Diyanet İslam Ansiklopedisi

DİYANET ANSİKLOPEDİSİ MUHAMMED MADDESİ Hz Muhammed

G) Siyasî ve Askerî Kişiliği.

Resûluilah’ın peygamberlik misyonu, ferdî ve manevî hayat kadar maddî ve içtimaî ha­yatın da mükemmellik ölçüsünü ortaya koymayı ve her iki alanda İnsanlara kıla­vuzluk yapmayı kapsamaktadır. Müslü­manlar bu inanca sahip olmakla birlikte Kur’an ve Sünnet’in ilkeleri ışığında ma­nevî olgunluğu, erdemli bir ferdî hayat kadar düzenli ve huzurlu bir sosyal hayat için de ulaşılması gereken bir amaç ola­rak gördüklerinden teorik plandaki ilgi­leri daha çok onun ferdî ve manevî haya­ta kılavuzluğu üzerinde yoğunlaşmış ve sîretiyle ilgili literatür de bu yönde geliş­miştir. Batı dünyasında ise din ile hayatın maddî alanlarını birbirinden ayıran yay­gın telakki çerçevesinde peygamberliğin yalnızca ferdî ve manevî hayata kılavuzluk şeklinde kabul edilmesi. Resûl-i Ekrem’in sosyal misyonu ve tarihî rolünün kavran­masında karşılaşılan ciddi zorlukların ba­şında gelmekte ve dolayısıyla Resûlullah sosyal ve siyasal hayata fazlaca yönelmiş görülmektedir. Bir diğer problem de Ba-tf n:n yüzyıllar boyunca karşı karşıya kal­dığı ve savaştığı rakip bir uygarlığın kuru­cusu olarak Hz. Peygamber hakkında Or­taçağ boyunca teşekkül eden Ön yargılar­dan ve menfi tasavvurdan hâlâ kurtula­mamış olmasıdır.

Resûl-i Ekrem’in olağan üstü başarısı iki farklı bakış açısına göre izah edilmeye çalışılmıştır. Birincisi, Allah tarafından peygamber olarak seçildiği ve dolayısıyla başarısının ilâhî kaynaklı olduğu, ikincisi başarısının tarihî ve diğer tecrübî sebep­lere dayandığı, özellikle dikkat çekici lider­lik vasıflarının ve karizmatik şahsiyetinin bu konuda etkisinin bulunduğu şeklinde­dir. İlki genelde din âlimleriyle diğer ina­nanların, ikincisi Batılı araştırmacılarla tarihçilerin takip ettiği yoldur. Onun Kur-‘an’da vurgulanan örnek kişiliğiyle ta­rihî kişiliğini yansıtan bu iki yönü bir­biriyle çelişmeyip her biri kendi araş­tırma yolunu ve analiz yöntemini İzle­yen iki ayrı sorgulamayı gerektirir. Al­lah’ın elçisine yardım ve desteği bir mü­min için açık ve tartışılmaz olmakla bir­likte Resûluliah’ın başarısını izahta sahip bulunduğu üstün vasıfları gözardı etmek, onun bir insan olarak büyüklüğünü sade­ce ilâhî mesajı nakleden önemsiz bir va­sıta seviyesine düşürme tehlikesini taşır Bu durumda getirdiği mesajı bizzat anlayıp yaşayarak insanlara gösterme ve toplumu dönüştürme mis­yonunu, sosyal hayattaki kılavuzluk rolü­nü kavramada da zorlukla karşılaşılır.

Hz. Peygamber çeşitli âyetlerde belir­tildiği üzere diğer insanlar gibi bir insan­dır.[327] Fakat insanlara örnek olduğuna [328] yüksek bir ahlâk üzere bu­lunduğuna [329] Allah’ın lütuf ve esirgemesine nail olduğuna, kendisine hikmet bahsedildiğine[330] ilim verildiğine [331] ka­ba ve kat: yürekli olmadığına [332] insanlardan korunduğuna [333] ilâhî yardımla desteklendiğine [334] ilâhî gözetim ve koruma altında bu­lunduğuna [335] hidayete, dos­doğru yola erdirildiğine [336] hak ile gön­derildiğine [337] kendisine huzur ve gü­ven duygusu verildiğine [338] göğsünün açılıp genişletildiğine [339] Allah’ın ve meleklerin ona salât okuduğuna [340] müminlere karşı çok şefkatli ve merhametli olduğuna [341] dair âyetler yanında hadis ve siyer kay­naklarında da belirtildiği gibi diğer insan­lardan farklı bir kişilik ve birikime sahip bulunduğu, üstün vasıflarla donatıldığı, başarısının temelinde vahyin bulunduğu ve toplumu bunun kılavuzluğunda yö­nettiği şüphesizdir. Bu çerçevede güçlü ve sağlıklı bir vücut yapısı, derin bir sezgi, anlayış ve kavrayış kabiliyeti, sağlam bir hafıza, etkili hitabet, ihlâs, sabır, cesaret, hilim, cömertlik, haya, iyi geçim, şefkat ve merhamet, vefa, tevazu, adalet, ema­net, iffet, doğruluk gibi üstün niteliklere sahipti.

Resûlullah’ın bu vasıflarıyla birlikte herhangi bir insan gibi yaşadığına ve ta­biat üstü özelliği bulunmayan bir şahsi­yet gibi diğerlerince izlenebilecek örnek bir hayat sürdüğüne işaret etmek gere­kir. Aksi takdirde onun yaşayış biçimi in­sanlık için mükemmel bir örnek teşkil edemezdi.[342] Ka­rakteri, ahlâkı, arzu ve eğilimleri farklı olan insanlara bir rehber olarak gönde­rildiğinden bunların bütün ihtiyaçlarını giderecek bir ruhî ve fikrî olgunlukla do­natılmıştı. Takip ettiği siyaset de fert ve toplumları kapsayan, bütün eğilimleriyle insan tabiatını göz önünde bulunduran bir genişlik ve derinlik taşıyordu. Resûl-i Ekrem’in, insanlık tarihinde siyasî, huku­kî, ekonomik ve sosyal alanlarda ortaya koyduğu değerleri bilfiil uygulamayı ba­şardığı bilinen tek peygamber ve lider ol­ması da bu kılavuzluk ve Önderlik misyo­nunun bir gereğidir.

İlk dönemlerden itibaren müslüman müellifler Resûlullah’ın başarısını onun peygamberlik misyonuyla, Allah’ın yardı­mına mazhar olmasıyla izaha çalışırken Batılı araştırmacılar genellikle şahsî ka­biliyet ve becerilerini öne çıkarmışlardır. Meselâ W. Montgomery Watt’a göre onun yaşadığı bölgedeki siyasal, sosyal, ekono­mik ve dinî şartlar başarısını kolaylaştır­mada etkili olsa da sahip bulunduğu üs­tün vasıflar olmasaydı bu sonucu elde edemezdi. Bu vasıfların başında manevî keşif istidadı -müslümanlara göre vahiy, devrin sosyal rahatsızlığının asıl sebeple­rini keşfe imkân veren sezgi gücü (fera­set) gelir. İkinci vasfı, bir devlet adamı sı­fatıyla izlediği siyasî strateji ve sosyal reformlarındaki bilgeliği, üçüncüsü de bir yönetici olarak sahip bulunduğu dirayet ve maharetle idarî işleri havale ettiği in­sanları seçmedeki isabetidir. Eğer onun bu yetenekleri ve bunların ötesinde Al­lah’a güveni olmasaydı insanlık tarihinin önemli bir bölümü hiçbir zaman yazılma­mış olacaktı.[343] Diğer bazı araştırmacılar da Resûl-i Ek­rem’in hayatındaki güçlü faktörün ve ola­ğan üstü başarısının temel anahtarının Allah’ın hitabına mazhar bulunduğuna dair sarsılmaz inancı olduğuna, böyle bir kanaatin diğer insanları da derin bir şekil­de etkilediğine, ilâhî iradenin icracısı sıfa­tıyla ortaya çıkışındaki kesinliğin kendisi­ni, söz ve emirlerine nihaî olarak boyun eğmeyi sağlayan bir otorite sahibi kıldığı­na dikkat çekerler.[344]

