Diyanet İslam Ansiklopedisi

DİYANET ANSİKLOPEDİSİ MUHAMMED MADDESİ Hz Muhammed

D) Mucizeleri.

Sözlükte “benzeri başka­larınca gerçekleştirilemeyen harikulade olay” anlamına gelen mucize peygamber­lerin doğruluğunu kanıtlayan yegâne de­lildir. Ahd-i Atîk’te Hz. Musa’ya, Yeşû, İl-ya ve Elişa’ya. Ahd-i Cedîd’de Hz. îsâ’ya, Kur’an’da Hz. Nûh, İbrahim, Salih, Mûsâ, Ya’küb. Süleyman’a ve îsâ’ya mucizeler nisbet edilmiştir. Hz. Muhammed dünya­ya gelmeden önce Zend Avesta, Hint Ve­da ve Puranalar’ı. Eski Ahid ve Yeni Ahid gibi kutsal metinlerde âhir zamanda bir peygamberin geleceğine ilişkin müjdeler yer almıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de de [567] Tevrat ve İn­cil’de onun peygamber olarak gönderile­ceğinin yazılı olduğu bildirilmektedir. Kut­sal metinlerin etkilerinin görüldüğü Or­tadoğu bölgesinde yaşayanlar arasında yeni bir peygamber beklentisinin mev­cut olduğu [568] zaman ilerledikçe beklentilerin daha da arttığı [569] bilinmektedir.

Hz. Muhammed’le ilgili olarak nübüv­vet Öncesinde birtakım harikulade olay­ların meydana geldiği rivayet edilmekte^ dir. Bunların bazıları şunlardır: Âmine’-nin ona hamile iken gördüğü bir rüyada doğuracağı çocuğun önemli bir mevkiye sahip olacağının kendisine bildirilmesi [570] babasının alnında bulu­nan nurun ona hamile kalması üzerine annesine intikal etmesi [571] doğumu esnasında melekle­rin kendisine yardımcı olması [572] sütannesinin yanında iken çevresinde bazı fevkalâde İlklerin görülmesi, Ehl-i kitap âlimlerinin ve kâhinlerin onun son peygamber olaca­ğını keşfetmesi.[573] Ay­rıca Duhâ ve İnşirah sûrelerinin muhte­vasından  Allah Teâlâ’nın Hz. Muhammed’e gençliğinde bazı olağan üstü lütuf ve yardımlarda bulunduğu an­laşılmaktadır.

Resûl-i Ekrem’e peygamberliği döne­minde verilen mucizeler farklı şekillerde gruplandırılmıştır. Mucizeler mahiyetleri bakımından aklî (mânevi), hissî (maddî) ve haberi mucizeler, muhatapları yönünden helak ve hidayet mucizeleri, kaynakları açısından Kur”an’la ve sahih rivayetlerle sabit olanlar ve zayıf senedterle rivayet edilenler şeklinde ele alınabilir.[574]

Aklî Mucizeler. Resûlullah’ın en bü­yük mucizesi Kur’ân-ı Kerîm’dir. Önceki peygamberlere kendi dönemlerinde önemli görülen alanlarda mucizeler ve­rildiği gibi Hz. Muhammed’e de kendi devrinde en çok itibar gören dil, üslûp, hi­tabet ve edebî sanatlar alanında olağan üstü bir özelliğe sahip Kur’ân-ı Kerîm in­dirilmiştir. Kur’an’da kendisinin mucize oluşu, benzerinin gerçekleştirilemeyece­ğini bildiren meydan okuma (tehaddî) âyet-İeriyle ortaya konmuştur. Bu meydan oku­yuş Kur’an’ın tamamının [575] on sûresinin [576] veya bir sûresinin [577] benzeri­nin meydana getirilmesi hususunda in­karcılara çağrıda bulunma şeklinde ifade edilmiştir. Tehaddî Medine döneminde de sürmüştür.[578] İslâm tarihinde Kur’an’ın benzerini yazmaya kalkışan bazı şair ve edebiyatçıların te­şebbüsleri başarısızlıkla sonuçlanmıştır. [579]Kur’an üs­lûbu, edebî tasvirleri, iç kompozisyonu, muhteva bütünlüğü, farklı seviyedeki in­sanlara hitabı, gönüllere etkisi, i’câzı ve gayba ilişkin haberleriyle erişilmesi müm­kün olmayan bir eserdir.

