Hadis Usulü

RİVAYET Hadis Usulü Online Oku

RİVAYET

 

Nakletme, anlatma; hadis anlatma, nakletmek ve
kendisine nisbet olunana isnad etme anlamında bir usûlü hadis terimi. Rivâyet,
sadece sünnetin nakline münhasır değildir. Sünnet dışındaki haberleri, Sahâbe,
Tâbiîm ve diğer tabakalardan insanların sözlerini, bunları haber verenlere isnad
etmek de rivâyetin kapsamı içerisindedir. Rivâyetle ilgili bu tariften,
rivâyetin üç temel unsurunun bulunduğu anlaşılmaktadır. Bunlardan birincisi,
rivâyete konu olan Sünnet veya benzeri olan haber; ikincisi bir haberi kendisine
nakledene isnad ile rivâyet eden şahıs (râvi); üçüncüsü de haberi kendisine
nakledene isnad ile rivâyet edenden alan şahıs. Rivâyetin her şeyden önce önemli
bir gayesi vardır. O da, Hz. Peygamber (s.a.s)’in söz ve fiillerinden ibaret
olan sünnetini, yahut daha umûmi manasıyla hadisini asırlar sonra gelecek olan
nesillere duyurmaktır. Hz. Peygamber’e ait bilgi ve malumatın duyurulması,
neşredilmesi için en emin yol rivâyetin bu üçlü sistemidir. Nitekim Rasul-i
Ekrem (s.a.s)’den haberi alan Sahâbî, bunu O’na isnad ile Tabiî’ye rivâyet
ettiği gibi; aynı haberi sahâbîden alan tabiî de, onu, kendisine rivâyet eden
sahâbî’ye isnâd ile Tabiu’t-tabiî’ye rivâyet etmiş; böylece haberin Hz.
Peygamber’den asırlarca sonra yaşamış olan kimseye ulaştırılması mümkün
olmuştur.[1]

Ashab-ı kirâm, Tâbiün ve bu iki nesli takib eden
nesiller, rivâyette çok dikkatli olmaya, metnin kesin şekliyle tespitine ve iyi
bir araştırmaya büyük önem vermişlerdir. Çünkü rivâyet olunan haber veya hadîs,
güvenilir bir nakil yolu ile gelmişse, itibar edilir; böyle bir yolla
naklonulmamışsa o rivâyetin bir değeri olmaz. Rivâyetin sıhhati, bu üçlü unsurun
sıhhatine bağlıdır. Üçlü unsurun sıhhati ise, rivâyet edilen haberde herhangi
bir değişiklik yapılmaması ve rivâyet eden şahsın da haberi, kaynağının
isnadının sahih olması ile gerçekleşir.

Diğer kültürlerden farklı olarak, İslâm
kültürüne ve İslâm hadîsine hâs olan bu rivâyet usulünün kaideleri Kur’ân-ı
Kerimde açıklanmıştır. Kur’ân-ı Kerimde anlatılan rivâyet usül ve kâideleri
şöyledir:


l.

Yalanın kesin olarak haram kılınması

Bu esas, ilmî emanete, ilmî güvenilirliğe
riayeti farz kılıyor. Buna, ilmî konularda hıyânetin haram ve çirkin oluşu
prensibi demek mümkündür. Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde yalan konuşmak,
yalanı malzeme yapmak şiddetle yasaklanmıştır. Yalanın haram oluşu son derece
belîğ bir uslubla açıklanmış; hatta yalan, müslüman olmayanların vasfı olarak
gösterilmiştir. Müslüman asla yalan söylemez, yalancı olmaz, yalan rivâyete önem
vermez. Zira “Yalanı ancak Allah’ın âyetlerine iman etmeyenler uydururlar”
(en-Nahl: 16/105). Bir başka ayette şöyle açıklanıyor: “De ki Rabbim sadec’e,
açık ve gizli fenâlıkları, günahları, haksız yere tecâvüzü, hakkında hiç bir
delil indirmediği şeyi Allah’a ortak koşmanızı, Allah’a karşı bilmediğiniz
şeyleri söylemenizi haram kılınıştır”
(el-A’râf: 7/33). Yalanın haram
kılındığını gösteren daha pek çok âyet bulunmaktadır. Rasûl-i Ekrem (s.a.s) bir
hadislerinde şöyle buyurmaktadır: “Her kim bana kasıtlı olarak yalan
uydurursa Cehennem’deki yerine hazırlansın”.


2.

Fasık olanın getirdiği haberi reddetmek

Bu esas, şu ayet-i kerîme’de bildirilmiştir: “Ey
iman edenler, size eğer bir fâsık bir haber getirirse onu araştırınız”
(el-Hucurat:
49/6). Bu âyete göre fâsık birisinin getirdiği haberin iç yüzünün araştırılması
ve kabul edilmemesi gerekmektedir. Bir başka kaynaktan bu fâsığın verdiği haber
doğru çıkarsa o takdirde güven ve itimad bu ikinci yoldan gelen habere göre
olmalıdır. Çünkü fâsık, Allah’a itaat etmekten çıkmıştır ve isyan halindedir.
Fâsık yalancıdır.


