Hz. Peygamberin Hayatı Mevdudi

HABEŞİSTAN’A HİCRET



Yirmi Dokuzuncu Bölüm: HABEŞİSTAN’A HİCRET



29.1. HABEŞİSTAN’A HİCRET



29.1.1. Din’de Hicret’in Önemi



29.1.2. Kur’an-ı Kerim’in Müslümanları Hicrete Hazırlaması



29.1.3. Hicret İle İlgili Talimat



29.1.4. Habeşistan’a Yapılan İlk Hicret



29.1.4.1. Habeşistan’a İlk Hicret Eden Müslümanlar



29.1.4.2. Muhacirlerin Habeşistan’daki Durumu



29.1.4.3. Muhacirlerin Peşinden Bir Kureyş Heyeti Habeşistan’a Gidiyor



29.1.4.4. Muhacirlerin Dönüşü ve Bunun Sebepleri



29.1.4..5. Burada Bir Parantez Açalım ve Önemli Bir Noktaya Değinelim



29.1.4.6. Mekke’ye Dönen Muhacirlerin Başlarından Geçenler



29.1.5. Habeşistan’a Yapılan İkinci Hicret



29.1.5.1. Habeşistan’a İkinci Hicret İçin Giden Kafile



29.1.5.2. Habeşistan’a İkinci Hicret’in Mekke’de Yarattığı Tepkiler



29.1.6. Hz. Ebû Bekr (r.a.)’in Hicret’e Niyetlenmesi



29.1.7. Muhacirleri Geri Getirmek İçin Kureyş’in Necâşî’ye Heyet Göndermesi



29.1.8. Muhâcirlerin Örnek Davranışı



29.1.9. Habeşistan’dan Bir Hıristiyan Heyetinin Mekke’ye Gelmesi



29.1.10. Habeşistan’dan Dönen Muhacirlerin İlk Kafilesi



29.1.11. Rûm Sûresinde Yer Alan Haber

Yirmi Dokuzuncu Bölüm: HABEŞİSTAN’A
HİCRET

29.1. HABEŞİSTAN’A HİCRET

29.1.1. Din’de
Hicret’in Önemi

Kur’an-ı Kerim’de “cihad’dan sonra en önemli şey olarak
“hicret”ten bahsedilmiştir. İslâm’da “hicret”in bu kadar önemli olmasının
sebepleri nelerdir? Bunun sebepleri şunlardır: Bir müslüman için dünyada en
önem­li şey ne vatanıdır, ne milleti ne de kazancı ve kazanç yolları. Onun için
birinci derece ehemmiyetli şey imandır. Bir müslüman hangi şartlarla müslüman
olmuşsa o şartları yerine getirmeli ve onlara göre hayat sürmek suretiyle
Allah’ın rızasını elde etmelidir. Eğer müslüman imanın bu şartla­rına göre
hayatını yaşamıyorsa, onun için özgürlük şöyle dursun, hayatı­nın bile bir
anlamı yoktur. Gerçek bir müslüman, imanının dayandığı şart ve ilkeleri, Allah
ve Rasûlü tarafından kendisine intikal eden kaide ve ku­ralları feda edip
bunlardan taviz vermektense Allah yolunda kendini feda etmeyi tercih edecektir.

Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’in fedaileri işte bu sebepten
dola­yı Arabistan’dan Habeşistan’a hicret etmişlerdi. Müslümanlar birer Arap,
Mekkeli ve Kureyşli olmak itibarıyla kendi ülkelerinde, şehirlerinde ve
kabilelerinde her türlü hak ve özgürlüğe sahiptiler. Fakat, birer müslüman
olarak bu hak ve hürriyetlerden mahrumdular. Onların dini ve imanı tehli­kede
idi ve bu sebeple kendi vatanlarını bırakıp başka bir milletin yaşadı­ğı ve
başka bir milletin yönetime sahip olduğu bir memlekete gittiler. Aynı şekilde,
Rasûlullah (a.s.) ve arkadaşları Mekke’den Medine’ye neden hicret ettiler?
Hazreti Peygamber (a.s.) Mekke’nin bir sakiniydi ve bir va­tandaş olarak
Mekke’nin bütün vatandaşlık haklarına sahipti. Arkadaşları da birer Mekkeli ve
Kureyşli olarak aynı hak ve hürriyetlere sahiptiler. Fakat, gerek Rasûlullah
(a.s.)’ın gerekse diğer müslümanların, evlerini, barklarını, ailelerini,
akrabalarını, mal ve mülklerini ve diğer her şeyi terk edip sadece üzerlerindeki
kıyafetleriyle Medine’ye hicret etmelerinin se­bebi Mekke’de müslüman olarak
yaşamalarına imkân bulunmamasıydı. Onlar müslümanca yaşayabilmeleri için
doğdukları şehri terk edip başka bir şehre göç ettiler ve yerleştiler.

29.1.2. Kur’an-ı
Kerim’in Müslümanları Hicrete Hazırlaması

Mekke’de müslümanlara yapılan baskı ve zulüm had safhaya
varınca, Kur’an-ı Kerim onları muhtemel bir hicrete hazırlamaya başladı. Bu
hu­susta şöyle buyuruldu:

“Ey iman eden kullarım! Benim arzım geniştir. O halde, yalnız
bana ibadet edin. Her nefis ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz, imân
edip sâlih amel işleyenlere Cennette altlarından nehirler akan hu­susi yerler
hazırlarız. Onlar orada ebedi kalırlar. Böyle amel edenlere bu ne güzel
mükâfattır. Onlar ki, sabreder ve yalnız Rabblerine tevekkül ederler. Nice canlı
hayvan vardır ki rızkını arkasına yüklenmez. Allah onlara da size de rızık
veriyor. O Semî’dir, Alim’dir.” (Ankebut; 56-60)

İlk ayette hicrete işaret edilmiştir. Deniliyor ki: “Mekke’de
Allah’a ibadet ve itaat etmek zorlaşmışsa başka bir ülkeye gidin. Allah’ın
dünyası dar değildir. Allah’ın sadık kulu olarak nerede yaşayabiliyorsanız oraya
gidin. Siz kendi vatanınıza ve milletinize değil, Allah’a bağlısınız.” Bura­da
asıl önemli olan şeyin vatan ve millet değil, Allah’a kulluk olduğu
vur­gulanmıştır. Bir mümin’in imanının, sağlam olup olmaması, ancak vatan ve
milletine olan sevgisi ile Allah’a kulluk arasında tercih yapmasıyla
is­patlanmış oluyor. Gerçek bir mü’min Allah’a kulluğu tercih etmeli,
mem­leketine, vatanına ve milletine boş vermelidir. İmanı zayıf ve müslümanlıkla
ilgili iddiası sahte olan biri millet ve vatanına bağlı kalacaktır. Bu ayette
belirtildiği gibi gerçekten Allah’a tapan bir kişi vatanını ve milletini
sevebilir, ama yurtsever ve milliyetçi olamaz. Bir müslümanın ilk tercihi
Allah’a kulluk olmalıdır ve bu kullukla çatışan her şeyi feda etmek zorun­dadır.

İkinci ayette insanların ve özellikle müslümanların can korkusu
gide­rilmeye çalışılmıştır. Deniliyor ki: “Hayat geçici bir şeydir. Dünyaya
gel­miş olanlar bir gün mutlaka öleceklerdir. Ha bugün ha yarın. Kimse buraya
ebediyen kalmak ve yaşamak için gelmemiştir. O halde, müslümanlar bu dünyada
canlarını koruma pahasına daha önemli ve değerli şeyleri feda etmemelidirler.
Müslümanların ilk düşüncesi, imanını nasıl koruyacağı ol­malıdır ve Allah’a
kullukta hiçbir kusur yapmamalıdır. Eninde sonunda bütün mahluklar Allah’a
döndürülecektir. Döndüğünüzde imanla mı gele­ceksiniz yoksa canla mı Allah
nezdinde can uğruna feda edilmiş iman mı yoksa iman uğruna feda edilmiş can mı
daha makbuldur? İşte dünyada bunu düşünerek yaşayacak ve öleceksiniz.”

Üçüncü ve dördüncü ayette deniliyor ki; “siz iman ve iyilik
uğruna dünyanın bütün nimetlerini kaybeder ve salt dünyevi açıdan başarısız
ka­lırsanız dahi, bunun telafisi mümkündür. Ve sadece telafi değil, Allah
ka­tında bunun büyük bir mükâfatı vardır.”

Son ayetlerde denilmiştir ki, “hicret ederken can korkusu gibi
mal korkusu da olmamalıdır. Dünyada yer altında ve yer üstünde, denizde ve
havada sayısız böcek, hayvan ve yaratıklar vardır. Bunlardan hangisi ken­di
rızkını kendisi taşıyor? Onları geçindiren ve yaşatan kimdir? Nereye gi­derlerse
gitsinler, hangi şartlarda olurlarsa olsunlar, onlara Allah rızık ver­miyor mu?
Onun için, iman sahipleri Allah uğruna memleket ve kavimle­rini terk ederken
malları ve rızıkları için endişe etmemelidirler. Diğer mah­luklara rızkını veren
Allah onlara da rızıklarını verecektir.”

Hakka davet yolunda bazen ansızın beklenmedik durumlarla
karşıla­şılabilir. Bu gibi durumlarda bir müslüman için bu dünyanın bütün
nimet­lerini terk edip Allah’a güvenerek kelleyi kolluğa almaktan başka çare
kal­maz. Bu gibi durumlarda, her şeyi önceden plânlamak, zarar ve yarar
he­sabını çıkarmak ve canlan ile mallarını korumak sevdasında olanlar hiçbir şey
yapamazlar. Onlardan hiçbir hayır beklenemez. Aslında her şeyin ani­den tersine
döndüğü ve şartların değiştiği zamanlarda kelleyi koltuğa alan ve Allah uğruna
her şeyi feda etmeye hazır olan gerçek mü’minlerin ve fe­dailerin azminden ve
fedakârlıklarındandır ki, Allah’ın kelimesi yükseli­yor ve bunun yanında bütün
batıl kelimeler yerin dibine batmış oluyorlar.

Kur’an-ı Kerim’in bir başka yerinde şöyle buyuruldu:

“(Ey Rasûlüm, tarafımdan) de ki: ‘Ey iman eden kullarım,
Rabbiniz­den korkun. Bu dünyada iyilik edenlere sevap var. Allah’ın arzı
geniştir. Ancak sabredenlerin mükâfatı hesapsız verilir.” (Zümer; 10)

Burada da iman sahiplerine deniliyor ki; Allah’a kulluk etmek
bir yer­de zorlaşmışsa, O’nun dünyası geniştir, iman sahipleri başka bir yere
gidebilirler. Bunun yanı sıra kendilerinin hem dünyada hem ahirette Allah’tan
iyi mükâfat alacaktan da müjdelenmişir. imân sahipleri hem dünyadaki
yaşantılarını düzeltiyorlar, hem de âhirette Allah’ın lütuf ve ihsanına nail
oluyorlar. Zira, onlar Allah’ın dini için dünyanın bütün nimet ve imkânla­rını
evlerini barklarını terk ediyor, evsiz ve çaresiz kalıyor, vatansız ve
milliyetsiz kalıyor, yabancı bir memlekette ve yabancı insanların arasına
giriyorlar. Bunun için, bu gibi insanlara sınırsız ödül vardır.

29.1.3. Hicret
İle İlgili Talimat

Kur’an-ı Kerim’de Mekkeli müslümanlar sadece hicrete teşvik
edil­mekle kalmadılar, kendilerine bu hususta iki talimat da verildi.

Müslümanlar Hıristiyan bir ülkeye hicret ettikleri için Meryem
sûresi indirildi. Bu sûrenin ilk iki rükûsunda Hazreti Yahya ile Hz. Îsa’nın
hikâyesi anlatılmıştır. Bu, müslümanlara bir uyarıydı. Gerçi müslümanlar mazlum
mülteciler olarak bir Hıristiyan devletine gidiyorlardı. Fakat, orada din ve
imanlarından zerre kadar taviz vermemeleri isteniyordu. İndirilen Meryem sûresi,
Hıristiyanlığın gerçekte ne olduğunu ve nasıl tahrif edildi­ğini dile
getiriyordu. Böylece, müslümanlar durumun farkına varacaklardı ve
Hıristiyanların bid’atine ve hurafelerine kendilerini kaptırmayacaklardır. Onlar
aynı zamanda Hıristiyanların bulunduğu bir memlekette Hıristiyanlı­ğın ve Hz.
Îsa’nın gerçek vaaz ve telkinlerini unutmamalıydılar. Her ne olursa olsun, Hz.
Îsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu kabul etmemeliydiler.

Müslümanlara verilen ikinci talimat şuydu:

“Ehl-i kitap ile yalnız en güzel şekilde mücadele edin. Onlardan
zul­medenlerle ise şiddetle mücadele edebilirsiniz. Ve ‘Biz hem bize indirile­ne
hem de size indirilene iman ettik. Bizim de sizin de ilâhınız birdir. Biz O’na
teslim olanlarız’ deyin.” (Ankebût; 46)

Yani Hıristiyanlarla karşı karşıya geldiğiniz zaman onlardan
zalim olanlarla uğraşmayınız. Zira, onlarla uğraşmak vakit ve enerjinin
ziyanın­dan başka bir şey değildir. Fakat, biraz anlayışlı olanlarla serinkanlı,
yu­muşak başlı ve Hakkı kabul etmek eğiliminde olanlarla muhtelif dini ko­nuları
medeni ölçülerde, iyi bir dille ve delillerle tartışabilirsiniz. Onlara deyiniz
ki, siz dik kafalı veya mutaassıp kimseler değilsiniz. Onlara hem onların
kitabının hem kendi kitabınızın Allah’tan geldiğine inandığınızı söyleyiniz. Her
ikinizin Allah’ın bir olduğunu, O’nun gönderdiği emirlerin aynı olduğunu onlara
söyleyiniz.

29.1.4.
Habeşistan’a Yapılan İlk Hicret

Şartlar tamamıyla dayanılmaz hale gelince Recep 45. Am’ul-Fil’de
(Nübüvvetten sonra 5. yılda) Rasûlullah (a.s.) Ashab-ı Kiram’ı toplayarak
kendilerine şöyle buyurdu: “Habeşistan’a giderseniz iyi edersiniz. Oranın bir
kralı vardır. Orada kimseye zulüm yapılmaz ve orası iyilik diyarıdır. Size gelen
bu âfet def olununcaya kadar orada kalın.” Müslümanların Ha­beşistan’a hicreti
için bu ilk ve kesin emirdi, bunun üzerine, Habeşistan’a ilk göç yapıldı.
Muhacirlerin ilk kafilesinde 11 erkek ve 4 kadın vardı. Kureyşli kudurmuş
serseriler bu kafileyi kıyıya kadar takip ettiler. Ama kafiledekilerin talihi
yaver gitti ve tam zamanında Şuaybe limanından Ha­beşistan’a kalkan bir gemiye
binebildiler.

29.1.4.1.
Habeşistan’a İlk Hicret Eden Müslümanlar

İbni Hişâm’ın İbni İshâk’a dayanarak kaydettiği ilk muhacirlerin
liste­si şöyledir:

1. Hz. Osman bin Affân (Beni Ümeyye’den).

2. Hz. Rukayye binti Hz. Muhammed (a.s.), Hz. Osman’ın zevcesi.
(İbni Abd-il-Berr bu hâtûna Ümm-ü Eymen’in eşlik ettiğini yazmıştır).