Hz. Peygamber’in nübüvvetinin ispatı­na yer veren âlimler onun risâletle görevlendirildiği zamana ve coğrafyaya da dik­kat çekmişlerdir. Milâdî VII. yüzyılın başla­rında hemen bütün insanlar o dönemde mevcut dinlerden birine mensup bulunu­yordu. Hz. Muhammed, atalarından inti­kal eden herhangi bir hâkimiyet mirasına sahip olmadığı gibi kırk yaşına kadar bu alanda bir iddia da ileri sürmüş değildi. Nübüvvetini izhar ettiği coğrafya o gün­kü dünya şartlarında dikkat çekmeyen önemsiz bir yerdi. Mensup bulunduğu kabilenin ileri gelenleri kendisini destek­leyecek yerde ona karşı direnmişlerdi. Bu engellere rağmen onun tebliğ ettiği di­nin kısa zamanda dünya dinleri içinde ye­rini alması ve günümüzde müslüman sa­yısının dünya nüfusunun dörtte birini teş­kil etmesi olağan üstü sayılması gereken bir durumdur. Bazı müellifler. Hz. Pey-gamber’in hayatının her safhasında her türlü şartta üstün ahlâkın canlı örneğini ortaya koymasını da bir tür aklî mucize olarak değerlendirmiştir.[580]

Hissî Mucizeler. İslâm âlimlerinin bü­yük çoğunluğu, Resûl-i Ekrem’e Kur’an dışında da mucizeler verildiği ve bunla­rın başında hissî mucizelerin geldiği ka­naatindedir Bazılarına Kur-‘an’da temas edilen, çoğu hadis literatü-ründeki rivayetlere dayandırılan bu tür mucizelerin sayısı Kütüb-i Sitte’öe fazla olmamakla birlikte a’lâmü’n-nübüvve, delâilü’n-nübüvve ve hasâisü’n-nebîtürü eserlerde büyük bir yekûn tutmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de kıyametin yaklaştığını ve ayın ikiye ayrıldığını ifade eden âyetle [581] bazı hadis rivayetlerine dayanan âlimler ekserisi Mekke dönemin­de müşriklerin Hz. Peygamberden hissî mucize istediğini, bunun üzerine ayın iki­ye ayrılıp tekrar birleştiğini kabul eder.[582] Bazı âlimler ise böyle bir mucizenin meydana gelmediği­ni, âyette sözü edilen olayın kıyametin kopmasından önce bir alâmet olarak vu­ku bulacağını söylemektedir İsrâ ve mi’rac hadisesinin âlimlerin çoğunluğu tarafından ruh-be­den ilişkisi çerçevesinde (cismanî) ger­çekleştiği kabul edilirken bazıları onu Hz. Peygamber’in yaşadığı ruhî tecrübe ola­rak görmektedir  Kur’an’da bildirilen hissî mucizelerden biri de Bedir Gazvesi’nde müminlerin meleklerle des­teklenmiş olmasıdır.[583] Savaşa katılan meleklerin müminlere manevî destek verirken müşriklerin yüzlerine ve ellerine vurmaları emredilmiştir.[584] Bu destek çerçevesinde savaşa iştirak eden müminlerle müşriklerin sayısı bir­birine farklı gösterilmiş [585] müminlerin kalbine sükûnet veril­miş, susuzluk çekmemeleri için yağmur yağdırılmıştır.[586] Ayrıca Kur­’an’da Hendek ve Huneyn savaşlarında Cenâb-ı Hakk’ın düşmanlarına karşı fırtı­na ve görünmeyen ordular gönderdiği, müminlere de sükûnet verdiği bildiril­mektedir.[587] Âyetlerde yer alan “destekleme” ve “hezimet verme” kavramlarını maddî ve­ya manevî olarak anlamak mümkündür. Hatta “müjde ve iyimserlik”, “gönül ra­hatlığı” ifadeleri [588] göz önüne alındığı takdirde ma­nevî destekleme biçimindeki yorumun güç kazanacağı söylenebilir. Bununla bir­likte hadis ve siyer kitaplarında Kur’an’in beyanlarını somutlaştıran bazı rivayetler yer almaktadır.[589]

Hz. Peygamber’in hayatı incelendiğin­de kendisine daha çok manevî destek ve­rildiği görülür. Nitekim Mekke’de müşrik­lerin baskısının arttığı, boykot ve öldür­me dahil her türlü şiddete başvurulduğu dönemde müsfümanlann bir kısmı Habe­şistan’a göç etmiş, İslâm’ı tebliğ etmek amacıyla gittiği Tâifte çeşitli eziyetlere uğrayan Resûlullah’a mi’rac gibi hidayet ve nusret mucizeleri verilmiştir. İnşikâ-ku’1-kamer dışındaki mucizelerin iddia ve talep üzerine değil, Resûl-i Ekrem’in ve müminlerin çaresiz duruma düştüğü za­manlarda desteklenmeleri için vuku bul­duğu görülür. Mucizede iddia ve meydan okuma nitelikleri arandığı halde Kur’an’da sözü edilen olaylarda bu nitelikler mevcut değildir.