Hz. Peygamber’in görevi sadece ken­disine verilen vahyi tebliğden ibaret de­ğildi. Bunun yanında insanları tebliğ et­tiği dine çağırmak, dinin ilke ve esasları­nı açıklayarak bizzat yaşamak [345] gönderildiği toplumu bu doğrultuda yö­netip yönlendirmek [346] ve ye­ni bir toplum modeli oluşturmak da onun görevleri arasındadır [347] Zi­ra peygamberliğin amacı sadece belli ilke ve esasları insanlara bildirmek değil ferdî ve içtimaî planda bir dönüşümü de sağ­lamaktır. Bu sebeple Resûlullah’ın bizzat dini yaşayarak insanlara göstermesi ge­rekiyordu.[348] Müminler de ona uyup [349] emir ve yasaklarına boyun eğme sorumluluğunu taşıdıkları gibi [350] örnek davranışları­na tâbi olmak [351] ve onu örnek almakla [352] emrolunmuştur.[353]

Âlimler, Hz. Peygamber’in bir söz veya fiilinden hüküm çıkarırken onu hangi sıfatla söylediğine veya işlediğine dikkat edilmesi gerektiğini belirterek onun hem ferdî ve mânevi hem içtimaî hayattaki kılavuzluk vasıflarına atıfta bulunurlar. Karâfî, Resûl-i Ekrem’in tasarruflarının bir kısmının müftülük, bir kısmının kadı­lık ve bir kısmının imamet (devlet başkan­lığı) niteliğine dayandığını, bir kısmında bu niteliklerin birleştiğini, çoğunda ise ri-sâlet vasfının daha baskın olduğunu be­lirtir. Buna göre Hz. Peygamber’in tebliğ yoluyla gerçekleşen söz ve fiilleri genel hüküm ifade edip her müslümanı bağlarken devlet başkanı sıfatıyla yaptığı tasar­ruflar devlet başkanının iznine, hâkim olarak verdiği kararlar da hâkim kararma bağlı şekilde uygulanabilir.[354] Peygamberlik görevi (teb­liğ, risâlet, davet, beyan, tâlim, tezkiye) yanın­da devlet başkanlığı, kumandanlık, kadı­lık gibi işleri de uhdesinde bulunduran Resûl-i Ekrem’in bu görevleri, peygam­berlikten farklı olarak ebedî ve evrensel ilkelere dayanmakla birlikte mahallî ve tarihseldir, yani çağının şartlarına ve ihti­yaçlarına uygun olmak, zaman ve mekân­la sınırlı bulunmak gibi bir Özelliğe sahip­tir. Resûlullah, bütün çağlar için sabit ve geçerli olma iddiası taşıyan katı bir yö­netim yapısı ortaya koymamış, ashabına değişen şartlara göre dinamik bir yöne­tim kurmalarını sağlayacak bir rehber­liğin ana hatlarını vermiştir.[355]

Hz. Peygamber bir insan, bir kul olmak­la birlikte kendisine verilen misyon ve bu misyonun kazandırdığı manevî şahsiyet onu başkalarından ayırmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm bir taraftan Resûl-i Ekrem’in be­şeri tabiatına vurgu yaparken bir taraf­tan da onun diğer insanlar arasındaki özel statü ve otoritesini belirtir. Resûl-i Ek­rem’in örnek bir İslâm toplumu kurması ancak etkili bir otorite sayesinde müm­kün olabilirdi. Ümmetin lideri sıfatıyla onun müslümanlar üzerindeki otoritesi Kur’an’da “hükm” kavramı ile ifade edil­miştir.[356] Bu âyetler, Re-sûlullah’a itaatin somut ifadesini onu hâ­kim kabul edip verdiği hükmü tartışma­sız benimsemek şeklinde ortaya koyar. Allah’a itaat Peygamber’e itaatin temeli olurken Peygamber’e itaat de Allah’a ita­atin tek görünür kanıtıdır.[357] Onun peygamberlik görevi tamamen fikrî ve ruhî nasihatle sınırlı olmayıp bir İslâm toplumu (ümmet) kurma amacına bağlı olarak sosyal, politik ve askerî faaliyetleri de kapsadığından kendisine itaat sadece ibadet vb. alanlarda değil sosyal hayatta da söz konusudur.[358] Allah’ın kendisine itaatle beraber ona itaati de emretmesi ve eğer inanı-yoriarsa insanların anlaşmazlık konuları­nı hükme bağlamak için Allah’a ve elçisi­ne götürmelerini istemesi [359] onun otoritesini kabul etmenin İmanın bir gereği olduğunu ve bu iki itaatin esasta birbirine bağlı bulunduğunu gösterir. Da­ha önceki peygamberlere Allah tarafın­dan hikmet ve hükümranlık (mülk) bahsedildiğinin belirtilmesi [360] bunların onun için de söz konusu olduğunu ima etmek­tedir. Ancak Kur’an’da Hz. Peygamber için mülk yerine “hükm” kullanılmıştır.[361] Ahmed b. Han-bel’in naklettiği bir rivayete göre Allah Teâlâ, Resûlullah’ı hükümdar-peygamber ile kul -peygamber olma arasında serbest bırakmış, o da Cebrail’in Allah’a karşı te­vazu göstermesi yolundaki tavsiyesi üze­rine kul – peygamber olmayı tercih etmiş­tir [362] Resûl-i Ekrem, huzu­runda bulunan birinin korkuyla titreme­si üzerine, “Sakin ol, ben hükümdar de­ğilim” demişti [363]Ebû Süfyân’ın, Mekke fethi sırasında İslâm ordusunun haşmeti karşısında Abbas’a. “Kardeşinin oğlunun mülkü büyümüş” demesi üzeri­ne Abbas, bunun nübüvvet olduğunu söy­leyerek Resûlullah’ın liderliğinin peygam­berlikten ayrı anılmasını hoş karşılama-mıştır.[364] Kur-‘ân-ı Kerîm’de mülk kelimesinin Resûl-i Ekrem için kullanılmaması ve bu ifade­nin gerek kendisi gerek amcası tarafın­dan hoş karşılanmaması onun yöneticilik misyonunun farklılığına bir işaret olarak değerlendirilebileceği gibi kelimenin o dönemde taşıdığı olumsuz anlamı red şeklinde de anlaşılabilir. Nitekim melik ve halife kavramları arasındaki fark üzerine Hz. Ömer ile Selmân-ı Fârisî -veya bir baş­ka sahâbî- arasında geçen bir konuşma o devirde hilâfetin hak ve hukuka bağlılık, hükümdarlığın ise keyfî yönetim şeklinde algılandığını göstermektedir.[365] Mâlikî âlimlerinden Ebû Abdullah Muhammed b. Muham-med el-Makkarîde Kur’ân-ı Kerîm’de da­ha önceki ümmetlerden söz edilirken mülk teriminin kullanılmasına karşılık [366] müslümanlar için hilâfet kavramına yer verildiğini [367] belirterek mülkün babadan oğuia geçen yöneticilik olduğuna, hilâfetin ise seçime dayandı­ğına, Muâviye İle birlikte hilâfetin de hü­kümdarlığa dönüştüğüne dikkat çeker.[368] Bazı araştır­macılar, Hz. Peygamber’in devlet başkanı olarak rolünü Batılı okuyucuların kavraya­bilmesi amacıyla Hz. Mûsâ ve Dâvûd’un-kine benzetirse de [369] onların yöneticilik vasıflarının peygamberlikleri gibi kendi şahıslanyla sınırlı olduğu. Resûl-i Ekrem’in örnekli­ğinin ise son peygamber olması sebebiy­le kendisinden sonra ümmeti vasıtasıyla devam edeceği göz önüne alınırsa yöne­tim tarzı bakımından Makkarî tarafın­dan işaret edilen önemli fark dikkat çek­mekte ve İslâm’da siyasî liderliğin -Hz. Peygamber’den sonra-ilâhî tayin veya babadan oğula geçme yoluyla değil top­lumun ortak tercih ve onayı ile gerçekle­şeceğini göstermektedir.

