavminin ömürlerinin de uzun olduğu kuvvetle
muhtemeldir. O asırlarda insanların azlığına karşılık ömürlerinin uzun olduğu
anlaşılmaktadır.   Nitekim  Rasülullah  
(s.a.v.),   bir  hadislerinde, insanların ömürlerinin zamanla
kısaldığına işaret etmişlerdir.[68]

Kur’ân-ı Kerim’de ve
hadislerde Hz. Nuh (a.s.)’m tufandan sonraki hayatı ve vefatı hakkında bilgi
verilmemiştir. Dolayısıyla bu konuda kesin bir rakam vermek mümkün değildir.
Kabrinin bulunduğu yer hakkında da kesin bilgi yoktur. Ancak bâzı mer­kezlerde
ona ait olduğuna inanılan kabirler mevcuttur. Taberî ve Ezrakî’nin naklettiği
bir rivayete göre, onun kabri Mekke’de Mescid-i Haram’dadır. İbn Kesir, bu
konuda nakledilen rivayet­lerin en sahihi kaydıyla aktardığı bu haberin
ardından, onun kabrinin Belkâ’daki yerleşim merkezlerinden Kerek’te bulundu­ğunu
ve bu merkezde onun adına bir cami yapıldığını bildiren bir haber daha aktarır.[69]
Yakut ise, bir yerde, Ceziretü İbn Ömer/Cizre ile Semânın köyü arasında kalan
Bâsûrîn civarındaki Deyru Abûn manastırı rahiplerinin, Hz. Nuh (a.s.)’ın
kabrinin bu manastırda olduğunu iddia ettiklerini, [70] bir
yerde de, meşhur Kerek şehrinden başka Baalbek yakınında büyük bir köy olan
Kerek ve civarı halkının oradaki uzun bir kabrin Hz. Nuh’a ait olduğuna
inandıklarını söyler.[71]
Meşhur Seyyah İbn Battüta’nın Beyrut’tan sonra ziyaret ettiğini söylediği Kerek
Nuh burası ol­malıdır.[72]
Ancak o, orada Hz. Nuh (a.s.)’a ait bir mezarın bulun­duğundan sözetmemiştir.
Necefte gördüğü üç büyük kabirden bahsederken ise, halkın bu kabirlerin Hz. Nuh
(a.s.), Hz. Âdem (a.s.) ve Hz. Ali (a.s.)’e ait olduğuna inandığını
belirtmiştir.[73]  

 

M. Hz. Nuh (A.S.)’In Güzel Ahlâkı Ve Kıssasından İbretler

 

Nuh (a.s.), kalbî,
kavlî ve amelî itaatlerin tamamını içine alan şükretme[74]
sıfatıyla meşhurdur. Nitekim Yüce Allah, onu çok şükreden bir kul olarak tavsif
etmiştir:

“Ey
İsrailoğullarıl Siz, Nuh’la birlikte gemide taşıdığımız in­sanların
soyandansınız. Nuh’u, kendinize rehber edinin. Çünkü Nuh, çok şükreden bir kul
idi.[75]

Nuh (a.s.), aynı
zamanda sabır ve tahammülün zirvesini temsil ediyordu; inancı yüzünden başına
gelen her türlü sıkıntı­ya asırlar boyu sabretti ve karşılaştığı bütün
zorluklara rağmen tebliğ faaliyetini aksatmadan devam ettirdi. Büyük sabır ve
ta­hammül sahibi/ülül-azm beş peygamberin zaman itibariyle bi­rincisi ve
kendisinden sonraki peygamberler ve ümmetleri için sabır örneği oldu. Nitekim
Allah Teâlâ, Hüd suresinde Hz. Nuh kıssasının sonunda, Peygamberimiz Hz.
Muhammed’e ( s.a.v.) hitap ederek, ne kendisinin ne de kavminin önceden
bilmediği bu kıssanın vahiy yoluyla bildirdiği gayb haberlerinden olduğu­nu
hatırlatmış ve ona Nuh (a.s.) gibi sabretmesini tavsiye ederek, zaferin takva
sahiplerinin olacağını müjdelemiştir:

“İşte bunlar,
sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce bunları ne sen biliyordun,
ne de kavmin. O halde sabret! Şüphe yok ki, sonunda kazanacak olanlar takva
sahipleridir.”[76]

Nuh (a.s.),
mü’minlerinin azlığına, onların da çoğunun fa­kir ve zayıf kimselerden olmasına
ve kendilerine her türlü kötü­lüğün yapılmasına rağmen, hiç bir zaman Allah’ın
yardımından ümidini kesmemişti. Aksine davetini yürütmek uğrunda elinden geleni
yaparak sonucu Yüce Allah’a havale edip inkarcılara karşı yalnızca O’ndan
yardım istedi ve sonunda muradına erdi. O ve az sayıdaki ashabı kurtulurken,
kendilerini dünyanın yegane hakimi sayan gurur ve kibir sahibi çoğunluk,
başlarına gelen tufan sebebiyle tarihin en Önemli ibret sayfalarından birini
oluş­turdu. Bundan sonra da hep öyle olacaktı:

“Daha önce Nuh da
dua etmiş, Biz onun duasını kabul et­miştik. Böylece onu ve yakınlarını büyük
sıkıntıdan kurtarmıştık. Onu, âyetlerimizi inkâr eden kavimden koruduk.
Gerçekten onlar, fena bir kavim idi; bu yüzden de topunu birden suya gömdük.
[77]

Allah Teâlâ’nın iman
eden ve salih amel işleyenlere yeryü­zünde zafer va’di ve onları Nuh (a.s.) ve
ashabı gibi mutlu sona ulaştırması gerçeği başka bir âyette de şöyle dile
getirilmiştir:

“Allah, içinizden
iman edip salih amel işleyenlere kesinlikle va’detmiştir ki, onlardan
öncekileri nasıl hükümran kıldıysa, onla­rı da yeryüzünde hâkim kılacak ve
kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine sağlamlaştıracak ve
korkularının ardından bir güvene eriştirecektir.”[78]

Nuh Tufanı, Cenab-ı
Hakk’ın yüce kudretinin işaretlerin­den ve kâfirleri cezalandırdığı azapların
en şiddetlilerinden ol­ması itibariyle de, insanlık için önemli bir ibret
levhâsıdır. Pey­gamberlerini yalanlayan ve onlara her türlü kötülüğü yapan zâ­limlerin
ne şekilde ilâhî azaba çarptırıldığını gösteren ilk örnek­tir:

“Nuh kavmini de,
peygamberlerini yalanladıkları zaman boğduk ve kendilerini insanlara bir ibret
yaptık. Biz, zâlimlere çok acıklı bir azap hazırladık.[79]

“Su taştığı
vakit, sizi gemide biz taşıdık; onu sizin için bir ibret ve öğüt ya­palım ve
belleyici kulaklar onu bellesin diye yaptık.”[80]    

 

 

 



[1] Bu konudaki hadisler İçin bkz. İbn Kesir, el-Bidâye,
I, 100.

[2] Hz. Nuh (a.s.)’ın isminin geçtiği sure ve âyet
numaraları şöyledir: Âl-i Imrân sûre­si, 3/33; Nisa sûresi, 4/163; En’am
sûresi, 6/84; A’râf sûresi, 7/59, 69; Tevbe sûresi, 9/70; Yunus sûresi, 10/71;
Hûd sûresi, 11/25, 32, 36, 42, 45, 46, 48, 89; İbrahim sûresi, 14/9; İsrâ
süresi, 17/3, 17; Meryem sûresi, 19/58; Enbiya sûre­si, 21/76; Hac süresi,
22/42; Mü’minûn süresi, 23/23; Furkan süresi, 25/37; Şuarâ sûresi, 26/105, 106,
116; Ankebüt sûresi, 29/14; Ahzâb sûresi, 33/7; Saffât süresi, 37/75, 79; Sâd
sûresi, 38/12; Mü’min sûresi, 40/5, 31;Şûrâ süresi, 42/13; Kâf sûresi, 50/12;
Zâriyât süresi, 51/46; Necm sûresi, 53/52; Kamer sû­resi, 54/9; Hadîd sûresi,
57/26; Tahrim sûresi, 66/10; Nuh sûresi, 71/1, 21, 26.

[3] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
Yayınları: 112.

[4] Nuh sûresi, 71/23

[5] İbn Sa’d, I, 42; Taberî, Tarih, i, 90; İbn Kesir,
Kasasu’l-enbiyâ, I, 91.

[6] Buharı, Tefsir, 71. Buhârî’nin aynı yerde naklettiği
bir rivayete göre, Nuh kavmi­nin taptığı bu putlar, daha sonraları Câhiliyye
Arapları tarafından da ilah kabui edilmiştir. Benî Kelb’in putu olan Vedd,
Dûmetül-cendel’de bulunuyordu   Suvâ’ ise
Benî Hüzeyi’in putu idi. Benî Murâd ve Benî Gutayfa ait olan Yeğûs, Sebe ya­kınında
Cevf’te dikiliydi. Yeûk putu Benî Hemdan’a, Nesr İse Himyerîler’e ait idi.

[7] Îbnül-Esir, I, 68.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 113-114.