Hadis ve siyer literatüründe Hz. Pey-gamber’e ait çeşitli hissî mucizelere yer verilmiş, bunun için listeler düzenlenmiş­tir. Bunlardan bazıları şunlardır: Ağacın hareket ederek Resûlullah’ın yanına gel­mesi, çakıl taşlarının kendisine selâm ver­mesi, devenin halinden şikâyette bulun­ması, kızartılmış koyun etinin, zehirli ol­duğunu Resûl-i Ekrem’e haber vermesi, nübüvvet öncesinde bir bulutun onu de­vamlı gölgelendirmesi, omuzları arasında nübüvvet mührünün bulunması, karan­lık ve yağmurlu bir gecede yolculuk yap­ma durumunda olan bir sahâbîye verdiği asanın yolunu aydınlatması, az miktarda su ve yiyecekle çok sayıda insanın doyu­rulması.[590] Bazı kimseler. Hz. Peygam-ber’e ne kadar çok mucize nisbet edilirse nübüvvetinin o derecede ispat edilmiş olacağı kanaatini taşımaktadır.[591] Ancak bu yak­laşım Kur’an’ın ifadeleriyle uyuşmadığı gibi hadis ilmi açısından da sağlıklı görün­memektedir. Kur’ân-ı Kerîm inkarcıların Resûl-i Ekrem’den kaynak fışkırtması, içinden sular akan hurma ve üzüm bağ­ları icat etmesi, altından bir eve [592] veya hazinelere [593] sahip ol­ması, semaya yükselip oradan okuyacak­ları bir kitap getirmesi, Allah’ı ve melek­leri kendilerine göstermesi [594] haber verdiği azabın bir an önce gelmesi [595] şeklinde mucizeler talep ettiklerini, fakat Resûlullah’ın onlara mucizelerin Al­lah katında bulunduğunu, kendisinin sa­dece bir uyarıcı olduğunu [596] yanında Allah’ın hazinelerinin bulun­madığını, gaybı bilmediğini ve melek ol­madığım [597] söylediğini ha­ber vermektedir. Kur’ân-i Kerîm’de ayrı­ca peygamberlerden cahil ve inkarcıların mucize istediği [598] onların mucizeleri gördüklerinde yüzlerini çevirip bunun eskiden beri de­vam edegelen bir büyü olduğunu söyle­dikleri [599] önceki kavimler­den, istedikleri mucizeler verildiği halde iman etmeyen birçok topluluğun helak edildiği [600] bu sebeple müş­riklere bekledikleri mucizelerin gösteril­meyeceği [601]bildirilmektedir. Resûlullah, önceki peygamberlere muha­taplarının iman etmesine yardımcı ola­cak mucizelerin verildiğini bildirmiş, ken­disine verilen mucizenin ise ilâhî vahiy­den ibaret bulunduğunu, bu sebeple kı­yamet gününde tâbilerinin çok olacağını umduğunu ifade etmiştir [602] Âhâd yolla sabit olan bu ha­berler. Resûl-i Ekrem’den hissî mucize­lerin zuhur ettiği konusunda bir kanaat meydana getirirse de (tevâtür-i ma’nevî) bunlar kesinlik derecesine ulaşmadıkları için tek tek iman konuları arasında düşü­nülmemiştir.

Haberi Mucizeler. Hz. Peygamber’in geçmişe, içinde bulunduğu zamana veya geleceğe ilişkin bazı hususları haber ver­mesi ve bunların bildirdiği şekilde ger­çekleşmesidir. Resûluliah okuma yazma bilmediği, tahsil görmediği ve kimseden özel bilgi almadığı halde geçmiş peygam­berlerin mücadeleleri ve Ashâb-ı Kehf kıs­sası gibi tarihî olayları haber vermiş, baş­ta Ehl-i kitap olmak üzere dönemin âlim­leri tarafından herhangi bir itirazla kar­şılaşmamıştır. Aynı şekilde Bizanslıların İranlılar’ı yeneceğini [603] müş­riklerin ileride bozguna uğrayacağını [604]Mekke’nin fethedilece­ğini ve müslümanların geleceğinin par­lak olacağını [605] bildirmiştir. Hz. Peygamber’in düşmanlarının kendisi için kurduğu tuzakları  bazı şehir ve ülkelerin fethe­dileceğini [606] önceden haber ver­miştir. Fitne ve savaşların ortaya çıkacağı [607] kıyametin kopmasına doğru bazı alâmetlerin zuhur edeceği [608] gibi sünnet kaynaklı haberler de söz konusudur[609]