3.

Ravinin haberini kabul etmek için adâleti şart koşmak

Bu esas da ihtilafsız, İslâm’ın koyduğu bir
kâidedir. Ayetlerde şöyle buyurulmaktadır:


“İçinizden iki âdil şâhit getirin, şahitliği
Allah için yapın”
(et-Talak: 65/2);


“Adamlarınızdan iki şâhit tutun, eğer iki erkek
bulunmazsa, şâhidlerden râzı olduğunuz bir erkek iki kadın olabilir”

(el-Bakara: 2/282)

Bu âyetler her ne kadar görünen, yani dış
(zâhir) anlamlarıyla mallar konusunda şehâdet meselesiyle ilgili olsa da;
evleviyet tarikiyle bunu hadisin râvisi hakkında da şart koşmaktadır. Çünkü ravi
yaptığı rivâyetlerde Allah’a ve Allah’ın Rasûlüne karşı şehâdette bulunmaktadır.
İmam Tirmizı bu hususta şöyle demiştir: “Çünkü dinde şehâdet haklar ve mallarda
aranan şehâdetten daha fazla üzerinde durulması ve araştırılması gereken bir
konudur.”[2]


4.

Her meselede tesebbüt etmek, araştırmak

Rivâyet konusundaki bu mühim esas da şu ayetle
bildirilmiştir: “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme! Doğrusu kulak, göz ve
kalp, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur.”
(el-İsra: 17/36). Bu ayet, bir
müslümanın, sahih olup olmadığını kesin bilmediği hususların ardına düşmemesini
emrediyor. Bu esas prensip, nakle dayalı ilmin sahih olmasından emin olmayı
gerektiriyor. Zira nakle dayalı ilimlerde sahih olup olmadığı araştırıldıktan
sonra ancak kabul söz konusu olabilir. Nakledilen bu bilgi, nassın aslına uygun
mudur; değil midir? Bunun iyice bilinmesi gerekmektedir.


5.

Yalan haberi nakletmenin haramlığı

Bu esas, bize, rivâyet konusunda gerekli olan
ihtiyât ölçüsünü göstermektedir. “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme” (el-İsra:
17/36) mealindeki âyet bunu göstermektedir. Sahabeden bir çoğu tarafından
rivâyet edilmiş olan şu meşhur hadis de aynı esası bildiriyor: “Kim yalan
olduğu zannedilen bir sözü benden (olmak üzere) rivâyet ederse kendisi de
yalancılardan biridir.”[3]

Bu âyet ve hadisler rivâyet sorumluluğunu önemle
vurguluyor. Bu konuda gerekli olan ikazları yapıyor. Herhangi bir hadisi duyan
kişinin önce bir durup düşünmesi; hadisin sahih olduğu anlaşıldıktan sonra da
rivâyet etmesi ve bu rivâyet işinde ihtiyatlı davranmayı elden bırakmaması
gerekmektedir. Genel olarak bu esas, uydurma/düzmece bir haber olduğundan
korkulan her hadis ve haberi nakletmeyi haram kılıyor.

Ayet-i kerimeler ve hadis-i şerifler tarafından
esasları ve ölçüsü tesbit edilmiş olan rivâyet meselesi, zarurî bir şeydir.
Çünkü ne ilimlerden herhangi bir ilimde, ne de dünyevî işlerden birinde rivâyet
ve nakilden müstağni kalınabilir. Çünkü her insan için bütün hâdiselerin vukuu
esnasında olay yerinde bulunabilme imkân dahilinde değildir. O zaman, olaylardan
uzak olanların bu olaylarla ilgili bilgileri temin etmeleri ancak sözlü veya
yazılı rivâyet yolu ile mümkün olabilir. Aynı şekilde, bu olaylardan sonra
dünyaya gelenler de ancak bunları kendilerinden öncekiler tarafından rivâyet
edilmesi yoluyla bilebilirler. Misal olarak zikretmek gerekirse; geçmiş ve
yaşamakta olan milletlerin tarihi, mezhepler, dinler, felsefecilerin görüşleri,
bilginlerin tecrübeleri ve ulaşmış oldukları sonuçlar, hepsi bize nakil ve
rivâyet yoluyla ulaşmıştır. Bu nedenle Hz. Peygamber (s.a.s)’in hadislerini ve
haberlerini öğrenebilmek için de rivâyetten başka bir yol bulunmamaktadır. Ancak
bu rivâyet işinin sağlam ve sıhhatli olabilmesi gereklidir.