[8] îbn Kesir, Kasasul-enbiyâ, I, 84. Buhâri’nin Ebu
Hureyre’den naklettiği şefaat hadisinde, Hz. Nuh,*ilk rasüi olarak
tanıtılmaktadır. Rasülullah (s.a.v.), bu hadi­sinde şöyle buyurmuştur:

“(Kıyamet gününde)
insanlar, Âdem’e gelirler ve şöyle derler: ‘Ey Âdem! Sen beşeriyetin atasısın,
Allah seni kendi eliyle yaratmış, sana kendi ruhundan üfle-miş, meleklere sana
secde etmelerini emredince onlar sana secde etmişler ve sonra seni Cennette
iskan etmiştir. Bizim için rabbine şefaatte bulunmaz mısın? Başımı

za
geleni, içinde bulunduğumuz durumu görmüyor musun?’ Bunun üzerine Âdem şöyle
der: ‘Rabbim bir ağaca yaklaşmamı yasaklamışken O’na âsi oldum, bu yüz­den daha
önce ve sonra hiç kızmadığı derecede bana kızdı ve öfkelendi Benim i-şim bana
kâfidir, siz başkasına gidiniz, Nuh’a gidiniz.’ Onun etrafında toplananlar, bu
defa Hz. Nuh’un yanına giderler ve şöyle derler: ‘Ey Nuh! Sen dünyaya gönde­rilmiş
ilk rasülsün, Allah seni şükreden bir kul olarak tanıtmıştır, içinde bulundu­ğumuz
durumu, başımıza gelen sıkıntıyı görmüyor musun? Bizim bağışlanmamız için
rabbin nezdinde şefaatta bulunmaz mısın?’…” Hz. Nuh’un kendisine
gelenleri Hz. Muhammed’e {sav.) göndermesi, onun şefaat etmesi ve şefaatinin
kabul edil­mesi şeklinde devam eden hadisin tamamı için bkz. Buhârî, Enbiyâ, 3.

[9] Kurân-ı Kerim’de Hz. Nuh’un yaşı hakkında şöyle
denilmektedir:

“Andolsun ki, biz,
Nuh’u kendi kavmine gönderdik de, O, dokuzyüzelli yıl onla­rın arasında kaldı.
Sonunda, onlar zulümlerini sürdürürken tufan kendilerini yaka-layıverdi. Fakat
biz, Onu ve gemidekileri kurtardık ve bunu âlemlere bir ibret yap­tık.”
(Ankebut sûresi, 29/ 14-15).

Ayette belirtilen 950 yıllık süreyi, peygamber olarak görevlendirilişinden
tufa­na kadar geçen müddet olarak düşünenler de vardır. Bu takdirde, Hz. Nuh
(a.s.), 950 yıldan fazla peygamberlik yapmış olmaktadır (bkz. İbn Kesir,
Kasasu’l-enbiyâ, I, 117; Mevdûdi, Tefhim, IV, 235). Hz. Nuh’un yaşı hakkında
daha sonra bilgi verilecektir (bkz. s. 126-128).

[10] Hûd sûresi, 11/25-26.

[11] Nuh süresi, 71/1-4.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 114-116.

[12] Sebe’ suresi, 34/34-35

[13] A’râf sûresi, 7/66.

[14] Araf suresi, 7/75-76.

[15] Îbnül-Esir, I, 68.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 116-118.

[16] Zuhruf sûresi, 43/22-25.

[17] Mü’minûn sûresi, 23/23- 25.

[18] Hûd sûresi, 11/27.

[19] A’raf süresi, 7/59-63.

[20] Bu âyet, bilindiği kadarıyla, dini kabul hususunda bir
zorlamanın olmadığım ve istemeyen kimselerin zorla dine sokulamayacağını
gösteren ilk delil olmaktadır.

[21] Hûd sûresi, 11/28-31. Bu âyetlerin indiği günlerde
Rasülullah (s.a.v.) ile Kureyş eşrafı arasında da aynı şeyler yaşanıyordu.
Mekke ileri gelenleri, aynı duygu ve düşünceleri taşıyorlardı. Onlar da,
Peygamberimiz (s.a.v)’e zayıf ve fakir müsSûmanları yanından kovmasını teklif
ediyorlar, hattâ İçlerinden bâzıları, onla­rı kovduğu takdirde kendileri ve
yandaşlarının müsîüman olacaklarını söylüyor­lardı. Rivayete göre, bir
defasında, Rasülullah (s.a.v), Selmân-i Fârisî ve bir grup fakir müsîüman ile
beraber otururken, kabile liderlerinden Uyeyne b. Hısn yanla­rına gelmişti.
Selman’m üzerinde yünden bir aba vardı ve onun içinde terlemişti. Uyeyne,
Rasülullah (s.a.v)’e şöyle dedi; “Bunların kokusu seni rahatsız etmiyor
mu? Biz Mudar boyunun liderleriyiz. Biz müsîüman olursak herkes müsîüman olur.
Bizi sana inanmak ve senin peşinde gitmekten, işte bunlar alıko­yuyor. Onlan
yanından kov ki, sana uyalım. Ya da, bize başka, onlara başka mec­lis tahsis
et.” Rivayete göre Rasülullah (s.a.v.) onun teklifini mâkul buiur bir eği­lime
girince, Kehf sûresinin 28. âyeti nazil oldu ve bu hususta şöyle uyarıldı:

“Ey Muhammedi
Rabierinin rızasını dileyerek sabah akşam O’na ibâdet eden (zayıf ve fakir) müslümanlarla
birlikte candan sebat et. Sakın dünya hayatının al­datıcı ziynetine kapılıp
gözünü ashabından ayırma. Kötülük yapacağını bildiğimiz için kalbini bizi
anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularının kulu kölesi olmuş, işi gücü haddi
aşmak olan kimseye sakın uyma!”

Başka bir defa da,
Rasülullah’a gelen Kureyş büyükleri, fakir mü’minlerin yanlarından
uzaklaştırılmasını istemişlerdi. Onların İman etmesini arzu eden Rasülulİah
(sa.v.), bu teklifi kabule meyledince şöyle uyarıldı:

“Rabierinin
rızasını İsteyerek sabah akşam O’na yalvaranları kovma! Onların hesabından sana
bir sorumluluk; senin hesabından da onlara herhangi bir sorum­luluk yoktur ki
onları kovup zâlimlerden olasın.” (En’am sûresi, 6/ 52)

Yine aynı günlerde
Peygamberimiz, Kureyş ileri gelenlerine İslâmı anlatmaya çalışıyordu. Tam bu
sırada âmâ bir mûslüman olan Abdullah b. Ümmü Mektum yanlarına geldi ve ona
bâzı meseleleri sormak istedi. Fakat muhataplarını gücen­dirmek istemeyen
Rasülullah (s.a.v), onunla İlgilenmemiş, hattâ ısrarından dolayı biraz da
yüzünü ekşitmişti. İşte bu yüzden Allah tarafından şöyle ikaz edildi:

“Peygamber âmânın kendisine gelmesinden dolayı yüzünü ekşitti ve
geri dön­dü. (Rasülüm! onun halini) sana kim bildirdi?! Belki o temizlenecek,
yahut öğüt a-lacak da Öğüt ona fayda verecek. Kendini sana muhtaç görmeyene
gelince, ki sen ona yöneliyorsun. Oysa onun temizlenip arınmasından sen sorumlu
değilsin.” (A-bese sûresi, 80/1-7).

[22] Şuarâ süresi, 26/105-115.

[23] Hûd sûresi, 11/32-34.

[24] Nuh sûresi, 71/5-Î2.

[25] Hûd sûresi, 11/52.

[26] Nuh sûresi. 71/13-20.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 118-126.

[27] Kamer süresi, 54/9.

[28] Şuarâ sûresi, 26/116.

[29] Yûnus sûresi, 10/71-72.

[30] Yusuf süresi, 12/101.

[31] Nemi sûresi, 27/44.

[32] Buhari,  
Enbiya, 48. Bu hususta daha geniş bilgi için bkz. s. 52-57.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 126-128.

[33] Nuh sûresi, 71/21-24.

[34] Şuarâ sûresi, 26/118-119.

[35] Nuh sûresi, 71/26-28.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 128-129.

[36] Taberî, Tarih, I, 91.

[37] Hûd süresi, 11/36-39.

[38] Hz. Nuh ve Tufan hakkında aktarılan ve büyük kısmının
uydurma olduğu anlaşı­lan İsrâİlî rivayetlerin bir değerlendirmesi hakkında
bkz. Aydemir, Peygamberler, 47-55. Bu konudaki rivayetler için   ayrıca bkz. Taberî, Tarih, I, 91-92; İbn
Kesir, Kasasul-enbiyd, I, 100-101.

[39] Müfessirler, âyette geçen ve fırın, tandır, yeryüzü ve
su kaynağı mânâlarına gelen “tennur” 
kelimesi  hakkında  muhtelif görüşler  belirtmişlerdir.   Bu 
görüşlerden meşhurları şöyledir:

1. Müfessİrlerin
çoğu, tennûr’un bir ocak, bir fınn olduğunu kabul etmişler­dir. Ancak onlar, bu
ocağın kime ait olduğu, nerede bulunduğu hususunda farklı görüşler ileri
sürmüşlerdir. Bu görüş mensuplarına göre, sular, suyun kazanda kaynaması
şeklinde fırından kaynayıp fışkırmaya başlamıştır. Mevdüdî, kelime

nin başındaki harf-i
ta’rifi/belirlilik takısını dikkate alarak, bu fırının tufanı baş­latmak üzere
modeli Allah tarafından belirlenmiş özel bir fınn olduğunu ve emir gelir gelmez
suyu kaynatmaya başladığını söylemiştir {Tefhim, II, 394).