Batı dünyasında yeni ön yargılarla birle­şerek kısmen varlığını sürdüren Hz. Pey­gamberdin şahsına yönelik geleneksel olumsuz imaj çerçevesinde onun Mekke döneminde müsamahalı bir tebliğci iken Medine döneminde elde ettiği güçle siya­sî bir şahsiyet haline geldiğine ve şiddete meylettiğine, asıl amacının da siyasî ol­duğuna dair iddialar ileri sürülmüştür.[370] Resûl-i Ekrem’in, Batı’daki yaygın Hz. îsâ imajından farklı şekilde daha önceki bazı peygamberler gibi yeni bir sosyal düzen kurma misyo­nunu da yüklenmiş olmasının kavrana-mamasından ve o günkü şartların taraf­sız olarak değerlendirilememesinden kay­naklanan bu iddialar diğer bazı araştır­macılar tarafından temelsiz bulunarak eleştirilmiştir. Rudi Paret tarihçilerin, Hz. Muhammed’i, kendi hükümranlığının bu dünyaya ait olmadığını söyleyen Hz. îsâ’-nın ortaya koyduğu modeli ve hıristiyan bakışını esas alarak değerlendirme hata­sına düşmemeleri gerektiğini belirtir. Ona göre Medine döneminde Arap- İslâm üm­metinin gerçekleşmesi sürecinde Resû-İullah asla kuvvet sâikiyle hareket etme­miş, aksine, derin bir tevazu ile en büyük askerî ve siyasî başarılarını da Allah sayesinde elde ettiğini söylemiştir. Hareket tarzında hiçbir değişiklik olmamış, görev anlayışı eskisi gibi kalmıştır.[371] Diğer bazı müel­lifler, Medine dönemindeki şartlar ve zaruretlerin Hz. Peygamber’in kuvvet kul­lanmasını gerekli kıldığını [372] onun barışçı bir misyonu icra ederken kendi hemşehrile­rinin haksızlığına mâruz kaldığı için ba­ğımsız bir toplum kurmayı tercih ettiğini ve kendini savunma durumunda kaldığı­nı belirtirler.[373] Birçok Ba­tılı yazar da Hz. Muhammed’in peygam­ber olma özelliğinin her zaman beşerî fa­aliyetlerine baskın geldiğini, devlet adam­lığı vasfının ikinci planda kaldığını söyle­mekte, onu bu rolünden soyutlayarak sa­dece başarılı bir devlet adamı olarak gös­teren veya Mekke ve Medine dönemle­rinde iki farklı şahsiyet portresi çizdiğini ileri süren bakış açısının yanlış olduğunu belirtmektedir.[374]

Yönetim. Mekke dönemi tecrübesiyle, gerek İslâm’ın evrensel boyutta tebliği gerekse müslümanların barış ve güven­lik içinde yaşama imkânına kavuşması için siyasî hâkimiyetin büyük Önem taşıdı­ğı açık bir şekilde ortaya çıkmıştı. Hicret öncesinde Akabe mevkiinde tamamen dinî etkenlerle Resûl-i Ekrem’e biat eden Medineli Evs ve Hazrec kabileleri men­suplarının, merkezî otoriteden mahrum olan Medine’de düzen ve barışın sağlan­ması için Hz. Peygamber’in hicretinden çok şey umdukları bilinmektedir. Resûlul-lah, İkinci Akabe Biatı’nda göç edeceği şe­hirde şahsî otoritesinin tanınmasını kesin şekilde istemiş ve bu kabul edilmişti. Me­dine’ye hicretin bu sosyopolitik hedefi şu âyette de farkedilmektedir: “Ve şöyle de: Rabbim! Gireceğim yere doğrulukla gir­memi sağla; çıkacağım yerden de beni doğ­rulukla çıkar ve tarafından bana hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver.[375]

Medine’de Arap kabileleri arasında sü­rüp giden düşmanlık ortamı geleneksel kabile kurallarıyla değil ancak üstün bir otorite ile bertaraf edilebilirdi. Nitekim iki Arap kabilesinin (Evs ve Hazrec) İslâ­miyet’i ve dolayısıyla Hz. Peygamber’in otoritesini kabulüyle bu konuda ilk olumlu adım atılmış oldu. Buna karşılık Benî Kay-nukâ”, Benî Nadîr ve Benî Kurayza gibi ka­bilelerden meydana gelen yahudi züm­resi ve münafıkların temsil ettiği pasif di­reniş yeni siyasî oluşumun önünde önemli bir engeldi. Medine vesikasıyla [376] yeni siyasî birliğe katılacaktan umu\an yahuü\ top\üluVAan buna yanaş-mayip müslümanlann dinî birliği için bir tehlike oluşturdukları kısa zamanda an­laşılınca Medine’den uzaklaştırıldı. Mü­nafıklar ise görünüşte Hz. Peygamber’in otoritesini benimseyip toplum için hayatî bir tehlike arzetmediklerinden varlıkları­nı sürdürdüler.

Hicretle birlikte teşekkül eden şartlar çerçevesinde Hz. Peygamber’in kuruluş halindeki bir devletin başkanı olma özel­liği ön plana çıkmaya, kendisinin dinî reh­berliği yanında siyasî liderliği önem ka­zanmaya başladı. Medine vesikasında müsiümaniar sadece diğerlerinden ayrı bir grup olarak anılmakla birlikte belge­nin Resûl-i Ekrem tarafından düzenlen­diğinin belirtilmesi, sözleşmenin asıl ta­raflarının müsiümaniar olması, kendisi­nin peygamber sıfatıyla anılması ve an­laşmazlıkların kendisine getirilmesinin hükme bağlanması onun daha baştan itibaren yönetimde inisiyatifi ele aldığı­nı, vesikada statüsü üzerinde ayrıntılı bi­çimde durulmasa da Hz. Peygamber’in devlet başkanı olarak öne çıktığını gös­termektedir. Daha sonraki gelişmelerle de kendisinin siyasî önderliği tartışmasız hale gelmiş, vefatına bir iki yıl kala Ara-bistan’daki kabilelerin büyük kısmı İslâ­miyet’i kabul etmiş, çevredeki bazı Arap, yahudi ve hıristiyan toplulukları ile ant­laşmalar yapılmış ve onun yönetiminde geniş bir siyasî birlik oluşmuştur. Resûl-i Ekrem’in liderliğinde Arap yarımadasın­daki siyasî yapı çeyrek asır içinde değişmiş, kabileler şeklinde yaşayan Araplar onun sayesinde ilk defa birleşip bir millet haline gelmiştir. Hz. Peygamber’in asır­larca yaşayan büyük bir devletin temeli­ni attığını söyleyen Gustave Edmund von Grunebaum, Araplar’ın dünya tarihinde olumlu bir inisiyatif sahibi olabilmeleri­nin ancak onun misyonu sayesinde gerçekleşebildiğine işaret eder.[377]

Resûlullah, ahlâk ve adalet bakımından bir çürüme içinde bulunan Arap toplu­munda hâkim dinî ve içtimaî telakki ve kurumlara karşı büyük bir mücadele baş­lattı, yeni bir ahlâkî ve sosyal düzen kur­maya çalıştı. Kabile düşmanlıklarını, sos­yal adaletsizlikleri ve doğuştan var oldu­ğu kabul edilen üstünlük kavramını or­tadan kaldırdı; fertleri birbirinden ayıran engelleri yıkıp kardeşlik, dayanışma ve sevgi esasına dayanan bir toplum meyda­na getirdi. Kız çocuklarının öldürülmesi­ni ve kadınlara kötü muamele yapılmasınluklar çerçevesinde hayatı erkekle payla­şan bir konum kazandırdı. Köleliğin ted-rîcî bir şekilde ortadan kalkması için ge­rekli tedbirleri aldı.