3. Hz. Ebu Huzeyfe bin Utbe bin Rebî’a (Beni Abdi Şems bin Abdi
Menâftan).

4. Hz. Sehle binti Süheyl bin Amr (Hz. Ebu Huzeyfe’nin karısı,
ki Beni Amir bin Lueyy’dendi).

5. Hz. Zübeyr bin el-Avvam (Hz. Hatice’nin yeğeni ve Rasûlullah
(a.s.)’ın teyze oğlu Beni Esed bin Abdul-Uzza bin Kusayy’dandı).

6. Hz. Mus’ab bin Umeyr (Beni Abdud-Dar bin Kusayy’dan).

7. Hz. Abdurrahman bin Avf (Beni Zühre bin Kılâb’dan).

8. Hz. Ebu Seleme bin Abdul-Esed (Beni Mahzûm’dan).

9. Hz. Ümm-ü Seleme (Hz. Ebû Seleme’nin zevcesi. Beni
Mah­zûm’dan olup Ebû Cehl’in amca kızıydı).

10. Hz. Osman bin Ma’zun (Ümmül Muminin Hz. Hafsa’nın dayısı,
Beni Cumah’dandı).

11. Hz. Amir bin Rebia el-Anzi (Al-i Hattâb’ın müttefiki olan
Beni Adiyy’den).

12. Hz. Leylâ binti Ebî Hasme (Hz. Amir’in karısı olup Beni
Adiyy’dendi).

13. Hz. Ebû Sabre bin Ebi Ruhm (Beni Amir bin Lueyy’den).

14. Hz. Süheyl bin Beyda (Beni el-Hâris bin Fihr’den).

İbn Sa’d, Vâkıdî’ye istinâden bu listeye iki isim daha
eklemiştir: Hz. Hâtıb bin Amr bin Abdi Şems ve Hz. Abdullah bin Mes’ud, ki Beni
Zühre’nin müttefiklerindendi. İbn İshâk’ın rivâyetine göre daha sonra bunlara Hz.
Ca’fer bin Ebi Tâlib de katılmıştı. Fakat Musa bin Ukbe’nin “Meğâzi”de
belirttiği gibi Hz. Ca’fer ilk değil, ikinci hicretle Habeşistan’a var­mıştı.
İbn İshâk ise Hz. Abdullah bin Mes’ud’un, ilk değil, ikinci hicretin
muhacirlerinden olduğunu yazmıştır. Zürkâni ise bazı siyerlere dayanarak Hz. Ebû
Sabre ile beraber karısı Ümm-ü Gülsüm’ün de Habeşistan’a gitti­ğini ifade
etmiştir. Beyhakî Hz. Enes’in rivâyetini nakletmiştir; buna göre hicret için ilk
önce yola çıkan Hz. Osman (r.a.)’dı. Rivayete göre Rasûlullah (a.s.), Hz. Lût
(a.s.)’dan sonra kendi ailesiyle birlikte hicret eden ilk şahsın Hz. Osman
olduğunu buyurmuştur.

29.1.4.2.
Muhacirlerin Habeşistan’daki Durumu

İbni Cerir Taberî’nin dediği gibi Kureyşliler Habeşistan’ı çok
iyi bili­yorlardı. Habeşistan Kureyşlilerin ticaret yeriydi ve mallarını götürüp
ora­da satarlar ve oradan iyi bir kârla dönerlerdi. Bu yüzden Mekke’den giden
ilk muhacir kafilesi hiçbir güçlükle karşılaşmadı ve hiçbir yabancılık çek­medi.
Bizzat muhacirlerin ifadelerine göre; “biz orada çok iyi durumday­dık. Dinimiz
konusunda huzur ve emniyette. Biz Allah’a ibadet ediyorduk ve kimse bizi
rahatsız etmiyordu. Biz ne eziyet görüyorduk ne de kötü lâflar dinliyorduk.”

29.1.4.3.
Muhacirlerin Peşinden Bir Kureyş Heyeti Habeşistan’a Gidiyor

Kureyşliler baktılar ki, Mekke’den Habeşistan’a giden
müslümanlar oraya iyice yerleşmiştir ve din ve inançlarına da kimse mani
olmuyor. Bu­nun üzerine bu müslümanları geri getirebilmek maksadıyla bol
hediyeler­le Amr bin el-As ile Abdullah bin Ebi Rebi’a’yı Habeş İmparatoru
Necâşî (Negus)ye yolladılar. (Buhârî’de bu imparatorun adı Esname olarak
yazıl­mıştır). Kureyş heyetiyle ilgili tarihi kayıtlarda biraz ihtilaf vardır.
Bazı kayıtlara göre bu heyette Umâre bin Velid bin Muğire de yer almıştı. Bazı
diğer kayıtlara öre ise Amr bin El-As birinci ve ikinci hicret sırasında
Necâşî’ye gönderilmişti. İlk gidişinde yanındaki Umâre idi, ikinci gidişin­de
ise Abdullah. Fakat İbni İshâk her iki defasında Amr’ın yanında Abdul­lah’ın yer
aldığını ifade etmiştir.

29.1.4.4.
Muhacirlerin Dönüşü ve Bunun Sebepleri

Aynı yıl Ramazan ayında öyle bir olay meydana geldi ki, bu
olayla ilgili haber Habeşistan’daki müslümanlara, “Mekkeli kâfirler müslüman
olmuşlar” şeklinde ulaştı. “Olay şuydu: Bir gün Harem’de Kureyşlilerin büyük bir
toplantısı yapılırken Hazreti Peygamber (a.s.) de oraya gitti ve birden bire
konuşma yapmaya başladı. Hz. Peygamber (a.s.)’in mübarek ağzından çıkan ilk
sözler, Necm sûresinin ayetleriydi. Allah’ın kelâmı öy­lesine tesirliydi ki,
muhalifler bunu can kulağıyla dinlemeye başladılar ve her zaman yaptıkları gibi
gürültü patırtı çıkarmayı bile unuttular. Ayetle­rin sonunda Hz. Peygamber
(a.s.) secde elti. Orada bulunanlar da kendile­rini onun etkisinden kurtaramamış
olacaklar ki, hemen secdeye geçtiler. Buhârî, Müslim, Ebu Dâvud ve Nesâî’de yer
alan Abdullah bin Mes’ûd’un rivâyetine göre; “Rasûlullah (a.s.)’ın Kureyşlilerin
açık bir toplantısında ve İbn Merdûye’ye göre Harem’de okuduğu Kur’an-ı Kerim’in
bu ilk sûresiydi.” Bu toplantıda hem müslümanlar, hem kâfirler vardı. Sûrenin
sonunda secde ayetine gelince Rasûlullah (a.s.) secde etti ve kendisini gö­ren
diğer herkes de secde etti. Secde edenler arasında Hz. Peygamber (a.s.)c ve
İslâm’a muhalefette ön safta yer alan Kureyş’in en büyük kabile reisleri de
vardı. Secde etmeyen sadece Ümeyye bin Halefti. O da yumru­ğunu sıkarak alnına
dokundu ve kendisi için bunun kâfi olduğunu söyledi. Bu olayın diğer görgü
tanığı Hz. Muttalib bin Ebi Vedâ’a’dır ki o zamana kadar müslüman olmamıştı.
Nesâî ve Müsned-i Ahmed’de yer alan Hz. Muttalib’in rivâyeti şöyledir: “Rasûlullah
(a.s.), Necm sûresini okuduktan sonra secde edince toplantıda bulunan herkes
secdeye gitti, ama ben secde etmedim. Bunun telâfisini şimdi yapıyorum, ki ne
zaman bu sûre okunsa secde etmeden edemem.” İbni Sa’d, Vâkıdi’ye dayanarak Velid
bin Muği­re’nin, çok ihtiyar olduğu ve secde edemediği için bir eline bir avuç
toprak alıp alnına sürdüğünü beyan etmiştir.

Bu olaydan ötürüdür ki, Habeşistan’da bulunan müslümanlara,
bütün Mekkeli kâfirlerin müslüman olduğu yolunda haberler ulaştı. Ne var ki,
gerçekten böyle olmamıştı. Kur’an-ı Kerim’in sihirli sözleri dayanılmaz üslûbu
Kureyşli kâfirleri bir an için sekteye uğratmıştı ve onlar secde etmişlerdi. Ama
biraz sonra akılları başlarına gelince büyük bir hata işle­diklerini düşündüler
ve kendilerini lanetlemeye ve suçlamaya başladılar. Bazı diğer kimseler de
itiraz etmeye başladılar ki; “siz ne biçim insansı­nız, bizi Kur’an-ı Kerim’i
dinlemekten men ediyor ve Muhammed (a.s.)’e tabi olmamızı istemiyorsunuz, ama
kendiniz ona secde ediyorsunuz?” Bu­nun üzerine kabile reisleri ve müşrikler
kendilerini kurtarmak için bahane uydurmaya başladılar ve dediler ki: “Muhammet
ayetleri okurken, ‘bun­lar yüksek rütbeli ilahelerdir ve onların şefaati
muhakkak beklenmelidir’ dediği için biz secde ettik.” Fakat Necm sûresini
gerçekten okuyan ve bi­len bir kişi Rasûlullah (a.s.)’ın böyle bir şey
söyleyebileceğine inanabilir mi?

29.1.4..5. Burada Bir
Parantez Açalım ve Önemli Bir Noktaya Değinelim

Ne gariptir ki, bizde de bazı müfessir ve muhaddisler Mekkeli
kâfir­lerin bu safsatasına uymuş ve onların duyduklarını iddia ettikleri sözleri
sanki sahiden Rasûlullah (a.s.)’ın mübarek ağzından çıkmış gibi mütalaa etmişler
ve yorumda bulunmuşlardır. Söz konusu müfessir ve muhaddis­ler bu hususta böyle
bir hikâye uyduruyorlar: “Sözde Rasûlullah (a.s.), İs­lâm’a karşı kâfirlerin
nefretini kaldıracak ve onların İslâma daha çok yak­laşmalarını sağlayacak bir
takım vahiylerin gelmesini arzu ediyordu. Rasûlullah (a.s.) bu istikamette
düşünürken ve kendisi Kureyşlilerin bir top­lantısında iken Necm sûresi nâzil
oldu ve kendisi bunu okumaya başladı. Rasûlullah (a.s.), “e-feraeytüm ul-lâte
ve-l-uzzâ ve menâte-s-sâlisete-l-uhrâ” sözlerine gelince ağzından şu kelimeler
dökülüverdi: “Tilke-l-ğarânikat-el-ulâ ve inne şefâ’atehünne le-tercâ” (bunlar
yüksek rütbeli tan­rıçalardır ve onların şefaati muhakkak beklenmelidir). Bundan
sonra Rasûlullah (a.s.) sûrenin diğer ayetlerini normal olarak okumaya devam
etti, ta ki sûrenin sonunda secde etti ve diğer müslümanlar ile müşrikler de
secde ettiler. Mekkeli kâfirler dedi ki, “artık bizimle Muhammed arasında
herhangi bir ihtilâf kalmamıştır. Biz de zaten aynı şeyi diyoruz. Yani Hâlik
(yaratıcı) ve Râzık (rızık veren) Allah’tır, ama mabûdlarımız Allah katında
bizim için şefaatte bulunacaklardır.” Akşam Hz. Cebrâil geldi ve Rasûlullah’a
dedi ki: “Siz ne yaptınız? Ben bu sözleri getirmemiştim.” Bu­nu duyunca gûyâ
Rasûlullah (a.s.) çok üzüldü. Bunun üzerine Allah İsrâ suresinin şu ayetlerini
indirdi[1]:

“Onlar bizim sana vahyeylediğimiz şeyden bizim üzerimize iftira
edesin diye seni bile fitneye düşüreceklerdi. Öyle olursa seni dost
edine­ceklerdi.Eğer biz seni dinde sabit kılmasaydık onlara az bir şey
meylede­cektin. O takdirde sana gerek hayatta ve gerekse öldükten sonra iki kat
azap tattırırdık. Sonra azabımızı defedecek bir yardımcı da bulamaya­caktın. ”
(Ayet; 73-75)

Bu olay Rasûlullah (a.s.)’ı sürekli olarak tedirgin etti ve
üzüntülü ol­masına sebep oldu. Ta ki, Hacc sûresinin 52. ayeti indi. Bu ayette
Rasûlullah teselli edildi ve kendisinden önceki peygamberlerin aynı hataya
düştükleri, onların arzu ettikleri şeytanın karıştığı, fakat Allah’ın daha sonra
Şeytan’ın bu şerrlerini ortadan kaldırdığı ve ayetlerini sağlamlaştırdığı
kaydedildi.

Diğer tarafta, Kur’an-ı Kerim’i dinledikten sonra Kureyşli
kâfirlerin secde etmesi,Habeşistan’daki müslümanlara başka türlü ulaştı ve onlar
zannetti ki Hz. Peygamber (a.s.) ile Mekkeli kâfirler arasında mütareke ve sulh
gerçekleşmiştir. Bu sebeple, muhacirlerin çoğu Mekke’ye geri döndü­ler. Geri
döndükten sonra İslâm ile küfr arasında anlaşmaya varıldığı yo­lundaki
haberlerin yanlış olduğunu, ikisi arasındaki düşmanlığın aynen devam ettiğini
gördüler.”

Yukarıda naklettiğimiz hikâye, İbn Cerir ve diğer birçok
müfessirin tefsirlerinde İbni Sa’d’ın “Tabakatında Vahidinin “Esbab-ı
Nüzül”ünde, İbn İshâk’ın Siyer’inde, Musa bin Ukbe’nin “Meğazi’sinde, İbn Ebi
Hâtim, İbn’ul-Münzir, Bezzâr, İbn Merdûye ve Taberânî’nin hadis kitaplarında yer
almıştır. Bu hikâyenin râvileri ise şunlardır: Muhammed bin Kays, Muhammed bin
Ka’b Kurazi, Urve bin Zübeyr, Ebû Salih, Ebu’l-Âliye, Sa’id bin Cubeyr, Dahhâk,
Ebu Bekr bin Abdurrahman bin Hâris, Katâde, Mücâhid, Süddi, İbn Şihâb Zührî ve
İbn Abbas. Dikkat edilirse, bunlardan Hz. İbn Abbas’ın dışında kimse sahabe
değildir. Hikâyenin ufak tefek bir­çok çelişkili ve tutarsız tarafları vardır;
ama bunların en dikkati çekeni iki tanedir. Birincisi, pulların methinde Hz.
Peygamber (a.s.)’in söylediği id­dia edilen sözler hemen hemen her rivayette
değişiktir. Biz bunları dikkat­lice tasnif ettik ve inceledik. Baktık ki, 15
ayrı ifade kullanılmıştır. İkinci büyük çelişki, bu sözlerin Kur’an-ı Kerim’in
ayetlerine giriş şekliyle ilgili­dir. Bazı rivayetlere göre bu kelimeler, vahiy
sırasında Şeytan tarafından Rasûlullah (a.s.)’ın gönlüne indirilmiş ve
Rasûlullah (a.s.)’da bunların Cebrail tarafından geldiğini zannetmiş. Bazı
rivayetlere mübarek ağzın­dan yanlışlıkla dökülüvermiş. Bazı rivayetlere göre bu
kelimeler, Rasûlullah (a.s.) uyukladığı bir sırada gayri ihtiyari olarak
ağzından çıkmış. Bazı­ları diyor ki, Rasûlullah (a.s.) bunları kasten söyledi;
ama soru ve hayret belirtici şekilde. Yine bazıları diyor ki; Şeytân, Rasûlullah
(a.s.)’ın konuş­masına karışmış ve onun sesiyle birlikle bu kelimeleri ortaya
atıvermiş, orada bulunanlar da bu sesin Hazreti Peygamber’e ait olduğunu sanmış.
Yine başka rivayetlere göre bu sözleri söyleyen orada bulunan müşrikler­den
biriymiş.

