Hz. Peygamberin Hayatı Mevdudi

HRİSTİYANLIĞIN DOĞUŞU VE GELİŞMESİ



On Yedinci Bölüm:  HRİSTİYANLIĞIN DOĞUŞU VE GELİŞMESİ



17.1. HRİSTİYANLIĞIN DOĞUŞU VE GELİŞMESİ



17.1.1. Nasarâ Kelimesinin Tanımı



17.1.2. Hıristiyan’ların, Yahudi’lerden Kopması



17.1.3. Hıristiyan Adı Nasıl Doğdu?



17.1.4. Hıristiyanlığın Ortaya Çıkış Tarihi



17.1.5. Hıristiyanların, Hz. Îsa’yı Tanrı İlân Etmeleri



17.1.6. Hz. Îsa’nın, Allah’ın Kelimesi Olmasının Anlamı



17.1.7. Teslis (Sülûsiyet) Akidesi



17.1.8. Şirk, Evliya ve Aziz’lere Tapınma Devri



17.1.9. Bugünkü Hıristiyanlık ve Aziz Paul



17.1.10. Aziz Paul’un İnançlarının Yayılışı



17.1.11. Ruhbanlığın Ortaya Çıkışı ve Sebepleri



17.1.11.1. Üç Sebep



17.1.11.2. Ruhbanlığın Kaynak ve Öncüleri



17.1.11.3. İlk Rahip ve İlk Manastır



17.1.11.4.  Ruhbanlık Sisteminin Ayrıntıları



17.2. İNCİL’LERİN TARİH AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ



17.2.1. Kaynakların Araştırılması



17.2.2. Matta’ya Ait Olduğu Bildirilen Nüsha



17.2.3. Markus’a Ait Olduğu Söylenen Nüsha



17.2.4. Luka’ya Ait Olduğu Belirtilen Nüsha



17.2.5. Yuhanna’ya Ait Olduğu Bildirilen Nüsha



17.2.6. İncillerin Muteber ve Güvenilir Olmamalarının Altı Sebebi



17.3. HZ. ÎSA’NIN GERÇEK TÂLİMÂTI



17.3.1. Hz. Îsa (a.s.)’nın Talimâtı’nın En İyi Kaynağı



17.3.2. Barnabas İncili’nin Belirgin Özellikleri



17.3.3. Hz. Îsa (a.s.)’nın Gerçek Tâlimâtı ve Etkileyici Anlatımı



17.3.4. Bütün Peygamberlerin Talimatına Uygun



17.3.5. Barnabas’ın İncil’i Yazması için İleri Sürdüğü Sebepler ve Amaçlar



17.3.6. Meşrû ve Muteber Sayılan Dört İncil’de Hz. Îsa’nın Talimatı



17.3.6.1. Tevhid’e Dâvet



17.3.6.2. İlâhi Hâkimiyet



17.3.6.3. Hak İle Batıl Arasındaki Mücadele



17.3.6.4. Hak Yolunda Sınav Elzem ve Vazgeçilmezdir



17.3.6.5. İnkılabî Bir Hareket



17.3.6.6. Sabır ve Metânet’in Telkini



17.3.6.7. Dünya Sevgisinden Uzaklaşmak ve Âhireti Sevmek



17.3.6.8. Çilekeşliğin Gayesi



17.3.6.9. İlâhî Hükümetin Kapsamlı Manifestosu



17.3.6.10. Hükümet, Hizmet Demektir



17.3.6.11. Yahudi Ulema ve Din Adamlarının Tenkidi



17.3.6.12. Hz. Îsa’ya Karşı Dini Liderlerin Tertibi



17.3.6.13. Hz. Îsa İle İlgili Yahudi İleri Gelenlerinin Muhakemesi



17.3.7. Hz. Muhammed (a.s.)’in Mekke Dönemiyle Benzerlik



17.4. HIRİSTİYANLARIN SAPLANTILARININ GERÇEK SEBEPLERİ



17.4.1. Hıristiyanlarda Bidat ve Başkalarını Taklit Etme Meyli



17.4.2. Bir Hıristiyan Âlimin Eleştirileri



17.4.3. Başka Bir Hıristiyan Bilim Adamının Görüşü



17.4.4. Kiliseler Tarihinden Bir Delil



17.4.5. Sonuç



17.4.6. İnsanların Doğuştan Günahkâr Olmalarına Dair Yanlış İnanç



17.4.7. Hz. Meryem (a.s.)’in, Tanrı’nın Anası Olarak Kabul Edilmesi



17.5. TEVRAT VE İNCİL’DE HZ. MUHAMMED’İN GELİŞİYLE İLGİLİ HABERLER



17.5.1. Tevrat’ın Açık Haberi



17.5.2. Sâf Suresi’nin İlgili Âyeti Üzerinde Bir Bahis



17.5.2.1. Muhammed İle Ahmed



17.5.2.2. “O Peygamber”



17.5.2.3. Yuhanna İncilindeki Haberler



17.5.2.4. Müstakbel Peygamber Dünyanın Lideri Olacak



17.5.2.5. “Paracletus” Kelimesi Konusunda Hıristiyanların Karşılaştığı Güçlükler



17.5.2.6. Kelimenin Tahrif Edilme İmkânı



17.5.2.7. Asıl Süryânice Kelime: “Munhamanna”



17.5.2.8. Necâşî’nin Şahitliği



17.5.2.9. Barnabas İncilinde Yer Alan Haberler



17.6. ARAP YARIMADASINDA HIRİSTİYANLIK



17.6.1. Ashâb-ı Uhdûd Kıssası



17.6.1.1. Hz. Suheyb’in Rivâyet Ettiği Hadis



17.6.1.2. Hz. Ali Tarafından Rivâyet Edilen Vak’a



17.6.1.3. İsrailî Rivâyetler



17.6.1.4. Necran Olayı



17.6.1.5. Yemen’de Hıristiyan Misyonerler



17.6.1.6. Ashâb-ı Uhdûd Olayının Görgü Şahitleri



17.6.2. Kâbe Benzeri Bir Bina’nın Yapımı



17.6.3. Yemen’de Hıristiyanlığın Üstünlüğü



17.6.4. Ebrehe Nasıl Yemen Valisi Oldu?



17.6.4.1. Araplara Siyasî, Ticarî ve Dinî Üstünlük Sağlama Çabaları



17.6.4.2. Mekke’ye Ebrehe’nin Yürümesi



17.6.4.3. Mekkelilerin Tepkisi



17.6.4.4. Kâ’be’nin Korunması İçin İlâhi Mu’cize



17.6.4.5. Arap Edebiyatında Bu Olay İle İlgili Kayıtlar



17.6.4.6. Eshab-ı Fîl İle İlgili Bazı Önemli Hadisler



17.6.4.7. Hz. Peygamber (a.s.)’in Doğuşu



17.6.4.8. Kur’ân-ı Kerim’de Bu Olaya  Kısaca Değinilmesinin Sebebi



17.7. HZ. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİĞİNDEN SONRA HIRİSTİYANLIK



17.7.1. Varaka bin Nevfel’in Hz. Muhammed’in Peygamberliğini Tasdik Etmesi



17.7.2. Müslümanların Hıristiyan Bir Ülkeye Hicretleri



17.7.2.1. Habeşistan’ın Hıristiyan Kralının Takdire Lâyık Tutumu



17.7.2.2. Habeşistan’a Karşı Müslümanların Dostça Tavrı



17.7.3. Mısır Patriğinin Tutumu



17.7.4. Hz. Peygamber ve Necran’daki Hıristiyanlar

On Yedinci Bölüm:  HRİSTİYANLIĞIN
DOĞUŞU VE GELİŞMESİ

17.1. HRİSTİYANLIĞIN DOĞUŞU VE
GELİŞMESİ

17.1.1. Nasarâ
Kelimesinin Tanımı

Bazı kimselere göre, “Nasârâ” (Hıristiyanlar) kelimesinin kökü,
Hz. Îsa (a.s.)’nın doğduğu yer olan “Nâsıra”dır. Fakat bu kelime aslında “Nus­ret”
kökünden çıkmıştır. Bunun dayanağı, Hz. Îsa’nın şu sözleridir: “Men ensârî ilâhi
(Allah’ın yolunda kimler benim yardımcılarım olacaktır) Hz. Îsa’nın bu sorusunu,
şöyle cevaplandırmışlardı: “Nahnu Ensâr-Ullâhi” (Biz Allah’ın işinde (size)
yardımcı olacağız). Hıristiyan yazarlar yalnızca yüzeysel benzerliğe bakarak,
Kur’ân-ı Kerim’de “Nasârâ” kelimesinin, “Nasıriyye veya Nâsırî’den
kaynaklandığını ileri sürmüşlerdir. Hıristiyanlı­ğın ilk yıllarında Nasıriyye (Nazarenes)
adında bir mezhep vardı. Buna mensup olanlara hakaretle Nasırî ve Eybûnî
denilirdi. Hıristiyan yazarlar, Kur’ân-ı Kerîm’in bu mezhep veya grup için
kullanılan ismi bütün Hıristiyanlara atfettiğini yazmışlardır. Fakat Kur’ân-ı
Kerîm, bizzat Hıristiyanla­rın kendilerine “Nasârâ” dediklerini beyan ediyor
(Âl-i İmran: 52). Ayrıca, Hıristiyanlar hiçbir zaman kendilerine “Nasırî”
dememişlerdir.

Şurada şunu da belirtelim ki, Hz. Îsa (a.s.) kendisine tâbi
olanlara hiçbir zaman “Hıristiyan” veya “Mesihi” ismini vermemişti. Zira, Hz.
Îsa kemli adına mensup olan yeni bir dîn’in temelini atmaya gelmemişti. Hz.
Îsa’nın işi, geçmişte Hz. Musa (a.s.), ondan önce ve ondan sonra gelen bü­tün
peygamberlerin davetini ve mesajını tekrarlamasıydı. Hz. Îsa’nın vaaz ettiği din
her zamanki gibi aynıydı. O sadece bu dinin unutulan talimatını yenilemeye ve
tekrarlamaya gelmişti. Bundan dolayıdır ki, aralarında doğduğu İsrail
oğullarının dışında herhangi bir cemaat kurmaya teşebbüs etmedi. Ayrıca Musevî
şeriatından başka bir şeriat da icat etmedi ve buna ayrı isim vermedi. Zâten Hz.
Îsa’nın ilk havari, ve arkadaşları kendilerini İsrail oğullarından ayrı
saymıyorlardı. Hz. Îsa’ya tabi olanlar ayrı bir ce­maat veya ayrı bir ümmet
olarak belirmediler. Kendilerine bir takım ayrı­calık veya belli özellikler
yakıştırmadılar. Hz. Îsa’nın dinini kabul edenler diğer Yahudiler ile birlikte
Kudüs’teki Büyük Mabed’e ibadete giderlerdi ve kendilerinin Musevî şeriatına
bağlı olduklarını belirtirlerdi. (Bk: Kitab­ul A’mâl, 3: 1-10, 14-15,1.5,21-22).

17.1.2.
Hıristiyan’ların, Yahudi’lerden Kopması

Bundan sonra Hıristiyanlar ile İsrail oğulları veya Yahudilerin
birbirin­den kopması hızla gerçekleşti. İki taraf da bu kopuş ve ayrılışı
vazgeçil­mez hale getirdi. Bir yandan, Hz. Îsa’ya tâbi olan cemaat’ten Aziz
Paul, Hz. Musa’nın şeriatından kendilerini azâd etti ve sadece Hz. Îsa’ya iman
etmenin âhirette kurtuluşları için yeterli olduğunu ilân etti. Diğer yandan,
Yahudi din adamları, ulema ve kâhinler Hz. Îsa’ya tâbi olanların tümünün
Allah’ın yolundan sapmış olduğunu, mürted ve dinsiz olduğunu belirterek bunları,
İsrailoğulları veya Yahudi topluluğundan ihraç ettiler.

Fakat, Hz. Îsa’ya tabi olanların Yahudi topluluğundan
ayrılmasına rağmen, ilk dönemlerde kendisine mahsus hâlâ herhangi bir ismi
yoktu. Bizzat Hz. Îsa’ya tabi olanlar bu dönemlerde kendilerine bazen “talebe”
veya “öğrenci” (şâkird) ve bazen “kardeşler”, “mü’minler” ve “mukaddes ‘
olanlar” demişlerdir. (Bk: Kitab-ul A’mâl). Buna mukabil, Yahudiler bun­lara
hakaret kastıyla bazen “Galîlî ve bazen “Nasırîlerin bid’ate kapılmış fırkası”,
derlerdi. (Bk: Kitab-ul A’mal, 25: 5, İncil, Luka, 13: 2). Hıristiyanlara
verilen bu hakaret dolu isim, Hz. Îsa’nın doğum yerinin, Filistin’in Galile
bölgesinde bulunan Nasıra şehri olduğu için uygun görülmüştü. Fa­kat bu alaylı
isimler fazla tutmadı ve Hz. Îsa’ya tâbi olanlar bu isimlerle meşhur olmadılar.

17.1.3.
Hıristiyan Adı Nasıl Doğdu?

Bugün dünyaca bilinen ve kullanılan Hıristiyan (Mesîhi)
kelimesinin mûcidî Antakya’lı müşriklerdir. Antakya’lı müşrikler ilk defa M.S.
43-44 de bu ismi, Hz. Îsa’nın taraftarlarına taktılar ve bu isim o zamandan beri
geçerli sayıldı. İncil ve diğer tarih kitaplarındaki kayıtlara göre, Aziz Paul
ile Barnabas, Antakya yöresine gelip dinlerini vaaz etmeye başladıkları sı­rada,
kendilerine karşı çıkan müşrikler tarafından alaylı olarak “Hıristiyan” olarak
çağırılmaya başlandılar. (Kitâb-ul A’mâl: 11-26). Hz. Îsa’ya tabi olanlar tabii
ki bu isimle çağrılmak istemiyorlardı, ama bu isim gittikçe yaygınlaşınca
onların büyükleri de bunu benimsemekte mahzur görmedi­ler. Nitekim, din adamları
ve uleması halkı şöyle teskin etmeye çalıştı: “Eğer sizin düşmanlarınız, sizin
Hz. Îsa’ya bağlı olduğunuzu belirtmek amacıyla size Mesihi (Hıristiyanlar)
diyorlarsa, bunda utanılacak ne var?” (I- Peter, 4: 16). Sözün kısası, Hz.Îsa’nın
havarileri ve ona tabi olanlar ya­vaş yavaş bu isme alıştılar ve kendileri de
bunu kullanmaya başladılar. Zamanla, bu kelimenin alaylı tarafı da unutulmuş
oldu.

İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Îsa’ya
tabi olanlara hiçbir zaman “Hıristiyan” denilmemiştir. Aksine, onlara “nasârâ”
oldukları ve Hz. Îsa ile Havarileri arasında şu sözlerin geçtiği
hatırlatıl­mıştır. “Îsa, kavminde küfrü hissettiğinde: ‘Bana, Allah için
yardımcı kim­dir?’ dedi. Havariler, ‘Allah’ın yardımcıları biziz. Müslüman
olduğumuza şahid ol.” (Âl-i İmrân: 52). Yani, Kur’ân’a göre Hıristiyanlar,
hakikî manâda “nasârâ” veya “ensâr” (yardımcı) dırlar. Fakat ne gariptir ki,
Hıristiyan misyonerleri ve diğer kimseler kendilerini, Kur’an-ı Kerîm’in,
“Hıristiyan” gibi aslında alaylı ve zâta mahsus bir isim yerine “nasârâ” gibi
tari­hi ehemmiyeti haiz nisbeten daha kibar bir adla çağırdığına kızıyorlar.

17.1.4.
Hıristiyanlığın Ortaya Çıkış Tarihi

Gerek “Yahudilik” gerekse “Hıristiyanlık” genellikle bilinen
şekille­riyle asıl doğdukları tarihten çok sonra ortaya çıkmışlardır. Yahudilik
bu­günkü bilinen şekli, dinî inanç, hususiyet, ibadet tarzları merasim ve
Şeri­atlarıyla M.Ö. 300-400’da doğmuştur. Aynı şekilde Hıristiyanlık da, Hz.
Îsa’dan sonra bugünkü şeklini almıştır.

Şimdi asıl üzerinde durulması gereken nokta şudur: Gerek Yahudi,
gerekse Hıristiyanlar, doğru ve gerçek dinin kendilerininki olduğunu bu dinleri
kabul etmemiş olanların hidâyetli ve imanlı olmadığını kabul eder­ler. Bir an
için bunun böyle olduğunu kabul edelim. Fakat böyle olunca ortaya önemli bir
soru çıkmaktadır: Madem ki doğru yol Yahudilik veya Hıristiyanlıktır, o zaman
Yahudilik ve Hıristiyanlıktan önceki bütün dinler ve peygamberleri de yok
saymalıyız. Geçmişteki bütün peygamberlerin maa­zallah yalancı ve sahtekâr
olduğunu kabul etmeliyiz. Bilindiği üzere, Hz. İbrahim ve diğer pek çok güzide
peygamber, sâlih ve dindar kişiler, adı geçen iki dinden yüzyıllar önce
doğmuşlardı ve bunların Yahudiler de, Hıristiyanlar da hidâyetli, imanlı ve
doğru yolda olan kişiler olduğuna ina­nırlar. Demek ki, ne Yahudiler ne de
Hıristiyanlar bunların yalancı ve sahtekâr olduğunu söylemiyorlar. Böylece kendi
kendilerini yalanlıyor ve çelişkiye düşüyorlar. Ya söyledikleri ilk söz doğrudur
ve adı geçen peygamberler sahtedir, ya da bu peygamberler doğru ve gerçektirler
ve kendi­leri yalan ve sahtedirler. Aynı noktadan hareketle, Yahudilik ve
Hıristiyan­lık olmaksızın geçmiş peygamberlerin hidayet buldukları ve
başkalarını doğru yola sevk ettikleri söylenebilir. O halde, Yahudilik ve
Hıristiyanlık’tan önce de sonra da insanların hidâyet bulmaları mümkündür. Bu
hidâyet aslında Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi kısır dinî çekişmeden do­ğan din
ve mezheplerde değil, evrensel ve ebedî bir gerçekte saklıdır.

Zâten Yahudiler ile Hıristiyanların mukaddes kitaplarında, Hz.
İbrahim (a.s.)’in tek Allah’tan başka kimseyi ilâh olarak kabul etmediği,
kimseye tapmadığı, itaat ve kulluk etmediği açık açık belirtilmiştir. Hz.
İbrahim’in en büyük görevi, Allah’a ortak koşulmasına şiddetle karşı koymaktı.

Bundan çıkan netice şudur: Gerek Yahudilik gerekse
Hıristiyanlık, ecdâdlarının en büyüğü olarak saydıkları Hz. İbrahim ve O’nun
Tevhid’e dayalı Hak dininden caymış ve yanlış yola sapmışlardır, zira ikisi de
şirke açık kapı bırakmış, hatta bunu temel inançları arasına sokmuş ve fiilen
tatbik etmişlerdir.

17.1.5.
Hıristiyanların, Hz. Îsa’yı Tanrı İlân Etmeleri

Hıristiyanlar, dünyaya çıkışlarının ilk döneminde Hz.Îsa’nın
şahsiyeti­ne insanlık ve tanrılık ile ilgili bazı sıfatları öylesine
karıştırdılar ki, Hz. Îsa’nın şahsiyeti ve varlığı bir muamma oluverdi.
Hıristiyan din adamları lâf kalabalığı ve gevezelikle meseleyi ne kadar çok
halletmeye çalıştılarsa o kadar karmaşık bir hal aldı. Hıristiyan ulemadan
bazıları, Hz. Îsa’nın in­sanlık haline ağırlık verdiler ve kendisinin Allah’ın
oğlu ve üç daimî tanrı­dan biri olduğuna karar verdiler. Hz. Îsa’nın karmaşık
kişiliğinde ulûhiyet ve tanrılık sıfatlarının fazla olduğunu zannedenler,
kendisinin insan şek­linde bir tanrı olduğunu belirttiler ve kendisine Allah
diyerek diz çöktüler. Bu iki aşırı fikrin ortasında yol almaya çalışanlar ise
bir takım tefsîr, te’vîl, açıklama ve tahminler ile öyle bir tez ortaya koydular
ki, buna göre Hz. Îsa hem insan, hem tanrı oluverdi. Hz. Îsa’nın bu iki ayrı
sıfatı, icabın­da birbirinden ayrılabilir ve birleşebilirdi.

17.1.6. Hz.
Îsa’nın, Allah’ın Kelimesi Olmasının Anlamı

Nisâ suresinde şöyle buyurulmuştur:

“Muhakkak, Meryem’in oğlu Îsa, Allah’ın Resûlü ve Meryem’e ilka
eylediği kelimesi ve ondan, Allah tarafından bir ruhtur”. (âyet; 171)

Dikkat edilirse, burada “kelime” sözcüğü kullanılmıştır. Hz.
Mer­yem’e ilka edilen veya gönderilen kelime’nin anlamı, Cenab-ı Allah’ın
Meryem’in rahmine nâzil ettiği “fermân”dır. Yani, Hz. Meryem’in rahmi­ne, bir
erkeğin dölünü almadığı halde, Hz. Îsa’ya gebe kalma emri veril­mişti. İlk
başta, Hz. Îsa’nın babasız doğmasının sırrının bu olduğu Hıristiyanlara
belirtilmişti. Fakat, Yunan felsefesinin etkisinde kalan Hıristiyan­lar,
“kelime”nin anlamını “kelâm” veya “nutuk” (Logos) olarak kabul etti­ler. Daha
sonra, bu kelâm ve nutuk’tan, bizzat Allah’ın konuşma özelliği anlamı çıkarıldı.
Bununla yetinilmedi ve daha sonra, Allah’ın kişisel özel­liğinin, Hz. Meryem’in
karnına girip Hz. Îsa’nın şeklini aldığı tahmini yapılıverdi. Böylece,
Hıristiyanlarda Hz. Îsa’nın ulûhiyeti ve tanrılığı ile ilgili yanlış bir inanç
ve kavram gelişmiş oldu. Hıristiyanlar bundan böyle, Ce­nab-ı Allah’ın bizzat
kendisini veya ezelî vasıflarından olan kelâm ve nut­kunu, Hz. Îsa’nın fiziki
varlığı ile dünyaya gösterdiğine inanmaya başladı­lar.

17.1.7. Teslis (Sülûsiyet)
Akidesi

Nisâ sûresinin 171. âyetinde Hz. Îsa (a.s.)’nın (Allah
tarafından) bir Ruh olduğu söylenmiştir. Bakara sûresinde ise aynı konuya şöyle
değinil­miştir:

“Biz temiz (Mukaddes) ruh ile Mesih (Îsa)’e yardım ettik.”

Her iki âyetin anlamı şudur: “Cenab-ı Allah, Hz. Îsa’ya her
türlü kö­tülükten arınmış temiz bir kalp, ruh ve huy vermiştir.” Hz. Îsa’nın
kalbi ve ruhu ancak Hak ve doğruluğu biliyordu ve kendisi adeta bir ahlâk ve
fazi­let simgesiydi. Gayet tabii ki Hıristiyanlara da, Hz. Îsa’nın bu özelliği
taşı­dığı belirtilmişti, ama onlar bunu yanlış yorumladılar ve büyük mübalağa
yaptılar. Onlar, “Allah tarafından bir Rûh” ibaresini bizzat Allah’ın Ruhu (Ruhullah)
ve “Ruh-ul Kuds” deyimini, yanlış yorumlayarak, “Hz. Îsa’ya hulûl etmiş olan
Allah’ın mukaddes Ruhu” yapıverdiler. Halbuki, bugün dahi Matta İncili’nde şöyle
bir cümle yazılıdır: “Melek ona (Yusuf Neccar’a) rüyasında göründü ve dedi ki,
‘Ey Davûd oğlu Yusuf, zevceni kendi evine getirmekten korkma, zira onun karnında
ne varsa Ruh-ul Kuds (Mu­kaddes Ruh)’un kudretiyle vardır. (Bölüm I, âyet: 2).
İşin aslına bakılırsa, Hıristiyanlar hem “Tevhid’e hem ‘Teslis’e inanıyorlar,
İncilde yer alan Hz. Îsa’nın açık sözlerine bakılırsa, Hıristiyanlardan hiçbiri
Allah’ın tek olduğu­nu inkâr edemez. Hz. Îsa çeşitli vesilelerle Allah’ın tek
olduğunu ve hiçbir ortağı bulunmadığını ifade etmiş ve bu ifadeler İncil’de
aynen yer almışlardır. O halde, gerçek dinin Tevhid’e dayalı olduğunu
Hıristiyanlar bile inkâr edemezler. Fakat, Hıristiyanların yanılgısı, “Allah’ın
kelimesi” ve “Ruhullah” gibi deyimleri yanlış yorumlamalarında saklıdır. Daha
önce işaret ettiğimiz gibi Hıristiyan uleması, “kelime”den, Allah’ın kelâmı ve
nutkunun Hz. Îsa’nın varlığında ifade bulduğunu, anladılar ve Allah’ın ru­hunun
O’na duhûl ettiğini ve böylece kendisinin bir Tanrı olarak dünyaya geldiğini
sandılar. Bunun içindir ki, Hıristiyanlar Hz. Îsa ve Mukaddes Ruh’un ulûhiyetini
Allah’ın ulûhiyetiyle kabul etme gereğini duydular. Hıristiyanların dinî
inançlarına böylesine önemli bir unsurun girmesi Tevhîd ile ilgili akide ve
inançlarını olumsuz yönde etkiledi ve kendilerini   tam bir çıkmaza soktu. Onlar
için en büyük mesele, Tevhîd’siz bir Teslîs   Akidesi’ni, ve Teslis’siz bir
Tevhid akidesini bir arada tutmak ve denge  kurmak olarak ortaya çıktı ve ne
yapacaklarını şaşırdılar. Ne var ki, ortaya çıkan bu düğüm yüzyıllar geçmesine
rağmen bir türlü çözülemedi. Hıristiyan din adamları ve uleması, geçen 180
yıldan beri bizzat kendi yarattık­ları sorunu çözemediler. Bu mesele zamanla
daha da karmaşık bir hal al­maya başlamıştır. Aralarında sayısız mezhep ve
gruplar doğmuştur ki, ba­zıları birbirine tam zıt fikir, görüş, inanç ve felsefe
taşımaktadırlar. Hıristiyanlarda ne kadar mezhep varsa o kadar tevhid kavramı
doğmuş ve geliş­miştir. Bu mezheplerden bazıları birbirine kâfir ve dinsiz
demeye başla­mışlardır. Kiliseler bölünmüş ve topluluk parçalanmıştır. Halbuki
işin as­lına bakılırsa, Tevhid ile ilgili zorluğu, ne Allah ne de O’nun sevgili
pey­gamberi Hz. Îsa (a.s.) yaratmışlardı. Bu belâyı Hıristiyanlar bizzat kendi
başlarına açmışlardır. Zâten, bir yandan Allah’ın tek olduğunu kabul et­mek ve
bir yandan üç tanrının bulunduğuna inanmak ve buna göre hareket etmek, çözülecek
bir düğüm değildir. Bu düğüm yanlış anlama ve yanlış yorumlamadan kaynaklandığı
için bu yanlış anlamaya son verilmelidir ve doğru yola gidilmelidir. Onlar, Hz.
Îsa (a.s.) veya Ruhul Kuds’ün ulûhiyetini nazarı itibara almadan sadece Tek
Allah’ı ilâh olarak kabul et­melidirler: Allah’ın herhangi bir ortağı olmadığını
ve Hz. Îsa’nın sadece onun peygamberi ve elçisi olduğunu teslim etmelidirler. Hz.
Îsa’ya her­hangi bir tanrısal sıfat ve isim yakıştırmamalıdırlar.