2. Âyette
geçen tennûr, yeryüzüdür. Yani yeryüzünün çeşitli yerlerinden ateş
mahalli,  fırın demek olan  tennurlar ortaya çıkmıştır.  İbn 
Kesir bu görüştedir {Kasasu’l-enbiyâ, I, 101).

3.
Tenııur,  burada yeryüzünün yüksek mevkileri
demektir.  Harikulade bir olay olarak
oralara bile sular fışkırmıştır.

4. Âyette
geçen “Fare’t-tennûr” İbaresi, şafak attı, tanyeri ağardı, sabah oldu
mânâsına gelir. Bu görüş, Hz. Ali’den nakledilen bir rivayete dayandırılmıştır.

5. Bu tâbir,
iş kızıştı, şiddetlendi mânâsına kullanılmıştır.

6. Hasen-i
Basrî’den nakledilen rivayete göre ise, tennûr gemide suyun top­landığı yer
demektir.

Bu görüşleri aktaran
ElmaUlı, âyetteki feveran tâbirinin mânâsının şiddetli bir şekilde kaynamak ve
fışkırmak olduğuna işaret etmiş, buradan geminin bu­harla çalışan bir gemi
olabileceği ihtimali üzerinde durarak şu yorumu yapmış­tır:

“Görülüyor ki,
müfessirlerin rivayetlerinin bâzı noktaları, arzettiğimiz bu mânâya değinir bir
yapıdadır. Yani geminin yelkenli bir gemi değil, kazanla çalı­şan bir vapur
olduğunu hatırlatır niteliktedir. Rivâyetlerdeki bu ayrıntılar da gö­rüldükten
sonra, biz şimdi hakkıyla diyebiliriz ki, tennürun gerçek anlamıyla bir ocak
olması, aynı zamanda onun gemide su toplanan bir kazan ile ilişkili olması­na
da engel değildir. Müfessirlerin ekseriyetinin tennûr’un ocak olduğu hakkın­daki
rivâyetiyle bu yorum arasında çelişki de yoktur. Harf-i ta’rif ile
“et-tennûr” buyurulması, bunun gemiye ait bir ocak olduğuna açıkça
işaret eder. Aynı za­manda Hz. Nuh (a.s.)’a ait bir tennûr olması da buna engel
değildir. Çünkü bu onun bir mûcizesidir… (Lügat bakımından) tennürun
feveranı, gemideki yapım i-şinin sona ermesi, yükleme ve hareket emrinin de
başlangıcı ve şartı olarak gös­terilmiştir. Bunun böyle olduğu göz önünde
bulundurulursa, tennürun feveranı­nın, gemiyi harekete geçiren kuvveti ifâde
ettiği anlaşılır… Âyetin bu zahirine karşı, ‘o zaman öyle bir vapur nasıl
yapılabilirdi? Yapılmış olsa bu sanat unutu­lur mu idi?’ gibi vehim ifade eden
bir İki soru akla gelebilir. Halbuki daha önceki çağlarda bilinip de sonradan
kaybolup gitmiş bir takım sanatların oiduğu bile ta­rihî misallerle sabittir.
Kaldı ki Nuh (a.s,), gemisini beşerin bilgi ve tecrübe biri­kimiyle değil,
doğrudan doğruya Allah’ın vahyi ve yine Onun gözetiminde yap­mıştır…”
(Bkz. Hak Dini, IV, 539-540).

[40] Mü’minun süresi, 23/ 26-29

[41] Nuh’un (a.s.) yakınlarından helakine hüküm verilen iki
kişi, karısı ile onun gibi iman etmeyen oğludur. Rivayetlerde, karısının
adının   Vâile, boğulan oğlunun a-dının
ise Kenan olduğu bildirilmiştir.

[42] Hûd sûresi, îl/40-42.

[43] Kamer sûresi, 54/10-17.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 129-134.

[44] Hûd süresi, 11/42-43.

[45] Hud suresi, n/45-47.

[46] Tahrim sûresi, 66/ÎO. Âyette geçen hainlikten maksat,
âlimlerin büyük ekseriye­tine göre, bu iki kadının kocalarının peygamberliğine
iman etmemeleridir. Yoksa bu iki kadının kocalarını başka erkeklerle
aldatmaları söz konusu değildir. Şöyle ki, Uz. Nuh (a.s.)’ın karısı, toplumun
müşrik alaycılanyla birlikte, kocasıyla alay etmiş, onun mecnun olduğunu
söylemiş ve yine onun bir takım sırlarını ifşa et­miştir. Hz. Lût (a.s.)’in
karısının ihaneti ise, kocasına gelen misafirleri kafirlere ihbar etmesidir.
Peygamber hanımlarından hiç birinin zina etmediği ve dolayısıyla bu iki kadının
kocalarına ihanetlerinin de zina olmadığı bütün tefsirlerde beyan edilmiştir.
Bu anlayışa göre, Cenab-ı Hak, kendisine elçi seçtiği peygamberlerinin evini bu
çirkin fiilden korumuştur (geniş bilgi için bkz. Elmalılı, VIII, 167 vd.).