Bazı mümtâz müfessir ve âlimler, meselâ İbn Kesir, Beyhâki, Kâdı
İyâd İbni Huzeyme, Kâdı Ebû Bekr İbn’il-‘Arabi, İmam Râzi, Kurtubî Bedreddin,
Aynî, Şevkani ve Alûsi vs. bu hikâyenin tamamıyla uydurma ve asılsız olduğunu
belirtmişlerdir. İbn Kesir, bu hususta şunları yazmış­tır: “Bu hikâye hangi
senetlerle rivayet olunmuşsa hepsi “mürsel” ve münkatı”dırlar. Ben bu hususta
hiçbir sahih-i muttasil senede rastlamadım.” Beyhakî de diyor ki: “Nakil
itibariyle bu hikâye ispatlanmış değildir.” İbni Huzeyme’ye bu hususta bir soru
sorulunca kendisi dedi ki: “Bu hikâyeyi zındıklar (dinsizler) uydurmuşlardır.”
Kadı İyâz diyor ki: “Bu hikâyenin zayıflığı, sıhâh-ı sitte müelliflerinden
hiçbirinin bunu nakletmemiş olma­larından ve sahih-i muttasıl sağlam senedlerle
güvenilir râviler tarafından da naklolunmamasından ortadadır.” İmam Râzi ile
Kâdı Ebû Bekr ve Alûsi bu mevzuyu enine boyuna tartışarak şiddetle
reddetmişlerdir. Fakat, beri tarafta Hafız İbni Hacer gibi büyük bir muhaddis ve
Ebu Bekr Cessas gibi tanınmış fakihler ve Zemahşeri gibi akılcı müfessir ile
İbni Cerir gibi müfessir, tarihçi ve fıkıh âlimi bu hikâyenin doğru olduğunda
ısrar etmiş­lerdir. Bunlara göre Hacc sûresinin 52. ayeti bu hikâyenin doğru
oluşunun bir ispatıdır. İbni Hacer şunları da kaydediyor:

“Sa’id bin Cubeyr’in başvurduğu yolun dışında diğer hangi
yollarla, bu hikâye rivayet edilmişse onlar da zayıf ya da munkatı’ (kesik)dır.
Ama anlatımların çokluğu bunun bir aslının olduğunu gösteriyor. Ayrıca Bezzâr’ın
çıkardığı rivayetler silsilesiyle bu hikâyenin en az bir adet ke­sintisiz
bağlantısı kurulmuştur. (Bu bağlantı şöyledir: Yusuf bin Hammâd, Ümeyye bin
Hâlid, Şu’be, Ebi Bişr, Sa’id bin Cubeyr ve İbni Abbas). İki yoldan da bu hikâye
“mürsel”dir ama bunun râvileri sahih (doğru) kaynaklara göredir. Bu iki yol
Taberî tarafından naklolunmuştur. Bunlardan biri silsilenin başında, Yunus bin
Yezid ve İbn Şihâb ve diğer silsilenin başında Mu’temir bin Süleyman, Hammâd bin
Seleme ve Dâvud bin Ebi Hind ile Ebi’l-Aliye bulunuyorlar.”

Bu hikâyeyi kabul etmiş olanlar için bir şey diyemeyeceğiz;
çünkü onlar bunun zaten doğru olduğuna inanıyorlar. Fakat, burada şu hikâyenin
muhaliflerine bir çift sözümüz olacaktır. Gerçek şu ki, muhalifler de bunu
hakkıyla eleştirmemişlerdir. Muhaliflerin bir grubu bunu reddediyor çün­kü,
bunun kaynakları veya senetleri zayıftır. Demek ki, bu zevat, senetle­rin
kuvvetli olması halinde bu hikâyeyi aynen kabul edeceklerdi. İkinci grup bunu
reddediyor, zira böyle bir hikâye bütünüyle dinimize gölge dü­şürüyor ve dinle
ilgili her şey şaibe ve şüphe altında kalmış oluyor. Böyle bir durumda Şeytan’ın
müdahalesinin haddi hesabı olmaz. O’nun nerede ne yaptığını kestirmek güç olur.
Aynı şekilde Rasûlullah (a.s.)’ın şahsi ve nefsani söz ve hareketlerinin nerede
başlayıp nerede bittiğini hesaplayamayız. Bu tür düşünce ve deliller belki de
iman etmeye azimli olanları tat­min edebilir, ama başka kimseleri değil. Meselâ,
zaten her şeye şüphe ile bakan ve titiz bir incelemeden sonra iman edip etmemeye
karar verecek kimseler için böyle bir düşünce hiç de yararlı olamaz. Bu gibi
şüpheci ve kararsız kimseler, şüphelendikleri her şeyi dinden çıkarma yoluna
gitme­yeceklerdir. Onlar kolayı düşünecekler ve diyecekler ki, en az bir tane
meşhur sahabî ve birçok tabii ve tebe’ut-tabi’in ve çeşitli güvenilir
raviler­den naklonunan bir hikâye, sadece din şaibe altında kalıyor diye niçin
red­dedilsin. Bu hikâyenin şüpheli olduğunu düşünmektense dinin tümünün şüpheli
ve şaibeli olduğunu düşünecekler ve bunu tümden reddedecekler­dir.

Şimdi tenkidin doğru ve makul yolu ne olabilir? Biz hangi
ölçülere dayanarak -senetleri, kaynakları ve rivayetleri ne kadar kuvvetli
olursa ol­sun- bu hikâyenin uydurma olduğunu ispatlayabilir ve bunu
reddedebili­riz? Gelin, o ölçü ve kıstaslara bakalım:

Evvelâ, hikâye kendi içinde çelişkili ve tutarsızdır. Hikâyede
denili­yor ki olay, Habeşistan’a ilk hicret yapıldıktan sonra meydana gelmişti.
Nitekim bu olayla ilgili haberi alır almaz Habeşistan’daki Müslümanlardan bir
grup ümitlenerek Mekke’ye dönüverdi. Ama, buraya bir nokta koyup büyük tarih
farklarına bir göz atalım:

– Muteber tarihi kayıtlara göre Habeşistan’a ilk hicret
Nübüvvet’ten sonra Recep 5. yılda yapılmıştı. Habeşistan’daki muhacirlerin bir
grubu, İslam ile Küfr arasındaki sulh haberini öğrenip üç ay sonra yani aynı
yılın Şevval ayında Mekke’ye dönmüş oldu. Bu demektir ki hikâyede anlatılan olay
da mutlaka Nübüvvet’ten sonra 5. yılda cereyan etmiştir.

– İddialara göre; Rasûlullah (a.s.)’ı serzeniş etmek ve uyarmak
üzere İsrâ sûresinin ilgili ayeti inmiştir. Ama İsrâ suresinin Mi’rac’dan sonra
in­diği herkesçe bilinmektedir. Muteber rivayetlere göre Mi’rac Nübüvvet’ten
sonra 11. ve 12. yılda meydana gelmiştir. Bundan çıkan sonuç şudur: Al­lah’ın
tekzibi ve uyarısı anlatılan olaydan tam 5-6 yıl sonra yapılmıştır!

– Teselli olarak indirildiği söylenen Hacc sûresinin 52.
ayetinin ise bütün sûre ile birlikte Medine’ye hicretten sonra yani 1. Hicri
yılda indiği bizzat sûrede işlenen konunun ifade tarzından anlaşılıyor. Demek ki
Allah’ın tekzib ve uyarısından sonra da 2-2,5 yıl geçtikten sonra Cenab-ı
Al­lah’ın Rasûlullah (a.s.)’ı affettiği ve olayın, Şeytan’ın bir oyunuyla
meyda­na geldiği beyan olunmuştur!

Aklı başında olan bir kişi, Allah’ın kelâmına Şeytan’ın veya
şahsi söz­lerinin karışmasından altı yıl sonra tekzip ve uyarının yapıldığını ve
bu fi­ilin affının ya da sözü edilen karışık sözlerin iptalinin 9 yıl sonra
yapıldı­ğını kabul edebilir mi?

Sonra, hikâyede iddia edildiği gibi, hatalı okuma ya da karışma,
Necm sûresinin okunuşu sırasında meydana geldi ve bahis mevzuu sözle­ri.
Peygamber (a.s.), Şeytan’ın vesvesesi, oyunu ya da kendi ard düşünce­siyle
okuyuverdi. Yine bu iddialara göre Rasûlullah (a.s.) sûrenin başında ve sonunda
herhangi bir hataya düşmedi. Bundan sonra deniliyor ki, Mek­keli kâfirler bu
sözleri dinledikten sonra sevinçten uçmaya başladılar ve artık Hz. Muhammed ile
kendileri arasında herhangi bir ihtilaf ve kavga­nın kalmadığını ilân edip secde
ettiler. Şimdi Necm sûresinin ilgili bölü­münü okuyalım:

“Bana haber verin ki, Lât ve Uzza’ya mı tapıyorsunuz? Diğer
üçün­cüsü olan Menat’a mı ibadet ediyorsunuz. (Bunlar Yüksek rütbeli
tanrıça­lardır ve onların şefaati muhakkak beklenmelidir). Erkek sizin dişi
O’nun mu? O takdirde bu insafsız bir taksimdir. Bu putlar sizin ve babalarınızın
uydurdukları isimlerden başka bir şey değildir. Allah bunun için bir hüc­cet
indirmedi. Onlar ancak zanna ve nefislerinin istediğine tabi olurlar. Halbuki
kendilerine Rabblerinden bir hidayet gelmiştir.” (Necm; 19-23)

Görüyor musunuz? Yukarıdaki ayetlerde parantez içinde aldığımız
sözler ne gibi bir tezât ve tenakuz yaratmıştır? Bir yandan deniliyor ki, “sizin
tanrıçalarınız çok değerli, tapılmaya layık yaratıklardır”; diğer yan­dan da
buyuruluyor ki: “Enayiler, siz ne yaptığınızı biliyor musunuz? Siz bunların
Allah’ın kızları olduğunu nereden çıkarıyorsunuz? Bu nasıl ada­let ve insaftır
ki, siz kendinize erkekleri ayırıyorsunuz ve Allah’a kadınları bırakıyorsunuz?
Gerçekte bunlar birer uydurma ve safsatadır. Bu gibi ayı­rımların Allah ile
hiçbir ilgisi yoktur.” Bir kişi aynı konuşmasında bu bir­birinden zıt iki şeyi
söyleyebilir mi? Bir an için farz edelim ki, bu saçma sapan sözler aklı başında
olan bir kişinin ağzından çıkmaz ve diyelim ki Şeytan, Rasûlullah (a.s.)’a galip
(!) gelip ağzından bu birbirini tutmayan sözleri döktürüvermiştir! Fakat
toplantıda bulunan Kureyşlilerin o kosko­ca kalabalığı deli miydi? O kâfir ve
müşrikler akıllarını mı kaçırmışlardı ki, önce kendi tanrıçalarının methini
duyunca sevinçten göbek atmaya başladılar, ama bundan sonra aynı tanrıçaların
mütemadiyen kötülenmesi, eleştirilmesi, aşağılanması ve batıl itikatlarıyla alay
edilmesini tamamıyla duymazlıktan geldiler. Onlar sağır mıydı yoksa dilsiz mi?
Yoksa onlar sa­dece tanrıçalarının övgüsünü duydular da, sonra onların
lanetlenmesini işitemediler ve hiçbir tepki göstermediler mi? Toplantının
sonunda da hep beraber secdeye gittiler. Sadece bu değil, Necm sûresinin bundan
sonraki bölümlerinde ve sonuna kadar putperestlik ağır bir dille yerilmiş ve
tarih­ten sapık ve putperest milletlerin örneği verilerek Kureyşli kâfirlerin
doğ­ru yola gelmeleri istenmiştir. Kureyşliler, bütün bunları sessizlik içinde
dinledikten sonra, sûrenin başındaki sadece bir cümle yüzünden “bugün bizimle
Muhammed arasındaki kavga bitti” diyebilirler miydi?

Olayın kendi içindeki tutarsızlığı işte böyledir. Bundan sonra
gelin bakalım; hikâyede bahsedilen üç sûre ve bu surelerin ayetleri acaba aynı
sırayla mı inmiştir, yoksa tarihi kayıtlar başka gerçekleri mi ortaya
koy­maktadırlar? Hikâyede deniliyor ki, değişiklik ve ekleme Necm suresinde
olmuştur. Bu ayetlerin ve surenin Nübüvvet’ten sonra beşinci yılda indiği
belirtiliyor. Bundan sonra İsra sûresiyle Rasûlullah (a.s.)’ın ikaz edildiği,
Hacc suresinin 52. ayetiyle de yanlışlıkla eklenmiş olan ayetin iptal edil­diği
ve Rasûlullah (a.s.)’ın teselli edildiği kaydedilmiştir. Şimdi ortada iki
ihtimal kalıyor. Ya ekleme ve karışım olayının meydana geldiği sırada tekzip ve
tescili ile ilgili ayetler inmiştir. Ya da bu ayetler sıra ile İsra ve Hacc
süreleriyle birlikte inmiştir. Eğer durum düşünülen ilk ihtimal gibiy­se, söz
konusu iki ayet neden Necm sûresine ilave edilmedi? Ve neden al­tı yıl
beklendikten sonra İsra sûresi indiği zaman, tekzip ve tenbih eden bu ayetler
oraya bir yama gibi ekleniverdi? Sonra, niçin aynı şekilde iptal ve tescili ile
ilgili ayet 2-2.5 yıl bekletildi ve Hacc sûresi ininceye kadar baş­ka bir sûreye
ilave edilmedi? Kur’an-ı Kerim böyle mi tertip edilmiş ve toplanmıştır ki bir
zamanda inen ayetler bir hayli bekletilsin, sağda ve sol­da unutulsun ve
istenilen sûreye yamalı bohça gibi ekleniversin? Şimdi, eğer yukarıda bahsedilen
ayetler böyle ayrı ayrı ve bölük pörçük nazil ol­mamışsa, o zaman tekzip eden
ayet 6 yıl sonra ve iptal ile teselli eden ayet de 8-9 yıl sonra İsra ve Hacc
süreleriyle mi indirilmiştir? Aradaki müddet farkı göz önünde bulundurulursa, bu
ayetlerin inişinin mantıklı bir tarafı olabilir mi? Eğer bu ayetler gerçekten
iddia edildiği gibi ekleme ve karı­şım olayıyla ilgiliyse, bunlar İsra ve Hacc
sûresinde ne arıyor?