Hicretin 10. yılında (631) bütün Arabis­tan’ın İslâm hâkimiyetine girmesi üzeri­ne Hz. Peygamber çeşitli bölgelerin yöne­timi için genellikle kendi kabilelerinden seçkin kimseleri görevlendirdi. Kettânî yönetim, yargı ve vergi tahsili vazifeleri­ne tayin edilen kırk altı kişinin adını zik­retmektedir.[378] Muhammed Yâsîn Mazhar Sıddîkl vali olarak otuz iki kişi. merkezî âmil (vergi toplayan) sıfatıyla otuz dokuz ve mahallî âmil olarak yirmi sekiz kişiyi ve görev yerlerini yazmaktadır.[379] Resûlullah, Me­dine dışına çıktığında yerine bir sahâbîyi vekil bırakırdı. Kaynaklarda onun on yedi vekilinin adı zikredilir.[380]

Hz. Peygamber’in görev verdiği kimse­ler hakkındaki ölçüsü liyakat ve ehliyetti. Bunlardan yetenekli çıkmayanları geri ça­ğırır ve daha liyakatlisini gönderirdi. Ebû Zer el-Gıfârî ve amcası Abbas’ın bir görev talebini, sorumluluğunu taşıyamayacak­larını belirterek geri çevirdiği kaydedil­mektedir.[381] Esasen ashabı bizzat görev istemekten sakındırmış ve bir işe talip olanlara görev vermeyeceğini ifade etmişti.[382] Yönetimde soyluluk ve zen­ginlik gibi hususları değil ehliyeti esas almış, herkese kabiliyeti çerçevesinde fır­sat eşitliği tanımıştı. Bu sebeple ehil olan genç sahâbîlerin önemli görevlere getiril­diği görülür. Rivayete göre Amr b. Hazm, Necran’a vali tayin edildiğinde on yedi ya­şında idi.[383] Mekke’nin fethi sırasında müslü-man olan Attâb b. Esîd’în bu şehrin vali­liğine getirildiğinde yirmi yaşlarında ol­duğu kaydedilir.[384] Hz. Ali’yi Yemen’e ka­dı olarak gönderdiği zaman Ali daha genç yaşta olduğunu ve tecrübesi bulunmadı­ğını söyleyince Resûlullah ona dua ede­rek ve bazı tavsiyelerde bulunarak başa­rılı olacağını bildirmişti [385] İbnü’l-Cevzî, Hz. Peygamber’in vefa­tından az Önce göndereceği, içinde büyük sahâbîlerin de yer aldığı orduya kuman­dan tayin ettiği Üsâme b. Zeyd’in o sırada İbnü’l-Esîr de onun âmil vali. vergi tahsildarı sıfatıyla görevlendirildiğin­de on sekiz yaşında bulunduğunu [386] kaydeder. Yemen’e yöne­tici, kadı ve vergi tahsildarı olarak gönde­rilen Muâz b. Cebel de yirmi üç yaşındaydı [387] Ehil ol­mayan kişilerin göreve getirilmesini kıya­met alâmeti diye görmesi yanında [388] şu hadislerde Resûlul-lah’ın bu konudaki hassasiyetini göste­rir: “Bir topluluk içinde Allah’ın daha çok razı olduğu bir kişi bulunduğu halde bir başkasını göreve getiren kimse Allah’a, resulüne ve müminlere ihanet etmiş de­mektir”; “Kim müslümanlann bir işini üstlenip de kendisine duyduğu sevgi se­bebiyle birini onların başına getirirse Al­lah’ın laneti onun üzerine olsun; Allah on­dan ne bir tövbe ne bir fidye kabul eder.[389]

Resul-i Ekrem’in yönetimde vazgeç­mediği prensiplerden biri de meşveretti. Birçok işte ashabın ileri gelenlerine danı­şıp görüşlerini alır, Uhud Gazvesi’nde ol­duğu gibi bazan kendi kanaatine uymasa bile istişare sonucu ortaya çıkan kararı uygulardı. Hz. Ebû Bekir ile Ömer’in yar­dımcıları olduğunu belirten ResûiuUah [390] hayırve sevap umarak iyi niyetle görevini yerine getirmek isteyen yöneticiye Allah’ın iyi bir yardımcı nasip edeceğini, kötü niyetli yö­neticiler için aksi durumun söz konusu olacağını bildirmiştir.[391] Bazı rivayetlere göre Resûlullah da­ha Önceki peygamberlerin her birine ye­dişer yardımcı verildiğini, kendisinin yar­dımcılarının ise on dört olduğunu belirte­rek dört halife ile diğer bazı sahâbîlerin adlarını saymıştır.[392]

Resûlullah, yönetenlerle yönetilenlerin arasındaki engellerin kaldırılması husu­sunda çok hassastı. “Kim insanların bir işini üzerine alır da zayıf ve güçsüzlerle arasına engeller koyarsa kıyamet günün­de Allah da onun önüne engel çıkarır [393] “Kim müslümanlann işini üstlenir de yoksullara, haksızlığa uğ­rayanlara ve ihtiyaç sahiplerine kapısını kapatırsa Allah da onun İhtiyacına karşı rahmet kapılarını kapatır [394] “İhtiyacını bildiremeyen kimsenin ihtiyacını bana ulaştırın. Kim ihtiyacını ulaştıramayan kimsenin ihtiyacını bir yö­neticiye bildirirse Allah kıyamet günü onun iki ayağını sabit kılar [395] mealindeki hadisler bu ko­nudaki uygulamalarına işaret eder. Re­sûl-i Ekrem bu amaçla halkın arasına gi­rer, çarşıyı pazarı dolaşır, şikâyetleri din­ler ve gerektiğinde olan bitene müda­hale ederdi. Bir işle görevlendirdiği kim­selere, “Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın” tavsiyesin­de bulunurdu.[396] Dev­let işleriyle vazifeli kimselerin bu vesile ile maddî menfaat sağlamasına şiddetle karşı çıkar ve onları sıkı bir şekilde kont­rol ederdi [397] “Kim bize âmil olmuşsa bir zev­ce edinsin, hizmetçisi yoksa bir hizmetçi alsın, evi yoksa bir ev edinsin [398] diyen Hz. Peygamber, âmillerin kendilerine bağlanan maaş dı­şında menfaat teminini haksız kazanç ve hırsızlık olarak nitelemiştir.[399]

Dış İlişkiler. Batılı araştırmacılar, Hz. Muhammed’in peygamberlik misyonun­dan ayrı düşünülemeyecek olan dış siya­setteki hareket tarzı ve başarısını da şahsî kabiliyetine bağlama eğilimindedir. Onun Medine döneminde görülen politik hüne­ri modern tarihçilerce sıkça dile getiril­mektedir. Bedir Gazvesi’nin kumandanı­nın veya Hudeybiye Antlaşması’nı gerçek­leştiren şahsiyetin entelektüel üstünlü­ğe ve fevkalâde diplomatik beceriye sa­hip bulunduğundan kimsenin şüphe du­yamayacağına, onun dehasıyla ilgili olarak kaynaklarda yer alan bilgiler yanında sa­tır arasındaki esaslı noktaların da dikkat­ten kaçırılmaması gerektiğine işaret edil­mektedir.[400]