Ancak sayıları az da olsa, bunun zıddına düşünen âlimler olmuştur (Bu ko­nudaki
görüşler için bkz. Neccâr, 54 vd.).

[47] Tevbe sûresi, 9/23.

[48] Mücâdele sûresi, 58/22.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 134-137.

[49] Bu konudaki rivayetler için bkz. Taberî, Tarih, I,
95-96; Îbnül-Esir, I, 70; İbn Kuteybe, Maârif, 12.

[50] Hûd sûresi, 11/44. İlk müfessirlerden Mücâhid, Cûdî
aağınm, Cezire’de bir dağ olduğunu söylemiştir (Buharı, Enbiyâ, 3). Taberi,
geminin Kardâ’da bulunan Cüdi dağına demirlediğini, gemide bulunan seksen
kişinin o civarda seksen ev yaptığını, bu evlerden meydana gelen Semânîn
köyünün onların sayısı olan sek­sen sayısından isimlendirildiğini ve bu köyün,
kendisinin yaşadığı yıllarda (hicrî üçüncü asrın sonu-dördüncü asrın başı) aynı
ismi taşıdığını söyler {Tarih, I, 96). Taberİ’nin bahsettiği Karda bölgesi,
sonradan Cizre’nin kurulduğu yörenin adıdır. Mes’üdî de Cüdî dağının Bâsûrîn
ile Cezİretü İbn Ömer (bugünkü Cizre) yakının­da bir dağ olup, Dicle nehrine 8
fersah uzaklıkta bulunduğunu zikreder. Hz. Nuh ve beraberindeki 80 kişinin
dağın eteğinde sayılarınca kurdukları Semâ-nîn/Seksenler adı verilen köyün,
kitabını yazdığı günlere, yani hicri 332 yılına kadar aynı isimle bilindiğini
söyler (Mürûcu’z-zeheb, I, 74). Bu arada, Buhâri, İbn Ebî Hatim, Abdürrezzak ve
Taberî gibi muhaddis ve tarihçiler, Katâde’den, Cezire bölgesi fethedildiğinde,
orduda bulunan bâzı sahabilerin Cûdî dağında geminin

kalıntılarını gördüğüne
dâir bir haber aktarmışlardır (Mevdüdî, Tefhim, IV, 237, VI, 51).

1229 yılında vefat
etmiş olan meşhur tarihçi ve coğrafyacı Yakut el-Hamevî, meşhur eseri
Mu’cemül’büldân’da, Tevrat’tan “harfiyyen Arapçaya tercüme etti­ğini”
söyleyerek şu bilgiyi aktarmıştır:

“Tufan, Nuh’un
Ömrünün 600. yılında, İkinci ayın onyedinci gününde vuku buldu. Yağmur 40 gün
40 gece sürdü. Sular, 150 gün boyunca yeryüzünde kaldı. Gemi, tufanın yedinci
ayının onyedinci gününde Cüdî’ye demirledi…” [Mu’cemü’l-büîdân,
Darül-fikr, Beyrut, II, 179). Süleyman Ateş, bu ifâdeyi, Yakut’un zama­nında
elde bulunan bâzı Tevrat nüshalarında dahi geminin Cûdi dağına demirle­diğinin
yazıldığına bir delil olarak değerlendirmiş, zamanla bu nüshanın kaybol­ma
ihtimâline işaret etmiştir [Çağdaş Tefsir, IH, 361, IV, 311).

Eski tarihler de, geminin
oturduğu dağın Cûdî dağı olduğunu te’yid etmekte­dir. Mesela, M.Ö. üçüncü asrın
ortalarında yaşamış olan Bâbil’in dînî lideri Berasus, Keldânüerle ilgili tarih
kitabında, geminin Cûdî dağı üzerine demirledi­ğini söyler (Mevdûdî, Tefhim,
II, 390).