İşte bu noktaya gelince olayı objektif ve makul ölçüler içinde
eleştir­memizin mümkün olduğunu görüyoruz. Yani tefsiri yapılmakta olan bir
ayetin önceki ve sonraki cümleler ile bağlantısını, fikir birliğini ve işlenen
konuyu dikkate almalıyız. İsra sûresinin 8. rukû’unu okuyun ve ondan ön­ceki ve
sonraki bölümlerine de bakın. Burada kullanılan ifade, üslûp ve iş­lenen konuda,
6 yıl önceki bir vak’a sebebiyle Rasûlullah (a.s.)’ın azarlan­masını gerektiren
herhangi bir ipucu bulunabiliyor mu? (Onlar bizim sana vahyeylediğimiz…
sözleriyle başlayan bu ayetlerde Rasûlullah (a.s.)’ın tekzip edildiğini veya
azarlandığını gösteren bir şey de yok. Bu hususu yi­ne bir kenara bırakalım.)
Aynı şekilde Hacc sûresinin 52. ayetinden önceki ve sonraki bağlantılara ve
fikir birliğine bakalım. Bu ayette hiç şöyle de­nildiği söylenebilir mi? “Ey
Nebi, 9 yıl önce Kur’an’a bir şeyler katma gibi işlediğin hata üzerine üzülme.
Bundan Önce de aynı hareketleri diğer pey­gamberler Şeytan’ın tesirinde kalarak
yapıyorlardı. Peygamberler bu gibi hatalar yapınca ve kendilerinden ya da
Şeytan’dan ilâhî kitaba herhangi bir şey katınca Allah onları iptal eder ve
ayetlerini sağlamlaştırır.”

Biz daha önce de belirttik ve burada tekrar belirtmek istiyoruz
ki, bir rivayet veya hadis, senedi ve kaynağı her ne kadar sağlam ve kuvvetli
olursa olsun, metni ve muhtevası saçma ise yanlış ve tutarsız ise ve Kur’an-ı
Kerim’in sözleriyle, tertibi, fikir birliği ve ifadeleriyle, üslubuyla çatışıyor
ise muteber ve geçerli sayılamaz. İşte bu ispatlama tarzı ve bu hususta verilen
deliller şüpheci bir kişi ve tarafsız bir araştırmacıyı bile tatmin edecek ve
susturacak mahiyettedirler. Bir mü’mine gelince, böyle bir hikâye ve olayı ilk
bakışta reddeder; çünkü bunlar Kur’an-ı Kerim’in bir değil, bir düzine
ayetleriyle çatışıyor. Bir müslüman bu hikâye ve ola­yın râvilerinin Şeytan
tarafından kandırıldığını daha kolaylıkla kabul ede­bilir; ama Hazreti Peygamber
(a.s.)’in kendi nefsinin isteğiyle Kur’an-ı Ke­rim’e bir tek kelime eklemiş
olduğuna inanamaz. Bir müslüman, Muham­med Mustafa (a.s.)’nın bir an bile
Tevhid’e biraz şirk katarak kâfirleri memnun etmek istediğini, ya Allah’ın
kâfirlerle barışması için bazı emir ve hükümler gönderdiğini düşündüğünü ya da
vahyin kendisine şüpheli ve şaibeli bir şekilde geldiğini ve Cebrail’in
sözlerine Şeytan’ın karışmasını kendisinin fark edemediğini düşünemez. Bu gibi
zan ve düşünceler Kur’an-ı Kerim’in her satır ve kelimesine büsbütün aykırıdır.
Bu tür ihti­mal ve iddialar müslümanların Kur’an-ı Kerim ve Hazreti Peygamber
(a.s.)’e olan iman ve bağlılıklarda da ters düşüyor. Sadece senet ve kaynakların
çokluğunu görerek Cenab-ı Allah, Kur’an-ı Kerim ve Hazreti Peygamber efendimiz
(a.s.) hakkında böylesine tehlikeli, zararlı ve yarala­yıcı hikâye ve olaylara
inananlara pes doğrusu! Allah bizi bu gibi hata ve günahlardan korusun.

Şimdi hadislerin bu kadar muteber ve güvenilir râvileri ile anlı
ve şanlı muhaddis, müfessir ve tarihçilerin bir hikâyeyi ispatlamak maksa­dıyla
bir araya gelmeleri sebebiyle ortaya çıkacak bir soru ya da şüpheyi de
giderirsek daha iyi olacak. Aklımıza bir soru gelebilir. Bu kadar büyük
isimlerin hepsi nasıl bir konuda yanılmış olabilirler? Bu hikâyenin hiçbir aslı
astarı yoksa, bu kadar çok muteber râvi ve bu kadar tanınmış muhad­disler, nasıl
Hazreti Peygamber (a.s.)’e ve Kur’an-ı Kerim’e böylesine kor­kunç ve ciddi bir
suçlama ve iftirada bulunabilirler? Bu sorunun cevabını biz yine hadislerin
hazinesinde bulabiliriz. Buhârî, Müslim, Ebu Davud, Nesâî ve Müsned-i Ahmed’de
bu hikâye gerçek şekliyle anlatılmıştır. Bü­tün hikâye, Hz. Peygamber (a.s.)’in
Necm sûresini tilavet etmesi ve bunun sonunda secde edince toplantıda hazır
bulunan bütün müslüman ve müş­riklerin secde etmesinden ibarettir. Bunda,
aslında hayret edilecek bir şey yoktu ve pek garipsenmemeliydi. Zira, evvela
Kur’an-ı Kerim’in bizatihi son derece tesirli ve büyüleyici bir üslubu vardır.
Üstelik, Hazreti Pey­gamber (a.s.)’in mübarek ağzıyla okunmasının bu etkiyi daha
da arttıraca­ğı unutulmamalıdır. Bu iki faktörün birleşerek toplantıdakileri
büyülediği ve secdeye gitmelerine sebep olduğu pek uzak bir ihtimal değildir.
Zaten, bundan dolayıdır ki, Kureyşliler Hz. Peygamber (a.s.)’e sihirbaz ve
büyücü gibi lakablar takıyorlardı. Bundan sonra, öyle sanılıyor ki, Kureyşliler
bu bir anlık dalgınlıkları üzerine pişmanlık duydular ve onlardan bazısı buna
bir gerekçe bulmaya çalıştılar ve dediler ki: “Vallahi biz bunu yapmak
is­temiyorduk ama biz Hz. Muhammed (a.s.)’in ağzından mabudlarımızı öven bazı
sözler duyduktan sonra secdeye gittik[2].
Diğer tarafta bu olay Habeşistan’daki müslüman muhacirlere “İslâm ile Küfr
arasında sulh te­min edildi” diye ulaştı; zira görgü tanıkları müşrik ve
müslüman herkesin aynı anda secde ettiklerini görmüşlerdi. Bu söylenti öylesine
yoğunlaştı ki Habeşistan’daki muhacirlerin hepsi değilse de çoğu Mekke’ye dönmüş
ol­du. Bu olaydan sonra aradan geçen 100 yılda, Kureyşlilerin secde etmesi olayı
bu secde ile ilgili Kureyşlilerin ileri sürdüğü gerekçe ve Habeşis­tan’daki
müslümanların yurda dönüşü, hepsi bir araya gelip gerçek bir olay şeklini aldı
ve bazı çok mümtaz alim, muhaddis, müfessir ve tarihçi bunu kabullenmek zorunda
kaldılar. İnsan, insandır. En bilgili ve imanı kuvvetli kişi bile hataya
düşebilir. Din büyüklerine büyük bir hayranlık besleyenler ise dini coşku ve
velvele yüzünden bazen hakikatlerle beraber mübalağalı hikâye ve olayları da
gerçekmiş gibi kabul ediverirler. Kötü niyetli İnsanlar ise bu iyi, dürüst
insanların sadece hata ve kötülüklerini bir yerde toplayıp bu zevat vasıtasıyla
bize intikal eden hadis-i şerif ve hatta Kur’an-ı Kerim’in tümünün güvenilir
olmayıp, hâşâ çöpe atılmaya lâyık olduğunu ispatlamaya çalışırlar.

29.1.4.6. Mekke’ye
Dönen Muhacirlerin Başlarından Geçenler

Mekkeli kâfir ve müşriklerin müslüman olduğunu zanneden
müslü­man muhacirler, Nübüvvetin 5. yılı Şevval’inde Habeşistan’dan yurtlarına
hareket ettiler. İbn Sa’d’ın ifadesine göre muhacirlerin hepsi yurda döndü. İbni
İshâk’a göre muhacirlerin bazısı döndü, bazısı da Habeşistan’da kaldı. Belazuri
ise bütün muhacirlerin döndüğünü belirtmekte yetinmemiş, ayrıca onların kimlerin
himayesine girdiğini de belirtmiştir. Bu muhacirler Mekke yakınlarına gelince
Beni Kinâne’nin bir ferdiyle karşılaştılar ve ondan Kureyş’in durumunu öğrenmek
istediler. O adam dedi ki: “Muham­med, Kureyş’in mabudları hakkında hayırlı
sözler söyleyince herkes on­dan yana çıktı. Fakat o (Muhammed) mabudlarını
tekrar kötülemeye baş­layınca, onlar (Kureyş) kendisine eskisinden daha sert
davranmaya başla­dılar. Ve onu şimdi kendi haline bırakmış bulunuyoruz.” Bunun
üzerine muhacirler arasında bir istişare yapıldı. Acaba Habeşistan’a tekrar
dönül­meli miydi, yoksa gelmişken Mekke’ye girilmeli miydi? Herkes Mekke’ye
dönme lehine karar verdi. Bunlardan her biri bir kabile reisinin himayesi­ne
Tâlib oldu. Sadece Hz. İbni Mes’ud kimsenin himayesine giremedi ve bir müddet
bekledikten sonra Habeşistan’a döndü. İbn Mes’ûd ile ilgili bu bilgiler İbni
Sa’d, Belazuri ve bazı diğer yazarlar tarafından verilmiştir. Ama İbn’ul-Kayyım,
“Zad-ul Me’âd” adlı eserinde İbni Mes’ûd’un Mek­ke’de kaldığını ifade etmiştir.
Daha önce belirtiğimiz gibi İbni İshâk, ilk hicrete Hz. İbni Mes’ûd’un
katılmadığını beyan etmiştir.

Belâzuri’nin ifadesine göre Mekke’ye dönen müslüman muhacirler
aşağıda belirlenen şekilde çeşitli eşraf ve kabile reisinin himayesine
girdi­ler:

1. Hz. Osman bin Affân’ı, Ebû Uhayha Sa’id bin el-As bin el-As
hi­mayesi altına aldı.

2. Hz. Ebû Huzeyfe bin Utbe bin Rebia’yı, Ümeyye bin Halef
hima­yesi altına aldı.

3. Hz. Zübeyr bin el-Avvâm’ı, Zeme’a bin el-Esved himayesi
altına aldı.

4. Hz. Mus’ab bin Umeyr’i, Nadr bin el-Hâris bin Kelede himayesi
al­tına aldı.

5. Hz. Abdurrahman bin Avfı, Esved bin Abd-i Yeğûs himayesi
altı­na aldı.

6. Hz. Amir bin Rebi’a’yı, As bin Vâil Sehmi himayesi altına
aldı.

7. Hz. Ebû Sabre bin Ebi Ruhm’u, Ahnes bin Şerik himayesi altına
al­dı.

8. Hz. Hâtıb bin Amr’ı, Huveytib bin Abdul-Uzza himayesi altına
al­dı.

9. Hz. Süheyl bin Beydâ’yı, kabilesinden bir kişi himayesi
altına aldı. Ama bazı rivayetlere göre kendisi bir süre Mekke’de saklandı daha
sonra Habeşistan’a döndü.

Belazuri, Vakıdi’ye dayanarak ve İbni Hişâm, İbni İshâk’a
dayanarak Hz. Osman bin Ma’zûn’un Velid bin Muğire’nin himayesine girdiğini,
an­cak diğer müslümanların büyük zulüm ve işkenceye tabi olduklarını gö­rünce
kendisinden utandığını, bir müşrikin himayesinde olmaktan üzüntü duyduğunu,
sonra Velid bin Muğire’ye gidip şunları söylediğini yazmış­lardır: “Sizin
himayenize hacetim yoktur. Bunu kaldırmanızı istiyorum.” Velid dedi ki:
“Evlâdım, himayem sırasında iyilikten başka bir şey mi gördün? Kimse sana kötü
muamelede mi bulunmuştur?” Hz. Osman bu soruya karşılık gerçek sebebi söylemedi
ve bunları söylemekle yetindi: “Hayır, ben sadece Allah’ın himayesini istiyorum.
O’nun dışında başka bi­rinin himayesine hacetim yoktur.” Velid bin Muğire dedi
ki: “O halde Harem’e gidip, benim seni himayem allına aldığımı ilân ettiğim gibi
sen de benim himayemden beraatını istediğini açıklayacaksın” dedi. Hz. Osman
bunu memnuniyetle kabul etti. Sonra ikisi Harem’e gittiler. Orada Velid dedi ki:
“Şu Osman benim himayemi iade etmeye gelmiştir”. Hz. Osman bin Ma’zun dedi ki:
“Evet doğrudur. Velid’in himâyesi benim için dürüst ve vefalı bir insanın
himayesi gibiydi. Ama bundan böyle Allah’tan başka kimsenin himayesini
istemiyorum. Bu sebepten dolayı da onun (Velid’in) himayesini iade ediyorum.”

Tam o sıralarda Arabistan’ın önde gelen şairlerinden Lebîd bin
Rebi’a Mekke’ye geldi ve şiirlerini okurken şöyle bir mısra okudu:

“Dikkat edin Allah’tan başka her şey batıldır.” Hz. Osman “çok
doğru söyledin” dedi. Bunun üzerine ikinci mısrası­nı okudu:

“Ve her nimet er geç kaybolacaktır.”

Hz. Osman “işte bu yanlıştır. Cennet gibi bir nimet hiçbir zaman
yok olmaz” dedi. Lebid bu sözler üzerine sinirlendi ve Kureyşlilere dedi ki:
“Pes doğrusu, sizlerle sohbet etmek ve sizlerle konuşmak şimdiye kadar böylesine
rahatsız edici değildi.” Bunu duyan Beni Muğireli bir şahıs Hz. Osman’a bir
tokat attı. Tokadın darbesiyle Hz. Osman’ın bir yüzü morardı. Velid bin Muğire
alaylı bir edâ ile “Oğlum, bununla ne kazandın?” diye sordu. “Benim ikinci gözüm
de böyle bir darbe istiyor” diye cevap verdi Hz. Osman. Velid dedi ki: “Halbuki
sen iyi bir himaye altında idin.” Hz. Osman da cevap verdi: “Allah’a yemin
ederim, bundan sonra Allah’tan başka kimsenin himayesine girmeyeceğim.” Bu
konuşma devam ederken Hz. Abdullah bin Ebi Ümeyye bin Muğire, Hz. Osman’a elini
kaldırmış olan şahsın burnunu kırdı.