Resûlullah’ın Medine’ye gelmesinden bir süre sonra buradaki Arap kabileleri İslâmiyet’i benimsemişti. Yahudiler ise Hz. Peygamber’in kendilerine karşı bir ön yargı taşımadığını göstermesine ve Me­dine vesikasına göre sivil bir eşitlik statü­süne sahip bulunmalarına rağmen ken­dilerinden olmayan bir peygamberin hâ­kimiyeti altında karma bir toplum İçinde eriyecekleri endişesiyle, Kureyş’le açık bir İttifak görüntüsü vermeden ve fakat Ku-reyş’le yapılan savaşın konjoktürüne göre dozu değişen bir muhalefet grubu teşkil ettiler. Bu olumsuz tavrın giderek şidde­tini arttırmasıyla meydana gelen güven­sizlik ortamında Resûl-i Ekrem’in de on­lara karşı tavrı değişti ve kendilerinin se­bep olduğu siyasî, sosyal ve ekonomik se­beplerle ya hu di kabileleri bölgeden uzak­laştırıldı.[401] Bazı Batılı yazarların, Hz. Muhammed’in yahudileri sırf yahudi oldukları için temizleme siya­seti takip ettiği yolundaki iddiaları tarihî gerçeklerle bağdaşmadığı gibi böyle bir politikanın onun kişiliğine uygun olmadığı da açıktır. Nitekim Watt, yahudilere karşı izlenen siyasetin onların Kur’an vahyini tenkit yoluyla İslâm toplumunun temelini çürütmeye yönelik gayretleri yanında müslümanların düşmanlarına siyasî des­tek vermelerinden kaynaklandığına, düş­manca tavırlarını terkettikleri ölçüde Re-sûlullah’ın da kendilerine hoşgörülü dav­randığına dikkat çekmektedir.[402] Hz. Peygamber’in gerek ant­laşmalarını bozan yahudilere gerek Arap kabilelerine karşı sert tedbirler almasının amacı, Kur’ân-ı Kerîm’de de ifade edildiği üzere [403] barışı bozmaya yönelik teşebbüslere müsamaha edilmeyeceğini göstermekti. Medine’deki müslüman varlığının Ku-reyş’in en önemli ticaret yolu üzerinde büyük bir tehdit oluşturduğu, dolayısıyla müslümanların kendi hallerine bırakılma­yacağı gayet açıktı. Nitekim hicretten he­men sonra Kureyşliler, Medineli müslü-manlardan ve onlara karşı olan Araplar’-dan Hz. Peygamber’i himayeden vazgeç­melerini istemişlerdi.[404] Fakat Mekke müşriklerinin bütün ça­balarına rağmen Resûl-i Ekrem’in hic­retten itibaren aldığı askerî tedbirler ve bölgedeki kabilelerle yaptığı antlaşmalar sayesinde Hudeybiye Antlaşması öncesinde Suriye ve Irak’a giden kervan yollan kontrol altına alınmış, Kureyşliler büyük ölçüde çevrelerinden tecrit edilmişti. Böylece ekonomik yönden zayıflatılarak dirençlerinin kırılması. Medine’yi tehdit etmelerinin engellenmesi ve onlara karşı kan dökülmeden üstünlük sağlanması amaçlanmıştı. Hz. Peygamber’in bazı ağır şartlar taşıyan Hudeybiye Antlaşması’nı üstün bir ön seziyle imzalaması, gerek fe­dakârlık ve temkin gerekse attığı adım­ları geleceğe yönelik bilinçli bir plana da­yandırması bakımından önemli bir örnek teşkil eder. Bu sayede Kureyş onu siyasî anlamda tanıdığı gibi müslümanların Ka­be ve hac konusundaki iddialarını da ka­bul etmiş oluyordu.[405]

Hem İbrâhimî geleneğin ve Arap put­perestliğinin dinî merkezi hem Kureyş’İn Arap kabileleri arasındaki otoritesi ve prestiji sebebiyle büyük önem taşıyan Mekke’nin fethi, Hz. Peygamber’in Ara­bistan içindeki misyonunun başarıyla ta­mamlandığını göstermektedir. Fetihle ve İslâmiyet’i kabul etmeleriyle birlikte Ku­reyş liderlerinin diğer inananların seviye­sine inmiş olması, asırlardan beri Kabe’­nin cazibesine tâbi olmaya alışmış kabile­ler arasında yeni lidere itaat hususunda tabii bir hareketin doğmasına yol açar­ken Resûl-i Ekrem’in iyi ilişkileri ve barışı esas alması bu süreci hızlandırdı ve İslâ­miyet kısa sürede Arap yarımadasının kalan kısmına da hâkim oldu [406] Arap kabileleri 9 (630) yılında ittifak amacıyla Resûlullah’a elçi heyetleri gönderdiler. Bu heyetlerin ashaba ait bazı evler­de ağırlandıkları [407] bu amaçla yapı­lan bir evde [408] veya Mes-cid-i Nebevî’nin yanında kurulan çadırda [409] konakladıkları, Resûlullah’ın onları sık sık ziyaret ederek kendileriyle sohbet ettiği [410] kaydedilir. Hz. Pey­gamber bu heyetlere Allah inancını ve İs­lâm’ın erdemlerini anlatıyordu. Bu kabi­leler içinde rakip gruplar bulunduğun­dan onları çatıştırmadan karşılayıp gön­dermek de büyük maharet istiyordu. Muhtemelen Hz. Ebû Bekir’in ensâb bil­gisinden faydalanılmış olmakla birlikte bu hususta Resûlullah’ın bilge kişiliğinin de rolü büyüktür.[411]

Resûl-i Ekrem, daha sonra Arabistan dışındaki devletlerden gelen tehditlere karşı da tedbir alma gereğini duydu. Te-bük Seferi bu amaçla düzenlenmiştir. Bi­zans, Sâsânîler’e karşı başarı elde eder­ken Suriye, Filistin ve Mısır monofizitle-rine karşı uyguladığı baskı sebebiyle bu bölgelerdeki nüfuzunu gittikçe kaybedi­yordu. Böyle bir ortamda Bizans’ın sınırı olan Tebük’e yapılan seferde Bizanslılar’-la karşılaşılmadıysa da bölgedeki Eyle hı-ristiyanları ile Cerbâ, Ezruh ve Maknâ yahudi toplulukları, ayrıca Hicaz-Suriye kervan yolu üzerinde önemli bir mevki olan Dûmetülcendel itaat altına alındı. Tebük Seferi, müslümanların kendi sınır­larını düşmanlardan koruma hususun­daki irade ve azimlerini ortaya koyması yanında, Bizans’a ve Arap yarımadası çev­resindeki diğer devletlere Medine’de güç­lü bir yönetim bulunduğunu ve içeride kabile reislerine güvenliği ihlâl edecek davranışlardan sakınmalarını ihtar etme­yi hedefleyen önemli bir harekât niteliği taşıyordu.[412]

Hz. Peygamber’in diplomatik faaliyet­leri Medine’deki görüşmelerle sınırlı kal­mamış, diğer ülkelerle yazılı haberleşme­yi sağlayan düzenli bir servis kurulmuştu. Bu yazışma metinlerinin çoğu kaybol­makla birlikte bazıları kaynaklarda yer al­maktadır [413] Muhammed Hamîdullah bunları el-Veşâ’iku’s-sİyâ-siyye adıyla bir kitapta toplamıştır. Re-sûlullah imparatorlar dahil birçok yöne­ticiye İslâm’a davet mektupları gönder­miştir.[414] Bunların arasında o dönemin iki bü­yük gücü Bizans ve Sâsânî devletleri de vardı. Bu iki devletle çatışmak büyük teh­like arzetmekle birlikte Hz. Peygamber büyük bir özgüvenle ilâhî daveti insanla­ra ulaştırma misyonunu icra ediyordu. Nitekim çok geçmeden bu ülke toprak­larının büyük kısmı İslâm hâkimiyetini tanımıştır.[415]

Resûlullah’ın hükümdarlara yazdırdığı mektuplar, gerek hitap tarzı gerekse me­ramını ifade bakımından büyük bir dip­lomatik incelik taşıdığı gibi elçilerinin de diplomatik maharete sahip oldukları, hü­kümdarların huzurunda yaptıkları konuş­malardan anlaşılmaktadır.[416] İbn Hudeyde. Hz. Peygamber’in elçi ve kâtiplerine dair el-Mişbâhu’1-mudî adlı eserinde [417] kırk sekiz elçiyle ilgili bilgi verir. Resûl-i Ekrem’in gelen elçileri karşılarken en güzel elbise­lerini giydiğine, getirilen hediyeleri kabul ettiğine ve misafirleri uğurlarken kendi­lerine azık hazırlatıp hediye verdiğine dair kaynaklarda zengin malzeme vardır.[418]