17.1.8. Şirk,
Evliya ve Aziz’lere Tapınma Devri

Hıristiyanlar, Hz. Îsa’dan sonra Tevhid mefhumunu zedelemekle
kal­madılar, bir çeşit putperestliğe de başladılar. Bir tek Allah yerine üç
Tan­rı’nın olduğunu sanan Hıristiyanlar, özellikle Katolikler, beşinci yüzyıla
ge­lindiğinde şirke ve azizler ile mezarlara tapma hareketine başladılar. Bu
dönemde Hz. Îsa’nın yakın arkadaşlarına, havarilere, azizler, evliyalar ve diğer
pek çok şahsiyete tapılmaya başlandı. Kiliselere Hz. Îsa, Hz. Mer­yem ve
havariler ile hurilerin putları yerleştirildi. Kehf sahipleri (Eshab-ı Kehf’nin
ortaya çıkışından birkaç yıl önce, yani M.S. 431’de bütün Hıristiyan âleminin
din adamları ve rahipleri Efes’te bir araya gelerek Hz. Îsa’nın ulûhiyeti ve Hz.
Meryem’in “Tanrı’nın Anası” akidesini resmen kabul etti­ler. Kiliseler Konseyi
tarafından oybirliğiyle alman bu karar, Hıristiyanla­rın resmi inancı hüviyetini
kazandı. Bu tarihi göz önünde bulundurduğu­muz takdirde, Kur’ân-ı Kerim’in Kehf
Sûresinin 21. âyetinde, “O sırada onlar aralarında bunların işini
nizalaşıyorlardı” olarak bahsedilen zümre­nin, Tevhid’e inanmış ve doğru yolda
olan Hıristiyanlara hâkim olan müş­rik, menfaatçi ve bozguncu grup olduğunu
anlayabiliriz. O sıralarda Hıristiyan âleminin siyasî ve dinî iktidarı işte bu
sapık ve çıkarcı kimselerin el­lerinde idi. Bunlar şirkin bayraktarıydılar ve
halkın umumî arzusuna aykı­rı olarak Kehf sahiplerinin bir türbesini inşa edip,
bir mâbed haline getir­mek istiyorlardı.

17.1.9. Bugünkü
Hıristiyanlık ve Aziz Paul

Hz. Îsa’ya tabi olanlar önceleri kendisinin sadece Allah’ın
peygamberi olduğunu biliyor, Musevi Şeriatına göre hareket ediyor ve akideler
ile talimat ve ibadetler bakımından kendilerini Yahudiler veya İsrail
oğulla­rından ayrı saymıyorlardı. Hz. Îsa’ya tabi olanlar ile Yahudiler arasında
sa­dece bir fark vardı: Bunlar Hz. Îsa’nın peygamberliğine iman etmişken,
Yahudiler O’nun peygamberliğini tanımıyorlardı. Fakat bundan sonra,
Hıristiyanlar ile Yahudilerin yolları gittikçe ayrıldı.

Aziz Paul, Hz. Îsa’ya tabi olanların cemaatine girdikten sonra
yeni di­ni yaymak için türlü türlü tedbirlere başvurdu. Aziz Paul, Romalılar
Yu­nanlılar ve Yahudi olmayan diğer milletleri de Hıristiyanlar arasına katmak
istedi ve bu amacı elde etmek için, Hz. Îsa’nın getirdiği dinden tamamıyla
farklı bir dini yaymaya başladı. Bu din temel yapısı akide ve inançlar ile
ibadetler bakımından, Hz. Îsa’nın getirdiği dinden çok farklıydı. Gerçek şu ki,
Aziz Paul hiçbir zaman Hz. Îsa’nın yakın dostu ve arkadaşı olmamıştı. Tam aksine
O’nun muhalifi ve düşmanıydı. Paul, Hz. Îsa’nın vefatından sonra da birkaç yıl
O’na tabi olanlara düşmanlık etti. Fakat daha sonra bu dini cemaate girip
kendine göre yeni bir din icad etmeye başlayınca kendi yaptıklarının lehinde Hz.
Îsa’nın hiçbir söz ve fiilini örnek almadı ve sade­ce kendi inanç, düşünce ve
ilhamlarını temel olarak kabul etti. Bunu ya­parken başlıca amacı, dini herkes
tarafından hoş görülür ve kabul edilebilir hale getirmesiydi. Aziz Paul, ne
olursa olsun, bu dini Yahudilerin dışın­daki diğer milletlere de kabul ettirmeye
kararlıydı. Bu hedefe varabilmek için Hıristiyanların, Musevî veya Yahudi
şeriatından kopmalarını sağladı. Bir Hıristiyan’ın Yahudiliğin her türlü
sınırlama, kısıtlama ve vecibelerin­den âzâd olduğunu ilân etti. Dolayısıyla,
yemek ve içmek konusunda her türlü haram ve helâl ayırımını ortadan kaldırdı.
Yabancıların, yeni dine girmekten çekinmelerine sebep olan “sünnet” ananesine de
son verdi. Bu­nun yanı sıra, Hıristiyanlık’ta şirki ilk başlatan da Aziz Paul
oldu. Nitekim Hz. Îsa’nın ulûhiyetini ortaya attı. O’nun Allah’ın oğlu olduğunu
iddia etti ve çarmıha gerilmek suretiyle Âdem oğullarının bütün günahlarının
kefaretini ödediğini de öne sürdü. Müşrik kafalara böyle bir mizansen çok
elverişliydi ve onlar kitleler halinde Hıristiyanlığı kabul etmeye başladılar.
Hz. Îsa’nın ilk havarileri ve en yakın arkadaşları bu batıl inanç ve bida’tlere
şiddetle karşı koymaya çalıştılar, ama güçleri yetmedi. Aziz Paul’un din ile
ilgili yeni kaide, kural ve inançları, halk kitlelerine çok cazip geldi. Çünkü
gevşettiği bağ ve kaldırdığı sınırlar eskiden, hem Hıristiyanlara hem Hıristiyan
olmayanlara çok ağır geliyordu. Bunlar ortadan kalkınca diğer milletlerden
İnsanlar akın akın Hıristiyanlığa girmeye başladılar. Fakat her şeye rağmen
üçüncü yüzyıla kadar Hz. Îsa’nın ulûhiyetine karşı çıkan pek çok Hıristiyan
vardı.

17.1.10. Aziz
Paul’un İnançlarının Yayılışı

Ancak dördüncü yüzyılın başında, yani 325’te İznik’te (Nicaea)
kuru­lan Kilise Meclisi, Aziz Paul’un Hıristiyanlıkla ilgili ortaya koyduğu
um­deleri resmen kabul etti. Böylece, Hıristiyanlık resmen ayrı bir din halini
aldı. Daha sonra Roma İmparatorluğu da bu dini kabul etti ve İmparator
Theodosius zamanında bütün imparatorluğun resmi dini Hıristiyanlık olu­verdi.
Bundan sonra, gayet doğal olarak, Aziz Paul’un umdelerine aykırı olan bütün
kitap ve eserler gayri meşrû ilân edilerek imha edildi. Sadece Aziz Paul’un
akide, umde ve sistemine uygun olan eserler mu’teber ve gü­venilir sayıldı ve
bunlara dokunulmadı. Miladî 367’de Athanasius’un bir mektubuna göre geçerli ve
güvenilir kitapların ilk mecmuası hazırlandı. Toplanan bu kitaplar Miladî 382’de
Papa Damasius’un başkanlığında top­lanan Kilise Meclisi tarafından onaylandı.
Milâdi beşinci yüzyılın sonları­na doğru Papa Gelasius sadece bu kitapların
meşru, muteber ve güvenilir olduğunu tasdik etmekle kalmadı, aynı zamanda,
mu’teber ve meşru olma­yan kitapların listesini de hazırladı. Ne var ki, bu
ayırım Aziz Paul’un inanç ve öğretilerine göre yapılmıştı. O inanç ve öğretiler
ki, bunları Hz. Îsa’nın talimatı arasında bulmak hiç de mümkün değildir. Hatta,
Aziz Paul’un işareti üzerine hazırlanan İncillerde de yer alan Hz. Îsa’nın
sözlerin­de bile bu umdeler yoktur.

17.1.11.
Ruhbanlığın Ortaya Çıkışı ve Sebepleri

Hz. Îsa’nın vefâtından sonra 200. yıla kadar Hıristiyanlar,
ruhbanlık di­ye bir şey bilmezlerdi. Ne var ki, Hz. Îsa’dan sonra O’nun
talimatını tahrif ederek ortaya yepyeni bir din çıkaran kimseler ruhbanlık
geleneğinin de temelini atmışlardı. Hıristiyanlık, kendi tahrif edilmiş şekliyle
ruhbanlığın mikroplarını taşıyordu. Ruhbanlığın ortaya çıkmasını sağlayacak
düşünce ve görüşler bir kerre bu dine girmişlerdi. Her şeyi terk edip bir köşeye
çe­kilmeyi ideal ahlâk’ın bir parçası olarak saymak ve izdivaç ile diğer
dün­yevi işlerde dervişliği tercih etmek zâten ruhbanlığın çekirdeğini
oluştur­maktadırlar. Bu tür düşünce ve görüş, tahrif edilmiş olan
Hıristiyanlıkta başından beri vardı. “Tecerrüd” (dünya işlerinden ayrılmak),
“takaddüs” (kutsallık)’e eşit sayılıyordu. Bu sebeple kiliselerde dini
vazifeleri yerine getirmekle yükümlü olanların evlenmeleri, çoluk çocuğa
karışmaları ve dünya işleriyle uğraşmaları hoş karşılanmıyordu. Böylece, Üçüncü
yüzyı­la kadar bu mesele bir fitne halini aldı ve ruhbanlık bulaşıcı bir
hastalık gibi bütün Hıristiyan dünyasını sardı.

17.1.11.1. Üç Sebep

Hıristiyanlıkta ruhbanlığın gelişmesinin üç büyük tarihi sebebi
vardı:

Birincisi, eski çağların müşrik toplumunda seks, fuhuş,
ahlâksızlık ve dünya sevgisi aşırı bir seviyeye yükselmişti. Buna karşı koymak
için Hıristiyan uleması ılımlı olmak yerine aşırı bir yol benimsediler.
Hıristiyan din adamları ve uleması namus ve iffet üzerinde o kadar durdular ki,
nikâh şeklinde olsa dahi, bizzat erkek ile kadın arasındaki temas ve
birleş­menin cenabetli ve pis bir iş olduğunu ilân ettiler. Bu dinî çevreler
dünya sevgisine karşı o kadar sert bir tepki gösterdiler ki, dindar kişilerin
dünya­nın herhangi bir nimetinden faydalanmaları imkânsız hâle geldi. Güzel
ahlâk’ın ölçüsü, bir insanın müzmin bekâr kalması ve her bakımından dünyayı terk
etmesi oluverdi. Aynı şekilde, insan toplumunun diğer bazı münasebet ve
zevklerine karşı da bazı tedbirler alındı ve her türlü zevk, haz, keyif ve
lezzet’i terk etmek, nefsi öldürmek, arzu ve istekleri bastır­mak yüksek ahlâkın
hedefleri haline geldi. Yine aynı şekilde, türlü türlü yollarla vücuda eziyet
vermek, ruhanilik ve ermişliğin delili ve kemâli ha­line geldi.

İkincisi, Hıristiyanlık gittikçe halk kitleleri tarafından kabul
edilmeye başlayınca, azizler, din adamları ve kiliseler, kendi dinlerini mümkün
ol­duğu kadar geniş halk kitlelerine yaymak hevesiyle herkesin alıştığı kötü
inanç ve huylarını da olduğu gibi kabul etmeye başladılar. Havariler ve azizlere
tapma, putperestliğin başka bir türü olarak zuhur etti. Horus ile İsis’in
putları yerine Hz. Îsa ve Hz. Meryem’in putlarına tapılmaya başlan­dı.
Saturnalia’nın yerine Noel bayramı kutlanmaya başlandı. Eski çağlarda yaygın
olan yıldızlara göre fal bakma, falcılık, zikir, muska ve hortlakla cinlerin
kovulması için özel dua ve merasimler, Hıristiyanlar arasında yeni­den makbul
oldu. Bunun gibi, halk arasında, pasaklı, bakımsız, aç, açıkta ve çıplak olan
bir kimsenin derviş, veli ve ermiş kişi olduğu inancı da yaygın olduğu için
Hıristiyan kilisesinin din adamlarının bir bölümü de bu yolu seçti. Bu gibi
insanların “kerâmet”leri ile ilgili hikayeler çoğaldı ve hatta bu konuda birçok
kitaplar yazıldı.

Üçüncüsü, Hıristiyanlarda dinin gerçek sınırlarını tâyin edecek
güveni­lir ve muteber şeriat veya sünnet diye bir şey yoktu. Hıristiyanlar
Musevi şeriatını zâten bırakmışlardı ve İncil kendi başına mükemmel ve geniş
kapsamlı bir talimatnâme değildi, veya en azından öyle sayılmıyordu. Bu sebepten
dolayıdır ki, Hıristiyan uleması, gerek kendi dinlerinin dışındaki toplumlar ve
filozofların etkisiyle, gerekse kendi yanlış tutum ve eğilimle­ri neticesinde
her türlü bid’ate kapıları açık bıraktılar. Bu, çeşitli bid’atler­den biri de
ruhbanlıktı.

17.1.11.2.
Ruhbanlığın Kaynak ve Öncüleri

Hıristiyan dininin ulema ve din adamları, ruhbanlığın felsefe ve
uy­gulamasını, Budizm’in rahipleri, Hindu dininin fakirleri ile eski Mısır’ın
münzevi hayat yaşayanları, İran’ın manvileri ve Phlaton (veya Philatinus) un
müşrikleri’nden esinlenerek almışlardı. Hıristiyanlar bunu nefsin temiz­lenmesi,
ruhanî bakımdan yükselme ve Allah’a yaklaşmanın bir yolu ola­rak görüyorlardı.

Bu yanlışlığı yapanlar öyle sıradan İnsanlar değildi. Bu işi
yapanlar, Miladî üçüncü yüzyıldan yedinci yüzyıla kadar (yani Kur’ân-ı Kerim’in
inişine kadar) gerek Doğu’da gerekse Batı’da Hıristiyanlığın en önde gelen
simaları, en muhterem şahsiyetleri ve dinî liderleri meselâ Aziz Athanasius,
Aziz Basil, Aziz Gregory, Aziz Nazlanzin, Aziz Kreisosem, Aziz Ambross, Aziz
Jerom, Aziz Augustin, Aziz Benediet, ve Büyük Gregoryidiler. Bunlar, kendileri
rahip olup, ruhbanlığın en büyük savunucuları idi­ler. İşte bu dini liderler
Kilise’de ruhbanlığın başlaması ve yayılmasının öncülüğünü yaptılar.

17.1.11.3. İlk Rahip
ve İlk Manastır

Tarih’te Hıristiyanlar arasında ruhbanlığın ilk önce Mısır’da
başladığı kayıtlıdır. Ruhbanlığın kurucusu Aziz Anthony idi. Miladî 250’de doğan
ve 350’de ölen bu din adamı, Hıristiyanlığın ilk rahibiydi. Aziz Anthony, Feyyum
bölgesinin, bugün Deyr-ul Meymûn olarak bilinen Pespir mevki­inde ilk manastırı
kurdu. Aynı rahip, ikinci manastırı Kızıldeniz kıyısında kurdu ki, bugün Deyr-i
Mâr-Antonios olarak bilinmektedir. Hıristiyanlıkta ruhbanlığın temel felsefe,
inanç ve talimatı onun tarafından geliştirilmiş­tir.

Aziz Anthony’nın başlattığı bu hareket Mısır’da çığ gibi büyüdü,
ve kısa bir zamanda ülkenin her tarafında rahip ve rahipler için manastırlar
kurulmaya başlandı. Bu manastırlardan bazıları o kadar büyüktü ki, bazen bir
yerde üç bine yakın rahip ve rahibeler oturabiliyorlardı. Milâdi 325’te yine
Mısır’da bir Hıristiyan aziz Pakhomius ortaya çıktı. Bu aziz, rahib ve
rahibelerin oturmaları için 10 adet büyük manastır inşa ettirdi. Bundan sonra
manastır furyası. Suriye, Filistin ve Afrika ile Avrupa’yı da sardı. Kilise
düzeni ilk önce ruhbanlık ile ilgili olarak önemli bir çıkmaza girdi. Çünkü din
adamları ve Kilise, dünyayı terk etme, toplumdan kaçma ve fa­kir bir hayat
sürmeyi, ruhanî bir yaşantı için ideal olarak kabul etmesine rağmen, rahipler
ile rahibelerin dışında diğer insanların evlenmeleri, çoluk çocuklara
karışmaları ve mal-ü mülke sahip olmalarını yasaklama hak ve selâhiyetine sahip
değillerdi. Fakat bu çıkmazdan kurtulmanın bazı çarele­ri arandı ve bazı
hususlarda uzlaşma sağlandı. Özellikle, Aziz Athanasius, (M. 373’de öldü), Aziz
Basil (379’da öldü) Aziz Augustin (430’te öldü) ve Büyük Gregory (609’de
öldü)’nin vaaz ve telkinleri sayesinde ruhbanlık, Kilise’nin müstakil ve
ayrılmaz bir müessesesi olarak şekillenmiş oldu.

17.1.11.4.  Ruhbanlık
Sisteminin Ayrıntıları
                                                                                                                                                       
                                                                                                                                                                                                                                                  

Hıristiyanlık’taki ruhbanlık bid’atinin bazı özellikleri aşağıda
belirtil­miştir:

1) Ruhban sınıfının ilk özelliği, çeşitli dini ibadet, murakabe
ve çile­ler ile insan vücuduna eziyet vermekti.

2) Hıristiyan Ruhban sınıfı ve rahiplerinin ikinci hususiyeti
pis, pasak­lı ve kirli olmalarıydı. Rahip ve rahibeler temizlikten kaçınırlardı.
Yıkanma ve vücudu su ile temizlemek, onlara göre Allah’a tapma ve O’nu sev­me
geleneğine aykırıydı. Vücut temizliğini, ruhun cenabeti olarak görür­lerdi.

3) Bu ruhbanlık, evlilik hayatına ağır bir darbe indirdi ve
nikâh bağ­larını kesip attı. Hem de bu işi çok merhametsizce yaptı. Miladî
dördüncü ve beşinci yüzyılda kaleme alınmış olan eserlerde ana fikir olarak
bekârlık, cinsel ilişkiden kaçınma, meşrû izdivaçtan uzaklaşma ve bir kö­şeye
çekilme en güzel ahlâki değer şeklinde işlenmiştir. İffet ve namusun anlamı, her
türlü cinsî münasebetler, hatta karı-koca arasındaki meşru iliş­kilerden
uzaklaşma olarak yorumlanmıştır. Temiz bir hayat, bir kişinin kendi nefsini
öldürüp, her türlü bedensel zevki yok etmekle eşdeğer tutul­muştur. Rahip ve
rahibelere göre, arzular ve istekler ile heveslerden ka­çınma ve bunları kontrol
altında tutma, insanın içindeki vahşeti zararsız hale getirme amacını taşıyordu.
Arzu, istek ve ihtiraslar yok edilince insa­nın içindeki hayvanî istek ve
arzular da ortadan kaldırılmış oluyordu. On­lara göre zevk ve günah aynı anlam
taşıyorlardı. Hatta neşelenmek dahi, Allah’ı unutmak anlamına geliyordu. Aziz
Basil gülmeyi ve gülümsemeyi bile yasaklamıştı. İşte bu noktadan hareketle,
ruhban topluluğu içinde er­kek ile kadın arasındaki normal evlilik ilişkileri de
yasaklanmıştı. Bir ra­hip için evlenmek şöyle dursun, bir kadının yüzüne bakması
bile yasak­landı. Eğer bu rahip önceden evliyse, karısını terk edip kendisini
tama­mıyla dine vermesi öngörüldü. Erkekler gibi kadınlar da, erkeğe
yaklaş­mamaya, onlarla ilişki kurmamaya teşvik edildi. Allah’ın göklerdeki ve
yerdeki saltanatında iyi bir yere sahip olabilmeleri için bakire ve bekâr
kalmaları, evliyseler kocalarını bırakmaları tavsiye edildi. Aziz Jerom gibi
önde gelen bir Kilise adamı, Hz. Îsa için rahibe olup, ömür boyu bekâr ka­lan
bir kadının aslında Hz. Îsa’nın gelini ve o rahibenin annesinin tanrı, yani Hz.
Îsa’nın kaynanası olma şerefine nail olduğunu beyan etmiştir. Aziz Jerom bir
başka yerde şöyle demiştir: “İffetin baltasıyla evlilik ilişki­si denilen ağacı
kesmek, sâlik’in ilk vazifesidir”. Bu dinî vaaz ve telkin­ler yüzünden kendisini
dine adayan ve rahip ya da rahibe olmaya karar veren bir Hıristiyanın ilk önce
evliliği temelden sarsılmış ve zedelenmiş oluyordu.

Kilise düzeni, yaklaşık 300 yıl bu aşırı fikir ve görüşlere
karşı şöyle ya da böyle direndiyse de, daha sonraki devirlerde fanatikler ve
katı kural­ları benimsemiş ve uygulamaya kararlı olan aziz ve din adamlarına
yenik düştü. Miladi 4. yüzyılda Kilise’de dini vazife ve hizmetlerde bulunan
kimselerin evlenmeleri ve evlilik hayatı sürmeleri son derece pis ve kötü bir
olgu olarak kabul edildi. Nitekim, Milâdi 362’de Gengra’da toplanan Kilise
Meclisi, izdivaçla ilgili her türlü düşünceleri yasakladı ve dine ay­kırı saydı.
Bundan kısa bir süre sonra 386’da Roman Synod bütün papaz ve rahiplerin evlilik
bağlarını koparmalarını istedi. Ertesi yıl ise, Papa Siricius bir genelge
yayınlayarak, evlenen veya evli olduğu takdirde karısıy­la cinsî münasebetlerini
sürdürmekte olan bir papazın görevinden alınaca­ğını ilân etti.

4) Ruhbanlığın en acımasız ve kötü tarafı, ana-baba, kardeşler
ve evlâtlar arasındaki ilişkileri de baltalaması oldu. Hıristiyan veli ve
azizle­rin gözünde anne-baba’nın evlâtları, kardeşlerin kardeşleri ve evlâtların
anne ve babaları için sevgi ve şefkatleri da birer günahtı. Onlara göre, ruhanî
ve manevî terakki ile saadet için bütün bu ilişkilerin kesilmesi şart­tı.
Hıristiyan ruhbanlarının felsefesine göre, Allah’ın rızasını ve sevgisini
kazanmak isteyen bir kimsenin dünyada anne-babaları, kardeşleri ve evlâtlarıyla
olan bütün münasebetlerini ve akrabalıklarıyla dostluklarını terk etmesi elzem
idi.

5) Ruhban sınıfının, en yakın akrabalarına karşı katı ve
acımasızca davranmaya zorlandıkları için, zamanla bütün insancıl düşünce ve
duygu­ları da kaybolup gidiyordu. Bu sebepten dolayıdır ki, dini konularda
ken­dilerine muhalefet edenler ve din düşmanlarına karşı, kin, nefret ve
mer­hametsizliğin en çirkin ve dehşet verici örneğini verirlerdi. Dördüncü
yüz­yıla kadar Hıristiyanlık’ta 80-90 mezhebin doğmasını bu katı, acımasız ve
nefret dolu tavır ve muamelelere bağlayabiliriz. Aziz Augustin kendi dö­neminde
88 mezhep olduğunu belirtmiştir. Bu mezhepler birbirine karşı son derece kırıcı
ve acımasızca bir tutum için de idiler. Bu mezhepler ara­sındaki nefret ateşini
yakan ve körükleyen de yine rahip ve din adamlarıy­dılar. Bu dönemde karşıt
mezhep ve grupta olanların en merhametsiz ve vahşi yollarla işkence edilmeleri,
ezilmeleri, öldürülmeleri ve diri yakıl­maları çok yaygındı. Bu dini kavga ve
çatışmaların en büyük merkezi Mı­sır’ın İskenderiye şehriydi.

6) Gerçi ruhban sınıfı için dünyanın her zevki ve bütün insanî
ilişki­leri günâh ilân edilmiş ve yasaklanmıştı. Ancak para hırsı ve zenginliğe
karşı herhangi bir sınırlama getirilmedi. Bir yandan fakir, kalender ve kö­şeye
çekilmiş bir yaşantı teşvik ediliyor ve öğütleniyordu, ama bir yandan da
rahipler ve din adamlarının servet toplamaları serbest bırakılmıştı. Ni­tekim,
Miladi beşinci yüzyılın başında Roma piskoposu krallar gibi bir sa­rayda rahat
ve lüks bir hayat yaşıyordu. Bu rahip dışarıya çıktığı zaman et arabaları ve
hizmetçilerinin alayı, tantana ve gösteriş bakımından imparator’unkinden hiç de
az olmazdı. Yedinci yüzyıla kadar ise kiliselere ve manastırlara servet akımı
bütün sınırları aşmıştı. Ruhban sınıfı arasında servet ve zenginliğin artmasının
başlıca sebebi çok sayıda sahte kimsele­rin gerçek rahipler ile din adamlarının
safına katılmalarıydı. Rahipler ise azizlerin büyük fedakârlık, cefakârlık ve
tevekküllerinin neticesinde halk kitleleri kendilerine aşın derecede saygı ve
bağlılık göstermeye başlayın­ca pek çok dünyacı, maddeci ve menfaatçi gruplar
rahip ve rahibeler arası­na karışıp dört elle mal-ü mülk toplamaya başladılar.
Bu sahte kişiler bazı samimi, iyiniyetli ve fedakâr rahip ve din adamlarının
karakterlerinin de bozulmasına sebep oldular.

7) İffet ve namus konusunda da ruhbanlık, tabiat ve insanın
içgüdü ve diğer doğal istek ve arzularına karşı ilân ettiği savaşta da defalarca
yenil­giye uğramıştır. Manastırlarda bazı ibadet, merasim ve murakabe ile
zikir­lerin, rahipler ile rahibeler tarafından beraberce yapılması gerekiyordu.
Bu sebeple, rahipler ile rahibelerin beraber yaşamaları olağan bir hale gel­di.
Aralarındaki temas, aşırı rahiplik hayatı yüzünden bastırılmış olan şehvanî
istek ve duygularını kamçılıyordu ve dolayısıyla, aralarındaki cinsî ilişkiler
çok yaygın bir hal aldı. İbadet ve zikir, yataklarda yapılma­ya başlandı! Zaten
insan tabiatı, kendisine karşı gelen ve savaşanlardan acı ve intikam alır.
Ruhbanlık, insan tabiatıyla savaşmakla öylesine bir çukura düştü ki, sekizinci
yüzyıldan onbirinci yüzyıla kadar Hıristiyanlığın tarihi, insanlık tarihinin
kara bir lekesi olarak kalmıştır. Orta çağlarda ka­leme alınmış olan eserlerde,
kilise ve özellikle rahibelerin oturdukları ma­nastırların birer genelev haline
geldiğinden yakınılmıştır. Bu manastırlar­da gayri meşru çocukların doğmaları ve
öldürülmeleri bir salgın halini al­mıştı. Ayrıca gerek rahipler, gerekse
sahibeler arasında homoseksüel iliş­kiler ve diğer ahlâksızlıklar alabildiğine
yayılmıştı.

17.2. İNCİL’LERİN TARİH AÇISINDAN
DEĞERLENDİRİLMESİ

Yahudiler gibi, Hıristiyanların kutsal kitabı da gerçek şekliyle
muhafa­za edilmemiştir. Hıristiyan dininde bid’at, yanlış inanç ve talimatın
yayıl­masının sebebi ise semavi kitabın tahrif edilmesidir. Halbuki İncil, Allah
tarafından indirildiği şekliyle korunabilmiş olsaydı, Hıristiyanlık herhalde
bugünkü kadar değişik olmayacaktı.