Resûl-i Ekrem’in mucizeleri kelâm li­teratüründe önemli bir yer tutmaktadır. Bu konuda Kur’an’ın yaklaşımını esas alan kelâmcılar hissî mucizelerden çok aklî mucizeler üzerinde durmuştur. Ebû Man-sûr el-Mâtürîdî. Hz. Peygamber’den sâdır olan olağan üstü hadiseleri onun erdemli şahsiyeti, hissî ve aklî mucizeleri ve ona duyulan ihtiyaçtan doğan sosyolojik rea­litelerden hareketle ortaya koymaya ça­lışmıştır.[610] Eş-‘arî, Resûlullah’ın mucizelerini Kur’ân-ı Kerim ve hissî mucizeler şeklinde ele al­mış, Kur’an’ın i’câzına dair bilgilere yer verirken bazı hissî mucizelere de temas etmiştir. KâdîAb-dülcebbâr, hissî mucizeleri reddeden Naz-zâm gibi âlimlere karşı çıkarak mucizeleri zaruri (hissî) ve istidlâlî şeklinde ikiye ayır­dıktan sonra birincisine çok sayıda insa­nın az miktarda yemekle doyması, elin­deki taşların Allah’ı teşbih etmesi, çağ­rısı üzerine ağacın hareket etmesi, üzerinde hutbe okuduğu kütüğün inlemesi gibi hadisleri Örnek göstermiş, ikincisi için de Kur’an’ın muhtevasını zikretmiş­tir [611] Ebü’l-Mu-în en-Nesefî de mucizeleri hissî ve aklî di­ye ele almakta, birincisini Peygamber’in zatının dışında olanlar, zatıyla ilgili bulu­nanlar ve güze] ahlâkı olmak üzere üçe, ikincisini de onun hali, nesebi, duaları, ha­berleri, yaşadığı yer ve zaman, getirdiği kitap ve şeriata dair olmak üzere sekize ayırmaktadır.[612] Kelâm âlimleri genelde bu çerçeveyi korumakla birlikte son dönemlerde ka­leme alınan bazı eserlerde Resûlullah’ın şahsında ve çevresinde gerçekleşen bü­tün olaylar mucize olarak takdim edilmiş­tir. Halbuki Resûl-i Ekrem’in sîreti ince­lendiğinde kendisinin fiil ve davranışla­rında sebep-sonuç ilişkisine titizlikle ria­yet ettiği görülür. Meselâ Bedir Gazvesi’n-de düşman hakkında bilgi toplamak üze­re keşif kolları çıkarmış, ordusunu savaş bölgesinin coğrafî şartlarına göre yerleş­tirmiş, ihtiyaç anında kullanılmak üzere yedek kuvvetler ayırmıştır. Bu hazırlıklar­dan sonra dua ederek Allah’tan dinine ve müminlere zafer vermesini İstemiştir. Hz. Peygamber, Allah’ın emir ve yasakla­rını insanlara tebliğ ederken öncelikle aklî ve mantıkî delillere başvurmuş, basîret sahibi, ön yargısız insanlar bu öğretile­rinden hareketle onun doğru sözlü oldu­ğunu kabul etmiştir. Bazı kişiler de aklî ve mantıkî delillerle yetinmeyerek mucize talebinde bulunmuş, bu sebeple ona hi­dayet mucizeleri verilmiştir. Art niyetli bir üçüncü grup İse ondan hissî mucize istemiş, ancak Kur’an’da özellikle bu ka­tegoriye giren talepler reddedilmiştir.

Bibliyografya :

Müsned,W, 128, 185; V, 89,95, 105, 139; a. e. [Arnaütl, XXVIII, 395; XXIX, 196; XXXV, 182; XXXVI, 596; Buhârî, “Menâkıb”, 25, 27, “Tefsîr”, 54/1, “Cthâd”, 58, 89, “Tıb”, 47-55, “Megâzî”, 4,”Fe7.â>ilü’l-KuıJân”, l/’î’tişâm”, 1, “Fiten”, 2-8, 24-25; Müslim, “îmân”, 239, “Fiten”. 9-13, 39-84, “Şıfâtü’l-münâfUsîn”, 43-48, “Cihâd”, 58; Tirmizî. “Menâkıb”, 3; İbn ishak. es-Sîre, s. 22, 53-57, 257-264; İbn Hişâm, es-Slretü.’n-nebe-ulyye,Kahire, ts.lDârü’1-fikr], 1,180-183;!!, 672-673;İbnSa’d, e^-Jabakâiü’l-kübrâ,Beyrut 196G, I,  152;Taberî. Târih [Ebü’1-Fazl), II, 166-167; a.mlf., Câmi’u’l-beyân (nşr. Sıdki Cemîl el-At-târl, Beyrut 1415/1995, XXVII, 111-116; Eş’ari, el-Lün\ac, s. 196-197; Mâtürîdî. Kitâbü’t-Teuhîd (nşr. Bekir Topaloğlu-Muhammed Aruçi). Anka­ra 1423/2003, s. 294-296, 314-332; Kâdî Ab-dülcebbâr, Teşbîlü delâ*UVn-nübûUve[r\şT. Ab-dülkerîm Osman), Beyrut 1386/1966, 1,46-59; II,  403-405, 509-510; a.mlf., Şerhıt’l-U$ûli’l-hamse (nşr. Abdülkerîm Osman], Kahire 1988, s. 585-597; a.mlf.. el-Muhtaşar fi uşûti’d-dîn mşr. Muhammed İmâre, Resâ’ilü’l-‘adi oe’t-teü-hid içinde), Kahire 1971, s. 239; Ebû Nuaym el-İsfahânî, Delâ’Uü ‘n-nübûvve, Halep 1397/ 1977,1, 46-48, 96, 535-537; Mâverdî, A’iâmü’n-nübüvue (nşr. Muhammed el-Mu’tasım-Billâh el-Bagdâdî), Beyrut 1407/1987, s, 222-242; Bey-haki, Deiâ’ilü’n-nübüvve ınşr. Abdurrahman Muhammed Osmanl, Kahire 1389/1969, 1, 103-