Hz. Peygamber’in darda olana yardım etme ve zayıf olanı koruma ilkesini sami­miyetle uygulaması onun dış ilişkiler ko­nusundaki başarısının anahtarlarından-dır. Meselâ Hudeybiye Antlaşması önce­sinde kıtlık çeken Mekke’deki Kureyş fa­kirlerine dağıtılmak üzere Ebû Süfyân’a mal göndermiş, o da kendi düşmanlıkla­rına karşı yapılan bu cömertliği övgüyle dile getirmişti.[419] Mekke’nin fet­hi sırasında, şehrin en nüfuzlu lideri iken bir anda otoritesini kaybeden Ebû Süf-yân’ın evine sığınanların güven içinde ola­cağını duyurması hem onu memnun et­miş hem de halk arasında olumlu bir etki bırakmıştı. Yine bu esnada, ensann san­cağını taşıyan Sa’d b. Ubâde’nin, Allah’ın Mekke’nin başını önüne eğdiği bu günde şehri yağmalayabileceklerini ima eden bir söz söylediğini duyunca Resûlullah’m. bugünün bağışlama günü olduğunu ve Allah’ın Mekke’yi asıl bugün yücelteceği­ni belirterek onu görevden alıp yerine oğ­lu Kays’ı tayin etmesi [420] ve Kureyşliler’i affederek büyük bir âlice­naplık göstermesi şehirdeki olumsuz ha­vayı bir anda değiştirmiş ve halkın İslâ­miyet’i kabul etmesine vesile olmuştu.

Hz. Peygamber fetihten sonra Mekke’­de kalmayıp Medine’ye dönmekle hem zor zamanında kendisine yardım eden en-sara vefa borcunu ödemiş, hem de bu şehrin İslâm devletinin merkezi olma Özelliğini dikkate alarak ümmetin birliği­ni koruma yönünde siyasî bir basiret gös­termişti.[421] Ensarın fet­hin ardından Resûluilah’ın kendi memle­ketinde kalacağından endişe ettiğini öğ­renince böyle bir davranışın “hamd” kö­künden türeyen adıyla Muhammed! çe­lişeceğine işaretle onları asla terketmeyeceğini belirtmiştir.[422]

Resûl-i Ekrem’in barışın tesisi ve deva­mı için diğer toplumların ve din mensup­larının önde gelenleriyle ilişkilerinde son derece yumuşak ve cömert davranması, kendilerine itibar göstermesi de dış siya­setinin bir parçasıydı. Resûlullah’ın buna ilişkin tavsiyesini [423] ve uygulamalarını yorumlayan âlimler bu konuda din ayırımı yapmadığını belirtir­ler.[424] Nitekim onun mütevazi. nazik ve âlicenap tavırları sebebiyle birçok kabile lideri İslâmiyet’i kabul etmiş, kabi­leleri de onları takip etmiştir.[425]

Savaş ve Ordu. Hz. Peygamber, baş­kalarıyla ilişkilerinde iyiliği ve barışı esas almakla birlikte müslümanların Mekke’de yaşadıkları acı tecrübe askeri bakımdan güçlü olmalarını gerektiriyordu. Kur’ân-ı Kerim haksız saldırıya uğramaları sebe­biyle muslumanlara savaşma izni veriyor [426] ve onlardan düşmana kar­şı hazırlıklı olmalarını İstiyordu [427] Bundan dolayı Resûl-i Ekrem’in Me­dine dönemindeki hayatı saldırganları ce­zalandırmak, düşman güçlerinin birleş­mesini önlemek, yol ve ticaret güvenliğini sağlamak gibi çeşitli amaçlarla yapılan bir dizi askerî harekât ve savaşla geçmiştir.

Resûlullah’m bizzat kumanda ettiği gazvelerin sayısı Vâkıdî, İbn Hişâm ve İbn Sa’d’ın tesbitlerine göre yirmi yedidir.[428] Mahmûd Şît Hattâb umre-tü’l-kazâyı da ekleyerek bu sayıyı yirmi sekize çıkarır ki bunlardan yalnız doku­zunda savaş meydana gelmiştir. Gazvele­rin ilki 2. yılın Safer ayında [429] vuku bulan Veddan Gazvesi, sonuncusu da 9. yılın Receb ayındaki [430] Te­bük Gazvesİ’dir. Seriyye denilen ve bir sa-hâbî tarafından kumanda edilen askerî birliklerin sayısıyla ilgili olarak otuz beş-elli altı arasında değişen rakamlar veril­mekte, hatta bazıları bu sayıyı yetmişin üstüne çıkarmaktadır.[431] Se-riyyeler Kureyş kervanlarını taciz etme, güvenlik, istihbarat ve keşif, İslâm’a da­vet, bir saldırıya karşılık verme, hedef şaşırtma, destek, özel görev gibi çeşit­li amaçlarla yapılmıştır. Bu sayede düş­man güçleri ve planları, niyet ve hare­ketleri hakkında bilgi edinilmiş, insan ve madde kaynakları değerlendirilmiş, saklanma, levazım kaynakları, düşmanla kar­şılaşma ve düşmanı pusuya düşürme im­kânları bakımından çevredeki arazi tanın­mıştır. Seriyyelerin ilki, Hz. Hamza ku­mandasında hicretin 1. yılı Ramazan ayın­da [432] îs mevkiine [433] sonuncusu. Hz. Ali kumandasında 10. yılın Ramazanında [434] Mez-hic’e gönderilmiştir.[435]

Başarılı bir savaş stratejisi için gerekli olan organizasyon, mora!, sürpriz, hücu­ma dayalı aksiyon, güvenlik, hareketlilik, sürat, gücün tasarruflu kullanılması, merkezî kumanda, bölge coğrafyasının etkin kullanımı, gizliliğin korunması, sağ­lam ve sistemli istihbarat gibi temel yön­tem ve prensiplerin Hz. Peygamber tara­fından büyük bir maharetle uygulandığı görülmektedir. Resûl-i Ekrem uyguladığı savaş stratejisiyle düşmana hemen her zaman sürpriz yapmış, büyük harekâtla­rın altısında, küçüklerin dokuzunda düş­manı tamamen hazırlıksız yakalamıştır. Bu sayede askerî seferlerinin yalnız üçte birinde savaş meydana gelmiştir. Gön­derdiği seriyyelerin de otuz ikisinde düş­man tamamen sürprizle karşılaşıp dire-nememiştir. Yalnız dokuzunda küçük çap­lı çatışmalar, Mûte’de ise savaş meydana gelmiştir.[436] Hz. Peygamber’in savaş stratejisinde insan ve mal kaybının asgaride tutulması önemii bir ilkeydi. Bu sebeple harekâtlarda silâhlı çatışma olmaması için özel tedbirler alır, anlaşmazlığın savaş yapılmadan halli için büyük gayret gösterirdi. Arap yarımada­sında İslâm hâkimiyetinin sağlandığı on yıl içinde Resûl-i Ekrem’in katıldığı do­kuz savaşta müslümanların kaybı rivayet farklılıklarına göre en çok 147. düşmanın kaybı ise 288’dir. Seriyyeler için farklı ra­kamlar verilse de savaşlarla birlikte her iki tarafın toplam kaybı 1000 civarında bir rakama ulaşmaktadır. Benî Kurayza’nin 600-700 olduğu rivayet edilen kaybı bun­ların dışındadır.[437] Resûlullah, meşruiyet gerekçesi bulun­mayan bir savaşa rıza göstermediği gibi savaşın keyfîlikten uzak tutulması ve te­mel hukuk ilkelerine bağlı kalınması için çaba harcamıştır. Fiilen çatışmaya katıl­mayan çocuk, kadın ve yaşlı kimselerin öldürülmesini, hıyanette bulunulmasını, ahde vefasızlık gösterilmesini yasaklamış [438] düş­manın öldürülmesi sırasında kin ve nef­reti arttıracak davranışlardan sakınılma­sın!, iyilik ve güzelliğin şiar edinilmesini [439] esir ve rehinelere iyi davranılmasını em­retmiş, diğer milletlerin uyguladığı işken­ce vb. uygulamalardan askeri menetmiş, hukuka aykırı bir uygulama gördüğünde onu düzeltmiş veya tazminle telâfi yolu­na gitmiştir.[440] Birçok durum­da kötülüğe karşı iyilikle muamele ede­rek İnsanların saygı ve sevgisini kazan­mıştır.[441]