İbni Hişâm’ın İbni İshâk’a istinaden belirttiği gibi, Hz. Ebu
Seleme (r.a.) dayısı Ebu Tâlib’in himayesine girmişti. Hz. Ebu Seleme, Ebu
Tâlib’in kız kardeşi Berre binti Abdulmuttalib’in oğluydu. Bu konuyla ilgili
olarak Beni Mahzumlular Ebu Tâlib’e dediler ki: “Siz kendi yeğeninizi hi­maye
ediyorsunuz, buna bir şey demiyoruz. Ama bizim adamımızla ne il­giniz var? Onu
da himayeniz altına almışsınız.” Ebu Tâlib kendilerine şu cevabı verdi: “Evet
(Hz.) Muhammed benim yeğenimdir. Ama Ebu Sele­me de kız kardeşimin oğludur.
Yeğenimi koruyabiliyorsam kardeşimin oğlunu neden korumayayım?” Beni Mahzumlular
meseleyi uzatmak iste­diler ve epeyce tartıştılar. Bunun üzerine Ebu Leheb dedi
ki: “Ey Kureyş­liler, şeyh ile yeterince tartıştınız. Siz onun himayesine giren
adamları, hi­mayesinden çıkarmak için kendisine olanca baskıyı uyguluyorsunuz.
Val­lahi onu rahatsız etmeyi bırakın, yoksa onunla beraber ben de sizi
kovaca­ğım.” Beni Mahzumlular Ebu Leheb’in bu sözlerini dinleyince şaşırıp
kal­dılar ve “Ebu Utbe, biz seni kızdırmak istemiyoruz” diyerek oradan
ayrıl­dılar.

Taberî’nin ifadesine göre Habeşistan’dan dönenlerden Hz. Osman
bin Affân ile zevcesi Hz. Rukayye (r.a.), Hz. Ebu Huzeyfe ve zevcesi Sehle binti
Süheyl bin Amr Mekke’de kaldılar ve Medine’ye yapılan hicrete ka­dar başka bir
yere gitmediler. Ama, bu ifade pek güvenilir değildir. Zira İbn İshâk,
Habeşistan’a giden muhacirlerin ikinci kafilesinde de bu zevâtın bulunduğunu
yazmıştır. Ayrıca, Medine’ye hicretten önce Habe­şistan’dan Mekke’ye dönen 33
erkek ve 8 kadından müteşekkil grupta da yine bunların ismi geçiyor. Tarihi
kayıtlara göre bu muhacirlerden ikisi vefât etmiş, 7’si hapse atılmış ve 24’ü
Bedir savaşına katılmışlardı.

29.1.5.
Habeşistan’a Yapılan İkinci Hicret

Mekke’de müslümanlara yapılan baskı ve zulüm giderek artıyordu.
Diğer taraftan Habeşistan’ın müslümanlar için emin bir yer olduğu ortaya
çıkmıştı. Bu durumda Hz. Peygamber (a.s.) mazlum müslümanların Habe­şistan’a
hicret etmelerinin doğru olacağını tekrar belirtti. Bunun üzerine, Nübüvvet’ten
sonra 6. yılda ve 615 Miladi yılının başında Habeşistan’a ikinci hicret yapıldı.
Kureyşliler bu hicrete mani olmak için ellerinden ge­leni yaptılar, hicrete
çıkanları tehdit etmeye çalıştılar ve yolda çeşitli güç­lükler çıkarmaktan geri
kalmadılar; ama her şeye rağmen 80’den fazla er­kek ve 18-19 kadın Habeşistan
yolunu tuttular ve oraya salimen vardılar. İbni Sa’d erkeklerin sayısının 83
olduğunu, kadınlardan 11’inin Kureyşli diğer 7’sinin ise Kureyş’in dışından
olduğunu kaydetmiştir. Bu 83 erkek­ten birinin Ammar bin Yasir olduğu ifade
olunmuştur. Ancak İbni İshâk, Ammâr’ın kafilede olduğundan şüphe etmiştir.
Vakıdi ile İbni Ukbe ise onun kafilede kesinlikle yer almadığını yazmışlardır.
Bunun aksine İbn Abd-il-Berr ile Cezm, Hz. Ammar’ın Habeşistan’a gittiğini beyan
etmiş­lerdir. Aynı şekilde bu muhacirler arasında Hz. Ebu Musa el-Eş’ari’nin de
bulunduğu rivayet olunmuştur. Fakat kendisinin Mekke’yi terk etmediği sabittir.
Kendisi elbette ki Mekke’ye gelip müslüman olmuştu, ama daha sonra memleketi
olan Yemen’e dönmüştü ve orada İslâm’ı tebliğ ediyordu. Bundan sonra Hz. Ebu
Musa kendi kavminden 52-53 kişiyle birlikte bir tekneye binip Yemen’den ayrıldı;
ama rüzgârın etkisiyle Habeş sahillerine ulaştı. İşte o zaman Habeşistan’da
bulunan muhacirlerle karşılaştı. Sahih hadislerde Hz. Ebû Mûsa Eşari bizzat şu
ifadelerde bulunmuştur: “Biz Yemen’de iken Rasûlullah (a.s.)’ın peygamberlik
makamına yükseldiğini duyduk. Bir gemiye bindik; ama gemimiz bizi Habeşistan’a
götürdü. Ora­da Ca’fer bin Ebi Tâlib ile buluştuk. Daha sonra Hayber’in fethi
sırasında onlarla beraber Hayber’e gittik.” İbni Sa’d da Ebu Musa el-Eş’arî’nin
şu sözlerini nakletmiştir: “Biz Yemen’den kendi kavmimizden 50’dcn fazla kişiyle
birlikte yola çıktık ve tekne bizi Necâşî’nin memleketine götürdü. Orada Hz.
Ca’fer bin Ebi Tâlib ile buluştuk.”

29.1.5.1.
Habeşistan’a İkinci Hicret İçin Giden Kafile

Bu hicretin önemi, İbn Hişâm’ın kendi siyer kitabında İbni
İshâk’a da­yanarak verdiği muhacirlerin listesiyle belli oluyor. Liste şöyledir:

Beni Hâşim’den:

1. Hz. Ca’fer bin Ebi Tâlib (r.a.)

2. Hz. Ca’fer’in zevcesi Esma binti ‘Umeys Has’amiyye Beni
Ümeyye’den:

3. Hz. Osmân bin Affân (r.a.)

4. Hz. Osman’ın zevcesi; Hz. Rukayye binti Rasûlullah (a.s.)

5. Amr bin Sa’id bin el-As (Ebu Uhayha’nın oğlu).

6. Hz. Amr’ın karısı Hz. Fatma binti Safvân (Beni Kinâne’den)

7. Hz. Hâlid bin Sa’id bin el-As (Hz. Amr’ın kardeşi)

8. Hz. Hâlid’in karısı, Hz. Ümeyye binti Halef (Humeyne olarak
da okunur).

Beni Ümeyye’nin Müttefikleri:

9. Hz. Abdullah bin Cahş (Beni Dûdân’dan olup Hz. Zeyneb’in
kardeşiydi).

10. Abdullah’ın kardeşi Ubeydullah bin Cahş (bu adam daha sonra
Habeşistan’da Hıristiyan olarak öldü).

11. Hz. Abdullah’ın karısı Hz. Ümm-ü Habibe (Ebû Sufyân’ın kızı
olup, Habeşistan’da iken imparator Necâşî’nin vasıtasıyla

Hz. Peygamber (a.s.)’in zevcesi olmuştu).

12.  Hz. Kays bin Abdullah (Beni Esed bin Huzeyme’den)

13. Hz. Kays’ın karısı Hz. Bereke binti Yesâr (Ebû Sufyân’ın
serbest bıraktığı hizmetçisi)

14. Hz. Mu’aykib bin Ebi Fâtıma (Devs kabilesinden) Beni Abd-i
Şems bin Abd-i Menaf tan:

15. Ebû Huzeyfe bin Utbe bin Rebia

Beni Nevfel bin Abd-i Menâfin Müttefiklerinden:

16. Hz. ‘Utbe bin Gazvan (Beni Kays bin Aylân’dan) Beni Esed bin
Abdul-Uzza bin Kusayy’dan:

17. Hz. Zübeyr bin el-Avvam bin Huveylid (Hz. Hatice’nin yeğeni)

18. Hz. Esved bin Nevfel bin Huveylid (Hz. Hatice’nin yeğeni)

19. Hz. Yezid bin Zeme’a bin Esved bin Muttalib

20. Hz. Amr bin Ümeyye bin Hâris bin Esed Beni Abd-i bin
Kusayy’dan:

21. Hz. Tuleby bin Umeyr bin Vehb Beni Abdü’d-Dâr’dan:

22. Hz. Mus’ab bin Umeyr bin Hâşim

23. Hz. Süveybit bin Sa’d

24. Hz. Cehm bin Kays

25. Hz. Cehm’in zevcesi, Umm-u Harmele binti Abdü’l-Esved

26. Hz. Amr bin Cehm (Cehm’in oğlu)

27. Hz. Huzeyme bin Cehm (ikinci oğlu)

28. Hz. Ebû er-Rûm bin Umeyr bin Hâşim (Hz. Mus’ab’ın kardeşi)

29. Hz. Firaş bin Nadr bin Hâris bin Kelede

Beni Zühre’den:

30. Hz. Abdurrahman bin Avf

31. Hz. Amir bin Ebi Vakkas (Hz. Sa’d’in kardeşi)

32. Hz. Muttalib bin Ezher

33. Hz. Muttalib’in zevcesi, Ramle binti Ebi Avf

Beni Zühre’nin Müttefikleri:

34. Hz. Abdullah bin Mes’ud (Huzeyl kabilesinden)

35. Hz. Utbe bin Mes’ûd (Abdullah’ın kardeşi)

36. Hz. Mikdad bin Amr (Esved’in evlâtlığı)

Beni Teym’den:

37. Hz. Hâris bin Hâlid (Hz. Ebû Bekr’in dayı oğlu)

38. Hz. Haris’in karısı Rayt bint ul-Hâris

39. Hz. Amr bin Osman (Hz. Talha’nın amcası)

Beni Mahzûm’dan:

40. Hz. Ebû Seleme bin Abdul-Esed (Hz. Peygamber (a.s.)’in süt
kardeşi ve teyze oğlu)

41. Hz. Ebu Seleme’nin zevcesi Hz. Ümm-ü Seleme (Daha sonra
Rasûlullah (a.s.)’ın zevcesi oldu)

42. Hz. Şemmas bin Osman (Utbe bin Rebi’a’nın yeğeni)

43. Hz. Hebbâr bin Süfyân

44. Hz. Abdullah bin Süfyân; (Hz. Hebbâr’ın kardeşi. Bazı
tarihçiler adını Ubeydullah yazmıştır).

45. Hz. Hişâm bin Ebi Huzeyfe bin Muğire (Bazı yazarlar adını
Hâşim olarak yazmıştır).

46. Hz. Seleme bin Hişâm bin Muğire (Ebû Cehl’in kardeşi)

47. Hz. Ayyaş bin Ebî Rebi’a (Ebû Cehl’in kardeşi)

Beni Mahzûm’un Muttefikleri:

48. Hz. Mu’attib bin Avf (Beni Huzâ’a’dan)

49. Hz. Osman bin Ma’zun (Hz. Ömer’in eniştesi)

50. Hz. Saib bin Osman (Hz. Osman’ın oğlu)

51. Hz. Kudâme bin Ma’zun (Hz. Osman’ın kardeşi)

52. Hz. Abdullah bin Ma’zun (Hz. Osman’ın kardeşi)

53. Hz. Hâtib bin el-Hâris

54. Hz. Hatib’in karısı Hz. Fâtıma binti Mücellil Amiriyye

55. Hz. Muhammed bin Hâtib (Hz. Hatib’in oğlu)

56. Hz. Hâris bin Hâtib (Hz. Hatib’in oğlu)

57. Hz. Hattâb bin el-Hâris (Hz. Hatib’in kardeşi)

58. Hz. Hattâb’ın karısı Fukeyhe binti Yesâr

59. Hz. Süfyân bin Ma’mer

60. Hz. Câbir bin Süfyân (Sufyân’ın oğlu)

61. Hz. Cünade bin Süfyân (Sufyân’ın oğlu)

62. Hz. Hasene (Hz. Sufyân’ın karısı)

63. Hz. Şurahbil bin Hasene (Hz. Hasene’nin ikinci kocasından
doğan oğlu)

64. Hz. Osman bin Rebi’a bin Ühbân

Beni Sehm’den:

65. Hz. Huneys bin Huzâfe (Hz. Ömer’in damadı)

66. Hz. Abdullah bin Hâris

67. Hz. Hişâm bin As bin Vâil (Amr’ın kardeşi)

68. Hz. Kays bin Huzâfe

69. Hz. Ebû Kays bin Hâris

70. Hz. Abdullah bin Huzâfe

71. Hz. Hâris bin Hâris bin Kays

72. Hz. Ma’mer bin Hâris bin Kays

73. Hz. Bişr bin Hâris bin Kays

74. Hz. Sa’id bin Amr (Benî Temim’den)

75. Hz. Sa’id bin Haris bin Kays

76. Hz. Saib bin Haris bin Kays

77. Hz. Umeyr bin Ri’âb

Beni Sehm’in Müttefikleri:

78. Mahmiyye bin el-Cez’ (Beni Zübeyd’den) Beni Adiyy’den:

79. Hz. Ma’mer bin Abdullah bin Nadle

80. Hz. Urve bin Abdul-Uzza (Bazıları Urve bin Ebi Üsase bin
Abdul-Uzza yazmıştır)

81. Hz. Adiyy bin Nadle

82. Hz. Adiyy’in oğlu Nu’mân bin Adiyy

Beni Adiyy’in Müttefikleri:

83. Hz. Amir bin Rebi’at ul-‘Anzi

84. Hz. Amir’in karısı, Hz. Leylâ binti Ebi Hasme

Beni Amir bin Lueyy’den:

85. Ebu Sebre bin Ebi Ruhm

86. Hz. Ebû Sebre’nin zevcesi Ümm-ü Külsum binti Süheyl bin Amr

87. Hz. Abdullah bin Mahreme

88. Hz. Abdullah bin Süheyl bin Amr

89. Hz. Salit bin Amr (Süheyl bin Amr’ın kardeşi)

90. Hz. Sekrân bin Amr (Süheyl bin Amr’ın kardeşi)

91. Hz. Sevde binti Zemc’a (Daha sonra Hz. Peygamber (a.s.)’in
zevcesi oldu)

92. Hz. Mâlik bin Zemc’a (Hz. Sevde’nin kardeşi)

93. Hz. Mâlik’in karısı ‘Amre bint üs-Sa’dî (bazı yazarlar adını
‘Umeyre yazmışlardır).

94. Hz. Hâtıb (ya da Ebû Hâtıb) bin Amr.

Beni Amir’in Müttefikleri:

95. Hz. Sa’d bin Havle veya Havele (Yemenli idi)

Beni el-Hâris bin Fihr’den:

96. Hz. Ebû ‘Ubeyde bin el-Cerrâh

97. Hz. Süheyl bin Beyda

98. Hz. Amr bin Ebi Sert

99. Hz. ‘İyâd bin Züheyr (bazı yazarlar bu zâtın yerine Rebi’a
bin Hilal’in adını yazmışlardır)

100. Hz. Amr bin el-Hâris bin Bâheyr

101. Hz. Osman bin Abdi Ğanem bin Züheyr

102. Sa’d (ya da Sa’id) bin Abd-i Kays

103. Hâris bin Abd-i Kays.

29.1.5.2.
Habeşistan’a İkinci Hicret’in Mekke’de Yarattığı Tepkiler

Bu hicret, sert tepki ile karşılandı ve Mekke’de adeta her evde
bir ma­tem başladı. Zira Kureyş’ten küçük, büyük hiçbir aile yoktu ki, bunun
fert­leri Habeşistan’a giden ikinci kafilede yer almış olmasın. Birinin oğlu
git­mişse, öbürünün de kızı veya damadı hicret etmişti. Birinin karısı gitmişse
öbürünün kardeşi veya babası. Ebu Cehl’in öz kardeşi Seleme bin Hişâm, onun
amcazadesi Hişâm bin Ebi Huzeyfe ve ‘Ayyaş bin Ebi Rebia ve am­ca kızı Hz. Ümmü
Seleme, Ebû Sufyân’ın kızı Ümm-ü Habibe, “Utbe bin Rebi’a’nın oğulları, Hind’in
öz kardeşi Ebû Huzeyfe, Süheyl bin Amr’ın kardeşi, oğulları, kızları ve damadı
ve bunun gibi Kureyş’in ileri gelen bü­tün kabile reislerinin ve İslâm düşmanı
liderlerin öz evlâtları İslâm dini için evlerini, barklarını, ailelerini ve
yurtlarını terk edip yabancı bir ülkeye sığınmışlardı. Bu sebeple, Mekke’de bu
hicretten etkilenmeyen tek bir ev veya aile yoktu. Bu olay ise İslam
düşmanlarını daha da sertleştirdi ve on­lar eskisine oranla daha gaddarca
hareket etmeye başladılar. Bazıları ise Hak dininin artan gücüne karşı yenik
düştüklerini kabul ettiler ve müslü­man oldular.