Hz. Peygamber, hadislerinin sahabîler tarafından
ezberlenip, zihinlerde korunmasına emir ve işâret buyurmuş ve “Ben size bir
hadis söylediğim zaman onu ezberleyip muhafaza ediniz”
demişti.[4]
Abdullah b. Mes’ud’un rivâyet ettiğine göre, Rasul-i Ekrem (s.a.s), hadislerini
işitip de olduğu gibi başkalarına tebliğ edenlerin Allah yüzlerini ağartması
için dua etmiştir.[5]

Sahâbe hadîs lafızlarının Hz. Peygamber’den
duyulduğu şekilde rivâyet ve tebliğine itinâ göstermiş ve hadisleri değişik
lafızlarla ifade edenlere karşı şiddetli itirazlarda bulunmuştur. Sahâbeden
Abdullah b. Ömer (r.a) bilhassa Sahâbe arasında hadisleri Hz. Peygamber’den
işitilen lafızlarla zabtedip rivâyet etme konusunda oldukça dikkati çekmiştir.
O, Rasûlüllah (s.a.s)’dan bir hadisi işittiği veya onunla ilgili bir olaya şâhid
olduğu zaman, ondan ne bir şey eksiltir, ne de ona bir şey eklerdi.[6]

Ashab-ı kiram, hadislerin lafzı lafzına rivâyeti
konusunda kendileri titiz davrandıkları gibi, birbirlerine de bunu tavsiye
ederler, gerektiğinde birbirlerinin hatalarını düzeltirlerdi.

Hadislerin rivâyet keyfiyeti konusunda iki tür
rivâyet şekli bulunmaktadır. Biri, hadislerin kelimesi kelimesine (lafzen)
rivayeti; diğeri de mana ile rivâyetidir. Hadislerin lafzen rivâyeti esas ise
de; gerek Sahâbe ve gerekse daha sonraki hadis ravilerinin bir çoğu, hadisleri
mana ile rivayet etmişlerdir. Hasan el-Basrî’ye; “Dün rivâyet ettiğin hadisin
lafızlarını bu gün değiştiriyorsun” diye itiraz edilince, “Manada isabet
etmişsem bunda bir beis yoktur” cevabını vermiştir.[7]

Hadis kaynaklarında, anlatılan olayın aynı
olmasına rağmen, bir kıssanın değişik lafızlarla ve bir çok hadisin de kelimesi
kelimesine rivâyet edilmiş olduğunu görmekteyiz. Dikkat edilirse, lafzen rivâyet
edilen hadislerin çoğu zaman kısa metinli; manen rivâyet edilen hadisler de
genellikle uzun metinli hadisler olduğu görülür. Değişik lafızlarla (manen)
rivâyet, hadisin bir kaç lafzında ve çoğu kere müterâdif lafızlarda meydana
gelmekte; hadisin tüm lafızlarında vuku bulmamaktadır. Bütün bunlar ciddi
araştırmalar neticesi sabit olmuş gerçeklerdir. Hadislerin mana ile rivayet
edilmesine ayrıca Rasûlüllah (s.a.s) ruhsat vermişlerdir: “Haramı helal,
helali haram kılmadıkça, manada isabet ettiğiniz takdirde, mana ile rivâyet
etmenizde bir sakınca yoktur.”[8]
Bu konuda hadîs, fıkıh ve usul alimleri ihtilaf etmişlerdir. Bir kısım
âlimler hadislerin mana ile rivâyet edilmesine cevaz verirken, bazıları da bunun
caiz olmadığını söylemişlerdir. Mana ile hadislerin rivâyet edilmesine cevaz
verenler de bazı şartlar koşmuşlardır. Buna göre ravinin, lafızların mana ve
maksatlarını ve bu manaları bozacak halleri iyi bilen birisi olması gerekir.
İmam Şafiî bu konuda şöyle demektedir: Sahabenin bazısı Rasûlüllah’ın yanında
Kur’an lafızlarında ihtilaf etmişlerdir. Yalnız manada her hangi bir ayrılık
yoktu. Allah Rasûlü onlara “İşte böyle; Kur’ân yedi harf üzere indirildi.
Ondan
kolayınıza geleni okuyun” buyurdular. Allah’ın kitabı hakkında
O’nu yedi harfle okuma imkânı olunca, onun dışındaki hadislerin mana ile
rivâyetinde her hangi bir mahzûr olmaması gerekir.[9]
Nitekim hadislerin manâ ile rivâyet edilmesi de İslâm’a hiç bir zarar
getirmemiştir. Bunun aksini iddia etmek, ilmî hakikatlerle bağdaşmaz.[10]



 




[1]

Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, Ankara 1980, s. 371.



[2]

İbn Receb el-Hanbelî, Şerhu İleli’t-Tirmizî.



[3]

Müslim, Mukaddime: 1/15.



[4]

Zehebî, Siyeri A’lâmi’n-Nubelâ, Mısır 1957. 1/96.



[5]

Ebu Davud, İlim: 10; Tirmizî, İlim: 7.



[6]

Müsned, 7/297-298.



[7]

Hatib el-Bağdadî, el-Kifaye fi İlmi’r-Rivâye, Medine t.y., s. 207.



[8]

Hatîb el-Bağdadî, el-Kifâye fi İlmi’r-Rivâye, Medine t.y., s. 199-200.



[9]

Şâfiî, er-Risâle, thk: Ahmed Muhammed Şakir, Beyrut t.y., s. 273-274.



[10]

Sabahattin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/269-271.

İlgili Makaleler