17.2.1.
Kaynakların Araştırılması

Bugün İncil olarak bildiğimiz Kutsal Kitap aslında dört ayrı
kitabın mecmuasıdır, ki şöyle sıralanabilir: Matta, Markus, Luka ve Yuhanna.
Fa­kat bu kitaplardan hiç biri Hz. Îsa’ya inmiş veya onun tarafından
hazırlan­mış olan bir kitap değildir. Bilindiği gibi, Kur’ân-ı Kerim’de Hazreti
Pey­gamber efendimize Allah tarafından vahiy olunan bütün sûre ve âyetler
eksiksiz toplanmış bulunmaktadır. Fakat, Hz. Îsa’ya gelen vahiylerin tü­münü bu
kitaplardan hiçbirinde mükemmel bir şekilde görmemiz müm­kün değildir. Ayrıca,
peygamberliği süresince Hz. Îsa’nın çeşitli vesile ve zamanlarda söylediği
sözler, vaaz ve telkinler de aynen muhafaza edilmiş değiller. Kısacası, bize
kadar gelen Hıristiyan kutsal kitapları ne Allah’ın kelâmı ne Hz. Îsa’nın
sözlerinden meydana gelmişlerdir. Bunlar, aslında çeşitli zamanlarda Hz. Îsa’nın
havarileri ve havarilerinin öğrencileri tara­fından yazılan kitaplardır. Adı
geçen havari ve şâkirdler bu kitaplarda kendi akıl, anlayış ve görüşleri
doğrultusunda Hz. Îsa’nın hayatını ve eser­leri ile vaaz ve talimatını dile
getirmişlerdir.

17.2.2. Matta’ya
Ait Olduğu Bildirilen Nüsha

Ancak bu kitaplar da öyle güvenilecek ve pek itibar edilecek
cinsten değillerdir. Bu kitaplardan ilki, Hz. Îsa’nın havarilerinden Matta’ya
aittir, ya da öyle olduğu söyleniyor. Halbuki, tarihi kayıtlar bu kitabın Matta
ta­rafından kaleme alınmadığını göstermektedirler. Matta’nın asıl hazırladığı
kitap, “Logia” ortadan kaybolmuştur ve hiçbir nüshası hiçbir yerde
bulun­mamaktadır. Bugün ise Matta’ya ait olduğu bildirilen İncil’in yazarı,
diğer kitapların yanı sıra Logia’dan da istifade eden meçhul bir şahıstır.
Nitekim bu kitapta Matta’dan sanki yabancı bir şahıs imiş gibi söz edilmiştir[1].
Bunu dikkatle incelediğimizde, bunun Markus’un İnciline dayandığını fark
edebiliriz. Şöyle ki, bu kitabta yer alan 1068 âyetten 470’i Markus İnci­linde
yer alan âyetlerin aynısıdır. Sonuç olarak, bu kitabın yazarı bir havari
olsaydı, havari olmayan ve Hz. Îsa ile hayatında hiç görüşmemiş olan bir kişinin
kitabından yararlanmasına hiçbir gerek yoktu. Teolog ve Hıristiyan din
adamlarının tahminlerine göre, Matta’ya ait olduğu bildirilen İncil, Miladî
70’de yani, Hz. Îsa’dan 41 yıl sonra yazılmıştır. Bazı ulema ve din âlimleri
bunun yazılış tarihinin Miladî 90 olduğunu belirtmişlerdir.

17.2.3. Markus’a
Ait Olduğu Söylenen Nüsha

İnciller’in mecmuasında yer alan ikinci kitabın Markus’a ait
olduğu söyleniyor ve kendisinin bu kitabı gerçekten ele aldığı belirtiliyor.
Fakat bu zât hiçbir zaman Hz. Îsa ile görüşmemiştir. Markus, Hz. Îsa’nın müridi
de değildi. Bu her iki husus tarih kitaplarından sabittir[2].
Aslında Mar­kus, aziz ve havari olan Peters’in müridi olup, onun söylediklerini
Lâtinceye çevirirdi. Bu sebeple, Hıristiyan yazarları, Markus’un, Aziz
Pe­ters’in tercümanı olduğunu belirtirler. Tahminlere göre, Markus İncili Miladî
63-70’te yazılmıştır.

17.2.4. Luka’ya
Ait Olduğu Belirtilen Nüsha

İncillerin üçüncüsünün Luka’ya ait olduğu söyleniyor. Luka’nın
hiç­bir zaman Hz. Îsa’yı görmediği ve O’ndan hiçbir feyiz almadığı kesindir.
Luka, Aziz Paul’un müridiydi. O’nun sadık dostu olup, her zaman onun sohbetinde
bulundu. Gayet tabii ki, kendi İncilinde Aziz Paul’un fikirlerini aksettirmeye
çalışmıştır. O kadar ki, Aziz Paul, Luka’nın İncilinin kendi İncili olduğunu
söylemiştir. Ne var ki, Aziz Paul kendisi hiçbir zaman Hz. Îsa’nın yanında
bulunmamıştır. Hıristiyan tarih kitaplarına göre Aziz Paul, Hz. Îsa’nın çarmıha
gerilmesinden ancak 6 sene sonra Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Bu itibarla,
Luka ile Hz. Îsa arasında olayların zincirinde bir hal­ka eksiktir. Luka’ya ait
olduğu söylenen İncil’in yazılış tarihi de tesbit edi­lememiştir. Bazıları bunun
Miladî 87’de kaleme alındığını belirtirken, bu tarihin Miladî 74 olduğunu da
söylemişlerdir. Fakat Mc Giffert ve Plummer gibi araştırmacılar bu İncilin
Miladî 80’de yazıldığında ittifak etmiş­lerdir.

17.2.5.
Yuhanna’ya Ait Olduğu Bildirilen Nüsha

Yapılan tetkikler, Yuhanna İncilinin, tanınmış havari Yuhanna
tara­fından kaleme alınmadığını ortaya koymuşlardır. Bu dördüncü İncil as­lında,
Yuhanna adını taşıyan meçhul bir şahsın eseridir. Bu kitap, Hz. Îsa’nın
vefatından çok sonra, Miladî 90’da ve hatta daha sonraki bir tarihte
yazılmıştır. Horneck bunun yazılış tarihinin Miladî 110 olduğunu belirt­miştir.

Demek ki İncil’de veya Mukaddes Kitap’ta yer alan, yukarıda
bahsettiğimiz dört kitabın hepsi de Hz. Îsa’dan sonra ve başka kimseler
tarafın­dan kaleme alınmıştır. Bu itibarla, bu kitaplarda yer alan söz, ibare ve
âyetlerin Hz. Îsa’ya veya Allah’a ait olduklarını söylemek çok güçtür. Ak ile
kara ve doğru ile yanlışı birbirinden ayırmak çok zor bir iştir. Fakat bu
hususta inceleme ve araştırmamızı derinleştirdikçe bu kitapların daha da şüpheli
ve güvenilmez hale geldiğine şahit oluruz.

17.2.6.
İncillerin Muteber ve Güvenilir Olmamalarının Altı Sebebi
                                                                                                                                                                                                                                              
                                                                                                                                                                                                                                                                                               

1. Her dört İncil’in metinleri birbirinden ayrı ve farklı olup
çelişkiler­le doludurlar. O kadar ki, Hıristiyan vaaz ve talimatının temelini
oluşturan “Tepe’deki Vaaz”in metinleri bile Matta, Markus, ve Luka İndilerinde
ayrıdırlar.

2. Her dört İncil, Allah (cc.) veya Hz. Îsa’nın sözlerine önem
verme­nin yerine kendi yazarlarının şahsî fikir ve tavırlarını
yansıtmaktadırlar. Meselâ, Matta’nın muhataplarının Yahudiler olduğu ve onlara
çeşitli delil­ler vermeye çalıştığı her hâliyle belli oluyor. Markus’un
muhatabları ise Romalıdırlar. Markus bunlara İsrail oğullarının tarihi ve
talimatını hatır­latmaya çalışmaktadır. Luka, her konuda diğer havarilere Paul’u
tercih et­mektedir. Yuhanna ise, ilk miladi yüzyılda Hıristiyanları saran
felsefelerin etkisinde bulunuyor. Böylece, bu dört İncil’de söz ve metindeki
tutarsızlık ve çelişkiden çok kavram kargaşasının hâkim olduğu kendiliğinden
ortaya çıkıyor.

3. İncillerin hepsi Yunanca ve Lâtince yazılmışlardır. Halbuki,
Hz. Îsa ve bütün havarilerinin dili Süryânice idi. Dilin değişmesi, fikir ve
görüşün değişmesine de yol açmıştır.

4. İncillerin düzenli şekilde yazılmasına Miladî ikinci
yüzyıldan önce başlanamadı. Miladî 150 yılına kadar sözlü rivâyetlerin
yazılardan daha iyi olduğu inancı hâkimdi. Miladî ikinci yüzyılda İncilleri
kayda geçirme fikri doğduysa da o zamanın yazılan güvenilir sayılamaz. Ahd-i
Cedîd ve­ya Yeni Ahid’in ilk güvenilir metni Miladî 379’da Kartacına’da toplanan
Kilise Meclisinde tasdik olundu.

5. Hâlen dünyada bulunan İnciller’in en eski nüshaları miladî
dördün­cü yüzyılın ortalarına aittir, ikinci nüsha beşinci yüzyıl’a ve noksan
olan üçüncü nüshaları, (ki Vatikan’da Papa’ya ait kütüphanede bulunuyor) da
dördüncü yüzyıldan öteye gitmiyorlar. Bu durumda Milât’tan sonra ilk 300 yılda
Hz. Îsa’ya tabi olanlar tarafından okunan ve takip edilen İncillerin
metinlerinin bugünküleriyle ne kadar mutabık olduğunu kesinlikle söylememiz
mümkün değildir.

6. İnciller hiçbir zaman Kur’ân-ı Kerim gibi hıfz edilmeye
çalışılma­mıştır. İnciller ilk dönemlerde genellikle konu ve anlamları
bakımından şahıstan şahısa rivâyet edildi ve aynı kelime veya aynı cümle ve
ifadelerin kullanılmasına dikkat edilmedi. Bunun tabii bir neticesi olarak,
İncillerin metinlerine yazar, derleyen ve rivâyet edenlerin şahsî görüş ve
yorumları da girmiş oldu. Sıra bu kitapların kağıda dökülmesine ve yazılmasına
ge­lince asıl söz ve metinlere bağlı kalınmasının son umudu da ortadan kalk­mış
oldu. Çünkü, hattat ve dizgiciler kendi fikir ve inançlarına göre me­tinde
gelişi güzel değişiklikler yaptılar[3].

Bu sebeplerden dolayıdır ki bu Dört İncil’de de Hz. Îsa’nın
gerçek söz, ifade ve talimatının bulunduklarını katiyetle söyleyemeyiz.

 17.3. HZ. ÎSA’NIN GERÇEK TÂLİMÂTI

17.3.1. Hz. Îsa
(a.s.)’nın Talimâtı’nın En İyi Kaynağı

Gerçek şu ki, Hz. Îsa’nın hayatı, eserleri ve talimatının en iyi
kaynak­ları daha önceki bölümde bahsettiğimiz ve Hıristiyan Kilisesi tarafından
muteber ve meşru olarak kabul edilen Dört İncil değillerdir. Asıl muteber ve
güvenilir bir kaynak, Hıristiyan Kilisesi tarafından “sahte” “uydurma” veya
“şüpheli” olarak ilân edilen Barnabas İncili’dir. Bu İncil dünya halk­larından
adetâ saklanmış ve yüzyıllarca hiçbir yerde aslı veya kopyası bu­lunmamıştır.

Ben Şahsen Oxford Üniversitesi Kütüphanesinde bu değerli
İncil’in İngilizce tercümesinin bir fotokopisini gördüm ve kelimesi kelimesine
okudum. Bence bu eser, büyük bir nimet ve rahmettir ve Hıristiyanlar sa­dece
kendi dinî taassup, fanatizm ve inatçılıkları yüzünden böyle bir eser­den
kendilerini mahrum etmişlerdir.

Kitab-ı Mukaddes’te meşru ve muteber olarak yer alan dört
İncilden hiçbirinin Hz. Îsa’nın havarileri tarafından kaleme alınmadığını
bilmekte fayda vardır. Sonra, bu İncilleri yazanlardan hiçbiri, yazdıklarının
Hz. Îsa’nın havarilerine dayandığını veya onlar tarafından nakledildiğini de
id­dia etmemişlerdir. Bu gibi atıflar şöyle dursun yazılanların hiçbir kaynağı
gösterilmemiştir. Bu bakımdan, rivâyet edenin, sözleri kendisinin mi duyduğu
veya olayları kendisinin mi gördüğü, yoksa bunları bir veya birden fazla
aracıdan mı işittiği bilinmiyor.[4]
Buna karşılık, Barnabas’ın yazarı diyor ki, “ben Hz. Îsa’nın ilk 12 havarisinden
biriyim. Baştan sonuna ka­dar Îsa ile beraberdim ve gözlerimle gördüğüm olayları
ve kulaklarımla duyduğum sözleri bu kitapta yazıyorum.” Sadece bu değil,
Barnabas şun­ları da yazıyor: “Hz. Îsa bu dünyadan ebediyete intikal ederken,
hakkında çıkan yalan yanlış dedikodulara son vererek dünyaya gerçekleri açıkça
or­taya koymamı emretmişti.”

17.3.2. Barnabas
İncili’nin Belirgin Özellikleri

Tarafsız ve sağduyulu bir kişi Barnabas İncilini okuduktan sonra
bu­nu Ahd-ı Cedidin dört İnciliyle karşılaştıracak olursa, bunun her dördün­den
kat kat daha iyi olduğu sonucuna varacaktır. Bu İncil’de Hz. Îsa’nın hayatı ve
başından geçen olaylar daha ayrıntılı bir biçimde anlatılmıştır. Tıpkı bir
kişinin gördükleri ve yaşadıkları olaylar gibi. Dört İncil’de ko­puk ve
görünürde birbirine bağlı olmayan hadise ve hikâyelerin anlatımı Barnabas
İncilinde daha düzgün ve anlamlı hâle getirilmiştir; özellikle, tarihî hadiseler
daha bir dikkatle ve sıralarıyla kaydedilmiştir.

17.3.3. Hz. Îsa
(a.s.)’nın Gerçek Tâlimâtı ve Etkileyici Anlatımı

Hz. Îsa (a.s.)’nın dinî telkinleri Barnabas İncili’nde dört
İncil’e oranla daha ayrıntılı, açık ve etkin biçimde kaydedilmiştir. Tevhid ile
ilgili nasihatler, şirkin reddi, Allah-u Teâlâ’nın sıfatları, ibadetin ruhu ve
güzel ah­lâk gibi mevzular gayet teferruatlı, mantıklı ve kuvvetli şekilde
anlatılmış­tır. Bu kitapta Hz. Îsa’nın kullandığı dil, ifade ve konunun iyi
anlaşılması için verdiği pratik örneklerin en küçük misalini bile diğer dört
İncil’de bulmak mümkün değildir. Bundan, Hz. Îsa (a.s.)’nın kendi taraftarları
ve havarilerine nasıl nasihat ve telkinde bulunduğu ve bu hususta ne kadar
akıllıca yöntemler kullandığı da anlaşılıyor. Hz. Îsa’nın dili, üslûbu, tabiatı
ve huyuna azıcık bile vakıf olan biri bu İncil’i okuduktan sonra bunun sah­te
veya düzmece bir kitap olmadığına kanaat getirecektir. Gerçeği söyle­mek
gerekirse, Hz. Îsa’nın kişiliği ve öğretileri, diğer dört İncil’e nisbetle

Barnabas İncili’nde daha net, dâha açık bir şekilde karşımıza
çıkıyor. Ayrıca, bu İncil’de diğer İncil’lerin belirgin bir eksikliği olan
çeşitli söz ve fi­illerdeki tezât da yoktur.

17.3.4. Bütün
Peygamberlerin Talimatına Uygun

Barnabas İncilinde Hz. Îsa’nın hayatı ve talimatı bir
peygamberin ha­yatı ve talimatına tıpatıp uyuyor. Kendisi bir peygamber olarak
karşımıza çıkıyor ve bütün peygamberler ile kitaplarını tasdik ediyor.
Peygamberler olmaksızın Hakk’ı tanımanın bir yolu olmadığını belirtiyor ve
peygamber­lere boş verenin aslında Allah’a boş vermiş olduğunu anlatıyor.
Tevhid, peygamberlik ve âhiret hakkında diğer bütün peygamberlerin talimatına
uygun sözler söylüyor. Namaz, oruç ve zekât için gereken telkinde bulu­nuyor.
Barnabas İncilinde sık sık bahsedilen namazların, aslında müslü­manların bildiği
sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı ve teheccüd namazları olduğu anlaşılıyor.
Ayrıca, her namazdan önce abdest alındığı da belli oluyor. Hz. Îsa, peygamberler
arasında Hz. Davûd ile Hz. Süleyman (a.s.)’ın da bulunduğunu kaydediyor.
Halbuki, hem Yahudiler, hem Hıristiyanlar bu iki peygamberi, peygamberler
listesinden çıkarmışlardır. Hz. İsmail’in “zebîh” (Allah’a adanmış kurban)
olduğunu kabul ediyor ve bu hu­susta bir Yahudi âlimini de bu gerçeği kabul
etmeye zorluyor. Aynı âlim, İsrail oğullarının kendi menfaatleri için Hz.
İshâk’ın zebîh veya kurban ol­duğunu herkese inandırmaya çalıştıklarını
belirtiyor. Kısacası, Barna­bas’taki kayıtlara göre, Hz. Îsa (a.s.)’nın âhiret,
kıyamet, cennet ve cehen­nem ile ilgili vaaz ve telkinleri Kur’ân-ı Kerîm’de
anlatılanların hemen he­men aynısıdır.

17.3.5.
Barnabas’ın İncil’i Yazması için İleri Sürdüğü Sebepler ve Amaçlar

Barnabas İncili’nin yazarı ta başta kitabı kaleme almasının
sebebini şöyle anlatıyor: “Bu kitabın gayesi, Şeytân’ın hilelerine uyarak Hz.
Îsa’yı Allah’ın oğlu ilân edenleri ıslâh etmektir. Bu İnsanlar erkeklerin sünnet
edilmesini gereksiz buluyor, haram yiyecekleri helâl kılıyorlar. Bu tür ha­taya
düşenler arasında (Aziz) Paul da vardır.” Barnabas, Hz. Îsa (a.s.) sağ iken,
Mu’cizelerini gören müşrik Romalı askerler O’nun Allah’ın oğlu ve hatta Allah
olduğunu söylemeye başladığını ve bu yanlış inanca daha son­ra İsrail
oğullarının da bulaştığını belirtiyor. Barnabas’ın dediği gibi, Hz. Îsa bu
gidişata çok bozulmuştu. Defalarca, O’nun etrafını saranları uyarmış ve yanlış
inançlarını şiddetle yermişti. Şâkirdlerini çeşitli bölgelere göndermişti. Bu
şâkirdler, Hz. Îsa’nın duaları sayesinde tıpkı kendisi gibi halka bazı
Mu’cizeler gösterdiler. Bundan maksat, Mu’cizeler gösteren bir kişinin Tanrı
veya Tanrının oğlu olması gerekmediğini açıkça göstermek­ti. Barnabas bundan
sonra Hz. Îsa’nın bu konuda yaptığı çeşitli konuşma­larını naklediyor. Bu
konuşmalardan Hz. Îsa’nın halk arasında yaygınlaşan batıl itikatlara ne kadar
karşı olduğu ve bundan ne kadar endişe duyduğu anlaşılıyor.

Barnabas ayrıca, Aziz Paul’un, Îsa (a.s.)’nın çarmıhta can
verdiği yo­lundaki genel akidesini şiddetle yalanlıyor ve kendi tanık olduğu
olayı şöyle anlatıyor: “Şâkird Yahuda (Judah, Judas) Yahudilerin Başrahibinden
rüşvet alarak Hz. Îsa’yı yakalamak üzere askerlerle gelince, Allah’ın em­riyle
dört melek Hz. Îsa’yı semâya kaldırdılar ve Şakirt Yahuda’nın yüzü ve sesi
tamamıyla Hz. Îsa’nınki gibi oluverdi. Böylece çarmıha Hz. Îsa de­ğil, Yahuda
gerildi. “Barnabas İncilin’deki bu ifade görüldüğü gibi, Aziz Paul’un kurduğu
Hıristiyanlığın kökünü kazıdığı gibi, Kur’ân-ı Kerîm’in ifadelerini de tamamıyla
doğrular niteliktedir. Hiç şaşılmamalıdır ki, Kur’ân-ı Kerîm’in inişinden tam
115 sene evvel Barnabas İncilindeki bu ifadeler, bu kitabın Hıristiyan Kilisesi
ve din adamları tarafından afaroz edilmesine sebep oldu.

17.3.6. Meşrû ve
Muteber Sayılan Dört İncil’de Hz. Îsa’nın Talimatı

Çağımızın olay ve gelişmeleri, Hazreti Îsa (a.s.)’nın Filistinli
Yahudilere, Cenâb-ı Allah’ın kelâmı ve Devlet-i İlâhiye’yi kurmaları konusunda
vaaz, telkin ve talimat verdiği şart ve ortama çok benzediği için, bu güzi­de
peygamberin kullandığı dil, uslûp ve metod bizim için son derece önem
taşımaktadırlar. Aşağıya aldığımız alıntılar, Kur’ân-ı Kerimin tali­matının
ışığı altında seçilmiştir ve bu bakımdan, bunların Hz. Îsa’nın ger­çek söz ve
üslûbuna uygun olduğunu söyleyebiliriz:

17.3.6.1. Tevhid’e
Dâvet

“Fıkıh âlimlerinden biri O’na hükümler arasında en iyi hükmün
han­gisi olduğunu sordu. Hz. Îsa dedi ki birincisi şudur: “Ey İsrail, dinle!
Hüdâvend, bizim Hüdâ aynı Hüdâvend’tir ve sen Hüdâvend’i, Kendi Hûda’nı, kendi
kalbini, kendi canını, kendi aklım ve kendi kuvvetini sev”… Fıkıh âlimi ona
dedi ki, “ey üstâd, maaşallah, Sen doğru söyledin,

O birdir ve O’ndan başkası yoktur.” (Markus: 12: 28-32).

“Sen Hüdâvend’e, kendi Tanrına secde et ve O’na ibadet et.”
(Luka, 4: 8).

17.3.6.2. İlâhi
Hâkimiyet

“O halde, siz şöyle dua edin: ‘Ey bizim Babamız, Sen ki,
göktesin, Senin ismin pâk kalsın, Senin Hâkimiyetin gelsin, iraden nasıl ki
gökte hâkimse, yere de hâkim olsun.” (Matta, 6: 9-10).

Görüldüğü gibi, son âyette Hz. Îsa kendi idealini ortaya
koymuştur. Bu ayetten, bazıları Hz. Îsa’nın ruhani hâkimiyeti kastettiğini
sanmışlar­dır. Ama bu ayet bu inancı reddetmektedir. Hz. Îsa’nın başlıca
hedefinin, kâinat’ta Cenâb-ı Allah’ın kanunlarının geçerli olduğu gibi, dünyada
da O’nun şeriatının geçerli ve her şeyden üstün kılınmasını sağlamak olduğu
burada kesin olarak anlaşılıyor.

17.3.6.3. Hak İle
Batıl Arasındaki Mücadele

“Sanmayın ki, ben dünyaya sulh yapmaya gelmişimdir. Ben sulh
de­ğil, kılıç sallamaya gelmişimdir. Ben buraya, bir insanı babasından, kızı
annesinden ve gelini kaynanasından koparmaya gelmişimdir. Aslında bir insanın
düşmanı, onun ailesi olacaktır. Anne ve babasını benden daha çok seven ve sayan
bir kişi bana lâyık değildir.”

17.3.6.4. Hak Yolunda
Sınav Elzem ve Vazgeçilmezdir

“Ve kendi haçını kaldırmayan

[5]
ve
peşimden gelmeyen bana lâyık değildir. Kendi canını kurtarmak isteyen biri bunu
er geç kaybedecektir. Ve benim için canını fedâ eden biri, kendini kurtarmış
olacaktır.” (Matta: 10: 14-39).

“Benim peşimden gelmek isteyen biri kendi benliğini

[6]
inkâr
etmeli, kendi haçını kaldırmalı ve arkamdan gelmelidir.” (Matta: 16-24).

“Kardeşi kardeş öldürecek, oğul babasına karşı gelecek ve baba
oğlu­na karşı gelip onu öldürecektir. Ve benim adım yüzünden herkes sizden
nefret edecektir. Fakat sonuna kadar dayanabilen kurtulmuş olacaktır.” (Matta:
10: 21-22)

“Bakın ben sizi sanki koyunların arasına gönderiyorum…
Adamlardan uzak durun ve dikkatli olun. Zira, onlar sizi mahkemeye
verecekler­dir ve kendi ibadet yerlerinde sizi kırbaçlayacaklardır. Ve siz benim
yü­zümden Hükümdarlar ve hâkimlerin önüne çıkarılacaksınız.” (Matta: 10: 16-18).

“Ve eğer biri yanıma gelir ve kendi babası, annesi, karısı,
çocukları ve kardeşlerine ve bizzat kendi canına düşman olmazsa (yani, bunlarla
ilişkilerini koparmaz veya onların sevgilerine Hak dinini tercih etmezse), benim
öğrencim olamaz. Kendi haçını kaldırmayan ve peşimden gelme­yen biri şâkirdim
olamaz. Herhalde, sizlerden biri bir burç inşa etmek isti­yorsa, evvelâ onun
yapımında kullanılacak malzeme ve tutarını hesapla­yacaktır. Bunu yapamaz ve
binanın temelini atıp yarıda bırakırsa, herkes gülecek ve diyecek ki, şu adama
bakın, bina yapmaya kalkıştı, ama bunu hesaplayamadı… Sizlerden biri, her
şeyini terk etmedikçe benim şâkirdim olamaz.” (Luka: 14: 23-26).

17.3.6.5. İnkılabî
Bir Hareket

Bütün bu ayetler gösteriyor ki, Hz. Îsa (a.s.) sadece bir dini
yaymaya değil, tüm medenî ve siyasî nizamı temelden değiştirmeye gelmişti. Bu,
öylesine hafif veya küçümsenecek cinsten bir görev veya dava değildi, aksine son
derece güç ve büyük bir dava idi ve bu yolda bir değil, birkaç kuvvete karşı
savaşmak, meselâ, Roma imparatorluğu, Yahudi devleti, fı­kıh âlimleri ile
ferisîlerin (şeriat sahipleri) iktidarı ve genel olarak bütün sapık ve çıkarcı
insan ve zümrelerle boğuşmak gerekiyordu. Bu sebepten dolayıdır ki, Hz. Îsa ta
başta hem kendisinin üstlendiği görev, hem arka­daşlarının üzerlerine aldıkları
sorumluluğun ne kadar büyük ve tehlikeli olduğunu söylemekten çekinmiyordu. Hz.
Îsa, yolun ağzında kendisiyle beraber gelmek isteyenlerin nelerle
karşılaşacaklarını açıkça dile getiri­yordu.

17.3.6.6. Sabır ve
Metânet’in Telkini

“Haylazlara karşı gelme; aksine, senin sağ yanağına tokat atana
öbür yanağını da çevir. Ve eğer biri seni mahkemeye verip senden gömleğini almak
istiyorsa, sen ona cübbeni de var. Ve biri seni bir fersah boşuna koşturursa,
sen onunla iki fersah koş..” (Matta: 15: 39-41).

“Bedenleri öldüren ama ruhları öldürmeyenlerden korkma. Sen asıl
ruh ile bedenin ikisini cehennemde öldürecek olandan kork.” (Matta: 10­28).