29.1.6. Hz. Ebû
Bekr (r.a.)’in Hicret’e Niyetlenmesi

Kureyş, bu ağır darbe ve yaradan henüz kurtulmamışken başka bir
yara aldı: Hz. Ebû Bekr gibi nüfuzlu ve üstün zekâlı bir şahsiyet de Haz­reti
Peygamber (a.s.)’den izin alarak diğer muhacirlerle birleşmek üzere Mekke’den
ayrıldı. Buhârî’de yer alan Hz. Ayşe’nin rivâyetine göre Hz. Ebû Bekr,
Berk’ul-Ğimâd’a[3]
varınca Kare kabilesinin reisi İbn üd-Düğunne (ya da İbnü’d-Dağine) ile
karşılaştı. İbni İshâk’ın Hz. Ayşe, ‘Urve ve Zührî’ye dayanarak kaydettiği
rivâyete göre Hz. Ebû Bekr henüz Mek­ke’den bir-iki günlük mesafede iken bu zât
ile karşı karşıya geldi. Bu ka­bile reisi, Hz. Ebû Bekr’e “hayır ola, Ebû Bekr
nereye böyle?” diye sordu. Ebû Bekr de “halkım beni memleketimden çıkarmıştır.
Bana çok eziyet vermiş, hayatımı çekilmez hale getirmiştir” dedi. İbn üd-Düğunne
dedi ki: “Olur

mu Ebû Bekr, senin gibi bir adam kovulur mu? Vallahi, sen
toplu­mumuzun ziynetisin. Fakir ve zavallı insanlara sadaka ve ihsanda
bulu­nursun, herkese merhamet gösterirsin, kimsesiz ve çaresiz insanların
yü­künü taşırsın. Konukseversin, iyi ve hayırlı işlerde yardım edersin. Haydi
dön, ben seni kendi himayemin altına alıyorum. Sen kendi şehrinde Al­lah’ına
ibadet etmeye devam et.” Velhasıl, bu kabile reisi Hz. Ebu Bekr’i Mekke’ye geri
getirdi ve Mekkeli eşrafın yanına giderek onlara dedi ki: “Ebu Bekr gibi
muhterem bir zât buradan çıkmaz ve çıkarılamaz. Siz bun­ca meziyetlere sahip
olan bir kişiyi mi kovuyorsunuz?” İbni İshâk’ın rivâyetine göre İbn üd-Düğunne
Mekke’de şu duyuruyu yaptı: “Ben Ebû Kuhafe’nin oğluna emân verdim. Bundan sonra
kimse ona iyilikten başka bir muamele yapmasın.” Kureyşliler İbn üd-Düğunne’nin
himaye ve emânını reddetmedi, ama şu şartı ileri sürdüler: “Ebû Bekr (r.a.)
evinde nasıl isterse Rabbine ibadet etsin, ne isterse yapsın. Ama ibadetini
yüksek sesle yapıp bizi rahatsız etmesin. Evinin dışında da dua filan etmesin.
Çünkü bu şekilde kadın ve çocuklarımızın kendilerini fitneye kaptıracak­larından
endişe ediyoruz.” (Hâfız İbni Hacer, Hz. Ebû Bekr’in bu şekilde ne kadar zaman
kaldığının tesbit edilemediğini yazmıştır). Bunun üzerine Hz. Ebû Bekr evinin
içinde bir mescid yapıp orada namaz kılmaya ve Kur’an okumaya başladı. Sesi
öylesine güzel ve okuyuşu öylesine cazibeli idi ki, ibadet ettiği ve Kur’an-ı
Kerim okuduğu sırada evinin etrafını kadın ve çocuklar sarıp kendisini can
kulağıyla dinlerlerdi. Rivayetlere göre Hz. Ebu Bekr (r.a.) Kur’an-ı Kerim’i
tilâvet ederken umumiyetle hüngür hün­gür ağlamaya başlardı ve dinleyenler daha
da fena olurlardı. Bu durumu gören Kureyşli kabile reisleri hayli endişelendiler
ve derhal İbn üd-Düğunne’yi çağırıp kendisine şöyle dediler: “Biz senin hatırın
için kendisine emân vermiştik, şu şartla ki, kendi evinde sessizce Rabbine
ibadet etsin. Fakat o evinin avlusunda bir cami yapıp alenen namaz kılmaya ve
yüksek sesle Kur’an okumaya başlamıştır. Bu tavrı yüzünden kadın ve
çocukları­mıza fitnenin bulaşacağından korkuyoruz. Lütfen onu böyle yapmaktan
alıkoy. Ya evinde sakin sakin Rabbine ibadet etsin, ya da bu işi alenen yapmakta
ısrar ediyorsa ondan himayeni geri al; zira senin himayen de­vam ettiği müddetçe
biz uygunsuz bir şey yapmak istemiyoruz.” İbn üd-Düğunne Hazreti Ebû Bekr
(r.a.)’e gitti ve dedi ki: “Bir kişiye eman ver­dim; ama bu emân’ın ihlâl
edildiğini Arabistan’da herkesin söylemesini is­temiyorum.” Bunun üzerine Hz.
Ebû Bekr (r.a.) dedi ki: “Pekiyi ben senin himayeni iade ediyorum ve Allah’ımın
himayesine girmeyi kabul ediyo­rum.” İbn üd-Düğunne bundan sonra Kureyşlilere
geldi ve Hz. Ebû Bekr’in himayesini kendisine geri verdiğini, artık aralarındaki
ihtilâfı ken­dilerinin halletmelerinin gerektiğini söyleyip çekip gitti.

29.1.7.
Muhacirleri Geri Getirmek İçin Kureyş’in Necâşî’ye Heyet Göndermesi

Habeşistan’a müslümanların ikinci hicretinden sonra Kureyşli
kabile reisleri kafa kafaya verdiler ve bu durumun içinden çıkmayı plânladılar.
Varılan karara göre; Abdullah bin Ebi Rebi’a (Ebû Cehl’in üvey kardeşi) ve Amr
bin As kıymetli hediyelerle Habeşistan’a gidecekler ve Habeş İmparatoru
Necâşî’yi, Mekkeli müslüman muhacirleri geri göndermesi konu­sunda ikna etmeye
çalışacaklardı.

Konuyla ilgili rivayetler şöyledir:

a- Hazreti Ümm-ü Seleme (r.a.)’nin Rivâyeti:

Kendisi de Habeşistan’a giden muhacirlerden biri olan
Ümmül-Mü’minin, Hz. Ümm-ü Seleme bu hususta ayrıntılı bir rivayet anlatmıştır.
Bu rivayet, İbni İshâk ve İmam Ahmed tarafından naklolunmuştur. Ken­disinin
ifadesine göre, “Kureyş’in bu iki ünlü diplomasi uzmanı ve elçisi (Abdullah ile
Amr) peşinden Habeşistan’a geldiler. Bunlar önce Necâşî’nin sarayındaki ileri
gelenlere bolca hediye ve ikramda bulunarak onla­rın imparator ile konuşup
muhacirleri Mekke’ye geri göndermesi konu­sunda ikna etmeye çalışmalarını
söylediler. Daha sonra Necâşî ile görüş­tüler ve kendisine kıymetli armağanlar
verdikten sonra dediler ki: “Şehri­mizden bazı başı boş gençler size gelip
sığınmışlardır. Milletimizin eşrafı, onları iade etmenizi istememiz için bizi
size göndermişlerdir. Bu gençler hem bizim dinimizden çıkmış, hem de sizin
dininize girmemişlerdir ve kendilerine başka bir din icat etmişlerdir.”
Elçilerin bu sözleri biter bitmez saraydakiler hemen söze karıştılar ve koro
halinde “evet majesteleri, bu adamlar iade edilmelidir. Bunların ne biçim
adamlar olduğunu milletleri daha iyi bilir. Onları burada barındırmak iyi olmaz”
demeye başladılar. Fakat Necâşî öfkelendi ve dedi ki: “Ben onları bu şekilde
iade edemem. Kendi memleketlerini terk edip benim memleketime itimad etmiş ve
bura­ya sığınmış olanlara vefasızlık edemem. Önce ben onları yanıma çağırıp
durumu tahkik edeceğim ve bu elçilerin söylediklerinin ne kadar doğru ol­duğuna
bakacağım.” Bundan sonra sahabeler, Necâşî’nin sarayına çağrıl­dılar.

“Necâşî’nin mesajı geldikten sonra muhacirler bir araya gelerek
bir durum muhakemesi yaptılar ve Kral’a ne diyeceklerini tesbit etmeye
çalış­tılar. Daha sonra hepsi, Necâşî kendilerine ister sığınma hakkı versin,
ister vermesin Rasûlullah (a.s.)’ın kendilerine yaptığı vaaz ve telkinin
aynısını açıklamaya oybirliğiyle karar verdiler. Sonra Necâşî’nin sarayına
vardılar. Necâşî kendilerine dedi ki, “siz ne yaptınız? Kendi ulusal dininizi
terk ettiniz ve bizim de dinimize girmediniz. Dünyanın başka herhangi bir dinini
de kabul etmediniz. Sizin bu yeni dininiz nedir, Allah aşkına?” Bunun üzerine
muhacirler adına Hz. Ca’fer bin Ebi Tâlib yerinden kalkıp irtica­len bir konuşma
yaptı. Hz. Ca’fer konuşmasında, ilk önce Cahiliyye döne­minde Arapların dini,
ahlâki ve içtimai bozukluklarından bahsetti; daha sonra sözü Hazreti Peygamber
(a.s.)’in bi’setine getirdi, onun öğretilerini anlattı. Hz. Peygamber (a.s.)’e
tabi olanlara yapılan mezâlimi dile getirdi ve dedi ki: “Biz sizin memleketinize
geldik, memleketinizde bize zulüm yapılmayacağını umut ediyorduk”[4].
Necâşî bu konuşmayı dinledikten sonra dedi ki: “Allah tarafından Peygamberinize
geldiğini söylediğiniz kelam’dan bir parça bana da okur musunuz? Hazreti Ca’fer
bunun üzerine Hz. Yahya ve Hz. Îsa (a.s.) ile ilgili olan Meryem sûresinin ilk
bölümünü okudu. Necâşî bunu dinliyor ve ağlıyordu; o kadar ki, sakalı göz
yaşlarıy­la ıslandı. Sadece o değil, onun din adamları, rahipleri ve saraydaki
bütün herkes gözyaşları döktü. Hazreti Ca’fer bin Ebi Tâlib, Kur’an-ı Kerim’in
tilâvetini bitirince Kral Necâşî şöyle dedi: “Şüphesiz, bu kelâm ve Hz. Îsa’nın
getirdiği kelâm aynı kaynaktan çıkmıştır. Vallahi, ben sizi onlara (Kureyş’e)
teslim etmeyeceğim.” Sonra Kureyşli elçilere şöyle dedi: “Siz geri
gidebilirsiniz. Vallahi, ben bunları size teslim edemem. Asla ede­mem.”

“Abdullah bin Ebî Rebî’a hakkımızda (müslümanlar hakkında)
yumu­şak bir tavır içinde idi ve bizim kurtulmamızı istiyordu. Fakat Amr bin
el-As dedi ki, “vallahi ben yarın kendilerine öyle deliller sunacağım ki,
bun­lar (müslümanlar) burada barınamazlar. Ben Necâşî’ye diyeceğim ki, bun­lar
İsâ bin Meryem’in sadece bir kul olduğuna inanırlar.” Abdullah dedi ki: “Boş
ver, böyle yapma. Bunlar bizim muhaliflerimiz olabilirler, ama ne de olsa
bizdendirler ve biz aynı millete bağlıyız. Bunların üzerimizde bir takım hakları
vardır.” Amr bin el-As ise söylediklerine hiç kulak as­madı. Ertesi gün
Necâşî’nin huzuruna çıkıp şöyle dedi: “Majesteleri, lüt­fen bunları çağırıp
kendilerine sorar mısınız; Îsa bin Meryem hakkında ne düşünüyorlar? Bunlar Hz.
Îsa (a.s.) hakkında kötü şeyler söylerler.” Bu­nun üzerine Necâşî müslümanları
tekrar huzuruna çağırdı. Müslümanlar Amr bin el-As’ın nasıl bir oyun
tezgahlamakta olduğunu gayet iyi biliyor­lardı. Onun için, onlar bir araya
gelerek, Necâşî’ye Hz. Îsa (a.s.) hakkında neler söylenmesi gerektiğini tesbit
ettiler. Durum çok kritikti ve herkes te­dirgindi. Ama bu defa da müslümanlar,
her ne olursa olsun, kendilerine Hz. Peygamber (a.s.)’in öğrettiklerini dile
getireceklerine karar verdiler. Velhasıl, bunlar Necâşî’nin sarayına gittiler ve
Necâşî kendilerine Amr bin el-As’ın sorusunu tekrarlayınca, Hz. Ca’fer bin Ebi
Tâlib hiç çekinme­den dedi ki: “O (Hz. Îsa) Allah’ım kulu ve peygamberidir. O
Allah’ın baki­re Meryem’e ilkâ etmiş (indirmiş) olduğu bir kelime ve rûh’tur.”
Bunu duyduktan sonra Necâşî yerden bir kürdanlık (ya da bir odun parçası)
kal­dırıp dedi ki: “Vallahi, senin dediklerinden, Hazreti Îsa bu kürdanlık kadar
daha fazla değildi.” Bunu der demez saraydaki nedimleri ve diğer görevli­leri
kıyameti kopardılar ve böyle bir şeye tahammül edemeyeceklerini söylediler.
Fakat Necâşî dedi ki: “Siz ne derseniz deyin, gerçek budur.” Sonra biz (müslüman
muhacirlere) dedi ki: “Gidin, siz memleketimde hu­zur ve mutluluk içinde
yaşayabilirsiniz. Size kötü sözler söyleyen veya kötü muamele yapan
cezalandırılacaktır. İnanın, bana altından bir dağ da verilse onun karşılığında
sizi rahatsız etmek istemiyorum.” Daha sonra, “benim bunlara ihtiyacım yoktur”
diyerek Arap elçilerine hediyelerini geri verdirdi ve şunları ekledi: “Cenab-ı
Allah memleketi bana geri verdiği za­man benden rüşvet almamıştı. Ben şimdi
O’ndan O’nun işiyle ilgili rüşvet mi alayım?”

b- Hz. Abdullah bin Mes’ud’un Rivâyeti

Bu olayın görgü tanıklarından biri de bu toplantıya ve
tartışmalara katılan, Hz. Abdullah bin Mes’ud’du. Müsned-i Ahmed ve Taberânî’de
yer alan rivâyetine göre; Kral Necâşî, müslüman muhacirleri yanına çağırdığı ve
Hz. Ca’fer bin Ebi Tâlib (r.a.) Rasûlullah (a.s.)’ın öğretilerini kendisine
anlattığı sırada kendileri için şöyle dedi: “Vallahi, bunlar bizim Hz. Îsa
(a.s.) hakkında söylediklerimizden daha fazlasını (değişiğini) söylemiyor­lar.
Bravo size ve size gelen şahsiyete (Rasûlullah’a). Ben onun Allah’ın rasûlü
olduğuna şehâdet ediyorum. Adı İncil’de geçen peygamber odur ve Hz. Îsa bin
Meryem’in müjdelediği resûl de odur.”