107; NeseH. Teb$ıratü’l-edİite[Sa\ame), 1,487-502; KSdîİyâz, eş-Şifâ’, I, 341-533; Fahreddin er-Râzî. Kitâbü’l-Erbacîn[T\şr Ahmed Hicâzîes-Sekkâl, Kahire 1406/1986, II, 76-101; Zehebî. Târîhu ‘l-İslâm: es-Sîretü ‘n~nebeüiyye, s. 57-59; İbn Kesir, es-Sîre, I, 247; Süyûtî. ei-Haşâ’i$ü’l-kübrâ, Beyrut 1405/1985,1,78-100, 141-146; Ali ei-Kâri.Meuzû’âi, istanbul 1289, s. 109; Nû-reddin el-Halebî, /nsânüVuyûn, Kahire 1308,1, 46; Meclisî.Bıhârü’f-enuâr, Beyrut 1403/1983, XVII, 342-362; Seffârînî. Leuâ’ilyu’l-enuâr, RH yad 1994, II, 278-279; Muhammed el-Hût. Es-ne7-metâ/ıö fi elıâdlşi muhtelifeti’l-merâtib (nşr. Halîl el-Meys], Beyrut 1403/1983, s. 375; Yûsuf b. İsmail en-Nebhânî. Hüccetullâh “ale’f-‘â/emîn, Diyarbakır, ts. (el-Mektebetü’l-lslâmiy-ye), s, 254-260;Şiblî Nu’mânî, islâm Tarihi: Asr-ı Saadet {trc. Ömer Rıza [Doğrul[), İstanbul 1346/ 1928,1, 188-189, 199-202; Süleyman Nedvî, İs­lâm Tarihi; Asr-ı Saadet [trc. Ömer Rıza [Doğ­rul]),İstanbul 1347/1928,111, 1306, 1317-1318, 1364, 1394; IV, 1557-1558, 1605, 1655-1677, 1772-1777; Reşîd Rızâ. Tefslrü’i-menâr, IV, 113; Ahmed Cevdet Paşa. Kısas-ı Enbiyâ ve Teuârih-i Hulefâ, İstanbul 1386/1966.1, 75-80;5eyyid Ku-tub. FıZıiâli’i-Kur’ân,Beyrut, ts. |Dâru ihyâi’t-türâsil-Arabî], IV, 2237; Hamîdullah. İslâm Pey­gamberi,], 24, 51, 135-138; Hasan Ziyâeddin Itr, Nübüvvetti Muhammed ft’l-Kur’ân, Halep 1393/1973, s. 236; Abdülazîz es-Seâlibî. Muc-cizü Muhammed ResülUlâh, Beyrut 1986, s. 114-116; Muhammed Abduh. Rîsâtetü’t-Teu-hîd, Beyrut 1986, s. 88-129; Muhammed Ah­med Gl-Gamrâvî, ei-islâm /”fa.sn”l-[f7m, Kahire 1987, s, 122-132; Gülgün Uyar, Hz. Muham-med’İn Risalet Öncesi Hayatına Dair Bazı Ri-uayet Farklarının TesbİÜ (yüksek lisans tezi, 1993), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 65-66; İlyas Çelebi, İslam İnancında Gayp Problemi, İstanbul 1996, s. 103-109, 123-142; a.mlf.. İs­lâm İnanç Sisteminde Akılcılık üe Kadı Ab-dülcebbar, İstanbul 2002, s. 318-322; Yusuf Şevki Yavuz v.dğr., İslâm’da İnanç Esasları, İs­tanbul 1998, s. 195-206.      


IV. İslam Kültüründe Hz. Muhammed


A) Tasavvuf.

1 (VII) ve II. (Vlll.) yüzyıl­larda âbid ve zâhidlerin Resûl-i Ekrem’i algılayış tarzı, diğer müslümanlara nis-betle kendilerini daha fazla ibadete ver­me ve daha çok âhirete yönelme şeklin­de ortaya çıkıyordu; bu da teorik olmak­tan ziyade pratik bir farklılıktı. Bu tür an­layışlar Hz. Peygamber döneminde Ebû Zer el-Gıfârî, Abdullah b. Ömer. Abdullah b. Amr b. Âs, Ebü’d-Derdâ ve Osman b. Maz’ûn gibi İbadet ve zühd hayatı ile ta­nınan sahâbîler arasında da mevcuttu. Hz. Osman’ın son döneminde başlayan ve Emevîler devrinde devam eden karışıklık­lar ve iç savaşlar bazı müslümanları kendi­lerini İbadete vermeye, dünyadan el etek çekmeye sevketmiş, bu da söz konusu farkların belirgin hale gelmesine sebep olmuştur.