17.3.6.7. Dünya
Sevgisinden Uzaklaşmak ve Âhireti Sevmek

“Kendi nefsin için dünyada mal-ü mülk toplama. Dünya öyle bir
yer­dir ki, burada her şeyi böcekler yer ve her şey paslanır ve haydutlar her
şeyi alıp götürürler. Asıl sen gökte kendin için mal-ü mülk toplamalısın.”
(Matta: 6: 16-20)

“Hiçbir kimse aynı ânda iki efendiye hizmet edemez. Siz aynı
zaman­da Allah’a ve servete hizmet edemezsiniz. Biz ne yiyeceğiz ve ne içeceğiz
diye kendi canınızı sıkmayın, giyeceğiniz hakkında da tasalanmayın. Fezadaki
kuşlara bakın, ne ekiyorlar, ne biçiyorlar, ne de evlerde ve köşk­lerde
biriktiriyorlar. Fakat yine de Gökteki Babanız onların kamını doyu­ruyor. Siz
onlardan daha değerli değil misiniz? Sizlerde, kendi canını sık­mak ve
tasalanmak suretiyle ömrünü bir an bile uzatabilecek kimse var mıdır? Ve
giyim-kuşamlarınız için niçin bu kadar telaşlanıyorsunuz? Or­mandaki ağaçlara ve
kır çiçeklerine bakın, onlar nasıl büyüyor ve nasıl yetişiyor? Onlar ne
didiniyor, ne çabalıyor ve ne de örüyor. Yine de ben size söylüyorum ki,
Süleyman (a.s.)’da bütün şan ve şevketine rağmen di­ğer İnsanlar gibi giyinik
değildi. Eğer Allah, bugün varolan ama yarın ocağa atılacak olan otları bile
giydirebiliyorsa, ey imanı zayıf olanlar, sizi neden giydirmesin? Siz önce O’nun
Hükümdarlığını ve dürüstlüğünü ve doğruluğunu ararsanız, o zaman siz bu şeylere
de kavuşabilirsiniz.” (Mat­ta: 6: 24-33).

“Talep ettiğinizde size verilecektir, araştırdığınızda siz
bulacaksınız ve çaldığınızda bu size açılacaktır.” (Matta: 7: 7).

17.3.6.8.
Çilekeşliğin Gayesi

Hz. Îsa (a.s.)’nın ruhbanlığı teşvik ettiği, insanların dünyayı
terk edip bir köşeye çekilmelerini emrettiği genellikle kabul ediliyor. Halbuki,
Hz. Îsa’nın asıl amacı bu değildi. O’nun başlattığı inkılabî hareket ve bunun o
günkü şartlar altında yaşayıp gelmesi ancak sabır, Allah’a tevekkül ve
çi­lekeşliğe bağlıydı. Bir uygarlık ve siyaset düzeni bütün dünyaya hâkim iken
ve hayatın bütün imkân ve kaynakları onun elinde bulunurken, bir devrimci cemaat
ve inkılâpçı hareket, her türlü can ve mal sevgisini orta­dan kaldırmadan, her
türlü tehlikeye ve eziyete göğüs germeden ve her çeşit zarar ve ziyanı göze
almadan gayesine ulaşamaz. Kurulu bir düzene karşı baş kaldırmak aslında bin bir
musibeti davet etmektir. Bu işi yapma­ya kalkışanların; bir tokadı yedikten
sonra, ikinci bir tokada da hazır olma­ları, gömlek elden giderken, cübbenin de
elden çıkacağını bilmeleri, her türlü yiyecek ve giyecek derdinden uzak
durmaları ve diğer bütün tehlikelere ve çilelere hazırlıklı bulunmaları
gerekmektedir. Rızık ve gelir kaynakları ellerinde bulunan güçlere karşı
savaşıldığı zaman, elbetteki onla­rın vereceğinden ümit kesilmelidir. O halde,
ancak her türlü ard niyet ve düşünceden sıyrılmış, her çeşit tehlikeye göğüs
germiş ve her şeyi Allah için terk etmeye karar vermiş olanlar bu yolu
seçmelidirler.

17.3.6.9. İlâhî
Hükümetin Kapsamlı Manifestosu

“Ey emekçiler ve ey ezilmiş olanlar, siz hepiniz bana gelin. Ben
hepi­nizi rahatlatacağım. Zira, benim boyunduruğum yumuşak ve benim yü­küm
hafiftir.” (Matta 11; 28-30)

İlâhi Hükümet’in manifestosu herhalde bundan daha iyi ve anlamlı
olamaz. Bu geniş kapsamlı manifesto en az kelimelerle ancak böyle ifade
edilebilir, İnsanlar üzerine insanların hükümeti gerçekten son derece bü­yük ve
ağır bir yüktür, ilâhi hükümet kurmak niyetiyle ortaya atılan bir insan, bu
yükün altında ezilmekte olanlara ancak bu şekilde seslenebilir. Yani, İlahî
Hükümetin yükü hem hafif hem yumuşaktır.

17.3.6.10. Hükümet,
Hizmet Demektir

“Diğer milletlerin kralları onlara hükümet ediyorlar. Fakat sen
buna izin verme ve böyle olma. Halbuki, sizlerden büyük olan, küçük gibidir ve
efendi olan hizmetçi gibidir.” (Lukas 22: 25-26)

Hz. Îsa’nın kendi havarilerine talimatı buydu. Buna benzer diğer
bir­çok nasihat İncillerde vardır. Hz. Îsa, havarilerinden, çağlarındaki Firavun
ve Nemrud’ları ortadan kaldırıp onların huylarını kabul etmemeleri hak­kında söz
almak istiyordu.

17.3.6.11. Yahudi
Ulema ve Din Adamlarının Tenkidi

“Fıkıh âlimleri ile firisîler (şeriat sahipleri), Musa’nın
koltuğuna otur­muşlardır. Onun için, onların size söylediklerini dinleyin ve
yapmaya çalışın. Fakat onlar gibi işler yapmayın. Zira, onlar dediklerini
yapmıyor­lar. Onlar, taşınması güç olan yükleri insanların omuzlarına
koyuyorlar. Halbuki kendileri parmaklarını bile oynatmak istemiyorlar. Bütün
işleri­ni başkalarına göstermek için yapıyorlar. Boyunlarındaki takıları çok
büyük oluyor. Elbiselerinin kenarları (dantelleri) çok geniş oluyor. Tö­renlere
başkanlık etmeyi, mabetlerde en yüksek kürsüye çıkmayı, çarşı­larda selâm almayı
ve halk tarafından Rabbi olarak çağırılmayı çok sever­ler.

“Ey sahtekâr fakihler ve firisîler, yazıklar olsun! Siz Göklerin
hâki­miyetinin kapılarını insanlara kapatıyorsunuz. Bu kapıya ne kendiniz
giri­yor ne girmiş olanların girmelerine izin veriyorsunuz.”

“Ey yalancı fakîhler ve firisîler, yazıklar olsun! Bir müridi
bulmak için kara ve deniz yolunu katediyorsunuz. Ve bir kişi mürid olunca, onu
kendinizden iki misli cehenneme lâyık yapıyorsunuz.”

“Ey kör yol göstericileri! Siz sivri sineği süzgeçten
geçiriyorsunuz, ama deveyi yutuyorsunuz.”

“Ey hilekâr fakîhler ve firisîler, yazıklar olsun! Siz üstü
beyazla bo­yanmış mezarlar gibisiniz, ki dışardan güzel görünüyor, ama içinde
ölüle­rin kemikleri ve diğer pislikler vardır. Tıpkı bunun gibi, siz dışardan
dü­rüst gibi görünüyorsunuz, ama içiniz hilekârlık, riyakârlık ve dinsizlikle
doludur.” (Matta: 23: 2-28).

Hz. Îsa’nın yaşadığı çağda din adamları ve şeriat sahiplerinin
durumu işte buydu. Onlar ilim ve irfana sahip olmalarına rağmen, hem kendileri
kötü yolda idiler hem diğerlerinin de kötü yola sapmalarına sebep oluyor­lardı.
Gerçek şu ki Hıristiyanların içinde bu düşmanlar Romalı ve Bizanslı imparatorlar
ve diğer din düşmanlarından daha tehlikeliydiler.

17.3.6.12. Hz. Îsa’ya
Karşı Dini Liderlerin Tertibi

“O zaman firisîler gidip kendisini hile ile ağlarına düşürmeyi
plân­ladılar. Onlar, şâkirdlerinden birini Herodlular

[7]
ile
birlikte O’nun yanına gönderdiler ve onlar, şâkirdler dediler ki, Ey Üstâd, Biz
senin doğru oldu­ğunu biliyoruz. Sen kimseden korkmadan herkese Allah’ın
talimatını bü­tün kalbinle veriyorsun. Bize söyle, sen ne düşünüyorsun? Kayser’e
(İmparator’a) cizye (vergi) vermek doğru mudur, değil midir. Hz. Îsa onların
şeytanlığını anlamıştı ve dolayısıyla kendilerine şöyle dedi: ‘Ey sahte­kârlar,
beni neden imtihan ediyorsunuz? Cizye sikkesini bana gösterin. Onlar O’na dinarı
getirdiler, O zaman O dedi ki, ‘Bu sikke üzerinde kimin resmi ve adı vardır?
Onlar, Kayser(imparator)’in olduğunu söylediler. Bu­nun üzerine Îsa şöyle cevap
verdi: ‘İmparatorun olanı imparatora, Allah’ın olanı ise Allah’a ödeyin.'”
(Matta: 22: 15-21).

Bu hikâye gösteriyor ki, firisîler ve Romalıların yandaşları Hz.
Îsa’ya bir oyun oynamak istiyorlardı. Firisîler, Hz. Îsa’nın başlattığı devrimci
ha­reketi durdurmak için, O’nu İmparatorlukla karşı karşıya getirip, hareketin
güçlenmesinden önce ezdirilmesini istiyorlardı. Bu sebeple, Hz. Îsa’nın hükümete
vergi verilmesinden yana olup olmadığını açığa çıkarmak iste­diler. Hz. Îsa’nın,
onların oyununa gelmeyip, aynı zamanda iki anlama ge­len bir söz söylemesi
onların oyununu bozdu. Onların oyununu bozdu, ama, hem Hıristiyanlar hem
hristiyan olmayanların bu sözleri kasıtlı olarak hep tek bir anlamda
kullanmalarına da sebep oldu. Nitekim, geçen 2000 yıldan beri bu çevreler bu
sözleri, ibadetin Allah’a yapılması ve itaatin da her devirde işbaşında bulunan
hükümete yapılması manâsında kullanmış­lardır. Fakat, Hz. Îsa’nın sözlerine
dikkat edersek, kendisinin, vergilerin İmparator’a verilmesinin câiz olduğunu
ilân etmesi onun talimatına aykırı olurdu. Vergi verilmemesini de emredemezdi.
Zira o zamana kadar O’nun hareketi, vergi ödemesini durduracak ve bunun üzerine
Hükümetten gele­cek tepkiye karşı direnecek güçte değildi. Bu sebeple, Hz. Îsa
şöyle ince ve zarif bir nasihatte bulunmuştu: “İmparator’un resmi ve ismini ona
geri verin ve Allah’ın yaradığı altını Allah yolunda sarf edin.” Firisîler kendi
oyunlarında başarısız olduktan başka tertiplerin peşinde koşmaya başladı­lar ve
bizzat Hz. Îsa’nın havarilerinden birine rüşvet vererek, halkın fazla bir tepki
gösteremeyeceği bir sırada Hz. Îsa’nın yakalanmasına yardımcı olmaları için razı
ettiler. Bu oyun tuttu ve rüşvet alan şâkird Yahuda (Ju­da), Hz. Îsa’nın
yakalanmasına sebep oldu.

17.3.6.13. Hz. Îsa
İle İlgili Yahudi İleri Gelenlerinin Muhakemesi

“Ondan sonra bütün cemaat O’nu (Hz. Îsa’yı) Pelatius’a (Romalı
hâkim) götürdüler. Orada dediler ki, ‘Biz bunu, milletimizi suça teşvik ederken,
İmparatora vergi verilmesine karşı çıkarken ve kendisine “Mesih Kral” derken
bulduk”… Pelatuis, Başrahip’e ve diğer adamlara, ‘Ben bu adamda hiçbir kusur
görmüyorum’ dedi. Fakat onların bağırıp çağırmaya başladılar ve kendi sözlerini
kabul ettirmeye çalıştılar. Dediler ki, ‘Bu adam bütün Yahudiler arasında
huzursuzluk yaratmıştır. Kötü emeline ulaşmak için Galile’den buraya kadar
herkesi ayaklandırmaya çalışmakta­dır.’ Onlar bağırıp çağırmaları işe yaradı.”
(Luka: 23: 1-23).

17.3.7. Hz. Muhammed
(a.s.)’in Mekke Dönemiyle Benzerlik

Böylece, dünyada Hz. Îsa’nın inkılâpçı mesajı, kendilerini Hz.
Musa (a.s.)’nın vârisi sanan kişiler ve cemaat tarafından yok edildi. Tarihî
kayıt­lara göre Hz. Îsa’nın peygamberlik müddeti sadece 1.5 ilâ 3 yıl arasında
idi. Bu kısa müddet içinde Hz. Îsa, Hazreti Muhammed Mustafa (a.s.)’nın

Mekke’de yaşantısının ilk üç yılında yaptığı kadar bir çalışma
yapabildi. Eğer bir kişi, İncillerin yukarıda iktibas ettiğimiz ayetlerini,
Kur’ân-ı Kerîm’in Mekkî ayetleri ve Hz. Peygamber(s.a.)’in bu döneme ait
hadise­leri ile karşılaştıracak olursa, ikisi arasında önemli bir benzerlik
bulacak­tır.

17.4. HIRİSTİYANLARIN SAPLANTILARININ
GERÇEK SEBEPLERİ

“De ki: ‘Ey Ehl-i Kitap, Haksız yere dininizde haddi aşmayın.
Bundan önce dalâlete düşmüş ve çocuklarını da dalâlete düşürmüş ve doğru yol­dan
sapmış olan kavmin hevâsına tabi olmayın.” (Maide; 77)

17.4.1.
Hıristiyanlarda Bidat ve Başkalarını Taklit Etme Meyli

Burada Hıristiyanların, kendi dinlerinde çeşitli bid’atlere yer
vermele­rine, ve başka milletlerden batıl inanç ve alışkanlıklar edinmelerine
işaret edilmiştir. Hıristiyanlar özellikle Yunan felsefesinin etkisinde kalıp
doğru yoldan sapmışlardı. Halbuki bu bid’at ve taklit’ten evvel onlar Allah’ın
ha­kiki dinine bağlıydılar. Hz. Îsa’nın ilk halife ve havarileri, kendi
gördükle­ri ve duyduklarına göre Hak dininin özünü koruyor ve yaymaya
çalışıyor­lardı. Ne var ki, daha sonraki devirlerde Hıristiyanlar bir yandan
kendi pey­gamberlerine sevgi ve saygıyı haddinden fazla abarttılar ve bir yandan
çe­şitli yabancı milletlerin hurufat ve batıl itikatları ile felsefelerinin
etkisin­de kalarak kendi akide ve inançlarına filozofik yorumlar getire getire
ta­mamıyla yeni bir din yaratmış oldular. Hıristiyanların bu dini, Hz. Îsa’nın
getirdiği Hak dininden çok farklı ve çok uzaktaydı.

17.4.2. Bir
Hıristiyan Âlimin Eleştirileri

Bu hususta önde gelen bir Hıristiyan teolog ve âlim, Charles
Ander­son Scott’ın görüşleri çok ilginçtir. Scott, Encyclopaedia Britannica’nın
14. baskısında “Jesusu Christ” (Hz. Yesuh-i Mesih, Îsa) maddesi altında uzun bir
makale yazmıştır. Bundan bazı bölümlere bir göz atalım:

“İlk üç İncil (Matta, Markus ve Luka) de, bu İncillerin
yazarlarının, Hz. Îsa’yı insandan başka bir şey sandıklarını gösteren herhangi
bir şey yoktur. Bu yazarlara göre Hz. Îsa bir insandı. Öyle bir insan ki,
özellikle Allah’ın ruhundan feyiz almıştı ve Allah ile öylesine kesintisiz ve
ayrıl­maz bir ilişki içinde idi ki-, kendisine Allah’ın oğlu demek yerinde
olacaktı. Matta bile kendisinden söz ederken, kendisinin, “marangozun oğlu”
ol­duğunu belirtir ve bir yerde şöyle yazar: ‘Peters O’nu Mesih diye çağırın­ca,
o onu bir tarafa götürüp onu (Peters’i) azarladı.’ (Matta: 16: 22). Luka’ya
baktığımızda, haç vak’asından sonra Hz. Îsa’nın iki şâkirdi Amaus’a giderken
kendisinden şöyle bahsettiğini görüyoruz: ‘O Allah ve bütün millet’in gözünde,
gerek söz gerekse fiilde kudretli bir peygamberdi.’ (Luka: 24: 19). Burada şu
noktaya özellikle dikkat etmeliyiz ki, Markus’un eserinden önce Hıristiyanlar
arasında Yesu (Îsa) için “Hüdâvend” kelimesi yaygınlaşmaya başlamış olmasına
rağmen, ne Markus’un İncilinde, ne de Matta’nın İncilinde kendisi bu isim ile
anılmıştır. Buna mukabil, her iki İncilde “Hüdâvend” kelimesi Tanrı veya Allah
için sık sık kullanılmıştır. Hz. Îsa’nın başına gelenler ve çarmıha gerilmesi
olayı her üç İncilde gayet haklı olarak acıklı ifadelerle, uzun uzun
anlatılmıştır. Fakat Markus’un İncil’inde geçen, ‘efidye’ kelimesinin dışında bu
İncillerden hiç birinde, bu olaya daha sonraki devirlerde verilen anlam
verilmemiştir. Hatta Hz. Îsa’nın ölümünün bütün insanlığın günâhının bir
kefareti olduğuna dair en küçük bir işarete rastlanmamaktadır.”

Rahip Scott daha sonra şunları yazıyor:

“Îsa’nın kendisini bir peygamber olarak halka sunduğu,
İncillerin çe­şitli ifadelerinden sabittir. Meselâ şu satırlara bakınız: ‘Benim
için bugün, yarın ve ertesi gün kendi yolunda yürümem gereklidir. Çünkü bir
pey­gamberin Kudüs’ün dışında ölmesi mümkün değildir.” (Luka: 13: 23). Hz. Îsa
ekseriya kendisinden “ademoğlu” olarak bahsediyor… Îsa hiçbir yerde kendisine
‘Allah’ın oğlu’ demez. Galiba, çağdaş havarileri ve yazarları da bu kelimeyi
kullanırken herhalde O’nun sadece Allah’ın bir kulu olduğunu kastetmişlerdir.
Fakat o sırf Allah ile olan ilişkisini göstermek amacıyla kendisi için “oğul”
tabirini kullanıyor… Ayrıca, kendisinin Allah ile olan ilişkisini de
anlatırken, Allah’ı “baba” olarak anıyor… Bu ilişkinin sadece kendisine mahsus
olduğunu da sanmıyordu. Aksine ilk devrelerde, diğer insanların da bu ilişkide
kendisiyle ortak olduklarını düşünüyordu. Ne var ki, daha sonraki tecrübeler ve
insan tabiatını daha yakından incelemesin­den sonra Tanrı ile ilişkisi konusunda
kendisinin tek başına kaldığı sonu­cuna vardı.”

Aynı yazar daha sonra şöyle diyor:

“Paskalya bayramında Peters’in Hz. Îsa için kullandığı bu tabir,
Allah tarafından olan bir insan’, O’nun çağdaşlarının kendisini nasıl
gördüklerini ve anladıklarını göstermektedir… İncillerden anladığımız
kadarıyla, Îsa çocukluğundan gençliğine kadar çok doğal ve normal bir talim ve
terbiyeden geçerek yetişti. O acıkırdı, susardı, yorulurdu ve uyurdu, hayrete
dü­şerdi ve hatırının sorulmasını beklerdi. O çile çekti ve öldü. Her şeyi
duy­duğunu ve her şeyi gördüğünü hiçbir zaman iddia etmedi… Hatta bu gibi
şeyleri kendisine yakıştıranlara kızdı… Gerçekten O’nun hazır ve nazır ol­duğu
iddiası, bize İncillerden gelen bütün kayıtlar ve kavramlara aykırı olacaktır.
Bu iddia, imtihan olayı ve Getusmani ile Khopri mevkiinde meydana gelen olaylar
arasında herhangi bir bağlantı kurulamaz. Bağlan­tıyı, ancak bu olayların gerçek
dışı olduğunu kabul ettiğimiz takdirde ku­rabiliriz. Hz. Îsa’nın bütün bu
olayları yaşarken, diğer İnsanlar gibi sınırlı bilgiye sahip olduğu kabul
edilmelidir. Bu sınırlamada bazı istisnalar da vardı, ama bunlar ancak
peygamberlik basireti ve Allah’ı kendi gözüyle görmüş olması, ölçüsünde
olabilir. Ayrıca, İncillere göre Hz. Îsa’yı Kâdir-i Mutlak olarak kabul etme
imkânı daha da azdır. Zira, hiçbir yerde O’nun Allah’tan bağımsız ve egemen
olarak hareket ettiğine dair en küçük bir işaret yoktur. Aksine, O’nun sık sık
dua etme alışkanlığına sahip olduğuna ve şöyle konuştuğuna şahit oluyoruz: ‘Bu
iş, Allah’a dua edilmeden yapı­lamaz veya önlenemez.’ Bu söz ve davranışları,
O’nun tamamıyla Allah’a tabi ve dayalı olduğunu göstermektedirler. Bu husus
bile, İncillerin tarihi hüviyeti açısından Îsa’nın insanlık halinin büyük bir
delilidir. Zira İncille­rin hepsi, Hıristiyan Kilisesinin, Hz. Îsa’yı bir tanrı
olarak kabul etmesin­den sonra yazılmış, ve hazırlanmıştı. Buna rağmen bir
yandan da O’nun hiçbir zaman kendisini tanrı ilân etmediği kaydedilmiştir.”

Charles Anderson Scott, makalesinin sonunda şunları yazıyor:
“Îsa’nın bütün yetkilerle “Allah’ın oğlu” ilân edildiğini ilk kez yazan ve
açıklayan Aziz Paul oldu… Allah’ın oğlu tabiri, gerçekten baba-oğul ilişkisi
anlamını taşımaktadır, ki Aziz Paul başka bir yerde, Îsa için “Allah’ın kendi
oğlu” deyimini kullanmak suretiyle katiyetle ortaya koy­muştur. Îsa için asıl
dinî manâda “Hüdâvend” ünvanının ilk önce Hıristiyanların ilk cemaati tarafından
mı, yoksa Aziz Paul tarafından mı kulla­nıldığı henüz açıklığa kavuşmamıştır.
Belki de bu ünvanı Îsa’ya ilk yakış­tıran ilk Hıristiyanlardı. Fakat şurası bir
gerçektir ki, bunu bugünkü manâda ve tam olarak ilk kullanan Paul’du. Paul bu
ünvanı ısrarla ve her­kesin anlayabileceği şekilde kullandı. Nitekim, “Hüdâvend,
Yesû-ı Mesîh” tabirini kullanarak niyetini ve amacını açıkça ortaya koydu. Paul
bu terimler ve kavramlar ile eski mukaddes kitaplarda “Hüdâvend” “Yahova”
(Yahudilerin Allah için kullandıkları tabir)’ya mahsus olan bütün özellikleri
Hz. Îsa’ya yöneltmiş oldu. Ayrıca, Îsa’nın, Allah’ın akıl ve azametine eşit
olduğunu ve mutlak surette O’nun oğlu olduğunu açıkladı. Fakat çok gariptir ki,
Paul, Hz. Îsa’nın pek çok açıdan Allah’a eşit oldu­ğunu belirtmesine rağmen,
kendisini kesin bir şekilde Allah olarak kabul etmekten kaçındı.”

17.4.3. Başka Bir
Hıristiyan Bilim Adamının Görüşü

Rev. Reorge William Nox adında başka bir Hıristiyan din ve ilim
ada­mı, Encyclopaedia Britannica’nın “Christianity” (Hıristiyanlık) maddesin­de
Hıristiyanlık ve Katolik kilisesinin temel inançlarından söz ederken şöy­le
diyor:

“Teslis akidesinin düşünce çerçevesi Yunan kaynaklıdır. Ayrıca
buna bazı Yahudi talimatı da eklenmiştir. Bu bakımdan, bu akide ve umde bi­zim
için garip bir terkiptir. Dinî düşünceler İncil’inki olup, yabancı felsefe
kalıplarına göre dökülmüşlerdir.” Baba, oğul ve Ruhûl-Kuds terimleri Yahudi
kaynaklıdırlar. Son terimi Îsa nâdiren kullanmış idi. Paul da bunu müphem bir
şekilde kullanmıştı. Fakat Yahudi literatüründe bu tâbir, bir şahsiyete bürünme
anlamına geliyordu. O’nun için bu akide’nin temeli Yahudi inançlarıdır. (Gerçi
Yahudi inançları da bu terkibe veya formüle katıl­madan önce Yunan felsefesinden
etkilenmişti). Teslîs akidesinin malze­mesi Yahudilerden ve konumu Yunanlılardan
gelmiştir. Bu akidenin üze­rinde teşekkül ettiği sorun ne dinî idi ne ahlakî,
aksine tamamıyla felsefi idi. Yani asıl sorun, bu üç unsur (baba, oğul ve ruh)
arasındaki ilişki ve dengeyi bulmaktı. Bu sorunu İznik’te toplanan Kilise
Meclisi çözdü. Bu­gün bu çözümü gören herkes, bunun her bakımından Yunan
düşüncesinin bir ürünü olduğuna derhal karar verebilir.”

17.4.4. Kiliseler
Tarihinden Bir Delil

Bu konuda Encylopaedia Britannica’nın, “Church History”
(Kiliseler Tarihi) maddesi de dikkate değerdir. Şu yazıya bakın:

“Milâdi Üçüncü asrın son bulmasından önce Îsa, “kelâm’ın
bedensel bir ifadesi olarak kabul edilmişti. Fakat pek çok Hıristiyan, Îsa’nın
ulûhiyetini kabul etmiyorlardı. Dördüncü yüzyılda bu mesele büyük tar­tışmalara
yol açıyordu. Bu tartışma ve kavgalar öylesine şiddetliydi ki, Kilise’nin
temellerini sarstılar. Nihayet, 325’te İznik Meclisi, Îsa’nın ulûhiyetini,
Hıristiyanlığın resmî akidelerinden biri haline getirdi ve bunun için belirli
tabirler kullandı. Gerçi bundan sonra da münakaşa ve münaza­ralar bir süre devam
etli. Fakat İznik Meclisinin kararları her şeye egemen oldu. Nihayet Doğu ile
Batı’da Hıristiyanların imanının sağlamlığı bu akideye göre ölçülmeye başlandı.
Oğulun ulûhiyetinden sonra Ruh’un ulûhiyeti de kabul edilmiş oldu. Bu inançlara,
Hıristiyanlık kelimesi ve Ba­ba ile oğul’un yanında yer verildi. Aynı şekilde,
İznik Meclisinde Îsa’nın ulûhiyetine dair alınan karar da Hıristiyan akide ve
inançlarının ayrılmaz bir parçası oluverdi.