Hz. Peygamber savaş hazırlıklarını bü­yük bir gizlilik içinde tutar ve fiilen savaş alanına ulaşıncaya kadar niyetinin düş­man tarafından, hatta bazan kendi em­rinde bulunan kişilerce öğrenilmesine im­kân vermezdi. Düşmanı yanlış hedeflere yönlendirmeye büyük özen gösterirdi. Hicretin 17. ayında Abdullah b. Cahş kumandasında Nahle’ye bir seriyye gönder­diğinde yapacakları göreve dair talimatın yer aldığı mektubun iki gün sonra açıl­masını emretmesi, Mekke fethinin ha­zırlıkları sırasında Suriye yönünde Batn-ı Mekke’nin fethi sırasında ordunun konakladığı Merrüz-zehrân (Cümûm) mevkiinde Hz. Muhammed’in çadırının yerinde inşa edilen cami İdam’a bir askerî birlik göndermesi bu amacı taşıyordu. 10.000 kişilik büyük bir orduyla girişilen Mekke’nin fethi esnasın­da Medine’de giriş ve çıkışlar kontrol al­tına alınmış, Hz. Ebû Bekir ve Âişe gibi yakınları bile hazırlığın hangi amaçla ya­pıldığı hususunda bilgilendirilmemiş, dı­şarıdan orduya katılacakların iltihakı yol boyunca sağlanmış, düşman ancak İslâm ordusu Mekke’ye yakın bir yere geldiğin­de işin farkına varabilmişti. Benî Lihyân Gazvesi sırasında orduyu önce kuzeye, Şam’a doğru yola çıkarıp daha sonra bu kabile üzerine yürümüş. Hayber Gazvesi esnasında Hayber yahudilerine yardıma giden Gatafân kabilesi toprağındaki Re-cî’e yönelip Gatafân ve Fezâre’nin kendi yurtlarını savunmak için dönmelerini sağ­lamış, ardından Hayber’e doğru giderek İttifak kurmalarını önlemişti.

Savaşta düşmanı yanıltıcı strateji ve taktiklerin önemine dikkat çeken Resû­lullah [442] Hendek Gazvesi sırasında Gatafân ve Fezâre liderleriyle anlaşma yolları arayarak mevcut ittifakı bozmaya çalışmış, yeni müslüman olan Gatafânlı Nuaym b. Mes’ûd’u bu durumdan haber­siz olan yahudiler ve Kureyş ile Gatafân kabilelerinin arasını açmak için görevlen­dirmiştir.[443] Mekke’nin fethi sı­rasında şehre yakın bir yerde konaklayan orduda her askerin ateş yakmasını em­retmesi ve amcası Abbas’tan Ebû Süf-yân’ı ordunun geçişini göreceği bir yerde alıkoymasını istemesi Mekke halkının di­rencini kırarak karşı koymalarını önleme amacını taşıyordu. Resûlullah. savaş stratejisinin bütün unsurlarını başarıyla uy­gularken düşmanın aynı şekilde karşılık vermesine fırsat tanımamış, bizzat katıl­dığı on bir büyük harekâtın sekizinde ve on yedi küçük harekâtın hepsinde taar­ruzda bulunarak inisiyatifi elinde tutmuş­tur. Bedir, Uhud ve Hendek’te düşman müslümanların üzerine gelmişse de inisi­yatif yine Resûl-i Ekrem’in elinde olmuş, yüksek taktik hareketleriyle düşmanı şa­şırtıp bozguna uğratmıştır.[444]

Savaşlarda en sıkıntılı durumlar karşı­sında bile paniğe kapılmayan ve acziyet göstermeyen Hz. Peygamber bir kuman­danda bulunması gereken güçlü irade ve cesaret, sabır ve tahammül, tereddütsüz sorumluluk üstlenme, emri altındaki]eri iyi tanıma, onlara karşı âdil davranma, zorluklara birlikte göğüs germe, güven ve saygı telkin etme, süratle doğru ve te­reddütsüz karar verme, yardımcılarına danışma, sır saklama, zaferle şımarma­ma ve yenilgiden yılmama gibi vasıflara sahipti. Mümkün olduğu ölçüde kendi za­manında mevcut askerî alet ve araçları kullanmaya önem verirken askerlerinin moralini yüksekte tutma hususunda bü­yük başarı göstermiş, maddî ve manevî güçler arasında mükemmel bir denge kurmuştur. İnsan psikolojisine ve sosyal ilişkilere önem vermiş, karşılıklı sevgi ve saygıyı, yönetici ve kumandanlara itaati, çekişme ve ayrılığa düşmemeyi tavsiye etmiş, askerî harekâtlar sırasında bile as­habın Özel meseleleriyle ilgilenmekten geri durmamıştır.

Düzenli orduların bulunmadığı Arap kabile toplumunda insanlar maddî güç­lerine göre kendilerini koruyacak silâhla­ra sahip olup savaşlarda silahıyla orduya katılıyordu. Hz. Peygamber savaş duru­muyla sınırlı olsa da orduyu belli bir dü­zen içinde oluşturmak, silâhı bulunma­yanlara silâh temin etmek, yeni silâhlar ve savaş teknikleri konusunda onları ye­tiştirmek için tedbirler almıştır. Orduya katılacak kimselerin her yıl tesbitini bizzat yapıyor [445] ve isimlerini yazdırıyordu.[446] Kadınları da gerektiğinde savaşta yiyecek ve silâh taşıma, hastalan tedavi etme gibi hiz­metlerde istihdam ediyordu.[447]

Resûl-i Ekrem genç ve yetenekli ku­mandanların yetişmesine büyük önem vermiş, bizzat bulunduğu askerî hare-

kâtlardaki Önderliği yanında bu savaşlar­da ve özellikle seriyyelerde şahsî inisiyatif tanıyıp onları eğitmiştir. İlk yıllarda biz­zat kendisi kumandanlık yaparken daha sonra bu görevin yeni yetişen kuman­danlara verildiği dikkat çekmektedir.[448] Hz. Peygam­ber, bazı sahâbîleri kale kuşatmalarında kullanılan savaş aletlerinin yapımını öğ­renmekle görevlendirmiş ve Tâif kuşat­masında mancınık kullanmıştır Hendek Gazvesi sırasında Medine’­nin çevresine hendek kazılması da Arap­lar arasında bilinen bir şey olmayıp Sel-mân-ı Fârisî’nin tavsiyesiyle yapılan bir uygulamadır. [449]Resûlullah’ın o dönem­de bilinen her türlü silâhı temin etmeye çalıştığı, kılıç, mızrak, ok gibi silâhlar ya­nında zırh, miğfer, kalkan gibi aletleri de bizzat kullandığı bilinmektedir.[450] Sefer ve sa­vaş sırasında parola ve üniforma sayı­labilecek belli renkte sarık ve elbiseler veya belli işaretler kullanılmasını istemiş [451] ayrıca ok atmayı, ata binmeyi ve yüzmeyi teşvik etmiş, bu hu­susta yarışlar düzenleyerek eğitime önem vermiştir [452] Si­lâhlar devletin imkânları yanında büyük ölçüde bağışlarla sağlanıyor, Hz. Ömer’in naklettiğine göre Resûlullah, fey gelirle­rinden ailesinin bir yıllık nafakasını ayır­dıktan sonra kalan miktarla at ve silâh aldırıyordu.[453]

Hz. Peygamber ayrıca disiplinli ve başa­rılı bir haber alma teşkilâtı oluşturmuş­tu. Bir sefere çıkıldığında veya dönüşte gerek düşman hakkında bilgi edinmek gerekse yol güvenliğini sağlamak için ke­şif kolları çıkarır, kılavuz ve casuslar kul­lanır [454] gerektiğinde henüz müslü-man olmayan kimselerden de yararlanırdı.[455]