İlk zâhid ve sûffler gerek dünyaya karşı mesafeli durup âhirete yönelme, gerek­se daha çok ve daha nitelikli ibadet etme bakımından Resûlullah’ı örnek alıyor ve bu tutumlarını ahlâkî davranışlarında da sürdürüyorlardı. Allah’ı görüyormuş gibi ibadet eden takva sahibi bir mümin ol-mak [613] onların gayeleriydi. Zühd ve fakrı ter­cih edip Allah’a çok şükreden bir kul ol­mak için gecenin bir bölümünü ibadetle geçiren Hz. Peygamber’i [614] örnek alıyor, onun izinden giderek kurtuluşa ereceklerine inanıyorlardı. Bundan do­layı farzların yanı sıra nafile ibadetleri de yerine getirmeye çalışıyor, ayrıca hak hukuk gözetmede hassasiyet gösteriyor­lardı.

Kur’an’da Allah’ı sevmek ve O’nun ta­rafından sevilmek için Peygamber’e ita­at şart koşulduğundan [615] ilk sûfîler Resûl-i Ekrem’in daha çok Al­lah’ın sevgili kulu (habîbullah) olma [616] niteliği üzerinde dur­muştur. Allah’ı, resulünü ve Allah yolun­da mücâhedeyi her şeye tercih etme ko­nusunda Kur’an’da yer alan uyanlar [617] ve iyi bir müminin Peygam­ber’i kendisinden daha çok sevmesi ge­rektiğini belirten hadisler [618] onlar üzerinde etkili olmuştur. II. (VIII.) yüzyılın ikinci yansın­dan itibaren Basra’da Râbia el-Adeviyye’-nin öncülük ettiği bir grup sûfî daha çok ilâhî sevgi üzerinde durmaya ve sevgi unsurunu öne çıkarmaya başladı. Cenâb-ı Hakk’ın Hz. Muhammed’e yönelik ezelî sevgisi olmasaydı hiçbir şeyin var olmayacağına inanan sûfîler için kutsî hadis ola­rak kabul ettikleri, “Sen olmasaydın felek­leri yaratmazdım” ifadesi [619] büyük bir önem taşır.

Sûfîler arasında sıkça görüldüğü nak­ledilen kerametler Resûl-i Ekrem’in yo­lundan gitmenin bir semeresi olarak ka­bul edilmiş, her ne kadar onun vefatıyla vahiy sona ermişse de rüya, ilham ve fi-râset yoluyla bazı bilgilere sahip olmak mümkün görülmüştür. Sûfîlerin kendile­rini Peygamberin vârisi saymalarının se­bebi, onun yaşadığı manevî ve ruhanî ha­yatı devam ettirdiklerine dair inançların­dan kaynaklanmaktadır.

III. (IX.) yüzyılda Ebû Saîd el-Harrâz ve Sehl b. Abdullah et-Tüsterî tarafından Resûl-i Ekrem Kur’an gibi bir nur olarak [620] algılanmaya başlanmış, onların ardından Hallâc-ı Mansûr Kitâ-bü’i-Tavâsîn’ûe bu anlamda nur üzerin­de genişçe durarak nûr-ı Muhammedi te­orisini geliştirmiştir. Buna göre Allah ilk önce Hz. Muhammed’in nurunu, bu nur­dan da diğer varlıkları yaratmıştır. Bu gö­rüşle ilgili olarak, “Allah’ın ilk yarattığı ka­lemdir” [621] “Âdem ruhla beden arasında iken ben peygam­ber idim  “Allah’ın ilk ya­rattığı şey akıldır” [622] gibi hadisler rivayet edilmiştir. Burada akıl ve kalemden maksat Hz. Peygamber’in nu­ru olup onun manevî hüviyeti anlamına gelen bu nura hakîkat-i Muhammediyye de denilmiştir. Hz. Âdem’den başlayıp bü­tün peygamberlerde tecelli eden bu nu­run en son Resûlullah’ta gerçek sahibiyle buluştuğu kabul edilmiştir.[623]

Gizli bir hazine olan Cenâb-ı Hak bilin­meyi murat etmiş ve ilk defa taayyün-i hubbî şeklinde, yani Hz. Peygamber’in nuru ve sevgisi olarak tecelli etmiş, ar­dından diğer varlıkların hepsini bu nur­dan yaratmıştır. Onun âlemlere rahmet oluşunun [624] anlamı bu­dur.[625] Buna göre ev­renin var oluş sebebi Allah’ın Hz. Muham­med’e duyduğu sevgidir. Süleyman Çele­bi, “Gel habîbim sana âşık olmuşam / Cümle halkı sana bende kılmışam”; “Ben sana âşık olunca ey şerîf / Senin olmaz mı dü âlem ey latîf” gibi beyitlerde bu mu­habbeti aşk olarak niteler.

Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Hakk’ın Resûl-i Ekrem’in nurunu ve bu nurdan halkı yaratmasını ayna misaliyle anlatır. Ona gö­re âlem Hakk’a nazaran bir aynadır; Hak İsim. fiil ve sıfatlarıyla bu aynada tecelli eder. Fakat insan yaratılmadan önce bu ayna cilâlı olmadığından ilâhî tecellileri net olarak yansıtmıyordu. Âdem (insan) bu aynanın cilâsı olmuş, her şeyde tecelli eden Hak en mükemmel şekilde insanda tecelli ettiğinden ona halife adı verilmiş­tir. Âleme göre insan yüzüğün kaşı, göze göre ise göz bebeği gibidir.[626] Şeyh Galib, “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen / Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” beytinde bunu anlatır. Hak, diğer insanlara nazaran Hz. Muhammed’-de en mükemmel şekilde tecelli ettiğin­den mutlak anlamda insân-ı kâmil odur. Onun vârisleri olmaları sebebiyle velîlere de insân-ı kâmil denir. Aziz Mahmud Hü-dâyî, “Âyînedir bu âlem her şey Hak ile kâim Mir’ât-ı Muhammed’den Allah gö­rünür dâim” derken Hz. Peygamber’in bu Özelliğini dile getirmiştir.

Hakîm et-Tirmizî, Kur’an’da geçen “hâ-temü’n-nebiyyîn” son peygamber ifade­sinden [627] hareketle “hâte-mü’1-evliyâ” teorisinin temelini atmış, da­ha sonra bu görüşü İbnü’l-Arabî geliştir­miştir.[628] Bu telakki daha çok İbnü’l-Arabî’nin izleyicileri veya onun etkisinde kalan mutasavvıflar tarafından benim­senmiştir. Hz. Muhammed’in son pey­gamber olması sûfîlere son velî telakki­sini, onun mi’racı da ruhanî mi’rac fikrini ilham etmiştir. Ruhanî mi’rac yaptığını ilk defa söyleyen ve bunu uzunca anlatan Bâyezîd-i Bistâmî’dir. İbnü’l-Arabî, eî-Fütûhâtü’l-Mekkiyye ve Kitâbü’l-İsrâ’da manevî mi’raclarını anlatır.

Sûfîler, kendilerine doğrudan ve dolaylı olmak üzere iki yoldan feyiz ve İlham gel­diğini söylerler. Allah’tan vasıtasız aldık­ları bilginin yanı sıra tarikat silsilesine dahil bulunan meşâyih aracılığı ile de Hz. Peygamber’e ulaştıklarını, ondan bilgi al­dıklarını ve her iki bilginin de kendilerine has olduğunu ifade ederler. Telkin yoluyla Allah’tan Cebrail’e, ondan Hz. Muham-med’e, ondan Hz. Ali’ye [629] intikal eden özel bilgi ve manevî mirasın tarikatın sil­silesinde yer alan velîler aracılığıyla şeyh­lere ulaştığını kabul ederler. Bundan do­layı sûfîler nezdinde Hz. Peygamber özel anlamda marifet ve ilham kaynağıdır.

Tasavvufta Resûl-i Ekrem’in şefaati, ona sığınma ve ondan yardım talebinde bulunma önemlidir. Mutasavvıflar “dahî-lekyâ Resûlellah” sana sığındım ey Allah’ın elçisi, “şefaat yâ Resûlellah” deyip onun ruhundan yardım ve şefaat umarlar. Aynı şekilde mutasavvıflar, fıkıh âlimleri mek­ruh saydıkları halde dua esnasında “bi-hakki resûlike” peygamberin yüzü suyu hür­metine demekte bir sakınca görmezler ve bu tarzda dua etmeye önem verirler. “Fena” kelimesi tasavvufta Allah’la ilgili olarak kullanıldığı gibi fena fillâh “Al­lah’ta fâni olmak” Hz. Peygamber için de fena fi’r-resûl kullanılması âdettir. Onlara göre Peygamber’de fâni olmak Hak’ta fâni olmanın mukaddimesidir. Sû-fî şairler mahbûb-i hudâ olması itibariyle Resûl-i Ekrem’i güle benzetir, hilye-i şerifleri gül şeklinde yaparlar; buna “gül-İ Muhammedi” denir.

“Rüyada beni gören gerçekten görmüş olur, çünkü şeytan benim suretime gire­mez” mealindeki hadise [630] dayanan bazı mutasavvıflar Hz. Peygamber’i rüyada gördüklerini söylemiş ve onun gördükleri tavrından çeşitli mânalar çıkarıp hayat­larını buna göre düzenlemişlerdir.[631] Bu konuda birçok menkıbe anlatılır. Felç olan İmam Bûsîrî’nin rüyasında Resûl-i Ekrem’i gör­düğü, hastalığının iyileşmesi için ondan öğüt aldığı, Peygamber sevgisini teren­nüm eden Kaşîdetü’l-bürde’sin’ı bunun üzerine yazdığı rivayet edilir. Ahmed er-Rifâî’nin de Resûlullah’ın kabrini ziyaret ettiğinde böyle bir hal yaşadığı kaydedil­mektedir.