Daha sonra, “Oğulun ulûhiyeti, Îsa’nın şahsiyetinde ifade buldu”
um­desinin bir yanı ikinci bir tartışma konusu oldu. Bu mesele, Miladî dör­düncü
asırda ve daha sonra uzun süre münakaşa ve münazaralara sebep oldu. Mesele, Hz.
Îsa’nın şahsiyetinde ulûhiyet ile insanlığın nispetiyle il­giliydi. Miladî
451’de toplanan Kadıköy (Calcedon) Meclisi, Îsa’nın vücu­dunda iki tam ve ayrı
şahsiyetin ve hüviyetin bulunduğuna karar verdi. Yani birincisi ilahî, ikincisi
insanî hüviyeti ve bunlar birleşmelerine rağ­men, farklı özelliklerini aynen
muhafaza ediyorlardı. 680’de İstanbul’da toplanan Kilise Meclisi bu karara bir
ilâve yaparak, Hz. Îsa’nın her iki şahsiyetinin iki ayrı irâdesi bulunduğunu da
tasdik etti. Yani, Îsa hem ilahî, hem insanî şahsiyet ve iradelere sahipti… Bu
arada Batı (Roma) Ki­lisesi “günah” ve “fazl” kelimeleri üzerinde de önemle
durdu. Ve âhirette kurtuluş konusunda Allah’ın işi ve kulların vazifelerinin ne
olduğu konusu uzun tartışmalara yol açtı. Nihayet 529’da ve ikinci Yene
meclisinde bu hususta şöyle bir karar alındı: Her insan fâni ve günahkâr olduğu
için ebedî kurtuluşuna doğru adım atamaz. Bu işi ancak Allah’ın fazlı ve
yardı­mıyla yapabilir. Doğuşundan sonra bir günahkâra ikinci bir hayat
verili­yor ve bu hayatta da Allah’ın fazlı ve merhameti olmaksızın doğru yolu ve
necatı bulamaz. Bir insan’a Allah’ın fazlı ve inayeti ancak Katolik Kilise­sinin
vasıtasıyla sağlanabilir.”

17.4.5. Sonuç

Hıristiyan din adamları ve düşünürlerinin yukarıdaki
açıklamalarından Hıristiyanlığın ne gibi değişikliklere uğradığı ve Tek Allah’a
olan inanç­tan nasıl şirke saplandığı iyice anlaşılıyor. Hıristiyanların doğru
yoldan ayrılmalarına ilk önce Hz. Îsa’ya olan aşırı sevgi ve sadakati belirlemek
amacıyla önce “Hüdâvend” ve “Allah’ın oğlu” gibi deyimler kullanıldı, daha sonra
kendisine tanrısal sıfatlar yakıştırıldı, ve kefâret akidesi icad edildi.
Halbuki Hz. Îsa’nın öğretilerinde bunlara zerre kadar yer verilme­mişti. Daha
sonra Hıristiyanlar felsefeye bulaşınca, ilk yanılgılarından sıy­rılmaya ve
kurtulmaya çalışmak yerine geçmişteki din âlimi ve rahiplerin söz ve
davranışları için saçma sapan gerekçeler bulmaya çalıştılar. Böyle­ce, Hz.
Îsa’nın gerçek talimatını unutup, mantık ve felsefeye dayanarak üst üste akide
ve inançlar türetmeye başladılar. Bölümümüzün başında naklettiğimiz Kur’ân-ı
Kerîm’in ayetleri Hıristiyanların işte bu dalâleti ko­nusunda dikkatimizi
çekmektedirler.

17.4.6.
İnsanların Doğuştan Günahkâr Olmalarına Dair Yanlış İnanç

Hıristiyanlığın geçen 1500 yıldan beri temel inançları arasında
yer alan, insanların doğuştan günahkâr olduğu kavramı, hiçbir semavî kitap­ta
yer almamıştır. Hatta bugün bazı Katolik din adamları da böyle bir inancın
İncil’de bulunmadığını savunmaya başlamışlardır. Nitekim, tanın­mış bir Alman
İncil uzmanı, Rev. Herbert Haag, “Is Original Sin in Scripture” adlı son
eserinde Hıristiyanlar arasında en az miladî 300 yılına ka­dar, insanların
doğuştan günahkâr oldukları yolunda herhangi bir inancın bulunmadığını ve bu
inanç halk arasında yayılmaya başlayınca Hıristiyan din adamlarının yaklaşık iki
yüzyıl bunu reddetmeye çalıştıklarını belirti­yor. Nihayet beşinci yüzyılda Aziz
Augustin kendi mantığıyla ve bazı kuvvetli delillerle, bunu şöyle ifade ederek
Hıristiyanlığın temel inançları arasına katıverdi: “İnsan oğlu, Adem’in
günâhının vebalini miras almıştır ve onun Îsa’nın kefareti, sayesinde âhirette
kurtulmasından başka bir çare­si yoktur.”

17.4.7. Hz.
Meryem (a.s.)’in, Tanrı’nın Anası Olarak Kabul Edilmesi

Miladî 43l’de Efes’te bütün Hıristiyan dünyasının din adamları
ve ule­masının bir konseyinin yaptığı toplantısında Hz. Îsa’nın ulûhiyeti ve Hz.
Meryem (a.s.)’in Tanrı’nın Anası olması, Kilise’nin resmi akideleri olarak kabul
edildi.

Hıristiyanlar, Allah ile Hz. Îsa ve Ruh-ul Kuds’ü tanrı olarak
kabul etmekle yetinmediler, ayrıca Hz. Îsa’nın annesi, Hz. Meryem’i de bir
tanrı­ça yapıverdiler. Daha önce birçok defa işaret ettiğimiz gibi Kitab-ı
Mu­kaddes veya İncillerde Hz. Îsa’nın ulûhiyetine dair en küçük bir işaret
yoktur. Hz. Îsa’nın ölümünden sonra 300. yıla kadar Hıristiyan dünyası böyle bir
şeye vakıf değildi. Ancak Miladî üçüncü yüzyılın sonlarına doğ­ru İskenderiye’de
bazı din adamları ve ilahiyat ulemâsı, Hz. Meryem için ilk defa “Allah’ın Anası”
deyimini kullandılar. Bundan sonra Meryem’in ulûhiyeti ve Meryem’e tapma
geleneği giderek yayıldı. Hıristiyan Kilisesi ilk başlarda böyle bir şeyi resmen
kabul etmeye hazır değildi ve hatta Meryem’e tapanlara fâsid ve kâfir derdi.
Daha sonra, Hz. Îsa’nın aynı za­manda iki ayrı şahsiyet taşıdığı yolunda
Lusturius’un ileri sürdüğü fikir Hıristiyan dünyasında görülmemiş münakaşa,
kavga ve çatışmalara yola-çınca, meselenin halli için Miladî 431’de Efes’te
toplanan Kilise Meclisi ilk defa Hz. Meryem için “Tanrı’nın Anası” deyimine
resmi bir hüviyet verdi. Bunun gayet doğal sonucu olarak, o zamana kadar kilise
dışında ce­reyan eden Meryem-perestlik Kiliselere de giriverdi. Hatta, Kur’ân-ı
Ke­rim’in inişine kadar, Meryem öylesine büyük ve heybetli bir tanrıça olu­verdi
ki, Baba, oğul ve Ruh-ul Kuds gibi Teslis akidesinde yer alan üç ilâh O’nun
yanında birer hiç kaldı. Meryem’in putları sayısız kiliselerde vardı. Dua ve
ibadetler onun put ve heykelleri önünde yapılırdı. Her türlü arzu ve istek O’na
iletilirdi. Herkes derdini O’na anlatırdı. Meryem tanrı­çası herkesin koruyucusu
ve yardımcısı haline geliverdi. Böylece bir Hıristiyan kişi için en büyük güven
mutluluk kaynağı, “Tanrı’nın Anası”nın himayesine girmekti. Bizans imparatoru
Justinian çıkardığı bir kanunla Hz. Meryem’in, kendi imparatorluğunun koruyucusu
olduğunu ilân etti. Bu imparatorun komutanlarından biri olan General Nersius
savaş alanında Hz. Meryem’den merhamet ve hidayet isterdi. Hz. Peygamber
(a.s.)’in çağdaşı olan imparator Heraclius’in bayrağında ve flamasında
“Tanrı’nın Anası”nın resmi vardı ve Hz. Meryem’in inayetiyle savaşta bayrağının
düşmeyeceğine ve yenilmeyeceğine inanırdı. Daha sonraki çağlarda Hıristiyanlıkta
ortaya çıkan mezhepler ve reform hareketleri, Meryem’in tapılmasına karşı
çıktılarsa da, Katolik Kilisesinde Meryemperestlik hâlâ devam etmektedir.

17.5. TEVRAT VE İNCİL’DE HZ.
MUHAMMED’İN GELİŞİYLE İLGİLİ HABERLER

“Bir vakit Meryem’in oğlu Îsa da: ‘Ey İsrail oğulları, Ben size
Al­lah’ın peygamberiyim. Benden evvel gelen Tevratı tasdik edici ve benden sonra
gelecek bir peygamber ki, onun adı Ahmed’dir; müjdeleyici olarak geldim’ dedi.”
(Sâf; 6)

Hz. Îsa’nın bu sözleri, Hz. Musa’nın kendi ümmetine, Hz.
Muham­med (a.s.)’in peygamber olarak gelişine dair verdiği müjde ile ilgilidir.
Hz. Musa’nın müjdesi şu satırlarda yer almıştır:

17.5.1. Tevrat’ın
Açık Haberi

“Allah-u Teâlâ, Senin Rabbin, senin için, senin aralarından,
yani se­nin kardeşlerin arasından, benim gibi bir nebi peydah edecektir. Siz onu
dinleyin. Bu senin, Rabbına, kendi Rabbına, toplantı günü Havreb’de yaptığın
müracaata uygun olacaktır. Sen o gün Rabbine kendi Rabbine de­miştin ki,
Rabbimin sesini bir daha duymayayım ve belki de benim ölme­me sebep olacak büyük
bir ateşi görmeyeyim. Ve Rabbim bana dedi ki, onlar ne diyorsa doğrudur. Ben
onlar için kendi kardeşleri arasından, se­nin gibi bir nebi yaratacağım ve
kelâmımı onun ağzına koyacağım. Ve Ben ona ne emir verirsem, onlara
söyleyecektir. Ve onun, benim adımı anarak söyleyeceklerini dinlemeyenlerden
hesap soracağım.” (istisna: Bö­lüm: 18, âyet: 15-19).

Tevrat’ın bu açık kehâneti Hz. Muhammed (a.s.)’den başka kimseye
ait değildir. Bu ibarede Hz. Musa (a.s.) Allah’ın şu müjdesini veriyor: “Se­nin
için, senin aralarından, yani senin kardeşlerinin arasından bir nebi
do­ğuracağım.” Bir milletin “kardeşleri”nden o milletin bir kabile veya
ailesi­nin kastedilmediği ortadadır. Bu deyimin, sözü edilen millet ile ırk
açısın­dan yakın ilişki bulunan bir millet için kullanıldığını söylemek daha
doğru olur. Şayet gelecek nebinin Beni İsrail’den doğacağı kastedilmiş olsaydı,
o zaman başka ifade ve sözler kullanılacaktı. O zaman yalnızca, “Senin için
aranızdan bir nebi doğuracağım” demek kâfi olurdu. Bu sebeple, İsrail
oğullarının kardeşlerinden burada, İsrail oğullarının kastedildiği akla ve
hayâle daha yakındır. İsrail oğulları, Hz. İbrahim (a.s.)’in evlâtları olduğu
için İsrail oğullarında sadece bir tek peygamber doğmuş olsaydı bu kehânetin
böyle bir nebi ile ilgili olduğu söylenebilirdi. Halbuki İncil’de belirtildiği
gibi, İsrail oğulları arasında Hz. Musa’dan sonra da birçok pey­gamber doğdu.

Burada verilen müjdede bir noktaya daha dikkat edilmelidir.
Müstak­bel peygamberin tıpkı Hz. Musa (a.s.) gibi olacağı ifade ediliyor.
Elbette­ki, bu benzerlik dış görünüşüyle ilgili değildi. Çünkü dünyada hiçbir
insan başka bir insanın tıpatıp aynısı değildir. Bu benzerlik her iki nebinin
pey­gamberlik payesi ve olağan özellikleriyle ilgilide sayılmazdı. Zira, bu
benzerlik, Hz. Musa’nın ardından dünyaya gelen bütün peygamberlerde bulunuyordu.
Bu iki ihtimal ortadan kalktıktan sonra Hz. Musa ile Hz. Muhammed’in “ortak
yanını araştıracak olursak, bunun kalıcı ve müstakil bir şeriatın
getirilmesinden başka bir şey olmadığını görürüz. Bu benzer­lik gerçekten Hz.
Musa ve Hz. Muhammed arasında vardı. Hz. Musa’yı müteakip İsrail oğullarında
doğan peygamberler hep Musevi şeriatının savunucusuydular. Hz. Musa gibi değişik
ve müstakil bir şeriat getiren sade­ce Hz. Muhammed’di.

Bu açıklama ve yorum, Tevrat’taki şu ifadelerle daha da
kuvvetlen­miş oluyor: “Rabbine toplantı günü Havreb’te yaptığın müracaata uygun
olarak size bir nebi gönderilecektir. Sen o gün demiştin ki, Rabbimin sesi­ni
bir daha duymayayım ve belki de benim ölmeme sebep olabilecek bü­yük bir ateşi
görmeyeyim. Ben senin gibi bir nebi yaratacağım ve kelâmımı onun ağzına
koyacağım.” Burada bahsedilen Havreb, Hz. Mu­sa’nın ilk kez şeriat hükümlerini
aldığı dağdır. Hz. Musa’nın Allah’ın nu­ruyla ilk kez karşılaşması ve onun
sesini duyması kendisini müthiş sars­mıştı ve bir ân kendisinin öleceğini
sanmıştı. Burada bahsedilen İsrailoğullarının müracaatı ve yalvarışı da,
şeriatın Havreb dağında olduğu gibi, çok korkunç şartlar altında verilmesiyle
ilgilidir. Bu vak’a Kur’ân-ı Ke­rim’de de geçmiştir. Ayrıca, İncil’de de benzeri
kayıtlar vardır. Buna ce­vap olarak Hz. Musa, İsrail oğullarına, Allahu
Teâlâ’nın onların ricalarını kabul ettiğini bildiriyor. Allah diyor ki, onlar
için göndereceğim peygam­berin ağzına kendi kelâmımı vereceğim. Demek ki, bundan
böyle şeriat veri irken Havreb dağında meydana gelen korkunç olay
tekrarlanmaya­caktır. Yani bundan sonra gönderilecek peygamber kendi yanında
Allah’ın kitabıyla gelecek ve onu insanlara anlatacaktır. Bu açıklamadan sonra,
Tevrat’taki kehânetin, Hz. Muhammed’den başkasına ait olduğu söylene­bilir mi?
Hz. Musa’dan sonra dünyaya müstakil ve daimî bir şeriat yani, din ve ahlâk
nizamı getiren ancak Hz. Muhammed (s.a.)’dir. Bu şeriatın verilmesi sırasında
Havreb dağında İsrail oğullarının toplandığı sırada meydana gelen korkunç olay
ise yukarıda belirtildiği gibi, tekrar yaşan­madı.

17.5.2. Sâf
Suresi’nin İlgili Âyeti Üzerinde Bir Bahis

Bu bölümün başında tercümesi verilen Sâf sûresinin 6. âyeti,
Kur’ân-ı Kerîm’in önemli âyetlerinden biridir .İslâm düşmanları bunun üzerinde
bir hayli durmuş, bunu alabildiğine eleştirmiş ve bu hususta kin ve
nefretleri­ni kusmuşlardır. Çünkü bu ayette Rasûlullah’ın ismi açıkça verilmek
sure­tiyle, Hz. Îsa’nın ağzıyla dünyaya bir peygamberin geleceğine dair müjde
verilmiştir. Bu sebeple, bu mevzunun etraflıca ele alınması gerekiyor:

17.5.2.1. Muhammed
İle Ahmed

Görüldüğü gibi, bahse konu olan âyette Hz. Peygamber (a.s.)’in
adı “Ahmed” olarak verilmiştir. Ahmed’in iki anlamı vardır: Birincisi, Allah’ın

en çok methini yapan kişi. İkincisi, en çok methedilen kişiler
arasında en çok övülen kişi. Sahih hadislerden, Hz. Peygamber’in çeşitli
isimlerinden birinin “Ahmed” olduğu anlaşılıyor. Sahih-i Müslim ile Ebû
Davud’da, Hz. Ebû Musa Eş’ari’nin bir hadisi şöyledir: “Ben Muhammed’im, ben
Ah­med’im ve ben Haşir’im..” Benzeri hadisler Hz. Cübeyir bin Mutim tara­fından
İmam Mâlik, Buhârî, Müslim, Dârimî, Tirmizî ve Nesâi v.s.’de de nakledilmiştir.
Hz. Peygamber’in bu mübarek ismi sahabeler arasında iyi biliniyordu. Nitekim,
Hz. Hassan bin Sâbit (r.a.)’in bir şiiri şöyledir:

Allah ve Arş’ın etrafında toplanan melekler, ve bütün temiz
varlıklar, Bereketli Ahmed’i methettiler.

Tarih kitaplarında da Hz. Peygamber’in isminin hem Muhammed, hem
Ahmed olduğu sabittir. Burada dikkate değer nokta, Peygamber efendimizden önceki
bütün Arap Edebiyatında “Ahmed” isminin hiç kul­lanılmayışıdır. Hz.
Peygamber’den sonra da Ahmed ve Gulam Ahmed isimleri öylesine yaygınlaşmıştır
ki, bunun haddi hesabı yoktur. Bu ismin doğru ve gerçek oluşunun en büyük
delili, peygamberimizin devrinden başlayarak günümüze kadar ümmetimizde bunun
kadar popüler, tutulmuş ve beğenilmiş başka bir ismin bulunmayışıdır.
Peygamberimizin mübarek ismi “Ahmed” olmasaydı, müslümanların büyük bir
çoğunluğu, çocukları­nın ismini ne diye “Gulam Ahmed” (Ahmed’in Uşağı)
koyuyorlar? “Ah­med” olmadan, “Gulam Ahmed” olabilir mi?

17.5.2.2. “O
Peygamber”

Yuhanna İncilinde, Hz. Îsa’nın gelişi sırasında İsrail
oğullarının üç şahsiyeti bekledikleri ifade edilmiştir. Bunlar, Hz. Mesih (Îsa),
Hz. İlyas ve “o peygamber” idiler. İncil’in ilgili âyetleri şöyledir:

“Ve Yuhanna (John, Hz. Yahya) tanıktır ki, Yahudiler Kudüs’ten
ken­disine “sen kimsin’ diye sormak üzere keşiş ve rahipler gönderince o ne
müsbet cevap verdi ne de menfi. Aksine kendisinin Mesîh olmadığını söyledi.
Onlar sordu, ‘öyleyse sen kimsin?’ sen İliyah (Hz. İlyas) misin?’ O dedi ki,
‘ben değilim’. (Sonra dediler ki) ‘Sen o peygamber misin’. O de­di ki, ‘hayır’.
Bunun üzerine onlar onun kim olduğunu sordular. O dedi ki, ‘Ben sahrada seslenen
birinin sesiyim, ki siz Tanrının yolunu bulabilesi­niz.’ Onlar ona sordular,
‘Madem ki sen ne Mesîh, ne peygambersin, o za­man sen ne diye insanları takdis
edersin?’

Buradaki sözler gösteriyor ki, İsrail oğulları Hz. Mesîh (Îsa)
ile Hz. İlyas’ın dışında başka bir peygamberi de bekliyorlardı ve bu peygamber
Hz. Yahya (a.s.) değildi. Bu üçüncü peygamberin geleceğine öylesine muhakkak
gözüyle bakılıyordu ki, İsrail oğulları arasında sadece “o pey­gamber”
kelimelerini söylemek, onu kastetmek için kâfi sayılıyordu. Ayrıca, sözü edilen
peygamber’in dünyaya geleceğine herkes inanmış gibiy­di. Çünkü, bu peygamberin
gelişi hakkındaki inanç yanlış olsaydı, Hz. Yahya’ya yukarıdaki sorular
sorulurken kendisi pekalâ diyebilirdi ki, “Ey İsrail oğulları, siz hangi
peygamberden bahsediyorsunuz? Böyle bir pey­gamber gelmeyecektir.”

17.5.2.3. Yuhanna
İncilindeki Haberler

Şimdi gelin, Yuhanna İncilin’de (St. John İncili’nde) Bölüm
14’ten 16’ya kadar devamlı olarak yer alan müstakbel peygamber hakkındaki müjde
ve kehânetlere bir göz atalım:

“Ve ben Babam’a yalvarırsam, O size ikinci yardımcısını
gönderecek­tir. Bu yardımcı ebediyyen sizlerle kalacaktır. Yani, dünyanın elde
ede­meyeceği Hak Ruh’u. Bunu dünya ne görür ne bilir. (Ama) siz bilirsiniz.
Çünkü, o sizlerle yaşar, sizin içinizde bulunur.” (Bölüm 14:16-17)

“Ben bu sözleri sizlerle beraberken size söyledim. Ama, Pederim,
Ruh-ul Kudüs, adıma size göndereceği Yardımcı size her şeyi öğretecek ve size
bütün söylediklerimi hatırlatacaktır.” (Bölüm 14:25-26)

“Bundan sonra ben sizinle pek konuşmayacağım. Zira, dünyanın
lide­ri geliyor ve bende onun hiçbir özelliği yoktur.” (14:30)

“Ama, pederim tarafından size göndereceğim yardımcı, yani
‘Haki­kat’ın Ruhu’ size gelince benim için şâhitlik yapacaktır. (15:26)

“Ama ben size doğruyu söylüyorum, benim gitmem sizin için
fayda­lıdır. Zira ben gitmesem o yardımcı size gelmeyecek. Ama gidersem onu size
göndereceğim.” (16:7).

“Ben size bazı diğer şeyleri de söylemek istiyorum, ama siz
bunlara tahammül edemezsiniz. Ama o, yani Hakikat’ın Ruhu, size gelince, size
doğru yolu gösterecektir. Zira, o kendi tarafından hiçbir şey söylemeye­cektir,
aksine duyduklarını anlatacaktır ve size geleceğin haberini vere­cektir. Çünkü o
size benden aldığı haberleri verecektir. Peder’in olduğu her şey benimdir. Onun
için dedim ki, o benden alacak ve size verecek­tir.” (16:12-15).

17.5.2.4. Müstakbel
Peygamber Dünyanın Lideri Olacak

Yuhanna İncilinde Hz. Îsa’nın kendisinden sonra büyük bir
peygam­berin geleceği konusunda kehânette bulunduğuna dair ayetleri yukarıda
naklettik. Bu âyetlerde Hz. Îsa (a.s.) diyor ki müstakbel peygamber, “dün­yanın
lideri” olacaktır, o “ebediyen yaşayacaktır”, “doğruluğun bütün yol­larını
gösterecektir” ve bizzat Hz. Îsa’nın peygamberliğini tasdik edecek­tir. Dikkat
edeceğiniz gibi, asıl ibarelere “Ruh-ul Kudüs” ve “Hakikat’ın Ruhu” gibi
tabirler ilâve edilmek suretiyle ifade muğlak ve hatta anlamsız kılınmak
istenmiştir. Buna rağmen bütün ibareleri dikkatle tahlil ettiği­mizde müjdelenen
şahsiyetin bir ruh değil, bir insan ve belirli bir kişi ol­duğunu anlarız. Bu
öyle bir kişidir ki, tâlimâtı ve mesajı cihanşümûl olup herkesi kapsayacak ve
kıyâmete kadar yaşayacak nitelikte olacaktır. Bu mahsus ve malum şahsiyetin bir
husususiyeti de “yardımcılık” olacaktır. Tercümede biz “yardımcı” kelimesini
kullandık. Hıristiyanlar, Yuhanna İncili’nin Elence asıl nüshasında geçen
kelimenin “Paracletus” olduğunda ısrar etmektedirler.

17.5.2.5.
“Paracletus” Kelimesi Konusunda Hıristiyanların Karşılaştığı Güçlükler

Fakat Hıristiyanlar bu kelimenin manasını tesbit ederken
kendileri de ihtilâfa düşmüşlerdir. Bu kelimenin kökü olan Yunanca “Paraclete”
nin anlamı şunlardır. “Bir yere çağırmak, yardıma çağırma, ikâz ve tenbih,
teşvik etmek, yalvarmak, dua etmek” v.s. Elence’de bu kelimenin anlamı
şunlardır: Teselli etmek, teskin etmek ve cesaret vermek. İncil’de hangi
yerlerde bu sözcük kullanılmışsa, orada buna yukarıdaki anlamlardan hiç­biri
uygun düşmez. Origen, bu kelimeyi bazı yerde “teskin eden” ve bazı yerde “takbih
eden” olarak tercüme etmiştir. Ama diğer yorumcular bu tercümeleri
reddetmişlerdir. Çünkü bunlar ilkin, Yunanca grameri bakı­mından doğru anlamlar
değildir, ikincisi, söz konusu kelimenin geçtiği metinlerden hiçbirinde bu
manalar uygun görülmüyor. Bazı diğer müter­cimler bunu “öğretmen” ve “hoca”
olarak çevirmişlerdir. Ama yunanca’nın genel kural ve kaideleri bu anlamın
çıkarılmasına da müsait değil­dir. Tertulian ve Augustin ise “avukat” ve “vekil”
kelimesini tercih etmiş­lerdir. Başkaları “yardımcı”, “teskin ve teselli eden”
kelimelerini kullan­mışlardır. (Bk. Encylopadeia of Biblical Literature,
“Parcletus” maddesi).

17.5.2.6. Kelimenin
Tahrif Edilme İmkânı

İşin ilginç yanı, Yunancada sözünü ettiğimiz kelimeye benzer
başka bir kelime, “Periclytos”un bulunmasıdır. Bu kelimenin manâsı,
“methedilmiş”tir. Görüldüğü gibi, bu kelime, Arapça “Muhammed”in tam
karşılığı­dır. Hem de telâffuz bakımından da ikisi arasında epeyce benzerlik
vardır.

Şimdi ister misiniz, kendi kutsal kitaplarında keyiflerine göre
değişiklik yapmayı meslek ve âdet edinmiş olan Hıristiyan din adamları,
Yuhanna’nm naklettiği kehânette yer alan bu kelimeyi akide ve inançlarına ters
düştü­ğünü görünce bunu az bir değişiklikle “Paracletus” yapmış olsunlar! Bu
değişikliğin gerçekten yapılıp yapılmadığının tesbiti, Yuhanna İncilinin asıl
Yunanca nüshasının bulunmasıyla mümkün olabilir. Maalesef, bu nüs­ha hiçbir
yerde bulunmadığı için eski ve yeni metinde kullanılan kelime­nin ne olduğunu
tesbit etmek imkânsız kılınmıştır.

17.5.2.7. Asıl
Süryânice Kelime: “Munhamanna”

Ancak vereceğimiz karar sadece bir noktaya bağlı değildir. Çok
şü­kür ki değildir. Zira, Yuhanna’nın Yunanca İncilinde müjdelenen peygam­ber
için hangi kelimenin kullanılmış olunması meseleyi tamamıyla hallet­miyor. Bir
kerre, bu İncil de Süryâniceden çevrilmişti. Demek ki, bu hu­susta asıl önemli
olan İbn Hişâm’ın “Siyer-i Nebevi’sinde vardır. Siret-i İbn-i Hişâm’da sadece
aradığımız kelime bulunmuyor, ayrıca bundan asıl Yunanca kelimenin ne olduğu da
açıkça anlaşılıyor. İbn Hişâm, Muham­med bin İshâk’a atfen Yuhanna İncilinin 15.
Bölümü, âyet: 23-27 ve Bö­lüm 16: âyet 1’in tümünü tercüme etmiştir. Adı geçen
tercümede Yunanca “Paracletus” kelimesi yerine Süryânice “Munhamanna” kelimesi
kullanıl­mıştır. Daha sonra İbn İshâk ya da İbn Hişâm bu kelimeyi şöyle tarif
et­miştir: “Munhamanna kelimesi, Süryânicede Muhammed (methedilmiş) ve Yunancada
Paracletus anlamına gelmektedir.” (İbn Hişâm, Cilt: I, s. 248).