Aristo’nun
talebelerinden Abydenus ise, bu rivayeti nakletmenin de ötesinde, bâzı
Iraklılar’m, bu gemiden kalma parçalara sahip olduklarını, içine bu parçalan
daldırdıkları suyun şifalı olduğuna inanarak, bu suyu hastalara içirdiklerini
yazmıştır (Mevdûdî, Tefhim, II, 396; Afzalurrahman, Siret Ansiklopedisi, IV,
384 ). Van gölünün kuzeyinden ziyâde güney ve güneybatısındaki yöreyi ifade
eden “Yüksek memleket” anlamındaki “Urartu” kelimesinin
Kitab-ı Mukaddes yazarla­rınca yanlış seslendirilmesi sonucunda ortaya çıkan
Ararat kelimesi (Tekvin, 8/4), hatalı yorumlanmış ve Nuh’un gemisinin
demirlediği yer olarak Ağrı dağı gösterilmişse de, bu gerçeğe uygun
görülmemektedir. Bu yanlışa işaret eden Hikmet Tanyu, gerek Cûdi dağının
yapısının, gerekse konuyla ilgili tarihî bilgi ve rivayetlerin, Kurân-ı
Kerim’de geminin üzerine oturduğu bildirilen Cudi dağının, Cizre bölgesindeki
dağ olduğu kanâatini destekler mahiyette olduğunu belirtir (“Cudi
Dağı”, DÎA, VIII, 79-80).

Diğer yandan Ağrı dağı,
gemiden inenlerin barınıp hayatlarını sürdürmelerine müsait bir ortam olmadığı
gibi, bu dağda Nuh’un gemisiyle ilgili yapılan yoğun araştırmalardan hiçbir
olumlu netice alınamamıştır.

Buna karşılık, 19701i
yıllarda Cûdî dağına çıkan Alman araştırmacı Freideric Bender, bu dağda bulunan
bâzı tahta parçalarının 6630 yıllık olduğunu tespit ederek, Nuh’un gemisinin
kalıntılarını Ağrı dağında arayan Batı basınını CûdîVe yöneltmiştir (A. Yaşın,
“Nuh’un Gemisi, Cûdî ve Cizre”, Hz. Nuh’tan Günümüze Cizre
Sempozyumu, İstanbul 1999, s.40}.

[51] Ebu Hureyre’den gelen bir rivayete göre. Rasülullah
(s.a.v.), hicretten sonra Me­dine’de Aşürâ günü oruç tutan bir grup Yahudi ile
karşılaşmıştı. O gün oruç tutmalarının sebebini sorunca, Hz. Musa ve Benî
İsrail’in Firavun ordularının önünden kaçtıkları sırada o günde boğulmaktan
kurtulduklarını, yine Nuh’un gemisinin o gün Cûdî dağına demirlediğini; bu
münasebetle Hz. Musa ve Hz. Nuh’un Allah’a şükür niyetiyle Aşûra günü oruç
tuttuklarını söylediler. Bunun üzerine Rasülullah, “Ben Musa’ya onlardan
daha yakınım, bu gün oruç tutmaya daha haklıyım.” dedi, Aşûrâ günü oruç
tuttu ve ashabına da oruç tutmalarını tavsiye etti (Ahmed b. Hanbel, Müsned,
II, 360).

[52] Saffât sûresi, 37/75-82.

[53] Taberi, Tarih, I, 97; Sâbûnî. Safvetü’t-tefâsir, V,
255.

[54] Tekvin, 6/18; 7/7,;  
9/18-19.

[55] Tefhim, II, 394.

[56] îsrâ sûresi, 17/3.

[57] Meryem sûresi, 19/18-24.

[58] Hak Dini Kuran Dili, VI, 441.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 137-141.

[59] Harman, Ö. F., “Kitâb-ı Mukaddes ve Diğer Dinlere
Göre Hz. Nûh ve Tufan”, Hz. Nuh’tan Günümüze Cizre Sempozyumu, İstanbul
1999, s. 14; Cavit Yalçın, Kavim-lerinHelâki, İstanbul 1995, 18-28.

[60] Yalçın, 21.

[61] Tekvin, 7/18-24.

[62] Tabbâra, 85 (R. More’den naklen).

[63] Çeşitli kültürlerdeki Tufan rivayetleri hakkında bkz.
Harman, agm., 16-20 Yal­çın, Kavimlerin Helaki, 24-28..

[64] Mevüdî, Tefhim, II, 396

[65] Taberî, Tarih, I, 97; tbnül-Esir, I, 73. Tufanı inkâr
etmenin, ateşe tapan şeytanın tabileri Mecusilerin bîr inancı olduğunu ve bir
safsatadan, ağır bîr küfür ve koyu bir cehaletten kaynaklandığını söyleyen İbn
Kesir, eski Hindliler’in de tufanı ka­bul etmediklerini ilâve eder. Diğer
milletlerde ve din ehlinde tufanın vuku buldu­ğu hususunun kesin kabul
gördüğünü, tufanın tüm dünyayı kapladığını, Nuh’un duası istikâmetinde
yeryüzünde hiç bir kâfir kalmadığını belirtir (Kasasul-enbiyâ, I, 114).