Dinî bilginin kaynağına ulaşma konu­sunda zahir ulemâsından farklı bir yol ta­kip eden mutasavvıfların hadis âlimlerin-ce sahih kabul edilen bazı rivayetleri sa­hih saymadıkları, zaman zaman da hadis kitaplarında yer almayan bazı ifadeleri, “Hz. Peygamber’in sözü olduğu keşfen sabittir” gerekçesiyle sahih kabul ettikle­ri, hatta bu nitelikteki metinlere büyük önem verdikleri görülmektedir. Ahmed b. Mübarek es-Sicilmâsî’nin el-İbrîz’ın-de İbnü’l-Arabi’nin el-Fütûhâtü’1-Mek-/fiyye’sinde hadislerin keşf açısından de­ğerlendirilmesine ve yorumlanmasına sık­ça rastlanır. Bununla beraber hadis âlim­lerinin usulünü esas alıp hadis öğrenen ve rivayet eden mutasavvıflar da vardır.

Sûfîler, insân-ı kâmil olarak gördükleri ve Allah’a giden yolda rehber edindikleri Hz. Peygamber’in sîretine, sünnetine, her türlü tutum ve davranışına büyük önem vermiş, her vesile ile ona olan bağlılık­larının mutlak ve tam olduğunu ifade et­mişlerdir. Şâtıbî, el-İHişârri da (I, 88-99) sûfîlerin her hususta Resûl-i Ekrem’i ör­nek aldıklarını, sünnetine bağlı kaldıkla­rını ve hadislere önem verdiklerini vurgu­lamak için onların bu konuda söyledikleri sözleri nakletmiştir. Sûfîler sahih hadis-lerdeki salavat örneklerini esas alıp sala-vatlar düzenlemişlerdir. Çoğu nesir, bir kısmı manzum olan bu salavatlann gün­lük vird şeklinde okunması tarikat âdabı olarak uygulanagelmiştir.

Bibliyografya :

VVensinck, el-Mu’cem, “hbb” md.; Müsned, IV, 66; Buhârî. “Teheccüd”, 6, “Münafikin”, 79, “îmân”, 37, “Ta’bîr”, 10; Müslim, “îmân”, 1, “Rü’yâ”. 11, 87, “Münâfikin”, 79;Tirmizî, “Me-nâkib”, 1, “Tefsir”, 68/1; Serrâc, el-Lüma’, s. 130-146; Muhammed b. Ali es-Sehlegî, en-Nûrmin kelimâü Ebi’L-Jayfûr {r\şr. Abdurrah-man Bedevî, Şatahâtü’ş-şû.fıyye içinde). Kahi­re 1949, s. 111, 123, 164; Gazzâlî. !hyâ\ Kahi­re 1939, II, 351-388; Aynülkudât el-Hemedânî. TemMdât (nşr. Afîf Useyrân), Tahran 1962, s. 254; İbnü’l-Cevzî, Şıfatü’ş-şafue, I, 46-234; İb-nü’l-Arabî. Fuşûş (AfîFÎ), s. 48, 63-64, 184; a.mlf., et-Fütühâtü’i-Mekkiyye, Kahire 1293,

I,  151, 244; [[, 9; [V, 442; Necmeddîn-i Dâye, Mi’rşâdü7-C(‘£ıâd{nşr. M. Emîn Riyâhî), Tahran 1352 hş., s. 2, 21, 30; ‘tekıyyüddin ibn Teymiy-ye, Mecmü’atü’r-resâ’ili’l-kübrâ, Beyrut 1392/ 1972, II, 353-362; İbrahim b. Mûsâ eş-Şâtıbî, el-İ’tişâminşr. M. Reşîd Rızâ), Kahire 1332,1, 88-99, 260; Teftazânî. Şerhu’l-Makâşıd, İstan­bul 1307, II, 187; Münâvî. el-Keuâkib, I, 14-27; Ahmed b. Mübarek es-Siciimâsî, el-İbrîz, Kahire 1961, s. 64; Aclûnî, Keşfü’i-hafâ\ I, 148, 263; II,  164; İsmail Fenni. Vahdet-i Vücûd ueMuh-yiddîn-i Arabi İstanbul 1928, s. 16, 21; R. A. Nicholson. Fi’t-Taşavüufı’l-İslâmt ve târîhih (trc. Ebü’l-Alâ Afîfî), Kahire 1969, s. 108-120; Ebü’l-Alâ Afîfî. Muhyiddin İbnü’l-Arabt’nin Tasauuuf Felsefesi (trc. Mehmet Dağ), Ankara 1975, s. 83; A. Schimmel, İslam’ın Mistik Boyutları (trc. Er-gun Kocabıyık). İstanbul 2001, 5. 212-225.

Önceki sayfa 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14Sonraki sayfa