Hz. Abdullah bin Mes’ud’un rivâyetinde şunlara da yer
verilmiştir: “Kureyş’in iki elçisi Necâşî’nin huzuruna çıkıp önce secde ettiler
ve daha sonra sağında ve solunda oturdular. Daha sonra dediler ki, “Bizim kabile
ve milletimizden bazı kimseler size gelmişlerdir. Bunlar bizden ve dini­mizden
ayrılmışlardır.” Bunun üzerine Necâşî müslümanları çağırdı. Haz­reti Ca’fer bin
Ebi Tâlib bize dedi ki, “ben bugün hepiniz adına konuşaca­ğım.” Bu yüzden
hepimiz onun arkasından Necâşî’nin divanına çıktık. Hz. Ca’fer (r.a.) divana
girdikten sonra herkese selâm verdi. Nedimler dedi ki, “niye secde etmiyorsun?”
Hz. Ca’fer dedi ki: “Biz Allah’tan başka kimse­ye secde etmeyiz.” Bundan sonra
Hz. Ca’fer konuşmasını yaptı ve Hazreti Peygamber (a.s.) ile talimatından söz
etti ve daha sonra lafı, Hz. Îsa bin Meryem’e getirdi. Hz. Abdullah’ın
rivâyetinde Necâşî’nin Hz. Peygamber (a.s.)’in peygamberliğini tasdik ettikten
sonra şöyle dediği de kaydedil­miştir: “Allah’a yemin ederim, eğer krallık
işleriyle uğraşmamış olsaydım, ben O’nun (Rasûlullah) huzuruna çıkıp pabuçlarını
çıkartıp O’na abdest aldırırdım.”

c- Hz. Ebû Mûsâ el-Eş’ari’nin Rivâyeti

Buna benzer bir rivâyet Hâfız Ebû Nuaym ve Beyhakî’nin
naklettiği, Hz. Ebû Mûsa el-Eş’ari’ninkidir. Bu rivayette şu ilâve bilgiler yer
almıştır: “Müslüman muhacirlerin Habeşistan Kralı Necâşî’ye varmasından önce
Kureyşlilerin heyeti kendisini kandırmak ve yanıltmak için şunları söyle­di:
“Göreceksiniz bunlar (müslümanlar) size secde etmeyeceklerdir”. Biz
(müslümanlar) Necâşî’nin divanına vardığımızda rahipler ve din adamları dediler
ki, “Krala secde edin.” Hz. Ca’fer “Biz Allahu azze ve celâl’den başka kimseye
secde etmeyiz” dedi. Biz daha sonra Necâşî’nin huzuruna çıkınca kendisi Hazreti
Ca’fer’e dedi ki: “Senin bana secde etmene ne en­gel var?” Hz. Ca’fer yine
kendilerinin “Allah’tan başka kimseye secde et­mediklerini” bildirdi. Bundan
sonra Hz. Abdullah bin Mes’ûd’un beyan et­tiği rivayet vardır. Sonunda da şu
cümle eklenmiştir: “Necâşî bize; ‘mem­leketimde ne kadar kalmak isterseniz
kalın’ dedi ve bizim için yiyecek ve giyecekler verdi.”

d- Hz. Ca’fer bin Ebi Tâlib’in Rivâyeti:

Hâfız bin Asâkir ile Taberânî, bizzat Hazreti Ca’fer bin Ebi
Tâlib’in rivâyetini oğlu Abdullah’a dayanarak nakletmişlerdir. Bu rivâyette yer
alan ilâve bilgiler şunlardır: “Kureyş’in heyetinin şikâyetine cevap verir­ken,
biz, onlarla bizim aramızdaki dinî ihtilâftan söz ettik. Necâşî bunun üzerine
elçilerine şunu sordu: “Bunlar köleleriniz midir?” Onlar “hayır” dediler. Onlara
tekrar sordu, “onlar size borçlu mudur?” Onlar yine “ha­yır” dediler. Sonra dedi
ki, “o halde bıraksanıza onları.” Daha sona Hz. Ca’fer de diğer râviler gibi;
Amr bin el-As’ın, haklarında Necâşî’ye şikâyet ettiğini, Hz. Îsa bin Meryem
hakkındaki akidelerimizin ne olduğunu sor­masını istediğini ve kendisinin bu
akideyi açıklamasından sonra Necâşî’nin bunları tasdik ettiğini belirtmiştir.
Rivâyetin sonunda şu cüm­lelere yer verilmiştir: “Necâşî, ‘umarım burada sizi
kimse rahatsız etmi­yordur” diye bize sordu. Biz “evet” dedik. Bunun üzerine
kraliyet emri çı­karıldı; “kim bu muhacirleri rahatsız ederse dört dirhem para
cezasına çarptırılacaktır”. Necâşî, “bu sizin için yeter mi?” diye sordu. Biz
“hayır” dedik. Bunun üzerine Necâşî, para cezasını iki misline çıkardı.”

29.1.8.
Muhâcirlerin Örnek Davranışı

Böylelikle, Habeşistan’a hicret eden müslümanlar, sadece iman
ettik­leri dinin ve kendi dini inançlarının kuvvetli ve sağlam olduğunu
ispatla­madılar; ayrıca imanları için evlerini, ailelerini, akrabalarını ve
işlerini, mallarını, şehirlerini ve vatanlarını terk edip her türlü eziyeti
çekmeye hazır olduklarını ispatladılar. Sadece bu değil, sürgün ve muhacerette
hiç­bir destek ve dayanakları yokken bile Hak konusundan en ufak bir taviz
vermeye hazır olmadıklarını gösterdiler. Muhacirlerin, özellikle, Kral
Necâşî’nin bütün nedim ve görevlilerinin, düşmanlarından rüşvet alıp on­ları
teslim etme hazırlığında iken, herkesin önünde Hz. Îsa ile ilgili İs­lâm’ın
gerçek akide ve inancını açıklamaktan çekinmediler. Böyle bir nâ­zik anda
Hıristiyanlığın temel inançlarını oluşturan felsefe ve kurallarla il­gili
İslâm’ın gerçek talimatının açıklanması, Kral Necâşî’nin sinirlenip mazlum
müslümanları Kureyşli elçilere teslim etmesi ihtimâlini kuvvet­lendirebilirdi.
Fakat buna rağmen müslümanlar Hak sözünü söylemekten geri kalmadılar ve hiçbir
şeyden korkmadılar. Bu davranış da, İslâmî da­veti ne kadar sağlam ve temiz
karakterli insanların kabul ettiğini ortaya koydu.

29.1.9.
Habeşistan’dan Bir Hıristiyan Heyetinin Mekke’ye Gelmesi

Habeşistan’a giden ve orada bir müddet kalan müslüman
muhacirlerin güzel ahlâk ve temiz karakterlerinin Habeşlileri nasıl etkilediği,
Habeşis­tan’dan 20 Hıristiyan’dan oluşan bir heyetin Mekke’ye gelip Hazreti
Pey­gamber efendimiz (a.s.) ile görüşmesiyle anlaşılmış oluyor.

İbni Hişâm ile Beyhâki ve diğer yazarlar bu vak’ayı Hazreti
Muham­med bin İshâk’a dayanarak nakletmişlerdir ki şöyledir: Müslümanların
Habeşistan’a hicret etmelerinden sonra, Hz. Muhammed (a.s.)’in nübüvve­ti ve
İslâmî daveti ile ilgili haberler Habeşistan’ın dört yanına yayıldı. Bu­nun
üzerine 20 Hıristiyan’dan müteşekkil bir heyet durumu bizzat yerinde incelemek
üzere Mekke’ye geldi ve Hz. Muhammed (a.s.) ile Mescid-i Haram’da görüştü. (Bir
rivayete göre, heyet Hz. Peygamber (a.s.) ile Top­lantıda görüştü). Heyetin
gelmesi üzerine Kureyşliler de orada toplandılar. Heyetin üyeleri Hazreti
Peygamber (a.s.)’e bazı sorular sordular ve Rasûlullah (a.s.) da bunlara gereken
cevabı verdi. Hazreti Peygamber (a.s.) da­ha sonra heyettekileri İslam’a davet
etti ve onlara Kur’an-ı Kerim’den bazı ayetler okudu. Kur’an-ı Kerim’in
etkileyici sözlerini dinleyince, heyetteki­lerin gözleri yaşardı ve onlar bunun
Allah’ın kelâmı olduğunu tasdik etti­ler ve Rasûlullah (a.s.)’a iman ettiler.
Toplantı bitince Ebu Cehl ve adam­ları heyetin yolunu keserek onları azarladılar
ve şöyle dediler: “Yahu, siz ne biçim adamlarsınız? Sizin dindaşlarınız sizi, bu
adamın (Hz. Muham­med) nasıl olduğunu ve ne yaptığını araştırmak üzere buraya
gönderdiler. Fakat siz yanına oturur oturmaz kendi dininizi terk edip ona iman
ettiniz. Sizin gibi aptal ve enayileri hayatımızda görmedik.” Bunun üzerine
Ha­beşliler şu karşılığı verdiler: “Bize eyvallah arkadaşlar. Biz sizin gibi
cehalete dalamayız. Siz kendi yolunuzdan gidin ve bize kendi yolumuz­dan gitmeye
izin verin. Biz bile bile kendimizi iyilik ve hayırdan mahrum edemeyiz.” Bu
vak’a Kasas sûresinde şöyle anlatılmıştır:

“Kur’ân’dan evvel kendilerine Kitab verilenler ona iman
ediyorlar. Onlara Kur’ân okunduğu zaman, ‘Diz buna iman ettik. O Rabbimiz
tara­fından gelen hak bir sözdür. Doğrusu biz ondan evvel de İslam’ı kabul
et­miş kimselerdik’ derler.” (Ayet; 52-53)

“Onlar çirkin söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve,
‘Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz sizedir. Bizden emin olabilirsiniz,
size sövmeyiz. Biz cahillerle mücadeleyi istemeyiz’ derler.” (Ayet; 55)

29.1.10.
Habeşistan’dan Dönen Muhacirlerin İlk Kafilesi

Burada şunu belirtmekte fayda vardır ki, Habeşistan’a giden
müslü­manların ikinci kafilesinden başta Hz. Ca’fer bin Ebi Tâlib olmak üzere
bazıları orada kaldılar ve Hayber savaşı sırasında ülkeye döndüler; ama İbni
İshâk’ın rivâyetine göre bazıları muhtelif zamanlarda, müslümanların Medine’ye
hicretinden önce Mekke’ye döndüler. Memlekete dönenlerin ilk kafilesinden şu
zevat yer alıyorlardı: Hz. Osman bin Affân (r.a.) ve zevcesi Hz. Rukayye binti
Rasûlullah (a.s.), Hz. Ebû Huzeyfe bin ‘Utbe bin Rebî’a ve zevcesi Sehle binti
Süheyl bin Amr, Hz. Abdullah bin Cahş, Hz. Utbe bin Gazvan, Hz. Zübeyr bin
el-Avvam, Hz. Mus’ab bin Umeyr, Hz. Süveybit bin Sa’d bin Harmele, Hz. Tuleyb
bin Umeyr, Hz. Abdullah bin Avf Hz. Mikdad bin Amr, Hz. Abdullah bin Mes’ûd, Hz.
Ebû Seleme ve zevcesi, Hz. Ümm-ü Seleme, Hz. Şemmas bin Osman, Hz. Seleme bin
Hişâm (Mekke’de hapsedildi), Hz. Ayyas bin Rebî’a (Medine’ye doğru hicret için
yola çıktı, ama üvey kardeşi Ebû Cehl ve Hâris bin Hişâm’ın al­datması üzerine
yakayı ele verdi ve Mekke’de hapsedildi), Hz. Mu’attib bin Avf, Hz. Osman bin
Ma’zun ve oğlu Hz. Saib ve iki kardeşi Kudâme ve Abdullah, Hz. Huneys bin
Huzâfe, Hz. Hişâm bin As bin Vâil (bu da Mekke’de hapsedildi), Hz. Amir bin
Rebî’a ve karısı Leylâ binti Ebi Has­me, Hz. Abdullah bin Mahzeme, Hz. Abdullah
bin Süheyl bin Amr (ken­disi Mekke’de hapsedildi ve babası kendisine o kadar
zulüm etti ki, görü­nüşte küfre döndü, ama kalben müslüman kaldı. Nitekim, Bedir
savaşı sırasında Mekkeli kâfirlerle muharebe meydanına gitti ve tam orada
müslü­manlara katıldı), Hz. Ebû Sebre bin Ebî Ruhm ve karısı Ümm-ü Külsum binti
Süheyl bin Amr, Hz. Sekrân bin Amr (İbni İshâk ve Vâkıdî’nin ifadesine göre
kendisi Mekke’de vefat etti. Fakat Mûsâ bin Ukbe ile Ebû Ma’şer’in ifadelerine
göre kendisi daha önce Habeşistan’da vefat etmişti), Hz. Sevde binti Zeme’a, Hz.
Sa’d bin Havle, Hz. Ebû Ubeyde bin el-Cerrâh, Hz. Amr bin el-Hâris, Hz. Süheyl
bin Beyda, Hz. Amr bin Ebi Serh.