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 141-143.

[66] Ankebut süresi, 29/14-15.

[67] Bu konuda bkz., İbn Kesir, Kasasu’l-enbiyâ, I, 117;
Mevdüdi, Tefhim, IV, 235- Bu hususta başka rivayetler de vardır Hatta onun
toplam ömrünü 17001ü rakamla­rın üstüne çıkaranlar olmuştur (Bu konudaki
rivayetler için bkz. İbn Kuteybe, el-Maârif, 11; İbn Sa’d, I, 40-41; Taberî,
Tarih, I, 90-91; İbnül-Esir, I, 68; İbn Kesir, Kasasu’l-enbiyâ, I, 84; Ömer A.
Ömer, Ülü’l-azm mine’r-rusul, I, 57 vd.; Seyyid el-Vekü, I, 95).

950 rakamı Tevrat’ta da geçmekte ve orada, bu müddetin onun bütün ömrü­nü
içine aldığı, Hz. Nuh’un tufan sırasında 600 yaşında olduğu (Tekvin, 7/6), tu­fandan
sonra 350 yıl daha yaşadığı ve 950 yaşında öldüğü zikredilmektedir (Tek­vin, 9/
28-29).

[68] Buharı, Enbiyâ, 1.

[69] el-Bidâye, I, 120. Bir rivayette de, Kabe’de üçyüz
peygamberin kabrinin bulun­duğu, Hz. Nuh (a.s.), Hz. Hüd (a.s.) ve Hz. Salih
(a.s.)’e ait kabirlerin Mültezem ile Mekam-ı İbrahim arasında kaldığı
bildirilmiştir (Fâkihî, Ahbâru Mekke (nşr. Abdülmâlİk Abdullah Düheyş), Beyrut
1414, II, 291; ayrıca bkz. Hasen-İ Basıl, Fezâilü Mekke (nşr. Sami Mekkî
el-Ânî), Kuveyt 1400, I, 20).

[70] Mu’cemül’bûldân, Darül-fıkr, II, 496.

[71] Mu’cemû’l-büldân II, 453.

[72] Rıhle, I, 82.

[73] Rıhle, I, 199.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 143-145.

[74] ibn Kesir, Kasasu’l-enbiuâ, I, 115.

[75] Isrâ sûresi, 17/3.

[76] Hûd sûresi, 11/49.

[77] Enbiyâ sûresi, 21/76-77.

[78] Nur sûresi, 24/55.

[79] Furkân sûresi, 25/37. Görüldüğü gibi, bu âyette, Nuh
kavminin, sâdece kendi peygamberleri Nuh (a.s.)’ı değil, çoğul olarak
“peygamberlerini yalanladıkları” be­lirtilmektedir. Bunun sebebi,
kendilerine gönderilen peygamberi inkâr eden ka­vimlerin, aynı zamanda
peygamberliği de inkâr etmeleri   veya
bir peygamberi ya­lanlayan toplumların aynı zincirin halkaları durumunda olan
diğer peygamberleri de yalanlamış olmalarıdır. Çünkü peygamberlerin tamamına
birden iman etmek gerekir.  Bu bakımdan
Âd, Semûd, Lut ve Eyke kavimleri için de, aynı şekilde “peygamberleri
yalanladıkları” ifâdesi kullanılmaktadır:

“Ad kavmi de
gönderilen peygamberleri yalanladı. Bir zaman kardeşleri Hûd, onlara şöyle
demişti: Allah’tan korkmaz mısınız? ” ( Şuam sûresi, 26/123-124).

“Lut kavmi de
gönderilen peygamberleri yalanladı. Bir zaman kardeşleri Lut, onlara şöyle
demişti: Allah’tan korkmaz mısınız?” (Şuara sûresi, 26/160-161).

“Eyke halkı da
gönderilen peygamberleri yalanladı. Bir zaman Şuayb, onlara şöyle demişti:
Allah’tan korkmaz mısınız?” (Şuara sûresi, 26/176-177)

“Allah’ı ve
peygamberlerini inkâr edenler, Allah ve peygamberleri arasında ayrılık
gözetenler, ‘onların bir kısmına inanır, bir kısmına inanmayız.’ diyerek ikisi
arasında bir yol tutmak isteyenler, işte onlar, gerçekten kafir olanlardır.
Biz, kâfir­ler için alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.

Allah’a ve
peygamberlerine iman edip onlar arasında hiç bir ayınm gözetme­yenlere gelince,
Allah, işte onlara mükâfatlarını verecektir. Allah, çok affeden ve

çok merhamet edendir.” (Nisa sûresi, 4/150-152).

[80] Hakka sûresi, 69/11-12.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 145-147.

İlgili Makaleler