Bibliyografya :

el-Muuatta\ “Cami”‘, 4; Müsned,], 149-150; I], 231, 538; III, 441, 480; IV, 126; V, 26, 239; Dârimî, “Mukaddime”, 2; Buhârî, ‘”İlim”, 2, “Ahkâm”, 24,41-42, “Libâs”, 52, “Menâkıbü’l-enşâr”, 45, “Cihâd”, 62-68, 102, 157, 181, “tcâ-re”, 1; Müslim,”Hac”, 74,”İmâre”, 7, 13-17, “Cihâd”, 3, 6, 17-18, 48, 84-86; İbn Mâce, “Mu­kaddime”, 6, “Edeb”, 19, “Edirne”, 30, “Tîcâ-rât”, 6;Ebû Dâvûd.”Akzıye”, 6, “İmâre”, 4, 10, Cihâd”, 110, Edâhî”, 11; Tirmizî, “Cihâd”, 39, “Menâkıiy, 18; Nesâî, “BeyV, 33;Vâkıdî. et-Me-ğâzî. I, 7, 197; II, 480 vd., 554, 559, 757-758, 778, 821-822; III, 924, 927, 1117; İbn Hişâm, es-Sîre, II, 216, 224, 229-231, 239, 245, 344-345,404,428-431,483,518, 540, 559-560, 580, 608-609,639; İbn SaU et-Taöa/câi, 1, 258-291, 312, 313, 315, 316, 322, 332, 357-358; II, 5-6; III, 109-110, 136, 221-222, 306-307; ]V, 277, 346; İbn Kuteybe. e/-MacânY(Ukkâşe], s. 231; Mes’ûdî, Mürûcü’z-zeheb (Abdiilhamîd] II, 342-343; Taberânî. eJ-Mu’cemü7-/ce£>îr(nşr. Hamdî Abdülmecîd es-Selefî), Kahire 1405/ 1984, XXII, 157; Hâkim, el-Mûstedrek, I, 406; III, 577; IV, 88, 92, 93; Beyhaki, Şü’abü’l-îmârı (nşr. M. Saîd b. Besyûnî Zağlûi), Beyrut 1410/ 1990, M, 156; İbn Abdülber, el-İstîcâb, I, 583; II, 396; III, 72-73; Serahsî, el-Mebsût, X, 25; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Ahkâmü’l-Kur’âninşr. Ali M. el-Bîcâvî), Kahire 1394/1974, IV, 1626-1627, 1642; Süheylî. er-Rauzü’l-ünüf, VI, 206-207; VII, 93, 426-427, 516-524; İbnü’l-Cevzî, Şıfatü’ş-şafue, Beyrut 1399/1979, I, 521-522; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, 1, 80; il, 356; III, 483-485; IV, 214; Nevevî, Tehfıb, 1/2, s. 26; Karâfî. e/-Furü/c, Tunus 1302,1, 249; İbn Manzûr, Muhtaşaru Tâ­rihi Dımaşfc, XVI, 248, 294, 296; İbn Seyyidün-nâs. ‘üyûnü’S-eşer, Beyrut 1402/1982, II, 141; İbn Kayyım el-Cevzîyye, Zâdü’l-me’âd, I, 125-126; Heysemî, Mecma’u’z-zeuâ’id, X, 304; İbn Hacer, et-işâbe, I, 16, 187, 286, 307-308, 332, 546; II, 30, 45-46, 421, 502, 505, 541; III, 682; IV, 465, 505; Semhûdî, Vefâ’ü’l-uefâ* bi-ahbâri dâri’l-Muştafâ, Kahire 1326, l,525;Süyûtî. Hüs-na’l-mutıâdara, II, 125; Şâmî, Sübütü’l-hüdâ, V, 560-561; VI, 9-12, 83-84; Muttaki el-Hindî. Kenzü’l-‘ummâl, VI, 41, 88; X, 612;   MÜnâvî, Feyzü’l-kadlr, I, 241; Ahmed Bâbâ et-Tinbüktî, Neylû’l’İbtihâc (İbn Ferhûn, ed-Dtbâcü’l-müz-heb içinde), Kahire 1329-30, s. 252-253; Nû-reddin el-Halebî, İnsânü’l-\ıyûrt, Beyrut, ts.(Dâ-rü’1-ma’rife), [[], 100; Şehâbeddin el-Hafâri. Me-slmü’r-riyâz, Kahire 1327,1, 328; [I, 38; IV, 264; Mııhammed b. Abdülbâki ez-Zürkânî, Şerhu’i-Meuâhib, Kahire 1329, IV, 37; R. B. Smith, Mo-hammedandMohammedanism, London 1876, s. 137, 156, 201; Mahmûd Şît Hattâb, er-Resü-lü’l-kâ’id, Bağdad 1960; a.mlf., Kâdetü’n-nebî, Dimaşk 1415/1995; a.mlf., “es-Sefârât ve’r-re-sâ3ilü’n-nebeviyye: Küttâbü’ n-nebî ve mevâd-dühüm el-kitâbiyye”, e/-Meurid, XVI/1, Bağdad 1987, s. 29-50; W. Montgomery Watt, Muham-mad: Prophet and Statesman, Oxford 1961; a.mlf., “Muhammad”, ER, X,137-146; E. Gib-bon. The Decline and Fail ofthe Roman Empi-re, London 1962, V, 255; G. E. von Grunebaum. Classicallslam: A History 600-1258 {trc. K. Watson|, London 1970, s. 27, 42; R. Paret. Mo-hammed und der Koran, Stuttgart 1976, s. 138; Hamîdullah, islâm Peygamberi (Tuğ), Mİ, tür.yer.; a.mlf., Hz. Peygamber’in Sauaşla-rı oe Savaş Meydanları (trc. Salih Tuğ). İstan­bul 1982; a.mlf., el-Veşâ’İku’s-siyâsiyye, Bey­rut 1405/1985; M. Tâhir b. Âşûr, Makaşıdü ‘ş-şe-rî’aÜ’l’İslâmiyye, Tunus 1985, s. 28-39; M. Ali Kapar, Hz. Muhammed’in Müşriklerle Münase­beti, İstanbul 1987; M. Yasin Mazhar Siddiqui. Organİsation of Gouernment under the Prop­het, Delhi 1987, tür.yer.; Philip C. Almond, Her-etic and Hero: Muhammad and the Vİctorians, Wiesbaden 1989, s. 28-31, 39-40; E. Rabbath, Mahomet: Prophetearabe et fondateur d’etat, Beyrouth 1989; Afzal Ur Rahman, Muhammad as a Military Leader, Delhi 1990; Muhammad Siddique Qureshi. Foreİgn Policy ofHadrat Mu­hammad, Hew Delhi 1991; Zafar Ali Qureshi. Prophet Muhammad and his Western Critİcs, Lahore 1992, 1-11; Mehmet Görmez, Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ue Yorumlanmasında Me­todoloji Sorunu, Ankara 1997, s. 204, 205, 208, 212,214, 215,275, 294; M. Reeves, Muham­mad in Europe: A Thousand Years ofV/estern Myth-Making, Reading 2000; Serdar Özdemir, Hz. Peygamber’in Seriyyeleri, İstanbul 2001; M. Abdülhay el-Kettânî, Hz. Peygamber’in Yö­netimi: et-Terâtîbu’l-İdârİyye (trc. Ahmet Özel), İstanbul 2003, I-ll, tür.yer.; İzzeddin ibrahim. “ed-Dirâsâtü’l-müte’allika bi-resâ’üî’ n-nebî ile’l-mülûk fîeaşrih”, el-Mü’errihu’i-ıArabİ, XXIII, Bagdad 1983. s. 237-262; Yoshlko Oda. “Mu­hammad as the Judge: An Examination of ihe Specific Quality of Muhammad’s Charismatic Authority”, Orient, XXII, Tokyo 1986, s. 58-72; F. Buh! -[A. T. VVeich]. “Muhammad”, E/^İng.), VII, 360, 375.  

 

Önceki sayfa 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14Sonraki sayfa