Olaya tarih açısından bakacak olursak, Filistinli
Hıristiyanların ana di­linin dokuzuncu asra kadar Süryânice olduğunu görürüz. Bu
bölge, yedin­ci yüzyılın ilk yarısında müslüman topraklarına katılmıştır. İbn
İshâk miladî 768’de ve İbn Hişâm M. 828 yılında vefât etmişlerdi. Demek ki her
iki yazar ve âlimin zamanında Filistinli Hıristiyanlar Süryânice konuşuyor ve
yazıyorlardı. Her ikisi için kendi memleketlerinin Hıristiyan tebaasıyla temas
kurmaları hiç de zor değildi. Ayrıca, o devirde Yunanca konuşan yüz binlerce
Hıristiyan, müslüman topraklarında yaşıyorlardı. Bu nedenle, kendileri,
Süryânicenin hangi kelimesinin, Yunancada ki hangi kelimenin karşılığı olduğunu
gayet iyi anlayabiliyorlardı. Şimdi, İbn İshâk’ın naklet­tiği tercümede
Süryânice “Munhamanna” kelimesi geçmiş ve İbn İshâk ve İbn Hişâm bunun Arapça
“Muhammed” kelimesi ya da Yunanca Paracletus sözcüğüne eşit anlamda
kullanıldığını açıklamışsa, Hz. Îsa’nın, Hz. Pey­gamber’in mübarek ismini
vererek kendisinden sonra dünyaya geleceğini müjdelemiş olmasına hiçbir şüphe
kalmıyor. Bu açıklama ile birlikte, Yuhanna İncilinde geçen kelimenin aslında
“Periclytos” olduğu, ancak Hıristiyan din adamları tarafından sonradan
“Paracletus” olarak tahrif edildiği de kesin olarak anlaşılıyor.

17.5.2.8. Necâşî’nin
Şahitliği

Bundan daha eski tarihî delil, Habeşiştan Kralı Necâşî’ye bir
avuç müslümanın gidip kendisine İslâmiyet hakkında bilgi vermeleriyle
ilgili­dir. Hz. Abdullah bin Mesud’un rivâyetine göre, Habeşiştan’a hicret etmiş
olan müslümanlar, Kral Necâşî’nin huzuruna çağırılınca, heyet Başkanı Hz. Ca’fer
bin Ebû Tâlip (r.a.) İslâm peygamberi ve getirdiği din hakkında bir konuşma
yaptı. Bu konuşmayı dinleyen Necâşî dedi ki, “merhaba size ve tarafından
geldiğiniz şahsiyete. Ben onun Allah’ın rasûlü olduğuna şahâdet ediyorum.
İncil’de zikri geçen elbette odur ve geleceğine dair müjdeyi Meryem oğlu Îsa
bize vermişti.” (Müsned-i Ahmed). Bu olay, hadislerde bizzat Hz. Ca’fer ile
Ümm-ü Seleme tarafından da nakledilmiş­tir. Bu demek oluyor ki, yedinci yüzyılda
Habeşistan Kralı Necâşî, Hz. Îsa’nın bir peygamberin geleceğini müjdelediğini
biliyordu. Bu olay ile ayrıca, İncil’de Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın gelişine
dair bazı açık işaretler bulunduğu ve işaretlere dayanarak Necâşî’nin gelen
peygamberin Hz. Muhammed olduğu neticesine varmakta hiç gecikmediği de
anlaşılı­yor. Fakat burada anlatılan rivâyet ve hikâyeden, Hz. Îsa’nın
müjdesiyle ilgili Kral Necâşî’nin bilgi kaynağının Yuhanna İncili mi yoksa başka
İn­cil ve kitaplar mı olduğu anlaşılmıyor.

17.5.2.9. Barnabas
İncilinde Yer Alan Haberler

Barnabas İncilinde, Peygamber efendimiz (a.s.)’in gelişine dair
haber­ler ile ilgili bölümlerde Hz. Îsa, bazen açıkça “Muhammed” kelimesini
kullanmış, bazen ‘O’ndan “Rasûlullah” ve “Mesîh” diye bahsetmiştir. Bazen
kendisine “Takdir Edilmeye Lâyık” demiş, bazen da öyle kelimeler kullanmıştır ki
bunlar “Lâilaheillâllah Muhammedurrâsûlullah” anlamına gelmektedir. Hz. Îsa’nın
Hz. Peygamber hakkında verdiği işaretler o kadar çoktur ki, bunların hepsini
anlatmak için ayrı bir kitapçığa ihtiyaç duyula­caktır. Biz burada sadece belli
başlı haberleri naklediyoruz:

“Allah’ın dünyaya gönderdiği peygamberler, ki sayıları 144
bindi, muğlak ve karmaşık şekilde konuştular. Ama benden sonra, bütün
pey­gamberler ile mukaddes varlıkların nuru gelecektir ki, peygamberlerin
söylediklerini açıklayacak, sizi aydınlatacaktır. Çünkü o Allah’ın rasûlü­dür.”
(Bölüm: 17).

“Firisîler ile Lâviler dedi ki, madem ki, sen ne Mesih, ne
İlyas, ne de başka bir nebisin, o zaman sen neden yeni bir vaaz ve telkinde
bulunuyor­sun ve kendini Mesih’den de daha büyük olarak gösteriyorsun? Îsa Mesih
dedi ki, Tanrının benim vasıtalığımda gösterdiği Mu’cizelerin maksadı, be­nim
yaptıklarımın hepsinin Tanrının isteğine bağlı olduğunu size göster­mektir.
Yoksa, ben kendimi, sizin bahsettiğiniz (Mesih)’ten büyük saymı­yorum. Ben,
sizin Mesih dediğiniz çobanın boncuğunu veya ayakkabı bağlarını açacak seviyede
bile değilim. O Mesih benden önce yaratılmıştı ve benden sonra gelecektir. O,
dininin hiç son bulmaması için hakikatleri (delilleri) kendisiyle birlikte
getirecektir.” (Bölüm: 42).

“Size yemin ederek söylüyorum, gelen her nebi sadece bir millet
için Allah’ın rahmetinin işareti olarak gelmiştir. Bu sebeple, bu
peygamberle­rin talimatı, gönderildikleri ümmet ve ulusların dışına çıkmadı. Ama
Allah’ın Rasûlü gelince, Tanrı ona adeta elindeki mührünü verecektir. Ta ki,
onun talimatını almış olan dünyanın bütün ulusları selâmete ve rahmete
kavuşacaklardır. O dinsizlere hâkim olacak ve putperestliği öylesine
yer­yüzünden silecektir ki, Şeytan kaçacak delik arayacaktır.” (Bu satırlardan
sonra, Hz. Îsa’nın şâkirdleriyle uzun bir konuşması yer alıyor. Bu konuş­mada
Îsa Mesih, müstakbel peygamberin İsmail oğullarından olacağını izâh ediyor).
(Bölüm: 43).

“Bu sebeple, size diyorum ki, Rasûlullah, Tanrı’nın yarattığı
hemen hemen bütün mahlûk ve eşyaları memnun edecek bir saadettir. Zira, o
an­layış, nasihat, hikmet, kuvvet, şefkat ve sevgi gibi güzel duygularla
dolu­dur. O, cömertlik, rahmet, adalet, takva, dürüstlük, efendilik ve sabrın
ru­huyla donatılmıştır. Kendisine bu faziletlerin üç mislisi verilmiştir. Yani
Allah’ın yarattığı diğer mahlûklara nisbetle, inanın, ben onu görmüş ve ona
saygılarımı sunmuşumdur. Tıpkı diğer bütün peygamberlerin onu gördüğü ve ona
saygılarını sundukları gibi. Allah onun ruhunu görerek, ona nübüvvet bahşetti.
Ve ben onu görünce heyecandan dilim tutuldu ve ben ona dedim ki, “Ey Muhammed
(methedilmiş kişi, zât) Allah senin yardımcın olsun ve Allah beni senin
pabuçlarının bağlarını bağlamaya lâyık yapsın. Zira ben bu mevkiye yükselirsem,
kendimi büyük bir pey­gamber ve Allah’ın mukaddes varlığı sayacağım…” (Bölüm:
44).

“(Buradan gideceğim için) yüreğiniz sızlamasın, ve siz
korkmayın. Çünkü sizi yaratan ben değilim. Sizi yaratan, Yaratıcımız Allah’tır
ve o si­zi koruyacaktır. Bana gelince, şu anda dünyada, dünyaya selâmet ve
kur­tuluş getirecek olan Allah’ın rasûlü için zemin hazırlamaktayım… Andreas
dedi ki, ‘ey Üstâd, onun bazı belirgin özelliklerini bize bildir ki, onu
tanıyalım.’ Îsa Mesih cevap verdi: ‘O sizin zamanınızda gelmeyecek, aksine
birkaç yıl sonra gelecek. O zamana kadar benim İncilim öylesine tahrif edilmiş
olacak ki, dünyada en fazla 30 mü’min bulunacaktır. O zaman Al­lah dünyaya
acıyacak ve rasûlünü gönderecektir. O rasûlün başına beyaz bulutun gölgesi
olacaktır ve onun vasıtasıyla dünya Allah’ın marifetine kavuşacaktır. O dinsiz
insanlara karşı büyük bir güçle gelecek ve yeryü­zünden putperestliği
silecektir. Ve ben bundan son derece memnunum, zi­ra onun sayesinde Tanrımız
tanınacaktır, takdis edilecek ve hakikatimi dünya anlayacaktır. O, ayrıca, beni
İnsanlar ötesinde bir şey zannedenler­den intikam alacaktır… O öyle bir
hakikatle gelecektir ki, bu hakikat bütün peygamberlerin getirdiklerinden daha
açık seçik olacaktır.” (Bölüm: 72).

“Allah için and Kudüs’te mi yoksa Süleyman mabedinde mi
içilmişti? Fakat sözlerime inanın, bir gün gelecek, Allah rahmetini başka bir
şehre nâzil edecektir. Ondan sonra, her yerde onun için doğru biçimde ibadet
yapılacaktır ve Allah kendi rahmetiyle her yerde hakikî namazı kabul
ede­cektir… Ben aslında, İsrail hanedanı için kurtarıcı nebi olarak
gönderil­dim. Fakat benden sonra Mesih gelecek, Allah’ın gönderdiği, bütün dünya
için. Öyle bir nebi ki, Allah bütün dünyayı onun için yaratmıştır. O zaman bütün
dünyada Allah’a ibadet edilecek ve her tarafa rahmeti nâzil olacak­tır.” (Bölüm:
83).

“(Mesih, Başrahibe söyledi) Yaşayan Allah ve elinde canım olan
Ya­radan’a yemin ederim, bütün dünyanın milletlerinin beklediği o Mesih ben
değilim. Allah bu nebi ile ilgili vaadini atamız, Hz. İbrahim’e şöyle diye­rek
vermişti: ‘Senin neslinin vasıtasıyla, yeryüzünün bütün milletleri bere­kete
kavuşacaktır.’ (Doğum: 22:18).

Ancak Allah beni bu dünyadan kaldırınca, Şeytan yine isyan
çıkara­caktır ve mü’min olmayanlar benim Tanrı ve Tanrının oğlu olduğumu id­dia
edeceklerdir. Bu nedenle, sözlerim ve talimatım tahrif edilecektir. O zaman
Allah dünyaya acıyacak ve rasûlünü gönderecektir. O Rasûl ki, onun için dünyanın
her şeyi yaratılmıştır. O rasûl bütün gücüyle güneyden gelecek ve putları
putperestler ile beraber mahvedecektir. Şeytandan ikti­darını alacaktır. Ve
Allah’ın rahmetini kendine iman edecek olanların kur­tuluşu için yanında
getirecektir. Ne mutlu, onun sözlerini dinleyene.” (Bö­lüm: 96).

“Başrahip sordu, ‘Allah’ın bu rasûlünden sonra başka nebîler de
gele­cek mi?’ Mesih cevap verdi: ‘Bundan böyle, Allah’ın gönderdiği hakikî
ne­biler gelmeyecekler, ama pek çok sahte nebiler geleceklerdir. Ben bunun için
özgünüm. Çünkü, Şeytan, Allah’ın adaletli kararı yüzünden bunları tezgahlamaya
çalışacaktır. Ve onlar benim İncil’imin perdesinin arkasında saklanacaklardır.”
(Bölüm: 97).

“Kâhinlerin başı sordu. ‘Bu Mesih hangi isimle çağrılacaktır?’
Ve onun gelişinin işaretleri ne olacaktır?’ Îsa Mesih dedi ki, ‘Bu Mesih’in adı
‘Takdir edilmeye Lâyık’tır. Zira, Allah onun ruhunu yarattığı zaman ona bu ismi
kendisi vermişti. Bu orada ona kral muamelesi yapılmıştı. Allah dedi ki, “Ey
Muhammed, bekle, çünkü senin için cenneti, dünyayı ve bir çok mahlûku
yaratacağım ve bunları sana hediye olarak vereceğim. Ta ki, se­ni tebrik edecek
olanlara bereket verilecek ve seni lanetleyecek olanlar lanetlenecekler. Ben
seni dünyaya göndereceğim zaman seni kurtuluş ha­bercisi olarak göndereceğim.
Senin sözlerin doğru olacaktır. Öyle ki, yer­yüzü ve gökler kaybolup gidecekler
ama senin dinin ayakta duracaktır. Öyleyse, onun mübarek ismi Muhammed’dir.”
(Bölüm: 97).

Barnabas diyor ki, bir defasında Hz. Îsa şâkirdlerine hitaben
yaptığı konuşmada “şâkirdlerimden biri (ki sonradan Yahuda, Juda olduğu ortaya
çıktı) beni 30 sikkeye karşılık düşmanlara satacaktır” dedi ve şunları ekledi:

“Bundan sonra, beni satacak olanın benim adımla öldürüleceğinden
eminim. Zira, Allahu Teâlâ beni yerden semâ’ya kaldıracak ve o hainin yü­zünü
öylesine değiştirecektir ki herkes onun ben olduğunu sanacaktır. Ne var ki, kötü
şekildeki ölümü bir müddet benim karalanmam ve rezil olma­ma yol açacaktır.
Fakat, Muhammed, yani Allah’ın mukaddes rasûlü gelin­ce bana sürülen leke
temizlenmiş olacaktır. Ve Allah bunu, benim o Me­sih’e sadakatimi bildirdiğim
için yapacaktır. O bana mükâfatımı verecektir. Bu şekilde, herkes benim
yaşamakta olduğumu ve bu rezil ölümle hiçbir ilişkim olmadığını anlamış
olacaktır.” (Bölüm: 113).

“(Hz. Îsa, şâkirdlerine dedi ki) Elbette ben size diyorum ki,
eğer Musa (a.s.)’nın kitabından gerçekler çıkarılmış olsaydı, Allah, atamız
Davûd (a.s.)’a başka bir kitap vermeyecekti. Ve eğer Davûd’un kitabında
değişik­likler yapılmamış olsaydı, Allah bana İncil’i vermezdi. Ve herkese aynı
mesajı vermiştir. Onun için, Rasûlullah geldiği zaman, dinsiz insanların benim
Kitabıma bulaştırdıkları bütün (uydurma) şeyleri temizleyecektir.” (Bölüm: 124).

17.6. ARAP YARIMADASINDA
HIRİSTİYANLIK

“Hıristiyanlık, milâdi üçüncü yüzyılda Arabistan’a girdi. Bu
sıralarda Doğu Roma İmparatorluğu olarak bilinen Bizans İmparatorluğunun
hima­yesindeki Hıristiyanlık bir hayli değişikliğe uğramış ve bu dine pek çok
bid’at ve batıl itikat girmişti. Bazı tarihçilere göre Hıristiyanlık Zünvâs
za­manında Hicâz’a girdi. Ama bu doğru olamaz. Zira bu hükümdar tam 600 yıl önce
yaşamıştı. Hıristiyanlık ilk önce Necran’da yayıldı ve gelişti ve Hicaz’ın diğer
bölgelerinde pek müsait bir ortam bulamadı. Fakat Beni Rebiyye ve Gassan ile
bazı diğer bölgelerde az sayıda da olsa, Hıristiyanlar vardı”.[8]

“Öyle tahmin ediliyor ki, Beni Rebiyye ve Gassan ile Kuzâ’a
bölge­sindeki Hıristiyanlar, dinlerini Bizanslılardan öğrenmişlerdi. Zira,
Araplar ticaret amacıyla Bizanslılar ve Romalıların hakimiyetindeki çeşitli
mem­leketlere gidip gelirlerdi. Hayre’de çeşitli Arap kabileleri topluca
Hıristiyanlığı kabul etmişlerdi. Bunlara “Abbâd” denilirdi. Bunlar arasında
Adiyy bin Zeyd Abbâdî tanınmış bir kişiydi. Benî Tağlib de Hıristiyandılar.”[9]

Beni Gassân’ın Hıristiyanlığı Miladî 330’da kabul ettiği tahmin
edili­yor. Hıristiyanlık daha sonra Yemen’in bazı diğer bölgelerine de yayıldı.
Etyopya kralı Necâşî ve Kaiser Bâhim Yemen’de 395-513 arası Hıristiyan­lığın
yayılması için büyük çabalar harcadılar. Dolayısıyla bu dönemde Yemen’de
İncillerin sayısı gittikçe çoğaldı.

Arabistan’ın güneyinde tanınmış ve gelişmiş ancak iki din vardı:
Yahudilik ve Hıristiyanlık. Bu iki din hem kuvvetli hem birbirine rakiptiler.
Romalılar ile Habeşliler’in Himyerli Saba kavmi arasındaki mücadeleye ve
rekabete daha önceki bölümlerde işaret etmiştik. Bu sebepten dolayıdır ki
Himyerliler genellikle Hıristiyanlara Yahudileri tercih ederlerdi. Yemen ve
çevredeki bölgelerde Abd-i Kelîl’in dışında ünlü veya tanınmış başka bir Arab
kabile reisinin Hıristiyanlığı kabul ettiği bilinmiyor. Arap tarihçi­lerine göre
de Abd-i Kelîl bir Hıristiyandı. Bölgeden çıkarılan bir kitabe­den de onun
Hıristiyan olduğu sabittir. Himyerlilerin bir bölümü yıldıza taparken bir bölümü
de Yahudiydi. Tarih-i Taberî’ye göre, ilk önce Es’ad Ebû Kerb, Yahudiliği kabul
etti.

Arabistan’ın kuzeyinde İran ile Bizans arasındaki çekişme had
safha­ya varmıştı. Tabiatıyla, Himyerliler İranlılardan yana bir tutum içinde
idi­ler. Himyerliler fırsat buldukça Bizanslılara baskın düzenler ve ticaret
ka­filelerini soyarlardı. Bizanslılar bundan huzursuz oluyorlardı. Bizanslılar
bu kavgaya bir çare aramak üzere Yemen Hâkimine bir elçi göndermeye karar
verdiler. Kaiser Justinian’ın elçisi altıncı yüzyılın başında Yemen hakimine
geldi, ona Kaiser’in mektubunu ve bazı hediyeler verdi. Ne var ki bu barış
girişimi artmakta olan düşmanlık ve nefreti azaltmadı.

Bizanslı tüccarlar sık sık Yemen limanlarına uğrarlardı.
Geçtikleri yerlere ticarî malların yanı sıra Hıristiyanlığın akide ve
inançlarını aşılama­ya çalışırlardı. Hıristiyan misyonerler ve rahipler de arada
sırada ülkede gezer ve dinlerini yaymaya çalışırlardı. Hıristiyanlık ilk önce
Aden’de ve daha sonra Adnan bölgelerinde bazı taraftarlar buldu. Necran ise kısa
bir sürede Hıristiyanlığın merkezi haline geliverdi.

17.6.1. Ashâb-ı
Uhdûd Kıssası

Eski çağlarda karşı görüşlü insanların diri diri yakılması
olağan bir şeydi. Bir iktidara ve dine muhalefet edenler diri diri yakılan
insanların başında gelirlerdi. Çeşitli tarih kitapları ve eserleri iman
sahiplerinin, Kâ­fir ve müşrikler tarafından içinde ateş yakılan çukurlara
atılmalarına iliş­kin olay ve hikâyelerle doludur.

17.6.1.1. Hz.
Suheyb’in Rivâyet Ettiği Hadis

Bu tür hikâyelerden biri Hz. Suheybi Rûmî (r.a.) tarafından
rivâyet edilmiştir. Hz. Rûmî, Rasûlullah’ın bir defasında şöyle bir hikâye
anlattı­ğını kaydetmiştir: “Krallardan birinin yanında bir sihirbaz vardı. Bu
sihir­baz yaşlanınca, Kral’dan kendisine, sihir ve bütün diğer hünerlerini
öğre­nebilmesi için bir genç çocuk göndermesini rica etti. Kral, yaşlı
sihirbazın bu ricası üzerine kendisine böyle bir çocuk gönderdi. Çocuk
sihirbazlığı öğrenmeye başladı. Fakat o çocuk, sihirbaza gelip giderken bir
rahibe (ki herhalde Hz. Îsa’ya tabi idi) gidip gelmeye başladı ve o rahibin vaaz
ve telkinlerinden etkilenerek iman sahibi oluverdi. Hatta rahibin talim ve
ter­biyesi sayesinde kerâmet sahibi de oldu ve körler ile cüzzamlıları
iyileştir­meye başladı. Kral bu çocuğun Tevhid’e iman ettiğini duyunca önce
rahi­bi öldürttü ve daha sonra çocuğu da öldürtmek istedi. Fakat ona karşı
kul­lanılan her silah etkisiz kaldı. Nihayet çocuk dedi ki, “eğer beni öldürtmek
istiyorsan, bu çocuğun Rabbinin adıyla’ diyerek bana bir ok at, ben ölmüş
olacağım.” Kral dediğini yaptı ve çocuk öldü. Bunun üzerine olayı seyret­mekte
olan kalabalık bir ağızdan, “Biz bu çocuğun Rabbine iman ettik” diye
bağırıverdi. Kral’ın yandaşları ve dalkavukları dediler ki, “ey majes­te,
korktuğumuz başımıza geldi. Halk sizin dininizi bırakıp bu çocuğun dinini kabul
etti.” Kral son derece öfkelendi ve yolun kenarında büyük çu­kurlar kazdırdı.
Bunları ateşle doldurdu ve imandan dönmeyenleri bu çukurlara attırdı. (Ahmed,
Müslim, Nesâî, Tirmizî, İbn Cerîr, Abdürezzâk, İbn Ebî Şeybe Taberânî ve Abd bin
Humeyd).

17.6.1.2. Hz. Ali
Tarafından Rivâyet Edilen Vak’a

İman sahiplerinin ateşe atılmalarıyla ilgili ikinci vak’a Hz.
Ali tara­fından rivâyet edilmiştir: “İran krallarından biri şarap içip sarhoş
oldu ve öz kız kardeşiyle zina etti. Sonra ikisi arasında gayri meşru
münasebetler kuruldu. Bir süre sonra olay halk tarafından duyulunca kral hemen
bir ba­hane uydurup, Allah’ın, kız kardeşler ile evlenmeyi helâl kıldığını ilân
et­ti. Ancak halk bu maskaralığı kabul etmedi. Fakat kral çok zâlimdi ve herkesi
kendi uydurduğu kanunu kabul etmeye zorladı. Kabul etmeyenle­ri, ateşlerle dolu
çukurlara attırdı.” Hz. Ali’nin ifadesine göre o zaman­dan beri Mecusîler’de,
mahrem kişilerle evlenme geleneği vardır. (İbn Cerir).

17.6.1.3. İsrailî
Rivâyetler

Bu hususta üçüncü bir olayı Hz. İbn Abbas, İsrailî rivâyetlere
daya­narak nakletmiştir. Rivâyetine göre, Babiller, İsrail oğullarını; Hz.
Mu­sa’nın dininden dönmeye mecbur etmişlerdi. Babillerin bu isteğine uyma­yanlar
ise diri diri ateşte yakıldılar.

17.6.1.4. Necran
Olayı

En önemli olay Necrân’ındır, pek çok tarihçi meselâ İbn Hişâm,
Tabe­ri, İbn Haldun ve Mücem’ul Buldan’ın yazarı v.s. tarafından
kaydedilmiş­tir. Özeti şöyledir: Himyer (Yemen) Hâkimi Tebân Es’ad Ebû Kerb bir
de­fasında Yesrib’e gitti ve orada Yahudilerin tesiri altında kalarak Yahudiliği
kabul etti. Yesrib’te Benî Kureyza’nm iki Yahudi âlimini alarak Yemen’e döndü ve
orada Yahudiliği bütün gücüyle ve imkânlarıyla yaymaya başla­dı. O’nun yerine
tahta geçen oğlu Zünvâs, Güney Arabistan’da Hıristiyanlı­ğın merkezi haline
gelmiş olan Necran’a saldırdı. Amacı, Necran’dan Hıristiyanlığı silip süpürmek
ve oranın ahâlisini Yahudiliği kabul etmeye zorla­maktı. (İbn Hişâm’ın anlattığı
gibi Necrânlılar, Hz. Îsa’nın getirdiği hakikî dine tabi idiler). Zünvâs,
Necran’a vardıktan sonra halkın Yahudiliği kabul etmesini istedi, ama herkes
inkâr etti. Bunun üzerine Zünvâs, çok kişiyi ateşle dolu çukurlara attırdı ve
pek çok kişiyi öldürttü. Toplam 20 bin kişi yok edildi. Necrânlılardan biri olan
Zûsa’labân kaçmayı başardı ve bir rivâyete göre bu şahıs Bizans İmparatoruna
gidip başlarından geçenleri anlattı, (bir rivâyete göre Habeş İmparatoru
Necâşî’ye derdini anlattı). Nihâyet, Bizanslılar ile Habeşliler yardımlaşarak
Yemen’e karşı saldırıya geçtiler, içinde 70 bin asker bulunan güçlü bir donanma
Aryât adlı bir ge­neralin komutasında Yemen’e saldırdı. Saldırıda Yemenliler
yenildi, Zünvâs öldürüldü ve Himyer’deki Yahudi devleti sona ermiş oldu. Bundan
böyle Yemen, Hıristiyan Habeş devletinin bir parçası haline geldi.

17.6.1.5. Yemen’de
Hıristiyan Misyonerler

Müslüman tarihçilerin anlattığı yukarıdaki olay diğer tarihi
kaynaklar tarafından da doğrulanıyor. Ayrıca bu hususta bazı diğer ayrıntılar
elde ediliyor. Hıristiyan Habeşliler ilk önce Milâdi 340’ta Yemen’e hâkim
ol­muşlardı ve bu hâkimiyet 378’e kadar sürdü. Bu sıralarda Hıristiyan
misyo­nerler Yemen’e girmeye başladılar. Yemen’e gelenler arasında dindar, so­fu
ve kerâmet sahibi bir Hıristiyan seyyah Faymiyum da vardı. O Necran’a vardı ve
halkı putperestliği terk edip Allah’a itaat etmeye çağırdı. Onun telkinleri
sayesinde Nccrânlılar Hıristiyan oldular. Necranlıların dini ve siyasî nizamı üç
kişinin elinde idi: Birincisi “Seyyid”, ki kabile reisleri gi­bi nüfuz ve
Selahiyet sahibi olurdu, dış ilişkiler ve anlaşmalar ile askerî işlerle
ilgilenirdi. İkincisi, “Akıb”, ki içişlerinde söz sahibiydi. Üçüncü­sü,
“Piskopos”, ki din işleriyle uğraşırdı. Arabistan’ın güneyinde Nec­ran önemli
bir yer tutardı. Bu, hatırı sayılır bir ticaret ve sanayi merke­ziydi. Dokuma,
deri ve silah gibi sanayi malları imâl edilirdi. Ünlü Ye­men kumaşı burada
yapılırdı. Zünvas sadece dinî sebeplerden değil, Necran’ın jeopolitik durumu ve
ekonomisi yüzünden de buraya saldır­mıştı. Zünvâs, Necran Seyyidi Harisiye’yi
(Süryanî tarihçilere göre Arethas) öldürdü, karısı Rûma’nın önünde iki kızını
öldürdü ve kanlarını ona içirdi ve sonra onu da öldürdü. Piskopos’un (ki adı
Papul olarak verilmiş­tir) kemiklerini mezardan çıkartıp yaktırdı. Ateşle dolu
çukurlarda kadın, erkek, çocuk, yaşlı, rahip ve diğer birçok kişiyi pişirtti.
Toplam 20-40 bin kişinin canına kıydı. Bu olay Ekim 523’de meydana geldi.
Nihayet devletini ortadan kaldırdılar. Bu savaş ve yağma hareketleri, arkeolog
ve tarihçilerin son zamanlarda Hısn-ı Ğurâb’dan çıkardıkları kitabelerde de yer
alıyor.