29.1.11. Rûm
Sûresinde Yer Alan Haber

Habeşistan’a hicret sırasında, Hz. Peygamber (a.s.) ile Kur’an-ı
Ke­rim’in hak olduklarını kesin ve inkâr edilmez bir şekilde ortaya koyan önemli
bir tarihi olay meydana geldi. Bu olay, Kur’an-ı Kerim’in gerçek­ten Allah’ın
kelâmı olduğunu ve vahiy yoluyla Rasûlullah (a.s.)’a indiğini ispatlamış oldu.
Bu olay, Rûm sûresinin ilk ayetlerinin inişiydi. Bu ayet­lerde şöyle denilmişti:

“Rumlar mağlup oldu. Size yakın bir yerde. Halbuki onlar
mağlubi­yetten sonra muhakkak galib geleceklerdir. Birkaç (3-9) yıl içinde.
Bundan evvel ve bundan sonra emir Allah’tandır. O gün, mü’minler
ferahla­nacaklar.” (Ayet; 2-4)

Hz. Muhammed (a.s.)’in nübüvvetinden sekiz yıl önce idi. Bizans
im­paratoru Maurice’e karşı bir isyan vuku buldu ve Phocas adında bir kişi tahtı
ele geçirdi. Bu adam ilk önce imparatorun gözlerinin önünde beş oğ­lunu
katletti; sonra imparatorun kafasını da uçurdu ve baba-oğul maktül­lerin
başlarını İstanbul (Constaninople) da halka teşhir etti. Birkaç gün sonra
imparatorun karısı ve üç kızını da öldürttü. Bu kan dökümünden sonra İran (Pers)
İmparatoru Hüsrev Perviz’in Bizans İmparatorluğuna saldırma fırsatı doğdu.
İmparator Maurice, Hüsrev’in iyi bir dostuydu ve ona bazı ihsan ve lütuflarda
bulunmuştu. Aslında Hüsrev Perviz Bizans imparatorunun yardımıyla İran tahtına
oturmuştu ve bu sebeple ona “ba­ba” derdi. Hüsrev Perviz manevî babasına ve
kardeşlerine yapılan zulüm­den dolayı Phocas’tan intikam almak istediğini ilân
ederek M.S. 603’te Bi­zanslılara karşı savaş açtı. Bir kaç sene içinde Phocas’ın
kuvvetlerini üst üste yenerek bir koldan Anadolu’nun Urfa’ya ve diğer koldan
Suriye’nin Halep ve Anadolu’nun Antakya kentine kadar ilerledi. Bizanslı vezir
ve devlet adamları baktılar ki, Phocas kendilerini savunamayacak. Bunun için
Afrika valisinden yardım talep ettiler. Afrika valisi, oğlu Heraclius’u büyük
bir ordu ile birlikte İstanbul’a gönderdi. Heraclius İstanbul’a geldik­ten sonra
Phocas’ı azlettirdi ve “kaiser” (imparator) lakabıyla tahta oturdu. Daha sonra
Phocas’a, düşmanına yaptığı muameleyi yaptı. Bu tarihi olay­lar M.S. 610 yılında
meydana geldi. Aynı yıl Hz. Muhammed (a.s.) pey­gamberlik makamına tayin olundu.

Aslına bakılırsa Hüsrev Perviz için artık savaş sebebi ortadan
kalk­mıştı. Zira, Phocas’ın azli ve katlinden sonra intikam alınacak kimse
kal­mamıştı ve artık yeni imparator Heraclius ile ateşkes ve barış anlaşması
imzalayabilirdi. Fakat Hüsrev savaşa devam etti ve bunu Hıristiyanlık ile
Mecusilik arasındaki savaşa dönüştürdü. Bizans İmparatorluğunda Kili­se’nin
dinden ihraç ettiği ve baskıya tabi tuttuğu mezhepler, meselâ Nasturî ve
Ya’kubi’ye bağlı olanlar, Mecusi istilâcılarla birleştiler. Yahudiler de
Mecusiler’den yana çıktılar. Rivayetlere göre, böylece Hüsrev Perviz’in ordusuna
katılanlardan sadece Yahudilerin sayısı 28 bini bulu­yordu.

Yeni İmparator Heraclius bu İran ve Mecusi saldırısına karşı
fazla dayanamadı. İlk önce Antakya’nın düştüğünü öğrendi. Daha sonra M.S.613’te
Şam elden gitti ve 614’de Kudüs de İranlıların eline geçti. İranlılar Kudüs’de
büyük bir katliam ve yağma harekâtına giriştiler. 90 bin Hıristiyan katledildi.
En mukaddes kiliseleri yerle bir edildi. Hıristiyanların, Hz. Îsa (a.s.)’nın
çarmıha gerildiğini söyledikleri kutsal haç İranlılar tarafından o zamanki
İran’ın başkenti olan Medâyin’e götürüldü. Baş rahip Zekeriyyâ da İran’a
götürüldü. Kudüs’ün küçük büyük bütün kiliseleri tahrip edildi. Hüsrev Perviz’in
bu yağma hareketinden ne kadar gururlandığı ve zafer sarhoşluğunda olduğu,
Kudüs’ten Heraclius’e gönderdiği mektubun şu ilk cümleleriyle belli oluyor:

“Bütün tanrılardan büyük ve bütün yeryüzünün sahibi olan Hüsrev
tarafından O’nun alçak ve şuursuz kulu Heraclius adına. Sen Rabbine gü­vendiğini
söylüyorsun. O halde niçin senin Rabbin Kudüs’ü elimden kur­taramadı?”

Kudüs’ün fethinden sonra kısa bir süre içinde İran Ordusu Ürdün,
Fi­listin ve Sina yarımadasının tümüne hakim olarak Mısır kapılarına
dayan­dılar. Aynı sıralarda Mekke’de Hak ile Batıl arasında belki bundan sonra
küçük ama, tarihin akışını değiştirecek ve ilerde muazzam neticeler doğu­racak
bir çekişme ve mücadele devam ediyordu. Hakk’ın bayraktarlığını efendimiz
Hazreti Muhammed Mustafa (a.s.) yapıyordu ve Batıl’ın başın­da müşrik Kureyş
kabile reisleri vardı. Bu çatışma öylesine çetin bir saf­haya gelmişti ki, M.S.
615 (Bi’setten sonra 5. yılda) Mekkeli müslümanla­rın büyük bir grubu,
Bizanslıların müttefiki olan Habeşistan krallığına sı­ğındı. O sıralarda
Bizanslılara İranlıların galip gelmesiyle ilgili dedikodu her yerde duyuluyordu,
diyorlardı ki: “Bakın, İran’ın ateşperestleri zafer üstüne zafer kazanıyorlar ve
vahiy ile risâlete inanan Hıristiyanlar durma­dan mağlup oluyorlar. Aynı şekilde
biz Arap putperestleri de sizin dinini­zi yeryüzünden sileceğiz.”

İşte bu şartlar altında Kur’an-ı Kerim’in Rûm suresi indi ve
bunda şöyle dendi:

“Rumlar mağlup oldu. Size yakın bir yerde. Halbuki onlar
mağlubi­yetten sonra muhakkak galip geleceklerdir. Birkaç (3-9) yıl içinde.
Bun­dan evvel ve bundan sonra emir Allah’ındır. O gün mü’minler
ferahlana­caklar.” (Ayet; 2-4)

Burada istikbale ait iki haber vardı. Birincisi, Rumlar tekrar
galip ge­lecekler; ikincisi, müslümanlar da aynı şekilde zafer kazanacaklardır.
Bu haberlerin verildiği sırada ikisinin de gerçekleşmesine hiç imkân
bulunmuyordu. Bir yandan bir avuç müslüman Mekke’de her taraftan baskı al­tında
tutuluyordu ve kovuluyorlardı ve haberin verilmesinden 8 yıl sonra bile
müslümanların galip gelebileceği kimsenin aklına gelmiyordu. Diğer tarafta
Rumlar veya Bizanslılar üst üste hezimete uğruyorlardı. M.S. 619’a kadar bütün
Mısır da İranlıların eline geçti ve Mecusi askerleri Trablus­garb’a kadar
uzandılar. Küçük Asya’da, yani Anadolu’da İran ordusu Bi­zanslıları Boğaziçi’ne
kadar sürüklemişti. M.S. 617’de ise İstanbul’un ci­var mahallesi olan Kadıköy’ü
ele geçirdiler. İmparator Heraclius, Hüsrev Perviz’e elçi göndererek ne
şartlarla olursa olsun sulh yapmaya hazır oldu­ğunu bildirdi; ama Hüsrev bu
isteği hakaretlerle reddetti. Heraclius öylesi­ne ümitsizlenmişti ki İstanbul’u
terk edip Kartaca (Tunus)’ya kaçmayı dü­şündü.

Kısacası, Rûm sûresi indiğinde Mekkeli kâfirler çok güldüler ve
bunu alay konusu yaptılar. Übey bin Halef, Hazreti Ebu Bekr ile bahse girdi ve
dedi ki: “Eğer Bizanslılar üç yıl içinde galip gelirlerse ben sana 10 deve
vereceğim; yoksa sen 10 deve bana vereceksin.” Rasûlullah (a.s.) bu bahis
konusunu haber alınca Kur’an-ı Kerim’in ifadelerine göre bahsin 10 yıl için
yapılabileceğini ve develerin sayısının da 100’e çıkarılabileceğini be­lirtti.
Bunun üzerine Hz. Ebu Bekr, Übey ile tekrar görüştü ve yeniden bahse girdi. Yeni
bahse göre 10 yıl içinde kim kaybederse, o karşı tarafa 100 deve verecekti.

M.S. 622’de Rasûlullah (a.s.) Medine’ye hicret ederken Bizans
İmpa­ratoru Heraclius’un da iyi günleri geri geliyordu. Heraclius hazırladığı
bir savaş taktiğine göre İstanbul’dan çıktı ve Karadeniz’den Trabzon’a vardı.
Oradan da İran ordusuna arkadan saldırmak istedi. Karşı saldırı için Kili­seden
para istedi. Başpiskopos Sergius kendisine büyük para yardımında bulundu.
Heraclius karşı saldırısına M.S. 623’de Ermenistan’dan başladı ve ertesi yıl
M.S. 624’de Azerbeycan’dan İran topraklarına girerek Zer­düşt’ün doğum yeri olan
Urmiye (Ohromoia)’yi yerle bir etti, İranlıların en büyük ateş yerini tahrip
etti. Allah’ın hikmetine bakın ki, aynı yıl müslü­manlar Bedir savaşında
Kureyşli kâfirleri hezimete uğrattılar. Bu şekilde Rûm sûresinde yer alan her
iki haber de aradan 10 yıl geçmeden gerçek­leşmiş oldu.

Bundan sonra Bizanslılar İranlıları sürekli olarak yenilgiye
uğrattılar. Ninova’da yapılan (M.S. 627) büyük meydan muharebesinde İranlıların
beli kırıldı ve İranlı imparatorların yazlık yeri Destgerd tamamıyla yağma
edildi. Bizans Ordusu Taysefûn (Cthesipon) yani Medâyin’i kuşattılar. Bu arada
M.S. 628’de bizzat Hüsrev Perviz’in ailesinde kavga çıktı; kendisi zindana
atıldı ve gözlerinin önünde 18 oğlu kılıçtan geçirildi. Daha sonra oğlu Sirveye
onu öldürerek tahta çıktı. Aynı yıl Hudeybiye Anlaşması im­zalandı; ki buna
Kur’an-ı Kerim “Büyük Zafer” adını vermiştir. Ve aynı yıl İran Şahı bütün Bizans
topraklarından geri çekildi ve Bizanslılara Ku­düs’ten alınan kutsal haçı geri
verdi. Bizans İmparatoru bu kutsal haçı ye­rine koymak için 629’da şahsen
Kudüs’e gitti. Aynı yıl Hudeybiye Anlaş­ması uyarınca Hz. Muhammed (a.s.) umre
edâ etmek üzere hicretten sonra ilk defa Mekke’ye girdi.

Bundan sonra, Kur’an-ı Kerim’in istikbale ait haberlerinin doğru
ol­duğu konusunda kimsenin şüphesi kalmadı. Arabistan’ın birçok önde ge­len
simaları İslam’ı kabul ettiler. Übey bin Halefin varisleri bahsi kaybet­tikleri
için Hz. Ebu Bekr’e 100 deve vermek zorunda kaldılar. Bu develer daha sonra Hz.
Peygamber (a.s.)’in emriyle sadaka olarak verildi.



 




[1]
Batılı bir
Doğubilimci son derece küstahlıkla şunları yazabilmiştir: “Şeytanî ayetler
iptal edilip Necm’in 21 -23. ayetleri indirildi.” Bu mesnetsiz iddia için bu
oryantalist hiçbir dayanak gös­termemiştir. Zâten gösteremez de.



[2]
Yakut,
“Mu’cemül-Buldan’da “Uzza” kelimesini tarif ederken, Kureyşlilerin Kâ’be’yi
tavaf ederken “vel-Lât vel-Uzzâ ve Menât-üs-Sâlisel-ul Uhrâ…” dediklerini
belirtmiştir. Bununla şu ihtimal ortaya çıkıyor: Rasûlullah (a.s.)’ın
ağzından Lât ve Uzzâ’nın ismini duyan bir kişi bu sözleri yüksek sesle
söylemiş ve toplantıda hazır bulunanlar bunların Hz. Peygamber (a.s.)’in
söz­leri olduğunu sanmışlardır.



[3]
Mekke’den
Yemen’e giderken beş günlük mesafededir. Bu yerin isminin yazılışında
ihtilâf vardır. Bizim yazdığımız isim “Feth-ul Bâri” de yer almıştır.
“Mu’cem-ul Buldân’da bu isim “Birk-ul Ğimâd” yazılmıştır. Bir başka yazılışı
da Birk ul Ğumâddır.



[4]
Hazreti
Ca’fer bin Ebî Tâlib’in konuşmasının, metni Hz. Ümm-ü Seleme’nin rivâyetine
dayanılarak İbni İshâk tarafından nakledilmiştir. Konuşma şöyledir: “Ey
Kral, biz cehâlet içinde bocalayan bir millettik. Putlara tapar, ölüleri yer
ve fuhuş yapardık. Merhamet ile hiçbir ilgimiz yoklu. Komşuluk hakkı nedir
bilmezdik. Verdiğimiz sözde durmazdık. Bizde güçlü olan zayıf ola­nı ezerdi.
Biz böylesine perişan bir durumda iken Cenâb-ı Allah bize yine bizden birini
Peygam­ber olarak gönderdi. Biz bu peygamberin soyluluğunu, sadakatini,
emânetini ve dürüstlüğünü bilir­dik. O bizi Allah’a çağırdı, ki Tevhid’ini
kabul edelim O’na ibadet edelim ve gerek bizim gerekse atalarımızın taptığı
taşları ve putları bırakalım. O doğru söz söylemimiz, emanete riayet
etmemizi, merhamet göstermemizi, komşuluk hakkını ve verdiğimiz sözleri
yerine getirmemizi ve haram fiil­ler ile kan dökmekten kaçınmamızı emretti.
Bizi fuhuştan, yalandan, yetimlerin mallarını yemek­ten ve temiz kadınlara
iftira atmaktan kurtardı. Bizim tek Allah’a inanmamızı ve ona ortak
koşma­mamızı isledi. Bizim namaz kılmamızı, oruç tutmamızı ve zekât
vermemizi istedi. Biz de bu dave­ti kabul ettik. Bu şekilde Allah’tan gelen
her emre boyun eğdik. Biz sadece Allah’a ibadet ettik ve O’na ortak
koşmadık. Hangi şeyleri haram ilan ettiyse biz de haram saydık ve hangi
şeyleri helâl etmişse onları helâl saydık. Bunları böyle yapınca milletimiz
bize hücum etti ve bize inanılmaz zu­lüm ve eziyetler yaptı. Din konusunda
bize zulüm elti ki, biz bunalarak putlara dönelim ve bizim için haram edilen
şeyleri helâl edelim. Nihayet, onlar bize akıl almaz zulümler yaptı ve
hayatları­mızı çekilmez hale gelirdiler. Kısacası, din yolumuzu tıkadılar.
Bunun üzerine biz çareyi sizin memleketinize gelmekte bulduk: Biz başka
memleketlere gitmektense sizin memleketinize gelme­yi tercih ettik ve sizden
emân istedik; şu ümitle majesteleri, ki memleketinizde zulüm olmayacak­tır.”

İlgili Makaleler