17.6.1.6. Ashâb-ı
Uhdûd Olayının Görgü Şahitleri

Miladî altıncı yüzyıl’da kaleme alınan çeşitli yazı, mektup ve
kitap­larda Eshab-ı Uhdûd vak’asında ayrıntılı biçimde yer verilmiştir.
Bunlar­dan bazısının yazarları vak’anın görgü tanıkları olup olayı ânında kâğıda
aktarmışlardır. Bazıları ise görgü tanıklarına dayanılarak kaleme alınmışlardır.
Bunlardan üç kitabın yazarları olay sırasında yaşıyorlardı. Meselâ, biri
Procopius’tır, diğeri Cosmos Indicopleustis’tir, ki o sıralarda Necâşî Hükümdar
Elesboan’ın emriyle Batlamyus’un Yunanca kitaplarının tercü­mesini yapıyor ve
Habeşistan’ın kıyı kenti Adolist’te oturuyordu. Üçüncü­sü Johannes Malata’dır,
ki birçok tarihçi onu kaynak olarak kabul etmiş ve ondan istifade etmişlerdir.
Bundan sonra, Efes’li Johannes (M.S. 585’te öl­dü) in “Kilise Tarihi” adlı
kitabında Necranlı Hıristiyanlar (Eshab-ı Uhdûd)’ın katliamı, olayın çağdaşı
olan Piskopos Simeon’un bir mektubuna dayanılarak anlatılmıştır. Bu mektup,
Gabula manastırının reisine yazıl­mıştır ve bunda katliâmın görgü tanıklarının
beyanatı etraflıca verilmiştir. Bu mektup 1881’de Romada ve 1890’da “Hıristiyan
Şehitleri” adı altında neşrolunan bir dizi kitap arasında yer almıştır. Patrik
Dionysius ile Midil-Iili Zekeriya (Zacharia of Mitylene) Süryânice tarih
kitaplarında da bu ola­yı ayrıntılı biçimde anlatmışlardır. Jacob Saroji’nin
kitabında da Necranlı Hıristiyanların başına gelen felâket dile getirilmiştir.
Edessa Piskoposu Pu­lu, Necranlı Hıristiyanlar için bir mersiye yazmıştır ki,
hâlâ kütüphanelerde bulunmaktadır. Himyerlüeri konu eden Süryânice bir kitabın
İngilizce ter­cümesi “Book of Himyarites” adında 1924’de Londra’da
yayımlanmıştır. Bu kitap ta müslüman tarihçilerin “Eshab-ı Uhdûd”, yani Necranlı
Hıristiyanların ateşe atılmalarını ve diğer mezâlime maruz kalmalarını
doğrula­maktadır. Buna ilâveten, Londra’daki Biritish Museum’da o çağa ait olan
Habeş yazma eserlerinde bu olaya aynen değinilmiştir. Philby, “Arabian
Highlands” isimli eserinde, Necran’da “Esbab-ı Uhdûd vak’asının vuku bulduğu
yerin hâlâ halk tarafından iyice bilindiğini yazmıştır. Necran’da Umm-i Hark
yakınlarında kayalarda oyulmuş bazı resimler vardır. Necrânlılar, “Kâbe-i
Necrân”ı, yani olayın meydana geldiği yeri de bil­mektedirler.

17.6.2. Kâbe
Benzeri Bir Bina’nın Yapımı

Habeşli Hıristiyanlar, Necrân’ı ele geçirdikten sonra burada
Mekke’de­ki Kâbe’ye benzer bir bina yaptılar ve bunu asıl Kâbe’nin yerine
geçirmek istediler. Bu Kâbe’nin rahip ve piskoposları “harem” dedikleri bir
sarık gi­yerlerdi. Bizans imparatorluğu da bu Ka’be’ye malî yardımda
bulunuyor­du. Bilindiği gibi, işte bu Necran Kâbesinin rahipleri kendi seyyid,
Âkib ve Piskoposlarının liderliğinde bir heyet şeklinde Hz. Muhammed (a.s.)’in
yanına varmışlardı ve bunun üzerine Âl-i İmrân suresinin 61. âyetinde bahsedilen
meşhur “mübâhale” olayı meydana gelmişti.

17.6.3. Yemen’de
Hıristiyanlığın Üstünlüğü

Daha önceki bölümlerde gördüğümüz gibi, Necran’da Yemen hâkimi
Zünvâs’ın Hıristiyanlara revâ gördüğü zulüm ve katliâm’ın intikamını al­mak
üzere Habeşistan’ın Hıristiyan devleti Yemen’e saldırıp Himyer devle­tini
ortadan kaldırmıştı ve M.S. 525’te bütün Yemen’e hakim olmuştu. Bü­tün bu işler
İstanbul’da merkezi bulunan Bizans imparatorluğu ile Habeş İmparatorluğu
arasındaki işbirliğiyle gerçekleşmişti. Zira, o devirde Ha­beşliler öyle güçlü
ve görkemli bir donanmaya sahip değillerdi. Donan­manın tümünü Bizanslılar
vermişti ve Habeşliler 70 bin askerini Yemen sahillerine çıkarmıştı. İlerde ele
alacağımız bahisleri anlayabilmek için şu­nu belirtmekte fayda vardır ki, bütün
bunlar sadece dinî bir coşku ile ya­pılmamıştı. Aksine bazı siyasî ve iktisadî
etkenler de önemli rol oynamış­tı. Hatta diyebiliriz ki, Yemen’in ele
geçirilmesinin altında bu gerçekler yatmaktaydı ve Hıristiyan dindaşların
intikamı sadece bir bahane ve bir fır­sattı. Bizanslılar, Mısır’a ve Suriye’ye
hâkim olduğundan beri gözlerini Arapların elinde bulunan deniz ticaret yoluna
dikmişti. Bizanslılar, Doğu Afrika, Kuzey Afrika, Hindistan, Endonezya ve
Ortadoğu ile Romalıların ellerinde bulunduğu memleketlere kadar uzanan ticaret
yolunu Araplardan kendi ellerine geçirmek istiyorlardı. Böylece, Arap tüccar ve
aracılarını saf dışı edebilecek ve işin kaynağını hep kendileri yiyeceklerdi. Bu
hedefe varabilmek için imparator Augustus M.Ö. 24-25’te Aelius Gallus’un
ko­mutasında büyük bir orduyu, Arabistan’ın güneyinden Suriye’ye giden ti­caret
yolunu kesmek amacıyla Arabistan’ın batı sahiline-çıkarmıştı. Ne var ki
Arabistan’ın çetin ve elverişsiz hava şartları bu askerî seferin başarısız­lığa
uğramasına sebep oldu. Bundan sonra Bizanslılar donanmalarını Kızıldenize
naklettiler ve buradan Mısır ile Arabistan arasında yapılan deniz ticaretine son
vermiş oldular. Bundan sonra sadece kara yolu ticareti Arapların elinde
kalmıştı. Bu kara ticaret yoluna da son vermek amacıyla Bizanslılar, Habeşli
Hıristiyanlarla işbirliği yaptılar ve karşılıklı yardımlaş­ma ile Yemen’i
fethettiler.

17.6.4. Ebrehe
Nasıl Yemen Valisi Oldu?
                                                                                                                                                                                                              
                                                                                                                                                                                     

Yemen kıyılarına çıkarma yapan ve sonunda bütün bölgeyi ele
geçi­ren Habeş ordusu hakkında Arap tarihçileri farklı açıklamalarda
bulunu­yorlar. Hafız İbn-i Kesîr, bu ordunun iki komutanı olduğunu söylüyor.
Bi­ri Eryât, diğeri Ebrehe, Muhammed İbn İshâk ise ordu kumandanının Eryât
olduğunu, ve Ebrehe’nin orduda yer aldığını yazıyor. Her iki tarihçi, daha sonra
Ebrehe ile Eryât arasında kavga çıktığı ve yapılan düelloda Eryât’ın öldüğü
konusunda birleşiyorlar. Ebrehe’nin onaylattığı belirtili­yor. Bu hususta Yunan
ve Süryanî kaynaklarda farklı ifadeler bulunuyor. Bu kaynakların bildirdiğine
göre, Habeşliler Yemen’e hâkim olduktan sonra direnen Yemen’li kabile reislerini
tek tek temizlemeye başladılar. Ama Assumifi’ Aşû (Esymphaeus) adlı bir kabile
reisi Habeşlilere bağlı olduğunu bildirerek vergi vermeyi kabul etti ve böylece
kendi canını kur­tardı. Bu kabile reisi daha sonra Habeş Kralından Yemen’in
valiliğini aldı. Fakat Habeş ordusu bu adamın valiliğini kabul etmedi ve isyan
etti. Ordu daha sonra Ebrehe’yi vali seçti.

Ebrehe Habeşiştan’ın Udolys limanında bir Yunan tüccarının
köle­si iken Yemen’e saldıran orduya katılarak üst mevkilerine çıkmayı ba­şaran
bir kişi idi. Habeş İmparatorunun Ebrehe’nin isyânını bastırmak ü-zere Yemen’e
gönderdiği kuvvetler ya kendisine katıldılar ya da kendisi tarafından yenilgiye
uğratıldılar. Nihayet, Habeş İmparatorunun ölümün­den sonra tahta geçen halefi,
Ebrehe’nin valiliğini onayladı. Yunanlı ta­rihçiler kendisine Abrames adını
verirken Süryanî tarihçileri kendisini “Abraham” olarak anmaktadır. Ebrehe
herhalde Habeş dilinin bir kelime­sidir, çünkü Arapçada Abraham’ın karşılığı
“İbrahim” olarak zaten bulun­maktadır.

Zamanla, Ebrehe Yemen’in fiilen rakipsiz kralı oluverdi, ancak
sözde Habeş imparatoruna bağlı kaldı. Ebrehe kendisine iftiharla “Kral Naibi”
derdi. Ebrehe’nin ne kadar büyük nüfuz, yetki ve güce sahip olduğu Miladî 544’de
Mağrib Ceddinin inşaasından sonra düzenlediği kutlama tö­renlerinden
anlaşılıyor. Bu tantanalı ve görkemli törenlere Bizans impara­toru, İran
imparatoru, Hayre kralı ve Gassan kralının elçileri katılmışlardı. Bu törenlerle
ilgili ayrıntılar. Ebrehe’nin Ma’rib Şeddine yerleştirdiği kita­belerde
yazılıdır. Bu kitabeler bugün de muhafaza ediliyor ve üzerindeki yazılar Glaser
tarafından kitaplara nakledilmiştir.

17.6.4.1. Araplara
Siyasî, Ticarî ve Dinî Üstünlük Sağlama Çabaları

Ebrehe, Yemen’e tamamıyla hâkim olduktan sonra Bizanslılar ile
Ha­beşlilerin ta başından beri kurdukları hayalleri gerçekleştirmeye çalıştı.
Yani, bir yandan Arabistan’da Hıristiyanlığı yaymaya ve diğer yandan, Doğu ile
Batı arasında, Arapların elinde bulunan kara ticaret yolunu ele geçirmeye
çalıştı. Böyle bir girişime ziyadesiyle ihtiyaç vardı; zira, İran’daki Sasanî
imparatorluğu ile Bizans İmparatorluğu arasındaki iktidar kavgası, Doğu
ülkelerinden Batıya kadar bütün ticaret yollarını engelle­mişti. Ebrehe,
idealine kavuşmak amacıyla Yemen’in Başşehri San’a’da muhteşem bir kilise inşa
ettirdi. Arap tarihçileri buna “El-Kalîs”, “El-Kulîs” veya “El-Kuleyyes”
derlerdi, ki aslında Yunanca “Ekklesia” kökün­den geliyoıdu. Muhammed bin
İshâk’ın rivâyetine göre Ebrehe kilisesinin inşaatını bitirdikten sonra Habeş
kralına yazdığı bir mektupta, bütün Arapları bu kiliseye “Kâbe”‘ diye yüz
çevirmelerini temin etmeden rahat edemeyeceğini belirtti.[10]
Ebrehe bu niyetini Yemen’de herkese ilân etti. İbn Kesir’e göre, Ebrehe,
Arapları kızdırmak için bu ilânı mahsus yapmış­tı. Ebrehe böylece Arap ahalisini
galeyana getirip Kâ’be’ye saldırma ve bunu yok etme bahanesini arıyordu.
Muhammed bin İshâk’ın rivâyetine göre Ebrehe’nin bu sinsî planlan devam ederken
öfkeli bir Arap vatandaşı kiliseye girip orada büyük aptesini yapıverdi. Bu işi
Kureyş kabilesine ait bir kişi yapmıştı. Başka bir tarihçi, Mukâtil bin
Süleyman’ın rivâyetine göre Kureyş kabilesinin bazı gençleri bu kilisede yangın
çıkardılar. Bu iki olaydan hangisi meydana gelmiş olursa olsun, ikisinin de vuku
bulma ih­timali vardı ve bunda şaşılacak bir şey değildi. Zira, Ebrehe’nin ilânı
son derece tahrik ediciydi. Cahiliyye devrinde bu tür kışkırtmalar üzerine bir
Arap vatandaşı, bir Kureyşli veya birkaç Kureyşli gencin Kiliseyi kirlet­meleri
veya kundaklanılan gayet doğal karşılanmalıydı. Fakat, Mekke’ye yürüme
bahanesini aramakta olan Ebrehe’nin bizzat böyle bir kışkırtıcı harekette
bulunmuş olma ihtimali de gözden uzak tutulmamalıdır. Ebrehe böylece hem
Arapların dinî merkezi olan Kâbe’yi yerle bir edebilecekti hem de Kureyş
kabilesine ağır bir darbe indirerek bütün Araplara gözdağı vermiş olacaktı.
Gerçek sebep ve olayların gelişme şekli ne olursa olsun Ebrehe, en büyük
kilisesine yapılan tecavüz üzerine Kâbe’yi yerle bir et­me andını içti.

17.6.4.2. Mekke’ye
Ebrehe’nin Yürümesi

Ebrehe Miladî 570 veya 571’de 60 bin asker ve 13 fil (bir
rivâyete göre 9 fil) ile Mekke’ye doğru yürüdü. Yolda, Yemen’in Arap kabile
reis­lerinden Zünefer Araplardan müteşekkil küçük bir kuvvetle kendisine kar­şı
koymak istedi, ama yenilerek yakalandı. Daha sonra Has’am bölgesinde Nüfeyl bin
Habib Has’amî adında bir Arap reisi, kabilesiyle birlikte Ebre­he’nin yolunu
kesmeye çalıştı. Ama o da yenilerek esir alındı ve daha sonra canını
kurtarabilmek için Ebrehe’nin askerlerine çok sayıda katırlar ver­meyi kabul
etti. Ebrehe ordusuyla beraber Taife varınca Benî Sakîf bu ka­dar büyük bir
kuvvete karşı koyamayacağını anladı ve kendi tanrıları olan Lât ve bağlı
bulunduğu Mâbed’in, Habeşliler tarafından yıkılacağından endişe etti.
Dolayısıyla, Benî Sakîf in kabile reislerinden Mes’ud bir he­yetle Ebrehe’ye
gelerek, “sizin yıkmak istediğiniz ibadet yeri bizim mabedimiz değildir. O
ibadet yeri Mekke’dedir. Onun için, lütfen bizim mabedimize dokunmayın. Biz size
Mekke’nin yolunu gösterecek rehber (kılavuz) ve katırlar vereceğiz” dedi. Ebrehe
bu teklifi cazip buldu ve ka­bul etti. Benî Sakîf, Ebrehe ve ordusuna birçok
katırın yanı sıra Ebû Rigâl adında bir kılavuz da verdi. Mekke’ye üç fersah
uzaklıkta El-Muğammes (veya El-Mugammis) mevkiinde Ebû Riğâl öldü ve bundan
sonra kin ve nefretlerini belirtmek için yıllarca onun mezarını taşladılar.
Ayrıca, Beni Sakif ile de sürekli alay ettiler ve onların kendi putları olan
Lat’ı kurtar­mak için Allah’ın evinin yıktırılması için Habeşliler ile
Hıristiyanlara geçit verdiklerinden yakındılar.

17.6.4.3.
Mekkelilerin Tepkisi

Muhammed bin İshâk’ın rivâyet ettiği gibi, El-Muğammes’ten
kabile­lerine ait çok sayıda hayvanları alıp götürdüler. Götürülen hayvanlar
ara­sında Hz. Muhammed (s.a.)’in dedesi, Abdülmuttalip’in de 200 devesi var­dı.
Ebrehe bundan sonra bir elçisini Mekke’ye göndererek, Mekkelilere şöyle bir
duyuruda bulundu: “Ben sizinle savaşmaya gelmedim. Gayem sadece Kâbe’yi
yıkmaktır. Eğer siz karşı koymazsanız, canınıza ve malını­za dokunulmayacaktır.”
Ebrehe ayrıca, Mekkeliler kendisiyle görüşmek istedikleri takdirde onların en
büyüğüyle masaya oturabileceğini de bildir­di. O sıralarda Mekke’nin en büyük
kabile reisi Abdülmuttalip’ti. Elçi ken­disine Ebrehe’nin mesajını verdi.
Abdülmuttalip kendisine şu cevabı ver­di: “Benim sizinle savaşacak gücüm yoktur.
Bu Allah’ın evidir ve Allah isterse kendi evini kurtaracaktır.” Elçi,
Abdülmuttalip’in kendisiyle bera­ber Ebrehe’ye kadar gelmesini istedi ve o da bu
isteğe uydu. Abdülmutta­lip öylesine yakışıklı ve iri yarı insandı ki, Ebrehe
kendisini görünce çok etkilendi. Tahtından kalkıp yanına gelip yere oturdu ve
kendisinden bir is­teği olup olmadığını sordu. Abdülmuttalip çalınmış olan bütün
develeri­nin serbest bırakılmasını istedi. Bunun üzerine Ebrehe kendisine şöyle
de­di: “Ben sizi görünce çok etkilenmiştim. Fakat siz öyle bir şey söylediniz ki
gözümden düştünüz. Siz sadece kendi develerinizi düşünüyorsunuz. Halbuki, sizin
ve sizin atalarınızın dininin merkezi olan bu ev elden gidiyor ve siz bunun için
bir şey söylemiyorsunuz.” Abdülmuttalip de şöyle bir cevap verdi: “Ben sadece
kendi develerimin sahibiyim ve bu yüzden sadece onlar için size yalvardım. Bu
eve gelince, bunun sahibi Allah’tır ve ancak bunu o koruyacaktır.” Ebrehe, “O
bunu kurtaramayacaktır” dedi, Abdülmuttalip te “bu işi ya siz bilirsiniz ya da
O” dedi ve ordan ayrılmak üzere kalktı. Ebrehe kendisine çalınan develeri geri
verdi.

İbn Abbas’ın rivâyeti bundan farklıdır. Bunda, develerden hiç
söz edilmiyor. Abd bin Humeyd, İbn-ul Münzir, İbn Merdûye Hâkim, Ebû Naîm ve
Beyhakî, İbn Abbas’a dayanarak naklettikleri rivayetlerde özetle şunları
söylüyorlar:

Ebrehe, Essifâh mevkiine varınca (Arafat ile Taif arasındaki
dağların bitiminde Harem’e yakın olan yer), Abdülmuttalip kendisine gitti ve
“sizi buraya getiren nedir?” diye sordu. Ebrehe, “duyduğuma göre bu huzur
evi’dir ve ben bu huzuru bozmaya geldim” diye cevap verdi. Abdülmutta­lip, “Bu
Allah’ın evidir ve bu ev bugüne kadar kimsenin kendisine musal­lat olmasına izin
vermemiştir” dedi. Ebrehe, bu evi yıkmadan Mekke’den ayrılmayacağını söyledi.
Abdülmuttalip şöyle dedi: “Bizden ne isterseniz size veririz, ama buradan gidin,
bu eve dokunmayın”. Fakat Ebrehe bu lâfları dinlemedi ve Abdülmuttalib bırakıp
Ka’be’ye doğru ilerledi.

İki rivâyet arasındaki farklı ifadeye dokunmaz ve birini öbürüne
ter­cih etmeye çalışmazsak da bazı gerçeklerin ortada olduğunu görebiliriz.
Şöyle ki, Mekke ve çevredeki Arap kabileleri Ebrehe’nin komutasındaki büyük bir
orduya karşı koyacak güçte değillerdi ve dolayısıyla savaşarak Ka’be’yi
kurtarmaları söz konusu değildi. Bu sebeple, Kureyşliler de Ka’be’yi kurtarmak
amacıyla gereksiz bir direnişe ihtiyaç duymadılar. Ku­reyşlilerin insan gücü
Habeşlilere karşı çok cüz’î idi. Bilindiği gibi, Ahzâb savaşı sırasında
Kureyşliler ile Yahudi kabileleri bütün güçlerini toplaya­rak müslümanlara karşı
ancak 12 bin kişilik bir kuvvet hazırlayabilmişler­di. O halde, 60 binden fazla
askeri olan bir Ordu’ya nasıl karşı koyabilir­lerdi.

Muhammed bin İshâk’ın verdiği bilgilere göre, Abdülmuttalip,
Ebre­he’nin çadırından geldikten sonra bütün Kureyşli kadın ve çocukların
katliâmdan kurtulabilmeleri için dağa çıkmalarını herkese duyurdu. Daha sonra
Abdülmuttalip ile Kureyş’in bazı diğer ileri gelenleri Kâ’be’ye gidip kapı
tokmağını tutarak Allah’a acz içinde dua ettiler ve O’ndan kendi evini ve
kullarını korumalarını istediler. O sırada Ka’be’de 360 put vardı. Fakat bu
nâzik anda Arap ve Kureyşliler her şeyi unutup sadece Allah’a yalvar­dılar. Bu
ânda yaptıkları dualar tarih sayfalarına geçmiştir. Bunlardan hiç birinde Tek
Allah’dan başka bir tanrı veya tanrıça’dan söz edilmemiştir. İbn Hişâm kendi
eserinde Abdülmuttalib’in o ânda söylediği şu şiirlerine yer vermiştir:

“Ya Rab, kul kendi evini korur, Sen de kendi Evini koru

Dikkat et, yarın onların haç ve tedbirleri senin tedbirlerine
galip gel­mesin.

Eğer sen onları ve kabilemizi kendi hâlimize bırakmak
istiyorsan, öy­le yap.”

Süheylî, “Ravd-ul Enf’ adlı eserinde bu durumla ilgili olarak
bir şiir daha akletmiştir:

“Haç’ın evlâtları ve O’na tapanların karşısında bugün Sen kendi
evlâtlarına yardım et.”

İbn Cerîr, Abdülmuttalib’in, dua ederken okuduğu şu şiirlerini
de yazmıştır:

“Ya Rabbim, Senden başka onlara karşı Ben kimseye ümit bağlamış
değilim Ey Rab, Sen onlardan kendi Harem’ini koru.”

“Bu evin düşmanı Senin düşmanındır. Onları, Senin meskenini
tahrip etmekten alıkoy.”

17.6.4.4. Kâ’be’nin
Korunması İçin İlâhi Mu’cize

Abdülmuttalip ile arkadaşları, Ka’be’nin kapısında dua ettikten
sonra dağa çekildiler ve ertesi gün Ebrehe Mekke’ye girmek üzere yola çıktı.
Fakat Mahmut adlı fili, birden bire yere çöktü. Yürümesi için kamçılandı, gözüne
kazık batırıldı ve birçok yerinden yaralandı, ama bulunduğu yer­den hiç
kımıldamadı. Fil güneye, kuzeye ve doğuya çevrilince koşmaya başlıyor, ama
Mekke’ye doğru çevrilince hemen yere çöküveriyordu ve hiç kımıldamıyordu.
Derken, çok sayıda kuşlar gagalarında ve pençele­rinde küçük taşlar olduğu halde
akın akın Kızıldeniz tarafından gelmeye başladılar ve bu kuşlar daha sonra
Ebrehe’nin ordusuna taşları yağdırma­ya başladılar. Taşlar kime isabet ediyorsa
onun vücudu çürümeye başlı­yordu. Muhammed bin İshâk ile İkrime’nin
rivâyetlerine göre bu su çiçeği hastalığıydı ve Arabistan’da ilk defa ortaya
çıkmıştı. İbn Abbas diyor ki, çakıl taşı kime düşüyorsa o şahıs vücudunu
kaşımaya başlıyordu ve kaşı­dığı yerlerde küçük yaralar beliriyordu ve et
çürümeye başlıyordu. İbn Abbas’ın başka bir rivâyetine göre et ve kan su gibi
akmaya ve kemik­ler görülmeye başlıyordu. Ebrehe’nin durumu da aynıydı. Vücudu
yaralar­la dolmuş ve bazı âzâları bozulmaya başlamıştı. Bu beklenmedik olay
Ebrehe ve ordusunun paniğe kapılmasına sebep oldu ve hepsi Yemen’e doğru kaçmaya
başladılar. Kendilerine kılavuz olarak seçtikleri Nüfeyl bin Habib Has’amî’den
dönüş yolunu sordular ve o tarafa kendilerine rehberlik yapmalarını rica
ettiler. Ama Nüfeyl bu isteği reddetti ve şöyle dedi:

“Artık Allah peşinizde iken kaçamazsınız ve Maymun (Ebrehe)
mağluptur, galip değildir.”

Meydana gelen panik ve telaş içinde geriye çekilme sırasında
birçok kişi ezildi ve öldü. Atâ bin Yesar’ın belirttiği gibi Habeşli
Hıristiyanların hepsi Mekke yakınlarında ölmedi, bazıları yolda öldüler. Ebrehe
de Has’am’a vardıktan sonra öldü.

Ebrehe’nin Ordusu Müzdelife ile Minâ arasında Muhassab vadisi
ya­kınlarında Muhassir mevkiinde imha oldu. Sahih-i Müslim ile Ebû Da­vud’da yer
alan bir hadise göre, Resûlullah (s.a.) Müzdelife’den Mina’ya giderken Muhassir
vadisinde daha hızlı hızlı yol almaya başladı. Bu ha­dis, İmam Ca’fer Sâdık
tarafından, Haccet’ul Vedâ hikayesinin anlatıldığı sırada, İmam Muhammed
el-Bâkir ve Hz. Câbir bin Abdullah’a dayanıla­rak rivâyet olunmuştur. İmam
Nevevî bu hadisin yorumunu yaparken Eshâb-ul fîl (fil sahipleri) vak’asının işte
bu yerde meydana geldiğini be­lirtmiştir. İmam Nevevî bu sebeple, Muhassir’den
geçerken hızın artırıl­masının bir sünnet olduğuna işaret etmiştir. Muvatta’da
İmam Mâlik şöyle bir hadis naklediyor: Resulüllah (a.s.) Müzdelife’nin tümünde
kalınabileceğini, ancak Muhassir vadisinde kalınmaması gerektiğini belirtmiştir.

17.6.4.5. Arap
Edebiyatında Bu Olay İle İlgili Kayıtlar

İbn îshâk, Nüfeyl bin Habîb’in bu olay ile ilgili pek çok
şiirini naklet­miştir. Nüfeyl olayın görgü tanığıydı:

“Ey Rüdeyne keşke sen görseydin ve sen göremeyeceksin,

Bizim Muhassir vadisi yakınlarında gördüklerimizi”

“Ben kuşları görünce Allah’a şükrettim

Ve çakıl taşlarının bana düşmelerinden korkuyordum.”

“Onlardan her biri Nufeyl’i arıyordu,

Sanki ben Habeşlilere borçluydum.”

Bu öyle küçümsenecek veya önemsenmeyecek cinsten bir olay
değil­di, aksine yankıları bütün Arap yarımadasında duyulmuştu. Bu olay çeşitli
hikâyelere, efsanelere, destanlara ve şiirlere konu oldu. Birçok şair,
şiirle­rinde bu olaydan söz etti. Bütün şair ve yazarlar, Eshab-ı Fîl vakasının
Al­lah’ın bir Mu’cizesi olduğunda birleştiler ve hiçbiri bunun, Ka’be’de tapılan
putların bir kerâmeti olduğuna en küçük işaret bile etmedi. Meselâ, Cahi­liyye
dönemi şairlerinden Abdullah İbn-üz Ziba’râ şöyle diyor: “60 bin idiler, kendi
yurtlarına dönemeyenler ve Ne de döndükten sonra onların hastası (Ebrehe)
yaşayabildi” “Burada onlardan önce Âd ve Cürhem vardılar ve, Allah kullarının
üzerindedir ve onu (Kâ’be’yi) korumaktadır.”

Başka bir şair Ebû Kubeys bin Eslet şunları söylüyor: “Kalkın ve
kendi Rabbinize ibadet edin
ve                                                                                                                                                                                                                                                               
                                                                                                                                                     

Mekke ile Mina’nın tepeleri arasında Beytullah’ın köşelerini
öpün.” “Arş sahibinin yardımı size gelince, o Kralın askerleri, Onları öylesine
geri çevirdi ki bazıları toprakta idi ve bazıları taşlaşmıştı.”

17.6.4.6. Eshab-ı Fîl
İle İlgili Bazı Önemli Hadisler

Ebrehe ve ordusunun imha olması Mekkelileri ve diğer Arapları
manevî açıdan da bir hayli etkilerdi. Nitekim, Hz. Ümm-ü Hâni ile Hz. Zübeyr bin
Avvâm’ın, Resûlullah’a atfen dedikleri gibi, Kureyşliler bu vak’a’dan sonra 10
yıl (bazı hadislere göre 7 yıl) Tek Allah’tan başka bir ilâha ibadet etmediler.
Ümm-ü Hanî’nin hadisi İmam Buhârî’nin tarihinde ve Taberânî, Hâkim, İbn Merdûye
ile Beyhakî’nin hadis kitaplarında yer almıştır. Hz. Zübeyr’in rivâyeti ise
Taberânî, İbn Merdûye ve İbn Asâkir’in eserlerinde kaydedilmiştir. Bu hadisler,
Hz. Saîd İbni Müsey­yeb’in, Hatîb Bağdâdî’nin tarihinde yer alan hadisiyle de
doğrulanmış olu­yorlar.

17.6.4.7. Hz.
Peygamber (a.s.)’in Doğuşu

Ebrehe olayının meydana geldiği yıla Araplar “Fil Senesi” ismini
ver­mişlerdir. Hz. Muhammed (a.s.) aynı yıl dünyaya geldi. Muhaddisler ile
tarihçiler, Eshâb-ul Fîl vak’asının muharrem ayında meydana geldiğinde
birleşiyorlar. Hz. Resûl-i Ekrem (a.s.) ise Rebiülevvel ayında doğdu. Ta­rihçi
ve muhaddislerin çoğu, Hz. Peygamber’in, Ebrehe olayından 50 gün sonra doğduğuna
inanıyorlar.                                                              
                                                                                                                                     

17.6.4.8. Kur’ân-ı
Kerim’de Bu Olaya  Kısaca Değinilmesinin Sebebi
                                                       
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                          

Yukarıda ayrıntılı olarak belirtilen tarihi olayı, Fîl
Suresi’yle karşılaş­tıracak olursak burada “Eshâb-ul Fîl”e Allah’ın azabının
inişinden niçin bu kadar az bahsedildiğinin hikmetini anlamış olacağız. Aslında
bu kadar es­ki bir olay değildi. Yakın geçmişte cereyan eden hadiseler Mekke’de
her­kesin dilinde idi. Arabistan’ın diğer bölgelerinde de halk az çok bu olayı
biliyordu. Herkes, Kâ’be’nin herhangi bir put veya ilâh tarafından değil Tek
Allah tarafından kurtarıldığını iyi biliyordu. Kureyşli kabile reisleri,
Ebrehe’nin orduları Mekke’nin kapısına dayanmışken sadece ve sadece Allah’a dua
etmiş ona yalvarmışlardı. Ve bu olay Kureyşlileri öylesine et­kiledi ki bir süre
Tek Allah’tan başka kimseye ibadet etmediler. Bundan dolayıdır ki Fil Sûresinde
herkesçe bilinen bir olay uzun uzun anlatılmadı ve sadece bunun hatırlatılması
kâfi görüldü. Böylece Kureyşliler ve diğer Araplar meseleyi ciddî ciddî
düşünmeye davet ediyorlardı. Onların, Hz. Pegyamber’in ne gibi bir mesajla
geldiğini hatırlamaları isteniyordu. On­ların, bütün sahte ilâhlarını terk edip
tek Allah’a ibadet ve itaat etmeleri is­teniyordu. Onlara Eshâb-ul Fil’in
korkunç sonucu da hatırlatılıyordu. Ya­ni, doğru yolu kabul etmeyip Allah’a
karşı gelmeleri halinde “Fîl sahiple­ri” gibi yok olacakları önemle
belirtiliyordu.

17.7. HZ. MUHAMMED’İN
PEYGAMBERLİĞİNDEN SONRA HIRİSTİYANLIK

Semavî kitaplara sahip olmaları açısından, gerek Yahudilerin
gerekse de Hıristiyanların, müslümanlara daha yakın olmaları gerekiyordu. Zira,
onların gerçek dinî de aslında İslâmdı. Özellikle, Hıristiyanların,
müslü­manlara daha çok yakın olmaları lâzımdı. Bunun iki sebebi vardı:
Birinci­si, Hz. Muhammed (a.s.), Hz. Îsa (a.s.)’nın tamamlanmamış olan görevini
tamamlamaya gelmişti. İkincisi, Hıristiyanların kutsal kitaplarında ve dini
eserlerinde Yahudilere oranla, çok daha büyük sayıda, Hz. Muhammed (a.s.)’in bir
peygamber olarak dünyaya geleceğine bir müjde ve kehânetler yer alıyor. Nitekim
Hıristiyanların pek çoğu Hz. Peygamber (a.s.)’i merakla bekliyorlardı. Bunlar
arasında ileri gelen bir kişi de Varaka bin Nevfel idi. Ayrıca, Hz. Peygamber’in
zamanında birbirine daha çok yaklaşmaları ge­rekiyordu. Ne var ki, Hıristiyanlar
ile Yahudilerin katı ve fanatik durumu, müslümanlar ile aralarındaki açıyı
gittikçe büyüttü. Müslümanların bütün iyi niyet ve uzlaşma çabalarına rağmen
aradaki uçurum giderek büyüdü ve düşmanlık denizine dönüştü. Bu düşmanlık, haçlı
seferleri şeklinde ortaya çıktı. Orta çağlardaki ülkelerin İslam dünyasına karşı
çirkin tertip hazırla­malarına yol açmıştır.

17.7.1. Varaka
bin Nevfel’in Hz. Muhammed’in Peygamberliğini Tasdik Etmesi
[11]

Hira mağarasında, Hz. Muhammed (a.s.) ilk defa bir melek ile
karşı karşıya geldikten sonra titreyerek ve sarsılmış bir şekilde eve geldi. Hz.
Hatice kendisini amcazadesi, Varaka bin Nevfel’e götürdü. Nevfel, Cahi­liyye
döneminde Hıristiyanlığı kabul etmiş ve yanında Arapça ve İbranice İnciller
bulunduruyordu. Hem yaşlı, hem âmâ idi. Hz. Hatice kendisine şöyle hitap etti:
“Ağabeyciğim, yeğeninizin başına gelenleri bir dinleyin”. Varaka, Hz. Muhammed’e
dönerek, “evlâdım, başından geçenleri anlat” dedi. Hz. Muhammed gördüklerini ve
duyduklarını kendisine anlattı. Bu­nun üzerine Varaka şöyle dedi: “Vallahi, bu
melek, Allah’ın Musa’ya gön­derdiği melektir. Keşke ben senin peygamberliğin
zamanında genç ve güçlü olsaydım. Keşke, ümmetinin seni buradan sınır dışı
edeceği zamana kadar yaşayabilsem.” Rasûlullah (a.s.) sordu, “Acaba bunlar beni
buradan çıkaracaklar mıdır?” Varaka “evet” dedi ve devam etti: “Senin getirdiğin
gibi bir şey ne zaman getirilmişse, sert bir tepki ile karşılaşmış ve getiren
kişiye düşmanlık yapılmıştır. Eğer senin zamanında olsaydım, seni kuv­vetle
desteklerdim.” Fakat aradan uzun bir zaman geçmeden Varaka vefat etti… Varaka
bin Nevfel, Hz. Muhammed (a.s.)’in çocukluğunu görmüş bir kişiydi. Yaklaşık 15
yıllık akraba ilişkileri yüzünden de kendisine daha iyi tanıma fırsatını
bulmuştu. Ehli kitaptandı, bilgiliydi, kültürlüydü ve tecrübeli idi. Bütün
bunlarla birlikte, Hz. Muhammed (a.s.)’in Hira mağa­rasında geçirdiği olayı
duyar duymaz onun bir peygamber olduğuna kana­at getirdi ve hiçbir şüpheye veya
tereddüde düşmedi Hz. Peygamber (a.s.)’e gelen meleğin daha önce Hz. Musa’ya
geldiği sonucuna vardı. De­mek ki Hz. Muhammed (a.s.)’in kişiliği ve karakteri
ve dış görünümü öy­lesine etkileyici ve debdebeliydi ki, Varaka bin Nevfel gibi
yaşlı ve tecrü­beli bir şahsiyet te kendisinin peygamberlik payesine yükselmesi
üzerine hayretini belirtmedi.

17.7.2.
Müslümanların Hıristiyan Bir Ülkeye Hicretleri

Mekke’de müslümanların hayatı çekilmez hale geldikten sonra, Fîl
vakasının geçmesinden 45 yıl sonra ve Hz. Muhammed’in nübüvvetinin 5. yılında
müslümanların başka bir yere hicret etmeleri kararlaştırıldı. Nite­kim, Hz.
Peygamber (a.s.), mü’minleri toplayarak kendilerine şöyle dedi: “Zannediyorum,
sizin Habeşistan’a gitmeniz iyi olacaktır. Orada bir Hü­kümdar vardır, o
Hükümdar’ın saltanatında kimseye zulüm yapılmıyor ve orası iyilik beldesidir.
Cenab-ı Allah başınıza gelen afeti def edinceye ka­dar siz orada kalın.”[12]

Hz. Peygamber (a.s.)’in bu buyruğu üzerine 11 erkek ve 4
kadından müteşekkil müslümanların ilk kafilesi Habeşistan’a hareket etti.
Kureyşli müşrikler kıyıya kadar kafileyi takip ettiler. Fakat şans eseri,
müslümanlar Şuaybiye limanında bir tekne buldular ve son anda yakalanmaktan
kurtul­dular. Birkaç ay içinde daha birçok kişi Habeşistan yolunu tuttu, ve kısa
bir zamanda 83 Kureyşli erkek-kadın ve 7 Kureyşli olmayan kişiden mü­teşekkil
bir müslüman grubu Habeşistan’a varmış oldu. Böylece Hz. Mu­hammed (a.s.)’e iman
eden ilk Müslümanlardan sadece 40’ı Mekke’de kal­mış oldu.

17.7.2.1.
Habeşistan’ın Hıristiyan Kralının Takdire Lâyık Tutumu

İlerde Habeşistan’a hicret olayı daha ayrıntılı biçimde ele
alınacağın­dan burada sadece, Habeşistan kralının olumlu ve övgüye değer
tutumuna işaret etmekle yetineceğiz. Müslümanları takip eden Mekkeli müşrikler,
peşlerinde Habeşistan’a kadar gelmişlerdi. Habeş kralı Necâşî, müslüman­ların
heyetini kabul ettiği sırada Mekkeliler de orada hazır bulunuyorlardı ve bunlar
ilk önce söz alarak, Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberliği ile, getirdiği ilâhi
mesaja itiraz ettiler. Bunun üzerine Hıristiyan Kral Necâşî, müslümanların
heyetine başkanlık eden Hz. Ca’fer’den, Hz. Peygamber (a.s.)’e nâzil olan
kelam’dan bazı örnekler vermesini istedi.

Hz. Ca’fer, Meryem sûresinin, Hz. Yahya (a.s.) ve Hz. Îsa (a.s.)
ile il­gili ilk bölümünü okudu. Necâşî bunları dinliyor ve gözlerinden pınar
gibi yaşlar akıyordu. O kadar ki sakalı yaşlarla ıslandı. Hz. Ca’fer Kur’an-ı
Kerîm’in âyetlerini okumayı bitirince, Necâşî şu sözleri söylemekten ken­dini
alamadı: “Elbette bu kelâm ve Hz. Îsa’nın getirdikleri, ikisi de aynı yerden
kaynaklanıyorlar.”[13]

Mekkeli müşrikler tarafından gelen heyet, Habeş kralının
sarayında bazı mümtaz kişileri, rüşvet vererek kendilerine çekmişlerdi. Bu
sebeple heyet ertesi gün tekrar Kral’ın önüne çıkarıldı. Orada Amr bin-el As
şöyle bir mesele ortaya attı:

“Şu adamlara sorar mısınız? Meryem oğlu Îsa hakkındaki inançları
nedir diye?”

Bunun üzerine Necâşî müslüman muhacirleri tekrar yanına çağırıp
meselenin vuzuha kavuşmasını istedi. Onlara Amr bin As’ın sorusunu ilet­ti.
Bunun üzerine Hz. Ca’fer bin Tâlib yerinden fırlayarak, Hz. Îsa’nın Al­lah’ın
kulu ve peygamberi olduğunu ve Hz. Meryem’in namuslu ve şerefli bir peygamber
anası olduğunu söyledi. Necâşî bunu duyar duymaz yerden bir çöp kaldırarak dedi
ki, “vallahi billahi, sizin söylediklerinizden, Hz. Îsa bu çöp kadar fazla
değildi.”

17.7.2.2.
Habeşistan’a Karşı Müslümanların Dostça Tavrı

Ebû Davûd ve Müsned-i İmam Ahmed’de Hz. Peygamber efendimi­zin
bir hadisi vardır. Buna göre, Hz. Peygamber, Habeşlilerin kendilerine dost
olduğunu ilân etmişti. Başka bir hadis’te ise Hz. Peygamber’in şöyle dediği
kaydedilmiştir: “Habeşliler sizlere (müslümanlara) serbestlik tanı­dıkları
sürece siz de onlara serbestlik tanıyın.”

Muhtemelen bundan dolayıdır ki, Peygamber (a.s.)’den sonra dört
ha­life devrinde Habeşistan’a doğru herhangi bir askerî harekât düzenlenme­di.
Bu olayın ve politikanın, herhalde geçmişte müslümanlara sıkıntılı günlerinde
Habeşlilerin yardım elini uzatmalarından kaynaklandığı söyle­nebilir. Böylece
müslümanların nankör ve hain bir millet olmadığı kanıt­lamak isteniyordu. Bu
dostane tutumun başka bir sebebinin de olduğu söylenebilir. Hz. Muhammed Mustafa
(a.s.) Habeşistan’ın coğrafî durumu ve geçmiş tarihi göz önünde bulundurarak,
İslâmiyet’in merkezi olan Hicaz’ın güvenliği için Habeşistan ile iyi ilişkilerin
sürdürülmesinin daha akıllıca bir politika olabileceğini de düşünmüş olabilir.
Hz. Peygamber (a.s.)’in, Habeşistan’da İslâmiyet’in barışçı yollarla tebliğ
edilmesi ve zora başvurulmaması konusundaki tembihinin hikmeti bu olsa gerek.

17.7.3. Mısır
Patriğinin Tutumu

Hudeybiye Anlaşması yapıldıktan sonra, Hz. Peygamber efendimiz
(a.s.) çeşitli memleketlerin hükümdar, hâkim ve ileri gelenlerini İslâmi­yet’e
davet eden mektuplar göndermişti[14].
Bu mektuplardan biri Mısır’ın İskenderiye şehrinin patriğine de gönderilmişti.
Hz. Muhammed (a.s.)’in özel elçisi, Hz. Hatip bin Ebî Belta’a, mektupla beraber
Patriğin önüne çı­kınca, kendisi İslâmiyet! kabul etmemesine rağmen elçiye iyi
davrandı ve Hz. Peygamber’e (a.s.) cevabî mektupta şöyle yazdı: “Bir peygamberin
dâha geleceğini biliyorum. Fakat kanımca bu peygamber Suriye’de doğa­caktır.
Yine de elçinize iyi davrandım ve iki Kıptî kızı size gönderiyo­rum.” (İbn
Saad). Bu kızlardan biri Sîrîn ve ikincisi Maria Kıptî idi. Mı­sır’dan
Arabistan’a dönerken yolda Hz. Hatıp, bu iki kızı İslâmiyet’e davet etti ve
ikisi de bu dini kabul ettiler. Kızlar, Hz. Peygamber (a.s.)’in huzu­runa
çıkınca Sîrîn’i Hz. Hassân bin Sabit’e emanet etti ve Hz. Maria’yı kendi
haremine aldı. Zilhicce 8 h.’de işte bu Hatun’un batınından Hz. Pey­gamber’in
oğlu Hz. İbrahim doğdu. (El Esîy’ab El-Esâbe).

17.7.4. Hz.
Peygamber ve Necran’daki Hıristiyanlar

Hicrî 9 yılında Necran’daki Hıristiyan cumhuriyetinden bir heyet
Resûl-i Ekrem’in huzuruna geldi. Necran, Hicâz ile Yemen arasında bir yerdir. O
sıralarda bu bölgede 73 yerleşim merkezi vardı. Nüfusun tümü hemen hemen
Hıristiyandı ve üç reis veya lider tarafından idare ediliyordu. Birincisi
Seyyid, ikincisi Âkib ve üçüncüsü Piskopos. Hz. Nebi’yi Kerim Mekke’yi
fethettikten sonra bütün Arabistan’ın her köşesinden kendisine sadakatlarını
bildirmek üzere heyetler gelmeye başladı. Necran’ın üç yö­neticisi
başkanlığındaki 40 kişilik heyeti de işte bu heyetlerden biriydi.

Burada şu husus ta unutulmamalıdır ki, Bizans ile İran
arasındaki çekişmede müslümanların sempatisi her zaman Hıristiyanlardan yana
idi. Fa­kat diğer taraftan, Tebûk savaşında müslümanlar ile Hıristiyanlar ilk
defa karşı karşıya geldiler. Bizanslılar ile İranlılar arasındaki çekişme ile
ilgili ayrıntıları daha önceki bölümde verdik. Tebûk savaşının ayrıntılarını ise
yeri gelince vereceğiz.



 




[1]
Bk: Matta.
Bölüm 9 âyet 9: “Hz. İsa oradan ayrılarak hudutta Gümrük memuru olarak Matta
adında bir kişiyi tâyin etti.” Bu kitabın yazarı Matta olsaydı, herhalde
böyle bir ifade kullan­mayacaktı.



[2]
Bazı
kimselerin rivâyetlerine göre Luka, Hz. Îsa çarmıha gerilirken seyirciler
arasında bulunuyordu. Ama, bunun herhangi bir tarihi ispatı yoktur.



[3]
Bu
bilgilerin çoğu şu eserlerden alınmıştır: (2) Dumellow, “Commentary on the
Holy Bible”, (2). Y.K. Cheyne, “Encyclopadia Biblica”. (3) Milman, “History
of Christianity”.



[4]
Mevlâna
Rahmetullah Kiranvî’nin kitabı, “Ezhâr’-ul Hak’ta muteber ve güvenilir
İncillerin metinlerinde 124 tezât ve 110 hatâ sıralanmıştır. Ayrıca,
İnciller ve ilgili yazma eserler ile mek­tupların pek çoğunun sahte ve
şüpheli olduğu, önde gelen sayısız hıristiyan tarihçi, din bilgini ve
kuruluşları tarafından kabul edilmiştir (Tafsilât için Bk: “İncil’den
Kur’ân’a Kadar”, Urduca tercü­mesi, C. I, Bölüm: 4, Mütercim: Mevlâna Ekber
Ali, Açıklama: Muhammed Taki Osmanî).



[5]
  “Kendi
haçını kaldırma” deyimi burada “kelleyi koltuğa alma” anlamında
kullanılmıştır. Yani Hak yolunda olan herkes ölmeye hazır olmalıdır.



[6]
Bu deyim
aslında “kendini ve kendi menfaatim” düşünmeyen olarak kabul edilmelidir.
Yani bencil veya egoistin tam tersi olan bir kişi.



[7]
Hz. İsa’nın
yaşadığı dönemde Filistin’de bir yahudi devleti vardı, bunun başında Herod
hanedanının hükümdarları bulunuyordu. Bu devlet, Romalılara tabi olup
içişlerinde özerkti. Fakat burada kullanılan “Herodlular” kelimesi daha çok
casus ve muhabirler anlamındadır.



[8]
Bk: İbn
Haldun, Urdu Tercümesi, C. I, Mütercim: Hekim Ahmed Hasan Allahabadî.



[9]
Bülûğ-ul
Edeb, Urduca Tercüme, Mütercim: Pir Muhammed Hasan, C. III, s. 152.



[10]

Hristiyanlar Yemen’e hâkim olduklarından beri Mekke’deki Kâbe’ye paralel
olarak başka bir Kâbe inşa etmeye devamlı çalışmışlardı. Amaçları, Kâbe’nin
merkezi durumuna son vermekti. Nitekim, Necran’da daha önce bahsettiğimiz
bir Kâbe inşa edilmiştir.



[11]
Varaka bin
Nevfel’den önce, bazı tarihi kayıtlara göre, Rahip Bahira da, Hz. Muhammed
(s.a.)’in Suriye gezisi sırasında kişiliğinde, peygamberliğin bazı
belirlilerini görmüştü. Bu hususta İbn Haldun şunları yazmaktadır:

“Hz. Muhammed 12 yaşını bitirip 13’üne geçerek Ebû
Tâlip ile birlikte Suriye’ye bir tica­ret gezisi yaptı. Rahip Bahira Hz.
Muhammed (a.s.)’in kişiliğinde peygamberliğin bazı işaretlerini görerek
adamlarını yanına çağırdı ve onun peygamberliği hakkında onlara bilgi verdi.
Bu hadise siyerlerde de nakledilmiştir. Daha sonra ikinci defa Hz. Muhammed,
Hz. Hatice’nin ticarî mallarını alarak onu uşağı olan Meysere ile Suriye’ye
bir yolculuk yaptı. Yolculuk sırasında Rahip Nesturi •onu gözledi ve onda
peygamberliğin belirtilerini gördüğünü Meysere’ye anlattı. Meysere Mekke’ye
dönünce duyduklarını Hz. Hatice’ye anlattı. Hz. Hatice bunları duyunca, Hz.
Muhammed (a.s.) ile evlenmeyi arzu etliğini söyledi.” (İbn Haldun, Tarih,
Urduca tercümesi, Allame Hakim Ahmed Hasan Osmani, s. 35).

Yukarıdaki rivâyetin tarihi mahiyeti henüz kesinlik
kazanmamıştır. Nitekim Urduca “Rahmet-ul-lil Âlemin”in yazarı bunu hiç
dikkate değer saymamıştır. Ayrıca Tirmizî’de bu rivâyetin anlatıldığı
hadisle bazı diğer yanlış şeylere yer verilmiş ve bunları Allâme İbn Kayyım
ağır bir dille eleştirmiştir. Gerçek ne olursa olsun, şurası unutulmamalıdır
ki, Hz. Muhammed’in dış görünüşü, yüz yapısı ve kişiliği hakkında
Hıristiyanların dini kitaplarında yer alan bilgilere da­yanarak bazı rahip
ve din adamlarının, onun müjdelenen ve vaadedilen peygamber olduğuna kana­at
gelirmiş olabilirler. Eğer hristiyanlar iki rahibin, Hz. Muhammed’de
peygamberliğin bazı belirti­lerini gördüklerine inanıyorlarsa o zaman böyle
bir kişiye herhangi bir şeyin öğretilmesine de de­ğer bulunmadığını kabul
etmelidirler.



[12]
Gördüğünüz
gibi, Hz. Peygamber Habeşistan devleti için çok iyi kelime ve ifadeler
kul­lanmıştır. Müslümanların, Habeşistan’da huzur ve adalet olduğunu
düşünerek oraya ilk kez hicret etmeleri de iyi niyetlerinin bir
belirtisidir. Ne var ki bu iyi niyet ve iyi münasebetler daha sonraki
yıllarda görülmedi.



[13]
Görüldüğü
gibi, Mekkeli müslümanların heyetini kabul eden Habeş Kralı Necâşî
müslü­manların dinî inancını ve görüşlerini onaylamıştı. Ayrıca Hz.
Peygamber (a.s.)’in Allah’ın resulü olduğunu da tasdik etmişti. Daha sonra
Hz. Muhammed (a.s.) dünyanın çeşitli hükümdar ve hâ­kimlerine mektup
gönderip İslâmiyet’e davet etmişti. Bu mübarek mektuplardan biri o zaman
Ha­beş Kralı Ashame bin Ebzec’e de gitmişti. Bu kral Hz. Peygamber’in
davetini kabul ederek derhal cevap yazmıştı. (Tafsilât için Bk: Rahmet-ul
lil Âlemin, Kadi, Salman Mensutpûrî, C. I, s. 209-212)



[14]
“Rahmet-ul
lil Âlemin” C. I, (s. 206-224)’de belirtildiği gibi, 1 Muharrem Hicri 7
yılında Hz. Peygamber (a.s.)’in özel elçileriyle çeşitli ülkelere gönderdiği
mektupların çoğunun muhatapla­rı hristiyan hükümdar ve hakimlerdi. Bu
hükümdarların çoğu bu mektuplara müsbet cevap verdiler ve genellikle sert
bir tepki göstermediler. Daha önce işaret ettiğimiz gibi, Habeş Kralı Ashame
bin Ebcez İslamiyeti kabul etti. Bahreyn Hâkimi Münzir bin Sava müslüman
oldu. ve tebaasından da birçok kişi Hak dinini kabul ettiler. Umman
hakimleri Celidî oğulları da hiç düşünmeden İslâm’ı kabul ettiler. Şam
valisi Münzir bin Hâris bin Ebu Şimr, Hz. Muhammed’in mektubunu aldıktan
sonra önce hayli bozuldu. Ama sonra elçisini saygıyla geri gönderdi. Yemame
valisi Havza bin Ali İslâm devletinden yüzde 50 pay istedi, ama birkaç gün
sonra öbür dünyayı boyladı. Kudüs’e Heraclius hâkimdi. Heraclius, Hz.
Peygamber (a.s.)’in mektubu geldikten sonra yardımcılarını top­ladı ve Hz.
Peygamber hakkında bilgiler toplamaya çalıştı. Mekkeli reislerden Ebu Süfyân
ticari yolculuk sırasında Filistin’e gittiğinde, Heraclius’ın huzuruna
çağırıldı. Bizanslılara tabi olan Kudüs hâkimi Heraclius, Ebu Sufyân’dan Hz.
Peygamber hakkında çeşitli bilgiler aldı ve sonra şunları söyledi:
“Vaadedilen peygamber’in alâmetleri bunlardır. Ben bu peygamber’in ortaya
çıkacağını bekliyordum, ama bunun Arabistan’da doğacağını tahmin etmiyordum.
Ebu Süfyân, eğer dediklerin doğruysa, o bir gün bugün benim oturduğum
yerlere (Suriye ve Kudüs) hakim olacaktır. Keşke ben onun huzuruna
çıkabilseydim ve o peygamber’in ayaklarını yıkayabilseydim.” (Rahmetül lil
Âlemin, C. I.)

 Bizans imparatoru tarafından Suriye valisi olan Ferve
bin Amr Hüzâ’i de müslümanlığı seçen Hıristiyanlardandı. Ferve bu sebeple
daha sonra İmparator tarafından idam edildi.

İlgili Makaleler